Gümüş Patenler

Gümüş Patenler
Mary Mapes Dodge
Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde, Hans Brinker adında yoksul bir genç yaşarmış. Yüreği iyilik dolu, vakur bir Hollandalı olan bu gencin, Gretel adında bir de kız kardeşi varmış. Babaları seneler evvel, bu memleketin meşhur setlerinden düşüp akli melekelerini yitirince vefakâr anneleriyle baş başa kalmışlar. Her şeyin üstesinden kendileri gelmeye çalışan gençlerimizin önüne, kader türlü türlü zorluklar çıkarmış. Her Hollandalı gibi onlar da yaşadıkları çetrefilli coğrafyadan nasiplerini aldıklarından sabır ve inançla devam etmişler yaşamlarına. Bu devran hep böyle sürüp gitmezmiş elbet, senelerce envaiçeşit derdi çocuk yaşlarına karşın büyük bir olgunlukla göğüsleyen ufaklıkların gün yüzü görme sırası gelmiş. Kendisi Amerika’da doğan, fakat ebeveynleri Hollandalı olan yazarımız Mary Mapes Dodge’un bilgilendirici bir dille meydana getirdiği bu kıymetli eseri, çocuk edebiyatına bir armağan olmasının yanı sıra Hollanda tarihi, kültürü, sanatı ve yaşayışı bakımından oldukça zengin bir içeriğe sahip olduğundan her yaştan okuyucunun zihnini renklendirecek keyifli bir okuma sunuyor.

Mary Mapes Dodge
Gümüş Patenler

Mary Mapes Dodge, 1831’de New York’ta doğdu. Annesi Sophia Furman, babası ise mucit ve bilimadamı olan Prof. James Jay Mapes’tir.
20 yaşında, bir avukat olan William Dodge ile evlendi ve çiftin iki oğlu oldu. Yedi yıl süren birlikteliklerinden sonra aniden yalnız kalan Mary, The Working Farmer ve United States Journal dergilerinde yazar ve editör olarak işe başladı. Birkaç yıl sonra (1864) yazdığı hikâyeleri The Irvington Stories isimli kitapta topladı. Bu başarısının ardından dünya klasiklerinden sayılan Gümüş Patenler’i yazdı. Dergi editörlüğüne devam eden Mary’nin çocuklar için çıkardığı St. Nicholas Magazine dergisi kısa sürede başarıyı yakaladı.
21 Ağustos 1905’te New York’ta hayata gözlerini yumdu.
Fatma Yaşar, 1995 yılında Uşak’ta doğdu. Uşak Şehit Abdülkadir Kılavuz Anadolu Lisesi dil bölümü ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı mezunudur. Serbest tercümanlık yapmaktadır.
Bu kitap, şükran ve sevgiyle babam
    James J. Mapes’e adanmıştır.


ÖN SÖZ
Bu eser, bir gezi kitabının bilgilendirici niteliğine sahip bir aile öyküsüdür. Okuyacağınız sayfalarda Hollanda’nın kentlerine, geleneklerine, göreneklerine, insanlarına aşinalık kazanabilirsiniz. Anlatılan pek çok olay, gerçek hayattan esinlenilmiştir; Raff Brinker’in hikâyesi ise tamamıyla gerçeklere dayanmaktadır.
Hollanda tarihi, edebiyatı, sanatı üzerine engin bilgiye sahip, tanınmış yazarlara karşı sorumluluğumun bilincinde olarak, görmeden bakılan Brinker hanesinin gün ışığında ve de gecenin karanlığında yirmi sene önce nasıl göründüğünü tasvir etme konusunda özverilerini ve gayretlerini benden esirgemeyen sevgili Hollandalı arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.
Bu anlatının ve Hollandalıların günlük yaşamlarından kesitler sunarak, genç okuyucularıma Hollanda ve sahip olduğu eşsiz güzellikler hakkında bir fikir vermesini ya da bu eseri kaleme almama neden olan, bu asil ve girişken insanlara ilişkin ön yargıların dağılmasına imkân sağlamasını umuyorum.
Bir ruhun dahi, Tanrı’nın inayetine, sevgisine, düğümlerle dola-şıklıklara karşın bir hayatı ilmek ilmek örmeye el verdiğine derin bir güven duymasını sağlarsa altın ipliğe halel gelmez, adıyla başlayıp adıyla biten dualar cevaplanır.

    M. M. D.

HOLLANDA’DAN MEKTUP

    Amsterdam, 30 Temmuz 1873
Evlerinde oturmuş, bu eseri okumaya başlayan Sevgili Gençler, Gümüş Patenler’in öyküsünün basılacağı kesinleştiğinden, Brinkerlerin topraklarından bir mektup almayı istersiniz diye düşünüyorum.
Bugün, benimle birlikte burada olabilseydiniz, bu güzelim Hollanda kentinde sizinle ne hoş yürüyüşlere çıkardık! Çatıları sokağa taşan yamuk evlere, pencerelerin dış kısmındaki eğimli aynalara, yollara düşmüş ahşap pabuçlarla köpek arabalarına, uzaktaki yel değirmenlerine, kocaman depolara, hem sokak hem nehir görevi gören kanallara, her yerde göze çarpan ağaçlarla serenlere bakardık. Ah, ne güzel olurdu! Fakat şimdi, muazzam bir otelde oturmuş, her işin altından maharetle kalkan Hollandalı ruhunun da sizi şu anda okyanusun karşısından bu yana getiremeyeceğinin bilincinde olarak bu güzellikleri tek başıma izliyorum. Hollanda kentlerini siz olmadan dolaşırken bana huzur veren bir şey varsa, o da aramızdan kimsenin kanala düşüvereceğinden endişe etmemize gerek olmaması. Buradaki hantal arabaların gülle gibi ağır tekerleri birbirlerinden öyle ayrı ki ya biriniz bunların altına düşüverseydi? Peki, haylaz evlatlarımdan biri kazara bir leyleğe zarar verse, Tanrı esirgesin tüm Hollanda peşimize düşerdi! Hayır. Her şey olduğu gibi güzel. Önünüzde uzanan güzelim ömrünüzde her birinizin buraya gelip, bu muhteşemliğe tanıklık edeceğinizden şüphe duymuyorum.
Hollanda, Hans ile Gretel’in yirmi sene evvel donmuş kanalda paten kaydığı vakitler kadar güzel şimdi de. Aslına bakarsanız, denizin bu memleketi yutuvermediği her bir günün mucizesiyle yavaş yavaş daha nefis bir güzelliğe kavuşuyor. Geçen senelerde, kentleri büyümüş, öbür milletlerle temaslarını artırdıkça tuhaflıklarının bir kısmı da törpülenmiş diyebiliriz; fakat, kendine özgülüğü, gözü pekliği ve her gün gelişen sanayisi ile mevzubahis olanın Hollanda olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Öyküde ayrıntısıyla yer aldığından, bu mektupta size kentlerinden, saraylarından, kiliselerinden, resim galerilerinden ya da müzelerinden bahsetmeyeceğim. Tek söylemek istediğim, içinde bulunduğumuz 1873 senesinde de, oldukları hâlleriyle zamana meydan okudukları. Ben de geçtiğimiz hafta hepsini ziyaret ettim.
Bugün, Amerikalı bir çocukla, Amsterdam’ın ticaretle ünlü bir bölgesinde birkaç çocuğun eski bir binaya girdiklerini görüp onları takip ettik. Ne bulsak beğenirsiniz? İhtiyar bir kadın, yazın ortasında, sıcak su ve köz satıyordu! Yaşamını bununla idame ettiriyormuş. Gün boyu, turba kömürünü harlayıp, üzerindeki kalaylı bakır tenekede su kaynatıyormuş. Çocuklar, kaynayan suyu güğümlerde, yanmaya devam eden turbayı da taştan kovalarda taşıyarak gidip geliyorlardı. Emeklerinin karşılığında, kadına bir Hollanda kuruşu veriyorlar. Bu sayede, sıcak havalarda ateş yakmaya maddi durumları el vermeyen insanlar, satın aldıkları sıcak suyla çaylarını kahvelerini içip balık ve patates haşlayabiliyorlar.
Bize içtenlikle baş sallayarak kendi lisanınca güle güle deyip, verdiğimiz stiverleri memnuniyetle cebine atan ihtiyar kadının yanından ayrıldıktan sonra, çamaşır gününün hakkını veren insanları izleyerek yolumuza devam ettik. Evet, kentin kanaldan uzak, belli bölgelerinde başlarını işlerinden bir an bile kaldırmayan çamaşırcı kadınlarla doluydu sokaklar. Hantal ahşap pabuçları, bellerine tutturdukları etekleri, çıplak kolları ve başlarını sıkıca saran başlıklarıyla yüzlercesi, bellerine kadar gelen uzun, tahta çamaşır teknelerine eğilmiş hâlde bir çene çalıp bir çitiliyorlar; işlek sokaktan gelip geçenlere zerre aldırış etmeden, soğuk suyla yıkayıp duruyorlar. Bu çamaşır günlerinde sıcak su kullanmaya başlayıverseler bizim közcü ihtiyar için ne harika olur!
Unutmadan! Bu mektup size ulaşırsa, ön sözün hemen arkasına eklemenizi rica ediyorum. Küçücük bir yer tutar yalnızca, doğrusunu söylemek gerekirse, okuyucular da her geçen gün daha kısa bir ön söz bulmayı bekliyorlar.
Kendinize iyi bakın. Ah, size bir şey daha söylemem lazım. Bugün, Amsterdam’daki bir kitapçıda Hans Brinker’in öyküsünün Felemenkçesini bulduk. Merak uyandırıcı, güzel, renkli bir baskı yapılmış; ama öyle hayret verici kelimelerle dolu ki, onu okuyacak minik Hollandalılara karşı içimde bir acıma duygusu peyda oldu.
Felemenkçe tercümanımızın, noktasına virgülüne varıncaya dek katılacağınıza emin olduğum sözleriyle sizlere son kez veda ediyorum:
“Toch ben ik er mijnland genooten dank baarvoor, die mijnar be-ids teeds zoowel will end out vangen en wier gen egen heidik voort durend hoop te verdi enen.”

    Sevgilerimle,
    YAZARINIZ

I
HANS VE GRETEL
Yıllar yıllar evvel, Hollanda’da, açık bir aralık sabahında incecik giyinmiş iki çocuk donmuş bir kanalın kıyısına diz çökmüşlerdi.
Güneş yüzünü henüz göstermemişti ancak ufukta doğan gri gün, kızıl bir parıltı yayıyordu. Hollanda’nın iyi vatandaşlarının birçoğu huzurlu bir sabah uykusunun keyfini çıkarıyordu; Mynheer[1 - Felemenkçede “Bay”.] von Stoppelnoze, o saygıdeğer Hollandalı bile hoş bir sükûnet içerisinde hafif bir uykudaydı.
Zaman zaman, ağzına kadar dolu bir sepeti başının üzerinde dengeleyen birkaç köylü kadın kanalın cam gibi yüzeyinde süzülerek gelip geçiyor, şehirdeki işine giden güçlü bir delikanlı kayarak uzaklaşırken tir tir titreyen iki çocuğun hâline üzüldüğü yüzünden okunuyordu.
Bu sırada, kan ter içinde kaldıkları her hâllerinden anlaşılan kızla oğlan, ayaklarına gayretle bir şeyler geçiriyorlardı; patenden ziyade, aşağı kısımları kabaca inceltilip düzeltilmiş, üzerlerinde, işlenmemiş deriden kayışların içlerinden geçirildiği delikler bulunan hantal tahta parçalarıydı bunlar.
Bu tuhaf patenler, iki kardeşten Hans’ın marifetli ellerinden çıkmıştı. Anneleri o kadar yoksuldu ki bırakın ufaklıklarına paten almayı, bunu hayal bile edemezdi. Ne kadar hantal olsalar da, çocuklar bu tuhaf patenler sayesinde buz üstünde mutlu mesut birkaç saat geçirebiliyorlardı. Şimdi, genç Hollandalılarımızın onurlu suratları dizlerine doğru gömülmüş hâldeyken, kayışları çekiştiren soğuktan kıpkırmızı kesilmiş parmaklarına rağmen kendileri için imkânsız bir hayal olan demirden patenlerin hülyası bile içlerinde yeşeren tatmin duygusuna gölge düşürmüyor gibiydi.
Bir an sonra oğlan çok önemli bir şey yapıyormuşçasına hareketlerle ve kaygısız bir havayla “Hadisene, Gretel!” dedi, ardından kanal boyunca süzülmeye başladı.
Kız kardeşi “Ah, Hans!” dedi ağlamaklı bir sesle. “Ayağı tam oturmadı daha. Pazarın kurulduğu gün kayışlar ayağımı acıtmıştı, şimdi aynı yerden bağlayınca acısına dayanamıyorum.”
“Daha yukarıdan bağla o zaman.” dedi Hans, kardeşinden tarafa bakmadan buz üzerinde hünerli hareketler sergilerken.
“Nasıl bağlayabilirim? Kayış çok kısa.”
Hans, kızların zor beğenen varlıklar olduklarını ifade eden mağrur bir Hollanda ıslığı çalarak kardeşine doğru yöneldi.
“Ahmak mısın, Gretel? Deriden yapılmış, sağlam pabuçların dururken bunları giyiyorsun. Klompenlerin[2 - Tahta pabuçlar.] bile bunlardan daha iyi.”
“Ne ahmağı, Hans! Unuttun mu? Babam yeni pabuçlarımı ateşe attı ya. Ben daha ne yaptığını anlayana kadar yanan gübrenin alevi sarmıştı bile etraflarını. Bunlarla kayabilirim ama tahta olanlarla nasıl kayayım? Dikkatli ol!”
Hans cebinden bir kayış çıkardı. Mırıldanarak kardeşinin yanına çöküp Gretel’in patenini genç kolunun tüm gücüyle çekiştirmeye koyuldu.
“Ahh! Ah!” diye haykırdı Gretel, acı içinde.
Hans kayışı aceleyle çözdü. Tam bir ağabeyden beklenileceği gibi hışımla yere de fırlatırdı, tabii bir damla gözyaşının sabah çiyinin taze otlardan süzülüşü gibi kız kardeşinin yanağından süzüldüğünü fark etmeseydi.
“Ben halledeceğim, sakın korkma.” dedi şefkatle. “Ancak çabuk olmalıyız, annem her an bizi yardıma çağırabilir.”
Sonra pürdikkat etrafı taramaya başladı; önce yerden başlayarak başının üzerindeki birkaç çıplak söğüt dalına, ardından da mavi, kızıl ve altın sarısının görkemle ışıdığı gökyüzüne baktı.
Buralarda işine yarayacak bir şey bulamadı, ancak aniden gözleri parladı ve ne yapacağını bilen biri edasıyla kasketinin pörsümüş astarını çıkararak Gretel’in yıpranmış pabucunun üst kısmında yumuşak bir destek oluşturdu.
Uyuşmuş parmaklarının müsaade ettiğince, hızla kayışları ayarlarken muzaffer bir edayla “Şimdi!” dedi. “Kayışları biraz çekmem lazım.”
Gretel, “Hazırım.” diyecekmiş gibi hareketlendi ama dudaklarından tek bir kelime bile dökülmedi.
Bir an sonra, buzun dayanmama ihtimalini akıllarına bile getirmeden kanal boyunca el ele kayarlarken gülüşüyorlardı, Hollanda’da buz tüm kış hüküm sürerdi nasılsa. Suyun yüzeyini kararlılıkla ele geçirirken incelmek bir yana, güneş ne zaman yüzünü gösterse tüm gücünü toplar ve her bir huzmeye kale gibi sağlam bir kararlılıkla karşı koyardı.
Hans’ın patenleri buzun üzerinde kulak tırmalayan sesler çıkarmaya başlamıştı. Ardından adımlarının arası sıklaştı, hareketleri sarsaklaştı, nihayetinde havaya fiyakalı tekmeler savurarak boylu boyunca buza serildi.
Gretel, “Ne de güzel parende atıyorsun!” diyerek kahkahaya boğuldu, fakat kahkahalar arasında, yüzükoyun yere kapaklanmış kardeşine zarafetle yaklaşırken üzerine oturmayan kaba mavi ceketinin altında şefkatle atıyordu minik kalbi.
“Canın yandı mı, Hans? Ah, bakıyorum da gülüyorsun! Yakalayamaz ki!” diyerek daha fazla titremeden fırladı, yanakları kıpkırmızı, gözlerinde parıl parıl ışıltılar dans eder vaziyette.
Hans ayağa kalkıp süratle takibe girişti, fakat öyle kolay değildi Gretel’i yakalamak. Çok uzaklaşamadan, kulak tırmalayan sesler bu sefer diğerinin pateninden geliyordu.
Cesaret basiretten gelir deyip aniden kendisini yakalamaya çalışan ağabeyinin kucağına atıldı.
“İşte! Yakaladım seni!” diye haykırdı Hans.
“Asıl ben seni yakaladım.” diye cevapladı, kendini kurtarmaya çalışırken.
O sırada, telaşlı bir ses duydular, “Hans! Gretel!”
“Annemin sesi.” dedi Hans, bir anda ciddiyete bürünerek.
Kanal gün ışığıyla yıkanmıştı artık. Berrak sabah havası pek hoştu, patencilerin sayısı giderek artarken çağrıya uymak daha da zor bir hâl alıyordu. Fakat Gretel ve Hans uysal çocuklar olduklarından oyalanmanın cazibesine kapılmayı akıllarına bile getirmeden kayışların yarısı bağlı hâlde yüklendiler patenlere. Yorgun argın eve yollanırlarken gözleri berrak denizler gibi masmavi olan kardeşinin yanında Hans dik omuzları, gür saçlarıyla servi gibi yükseliyordu. Kendisi on beş yaşındaydı, Gretel ise yalnızca on iki. Karakteri sağlam, candan bir çocuktu; dürüstlük okunan gözleri, “İçeride iyilik var.” der gibi bir ifade katıyordu yüzüne. Gretel ise çevik ve tez canlıydı; hayat dolu bir yüreğin belirtileri olarak gözlerinde parlak ışıklar oynaşır, yanaklarının rengi pembe beyaz çiçeklerin rüzgâr estikçe ahenkle raks ettiği bir çiçek tarhı gibi açılır, derinleşirdi.
Kanalı döndükleri anda kulübeleri göründü. Anneleri bir ceket ile iç etekliğe sarmalanmış servi boyuyla ve başına tam oturan başlığıyla kapı girişinin çarpık çerçevesine dayanmış, Rönesans tablosu gibi duruyordu.
Varmalarına sadece bir mil kalmamış olsaydı da her hâlükârda kulübeleri yakınmış gibi görünürdü. Bu düz ülkede her şey, uzak mesafede olsa da hemen seçilir; tavuklar bile yel değirmenleri kadar kolay görünürdü göze. Aslına bakılırsa, setler ve kanalların kenarlarındaki tümsekler olmasa Hollanda’nın tam ortasında herhangi bir yerde duran biri kendi gözüyle ülkenin en uzak sınırı arasında en ufak bir tepecik ya da yükselti bile göremezdi.
Mevzubahis setlerin nasıl bir şey olduğunu bilmekte ise, Madam Brinker ve çağrısına uyup nefes nefese kendisine yaklaşan ufaklıklardan daha geçerli bir sebebe sahip tek bir kişi bile bulunamazdı. Bu sebebi açıklamadan evvel, sizin belki de ilk defa duyacağınız, ancak Hans ve Gretel’in her gün karşılaştığı bazı acayipliklere aşina olmak üzere sizi bu uzak diyarda, sallanan sandalye gezintisine çıkmaya davet ediyorum.

II
HOLLANDA
Hollanda, mavi gökyüzü altındaki benzersiz ülkelerden birisidir. Yeryüzünün diğer bölgelerinden neredeyse her bakımdan farklı olduğundan, Garip Ülke veya Aykırı Ülke de diyebiliriz. Öncelikle ülkenin önemli bir kısmı deniz seviyesinin altında. Okyanusu olduğu yerde zapt etmek için çok fazla para ve iş gücü harcanarak büyük setler ve siperler inşa edilmiş. Kıyının belli kısımlarında okyanus, karaya tüm ağırlığını veriyor ve zavallı ülkenin bu baskıya dayanmak için mümkün olabildiği tek şey işte bu set ve siperler. Bazen setler dayanamadığında ya da su almaya başladığında feci sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu enine boyuna heybetli setlerden bazılarının tepesi binalar ve ağaçlarla sarmalanmış. Öyle ki bazı setlerin üzerinde, atların yol kenarlarındaki kulübelere tepeden bakabileceği, oldukça güzel umumi yollar bile bulunuyor. Birçok yerde su üstündeki gemilerin omurgaları, evlerin çatılarından daha yüksekte. Evin tepesinde yavrusunu çağıran leylek, yuvasının tehlikeden çok uzakta olduğunu hissedebilir, fakat yakınındaki sazlıkta vıraklayan kurbağa yıldızlara ondan daha yakındır. Su tahtakuruları kırlangıçların tepelerinde ileri geri sıçrar. Yakınlarındaki sazlıklar kadar yükseğe erişemediklerinden söğüt ağaçları utançtan başlarını önlerine eğmiş gibidir.
Hendekler, kanallar, göletler, nehirler ve göller göz alabildiğine serilir. Yanlarında uzanan düzeltilmiş nemli tarlaları hor görerek tüm karışıklığı ve işi etrafına toplamış hâlde gün ışığıyla parlarlar yükseklerde. “Hangisi Hollanda, kıyılar mı yoksa su mu?” diye sorma isteği uyanabiliyor insanda. Toprağa has olması gereken bitki örtüsü bir hata yapmış da balık havuzlarının üzerine konmuş diyebiliriz.
Aslında tüm ülke, doygun bir sünger ya da İngiliz şair Butler’ın da dediği gibi:
Demir atmış bir memleket,
Yerde değil su üstünde yaşanan.
İnsanlar dar teknelerde doğuyor, yaşıyor ve ölüyorlar; hatta buralara bahçe bile kuruyorlar. Kaşların hemen üzerine düşen kocaman kasketlere benzeyen çatılarıyla çiftlik evleri, “Kuru kalmaya çabalıyoruz, elimizden geldiğince.” der gibi sarıp sarmalanmış bir havayla duruyor ahşap bacaklar üzerinde. Çamurdan çıkarabilsinler diye atların toynaklarını iyice dışkıya buluyorlar. Görünen o ki bu topraklar ördek aileleri için bir cennet. Yazın, yalın ayak gezen çocuklar için muhteşem bir ülke. Suda karşıdan karşıya geçmeler… Gemi yüzdürmeler… Âdeta kürek çekilsin, balık tutulsun, yüzülsün diye! Sıra sıra dizilmiş su birikintilerinden bir ülke düşünün; bir dal parçasını kayık niyetine suya bırakacak olsanız o dal parçası azimli bir gezgin gibi tüm ülkeyi baştanbaşa dolanır. Şimdilik bu kadar yeter. Bu anlatıya böylece devam edersek tüm Amerikalılar hep birlikte Zuider Zee’ye[3 - 13. – 20. yüzyıllar arasında Hollanda’da bir körfez.] akın edebilir.
Hollanda şehirleri ilk görüşte ev, köprü, kilise ve gemilerin her yerinden fışkıran direk, kule ve ağaçların gözleri yerinden oynattığı bir karışıklığı anımsatır. Bazı şehirlerde araçlar, sahiplerinin serenlerine bir atmışçasına bağlanır ve yüklerini yukarıdaki pencereden alır. Anneleri, Lodewyk ve Kassy’e bahçe kapısında sallanmayın, diye bağırır, boğulurlar korkusuyla! Su yolu bu memlekette, kara yolu ve demir yolundan daha yaygındır. Denizden kazanılan toprağı ve bahçeleri haylaz, yeşil bir ark biçimindeki su siperleri çevreler.
Kimi zaman olağanüstü bitki çitleri görülür, fakat Amerika’daki gibi ahşap çitler Hollanda’da nadiren karşımıza çıkar. Taş çitlere gelince, Hollandalıların şaşkınlıktan ağzı açık kalır. Kıyıyı güçlendirip korumak için başka başka ülkelerden getirilen büyük kaya kütleleri dışında pek taş bulunmaz burada. Küçük taşlar ve çakıllar, tabii eğer varsa, ya kaldırımlara hapsolmuş ya da tümüyle eriyip gitmiştir. Güçlü, çevik kollara sahip oğlanlar, suda sektirmeye veya tavşan ürkütmeye tek bir taş bile bulamadan bebeklikten yetişkinliğe erişebilir. Su yolları, ülkenin her yanında kesişen kanallardan aşağı kalmaz. Dünya harikası Kuzey Denizi Kanalı’ndan, bir çocuğun bile üzerinden zıplayarak karşıya geçebileceği büyüklüğe kadar her boyda su kanalı bulunur. Trekschuiten denen tekneler yolcuları taşımak için bir aşağı bir yukarı yol alır durur, pakschuyten[4 - Kanallarda kullanılan dar tekneler. Bu şekilde adlandırılan teknelerin bazıları yaklaşık dokuz metre boyundadır. Yük gemilerine yerleşmiş evler gibi görünürler ve kanal kıyısı boyunca atlarla çekilirler. Trekschuitler iki kompartımana ayrılır; birinci ve ikinci sınıf. Çok kalabalık değilse yolcular rahatlarına bakarlar, çocuklar dış kısımdaki küçük güvertede oynarlarken erkekler sigara içer, kadınlar dikiş veya örgüyle meşgul olurlar. Bu teknelerin birçoğunun beyaz, sarı veya çikolata renkli yelkenleri olur. Çikolata renginin kullanılmasındaki sebep, güneşe karşı önlem almaktır.] denen su araçlarından ise yakıt taşımada ve ticarette faydalanılır. Tarlalardan ahırlara, ahırlardan bahçelere yeşil köy yollarının yerine yeşil kanallar uzanır. Çiftlikler, daha doğrusu denizden kazanılan topraklar, kurutulan büyük göllerdir aslında. Köy yollarının çoğunluğu tuğlayla döşeliyken, en işlek sokaklar bazen su yollarıdır. Yuvarlak pupaları, yaldızlı pruvaları ve özensizce boyanmış bordalarıyla şehir tekneleri, mavi göğün altındaki diğer teknelere benzemez; bir de Hollanda’ya özgü yük vagonları vardır ki gülünç, küçük direkleriyle tam bir gizem perdesi çeker önümüze ardını bilemeyeceğimiz.
İşte bu noktada, “Kesin olan bir konu var!” diye haykırır Bay İyimser. “Buranın halkının susuz kalmasına imkân yok.” Maalesef ki “Garip Ülke”benzersizliğini yine burada da gösteriyor. Deniz içeri girmeyi; göller, kanallar, nehirler ve arklar yatakları dışına taşmayı amaç edinse de çoğu bölgede bir yudum bile içme suyu bulunmaz. Bizim fukara Hollandalılar ya susuzluktan kuruyacak ya şarap ve bira içecek ya da Adem’den daha yaşlı, sabah çiği kadar taze bu kıymetli içecek için daha iç bölgedeki Utrecht’e ya da diğer şanslı bölgelere gidecek. Halk bir fırsatını bulup da sağanağı yakalayıp bir iki yudumcuk olsun alabilirse ne iyi, fakat genel olarak bakıldığında Coleridge’nin ünlü şiiri Yaşlı Gemici’deki Albatros’un lanetlediği denizciler gibidir:
Su, su nereye baksan yalnızca su,
Ama hiçbir yerde yok içecek bir damla!
Her yerde dönüp duran heybetli yel değirmenleri, ülkenin üzerine henüz konuyormuş gibi görünen devasa deniz kuşu sürülerini anımsatır.
Göz alıcı beyaz, sarı veya kırmızı gövdeleriyle alışılmadık şekillerde budanmış birçok tuhaf ağaç sarmıştır her yeri. Atlar genelde üçlü sırada koşulur. Erkek, kadın ve çocuklar ayağa tam oturmayan, ökçeli ahşap pabuçlarını tıkırdatarak dolaşırlar; aşkı henüz bulamamış köylü kızları, kermiste[5 - Panayır.] kendilerine eşlik etmesi için kavalye niyetine parayla birini tutarlar; evli çiftler kanalın kenarında birbirlerini sevgiyle sarıp sarmalar ve mallarını pazara taşırlar.
Hollanda’nın bir diğer benzersiz yanı ise dune, yani kumullardır. Bunlar, kıyının belli kısımlarında çok sayıda bulunur. Yerlerinde dursunlar diye üzerlerine kamış ve başka bitkiler ekilmeden önce kumullar, iç kısımlara doğru büyük kum fırtınaları hâlinde hücum ederlerdi. Tüm bu tuhaflıklara bir yenisini daha ekleyecek olursak, çiftçiler bazen toprağa ulaşmak için yüzeyi kazmak zorunda kalırlar ve rüzgârlı günlerde kuru kum sağanakları, bir hafta boyunca güneş altında çözülerek çamura karan tarlalara düşer.
Sözün özü, biz Yankilerin Hollanda’da görüp görebileceği neredeyse tek tanıdık şey, tercümesini yapabilecek bir dilci olmasa da oralarda pek bir popüler olan şu hasat türküsü:
Yanker dide edudel down
Dide edudel lawnter;
Yankee viver, voover, vown,
Boter melkund Tawnter!
Diğer yandan, Hollanda’nın tuhaflıklarının birçoğu halkın tutumluluğunu ve sebatını ispat etmeye yarar yalnızca. Koca âlemde, daima su sızdıran bu esnek memleketten daha zengin ya da daha özenli sürülen bahçeler bulamazsınız. Buranın sessiz, pasif görünen halkından daha cesur, daha kahraman bir ırk yoktur. Birkaç millet önemli keşiflerde ve icatlarda Hollanda’ya eş iken; tacirlik, denizcilik, eğitim ve bilimde bu ırkı geçeni, eğitimin ve devlete bağlı yardım kuruluşlarının geliştirilmesi bakımından asil örnekler ortaya koyanı ya da yeryüzünde kapladığı alana nispeten bayındırlık meselelerine daha fazla para ve iş gücü harcayanı yoktur.
Asil, tanınmış kadınlarla erkeklerin süslediği kronikleri; sabır, metanet ve de galibiyetin; dinî özgürlük, aydın girişim, sanat, müzik ve edebiyatının tarihî kayıtları mevcuttur. “Avrupa’nın savaş meydanı”, bu diyarların adıdır gerçek anlamda, her milletin baskı altında kalanlarına barınak ve destek olduğundan dolayı dünyanın sığınak ülkesi olarak da düşünülebilir elbette. Biz Amerikalılar, Hollanda mallarının alıcısıysak, Hollandalılara gülüp insanoğlunun kunduzları diyorsak onlara, ülkelerinin kâğıttan bir gemi gibi yelkenleri açmasının deniz kabarmasıyla an meselesi olacağını ima edebiliyorsak, kahramanlıklarını ispat ettiklerini ve çabalamaya devam edecek tek bir Hollandalı bile kalsa geriye, ülkenin yelkenleri açmayacağını da söyleyip haklarını teslim etmemiz devamlı bir ihtiyaçtır.
Hollanda’da, uzunlukları yirmi beş ila otuz beş metreye varan kanatlarıyla en az dokuz bin dokuz yüz büyük yel değirmeni olduğu söyleniyor. Kereste kesiminde, haşhaş dövmede, öğütmede ve diğer birçok işte kullanılsalar da asıl kullanım amaçları, suyu ovalardan kanallara pompalamak ve ülkeyi sık sık sel bastığından iç bölgelerdeki taşkınlara karşı ülkeyi korumak. Yıllık maliyetlerinin yaklaşık on milyon dolar olduğu söyleniyor. Büyük olanların ise güçleri daha fazla. Zaman zaman fabrika binalarının ortasından yükselen bu mükemmel daire şeklindeki kulelerin üst kısmında, kapak biçiminde bir çatıya doğru daralan daha küçük bir kule yer alıyor. Üstteki kulenin alt kısmında, seyyar merdiveni andıran dört muhteşem kanadın üzerinde çıkıntı yaptığı bir balkon yer alıyor.
Yel değirmenlerinin birçoğu ilkel şeyler, ne üzücü ki Yanki “ıslahatları” bunlar için vazgeçilmez, fakat yenilerinin bazıları hayranlık uyandırıcı. Öyle ustalıkla inşa edilmişler ki pervanelerini veya başka bir deyişle, kanatlarını, gerekli güçte çalışacak biçimde rüzgâra sunuyorlar. Diğer bir ifadeyle, değirmenci uyanana kadar değirmeninin kendini rüzgâra göre ayarlayacağından ve böylece rüzgârı en iyi şekilde kullanacağından emin, huzur içinde rüyalar âlemine dalabilir. Diyelim ki o gün rüzgâr belli belirsiz, yok denecek kadar güçsüz; bu durumda her bir kanat en hafif esintiyi bile yakalayacak biçimde açılıyor, fakat çok güçlü bir “yel” estiğinde rüzgârın dokunuşuyla devasa mimoza yaprakları gibi küçülüyor ve hareket kapasitelerini yarıya düşürüyorlar.
Amsterdam’da, hırsızlara ve serserilere kereste törpülettirildiğinden Törpühane diye bilinen eski bir hapishanede, tembel mahkûmların cezalandırıldığı bir hücre bulunurmuş. Bu hücrenin bir köşesinde bir pompa, bir diğerinde ise içeriye devamlı su verilen bir açıklık varmış. Mahkûm seçimini yaparmış, ya öylece kalıp boğulurmuş ya da biricik değerli hayatı için pompanın başına koşar ve gardiyanı onu çıkarmaya yeterli olana kadar suyu dışarı pompalarmış. Bana öyle geliyor ki tüm Hollanda’da, doğa bu ayrımı geniş bir ölçekte sunuyor. Hollandalılar eski zamandan beri hayatta kalmak için su pompalamak zorunda kalmış ve öyle görünüyor ki buna sonsuza kadar da devam edecekler.
Her yıl setleri tamir etmeye ve su seviyelerini düzenlemeye milyon dolarlar harcanıyor. Bu önemli görevler ihmal edilseydi ülke yaşanamaz bir biçime bürünürdü. Daha önce de bahsettiğim gibi, bu setlerin aniden parçalanmalarının ardından dehşetli sonuçlar doğurmuş. Yüzlerce köy ve kasaba zaman zaman su baskınları altında kalmış ve neredeyse bir milyon insan bu felaketlerde kaybedilmiş. Bilinen en dehşet verici baskınlardan biri 1570 sonbaharında meydana gelmiş. O güne kadar Hollanda topraklarını esir eden sel felaketi sayısı yirmi sekiz, fakat en dehşetlisi bu tarihte. Uzun yıllardır İspanya tiranlığı altında ızdırap çeken mahzun ülkenin sorunları bu vakayla taçlanmış. Motley’nin, The Rise of the Dutch Republic[6 - Eserin Türkçe tercümesi bulunmamaktadır. Başlığı “Hollanda Cumhuriyeti’nin Yükselişi” olarak Türkçeye tercüme edilebilir. (ç.n.)] adlı eserini okuduğumuzda ızdırap çeken, sebat ve cüret eden bu yürekli insanlara karşı içimizde bir hürmet peyda olur.
Bay Motley, uzun zaman devam eden sert bir boranın, Atlantik sularını Hollanda illerinin kıyılarına süpürerek Kuzey Denizi’nde topladığını; güçlerinin ötesinde yüklenilen setlerin nasıl da her yana saçıldığını; demirle desteklenen, ağır çapalarla bağlanan, çakıl taşı ve granitle sağlamlaştırılan, meşeleri bir araya getirerek oluşturulan su siperlerinin bile nasıl da sicim gibi dağıldığını; balıkçı teknelerinin, hantal gemilerin ağaç dallarına takılmış uçurtmalar gibi ağaçların arasında nasıl sıkışıp kaldığını ya da evlerin çatılarına, duvarlarına çarptığını, en nihayetinde de tüm Frizya’nın nasıl da hırçın bir denize dönüştüğünü tasvir ederek anlatıyor bu büyük sel felaketinin dehşetini. “Bir yığın erkek, kadın, çocuk ile at, öküz, koyunun yanı sıra evcil hayvanlar her yönden bastıran dalgalarla savaşıyordu. Tüm teknelerden ve tekne olarak kullanılabilecek hemen her şeyden faydalanılıyordu. Tüm evleri su basmıştı, mezarlıklar ölüleri kusuyordu âdeta. Hayata gözlerini yeni açan kundaktaki bebeğin yanında yüzüyordu uzun yıllardır gömülü tabutunda istirahat eden merhum. Sel yinelenmek üzereymiş gibi duruyordu. Her yerde, ağaçların tepesinde, kiliselerin çanlarında insan bedenleri kümelenmiş, Tanrı’dan merhamet, din kardeşlerinden medet umuyordu. Fırtına nihayet yatışırken tekneler her yöne dağılıyor, suda hayatları için savaşanları kurtarıyor, kaçakları çatılardan ve ağaç tepelerinden alıyor, boğulanların bedenlerini topluyordu.” Birkaç saatte yüz binden fazla insan hayatını kaybetmiş, milyonlarca zavallı hayvancağız suların üstünde cansız cansız süzülüyormuş; mallara gelen maddi zararsa hesaplanamayacak miktardaymış.
İspanyol Vali Robles, hayat kurtarma ve felaketin dehşetini hafifletmeye yönelik gayretiyle en önde geliyormuş. İspanyol ve Portekizli soyundan geldiğinden, bu vakadan önce Hollandalılar kendisinden nefret edermiş, fakat felaket anında gösterdiği erdemli eylemleriyle tüm kalpleri şükranla doldurmuş. Kısa zaman sonra, set inşasında ileri bir yöntem geliştirmiş ve gelecekte toprak sahiplerinin uyması gereken bir kanun geçirmiş. O zamandan bu yana, üç yüzyıldan daha az sürede dehşet verici altı su baskını bu topraklardan geçse de, felakete yol açanı pek olmamış.
Bahar aylarında, buz kütlelerine boğulan nehirler süratle yükselen sularını okyanusa dökemediğinden, bilhassa buzların erimeye başlamasıyla iç bölgeleri de su basması tehlikesi büyük olur. İlaveten, setleri hışımla kamçılayıp zorlayan denizi de düşününce, Hollanda’nın her daim alarm durumunda olmasına hayret etmemeli. Kazaları önlemeye büyük önem veriliyor. Mühendisler ve işçiler tehdit altındaki yerlerde gece gündüz kol geziyorlar. Genel bir tehlike sinyali verildiğinde tüm halk, ortak düşmanlarına karşı bir araya gelerek kurtarma görevine gayretle atılıyor. Başka her yerde su içinde olup da insana en faydasız görünen sazlıkların Hollanda’da gelgite karşı en temel dayanaklardan görülmesine şaşmamak gerekir. Kocaman saz hasırlar, kil ve ağır taşlarla güçlendirilen toprak setlere dayanır ve bir kez sağlamca ayarlandı mı okyanus bunlara boş yere dalga vurur.
Hans ve Gretel’in babaları Raff Brinker, uzun yıllar setlerin üzerinde çalışmış. İşte tam bu sıralara rastlıyor, dehşetli bir fırtınanın ortasında, su baskını tehdidi altında karanlık ve sulu sepken bir havada, Veermyk geçidine yakın zayıf bir noktada çalışırken iskeleden düşüp bilinci kapalı hâlde eve getirilmesi.
Gretel, ne yana dönse boş gözleri kendisini takip eden bu meczup, sessiz adam dışında başka bir şekilde hatırlayamıyordu babasını; fakat kendisini omuzlarında taşımaktan asla yorulmayan ve gece yatağında uyanık yatarken dinlediğinde, tasasız şarkıları hâlâ kulağında yankılanan candan, sesi neşe yüklü babasından kalan hatıraları vardı Hans’ın.

III
GÜMÜŞ PATENLER
Madam Brinker sebze yetiştirerek, yün eğirerek, örgü örerek ailesini kıt kanaat geçindiriyordu. Bir zamanlar kanal boyunca sefer yapan yük mavnalarında çalışmış ve zaman zaman da Broek ile Amsterdam arasında mekik dokuyan bir pakschuytin çekme halatına başka kadınlarla birlikte asıldığı bile olmuştu. Ancak Hans büyüyüp, serpilip güçlü kuvvetli bir delikanlı olunca, bu işleri annesinin yerine yapmakta ısrarcı davranmıştı. Ayrıca kocasının da durumu son zamanlarda iyice kötüleşmişti ve devamlı bakıma muhtaç hâle gelmişti. Akli melekeleri küçük bir çocuğunkine yetişemeyecek kadar zayıf olsa bile bedenî gücü öylesine yerinde ve dinçti ki Madam Brinker bazen ona güç yetirmekte zorlanıyordu.
“Ah, çocuklar! Babanız o kadar iyi yürekli, o kadar aklı başında biriydi ki…” derdi zaman zaman.“Bir avukat kadar da bilgili. Belediye başkanı bile onu yoldan çevirip soru sorardı, bir de şimdi bakın! Ne karısını ne de evlatlarını tanıyor. Babanın aklı başındaki zamanlarını anımsıyorsun, değil mi, Hans? Ne yürekli, büyük bir adamdı, değil mi?”
“Evet, pek doğrusun, anne. Bilmediği şey, beceremeyeceği iş yoktu bu gökyüzü altında… Sesi de pek güzeldi! Şarkı söylemesinin yel değirmenlerini dans ettireceğini söylerdin gülerek.”
“Söylerdim ya. Tanrı’m! Nasıl da hatırlıyor evladım! Gretel, kızım, örgü şişini babanın elinden al, çabuk; bakarsın gözüne sokuverir. Pabuçlarını da giydir. Ayakları neredeyse hep buz gibi; ne kadar çabalasam da bir türlü örtülü tutamıyorum.” derdi Madam Brinker yarı sızlanır yarı mırıldanır bir hâlde ve yere oturup alçak tavanlı kulübeyi çıkrığın gıcırtısıyla doldururdu.
Neredeyse tüm dışarı ve ev işlerini Hans ve Gretel görüyordu. Yılın belli zamanlarında günaşırı bataklık kömürü toplamaya giderler ve kışın yakmak için evin yanında tuğla gibi üst üste istiflerlerdi. Diğer vakitlerde de ev işlerinden fırsat buldukça Hans kanallarda atlı arabaların sürücülüğünü yapıp günde birkaç stiver[7 - Yaklaşık iki kuruş.] kazanırken, Gretel de komşu çiftçilerin kazlarını güderdi.
Hans’ın eli ahşap oymacılığına yatkındı, ayrıca ikisi de bahçe işlerinden iyi anlarlardı. Gretel’in güzel bir sesi, dikiş kabiliyeti vardı ve oldukça yüksek, ev yapımı tahta sırıkların üstünde uzunca bir yolu, yaşıtı diğer kızlara nazaran çok daha hızlı koşabilirdi. Yalnızca beş dakikada bir baladı ezberleyebilir ve eğer mevsimiyse, hangi otu ya da çiçeği deseniz bulabilirdi. Ancak kitaplarla arası pek iyi değildi; hele ki zamanın izlerini taşıyan eski, dökük okulundaki yazı tahtası aklına geldikçe gözyaşlarına hâkim olamazdı. Öte yandan Hans aklıselim ve olgun biriydi. İster okulda ister günlük işlerde olsun, görev ne kadar zorluysa ondan alacağı memnuniyet de o derece fazla olurdu. Okul dışında yamalı kıyafetleri ve kendine küçük gelen, deri pantolonuyla dalga geçen oğlanlar; okul içinde neredeyse bütün derslerde şeref öğrenciliğini ona kaptırıyordu. Çok geçmeden, mektebin, korku salan bir kırbacın asılı olduğu dehşet köşesine bir kez bile adım atmamış tek öğrencisi Hans oldu; kırbacın üzerine şöyle bir deyiş işlenmişti:
“Leer, leer! Jouluigaart, of dit endje touwzal je le ren!”[8 - “Öğren! Öğren! Seni haylaz, yoksa bu kırbacın şaklaması sana öğretir.”]
Gretel ile Hans ancak kış günlerinde mektebe gitme fırsatı bulabiliyorlardı; diğer mevsimlerde ise annelerine yardımcı olmak için evde kalmak zorundaydılar. Raff Brinker daima bakıma muhtaçtı, kara ekmekleri tükenmemeli, ev temiz tutulmalı ve pazar yerinde satmak için çorapla başka başka şeyler daha örülmeliydi.
Bu soğuk aralık gününde kardeşler, annelerine yardım etmekle meşgul olurken, cıvıl cıvıl bir grup kızla oğlan kanaldan bu yana kayarak geliyordu. İçlerinde gayet becerikli patenciler vardı ve üzerinde göz alıcı bir kıyafet seli akıp giderken uzaktan sanki buz bir anda erimiş de su üzerinde rengârenk lale tarhları süzülüyormuş gibi görünüyordu.
Gelenler arasında pahalı kürkü ve bol kesim kadife elbisesiyle varlıklı belediye başkanının kızı Hilda van Gleck ve yanında da kalın kırmızı ceketi ve gri el dokuması uzun çoraplarını gösterecek kısalıkta mavi eteğiyle gösterişli bir kılığa bürünmüş güzel köylü kızı Annie Bouman vardı. Sonra, Amsterdam’ın önde gelen adamlarından Mynheervan Korbes’un kızı, mağrur Rychie Korbes ile onun etrafında dönüp duran Carl Schummel, Peter ile Ludwig[9 - Ludwig, Gretel ve Carl isimleri Alman isimleridir. Felemenkçedeki karşılıkları Lodewyk, Grietje ve Karel’dir.] van Holp, Jacob Poot ve heybetli Voostenwalbert Schimmelpenninck adının keyfini süren oldukça ufak yapılı bir oğlan vardı. Bunlar haricinde neredeyse yirmi çocuk daha şenlik alayını andıran bu grubu oluşturuyordu ve her biri heyecan ve coşkunun esiri olmuş gibi görünüyordu.
Kuvvetlerinin son demine kadar, kanal boyunca bir aşağı bir yukarı yaklaşık yarım mil alanda paten kayıyorlardı. Aralarından en hızlıları, bazen kollarını kavuşturmuş hâlde kanaldan kasabaya sakin sakin kayan mağrur bir avukatın ya da hekimin tam burnunun dibinden süratle geçerken görülüyordu. Zincir oluşturmuş kayan kızlar, altın topuzlu bastonu havada, nefes nefese Amsterdam’a doğru yol alan şişman, ihtiyar belediye başkanı kendilerine doğru yaklaşınca ayrıldılar. Belediye başkanı sağlam kayışlarından, ayağının üst kısmına doğru kıvrılan göz alıcı demirlerine varıncaya dek oturup seyretmeye değer yaldızlı patenleriyle, yoldan geçen genç kızlar ona selam verme şansına nail olursa ancak şişman gözlerini biraz aralar, fakat dengesini kaybedip düşme korkusuyla selamlarına karşılık vermek için eğilmeye cesaret edemezdi.
Sadece eğlence arayanlar ya da yüksek mevkiden varlıklı adamlar yoktu kanalda. Yorgun gözlerle dükkânlarına veya fabrikalara giden emekçi adamlar, mallarını başlarının üzerine yerleştirmiş giden pazarcı kadınlar, yüklerinin ağırlığıyla belleri bükülmüş işportacılar, yolda giderken bir yandan da birbirlerini dürtükleyen saçları tarak görmemiş uykulu suratlarıyla denizciler, belki de son nefesini vermekte olan birinin ölüm döşeğine bir an önce varmak için süratle kayan din adamları ve en nihayetinde de çantaları omuzlarında, uzaktaki mektebe doğru süratle ilerleyen bir grup okul çocuğu da vardı. Perişan görünümlü at arabası kanalın kenarına toslayıp kalmış, kalın kıyafetlere sarıp sarmalanmış bir çiftçi haricinde herkes paten giyiyordu.
Bu parlak renkler karmaşası, bitmek bilmeyen hareket ve güneşin ışıklarını yansıtan patenlerin ışıltısı arasında neşeli dostlarımızı unutuyorduk neredeyse. Kasabaya doğru akan insan selinin önünden çekip aldıkları güzel bir kızın etrafını sarıp, kanaldan geçenlerin önünden sıyrılarak bir kenara çekilmeselerdi ve her kafadan ayrı bir ses çıkmaya başlamamış olsaydı bu grupta tanımamız gereken başka biri kalmamıştı.
“Katrinka!” diye seslendiler hep bir ağızdan. “Duydun mu? Evet, müsabakayı? Senin de katılmanı istiyoruz!”
“Ne müsabakası?” diye sordu Katrinka gülerek. “Hepiniz aynı anda konuşmayın lütfen, anlayamıyorum.”
Hepsi bir anda susup sözcüleri addettikleri Rychie Korbes’a çevirdiler bakışlarını.
“Ne müsabakası?” dedi Rychie. “Meurouw[10 - Felemenkçede “Bayan”.] van Gleck’in yaş gününde, yani ayın yirmisinde büyük bir paten müsabakası düzenlenecekmiş. Hilda’nın işi. En iyi patenciye de şahane bir ödül verilecekmiş.”
“Evet!” diye çınladı yarım düzine ses aynı anda. “Bir çift güzel, gümüş paten… Kesinlikle muhteşem. Hem de… Gümüş zilli, tokalı; çok da güzel kayışları varmış!”
“Zilleri olduğunu kim söyledi?” diye sordu soyadı kendinden büyük ufaklık.
“Ben söyledim, Voost.” diye cevapladı Rychie.
“O zaman zilleri var.” “Hayır, olmadığına eminim.” “Öyle mi, nasıl bu kadar eminsin?” “Üzerinde ok var.” “Ama Mynheer van Korbes anneme öyle söylemiş, zilleri varmış.” diye hep bir ağızdan konuşuyordu heyecanlı güruh. Ancak Mynheer Voostenwalbert Schimmelpenninck, kararlı bir sesle konuyu nihayete erdirdi:
“Hiçbirinizin bir şey bildiği yok; patenlerin üstünde zil emaresi bile yok, aslında…”
“Tabii tabii!” diye karşı çıkan sesler yankılanmaya başladı buz üstünde.
“Kızlar için olanın üstünde zil olabilir.” diye araya girdi Hilda alçak bir sesle. “Fakat oğlanlar için de yanlarına ok işlenmiş bir çift olmalı.”
“İşte! Demedim mi ben?” diye çığlık attı tüm gençler aynı anda.
Katrinka şaşkın gözlerle bakıyordu onlara.
“Kimler yarışacak?” diye sordu.
“Hepimiz.” diye cevapladı Rychie. “Çok eğlenceli olacak! Sen de katılmalısın mutlaka, Katrinka. Ama şimdi okul vakti, öğlen konuşmaya devam ederiz. Ah! Elbette sen de katılacaksın.”
Katrinka hiçbir karşılık vermeden tek ayağı üzerinde zarafetle döndü ve nazlı bir gülüş göndererek “Son zili duymadınız mı? Yetişin bana!” diye mektebe doğru atıldı, göz açıp kapayıncaya kadar kanal üstünde yarım mil gitmişti bile.
Hepsi apar topar peşinden koştu kızın, ancak boşuna emek harcıyorlardı; gözlerinde ışıltılar dolaşan, nazlı gülüşlü sevimli yaratık, güneş altında parlayan altın saçları ardında hülyalı hülyalı dalgalanırken arkasından gelenlere galibiyet yüklü bakışlarıyla bir göz atıp süzülerek uzaklaşmıştı bile.
Güzel Katrinka! Gençlik ve sıhhatle dolup taşan, hayat dolu, neşeli, kıpır kıpır Katrinka! Önceleri şöyle bir uğrayıp geçen hayalinin, o gece, bir oğlanın rüyalarını süslediğine şaşmamak gerek! Yıllar amansızca geçip de bu muhteşem varlığın kendisinden kopup sonsuza dek uzaklaşmasının, bu oğlan için en karanlık vakit olacağını söylemeye ne gerek var!

IV
HANS İLE GRETEL ARKADAŞ EDİNİYOR
Öğlen vakti gelince küçük dostlarımız kanalda bir saatlik bir idman yapabilmek için okuldan dışarı dalga dalga dökülmeye başladı.
Kaymaya başlayalı henüz birkaç dakika olmuştu ki Carl Schummel dalgacı bir ifadeyle Hilda’ya döndü:
“Buz üstündeki şu hoş çifte bak! Küçük paçavralılar! Patenleri de pek güzelmiş; eminim kraldan hediyedir.”
“Azimli yaratıklar.” dedi Hilda nazik bir sesle. “Öyle tuhaf şeyler üzerinde paten kaymayı öğrenmek pek zahmetli olmuştur. Yoksul köylüler olduklarını sen de biliyorsun. Muhtemelen patenleri oğlan kendi yapmıştır.”
Carl biraz da olsa mahcup olmuştu.
“Azimli olabilirler, ama paten kayarken oldukça güzel başlayıp ani bir savrulmayla bitiriyorlar. Kanımca, senin yeni staccato[11 - Aslen bir müzik terimi olup “kısa ve keskin” anlamında kullanılmıştır.] patenlerin gibi patenlerle daha iyi kayabilirler.”
Hilda memnun bir gülüşle yanından ayrıldı. Küçük bir yarışçı güruhuna karışıp her birinin yanından süzülerek geçti ve hevesli bakışlarla paten kayanları izleyen Gretel’in yanında durdu.
“Adın nedir, küçük kız?”
“Gretel, efendim.” diye cevapladı çocuk, neredeyse yaşıt olmalarına rağmen, Hilda’nın ait olduğu mevkiden kaynaklanan saygıyla karışık bir korku içine düşmüştü sanki. “Ağabeyimin adı da Hans.”
“Hans kuvvetli biri gibi duruyor.” dedi Hilda mutlu bir şekilde.“Sanki içinde bir yerde bir ocak yanıyor, fakat sen üşümüş görünüyorsun. Üzerini birkaç kat giymelisin, küçüğüm.”
Üzerindekilerden başka giyecek tek bir şeyi bile olmayan Gretel cevap verirken gülümsemeye çabaladı:
“O kadar da küçük değilim. On iki yaşımı geçtim.”
“Ah, affına sığınırım. Ben on dört yaşındayım, yaşıma göre oldukça gelişkin olduğumdan diğer kızlar bana küçük görünüyor, fakat hiç önemli değil. Belki de ileride beni geçersin; tabii bunun için daha kalın giyinmen lazım çünkü titreyen kızlar asla büyüyemez.”
Küçük kardeşinin yaşlarla dolan gözlerini gören Hans kızların yanına uçar gibi geldi.
“Kardeşim soğuktan o kadar da şikâyetçi değil, fakat havalar da sert tabii.” deyip hüzünle Gretel’e baktı.
“Bir şeyim yok.” dedi Gretel. “Ben pek üşümem; hele ki kayarken hiç üşümem. Ancak endişeniz için teşekkür ederim, jufvrouw.”[12 - Felemenkçede “Küçük Hanım”.]
“Hayır, hayır.” diye karşılık verdi Hilda, kendisine pek kızmıştı. “Patavatsızın, acımasızın tekiyim, fakat kötü bir niyetim yoktu. Sadece sormak istemiştim… Şey… Acaba…” Tam da burada sadede gelecekken, Hilda yardım etmek arzusunda olduğu yoksul kılıklı ancak asil duruşlu çocukların önünde bocaladı ve lafını söyleyemedi.
“Söylemek istediğiniz nedir, jufvrouw?” diye hevesle konuştu Hans. “Size hizmet edebileceğim herhangi bir konu var mı? Ne olursa…”
“Ah! Hayır, hayır.” diye güldü Hilda, mahcup mahcup başını sallayarak. “Sadece büyük müsabakayla ilgili sizle konuşmak istemiştim. Siz de katılsanıza! İkiniz de gayet iyi kayıyorsunuz ve katılım da ücretsiz. Ödül için kim olsa katılabilir.”
Parmakları arasında kasketini çekiştiren Hans’a bakarken Gretel’in içi eziliyordu, yine de saygılı bir ses tonuyla karşılık verdi:
“Ah, jufvrouw, müsabakaya katılsak bile diğer yarışmacıların yanında ancak birkaç adım gidebiliriz. Bizim patenlerimiz sert odundan, görüyorsunuz.” ayağının tabanını tutup gösterdi. “Yine de hemen ıslanıp parçalanıyor ve bizi tökezletiyor.”
Hans’ın sabahki yuvarlanışı aklına gelince Gretel’in gözleri gülüşle ışıldadı, fakat utancından bocalarken yüzü kıpkırmızı kesilmişti:
“Ah, hayır, katılamayız; ancak, büyük günde biz de izlemeye gelebilir miyiz, efendim?”
“Elbette.” diye karşılık verdi Hilda, karşısındaki ağırbaşlı yüzlere kibarlıkla bakarken, bir yandan da aylık harçlığının büyük çoğunluğunu kurdele ve süslü elbiselere harcamış olmasına yürekten üzülüyordu. Elinde sadece sekiz kwartje[13 - Bir çeyreklik.] kalmıştı ve bununla en fazla bir çift paten alınabilirdi.
İç çekerek farklı boyutlardaki iki çift ayağa baktı ve sordu:
“Hanginiz daha iyi kayıyorsunuz?”
“Gretel.” diye cevapladı hemen Hans.
“Hans.” diye atıldı Gretel, ağabeyiyle aynı anda.
Hilda gülümsedi.
“İkinize de birer çift paten alamam, hatta iyisinden bir çift bile alamam. Fakat işte sekiz kwartjem var. Aranızda hanginizin müsabakayı kazanma ihtimalinin daha fazla olduğuna karar verin ve ona bir çift paten alın. Keşke iyisinden alabilecek kadar param olsaydı. Hoşça kalın!” diyerek gülümsemeyle başını eğerek veda etti onlara-Hilda ve parayı, irkilmiş hâldeki Hans’ın ellerine tutuşturarak arkadaşlarına katılmak için yanlarından kayarak ayrıldı.
“Jufvrouw! Jufvrouw von Gleck!” diye yüksek sesle arkasından seslendi Hans, paten bağlarından biri çözülmüş olduğu için imkân olduğu hızda arkasından seğirtiyordu.
Bir elini güneşe siper eden Hilda arkasına döndü, yakınlaştıkça havada süzülüyormuş gibi görünüyordu Hans’a.
“Bu parayı alamayız.” dedi Hans nefes nefese. “Ancak içinizdeki iyi niyetin farkındayız.”
“Neden alamazmışsınız?” diye sordu Hilda yanakları al al olurken.
“Çünkü…” diye cevap verdi Hans, kraliçe duruşlu kızın önünde, bir prens nazarıyla bakarken bir soytarı gibi eğilerek. “Bunu biz kazanmadık.”
Hilda kıvrak zekâlıydı. Gretel’in boynunda güzel bir ahşap zincir olduğunu fark etmişti.
“Bana da bir zincir yapar mısın, Hans, kardeşinin taktığı gibi?”
“Yaparım, efendim, hem de seve seve. Evde beyaz ahşabımız var, fildişi kadar güzel. Yarın elinizde olur.” diyerek aceleyle parayı geri vermeye çabaladı Hans.
“Hayır, hayır.” dedi Hilda kararlı bir ifadeyle. “Bu para yapacağın zincir için az bile kalır.” dedi ve paten kayanların arasından süzülerek uzaklaştı.
Hans, kızın arkasından afallamış hâlde uzun uzun baktı ve daha fazla itiraz etmenin faydasız olduğuna kanaat getirdi.
“Doğru.” diye mırıldandı yarı kendine yarı da sadık gölgesi Gretel’e. “Tek bir dakikayı boş geçirmemeli, annem mum yakmama izin verirse bütün geceyi ayakta geçirmeliyim, fakat zinciri tamamlayacağım. Para bizde kalabilir, Gretel.”
“Küçük Hanım ne kadar da iyi yürekli!” diye haykırdı Gretel ellerini neşeyle çırparak.“Ah! Hans, gördün mü geçen yaz leylek boşuna konmamış çatımıza! Annemin, leyleğin bize şans getireceğini söylediğini ve Janzoon Kolp onu vurduğunda ne kadar ağladığını hatırlıyor musun? Ona bela getireceğini söylemişti. Sonunda şans bizim de yüzümüze güldü! Hans, annem yarın kasabaya pazara yollarsa patenleri oradan alırsın.”
Hans başını hayır dercesine salladı. “Küçük Hanım parayı bize paten alalım diye verdi, fakat bu parayı kazanırsam, Gretel, yün almak için harcayacağız. Sıcak tutacak bir cekete ihtiyacın var senin.”
“Hayır!” diye haykırdı Gretel safi bir dehşet içinde. “Paten almayacak mıyız? Ama ben pek üşümem ki! Annem hep demez mi kan yoksul çocukların damarlarında ‘Bu çocuğu sıcak tutmalıyım, bu çocuğu sıcak tutmalıyım!’ diye diye dolaşır.”
“Ah, Hans!” diye devam etti kız ağlamaklı bir sesle. “Paten almayacağını söyleme bana, ağlayacağım galiba. Hem ben serin kalmak istiyorum, hatta çok sıcaklanmış hâldeyim şu an!”
Hans aceleyle bakışlarını göğe kaldırdı. Bedeninin her zerresiyle tam bir Hollandalı olarak gözyaşına ya da herhangi bir tür duyguya karşı, oldukça büyük bir korkuya sahipti ve kardeşinin masmavi gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görmekten ödü kopuyordu.
“Bak bana!” diye haykırdı Gretel, durumun ve üstünlüğünün farkına vararak. “Eğer paten almaktan cayarsan perişan olurum. Paten falan istemiyorum ben. O kadar da bencil değilim, ama senin patenlerin olsun istiyorum, hem büyüdüğümde bana da olurlar. Ah, paraları saysana Hans. Hiç bu kadar çok para gördün mü?”
Hans düşünceli bir şekilde elindeki parayı avcunun içinde döndürdü durdu. Bir çift paten sahibi olmayı ömrü boyunca hiç bu kadar arzulamamıştı, öyle ki bir müsabaka olacağını öğrendiğinde ve diğer çocuklarla boy ölçüşme şansı bulacağına dair yüreğinin derinliklerinde erkek çocuklarına özgü ince bir sızı hissettiğinde bile. İyi bir çift çelik patenle kanaldaki çocukların çoğuna kolayca fark atabileceği konusunda kendine güvendiğini fark etti. O zaman da Gretel’in savı ona oldukça makul göründü. Diğer yandan Gretel’in güçlü ve kıvrak minyon yapısıyla Rychie Korbes’tan hatta Katrinka Flack’ten bile daha iyi kayar duruma gelmek için en fazla bir haftalık bir alıştırma yapmasının yeteceğini biliyordu. Bu son düşünce aklında şimşek gibi çaktığı anda kararını vermişti. Gretel’e sıcak tutacak bir ceket alamıyorsa, o zaman patenleri ona alacaktı.
“Hayır, Gretel.” diye karşılık verebildi sonunda. “Ben bekleyebilirim. Bir gün ben de iyi bir çift alabilecek kadar para biriktirmiş olurum. Bunu sen almalısın.”
Gretel’in gözleri parladı, ancak hemen daha cılız bir sesle o da ısrar etmeye devam etti:
“Küçük Hanım bu parayı sana verdi, Hans. Alırsam vicdanım hiç rahat etmez.”
Hans kararını vermişçesine başını sallayarak ağır adımlarla yürümeye başladı, Gretel de yarı sekerek yarı yürüyerek ağabeyine yetişmek için gayret ediyordu. Bu sırada çoktan tahta “ayaklarını” çıkarmış, annelerine iyi haberi vermek için aceleyle evin yolunu tutmuşlardı.
“Ah! Buldum!” diye haykırdı Gretel hayat dolu bir sesle. “Şöyle yapabiliriz. Sana göre küçük bana göre büyük bir çift alalım ve sırayla giyelim. Olmaz mı?” dedi Gretel tekrar el çırparak.
Zavallı Hans! Oldukça cezbedici bir teklifti bu ancak elinin tersiyle itiverdi; pek engin gönüllü bir çocuktu.
“Beyhude yere konuşma, Gretel. Ayağına büyük gelen bir patenle asla kayamazsın. Ben bunların arkalarını daraltmadan önce kör tavuk gibi yalpalıyordun üstlerinde. Olmaz, ayağına tam uyan bir çift alacağız ve ayın yirmisi gelene kadar bulabildiğin her fırsatta idman yapacaksın. Benim minik Gretel’im gümüş patenleri kazanacak.”
Bu fikir, elinde olmaksızın zevkle güldürdü Gretel’i.
“Hans! Gretel!” diye çağırdı aşina bir ses.
“Geliyoruz, anne!” diye kulübeye doğru ilerlediler, Hans, paraları elinde hâlen sallıyordu.
Ertesi gün, gün batımında kanala üşüşmüş onca patencinin arasında maharetli dönüşlerle bir ileri bir geri süzülüp duran kız kardeşini izlerken, Hans Brinker tüm Hollanda’daki en gururlu ve en mesut çocuktu. Yüce gönüllü Hilda, kız kardeşine sıcak tutacak bir ceket vermişti ve dikişleri patlamış pabuçlar da Madam Brinker tarafından pençe vurulup giyilebilir hâle getirilmişti. Minik yaratık ileri geri atılırken yüzü keyiften kıpkırmızı kesilmiş, üzerine kitlenmiş meraklı bakışların ayrımında bile değildi. Ayaklarının altında parıldayan patenler, dünyasını bir peri diyarına çevirmişti sanki ve minnettar gönlünde “Hans, sevgili, iyi yürekli Hans.” sözcükleri dalga dalga yankılanıyordu.
“By den donder!”[14 - Gök gürültüsü gibi!] diye Carl Schummel’e şaşkınlıkla bağırdı Peter van Holp. “Şu kırmızı ceketli, yamalı iç eteklikli küçük kız çok iyi kayıyor. Gunst![15 - En iyisi!] Sanki topuklarında parmak, kafasının gerisinde de gözleri var! Şuna bak. Müsabakaya katılır da Katrinka Flack’i yenerse ne komik olur.”
“Şişt! Sesini alçalt!” diye döndü Carl küçümser bir ifadeyle. “Paçavralar içindeki o küçük hanım Hilda van Gleck’in evcil hayvanı. O gördüğün ışıltılı patenler de onun hediyesi yanılmıyorsam.”
“Demek öyle!” diye sesini yükseltti yine Peter, Hilda en yakın arkadaşı olduğundan yüzünde pırıl pırıl bir gülümseme vardı. “Demek burada da iyilik yapacak bir fırsat bulmuş!” Mynheer van Holp buz üzerinde bir çift sekiz çizip üstüne de kocaman bir “P” meydana getirdikten sonra zıpladı ve bir “H” çizdikten sonra Hilda’nın yanına varana kadar ileri doğru süzüldü.
El ele paten kaymaya başladılar; başta gülüşüyorlardı ancak sonra düşük bir sesle ciddi ciddi konuşmaya daldılar.
Ne tuhaftır ki Peter van Holp birdenbire kendi kız kardeşine de Hilda’nınki gibi bir ahşap zincirin yaraşacağı fikrine vardı.
İki gün sonra Aziz Nicholas Günü[16 - Çocukların koruyucusu Aziz Nicholas’ı anma günü. 6 Aralık’ta kutlanır. Aşina olduğumuz “Noel Baba” figürünün Avrupa’daki karşılığıdır.] arifesinde, Hans üç mumu yakıp bitirmiş ve parmağını da bu uğurda yaralamış bir vaziyette Amsterdam’daki pazar yerine varmış, bir çift daha paten alıyor olacaktı.

V
EVDEKİ GÖLGELER
İyi yürekli Madam Brinker! Boğazlarından zorla geçen yavan öğlen sofrasını kaldırır kaldırmaz, bayramlık kıyafetlerini Aziz Nicholas onuruna üzerine geçirip çocuklarının karşısına geçti. “Çocukları neşelendirecek.” diye düşünmüştü kendi kendine ve yanılmamıştı da. Geçen on sene boyunca bu bayramlık elbise pek nadir giyilmişti, ancak öncesinde hizmette kusur etmemiş, sayısız dans ve Kermis sırasında etekleri neşeyle uçuşmuştu. Herkes, güzel Meitje[17 - Felemenkçede “Genç kız, hanımefendi.”] Klenck olarak tanıyordu o zamanlar Madam Brinker’i. Elbiseyi muntazam katlanmış olarak yattığı eski meşe sandık içinde görme lütfu nadiren bahşedilirdi çocuklara. Rengi solmasına ve yıpranmaktan elek gibi olmasına rağmen; süslü, el dokuması mavi dantel yeleğinin altında kaybolan, şimdilerde Madam Brinker’in biraz olsun tombullaşmış gerdanına toplanan beyaz ketenden korsesi ve siyah bir şeritle çevrelenmiş kızıl kahverengi eteğiyle büyülüyordu çocukları. Yün örgüsü parmaksız eldivenlerini eline ve genelde saklı olan saçlarını gözler önüne seren zarif başlığını da başına geçirince Madam Brinker, Gretel’in gözünde bir prensese dönüşmüştü âdeta. Hans ise terbiyeli bakışlarla annesini izliyordu.
Küçük kız, kendi altın rengi buklelerini örerken bir yandan da hayranlıktan mest olmuş bir hâlde annesinin etrafında dans ediyordu.
“Ah, anneciğim, anneciğim, anneciğim, ne kadar da güzelsin! Bak, Hans! Tam bir tablo gibi, değil mi?”
“Tam bir tablo gibi.” diye neşeyle onayladı Hans. “Tam tablo gibi. Bir tek ellerindeki şu çorap gibi şeyleri beğenmiyorum.”
“Eldivenleri beğenmiyor musun, Hans? Neden ki, aslında nasıl da önemliler. Bak, kızarıklıkları kapatıyor. Ah, anneciğim, eldivenlerin bittiği yerde kolların ne kadar da beyaz, benimkinden bile daha beyaz, hatta çok daha beyaz. Ancak söylemek zorundayım, anneciğim, korse sana biraz dar geliyor. Büyüyorsun! Kesinlikle büyüyorsun!”
Madam Brinker gülüşüne engel olamadı.
“Bu elbise çok uzun zaman önce dikildi, canım. Ah, o zamanlar belim ne inceydi! Sırma bir söğüt dalı kadar ya var ya yoktu! Peki, başlığımı beğendin mi?” Başını sağa sola çevirdi.
“Ah, hem de çok, anneciğim, ne çok! Bak! Babam da sana bakıyor!”
Babaları da bakıyor muydu? Evet, fakat cansız ve donuk bir ifadeyle. Kadın aniden başını çevirip kocasından yana baktı, hafif bir kızıllık yanaklarına yerleşmişti ve gözlerinde sorgulayan bir kıvılcım parladı. Ancak o pırıl pırıl bakış titrek mum alevi gibi bir nefeste sönüverdi.
“Hayır, hayır.” diye iç çekti kadın. “Hiçbir şey görmüyor. Gel, Hans.”dedi. Gülümsemesi biraz da olsa yerine geldi. “Tüm gün bana bakıp kalma, yeni patenlerin Amsterdam’da yolunu gözlüyor.”
“Ah, anne!” diye karşılık verdi. “Sana onca şey lazımken neden parayı patene harcayalım ki?”
“Saçmalama, çocuğum. Para, yani iş, sana bu amaçla verildi. Güneş batmadan git de gel artık.”
“Doğru, çabuk gel, Hans!” diye gülümsedi Gretel. “Annem izin verirse bu akşam kanalda yarışacağız.”
Tam kapı eşiğindeyken durup annesine döndü, “Çıkrığına yeni bir pedal almak lazım, anne.”
“Sen yaparsın, Hans.”
“Yapabilirim elbet. O zaman paraya gerek kalmaz. Ama daha sana yelek lazım, yün lazım, yiyecek lazım…”
“Hadi, hadi! Yeter artık. Elindeki gümüşlerle her şeyi alamazsın. Ah, Hans, çalınan paramız şu kutlu Aziz Nicholas arifesinde geri dönse ne kadar da müteşekkir olurduk! Daha geçen gece iyi yürekli azize dua ettim.”
“Anne!” diye yeis içinde lafını kesti Hans.
“Nedenmiş, Hans? Bana böyle sitem ettiğin için kendinden utan! Hakikat ki kiliseden ayağı geri durmayan her iyi kadın gibi ben de gerçek bir Protestan’ım, iyi yürekli Aziz Nicholas’tan dara düşünce medet umuyorsam bunda ne yanlış var? Çocukların koruyucu azizine dua ettim diye kendi çocuğumdan azar işitiyorum, yazık! Tay kısraktan daha mı ehil?”
Hans, sesi şu an olduğu gibi keskinleştiğinde ve konuşması çabuklaştığında karşı bir laf etmemesi gerektiğini bilecek kadar iyi tanıyordu annesini, zaten laf ne zaman çalınan paraya gelse sesi böyle keskinleşir, konuşması çabuklaşırdı. Bu yüzden annesine nazikçe karşılık verdi:
“Peki, iyi yürekli Aziz Nicholas’tan ne diledin, anne?”
“Ne dileyeceğim, paramızı geri getirene kadar hırsızlara bir damla uyku nasip etmemesini ya da parayı kendimiz bulabilelim diye melekelerimizi kuvvetlendirmesini diledim. Babanızın yaralanmasının evvelsi gününden beri parayı tek bir kez bile görmek nasip olmadı. Sen de çok iyi biliyorsun ya, Hans.”
“Biliyorum, elbet.” diye karşılık verdi üzülerek. “Bulacağım diye kulübenin altını üstüne getirdin.”
“Evet, fakat hiçbir işe yaramadı.” diye sızlandı kadın. “Komşu boncuğunu çalan gece takınırmış.”
Hans durdu. “Sence babamın bize söylemesinin bir yolu yok mudur?” diye sordu gizemli bir sesle.
“Söyleyebilir belki de.” diye onayladı Madam Brinker başıyla. “Sanırım… Fakat en ufak bir emare yok. Zaten şimdiye kadar neye iki gün üst üste inandım ki? Belki de babanız paraları o malum günden beri sakladığımız gümüş saate ödedi. Hayır! Buna asla inanamam.”
“Saat o paranın çeyreği bile etmezdi, anne.”
“Doğru diyorsun, hem babanız da son anına kadar hep dirayetli biriydi. Aptalca harcamalar yapmayacak kadar emin ve eli sıkıydı.”
“Acaba saat nereden geldi?” diye kendi kendine mırıldandı Hans.
Madam Brinker kafasını üzülerek sallayıp kocasına çevirdi bakışlarını; oturmuş, boş gözlerle yere bakıyordu. Gretel, örgü örüyordu yanı başında.
“İşte onu asla öğrenemeyeceğiz, Hans. Babanıza defalarca gösterdim, fakat bir patatesten bile ayıracak hâlde değil saati. O uğursuz gece, akşam yemeğinde eve geldiğinde saati bana verip, tekrar isteyene kadar göz kulak olmamı istedi. Tam dudaklarını aralamış daha fazlasını söyleyecekken Broom Klatterboost ansızın gelip setin yıkılmak üzere olduğunu haber verdi. Ah! O kutsal Pinkster Haftası’nda[18 - Mayıs sonu haziran başı kutlanan bir bahar festivali.] sular çok korkunçtu! Kocam hemen aletlerini kapıp dışarı koştu. İşte bu, onu aklı başında gördüğüm son andı. Gece yarısı yarı ölü bir vaziyette getirdiler, zavallı başı yara bere içindeydi. Ateşi zamanla geçti ama aklı hiç düzelmedi. Hatta her geçen gün kötüye gitti. Asla öğrenemeyeceğiz.”
Hans bunları daha önce de dinlemişti. İhtiyaç zamanında annesini saati satmaya yarı kararlı, sakladığı yerden alırken görmüştü defalarca, fakat annesi hiçbir zaman bu dürtüye yenilmemişti.
“Hayır, Hans.” demişti hep. “Açlıktan ölmenin kıyısına gelmeden bunu satıp babana ihanet edemeyiz!”
O anlar şimdi çocuğun aklına gelmişti, derin bir iç çekip bir parça bal mumunu masanın karşısındaki Gretel’e attı:
“Haklısın, anne, saati satmayarak büyük cesaret gösterdin. Başkası olsaydı çoktan satmıştı.”
“Yazıklar olsun öylelerine!” diye sesini yükseltti kadın kızgın bir ifadeyle. “Asla öyle bir şey yapamam. Ayrıca yoksul köylülere karşı o kadar acımasızlar ki böyle bir şeyi bizde görseler, anlatsak bile babanızdan şüphe edebilirler, şey diye…”
Hans öfkeden kıpkırmızı kesildi.
“Öyle bir şey demeye cüret edemezler, anne! Yoksa…”
Yumruğunu sıktı ve cümlesinin devamını getiremedi; annesi ve kardeşinin yanında düşündüğünü dile getirmesinin uygun olmayacağını hissetmişti.
Madam Brinker gözyaşları içinde gururla gülümsedi.
“Ah, Hans, sen dürüst ve yürekli bir çocuksun. Saat hep bizimle kalacak. Bakarsın son nefesini verirken sevgili baban kendisine gelir de saatini ister.”
“Kendisine gelir mi anne?” Hans’ın sesi kulübede yankılandı. “Gelir de bizi tanır mı?”
“Evet, çocuğum.” neredeyse fısıldıyordu annesi. “Görülmüş şey elbet.”
Hans, Amsterdam’a gitmesi gerektiğini unutmuştu neredeyse. Annesinin onunla bu kadar yakınlıkla konuştuğu nadirdi. Yalnızca oğlu değil arkadaşı ve akıl hocası gibi de hissediyordu kendisini o anda.
“Haklısın, anne. Saatten asla vazgeçmemeliyiz. Her zaman sahip-çıkacağız ona, babam için. Para da bakarsın biz tam umudu kesmişken ortaya çıkıverir.”
“Keşke!” diye haykırdı Madam Brinker, örgü şişi son ilmikten çıkmış hâlde bitmemiş örgüsünü tüm ağırlığıyla dizine bırakırken. “Nerede o günler! Tam bin gulden! Ah! Paralara ne oldu acaba? Eğer gerçekten çalındıysa, hırsız ölüm döşeğindeyken itiraf ederdi. Böyle bir günahla son nefesini vermeye cüret edemezdi!”
“Henüz ölmemiş de olabilir.” dedi Hans yatıştırıcı bir sesle. “Her an haberini alabiliriz.”
“Ah, çocuğum!” dedi annesi, sesinin tonu değişmişti.“Buraya hangi hırsız gelir ki? Çok şükür evimiz her zaman temiz ve düzenliydi fakat hiçbir zaman gösterişli olmadı. İleride ihtiyacımız olur diye babanızla elimize geçeni hep biriktirdik. ‘Damlaya damlaya göl olur.’ dedik. Öyle de oldu, büyük taşkın zamanında Heernocht civarında gösterdiği hizmetten dolayı yüklü bir miktar da ödemişlerdi babanıza. Her hafta elimizde fazladan bir gulden, kimi zaman da daha fazlası kalırdı çünkü bazen babanız fazla mesai yapar, karşılığında dolgun bir ödeme alırdı. Her cumartesi gecesi kenara birkaç şey koyardık, tabii sen ateşlendiğinde ve Gretel doğduğunda koymamıştık. Zamanla kesemiz o kadar doldu ki eski, uzun konçlu bir çorabı yamayıp kese yaptım da paraları onda biriktirmeye devam ettik. Şimdi dönüp bakınca, güzel zamanlarımız birkaç hafta daha sürseydi birikimimiz çorabın topuğunu geçerdi. Elin tez, bir de işinde maharetliysen pek iyi kazanıyordun o zamanlar. Çorap bakırla, gümüşle neredeyse dolmuştu, hatta altınla. Kulaklarını iyi aç da dinle, Gretel. ‘Yoksulluktan giymiyorum eski kıyafetlerimi.’ derdim babana gülerek. Böyle böyle çorap doldu da doldu. O kadar doldu ki bazı geceler uykumdan uyanır, parmak uçlarımda kalkar gider ay ışığı altında keseyi yoklardım. Sonra da diz çöker, ileride çocuklarım iyi eğitim alabilecek ve belki de babaları yaşı ilerleyince işi bırakıp dinlenebilecek diye Tanrı’ya şükrederdim. Bazen yemek masasında oturmuşken yeni bir baca yaptırmaktan ya da inek için kışlık ahır yapmaktan bahsederdik ama kocamın bunlardan daha iyi planları vardı gelecek için. ‘Para parayı çeker.’ derdi. ‘Yakında istediklerimizi yapacağız, çok yakında.’ Sonra da ben bulaşıkları yıkarken beraber şarkılar söylerdik. Dalgasız denizde dümen kolay tutarmış; sabahtan akşama kadar hiçbir şey sıkamazdı canımı. Her hafta babanız çorabı alır, elindeki paraları içine döker, biz beraber yerine kaldırırken de beni öpüp neşeyle gülerdi. Hadi artık, Hans! Sen şaşkın şaşkın ağzını açmış otururken gün bitti neredeyse!” diye ekledi Madam Brinker sert bir ifadeyle, oğluyla fazla rahat konuştuğunu fark edince yüzü kızarmıştı. “Yola düşme vaktin geldi de geçiyor artık.”
Hans oturmuş, gözlerini bir an olsun ayırmadan annesine bakıyordu. Ayağa kalktı ve neredeyse fısıldar bir sesle sordu:
“Hiç denedin mi, anne?”
Annesi anlamıştı.
“Evet, çocuğum, hem de sık sık. Ama baban sadece gülüyor ve öyle tuhaf bir ifadeyle bana bakıyor ki daha fazla soru sormamam gerektiğini anlıyorum. Geçen kış siz ateşler içinde yanarken ekmeğimiz neredeyse bitmişti, çalışıp beş kuruş bile kazanamıyordum, başımı çevirdiğim anda ölürsünüz korkusuyla! İşte o zaman denedim! Saçlarını okşayıp kedi gibi yumuşak bir sesle, ‘Para nerede, kim aldı?’ diye sordum. Bir daha mı, tövbeler olsun! Kol yenimden tutup kanım donana kadar homurdandı kulağıma. Gretel’in benzi kardan beyaza dönüp sen de yatağında kendinden geçince kendimi kaybettim sonunda, acı acı bağırdım ona. Sanki sesimi duyabilecekmiş gibi. ‘Raff, paramız nerede? Bir şey biliyor musun, Raff? Hani kesedeki ve çoraptaki para, büyük sandıktaki?’ Duvara konuşuyordum sanki duvara…”
Annesinin sesi pek tuhaf çıkmaya başlamıştı, gözleri alev alev yanıyordu. Öyle ki Hans yeni bir endişeye kapılıp elini annesinin omzuna koydu.
“Gel, anne.” dedi oğlan.“Unutalım bu parayı. Ben artık büyüdüm, gücüm kuvvetim de yerinde. Gretel ise çevik ve azimli. Yakında durumumuz yine düzelir. Dinle beni anne, dünyanın bütün gümüşleri bir yana. Sen yeter ki mutlu ol, bu bize yeter, değil mi, Gretel?”
“Annemiz de biliyor.” dedi Gretel, ağlamaklı bir sesle burnunu çekerek.

VI
GÜNEŞ IŞINLARI
Madam Brinker, çocuklarının duygusallığıyla irkilmişti, ne denli sevgi dolu ve yürekten olduklarının ispatıyla mest olmuştu elbette.
Görkemli evlerde oturan güzel hanımlar, kendilerini sarıp sarmalayan şaşaadan memnun hâlde, genellikle tatlı tatlı gülümserler; fakat Tanrı’nın gözünde, mütevazı kulübedeki üstü başı dökülen oğlanla kızın yüzüne neşe ile ışıldayan gülümsemeden daha hoş karşılandığından şüphe duyarım. Bir an sonra bencil davrandığını hissetti Madam Brinker. Kızarıp bozarırken gözlerini sildi telaşla, ardından yalnızca bir annenin gösterebileceği şefkatle baktı yavrularına.
“Sizi gidi bilmişler! Biz sohbet ederken Aziz Nicholas Günü arifesi geldi de çattı! İpin parmaklarımı kesmesine şaşmamalı! Gel, Gretel, al şu parayı. Hans pazar yerinden paten alırken sen de kek alırsın.”
“Ben seninle evde kalayım, anne.” dedi Gretel, yaşlarla dolan gözleri tavanda. “Hans alır bana kek.”
“Nasıl arzu edersen, yavrum. Hans, bekle biraz. Şu şişle üç tur daha dönünce başparmak da bitecek, bugüne kadar böyle çorap örülmedi! Heireen Gracht’te[19 - Amsterdam’da bir semt.] çorapçıya satarsın. İyi pazarlık edersen üç çeyreklik eder, kıtlık zamanındayız, sanırım dört kek alırsın. Hiç olmazsa Aziz Nicholas Günü bir ziyafet çekeriz.” dedi ipliği sertçe çekiştirirken.
Gretel ellerini çırptı. “Ne güzel olur! Annie Bouman, bu gece büyük evlerdekilerin şahane zaman geçireceklerini anlatmıştı. Bak, biz de eğleneceğiz. Hans’ın yeni patenleri olacak, kekimiz bile olacak! Aman ha parçalanmasınlar yolda! İyi paketle, Hans, ceketinin içine koyarken çok dikkat et.”
“Elbette!” diye aksi aksi cevapladı, görevin önemiyle kıvanç duyuyordu.
“Anneciğim!” diye haykırdı Gretel neşeyle. “Birazdan babamla ilgileniyor olacaksın, şimdi de bir tek örgüyle uğraşıyorsun. Saint Nicholas’tan bahsetsene bize.”
Hans kasketini asıp dinlemeye hazırlanınca kahkahaya boğuldu Madam Brinker. “Saçmalamayın, çocuklar.” dedi. “Daha önce çok anlattım bunu.”
“Bir daha anlat! Ne olur, bir daha anlat!” annelerinin geçen yaş gününde ağabeyinin yaptığı fevkalade ahşap oturağın üzerine attı kendisini Gretel. Hikâyeyi dinlemeye can atmasına karşın çocuksu görünmek istemeyen Hans, patenlerini şömineye doğru bir ileri iki geri aheste aheste sallayarak dikiliyordu hiç umursamazmış gibi.
“Pekâlâ, yavrum, dinleyin o zaman; fakat gün ışığını boşuna harcamamalıyız hiçbir zaman. Yumağı al eline, Gretel, ben konuşurken sarmaya devam edersin. Kulaklarınızı açın, ama eliniz de boş durmasın. Baştan söyleyelim, Aziz Nicholas, aziz kelimesinin tanımıymış. Denizcilerin yolu açık olsun diye gözlerini hep açık tutarmış, elbette en çok küçük çocukları korur kollarmış. Bir zamanlar, dünyamızda yaşarken Asyalı bir tüccar, üç oğlunu Atina denen büyük bir şehre göndermiş ilim öğrensinler diye.”
“Atina, Hollanda’da mı anne?” diye sordu Gretel.
“Bilemedim, evladım. Öyle olsa gerek.”
“Değil, anneciğim.” dedi Hans saygıyla. “Coğrafya dersinde öğrenmiştim çok zaman önce. Atina, Yunanistan’da.”
“Neyse.” diye kaldığı yerden devam etti annesi. “Ne fark eder? Yunanistan da bizim kralımıza ait olabilir, ne bilelim? Her nasılsa, bu zengin tüccar üç oğlunu da Atina’ya yollamış. Yolda, viran bir handa konaklamaya karar vermiş üç oğlan; sabah erken kalkar yola düşeriz, demişler. Kadifeden ve ipekten dikilmiş güzel kıyafetleri sırtlarında, dünyanın hiçbir yerinde zengin çocuklarının bunlardan başka bir şey giydikleri düşünülemez elbet, para dolu kemerleri bellerindeymiş. Kötü hancı ne yapsa beğenirsiniz? Demiş ki, ben bu veletleri öldüreyim, paralarıyla güzel kıyafetlerini de kendime alayım. Gece olup da karanlık çökünce, cırcır böceklerininkinden başka ses duyulmadığında yerinden kalkıp ömürlerinin baharındaki gencecik çocukların canlarını almış.”
Gretel iki elinin parmaklarını birbirine geçirdi ürpertiyle, Hans ise adam öldürme, cinayet kendisi için sıradan gündelik meselelermiş gibi görünmeye çalışıyordu.
“En kötüsünü duymadınız daha.” konuşurken ilmekleri sayarak bir taraftan örgüsüne devam ediyordu Madam Brinker. “Şimdiye dek duyduklarınız devede diken kalır. Hilkat garibesi hancı gitmiş bir de çocukların uzuvlarını kesip ayırmış, salamura domuz eti diye satmak için, tuzla dolu bir küvete atmış parçaları!”
“Tanrı’m!” diye haykırdı Gretel dehşetle, hikâyeyi daha önce çok duymuşsa da. Hans ise yerinden kımıldamıyordu, mevcut koşullar altında salamuraya yatırmak en mantıklısıymış, der gibiydi.
“Ya, salamuraya yatırmış, hikâye burada bitti sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. O gece, Aziz Nicholas rüyasında hancının oğlanları kıtır kıtır doğradığını görmüş. Aziz olduğundan acele etmesine gerek yokmuş, sabah hana gidip hancıyı cinayetten suçlu bulmuş. Kötü hancı her şeyi itiraf etmiş, dizlerinin üstüne çöküp af dilemiş. Yaptıklarına o kadar pişman olmuş ki çocukları hayata döndürsün diye yalvarmış Aziz’e.”
“Aziz ne yapmış?” diye sordu Gretel, cevabı zaten bildiğinden keyifle sırıtarak.
“Çocukları hayata geri döndürmüş. Havada uçuşmuş genç adamların salamuraya yatırılmış uzuvları, ahenkle dans ederek yeniden birleşmiş. Çocuklar, Aziz Nicholas’ın ayaklarına kapanmışlar, Aziz tarafından kutsanmışlar. Tanrı aşkına, Hans! Hemen gitmezsen sen dönmeden karanlık çökecek!”
Bir an ara vermeden konuşmaktan, Madam Brinker’in nefesi kesilmişti neredeyse. Çocuklarının en son ne zaman gündüz vakti çene çalıp haylazlık ettiğini hatırlamıyordu ve bunun bir lükse dönüşmüş olduğu düşüncesiyle şaşkına dönmüştü. Odada oradan oraya koşuşturdu, boşa geçen süreyi telafi etme telaşıyla. Ateşe biraz turba kömürü atıyor, masanın üzerinde görünmeyen tozu alıyor, örmeyi bitirdiği çorabı Hans’a uzatıyordu hep bir anda.
“Gel bakalım.” dedi kapıda oyalanan çocuğu görünce, “Ne duruyorsun, Hans Bey?”
Annesini tombul yanağından öptü Hans, çektiği çilelere rağmen hâlen pembeydi kadının taze teni.
“Sen dünyanın en iyi annesisin, elbette bir çift patenim olsa çok mutlu olurum.” dedi. Şöminenin yanına çömelmiş tuhaf bedene kederle bakıyordu ceketini iliklerken. “Ama babama baksın diye Amsterdam’dan bir meester[20 - Felemenkçede alt tabaka, doktorları bu şekilde çağırır.] getirmeye yeterse param, bir şey yapılabilirse…”
“Meester buralara gelmez, o paranın iki katını versek bile! Hem gelse de ne fayda! Ah, zamanında bir umut diye diye kaç gulden harcadım; fakat evladım, canım babanız hiç düzelmedi. Bizim de kaderimiz böyleymiş. Git hadi, paten al.”
Hans’ın bağrına taş oturmuştu sanki ama gençti, oğlan çocuklarına özgü havailikle beş dakika geçmeden ıslıklar dolanmaya başlamıştı diline. Annesi ona “bey” diye hitap etmişti ya, bu bile yağmurlu günün ardından görülen gökkuşağı gibi neşeyle doldurmuştu içini. Hollandalılar küçük çocukları muhatap almazlardı pek. Ancak Madam Brinker sevgi ve şefkatin içinden taştığı anlarda çocuklarına “bey veya hanım” diye seslenirdi.
Annesinin, “Ne duruyorsun, Hans Bey?” deyişi, çocuğun ıslıklarının arasında bir yankı oluşturuyor, kendisine verilen görevin kutlu olduğu hissi gönlünde tomurcuk tomurcuk açıyordu.

VII
HANS KENDİ BİLDİĞİNİ OKUYOR
Broek, sessiz sakin sokakları, buz tutmuş dereleri, sarı tuğladan kaldırımları ve gökkuşağı renklerinde evleriyle hemen yakınlardaydı. Düzen ve gösteriş bu minik köyü tanımlıyordu âdeta, fakat görünen o ki sakinleri ya uyuyorlardı ya da sonsuzluğa göç etmişlerdi.
Bir tek ayak izi bile bozmamıştı çakıl taşlarıyla deniz kabuklarının ahenkli desenler meydana getirdiği kumlu patikaları. Panjurlar sımsıkı kapatılmıştı, sanırsınız ki havadan veya gün ışığından zehir yayılıyor; evlerin ön kapıları ise ölüm kalım olmadıkça açılmayacak gibiydi.
Tütün dumanı kadar kara sessiz bulutlar, başka zaman olsa yeri göğü ayağa kaldıracak, kuytu köşelerde ders çalışacak veya komşu çocuklarıyla paten kayacak çocuklarla dolu binalar arasında geziniyordu. Bahçelerde tavus kuşları ve kurtlar vardı, ne var ki bir gıdım etle kemik tatmamışlardı. Bir tür yeşil vahşetle toprağı koruyor göründükleri seralara hapsedilmişlerdi. Hayat dolu ördekler, kadınlar ve sporcular yaralarını sarıp rakiplerine var güçleriyle meydan okuyabilecekleri bahar vaktine kadar beklesinler diye yazlıklara kışkışlanmışlardı; göz kamaştıran kiremit döşeli çatılar, mozaik avlular ve cilalı pervazlar ufacık bir toz zerresinin bile görülmediği göğe saygıyla boyun eğiyorlardı.
Hans, gümüş kwartjelerini avucunda sallarken köyü izliyordu. O hep duyduğu hikâyeler kafasında bir soru yumağı oluşturmuştu. Broek köylüleri o denli zenginmiş ki som altından tabak çanakları varmış, diyorlardı. Ne kadarı doğruydu?
Pazarda Mevrouw van Stoop’in tatlı peynirlerini görmüştü, mağrur kadının bunları satıp bir sürü parlak gümüş gulden kazandığını biliyordu. Acaba kadın altın kaplar kullanıyor muydu? Peki ya altın kepçeler, kevgirler? Kış aylarında ineklerinin kuyruklarına kurdeleler bağlıyor muydu?
Aklında bu düşüncelerle yüzünü Amsterdam’a döndü, kanalın öbür yanında, taş çatlasın beş mil uzaktaydı. Kanalın üzerindeki buz kusursuzdu, ancak ahşap patenleri yakında dağılmak üzere her adımda iç karartıcı bir elveda şarkısı söylüyorlardı sanki.
Kanalı geçerken kimi görse beğenirsiniz? Hollanda’nın en iyi, en meşhur hekimi Bay Boekman’ı! Hans, hekimle daha önce tanışmamıştı, fakat Amsterdam’daki pek çok dükkânın camında oyma portresini görmüştü. Kimse unutamazdı bu yüzü. Haşin bakan mavi gözleri, “gülümsememi beklemeyin” der gibi duran çelimsiz, ince dudaklarıyla ve sırım gibi boyuyla doğma büyüme Hollandalı olan hekim mizah duygusundan yoksun, pek de insan canlısı olmayan bir karaktere sahipti; kısacası kendisiyle tanışıklığı olmayan, cahil bir oğlanın teklifsizce sohbet etmeye cesaret edebileceği bir mizaçta değildi.
Gel gör ki, çok da aldırış etmediği bir ses, kendi vicdanı, Hans’ı mecbur ediyordu.
“İşte, dünyanın en iyi hekimi geliyor.”diye fısıldadı ses. “Onu sana Tanrı gönderdi, bu parayla babana yardım edebilecekken kendine paten almayı hak mı görüyorsun!”
Ahşap patenler coşkulu bir ciyaklama koyuverdiğinde, başının üstünde yıldızlar değil yüzlerce paten dönüyordu. Elindeki paraların şıngırtısını duyduğunda, Hans’ın kalbi ağzındaydı. İhtiyar hekim, dehşet verecek kadar ciddi ve ürkütücü görünse de geçerken adını seslenecek gücü buldu kendinde:
“Mynheer Boekman!”
Adam tüm azametiyle durakladı, ince alt dudağını dışarı uzatarak kaşlarını çatarak çocuğu inceliyordu.
Hans her şeye hazırdı artık.
“Mynheer!” kalbi kulaklarında gümbürdüyordu delici nazarlı hekime yaklaşırken. “Sizin o meşhur Boekman’dan başkası olamayacağınızı biliyordum. Sizden çok önemli bir ricam olacak.”
Öfleyip pöfleyen hekim, çocuğun yanından geçip gitmeye hazırlanıyordu, “Çekil yolumdan, dilencilere verecek param yok benim.”
“Ben dilenci değilim, Mynheer!” diye sert çıktı Hans, çenesini havaya kaldırıp tüm çalımıyla elindeki gümüş paraları gösterirken. “Babamın hastalığıyla ilgili size danışacaktım. Yaşıyor ama ölü gibi oturuyor. Düşünemiyor. Sözcükleri hiçbir anlam ifade etmiyor, ama… Ama hasta değil. İskeleden düştü.”
“Ne? Ne dedin?” derken dinlemeye başlamıştı hekim.
Hans tüm hikâyeyi bir baştan bir sondan anlattı, ara ara bir iki damla gözyaşı düşüyordu çocuk gözlerinden, nihayetinde şöyle bitirdi tüm gayret ve ciddiyetiyle:
“Lütfen babamı bir görün, Mynheer. Bedeninde bir sorun yok, sorun yalnızca aklında… Biliyorum, bu para yetmez, fakat alın, Mynheer. Daha fazla kazanacağım, buna eminim. Babamı iyi ederseniz ömrüm boyunca tüm işlerinizi görürüm.”
İhtiyar hekime ne oluyordu? Yüzü akça pakça görünüyordu, gözleri şefkatle nemlenmişti; saldırmaya hazır gibi hep bastonunun üstünde duran eli, Hans’ın omzundaydı şimdi.
“Paran senin olsun evladım, istemem. Babanı görelim bakalım. Korkarım ki umutsuz bir vaka. Ne kadar oldu demiştin?”
“On yıl, Mynheer.”diye hıçkırdı Hans, ansızın gelen bir umutla gözlerinin içi parlıyordu.
“Zor bir vaka, fakat bakacağım. Bir düşüneyim. Bugün Leyden’e yola çıkıyorum bir haftalığına. Sonrasında gelebilirim. Neredeydi evin?”
“Broek’in bir mil güneyinde, Mynheer, kanalın yanında. Fakirhanemiz, derme çatma bir baraka. Oralarda hangi çocuğa sorsanız siz beyefendiye gösterir.” diyerek derin bir iç çekti Hans. “Biraz korkarlar bizim oradan, delinin kulübesi derler.”
“Anladım.” dedi hekim, başını anlayışla öne arkaya sallarken. “Orada olacağım. Umutsuz bir vaka.” diye mırıldandı kendi kendine. “Fakat çocuğa kanım ısındı. Benim zavallı Laurens’ım gibi bakıyor tıpkı. Kahretsin, o hergeleyi hiç unutamayacağım!” her zamankinden daha sinirliydi kendi karanlığına gömülürken.
Ciyaklayan ahşap patenleriyle yine Amsterdam yolundaydı Hans, yine cebindeki gümüşleri şıngırdatıyordu parmaklarıyla, yine o çocuksu ıslık gelip yerleşmişti dudaklarına farkına varmaksızın.
“Hemen eve mi gitsem?” diye düşünüyordu. “Güzel haberleri veririm. Yoksa kekleri ve patenleri mi alsam önce? Neyse! Yoluma devam etsem daha iyi!”
Hans böylelikle almış oldu patenleri.

VIII
JACOB POOT VE KUZENİ İLE TANIŞIN
Hans ve Gretel, Aziz Nicholas arifesinde şen bir gün geçiriyorlardı. Lacivert gökyüzünde parlak bir ay asılıydı. Kocasının sıhhat bulacağından hiçbir umudu kalmadığına kendisini ikna etse de Madam Brinker, meesterın onları ziyaret edeceği haberinden pek mesut olmuş, yatmadan önce bir saatçik olsun paten kaymalarına izin versin diye yalvaran çocuklarına ses etmemişti.
Hans yeni patenleriyle mest olmuştu, ne kadar da “işe yaradıklarını” Gretel’e göstermek için buz üstünde o denli maharetli hareketler sergiledi ki küçük kızın safi hayranlıkla iki elinin parmaklarını birbirine kenetlemesine sebebiyet verdi. Yalnız değillerdi, ancak kanal boyunca toplanmış kalabalık gruplar onlara hiç de aldırış etmiyormuş gibi görünüyordu.
Van Holp kardeşler ile Carl Schummel de oradaydı ve çevikliklerini son haddine kadar deniyorlardı sanki. Dört denemenin üçünde Peter van Holp galip gelmişti. Asla cana yakın olmamış Carl ise alaycılıktan başka bir hususta kabiliyetli değildi. Gerçekten de onlardan biriymiş gibi hissetmeden, uysal uysal yanlarında gezinen, yaşıtlarından hep daha ufak kalmış genç Schimmelpenninck’e sataşarak başarısızlıklarının hıncını alıyordu. Ancak yeni bir meşgale Carl’ın aklını çelmişti, daha doğrusu o bu meşgaleyi seçip kendine görev addetmişti. Bu görevinin bir gereğini gerçekleştirmek maksadıyla arkadaşlarına döndü alaycılıkla.
“Ben derim ki, beyler, şu delinin barakasında yaşayan çapulcuların müsabakaya katılmasına engel olalım. Hilda aklını peynir ekmekle yemiş herhâlde. Katrinka Flack ile Rychie Korbes da o kızla yarışma fikrine ifrit oluyorlar; bana kalırsa hakları da var. Hem oğlana gelince, eğer içimizde bir damla erkeklik onuru varsa hor görmeli bu fikri.”
“Elbette, hor görmeli!” diye araya girdi Peter van Holp, Carl’ın demek istediklerini bilinçli olarak çarpıtarak, “Endişeye mahal yok! İçinde bir damla erkeklik onuru olan hiç kimse, sırf yoksullar diye iki kabiliyetli patencinin müsabakaya girmesine engel olmaz!”
Carl hışımla döndü ona:
“Bir dur bakalım, beyefendi! İnsanın ağzına lafı tıkmasan senin için çok daha hayırlı olur. Aklın varsa bir daha deneme.”
“Ha! Ha!” diye kahkahaya boğuldu ufak tefek olan Voostenwalbert Schimmelpenninck, kavga çıkabileceği ihtimalinden zevk alarak. Eğer iş yumruklaşmaya varırsa tarafını tuttuğu Peter’ın, hemen galeyana gelen Carl gibi on adamı daha yere sereceğine kesin gözüyle bakıyordu.
Peter’ın gözlerindeki bakış Carl’ı vazgeçtirip gücünü yetirebildiğine yöneltti onu. Hışımla Voost’a döndü.
“Neye kıkırdıyorsun sen, seni küçük sıçan! Seni gidi sıska ringa seni, adı boyundan uzun maymun seni!”
Bu cesur iğnelemelere yakınlarında bulunanlardan ve geçip giden patencilerden alkışlar yükseldi. Düşmanlarının hakkından geldiği hissine kapılan Carl kısmen zekice alaylarıyla itibarını kurtarmış gibiydi. Ancak yine de açıkgözlü davranarak Hans ve Gretel’e sataşmayı Peter’ın yakınlarda olmadığı bir zamana ertelemeye hükmetti.
Tam o sırada arkadaşları Jacob Poot’un yaklaştığını gördüler. Başta o olup olmadığını pek ayırt edemediler, ancak mahallenin en iri kıyım oğlanı o olduğundan başkasıyla karıştırılması da pek mümkün değildi.
“İşte! Şişko da geliyor!” diye sesini yükseltti Carl. “Yanında da biri var galiba, sıska biri, yabancı.”
“Ha! Ha! İyisinden pastırma gibi.” diye kahkahayı patlattı Ludwig. “Bir şerit et, yanında da bir şerit yağ.”
“Jacob’ın İngiliz kuzeni o.” diye son noktayı koydu Voost, doğru bilgiyi veren kişi olmaktan kıvanç duymuştu. “Yanındaki çocuk İngiliz kuzeni, hem çok da komik bir adı var, Ben Dobbs diye. Büyük müsabakanın ertesine kadar onlarla kalacakmış.”
Bu zamana kadar çocuklar sessiz sedasız muhabbetle, yeteneklerini sergileyerek patenlerinin üzerinde süzülüyor, dönüyor, yuvarlanıyor, başka başka figürler sergiliyorlardı, ancak şimdi oldukları yere çivilenmiş, Jacob Poot ve kuzeni onlara yaklaşırken dondurucu soğuğa karşı kendilerini korumaya çalışıyorlardı.
“Arkadaşlar, bu benim kuzenim.” dedi Jacob, cümlenin ortasında nefesi kesilmiş gibiydi. “Benjamin Dobbs. Kendisi bir John Bull[21 - Eski karikatürlerde İngiltere’yi genel olarak temsil eden siyasi bir karakter.] ve müsabakaya o da katılacak.”
Tamamı oğlanlardan oluşan bir grup, yeni gelenlerin etrafını sardı. Çok zaman geçmemişti ki Benjamin tuhaf dillerine rağmen Hollandalıların iyi insanlar olduğuna kanaat getirdi.
Doğruyu söylemek gerekirse Jacob kuzenini “Pençamin Dopps” olarak tanıtmış ve ona “Şohn Pull” diye hitap etmişti. Ancak küçük dostlarımızın her konuştuğunu okuyuculara tercüme ettiğimden, İngilizce kelimeleri telaffuz ederken yaptıkları birkaç hatayı düzeltmeme darılmazsınız umarım. Dobbs başlarda kuzeninin dostlarının yanında biraz yabancılık çekti. Çoğu İngilizce ve Fransızca öğreniyor olsa da iki dili de konuşmaya teşebbüs etmeye çekiniyorlardı ve kendisi de onların dilini konuşmaya çabalarken komik hatalar, dil sürçmeleri yapıyordu. “Vrouw”un evli kadın, “ja”nın evet, “spoorweg”in demir yolu, “kanaals”ın kanallar, “stoomboot”un buharlı tekne, “ophaal bruggen”in asma köprü, “buiten plasten”in açık alanda işemek, “mynheer”in bay, “twee gevegt”in düello ya da ikili dövüş, “koper”in balta, “zadel”in eyer anlamına geldiğini öğrenmişti, ancak bu öğrendiği kelimelerden ne bir cümle meydana getirebiliyor ne de “Felemenkçe sohbetlerinde” öğrendiği bu sözcükleri araya sıkıştırabiliyordu. Zavallı çocuk daha önce de Ollendorf’ta kusursuz bir Almanca ile “Büyükannemin kırmızı ineğini gördün mü?” demeyi öğrenmişti, ancak Almanya’ya vardığında bu ilginç hayvandan bahsetme şansına nail olacak bir fırsat hiç doğmamıştı ki Almancasını gösterebilsin. Bu deneyim de tıpkısının aynısıydı, kitaptan öğrendiği Felemenkçe hiç de umduğu kadar derdine derman olmuyordu. Âdem ile Havva’nın Felemenkçe konuştuğunu kanıtlamak için Latin dilinde bir kitap yazan Hollandalı Jan van Gorp’a karşı yüreğinde büyük bir aşağılama oluştu. Hele ki Poot amcası Felemenkçenin “İngilizceyle pek bir benzer ama pek daha iyi bir dil, pek daha iyi.” olduğunu söylediğinde bilmişçesine gülümsemekten kendisini alamamıştı.
Ancak, paten kaymanın eğlencesi tüm dil engellerini aşar. Böylece Ben, çocuklarla kısa zamanda iyice tanış oldu, hatta Jacob, Ben anlasın diye araya İngilizce ve Fransızca kelimeler serpiştirerek-planladıkları büyük tasarıdan bahsettiğinde arada bir kuzenine anlar vaziyette “ja” diyebiliyor ya da başıyla onaylıyordu.
Tasarı gerçekten de büyüktü ve bunu icra etmek için çok da iyi bir fırsatları vardı, Aziz Nicholas Bayramı’nın resmî tatil olmasının yanında bir de okulun baştan aşağı temizliği için dört gün daha fazladan tatil verilecekti.
Jacob ve Ben uzun bir paten seyahatine çıkmak için izin koparabilmişlerdi, Broek’tan Hollanda’nın başkenti Lahey’e gideceklerdi, neredeyse elli millik bir mesafeydi bu.
“Ee, arkadaşlar.” diye ekledi Jacob, planlarını anlatmayı bitirince. “Kim bize katılmak ister?”
“Ben gelirim! Ben gelirim!” diye haykırmaya başladı oğlanlar.
“Ben de geleceğim!” diye yüreklilikle araya girdi ufaklık Voostenwalbert.
“Ha! Ha!” diye kahkahaya boğuldu Jacob, ellerini yağ bağlamış beline koyup tombul yanaklarını sarsacak bir şekilde. “Sen de mi geliyorsun? Senin gibi ufak tefek biri ha? Daha yastıklarını bile bırakmadın sen!”
Düşerlerse başlarını korusunlar diye Hollanda’daki her küçük çocuğun başına, üstünde balina kemiği ve kurdeleden bir çerçeve olan ince bir yastık sarılır ve nihayet bu başlığı çıkarmaları da bebeklikten çocukluğa geçmiş olduklarını gösteren bir belirti olur. Voost yıllar önce başlığını çıkarma şerefine erişmişti, ancak yine de Jacob’ın hakareti dayanılacak gibi değildi.
“Diyene de bakın hele!” diye yükseldi. “Sen yanlarındaki yastıklara bak! Senin her yanın yastık gibi!”
“Ha! Ha!” diye kahkahalara boğuldu tüm oğlanlar, Dobbs hariç; o ne demek istediğini anlayamamıştı. Aralarında bu sözlere katıla katıla gülen ise Jacob’ın ta kendisiydi.
“Yanlarımı diyor, yağdan yastık gibiymişim!” diye açıkladı Ben’e.
Artık herkesin gözdesi makamına yükselen Voost’un da eğer ailesi izin verirse onlara katılabileceği yönünde oy birliğiyle bir karara vardılar.
“İyi geceler!” diye şakıdı mesut çocuk evine doğru tüm gayretiyle kayarak giderken.
“İyi geceler!”
“Haarlem’e uğrayıp kuzenine büyük orgu gösterebiliriz, Jacob.” dedi Peter van Holp neşeyle. “Manzaranın hiç kaybolmadığı Leyden’e de uğrarız. Lahey’de de bir gün bir gece kalabiliriz, evli ablam orada yaşıyor ve bizi gördüğüne çok sevinir. Ertesi gün de dönüş yoluna çıkarız.”
“Pekâlâ!” diye karşılık verdi Jacob, pek konuşkan biri değildi.
Ludwig hararetli bir hayranlıkla kardeşine döndü.
“Çok yaşa, Pete! Demek planı sen yapıyorsun! Ablamız Van Gend’e selamını bizzat götürebileceğimizi öğrenince annemiz de bizim kadar mutlu olacak kesin. Aman! Hava çok soğudu!” diye ekledi. “Adamın kafasını omuzlarından söküp alacak sanki. Eve dönsek iyi olur artık.”
“Ne olmuş soğuksa, kâğıttan mı tenin?” diye yükseldi Carl, o sırada “çift kenar” dediği bir adımı çalışmakla meşguldü. “Geçen aralık kadar sıcak olsaydı ne de güzel paten kayılırdı bu saatlerde. Hem o zaman bile acayip soğuk olduğunu unuttunuz mu? Kış bir de erken gelmişti hani?”
“Biliyorum ama şimdi de çok soğuk.” dedi Ludwig. “Ben eve gidiyorum!”
Peter van Holp büyük, altın bir saat çıkardı; uyuşmuş parmaklarının izin verdiği ölçüde saati evirip çevirip ay ışığı altında bakmaya çalıştı.
“Vay canına! Neredeyse sekiz olmuş! Aziz Nicholas gününe girdik sayılır ve ben bir kerelik olsun küçüklerin bakışlarını görmek istiyorum. İyi geceler!”
“İyi geceler!” diye seslendi her biri; bağırarak, şarkı söyleyerek, gülerek buz üstünde süzülüp birbirlerinden uzaklaşmaya başladılar.
Gretel ve Hans nerede miydi?
Ah! Mutluluk nasıl da bir anda nihayete eriyor!
Neredeyse bir saattir diğer çocuklardan uzak kalmış vaziyette yalnızca birbirleriyle meşgul olarak paten kayıyorlardı ki Gretel ağabeyine seslendi, “Ah Hans! İkimizin de pateninin olması ne güzel şeymiş! Leylek bize iyi şans getirdi!” Tam o sırada bir ses işittiler!
Acı bir çığlıktı bu! Uzaklardan gelen belirsiz bir çığlık! Kanaldaki hiç kimse çığlığın farkına varmamıştı ama Hans bu çığlığın asıl nedenini çok iyi biliyordu. Ay ışığı altında benzinin kireç gibi solduğunu ve yırtarcasına patenlerini ayağından çıkarmaya koyulduğunu gördü Gretel.
“Babam!” diye haykırdı Hans. “Annemi bir şeyden korkutmuş!” Aynı anda Gretel de, kuvvetinin el verdiğince süratli bir şekilde ağabeyinin ardından koşmaya başladı.

IX
AZİZ NİCHOLAS BAYRAMI
Hepimizin bildiği üzere Noel ağacı ülkemizin hanelerinde yer etmeye başlamadan önce, “ihtiyar bir Noel cini”, “sekiz küçük Ren geyiği”nin çektiği, üzeri oyuncak dolu kızağıyla evlerimizin çatılarına varır ve umutlu bir bekleyiş içinde şöminelere asılmış çorapları hediyelerle doldurmak üzere bacadan aşağı inerdi. Dostları Noel Baba derdi ona, ancak çok daha yakın olduğu bazı kimseler onu “İhtiyar Nick” diye çağırma cüretini gösterirdi. Aslında Hollanda’dan geldiği söylenirdi. Şüphesiz ki öyleydi de ancak soluğu kıyılarımızda alan daha pek çok yabancı gibi o da buraya gelince birçok yönden değişti. Hollanda’da Aziz Nicholas hakiki bir aziz olarak bilinir ve kılığı da tam buna göredir; işlemeli kaftanı değerli taşlar ve altınla ışıl ışıl parlar, başında uzun sivri başlığı, elinde haç şeklinde asası ve mücevherlerle süslenmiş eldivenleri vardır. Burada, Noel Baba aralık ayının yirmi beşinde, kutsal Noel sabahımızda kızağıyla uçarak gelir; ancak Hollanda’da, Aziz Nicholas ayın beşinde yeryüzünü ziyarete iner; onun için bilhassa uygundur bu vakit. Altısı sabahının erken saatlerinde beraberinde getirdiği şekerleri, oyuncakları ve ganimetleri dağıtır; ardından da bir dahaki seneye kadar ortadan kaybolur.
Noel günü Hollandalılar için kilise ayinleri ve hoş aile ziyaretleri ile geçer. Aziz Nicholas arifesinde gençler zevk ve beklentiyle neredeyse kendilerinden geçerler. Bazıları içinse bugün üzüntü günüdür çünkü Aziz doğrucu ve dürüst biri olduğundan eğer içlerinden biri geçen sene boyunca bir kötülük yapmışsa bunu ona kesinlikle söyler. Bazen kolunun altında bir falaka sopası taşır ve kötülük yapmış çocuğun anne babasına ona şekerleme ya da oyuncak vermeleri yerine azarlamalarını ve sopalamalarını salık verir.
O açık kış gecesinde çocukların evlerine gitmek için aceleyle koşuşturmaları isabetli olmuştu, çünkü sonrasında geçen bir saatten az bir vakitte Aziz, Hollanda’daki hanelerin yarısına uğramıştı bile. Kralın sarayını ziyaret etmiş ve göz açıp kapayıncaya dek geçen o anda Annie Bouman’ın varlıklı evine bile uğramıştı. Köylü Bouman’ın evinde bıraktıkları toplasan toplasan yarım gümüş dolar eder, ancak bazen öyle olur ki zengini yüzlerce dolar mutlu edemezken yoksulu bir dolar bile mutluluktan havalara uçurur, gönlünü minnettarlık, sükûnet ve sevgiyle doldurur.
Hilda van Gleck’in küçük kardeşleri de o gece saf bir heyecan içindeydiler. Büyük baloda takdim edilmişlerdi, en gösterişli kılıklarına bürünmüşler, akşam ziyafetinde de ikişer dilim pasta yemişlerdi. Hilda da herkes gibi mutluluktan ışıldıyordu. Aksi için bir neden yoktu. Sırf yaşına göre uzun boylu ve yetişmiş bir kadına benziyor diye on dört yaşındaki bir kız çocuğunu listesinden çıkarmazdı ya Aziz Nicholas. Bilakis, böylesine heybetli görünüşlü bir küçük hanımı onurlandırmak için ne gayretler sarf ederdi o. Kim bilebilir? İşte tam da bu hâlden ortamın en genci kadar gamsız bir neşeyle güldü, eğlendi, dans etti ve balonun en güzide eğlencelerinin ruhu oldu. Babası, annesi ve büyük annesi onaylar bakışlarla onu süzüyordu; beresinin tepesini hafifçe açıkta bırakacak şekilde geniş, kırmızı cep mendilini yüzüne yaymadan önce büyük babası da ona aynı gözlerle bakmıştı. Adamın yüzünü böyle mendille kapatması uykuya daldığının göstergesiydi.
Akşamın erken saatlerinde herkes eğlenceye katılıyordu. Ortamı dolduran şamatanın içinde, büyükbaba ile bebeğin arasındaki tek fark mendilin altındaki cüssenin büyüklüğüydü. Balonun genç katılımcılarının yüzlerinde genellikle beliren beklenti gölgesi, onları büyüklerinden çok daha düşünceli bir ifadeye bürüyordu.
Eğlencenin ruhu herkesi hükmü altına almıştı. Mükemmel cilalanmış şöminede kıvılcımlar dans ediyor, nazlı bir gelin gibi bel kırıyordu. Yaldızlı lambalara bakan şekilli mumlar, aynalar üzerinden uzaktaki mumlara göz kırpıyordu âdeta. Neredeyse bilek kalınlığında bir halata dizilmiş cam boncuklardan oluşan, köşedeki tavandan asılan uzun bir zil halatı vardı. Başka vakitlerde hep gölgeler ardında asılı kalır, hiçbir emaresi görünmezdi; ancak bu gece bir uçtan bir uca ışıklar saçıyordu. Kan kırmızısı cam tutacağı, kâğıt kaplı duvarlara hovarda ışıklar saçıyor, zarif mavi rengini mora çalıyordu. Yoldan geçenler, perde ve panjurların arasından sokağa kadar taşan neşeli gülüşleri dinlemek için duruyor, sanki bütün köy ayakta, diye şaşırarak yollarına devam ediyorlardı. Sefahat o kadar yükseldi ve duvarlara sığamaz oldu ki nihayetinde ani bir irkilmeyle büyük efendinin mendili yüzünden düşüverdi. Böyle büyük bir seyir içinde hangi ihtiyar beyefendi rahat bir uyku çekebilirdi ki! Mynheer van Gleck büyük bir şaşkınlıkla çocuklarını seyrediyordu. Bebek bile histeri belirtileri göstermeye başlamıştı. Bu vaziyete bir el atmanın zamanı gelmişti. O sırada madam, iyi yürekli Aziz Nicholas’ı görmek istiyorlarsa eğer, geçen sene de buraya teşrif etmesine vesile olan sevgi dolu davet şarkısını söylemelerini tavsiye etti.
Mynheer bebeği yere bıraktığında ufaklık küçücük başını kaldırıp ona baktı ve ufacık yumruğunu ağzına soktu. Çok geçmeden ayağa dikildi ve tatlı tatlı yanındakileri süzdü. Büründüğü dantel ve işlemeler içinde, emekleme yaşını henüz geçmediğinden, başında mavi kurdele ve balina kemiğinden tacı ile bebeklerin kralı gibi bir izlenim bırakıyordu.
Diğer çocuklar ise her biri ellerinde söğüt ağacından güzel birer sepet taşır hâlde daire oluşturmuş, gözlerini tavana dikerek küçük bebeğin etrafında ahenkle dönüyorlardı. O sırada kendilerini tanıtacakları Aziz ise kim bilir dünyanın hangi gizemli köşesindeydi?
Madam, yumuşak dokunuşlarla piyano başında onlara eşlik ediyordu; nazik genç sesler yükselmeye, tatlı dalgalar hâlinde balo salonuna yayılmaya başladı:
Hoş geldin, ey dostumuz! Aziz Nicholas, hoş geldin!
Bu gece bize sopa getirme, sana sığınırız!
Nağmelerimiz seni karşılıyor, hoş geldin,
Mutluluk dolu her gönül ışık saçıyor!
Her hatamızı, kusurumuzu söyle bize,
En korkulu parmaklıklara da katlanırız,
Şarkımızı söylüyoruz sana
Sensin bize her şeyi söyleyecek!
Hoşgeldin, ey dostumuz! Aziz Nicholas, hoş geldin!
Bu kutlu eğlenceye hoş geldin!
Mesut çocuklar seni selamlıyor, hoş geldin!
Tüm diyara mutluluk getirdin!
Boş elleri, sepetleri doldur,
Bu küçüklerin ricasına kulak ver,
Şarkımızı söylüyoruz sana
Bize her şeyi getirecek olan sensin!
Notaların yükseldiği sırada, bakışlar yarı beklenti yarı umutsuzlukla parlak cilalı, kapalı kapılara çevrilmişti. Tam o sırada kapı gürültüyle yumruklandı. Oluşturdukları çember, anında dağılıvermişti. Ufaklıklar, korku ve heyecanın birbirine karıştığı yüz ifadeleriyle annelerinin dizlerine yapışmıştı. Büyükbaba çenesini ellerinin üzerine koyarak ileri doğru eğilmiş, büyükanne gözlüğünü burnunun üzerinde kaldırmıştı; Mynheer van Gleck ağzındaki lüle taşından piposunu yavaşça eline almış şöminenin yanına otururken, Hilda ve diğer çocuklar ise beklenti dolu bir hâlde onun yanında dikiliyorlardı.
Kapı yine yumruklandı.
“Buyrun.” dedi madam, kadife kadar yumuşak bir sesle.
Kapı yavaşça açıldı ve işte Aziz Nicholas tüm giyim kuşamıyla önlerinde duruyordu. O kadar derin bir sessizlik olmuştu ki yere iğne düşse herkes korkudan ayağa sıçrardı!
Sonra Aziz konuştu. Sesinde gizemli bir ihtişam saklıydı! Tonu ne kadar da nazikti!
“Karelvan Gleck, seni gördüğüme pek memnun oldum ve elbette ki onurlu Vrouw Kathrine’i, oğlunu ve onun iyi yürekli vrouwu Annie’yi!
Çocuklarım, hepinizi selamlıyorum! Hendrick, Hilda, Broom, Katy, Huygens, Lucretia! Ve siz kuzenler Wolfert, Diedrich, Mayken, Voost ve Katrina! Sizinle son görüşmemizden bu yana hep iyi niyetli çocuklar olmaya devam ettiniz. Diedrich geçen güz Haarlem panayırında kabahatlerde bulundu, fakat o vakitten beri bu hâli telafi gayreti içinde oldu. Mayken ilim öğreniminde gerilerde kaldı; boğazından aşağı pek çok şeker ve turta indi, ama kumbarasına pek az stiver girdi. Diedrich’in gelecekte alçak gönüllü bir adam olacağına ve Mayken’in de bir öğrenci olarak parlayacağına inanıyorum. Değerli ve cömert bir yaşamın temelinde hesap ve eli sıkılığın büyük bir yeri olduğunu unutturmayın ona. Küçük Katy kediye birden fazla defa acımasızlık etti. Kuyruğu çekilirken kediciğin acılı sızlanmalarını duydu bu Aziz Nicholas. En küçük canlının bile hislerinin olduğunu ve incitilmemeleri gerektiğini şu andan itibaren asla unutmamaya söz verirse onu affedeceğim.”
Katy korku dolu bir ağlama koyverdiğinde Aziz, küçük çocuk sakinleşene kadar asil sessizliğini bozmadı.
“Sana gelince Broom…” diye devam etti. “Seni uyarıyorum: Öğretmeninin sobasına enfiye atma alışkanlığı edinen çocuklar elbet bir gün yakalanıp falakaya yatırılır.”
Broom, şaşkınlıktan ve utançtan renkten renge girdi ve gözlerini Aziz’den ayıramadı.
“Fakat sen de ilimde pekâlâ ilerliyorsun, bu yüzden sana daha fazla serzenişte bulunmayacağım.
Sen, Hendrick, geçen bahar okçuluk müsabakasında muhteşem gayretlerde bulundun ve hedefi tam on ikiden vurdun. Oysaki tam o sırada gözünün önünden bir kuş geçip dengeni bozmuştu. Spor yapıp güç kuvvet kazanmada bu kadar maharetli olduğun için övgülerim seninle, evladım, fakat bir de tekne müsabakalarına girmeni onaylamıyorum çünkü o vakit ilim çalışmalarına yeterince vakit ayıramayacaksın.
Lucretia ile Hilda bu gece hayırlı bir uyku çekecek. Yoksula karşı nazik olma bilinci, ruhlarındaki fedakârlık, hane geleneklerine neşeli ve gönüllü itaatkârlıkları sayesinde mutlulukları sonsuz olacak.
Her birinizden memnun kaldığımı bilmenizi isterim. İyilik, refah, hayırseverlik ve tutumluluk hayatınızda daim olsun. Hayır dualarım sizinle, önümüzdeki bu yıl itaatkârlık, hikmet ve sevgi basamaklarını birer birer çıkmanıza vesile olsun. Sizlerle bulunduğum bu münasebetin mühim delillerini yarın sabah bulacaksınız. Esen kalın!”
Bu sözleri söylemesinin hemen ardından kapıların önüne gerilmiş keten bezlerinden büyük bir şekerleme yağmuru dökülmeye başladı. Büyük bir seyirci peyda oldu. Sepetlerini doldurma hırsıyla çocuklar âdeta birbirlerini devirerek üstü üste yığıldı. Tombul küçük yumruklarını şekerle doldurana kadar bebeği onların arasında tuttup, ellerini üzerinden bir saniye ayırmadan. Biraz sonra gençlerin en yüreklisi kapalı kapılara doğru atılıp kanatlarını geriye savurarak kapıları açtı, fakat nafile; bütün gözler açılan kapıların ardını taramasına rağmen Aziz Nicholas’ın yerinde yeller esiyordu.
Ardından çocuklar hemen başka bir odaya hücum ettiler. Şam işi ipeğin en güzeliyle, en beyazıyla örtülü bir masa vardı bu odada. Her çocuk yanakları heyecandan al al olmuş vaziyette masanın üzerine birer pabuç bıraktı. Ardından odanın kapısı iyice kilitlendi ve anahtar da annenin yatak odasına gizlendi. Birbirine iyi geceler öpücüğü veren ahali, yukarı katlara yöneldi. Kapı önlerinde birkaç dakika neşeli sohbetin ardından derin bir sessizlik Van Gleck malikânesini hükmü altına aldı.
Ertesi sabah erken vakitte, bütün ev ahalisi kapıda toplanmış hâlde odanın kapısı açıldı ve Aziz Nicholas’ın sözünün eri bir aziz olduğu herkesçe kabul olundu.
Her pabuç ağzına kadar dolmuştu, yanlarında da rengârenk paketler yığılmıştı. Üzeri şekerleme, oyuncak, incik boncuk, kitap ve daha başka başka hediyelerle dolup taşan masa, ağırlığını kaldıramıyordu âdeta. Büyükbabadan bebeğe kadar herkes için hususi hediyeler vardı.
Küçük Katy ellerini birbirine kenetledi şükranla ve kediciğe bir daha ömrü billâh acı çektirmeyeceğine yemin ediverdi oracıkta.
Hendrick, yaylarla dolu göz alıcı bir sadak ve ok elinde hoplaya zıplaya koşturuyordu odada. Kıpkırmızı kâğıtla sarılı hediye paketini açıp da içindeki hazineyi görünce Hilda zevkle gülümsemekten kendini alamadı. Diğer çocuklar da paketlerini açtıkça aralıksız “Vay!” “İnanamıyorum!” diye nidalarda bulunuyordu, tıpkı bizim de burada, Amerika’da, Noel’in son günü yaptığımız gibi.
Pırıl pırıl parıldayan kolyesi elinde, kollarında bir yığın kitapla Hilda anne babasına yaklaştı ve öpücük alma gayesiyle ışıklar saçan yanaklarını onlara yaklaştırdı. Birer mücevher gibi parıldayan gözlerinde o denli ağırbaşlı, o denli hassas bir bakış vardı ki annesi ona doğru eğilirken Tanrı’nın ona böyle bir çocuk nasip etmesiyle ne büyük bir nimete nail olduğunu ifade edercesine iç çekti.
“Bu kitaba bayıldım, çok teşekkür ederim, babacığım.” dedi genç kız, en üstteki kitap çenesine değiyordu. “Gün boyu başından ayrılmayacağım.”
“Rica ederim, tatlım.” dedi mynheer. “Aksi de senden beklenmez zaten. Cats Baba[22 - Father Cats: Hollanda’da büyük saygı gören şair ve siyaset adamı Jacob Cats’e halkın hitap şekli.] gibisi yoktur. Eğer kızım onun Ahlaki Amblemleri’ni gönlünün derinlerinde öğrenirse, annenin de benim de diyecek sözümüz olmaz. Elindeki çalışması Amblemler, yani en büyük şaheseri. İçeriği de Van de Venne’in[23 - Adriaenvan de Venne çok yönlü bir Hollandalı, Altın Çağ ressamıdır.] en nadide gravürleriyle süslenmiş.”
Kitabın kapağı kızın kucağında ters vaziyetteyken mynheerin, Aziz Nicholas’ın getirdiği kitabın ne olduğunu daha görmeden bu kadar tanıdık ifadeler kullanması da pek manidardı elbette. Aziz’in, büyük çocukların elleriyle yaptıkları, üzerlerinde büyüklerinin adlarının yazılı olduğu etiketler yapıştırdıkları bazı hediyeleri de bulup getirmesi, masanın üzerine dizmesi pek şaşırtıcıydı. Ancak bu ufak tutarsızlıkları fark edemeyecek kadar mutluluk sarhoşu olmuştu hepsi. Hilda babası ne zaman Jacob Cats’ten bahsetse yüzünün büründüğü hoşnut ifadeye şahit olunca kucak dolusu kitabı masanın üzerine bırakıp babasını dinlemek üzere tüm dikkatini ona yöneltti.
“İhtiyar Cats Baba, onunla aynı dönemde yaşamış İngiliz Shakespeare gibi bir oyun yazarı değil, büyük bir şairdi. Shakespeare’in oyunlarının Almancasını okudum, pek güzeller; fakat Cats Baba’nın yanında esamesi okunmaz. Cats’in eserlerinde havada hançerler uçuşmaz; hiçbir beyaz kadın, kara tenli Mağribîlere gönül vermez; hiçbir genç ahmak, bir hanımefendinin eldiveni olmak aşkına düşmez; hiçbir deli prens, saygıdeğer ihtiyar beyefendileri sıçanlarla karıştırmaz. Hayır, hayır. O yalnızca mantıklı olanı yazar. Mısralarında fevkalade hikmetler saklıdır, hayatımızın her alanını yansıtır. Cats’in şiirleriyle devlet bile yönetirsin, güzel nağmelerini ninni eder bebek uyutursun. Hollanda’nın gördüğü en büyük adamlardan biriydi. Bir gün beraber Lahey’e gittiğimizde, ebedî uykusuna yattığı Kloosterkerk kilisesine götüreceğim seni. İlmî edibi ondan öğrenmeniz gerek, oğullarım! Varlığının en küçük zerresine kadar iyiliksever biriydi. Ne demiş bir bakın:
‘Ah Tanrı’m, bu kuluna tahammülle yaşamayı, memnuniyetle ölmeyi nasip eyle!’
Tahammülle yaşamak elini kolunu bağlayıp oturması mı demekti? Hayır, o bir avukattı, siyasetçiydi, elçiydi, çiftçiydi, filozoftu, tarihçiydi ve en nihayetinde bir şairdi. Hollanda’nın Yüksek Mührü’nün koruyucusu, kollayıcısıydı. Dahası… Bu ne gürültü, kendi sesimi duyamıyorum!” diye sesini yükseltirken gözleri tükenmiş olan piposuna takıldı ve hanımına başıyla selam vererek odadan aceleyle çıktı.
Hakikatte, uzun söylevine başından beri köpek havlaması, kedi miyavlaması ve kuzu melemelerinin oluşturduğu büyük bir uğultu eşlik ediyordu; bir de buna bebeğin keyifle döndürüp durduğu gürültülü, fil dişi kriketin sesi de dâhil olmuştu. En nihayetinde, gürültü yüzünden mynheerin yükselen ses tonundan cesaret alan küçük şamatacılar yeni trompetleriyle yeni bir patırtı koparmaya yeltenmişlerdi ve Wolfert de davuluyla koşup gelerek onlara eşlik etmeye başlamıştı. Bu vaziyet odada tam bir karışıklığa sebep olmuştu ki ufaklıklar için iyi de olmuştu. Aziz onlara Jacob Cats konulu bir derse katılmaları için hediye bırakmış değildi çünkü. Böyle kutlama günlerinin sabırsızlıkla beklenen kısmı bu değildi. Bu nedenle, gençler annelerine bakıp da yüzünde ne korku ne de kızgınlık görmeyince yeni bir cesaretle daha da coştular. Devasa kargaşa galip geldi, eğlenceyle şamata hüküm sürmeye devam etti.
İyi yürekli Aziz Nicholas! Tüm genç Hollandalılar adına, bendeniz de onun yüce varlığına inanmaya ve tüm inanmayanlara karşı mevcudiyetini savunmaya razı ve de istekliyim.
Carl Schummel, oldukça meşguliyet sahibiydi; kendinden son derece emin hâlde durup dinlenmeden, karşılarında belirip de onlara hitap edenin ve de masayı hediyelerle dolduranın Aziz Nicholas değil, kendi anne babalarından biri olduğuna küçük çocukları ikna etmeye çalışıyordu. Ama aslını biz biliyoruz elbette.
Tabii bir de şu durum var ki; o kişi bir azizdiyse neden Brinker kulübesini de ziyaret etmedi? Niçin bir tek o karanlık ve acılı haneye uğramadan geçip gitti?

X
OĞLANLARIN AMSTERDAM MACERASI
“Herkes geldi mi?” diye seslendi Peter coşkuyla. Ertesi sabah erken vakitte, paten yolculuğu için hazır ve nazır, kanalın kenarında toplanmıştı her biri. “Bir bakalım, Jacob beni kafile başkanı olarak atadığına göre, yoklamayı benim yapmam lazım gelir. Carl Schummel burada mı?”
“Burada!”
“Jacob Poot!”
“Burada!”
“Benjamin Dobbs!”
“Bu… Burada!”
“Lambert van Mounen!”
“Burada!”
“Çok şükür! Sensiz gidemezdik zaten, İngilizce konuşabilen bir tek sen varsın. Ludwig van Holp!”
“Burada!”
“Voostenwalbert Schimmelpenninck!”
Cevap yoktu.
“Ah! Küçük hınzıra izin çıkmadı anlaşılan. Hadi bakalım, beyler, saat sekiz oldu; hava berrak, buz da taş gibi sağlam, yarım saate Amsterdam’a ayak basarız. Bir, iki, üç, ileri!”
Hakikaten de, yarım saatten az bir vakit geçmesine rağmen sağlam bir duvar işçiliğiyle inşa edilmiş setlerden birini geçmişler ve doksan beş adayla neredeyse iki yüz köprüden oluşan surla çevrili şehre, Hollanda’nın gözde kenti Amsterdam’ın kalbine ayak basmışlardı bile. Hollanda havasını ilk defa soluduğundan beri burayı iki kez ziyaret etmiş olmasına rağmen, merakını uyandıracak birçok güzellik görüyordu Ben; fakat Hollandalı yoldaşları bütün ömürlerini kentin yakınlarında geçirdiklerinden olsa gerek, Ben’in gönlünü çelen onca fevkaladeliğe kayıtsız kalıyorlardı, bu kent onlar için dünyanın en sıradan kentiydi. Her bakışta, şahit oldukları Ben’in ilgisini cezbediyordu; çatal şeklinde bacaları olan, koruma duvarları sokağa bakan yüksek evler; uzun, kol gibi kaldıraçlar yardımıyla evlerin pencerelerine mallarını indirip kaldırmak için kullandıkları bir sistemi, çatılarının altına kuş tüneği gibi astıkları depolarına ekletmiş ticarethaneler; bataklık toprağına derinlemesine gömülmüş ahşap kazıklar üzerinde mağrur bir edayla yükselen amme binaları; dar sokaklar; kenti örümcek ağı gibi kuşatmış kanallar; köprüler; su araçlarının farklı yüksekliklerdeki sular arasında geçişini sağlayan kanal havuzları; alışık olmadığı kıyafetler ve hepsinden de tuhafı kilise önlerine doluşmuş, uzun, şekilsiz bacaları kutsal mabedin duvarlarından çok daha yükseğe erişen bilimum dükkân ve haneler.
Bakışlarını biraz yukarı kaldırsa parıldayan sivri çatılarıyla gökyüzünü delecek gibi duran, öne doğru meyilli, dar ve uzun evleri görür; biraz aşağı indirse Arnavut kaldırımını tuğla yaya yolundan ayıran hiçbir şeyin olmadığı, ne bir yerle kesişen ne de bir yere dönen tuhaf sokağa tanıklık eder; yarı yolda gözlerini dinlendirmek gayesiyle duracak olsa ev sahiplerinin görünmeden sokakta ne olup bittiğini ya da kapıyı çalanın kim olduğunu gözetleyebilecekleri şekilde düzgünce ayarlanmış, neredeyse her pencerenin dışına asılı, şaşkınlık verecek denli küçük spionnen[24 - Casus.] aynalarına da tanıklık edebilirdi.
Odun yüklenmiş bir köpek arabası, emektar sırtında çanak çömlek ya da züccaciye mallarıyla doldurulmuş bir çift küfe taşıyan bir eşek, çıplak Arnavut kaldırımlarında süratle ilerleyen, kaymasını kolaylaştırmak maksadıyla bacaklarına eski püskü paçavralarla yağ sürülmüş bir kızak, en nihayetinde de kar beyazı kuyruklarını asaletle sallayan boz donlu Flanders atların çektiği, onca gösterişine rağmen sürekli sarsak bir aile arabası geçiyordu yanından.
Kent tam bir bayram havasına bürünmüştü. Aziz Nicholas onuruna fevkalade süslenmişti her bir dükkân. Kafile başkanı Peter, türlü çeşitli oyuncak ve içerisindeki her şeyin sergilendiği muhteşem vitrinlerin cazibesine kapılmamalarına dair yoldaşlarına defalarca emir vermek zorunda kalmıştı. Hollanda, bilhassa üretim yeteneğiyle ünlü bir diyar. Ufaklıkların zevkine hitap edebilecek, mümkün olan hemen hemen her şeyin minyatürü yapılıyor; herhangi bir Hollandalı gencin iş edinmeye bile lüzum kalmadan kavrayabileceği girift mekanik oyuncaklar ise bizim burada olsa, patent dairemizde göklere çıkarılır. Ben, minyatür balıkçı teknelerinin bazılarının karşısında hınzır bir gülümsemeye engel olamadı. Oldukça ağır ve tıknazdılar, tıpkı Rotterdam’da gördüğü o tuhaf yapı gibi. Minicik trekschuiten ise bir iki karış vardı ve imkân olursa bir ara bunu İngiltere’deki erkek kardeşi için almayı her şeyden çok arzuladı. Yanında harcayacak fazladan parası yoktu, çünkü Hollandalı tutumluluğunun tam bir timsali olarak çocuklar sadece en temel masraflarına yetecek kadar para almayı kararlaştırmış, bu parayı topladıkları keseyi de Peter’a emanet etmişlerdi. Buna binaen, Ben de tüm enerjisini manzarayı izlemeye ve kardeşi küçük Robby’yi aklına getirmemeye sarf ediyordu.
Gezi sırasında, bir anda pek sıkışmasıyla yakınlardaki Bahriye Mektebine plansız, acele bir ziyarette bulunmak zorunda kalmış, bu esnada bahriyeli öğrencilerin tam teşekküllü çift direkli yelkenlilerine ve kamaralarında eşyalarını koydukları sandıklarının üzerinde beşik gibi sallanan ranzalarına imrenerek bakakalmıştı. Varlıklı elmas kesicilerinin ve sefil kılıklı adamların mesken tuttuğu Yahudi Mahallesi’ne göz ucuyla şöyle bir bakmış, ancak akıllıca davranarak oranın yakınına bile adım atmamaya karar vermişti. Ayrıca Amsterdam’ın başlıca dört caddesi Princengracht, Keizersgracht, Heerengracht ve Singel’e de hızlıca bir göz atma imkânına erişebilmişti. Bunlar biçim olarak yarım daire gibiydi ve ilk üçünün ortalama uzunlukları iki milden fazlaydı. Her birinin tam ortasından birer kanal geçiyordu ve bu kanalların her iki yanında da devlet binalarının muhafız alayı gibi sıralandığı düzgün taş döşeli yollar bulunuyordu. Yeniden uyanış mevsimlerini hasretle bekleyen çıplak karaağaç dizileri kanalların etrafını sarmış, dallarının gölgeleri donmuş yüzeyde örümcek ağları çiziyordu. Her şey o kadar pak ve ışıltılıydı ki Ben, Lambert’e dönüp tüm bunların ona put kesilmiş birer zarafet abidesi gibi göründüğünü ifade etmişti.
Neyse ki o vakitler hava pek soğuktu da ne sokakları sel almış ne de tepelerine sağanak inmişti, yoksa genç serüvencilerimiz birçok defa muhakkak sırılsıklam kalacaklardı. Süpürmek, paspaslamak ve ovalamak Hollandalı ev hanımları için bir tutkuydu ve tek bir leke izinin bulunmadığı malikânelerine en ufak bir çamur sıçratmak bile cinayete yeltenmekle kıyaslanabilirdi. Pabuçlarının topuklarını silip cilalamadan evlerinin kapı eşiğinden geçenlere hor görerek muamele edilir, hatta bazı yerlerde konukların eve girmeden evvel ağır pabuçlarını dışarıda çıkarmaları beklenirdi.
Sir William Temple,[25 - Birinci Dereceden Baron, Pro-Hollanda dış politikasını şekillendiren bir İngiliz siyaset adamı ve denemeci. “Hollanda’nın Birleşmiş Kentleri Üzerine Görüşler” olarak çevrilebilecek bir eseri bulunmaktadır.] “What passed in Christen dom from 1672 to 1679?”[26 - “1672’den 1679’a Hristiyan Âlemi Neler Gördü?”] hatıratında, Amsterdam’daki bir leydiye konuk giden tumturaklı bir sulh hâkiminin öyküsünü anlatır. İri kıyım, Hollandalı bir kız kapıyı açmış; hanımının evde olduğunu, fakat hâkimin pabuçlarının pek de temiz olmadığını yüzüne tek nefeste pat diye söyleyivermiş. Başka tek kelime etmeden, şaşkınlıkla bakakalmış adamı iki kolundan tutup tek harekette sırtına bindirmiş, iki oda öteye taşımış, merdivenlerin dibinde yere bırakıp yakınlardaki bir çift terliği ayağına geçirivermiş. Ancak o vakit lütfedip de hanımının yukarı katta olduğunu ve yanına çıkabileceğini söylemiş bizim gururlu sulh hâkimine.
Ben, kentin insanla örtülü kanallarının üzerinde yoldaşlarıyla paten kayarken, bir yandan da sağında solunda devamlı gördüğü, gözlerinden uyku akan, ağzında gevşek gevşek pipo tüttüren, ensesine vur ekmeğini al gibisinden bu Hollandalıların, tarih kitaplarında okuduğu yürekli, vatana kendini adamış kahramanlar ile gerçekten de aynı topraktan geldiklerine ve Hollanda’daki bunca gelişmelerin önayakçılarının bu insanların ta kendisi olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu.
Kafilesi yanından süzülerek geçerken Van Mounen’e döndü ve şu kıssayı anlattı: 1696 senesinde bu kentte bir cenaze ayaklanması meydana gelmiş. Erkek, kadın, çoluk çocuk demeden, toptan sokaklara akın etmişler ve sahte cenaze ayinleri düzenlemeye başlamışlar. Amaçları, belediye başkanına ölü gömme konusundaki bazı yeni düzenlemelerin kabul edilemez ve idaresi güç bir mahiyette olduğunu gösterebilmekmiş. İlaveten, kente zarar vermekle o kadar büyük tehditler savurmuşlar ki belediye başkanı bu nahoş düzenlemeleri memnuniyetle geri çekmek durumunda kalmış.
“Şuradaki köşebaşı var ya.” dedi Jacob, devasa binaların olduğu yeri parmağıyla işaret ederek. “Bundan on beş sene önce, oradaki büyük darı ambarları çöküp çamura bulanmış. Ambarlar vaktinde gayet dayanıklı inşa edilmiş, üzerinde durdukları kazıklar da pek kuvvetli çakılmış olmasına karşın yedi bin yüz kilodan fazla darı depolayınca kazıklar dayanamamış.”
Jacob, kıssanın tek seferde anlatamayacağı kadar uzun olmasından dolayı lafının yarısında dinlenmek amacıyla durakladı.
“Yedi bin yüz kilo olduğunu nereden biliyorsun sen?” diye sordu Carl, bıçak gibi keskin bir sesle.“Daha kundağa sarılıydın o vakitler.”
“Babam tüm vakayı biliyor.” diye karşılık verdi Jacob. Güçlükle yerinden kalktı ve sözlerine devam etti. “Ben, resim sever. Gösterelim biz de.”
“Pekâlâ.” dedi kafile başkanı.
“Vaktimiz olsaydı, Benjamin…” dedi Lambert van Mounen İngilizce olarak.“Seni belediyeye, yani Stadhuis’e de götürmek isterdim. Altında o kadar çok kazık var ki! Yerin yetmiş fit derinine gömülmüş neredeyse on dört bin kazık. Fakat orada asıl göstermek istediğim Van Speyk’in[27 - Jan Carolus Josephusvan Speijk, 1831 senesinde, Belçikalılara karşı bağımsızlık savaşında bir barut gemisinin kaptanı olan bahriyeli teğmen.] gemisini patlattığı anı betimleyen bir tablo… Muhteşem bir eser.”
“Van kim?” diye sordu Ben.
“Van Speyk. Hatırlamıyor musun? Belçikalılara karşı ön saflarda savaşırken, alt edileceğini ve gemisinin ele geçirileceğini anlayınca düşmana teslim olmaktansa kendi de içindeyken gemiyi patlatmış.”
“Van Tromp değil miydi o?”
“Hayır. Van Tromp başka bir yürekli askerdi. Pilgrimlerin[28 - Amerika’ya ilk gidenlerden Plymouth Kolonisi’nin ilk yerleşimcileri.] Amerika’ya gitmek üzere gemiye bindikleri Delft Haven’da bir anıtı bile var.”
“Neyse, peki ya Van Tromp? Hollandalı büyük bir amiraldi, değil mi?”
“Evet, otuzu aşkın deniz muharebesine katılmış. Hem İspanyol hem de İngiliz donanmalarını yenilgiye uğratmış, sonra da İngilizleri denizden süpürdüm diye gemi direğine çalı süpürgesi asmış. Hollandalıları yenmek her yiğidin harcı değildir, oğlum!”
“Orada dur hele!” diye sesini yükseltti Ben. “İstediği kadar süpürge assın, en sonunda onu yendik ya. Bak, hatırıma geldi şimdi. Hollanda kıyılarında bir yerde, İngiliz donanmasının muzaffer çıktığı bir çatışmada öldürülmüştü. Yazık olmuş.” diye ekledi inadına. “Değil mi?”
“Neredeyiz biz?” diye lafı başka yöne çevirdi Lambert. “Baksanıza! Herkes bize fark atmış. Jacob hariç tabii. Yazık! Ne kadar şişman öyle! Daha yolu yarılayamadan yığılıp kalacak.”
Ben, elbette Lambert ile eş paten kaymaktan zevk alıyordu; çocuk sağlam bir Hollandalı olmasına rağmen Londra yakınlarında bir yerde eğitim almış ve İngilizceyi de ana dili Felemenkçe kadar akıcı konuşuyordu. Fakat kafile başkanı Van Holp’un çağrısını işittiğinde hiç de kaygı duymadı:
“Patenleri çıkarın! İşte, müzeye geldik!”
Müze açıktı ve o gün için giriş ücreti de yoktu. Karışan kimse olmayınca tam da oğlan çocuklarından bekleneceği gibi ayaklarını sürüyerek içeri girdiklerinde, cilalanmış zeminde yankılanan ayak seslerinden başka çıt duyulmuyordu müzede.
Bu müze, aslen Hollandalı ustaların en şahane eserlerinin sergilendiği bir resim galerisiydi ve bunların yanında yaklaşık iki yüz nadir gravür de bu sanat mabedinin onurlu duvarlarını süslüyordu.
Ben, ilk bakışta fark etti ki resimlerin bazıları menteşelerle duvara tutturulmuş levhalara asılmıştı. Bunlar pencere panjuru gibi öne doğru açılabiliyor, böylece eserin en uygun aydınlıkta sergilenmesine imkân tanıyordu. Gerard Douw’un[29 - Gerrit Dou: 17. yüzyılda yaşamış Hollandalı ressam.] küçük bir grubu resmettiği Evening School[30 - İng. “Akşam Okulu”.] adlı eserini incelerlerken oldukça işlerine yaramıştı bu tasarım; bir pencereden bakılıyormuş hissi veren resmin tüm enfesliğini layıkıyla incelemelerini sağlamıştı. Peter, The Hermit[31 - İng. “Yalnız yaşayan”.] adlı başka bir Douw eserinin güzelliğine işaret ederek 1613 senesinde Leyden’de doğan bu sanatçıyla alakalı ilginç bir kıssayı anlatmaya koyuldu.
“Bir süpürge sapını çizmeye üç gün harcamış!” diye yankılandı Carl’ın sesi şaşkınlık içinde; o sırada, kafile başkanı, Douw’un elinin aşırı yavaşlığından dem vuran birkaç örnek veriyordu.
“Evet, tam üç gün. Ayrıca diyorlar ki bir hanımefendinin portresini çizerken sırf eliyle beş gün uğraşmış. Bu resimdeki her fırça darbesinin ne kadar zahmetle ve titizlikle atıldığını varın siz hayal edin. Bitmemiş eserlerinin üzerini titizlikle, düzgünce örter; resim malzemelerini de o gün için kullanmayı bırakır bırakmaz hava geçirmez kutulara koyarmış. Anlaşılan, atölyesi bile her noktasına kadar derli toplu ve tertemizmiş. Sanatçı, buraya parmak ucunda girer, tuvalin önüne oturur ve işe koyulmadan önce içeri girerken kaldırdığı toz varsa sinsin diye hiç kıpırdamadan beklermiş. Bir yerde okumuştum; büyüteçle bakınca eserlerinde minicik ayrıntılar görülüyormuş. Bu ayrıntılarla o denli meşgul olmuş, gözlerini o denli harap etmiş ki otuz yaşına varmadan önce gözlük takmak mecburiyetinde kalmış. Kırk yaşını devirince artık resim yapamayacak kadar fena olmuş gözleri; derdine derman bir gözlük bile bulamamış. Sonra bir gün, ihtiyar, yoksul bir Alman kadın denesin diye kendi gözlüğünü vermiş. Gözlük ona tam uymuş ve böylece eskisi gibi sanatını layıkıyla icra etmeyi başarmış.”
“Hıh!” diye tepki verdi Ludwig, kızgın kızgın. “Pek cömert bir hareket olmuş! Acaba kadın gözlüğü olmadan ne etti?”
“Ah!” dedi Peter, gülerek. “Neyse ki başka bir gözlüğü daha varmış. Her koşulda, gözlükler onda kalsın diye ısrar etmiş kadın. Adam o kadar minnettar kalmış ki gözlüklerin bir resmini çizip ona vermiş. Kadın bu resmi bir belediye başkanına yıllık maaş karşılığında satmış ve ömrünün kalan günlerini refah içinde geçirmiş.”
“Arkadaşlar!” diye seslendi Lambert, yüksek perdeden bir fısıltıyla. “Gelin de Bear Hunt’a[32 - İng. “Ayı Avı”.] bakın.”
Daha on altı yaşına varmadan evvel şahane eserler ortaya koyan, on yedinci yüzyılda yaşamış bir Hollandalı ressam olan Paul Potter’ın[33 - Paulus Potter.] muhteşem bir eseriydi işaret ettiği. Eserin konusu dikkatlerini çok çektiğinden hayranlıkla incelemeye koyuldu oğlanlar. Rembrandt ile Van der Helst’in şaheserlerinin yanından kayıtsızlıkla geçtiler ve Hollanda ile İngiltere arasında geçen bir deniz muharebesini konu edinmiş, Van der Venne’nin çirkin bir resmi önünde kendilerinden geçtiler. Biri çorba içen, diğeri de yumurta yiyen iki küçük yumurcağın resmedildiği bir tablonun önünde ise büyülenmiş gibi kalakaldılar. Oysaki bu eserin tek marifeti, yumurta yiyen ufaklığın sırf eğlence için yumurtanın sarısını suratına bulaştırmasını göstermesiydi.
Dostlarımızın dikkatini çekme şerefine nail olan sıradaki eser ise Aziz Nicholas Bayramı’nın şahane bir temsili oldu.
“Baksana, Van Mounen.” dedi Ben, Lambert’a. “Bu küçüğün ifadesinden daha güzel bir şey var mı? Sanki sopayı hak ettiğini kendi de biliyor da Aziz Nicholas’ın onu bulamayacağını umut ediyormuş gibi. İşte benim beğendiğim türde bir eser, bir öyküsü var.”
“Hadi, beyler!” diye seslendi kafile başkanı. “Saat on oldu, yola çıkma vakti!”
İtaatkâr bir ordu gibi çağrıya uyup kanala doğru hızla harekete geçtiler.
“Patenlerinizi giyin! Hazır mısınız? Bir, iki… Durun! Poot nerede?”
Hakikaten de Poot neredeydi?
On metre gerilerinde, buzda kare biçiminde bir delik açılmıştı. Peter bunu görür görmez tek kelime etmeden dehşetle o yöne doğru hücum etti.
Elbette diğerleri de onu takip etti.
Peter aşağı baktı. Diğerleri de aşağı baktı, sonra da endişeli bakışlarını birbirlerinin yüzünde gezdirdiler.
“Poot!” diye haykırdı Peter, bakışlarını tekrar deliğe indirerek. Hepsi put kesilmişti. Buzun altında akıp giden kara sularda hiçbir iz yoktu; çarşaf gibi dümdüz, ayna gibi parlıyordu.
Van Mounen gizemli bir ifadeyle Ben’e döndü.
“Sanki daha önce de bir yerde bayılıp kalmıştı, değil mi?”
“Tanrı’m! Evet!” diye cevap verdi Ben, dehşet içinde.
“O zaman belki de müzede bir yerde bayılıp kalmıştır!”
Çocuklar ne yapmaları gerektiğini anlamışlardı. Patenler, hareket ettikçe güneş ışığını yansıtarak yola düşmüştü. Peter kasketini delikten suya daldırıp doldurmayı akıl etmişti ve o hâlde kurtarma görevi için ileri atıldı.
Beklenildiği gibi! Hakikaten de zavallı Jacob’ı kendinden geçmiş bir hâlde buldular; uyuyormuş gibi görünüyordu. Galerinin bir girintisi içine yığılmış, horul horul horluyordu! Bu keşfin ardından müzenin duvarlarını döven yüksek kahkahalar öfkesi tepesinde tüten bir görevlinin hemen yanı başlarında bitmesine sebebiyet verdi.
“Yok daha neler! Bu kadar da olmaz! Uyansana, yağ fıçısı!” diye teklifsiz sarsıntılarla Jacob’ı uyandırmaya gayret ettiler.
Jacob’ın durumunun hiç de ciddi olmadığını anlayınca, talihsiz kasketini boşaltmak için gerisin geri sokağa koştu Peter. Kasketin çoktan buz kesip donmuş tepesinin başına değmesine engel olmak maksadıyla cep mendilini içine tıkıştırmaya çabalarken, diğer çocuklar da hem öfkeli hem dargın görünen Jacob’ı da aralarına almış vaziyette müze merdivenlerinden iniyorlardı.
Yola çıkma emri tekrar verildi. Poot sonunda tamamen uyanmıştı. Etraflarındaki buz biraz zorlu ve kırılmış olsa da her birinin keyfi pek yerindeydi.
“Kanaldan mı, nehirden mi gidelim?” diye sordu Peter.
“Elbette ki nehirden.” dedi Carl. “Çok eğlenceli olacak, orada paten kaymak başka hiçbir yerdekine benzemiyormuş, fakat yolumuzu biraz uzatır.”
Jacob Poot bir anda ilgileniyormuş göründü.
“Ben oyumu kanaldan yana kullanıyorum!” diye atıldı.
“O zaman kanaldan gidiyoruz.” diye karşılık verdi kafile başkanı. “Herkes hemfikirse tabii.”
Onaylayan sesler işitildi, hayal kırıklığına uğramış tonlarına karşın. Böylece kafile başkanı Peter ön sırada yerini aldı.
“Pekâlâ, hadi bakalım, bir saate Haarlem’e varmış oluruz!”

XI
BÜYÜK TUTKULAR İLE KÜÇÜK TUHAFLIKLAR
Küçük bir kafile hâlinde son sürat paten kayarlarken Amsterdam’dan gelen arabaların arkalarından yaklaşan sesini duydular.
“Haydi!” diye sesini yükseltti Ludwig, kafasını geriye çevirip raylara bakarak. “Lokomotifi de geçemeyecek miyiz? Haydi yarışalım!”
Lokomotifin düdüğü sanki bu fikri duymuşçasına coştu, oğlanlar da aynı şekilde heyecanlandılar ve müsabaka başladı.
Bir an için oğlanlar bütün gayretleriyle öne hücum edip başı çekti, çok kısa sürmesine karşın bu bile kayda değer bir başarıydı.
Müsabakanın heyecanı geçince hızlarını tekrar düşürüp seyahatlerinin tadını çıkara çıkara, tatlı bir sohbete dalarak yollarına devam ettiler. Kanal boyunca belli aralıklarda konuşlanmış kontrol noktalarında durup askerler ile iki çift laf etmekten de geri durmuyorlardı. Kış aylarında bu adamlar o bölgede buz yüzeyinin güvenliğinden ve temizliğinden sorumluydular. Her tipiden sonra yüzeyi süpürüp temizliyorlardı, çünkü yumuşak karın buz yüzeyinde oluşturduğu ışıltılı örtü görülmeye değer bir manzara doğursa da patenciler için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Ara ara genç dostlarımız asaletlerinden ödün verip çocukluklarına dönerek, kanalda genişletilmiş bir limana demir atmış, üzerlerini tepeden tırnağa buz bağlamış kanal botlarına tırmanmaya yelteniyor, ancak çok geçmeden zaten gözleri üzerlerinde olan askerler tarafından yakalanıp bağıra çağıra aşağı indiriliyorlardı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dodge-mary-mapes/gumus-patenler-69428854/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Felemenkçede “Bay”.

2
Tahta pabuçlar.

3
13. – 20. yüzyıllar arasında Hollanda’da bir körfez.

4
Kanallarda kullanılan dar tekneler. Bu şekilde adlandırılan teknelerin bazıları yaklaşık dokuz metre boyundadır. Yük gemilerine yerleşmiş evler gibi görünürler ve kanal kıyısı boyunca atlarla çekilirler. Trekschuitler iki kompartımana ayrılır; birinci ve ikinci sınıf. Çok kalabalık değilse yolcular rahatlarına bakarlar, çocuklar dış kısımdaki küçük güvertede oynarlarken erkekler sigara içer, kadınlar dikiş veya örgüyle meşgul olurlar. Bu teknelerin birçoğunun beyaz, sarı veya çikolata renkli yelkenleri olur. Çikolata renginin kullanılmasındaki sebep, güneşe karşı önlem almaktır.

5
Panayır.

6
Eserin Türkçe tercümesi bulunmamaktadır. Başlığı “Hollanda Cumhuriyeti’nin Yükselişi” olarak Türkçeye tercüme edilebilir. (ç.n.)

7
Yaklaşık iki kuruş.

8
“Öğren! Öğren! Seni haylaz, yoksa bu kırbacın şaklaması sana öğretir.”

9
Ludwig, Gretel ve Carl isimleri Alman isimleridir. Felemenkçedeki karşılıkları Lodewyk, Grietje ve Karel’dir.

10
Felemenkçede “Bayan”.

11
Aslen bir müzik terimi olup “kısa ve keskin” anlamında kullanılmıştır.

12
Felemenkçede “Küçük Hanım”.

13
Bir çeyreklik.

14
Gök gürültüsü gibi!

15
En iyisi!

16
Çocukların koruyucusu Aziz Nicholas’ı anma günü. 6 Aralık’ta kutlanır. Aşina olduğumuz “Noel Baba” figürünün Avrupa’daki karşılığıdır.

17
Felemenkçede “Genç kız, hanımefendi.”

18
Mayıs sonu haziran başı kutlanan bir bahar festivali.

19
Amsterdam’da bir semt.

20
Felemenkçede alt tabaka, doktorları bu şekilde çağırır.

21
Eski karikatürlerde İngiltere’yi genel olarak temsil eden siyasi bir karakter.

22
Father Cats: Hollanda’da büyük saygı gören şair ve siyaset adamı Jacob Cats’e halkın hitap şekli.

23
Adriaenvan de Venne çok yönlü bir Hollandalı, Altın Çağ ressamıdır.

24
Casus.

25
Birinci Dereceden Baron, Pro-Hollanda dış politikasını şekillendiren bir İngiliz siyaset adamı ve denemeci. “Hollanda’nın Birleşmiş Kentleri Üzerine Görüşler” olarak çevrilebilecek bir eseri bulunmaktadır.

26
“1672’den 1679’a Hristiyan Âlemi Neler Gördü?”

27
Jan Carolus Josephusvan Speijk, 1831 senesinde, Belçikalılara karşı bağımsızlık savaşında bir barut gemisinin kaptanı olan bahriyeli teğmen.

28
Amerika’ya ilk gidenlerden Plymouth Kolonisi’nin ilk yerleşimcileri.

29
Gerrit Dou: 17. yüzyılda yaşamış Hollandalı ressam.

30
İng. “Akşam Okulu”.

31
İng. “Yalnız yaşayan”.

32
İng. “Ayı Avı”.

33
Paulus Potter.
Gümüş Patenler Mary Mapes Dodge
Gümüş Patenler

Mary Mapes Dodge

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde, Hans Brinker adında yoksul bir genç yaşarmış. Yüreği iyilik dolu, vakur bir Hollandalı olan bu gencin, Gretel adında bir de kız kardeşi varmış. Babaları seneler evvel, bu memleketin meşhur setlerinden düşüp akli melekelerini yitirince vefakâr anneleriyle baş başa kalmışlar. Her şeyin üstesinden kendileri gelmeye çalışan gençlerimizin önüne, kader türlü türlü zorluklar çıkarmış. Her Hollandalı gibi onlar da yaşadıkları çetrefilli coğrafyadan nasiplerini aldıklarından sabır ve inançla devam etmişler yaşamlarına. Bu devran hep böyle sürüp gitmezmiş elbet, senelerce envaiçeşit derdi çocuk yaşlarına karşın büyük bir olgunlukla göğüsleyen ufaklıkların gün yüzü görme sırası gelmiş. Kendisi Amerika’da doğan, fakat ebeveynleri Hollandalı olan yazarımız Mary Mapes Dodge’un bilgilendirici bir dille meydana getirdiği bu kıymetli eseri, çocuk edebiyatına bir armağan olmasının yanı sıra Hollanda tarihi, kültürü, sanatı ve yaşayışı bakımından oldukça zengin bir içeriğe sahip olduğundan her yaştan okuyucunun zihnini renklendirecek keyifli bir okuma sunuyor.

  • Добавить отзыв