İşitilmedik Hikâyeler
Edgar Allan Poe
Edgar Allan Poe her ne kadar yazın dünyasına şiirleriyle girdiyse de 40 yıllık ömründe kısa hikâyede de yetkinliğini ortaya koydu ve getirdiği yeniliklerle kısa öykünün bugünkü hâlini almasında önemli bir kilometre taşı oldu. İlk modern dedektif öykülerini kaleme alan Poe, hayal dünyasından gerçeklere, fantastik karakterlerden araştırmacı kimliklere uzanan etkileyici hikâyeleri ile okuyucuda canlı bir etki bıraktı. “Sarhoş, yoksul, ezik, dışlanmış Edgar Allan Poe, dingin ve erdemli bir Goethe’den ya da Walter Scott’tan çok daha fazla hoşuma gidiyor.” (Charles Baudelaire) “Poe’nun sadece kendine has olan ve onu bütün diğer yazarlardan ayırt eden özelliği, hayal gücünün olağanüstü genişliğidir.” (Fyodor Dostoyevski) “Dikkatsizce bol bol etrafa saçtığı tohumlardan bugünkü edebiyat formlarımızın çoğunun çıktığı Edgar Allan Poe dedektif öykülerinin babasıydı.” (Arthur Conan Doyle) Bu Seçkide Yer Alan Hikâyeler Çalınmış Mektup, Altın Böcek, Mister Augustus Bedlo’nun Hatıraları (1844), Metzengerstein, Garabet Meleği, Doktor Goudron’la (Katran), Profesör Plume’un (Tüy) Usulü, Kuyu ve Rakkas, Bir Mumya ile Küçük Münakaşa, Beyzi Portre, William Wilson, Morgue Sokağı’ndaki Çifte Cinayet
Edgar Allan Poe
İşitilmedik Hikâyeler
ÇALINMIŞ MEKTUP
18..’de Paris’te idim. Karanlık ve fırtınalı bir sonbahar gecesi St. Germain köyünün Dunot Sokağı’nda 33 numaralı evin üçüncü katında, dostum Dupin’in küçük kütüphanesinde hem arkadaşımla beraber bulunmak hem Eskişehir taşından yapılmış bir piponun dumanlarını savurtarak hayallere dalmak gibi katbekat bir keyif sürüyordum. Uzun bir saat hiç söz söylemedik. Bizi kim görse her birimizin odadaki havayı dolduran tütün dumanlarının kıvrıla kıvrıla yükselen helezonlarından başka bir şeyle meşgul olmadığımızı zannederdi. Ben, kendi hesabıma gecenin ilk saatlerinde konuşmalarımızın mevzusunu teşkil eden meseleyi zihnen münakaşa ediyordum. Yani Morgue Sokağı işi ile Marie Roget’nin katline ait esrardan bahsetmek istiyorum. İşte zihnimde bu iki meseleyi birbiriyle birleştiren benzerliği düşünüyordum. O esnada apartmanımızın kapısı açıldı; eski tanıdıklardan Paris Polis Müdürü G… içeri girdi.
Kendisine nezaketle “Hoş geldiniz.” dedik. Çünkü bu adamın sefil tarafı olduğu gibi hoş tarafı da vardı. Onu birkaç seneden beri görmemiştik. Karanlıkta oturduğumuz için Dupin bir lamba yakmak üzere ayağa kalktı. Lakin G… kendisini pek ziyade şaşırtan bir mesele hakkında bizimle, daha doğrusu arkadaşımla müşavere etmek için geldiğini söyleyince lambayı yakmadan yerine oturdu.
Dupin lambanın fitilini yakmayarak dedi ki:
“Eğer bu düşünülecek bir iş ise karanlıkta daha iyi tetkik ederiz.”
Polis müdürü, “İşte garip fikirlerinizden biri daha.” dedi.
Polis müdüründe aklının almadığı her şey için “garip” tabirini kullanmak merakı vardı. Onun için hayatı, bitmez tükenmez bir yığın gariplikler içinde geçerdi.
Dupin ziyaretçimize bir pipo uzattı ve ayakları tekerlekli güzel bir koltuk sürerek “Vallahi, bu doğru!” diye mukabele etti.
Ben sordum:
“Ey, şimdi şaşırtıcı mesele nedir? Ümit ederim ki bu, katil nevinden bir vaka değil.”
“Oh, hayır! Hiç öyle bir şey değil. Mesele hakikatte gayet basit. Kendi kendimize bu işin içinden pekâlâ çıkabileceğimizde şüphem yok lakin…”
Dupin işin teferruatı hakkında malumat almaktan memnun olur diye düşündüm, çünkü iş son derece gariptir.
Dupin dedi ki:
“Basit ve garip!”
“Ya! Evet. Bununla beraber bu tabirlerden ne biri ne diğeri doğru değil diyebilirsiniz. Mesele şu ki, bu iş müdüriyette hepimizi pek ziyade şaşırttı. Çünkü ne kadar basit olursa olsun bizi aciz bırakıyor.”
Arkadaşım dedi ki:
“Belki meselenin basitliği sizi hataya düşürüyor.”
Müdür, neşe ile gülerek cevap verdi:
“Ne manasız şeyler söylüyorsunuz!”
Dupin “Belki bu sır biraz fazla aşikârdır.” dedi.
“Oh, Allah’ım ben hiç böyle bir fikirden bahsolunduğunu işitmedim.”
“Biraz fazla aşikâr.”
Bu fikir misafirimizi çok eğlendiriyordu, haykırdı:
“Ah! Ah! Ah! Ah! Oh! Oh! Dupin, görüyorsunuz ya, beni gülmekten katıltacaksınız!”
Sordum:
“Ey, nihayet mesele nedir?”
Müdür koltuğuna yerleşti. Kesif, uzun bir tütün dumanı salıvererek tekrar etti:
“Söyleyeceğim. Kısaca anlatacağım, lakin başlamadan önce size söylememe müsaade ediniz ki bu iş pek büyük bir sırdır. Eğer bunu her kime olursa olsun söylediğim duyulursa ben mevkimden olurum.”
Ben “Başlayınız.” dedim.
Dupin de “Yahut başlamayınız!” dedi.
“Pekâlâ! Başlıyorum. Yüksek bir makamdan şahsen haber aldım ki hükümdarın dairesinden gayet ehemmiyetli bir vesika çalınmıştır. Çalan şahıs biliniyor. Bunda hiç şüphe yok. O, vesikayı çalarken görülmüştür. Bu vesikanın bugün de onun elinde olduğu malum.”
Dupin sordu:
“Bu nasıl biliniyor?”
“Bu, vesikanın mahiyetinden ve bir de çalan şahsın elinden çıktığı, yani bu şahıs vesikanın işe yarayacağı maksadı elde ettiği hâlde meydana gelecek neticelerin henüz meydana gelmemiş olmasından pek kolay sonuç çıkarılıyor.”
“Lütfen biraz daha açık söyleyiniz!” dedim.
“Pekâlâ, şu kadar söyleyeyim ki bu vesika kimin elinde bulunursa onu bazı yerlerde kıymeti takdir edilemeyecek kadar büyük bir iktidara sahip eder.”
Polis müdürü diplomasi lisanını pek seviyordu. Dupin dedi ki:
“Yine bir şey anlamadım.”
“Hakikaten bir şey anlamadınız mı? Haydi! İsmini söylemeyeceğim üçüncü bir şahsa gösterilmiş olan bu vesika gayet yüksek mevkide bulunan bir zatın namusuna taalluk ediyor. İşte bundan dolayı vesikanın hamili bu zat hâkim bir vaziyet alıyor. Bu da o haşmetli zatın şerefini, emniyetini tehlikeye koyuyor.”
Sözünü kestim:
“Lakin bu hâkimiyet, şununla kabili izahtır ki vesikası çalınan zat hırsızı biliyor! Kim cesaret edebilir ki…”
G… dedi ki:
“Hırsız D…’dır. Bir insana yakışmayan ve aynı zamanda kendine layık olan her şeye cüret ediyor. Hırsızlık pek mahirce ve cüretkârca yapılmıştır. Bahsettiğiniz vesika, daha açık söyleyelim, bir mektuptur. Mektubu çaldıran zat, bunu kralın odasında yalnız bulunduğu bir sırada almıştı. Okurken içeri pek muhterem bir şahsiyet girince mektubun okunması yarıda kalmış ve bilhassa içeri giren zattan gizli tutulmasını arzu ettiği için mektubu alelacele bir çekmeceye atmaya beyhude yere çalıştıktan sonra masanın üzerinde açık olarak bırakmaya mecbur olmuştu. Herhâlde mektubun yazılı tarafı altında idi. Mektubun muhteviyatı böyle gizli kaldığı için nazarıdikkati celbetmedi. Bu aralık Nazır D… içeri girdi. Onun ‘vaşak’ gözü derhâl imzanın yazısını tanıdı ve mektubu alan zattaki endişenin farkına vardı ve sırrını keşfetti.
Bazı işleri görüp mutadı üzere gürültülü bir surette bitirdikten sonra cebinden bir mektup çıkardı. Bu da masanın üzerindeki mektuba az çok benziyordu. Açtı; okurken yaydı ve öteki mektubun yanına koydu. Takriben bir çeyrek saat kadar hükûmet işleri hakkında konuştu. İşin sonunda müsaade istedi ve kendisine ait olmayan mektubu aldı. Mektubun asıl sahibi bunu gördü; lakin tabii yanında oturan üçüncü zatın nazarıdikkatini celbetmemek için sesini çıkaramadı. Nazır masanın üstünde kendine ait olan ehemmiyetsiz mektubu bırakarak gitti.”
Dupin yarı bana dönerek dedi ki:
“İşte hâkimiyeti tam bir hâle getirmek ancak böyle olur: Hırsız biliyor ki soyduğu adam hırsızın kim olduğuna vâkıftır.”
Müdür cevap verdi:
“Evet birkaç aydan beri bu manevra ile kazanılan hâkimiyet, siyasi bir gaye için bol bol kullanılıyor. İş gayet tehlikeli bir noktaya gelmiştir. Mektubu çalınan zat, onu tekrar ele geçirmek lüzumuna gün geçtikçe daha ziyade kanaat getirmektedir. Lakin tabii bu, açıktan açığa yapılamaz. Hülasa başka çare bulamamış, işi bana havale etti.”
Dupin bir duman bulutu içinde dedi ki:
“Zannederim ki daha zeki bir memur bulmak ve hatta tasavvur etmek kabil değildi.”
Müdür cevap verdi:
“Beni taltif ediyorsunuz. Lakin benim hakkımda böyle bir fikir besleyenler de olabilir.”
Dedim ki:
“Sizin de söylediğiniz gibi mektubun şimdiki hâlde nazırın elinde bulunduğu meydandadır. Mademki mektubun kullanılması değil, belki elde bulunması hâkimiyeti temin eden bir vakıadır. Kullanılması hâlinde hâkimiyet kalmaz.”
G… dedi ki:
“Bu doğrudur. Ben de bu kanaatle yürüdüm. İlk işim nazırın evinde gayet sıkı araştırmalar yapmak oldu. Benim için en büyük güçlük nazırın haberi olmadan bu araştırmaları yapmaktı. Hepsinden gücü de niyetimizden onu şüphelendirecek bir ipucu vermemekti.”
Dedim ki:
“Bu gibi araştırmalar tamamıyla sizin ihtisasınız dâhilinde bir şeydir. Paris polisi bunu birçok defalar yapmıştır.”
“Oh, şüphesiz! İşte bundan dolayıdır ki ümidim kuvvetli idi. Bir de nazırın itiyatları benim işimi kolaylaştırdı. O, ekseriya gece evinde bulunmaz, çok hizmetçisi yoktur. Onlar da efendilerinin dairesinden uzakta yatarlar. Ve her şeyden evvel Napolili oldukları için seve seve sarhoş olurlar. Bilirsiniz ki bende birtakım anahtarlar vardır. Bunlarla Paris’in bütün yazıhanelerini, odalarını açabilirim. Üç ay zarfında bir gece geçmemiştir ki D…’nin evini hemen bütün gece bizzat aramış olmayayım. Bunda şerefim mevzubahistir. Burada size büyük sırrımı tevdi edeyim ki bu işte bana verilecek mükâfat pek büyüktür, onun için hırsızın benden daha kurnaz olduğuna kani oluncaya kadar araştırmaların arkasını kesmedim. Evin içinde bir kâğıt saklanabilecek her köşeyi, her bucağı aradığımı zannediyorum.”
Dedim ki:
“Nazırın elinde bulunan mektubu kendi evinden başka bir yerde saklamış olması mümkün değil midir?”
Dupin dedi ki:
“Buna hiç imkân yok. Umur cariyenin bugünkü hususi vaziyeti ve bilhassa D…’nin malum olan entrikası vesikanın derhâl vasıtasız tesirine bağlıdır. Yani her an meydana çıkarılabilecek bir hâlde bulunmasıyla müesserdir. Bu şerait, ona sahiplik derecesinde mühimdir.”
“Daima lüzum görüldüğü anda ortaya konulabilirse tesiri olur.” dedim.
Dupin dedi ki:
“Daha doğru bir tabir ile istenildiği zaman hükümden düşürülebilirse işe yarar…”
“Bu doğru.” dedim. “O hâlde mektup şüphesiz evdedir. Eğer mektubun nazırın kendi üzerinde olduğunu kabul edersek o hâlde mesele büsbütün başka türlü olur.”
Müdür dedi ki:
“Katiyen! Onu sokakta iki defa sahte hırsızlara yakalattım ve gözümün önünde her tarafını inceden inceye arattım.”
Dupin dedi ki:
“Kendinizi bu zahmete sokmayabilirdiniz. Zannederim ki D… katiyen deli değildir. Mektubu çaldıktan sonra bu gibi tuzaklara düşürüleceğinin tabii olduğunu tahmin etmiş ve ona göre tedbir almıştır.”
G… dedi ki:
“Katiyen deli değildir. Burası doğru. Bununla beraber bir şairdir. Zannedersem şairlik de delilikten çok uzak bir şey değildir.”
Dupin düşünceli bir tavırla uzun uzun piposunu çekip dumanını savurduktan sonra dedi ki:
“Vakıa ben de dağınık şiirler yazmak kabahatini işledim.”
Dedim ki:
“Araştırmalarınız hakkında bize tafsilat verseniz…”
“Vaka şudur ki biz zamanımızı tayin ettik ve her tarafı aradık. Bu gibi işlerde benim eskiden beri tecrübelerim vardır. Evde, oda aramakla işe başladık. Her odaya her haftanın bir gecesini tahsis ettik, evvela her dairenin eşyasını aradık, gördüğümüz her çekmeceyi açtık. Tahmin ediyorum ki iyi talim edilmiş bir polis memuru için gizli çekmece olamayacağını bilmez değilsiniz. Böyle bir araştırmada gizli bir çekmeceyi gözünden kaçıran her adam bir ahmaktan başka bir şey değildir. Çünkü bu iş o kadar kolaydır! Her odada muayyen bir miktar hacim ve satıh bulunur. Bunlar hesap olunabilir. Bizim bu hususta gayet doğru kaidelerimiz vardır. Bir hattın ellide biri bizim gözümüzden kaçamaz.
Odalardan sonra iskemleleri ele aldık. Yastıklar uzun, ince iğnelerle arandı. Bu iğneleri kullandığımı siz görmüşsünüzdür. Masaların altlarını kaldırdık.”
“Bu, niçin?”
“Bazı kere masaların veyahut masa nevinden bütün eşyanın altı bir adam tarafından kaldırılır ve oraya bir şey saklanır. Mesela: Bu adam bir masanın ayaklarını oyar. Saklayacağı şeyi buraya yerleştirir. Üstünü tekrar kapar, karyola ayakları da aynı suretle kullanılabilir.”
Sordum:
“Lakin üzerlerine vurarak ayakların içindeki boşluk anlaşılamaz mı?”
“Eğer saklanacak şeyi yerine koyarken bir pamuk tabakasıyla sarar, boşluğu doldurursanız hiçbir vakitte anlayamazsınız. Zaten biz gürültüsüzce iş görmek mecburiyetinde idik.”
“Lakin bütün eşya parçalarını bozamadınız, ayıramadınız. Bunların içinde söylediğiniz şekilde bir mektup saklanabilirdi. Bir mektup gayet ince bir helezon şeklinde kıvrılabilir. Bu suretle şekil ve hacim itibarıyla bir örgü şişine pek ziyade benzetilir. Bu hâle getirildikten sonra da bir sandalyenin ayağına saklanır. Mesela bütün sandalyeleri parça parça ayırdınız mı?”
“Tabii ayırmadık. Lakin daha iyisini yaptık. Evdeki bütün sandalyelerin ayaklarını ve eşyanın bütün ek yerlerini gayet kuvvetli bir büyüteçle inceledik. Eğer buralarda ufak bir arıza olsaydı derhâl fark edecek ve bulacaktık. Mesela bir burgunun hasıl edeceği küçücük bir toz tanesi bize bir elma kadar büyük görünecekti. Aynı veçhile eklerde ufak bir tutkal bozukluğu bize saklanan yeri buldururdu.”
“Tahmin ediyorum ki aynaları, iğnelerle tahtaların arasını ve yatakları, yatakların perdelerini ve aynı veçhile pencere perdeleriyle halıları da muayene ettiniz.”
“Tabii… Bu eşyayı da inceden inceye gözden geçirdikten sonra bilhassa evi muayene ettik. Evin sathını kâmilen birtakım kısımlara ayırdık. Her kısma numara koyduk. Bu suretle hiçbir kısmını unutmadığımıza emin olduk. Her santimetrekaresini büyüteçle tetkik ettik ve bu tetkikatı yan yana iki evde de yaptık.”
“İki bitişik evde de mi?” diye haykırdım. “Kim bilir ne kadar yoruldunuz!”
“Evet, vallahi çok yorulduk. Lakin verilecek mükâfat pek büyük.”
“Evlerin zeminini de aradınız mı?”
“Evlerin zemini umumiyetle tuğla döşenmişti. Nispeten burası bize çok zahmet vermedi. Tuğlalar arasındaki yosunları tetkik ettik, hiçbir bozukluk yoktu.”
“D…’nin kâğıtlarını, kitaphanesindeki kitapları da muayene etmeliydiniz!”
“Şüphe mi var… Her paketi, her parçayı açtık, kitapları yalnız açmakla kalmadık; her yaprağını ayrı ayrı çevirdik. Birçok polis amirlerimizin yaptıkları gibi yalnız kitapları silkmekle iktifa etmedik, her cildin kalınlığını son derece dikkatle inceden inceye ölçtük. Her birini büyüteçle muayeneden geçirdik. Eğer bir cilde yakın bir zamanda bir şey sıkıştırılmış, bir kâğıt konulmuş olsaydı bunun tetkikatımızdan kurtulmasına imkân yoktu. Mücellidin elinden çıkan beş yahut altı cilt, iğneler vasıtasıyla uzunluğuna ve tam bir dikkatle muayene edildi.”
“Halıların altındaki döşeme tahtalarını da tetkik ettiniz mi?”
“Şüphesiz! Her halıyı kaldırdık; tahtaları büyüteçle inceledik.”
“Ya, duvar kâğıtlarını?”
“Onları da…”
“Mahzenleri gördünüz mü?”
“Mahzenleri de gördük.”
“Demek ki…” dedim, “yanlış yola gitmişsiniz. Mektup, farz ettiğiniz gibi evde değil.”
Müdür “Korkarım ki haklı olmayasınız.” dedi.
“Şimdi, Dupin bana ne yapmayı tavsiye ediyorsunuz?”
“Tam bir araştırma yapmayı.”
G… cevap verdi:
“Katiyen faydasız. Yaşadığıma nasıl kani isem mektubun da evde olmadığına öyle kaniyim.”
Dupin dedi ki:
“Size daha iyi bir nasihat veremem. Şüphesiz, mektubun eşkâl ve evsafı hakkında kati ve doğru malumatınız vardır?”
“Oh! Evet!”
Burada polis müdürü bir muhtıra defteri çıkardı; kaybolan vesikanın inceden inceye evsafını yüksek sesle okumaya başladı. Onun dâhilî manzarasını ve bilhassa haricî eşkâlini okudu ve okumasını bitirdikten sonra bu latif adam bizden müsaade aldı. Geldiğinden daha bitap ve bu zamana kadar görmediğim derecede cesareti kırılmış bir hâlde gitti.
Takriben bir ay sonra ikinci bir ziyarete geldi. Bizi aynı suretle meşgul buldu. Bir pipo, bir sandalye aldı, öteden beriden konuştu. Nihayet dedim ki:
“Ey, lakin G… sizin çalınmış mektup işi ne oldu?.. Tahmin ediyorum ki nazırı atlatmanın kolay bir şey olmadığını anlamaya razı oldunuz?”
“Nazırı şeytanlar götürsün! Bununla beraber Dupin’in nasihatini tuttum, tekrar araştırmalar yaptım. Bu da zannettiğim gibi beyhude oldu.”
Dupin sordu:
“Vadedilen mükâfat ne kadardı? Bize söylediniz miydi?..”
“Lakin… Bu pek büyük… Hakikaten işitilmemiş bir mükâfat. Size tam miktarını söylemek istemem. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki bana bu mektubu kim bulursa cebimden ona elli bin frank veririm. Hâl şu ki mesele günden güne daha acele bir şekil alıyor. Son zamanlarda, verilecek mükâfat iki misline çıkarıldı. Lakin doğrusu, üç misline de çıkarsalar vazifemi yaptığımdan daha iyi yapamam.”
Dupin sözlerini uzatarak ve piposundan çıkan dumanları savurarak dedi ki:
“Lakin… Evet… Hakikaten G…! Siz mümkün olan her şeyi yapmadınız… Meselenin en derin noktasına kadar gitmediniz. Zannedersem hiç değilse biraz daha ileri gidebilirdiniz. Ha?”
“Nasıl?.. Ne yolda?..”
“Lakin…” Bir duman savurdu. “Bu mesele hakkında…” Birbiri üzerine iki duman savurdu. “Nasihat alabilirdiniz, ha?” Üç duman savurdu. “Abernethy hakkında nakledilen hikâyeyi hatırlıyor musunuz?”[1 - Kaçık tabiatlı meşhur bir İngiliz tabibidir.]
“Hayır, Abernethy’nizi şeytanlar götürsün!”
“Şüphesiz, isterseniz şeytanlar götürsün. Lakin bir zamanlar gayet hasis bir zengin, Abernethy’den parasız bir tıbbi muayene koparmak ister. Bu maksatla bir cemiyet içinde onunla alelade konuşmaya başlar. Söz arasında hayalî bir şahıstan bahseder gibi kendi hastalığını anlatır. Hasis der ki: ‘Farz edelim, hastada şu ve şu araz var. O hâlde doktor, ona ne almasını tavsiye edersiniz?’ Abernethy cevap verir: ‘Ne almasını mı? Şüphesiz nasihat almasını!’ ”
Müdür biraz şaşırarak dedi ki:
“Lakin ben nasihat almaya tamamıyla hazırım. Aynı zamanda benim bu işimi yapana da hakikaten elli bin frank veririm.”
Dupin bir çekmecenin gözünü çekti ve bir tediye senedi defteri çıkararak cevap verdi:
“O hâlde bana söylediğiniz parayı içeren bir senet yazarsınız, onu siz imza eder etmez bende size mektubunuzu teslim ederim.”
Ben şaşırdım. Polis müdürüne gelince katiyen yıldırımla vurulmuşa döndü. Birkaç dakika hareketsiz, sessiz donakaldı. Ağzı açık, inanmaz bir tavırla ve gözleri dışarı fırlayacakmış gibi arkadaşıma bakıyordu. Nihayet biraz aklı başına geldi, bir kalem yakaladı. Biraz tereddütten sonra şaşkın ve boş bir nazarla çeki doldurdu, elli bin franklık bonoyu imza etti ve masanın üstünden Dupin’e uzattı. Dupin bonoyu aldı, dikkatle muayene etti, cüzdanına yerleştirdi. Sonra bir yazıhane açtı; bir mektup çıkardı; polis müdürüne verdi. Müdür mektubu ölecek gibi bir sevinçle kaptı. Titrek bir elle açtı. Yazılara bir göz attı. Sonra süratle kapıya atıldı. Hiç veda etmeksizin odadan ve evden dışarı fırladı. Dupin’in senet yazmayı teklif ettiği dakikadan beri hiçbir söz söylememişti.
O, gidince arkadaşım bazı izahata girişti; dedi ki:
“Paris polisi sanatında son derece mahirdir. Memurları gayretli, kurnaz ve işgüzardırlar. Vazifelerinin icap ettirdiği her malumata hakkıyla sahiptirler. Onun için G… bize D…’nin konağında yaptığı araştırmaların tafsilatını verirken onun liyakatine tam bir itimadım vardı. Ben biliyordum ki o ihtisası dâhilindeki araştırma usulünde lazım gelen her şeyi yapmıştır.”
“İhtisas dâhilindeki araştırma usulü mü?” dedim.
Dupin cevap verdi:
“Evet. Kabul edilen tedbirler, bu nevi işlerde yapılacak şeylerin en iyisi değildi. Bununla beraber kabul edilen usul kati bir mükemmeliyetle takip edildi. Eğer mektup onların araştırmalar yaptıkları saha dâhilinde saklanmış olsaydı, bu babayiğitler onu bulurlardı. Bu hususta benim zerre kadar şüphem yok.”
Ben gülmekle iktifa ettim. Lakin Dupin’in tavrı bu sözleri pek ciddi söylediğini gösteriyordu. Devam etti:
“Demek ki tedbirler nevi içinde iyi idi. Ve şayanı hayret bir surette tatbik edilmişti. Yalnız şu kusuru vardı ki mevzubahis adamın işinde tatbik kabil değildi. Bütün bir mahirce tedbir sistemi vardı ki bunlar polis müdürü için bir nevi ‘Proküst’ yatağıdır.[2 - Proküst yatağının manası şudur: Eski Yunan esatirinde Proküst isminde bir haydut yolcuları soyar, hem demir bir yatak üstünde kebap edermiş, bu haydudu Teze, aynı işkence ile öldürmüş, edebiyatta başkalarının fikirlerini kendi fikriyle ölçenlerden bahsolunurken bu yatağa telmih edilir.] O, bütün planlarını bu yatağa bağlıyor ve ona uyduruyor. Lakin bu meselede daima ya pek derinlere dalarak veya pek sathi kalarak hata ediyor. Birçok okul çocukları bile ondan iyi bu işi muhakeme ederler.
Sekiz yaşında bir çocuk tanıdım. Tek mi çift mi oyununda hiç yanılmaması herkesi hayran etmişti. Bu oyun basittir. Bilalarla oynanır. Oyunculardan biri eline birkaç tane bila alır ve ötekine sorar: ‘Tek mi? Çift mi?’ Öteki doğru bilirse bir bila kazanır. Bilemezse bir bila kaybeder. Bahsettiğim çocuk okulun bütün bilalarını kazanıyordu. Tabii bunun bir kehanet tarzı vardı. Bu kehanet sadece müşahede ve karşısındakinin inceliklerini takdir esasına istinat ediyordu. Farz edelim ki bu çocuğun karşısındaki hakiki bir ahmaktır. Kapalı elini kaldırarak soruyor: ‘Tek mi? Çift mi?’ Bizim mektepli çocuk ‘Tek.’ diye cevap veriyor ve kaybediyor. Lakin ikinci tecrübede kazanıyor çünkü kendi kendine muhakeme ediyor: ‘Ahmak birinci defa çift tuttu. Onun kurnazlığı ikinci defa ancak tek tutmasını icap ettirecek dereceden ileri gitmez. Demek ki ben tek demeliyim.’ kararını veriyor; ‘tek’ diyor ve kazanıyor.
Şimdi bu kadar basit fikirli olmayan birisiyle oynarsa şöyle muhakeme eder: ‘Bu çocuk benim ilk defada tek dediğimi gördü. İkinci defada aklına gelecek ilk fikir, birinci defada ahmağın yaptığı gibi basit bir surette teki çifte tebdil etmektir.’ Lakin ikinci bir düşünce ona diyecektir ki: ‘Bu pek basit bir değişikliktir ve nihayet ilk defada olduğu gibi yine çift tutacaktır. Demek ben çift demeliyim.’ diyecek ve çift deyip kazanacaktır. Şimdi mekteplinin bu muhakemesi -ki arkadaşları ‘şans’ diyorlar- son bir tahlilde nedir?”
Dedim ki:
“Bu sadece, bizim muhakeme sahibinin kendi şuurunu karşısındakinin şuuruyla mutabakat ettirmesinden ibarettir.”
Dupin “Bundan başka bir şey değil.” dedi. “Ben bu küçük çocuğa muvaffakiyetini temin eden bu ‘şuuru tam bir surette mutabakat ettirme’ye nasıl muvaffak olduğunu sordum, bana şu cevabı verdi: ‘Bir kimsenin ne dereceye kadar ihtiyatlı veya budala yahut da iyi veya fena olduğunu, o anda neler düşündüğünü anlamak istediğim zaman yüzüme mümkün olduğu kadar tıpkı tıpkına onun yüzüne benzer bir şekil veririm. O vakit zihnimde yahut kalbimde hangi hislerin, hangi fikirlerin doğacağını beklerim. Yani yüzümü nasıl onun simasına intibak ettirdimse fikrimi, hissimi de onunkilere intibak ettiririm.’
Mektepli çocuğun bu cevabı, Rochefoucauld, La Bougive, Machiavelli ve Campanella’ya atfedilen derin tasavvuf felsefesini pek geride bırakır.”
“Eğer sözünüzü iyi anlıyorsam muhakeme edenin, kendi idrakini karşısındakinin idrakine intibak ettirmesi demek karşıdakinin idrakini doğru ve kati olarak takdir ve tayin etmesi demektir.”
Dupin cevap verdi:
“Vakıa amelî kıymet itibarıyla bu şarttır. Polis müdürüyle arkadaşlarının birçok defalar aldanmalarının birinci sebebi, bu mutabakatı yapmamalarıdır. İkincisi; boy ölçüştükleri zekâyı yanlış takdir etmeleri, daha doğrusu takdir edememeleridir. Onlar yalnız kendi mahirce fikirlerinden başka bir şeyi göz önünde tutmamışlardır. Gizlenmiş bir şeyi aradıkları zaman ancak kendileri o şeyi nereye saklayacaklarını düşündüler. Alelade halkın kurnazlığı düşünülünce bunda tamamıyla haklı idiler. Lakin kurnazlığı onların kurnazlığından başka bir tarzda olan hususi bir hırsız mevzubahis olunca bunlar tabii aldanırlar.
Hırsızın kurnazlığı bunların kurnazlığından fazla olunca hâl daima böyle olur. Hatta ekseriya bunlar kadar kurnaz olmayan hırsızlar da bunları aldatabilir. Çünkü bunların araştırma tarzı değişmiyor. Münasebetsizin biri fevkalade bir mükâfat ile bunları tahrik ederse mutatları olan taharri usulünü mübalağalı bir surette tatbik ediyor; son hadde getiriyorlar. Lakin esaslarından hiçbir şey değiştirmiyorlar.
Mesela D… meselesinde araştırma usulünü değiştirmek için ne yapılmıştır? Bu delmeler, bu sondajlar, bu karıştırmalar, bu büyüteçle araştırmalar, bu satıhları numaralanmış karelere ayırmalar nedir? Bütün bunlar bir esasın yahut birkaç esasın tatbikinde mübalağa etmek değil midir? Öyle esaslar ki insani desiselere ait aynı düşünceler silsilesine dayanıyor. Polis müdürü bunları uzun vazife senelerinde itiyat etmiş bulunuyor.
Görmüyor musunuz ki o, bir mektup saklamak isteyen her adamın mektubu ya sandalye ayağında burgu ile açılmış bir deliğe yahut hiç olmazsa tamamıyla garip bir kovuğa, bir köşeye koyacağına iki kere iki dört eder gibi hükmediyor. İşte bu fikirle burgu ile açılmış bir delikte mektup aramak için icat etmedikleri bir şey kalmıyor.
Yine görmüyor musunuz ki bu kadar orijinal saklama yerleri ancak alelade fırsatlarda kullanılır ve ancak alelade zekâlar buna müracaat eder. Çünkü böyle harisçe ve zoraki saklama yerlerinin tahmin edilmek imkânı vardır ve tahmin edilir. Hâlbuki keşif hiçbir vakitte anlama çabukluğu ile olmaz. Belki arayanın sabrı, dikkati ve kararıyla olur. Lakin mesele mühim olursa veyahut polisin nazarında mühim telakki edilirse ve mükâfat pek büyükse bütün bu güzel araştırmaların behemehâl muvaffakiyetsizlikle neticelendiği görülür. Şimdi ‘Çalınan mektup polis müdürünün araştırma sahası dâhilinde bulunsaydı veya diğer tabirle polis müdürünün prensipleri içinde, gizlenen yer hakkında ilham almak prensibi de olsaydı muhakkak surette mektubu bulurdu.’ diye söylediğim sözden ne demek istediğimi anladınız mı? Bununla beraber bu memur tamamen aldatılmıştır. Muvaffakiyetsizliğinin birinci ve esas sebebi, nazırın şairlikle şöhret bulması dolayısıyla bir deli olduğunu farz etmesidir. Polis müdürünün görüşüne nazaran her deli şairdir. Bundaki kabahati, yanlış bir tabiri umuma teşmil ederek,[3 - Teşmil etmek: Genelleştirmek. (e.n.)] şairlerin deli olduğu sonucunu çıkarmasıdır.”
Sordum:
“Nazır hakikaten şair midir? Ben biliyorum ki bunlar iki kardeştir. Her ikisi de edebiyat âleminde tanınmıştır. Zannederim ki nazır diferansiyel ve integral hesap hakkında pek makbul bir kitap yazmıştır. O, şair değil matematikçidir.”
“Aldanıyorsunuz. Ben onu pek iyi tanırım. O hem şair hem matematikçidir. Şair ve matematikçi olduğu için iyi muhakeme eder. Sade matematikçi olsaydı hiç muhakemeli olamaz; polis müdürüne mağlup olurdu.”
Dedim ki:
“Böyle bir mülahaza beni hayrete düşürecek bir şeydir. Bütün dünya bunu doğru bulmaz. Birçok asırların olgun bir hâle getirdiği bir fikri tabii hiçe saymak istemiyorsunuz. Riyazi[4 - Riyazi: Matematiksel. (e.n.)] muhakemeye çoktan beri en hakiki muhakeme tarzı nazarıyla bakılmaktadır.”
Dupin, Chamfort’un bir sözünü naklederek cevap verdi:
“Bahse girişilecek bir hakikattir ki her umumi fikir, edinilen her umumi kanaat bir budalalıktır. Çünkü bu fikirler, bu kanaatler alelade insanların kanaatleridir. Teslim ederim ki matematikçiler bu söylediğiniz umumi yanlışlığı genelleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Her ne kadar bu hatalar bir hakikat gibi ilan edilmişlerse de tamamıyla hatadan başka bir şey değildirler. Mesela: Daha iyi bir davaya layık bir maharetle onlar, bizi cebir muamelelerine ‘tahlil’ tabirini tatbik ettirmeye alıştırmışlardır. Bu ilmî hilekârlıkla en ziyade suçlanan Fransızlardır. Lakin lisanda tabirlerin hakiki bir ehemmiyeti olduğu kabul edilir ve kelimelerin kıymet-i sureti kullanımlarına göre takdir olunursa… Oh, o zaman Latince ‘ambitus’ (ambition) kelimesi, ‘ihtiras’ kelimesini; ‘religio’ (religion) kelimesi ‘din’ kelimesini; ‘homines konesti’ (honorablas) tabiri ‘haysiyetli’ insanlar sınıfını nasıl ifade ederse ‘tahlil’ (analyse) kelimesi de ‘cebir’i öyle ifade eder.”
Dedim ki:
“Görüyorum ki siz Paris’in birçok cebircileriyle mücadele edeceksiniz fakat devam ediniz.”
“Ben, soyut mantıktan başka herhangi hususi bir usul ile yürütülen muhakemenin sıhhatini ve binaenaleyh neticelerini inkâr ederim. Hususiyle riyazi bir usul ile yapılan muhakemeyi kabul etmem. Matematik, şekillerle miktarların ilmidir. Riyazi muhakeme basit mantığın şekle ve miktara tatbikinden başka bir şey değildir. Asıl büyük hata, tamamıyla cebrî hakikat denilen şeyleri umumi ve soyut hakikatler diye farz etmektedir. Bu hata o kadar büyüktür ki bunun umumi bir surette kabul edildiğini gördükçe hayretler içinde kalıyorum. Riyazi mütearifeler[5 - Mütearife: İspatlanamayan ve ispatına gerek duyulmayan fakat doğruluğu kabul edilmiş önerme. (e.n.)] umumi hakikatleri ifade eden mütearifeler değildir. Miktar ve şekil itibarıyla hakikat olan bir şey mesela ‘ahlak’ta ekseriya fahiş bir hatadır. Bu son ilimde umumiyetle parçaların toplamı bütüne eşittir mütearifesi yanlıştır. Kimyada da bu mütearife hatalıdır. Aynı veçhile muharrik makinelerin takdiri için de yanlıştır. Çünkü muayyen iktidarda iki makine müştereken bir iş için kullanılsa bunların hasıl ettikleri iktidar behemehâl o iki makinenin tek başına haiz oldukları iktidarların toplamına eşit olmak lazım gelmez. Daha birçok riyazi hakikatler vardır ki ancak bir dereceye kadar doğrudurlar. Lakin matematikçiler muhakemelerini tashihi gayri kabil bir surette -sanki umumi ve kati bir tatbik kabiliyetleri varmış gibi- kendi ‘mutlak hakikat’lerine tevfik ediyorlar. Vakıa herkes de onları “mutlak hakikat” telakki ediyor. Briyant, ‘Mitoloji’ isimli şayanı dikkat kitabında bu hataların menşesini gösteriyor, diyor ki: ‘Putperestlik masallarına kimse inanmamakla beraber sanki canlı hakikatlermiş gibi mütemadiyen onlardan sonuçlara varacak kadar kendimizi unutuyoruz. Vakıa bizzat putperest olan cebircilerimiz bazı putperest masallarına inanıyor ve onlardan neticeler çıkarıyorlar. Bunun sebebi kendilerini unutmaktan ziyade anlaşılmaz bir zihin karışıklığıdır. Hülasa ben hakiki hiçbir matematikçi görmedim ki karekökleriyle eşitliklerinin haricinde kendisine itimat caiz olsun. Bir tek matematikçi görmedim ki ‘Px+x
’nin kati ve bila şart ‘q’ya eşit olduğuna gizlice iman etmiş olmasın. Eğer hoşunuza giderse tecrübe için bu efendilerden birisine ‘Px+x
’nin behemehâl ‘q’ya eşit olmaması ihtimali olduğuna inandığınızı söyleyiniz ve ne söylemek istediğinizi ona anlattığınız zaman onun kolunun yetişeceği yerden mümkün olduğu kadar süratle uzaklaşınız çünkü şüphesiz sizi tepelemeye çalışacaktır.’ ”
Son mülahazaları üzerine gülmemi zapt etmeye gayret ettiğim sırada Dupin sözüne devam ederek dedi ki:
“Demek istiyorum ki eğer nazır bir matematikçi olsaydı polis müdürü bana verdiği senedi imza etmeye mecbur olmazdı. Ben nazırı bir matematikçi ve bir şair olarak tanıyordum. Onun için nazırın bulunduğu hâl ve mevkiyi nazar-ı itibara alarak onun kabiliyetine göre tedbirlerimi aldım. Ben biliyordum ki bu bir saray adamı ve azimkâr bir entrikacıdır. Böyle bir adamın muhakkak surette polisin faaliyetini haber alacağını ve polisin kendine hazırladığı tuzağı tabii evvelden tahmin etmiş bulunacağını düşündüm. Hadiseler de bunu ispat etti. Kendi kendime ‘Evinde yapılacak araştırmaları da evvelden hesap etmiştir.’ dedim. Polis müdürünün gelecekte muvaffakiyetine yardımcı telakki ettiği o sık sık gece kaybolmalarına ben, polisin mektubun evde olmadığına kani olması için serbestçe araştırmaları kolaylaştırmak üzere yapılmış bir hile nazarıyla bakıyordum. Yine hissediyordum ki araştırmalar hâlinde polisin değişmeyen prensiplerine ilişkin bütün o düşünceler silsilesi -size bunu şimdi güçlükle anlatabilirim- işte bu düşünceler silsilesi tabiatıyla nazırın zihninden geçmişti. Bu hâlin onu, bütün bayağı ‘saklanacak yerlerden’ vazgeçmeye mecbur etmesi tabii idi. Bu adam, evindeki en karışık, en derin ‘saklanacak yerlerin’ polis müdürü tarafından kullanılan büyüteçler, burgular, sondalar karşısında, bir oda methali veya bir dolap kadar kolay keşfedilecek yerler olduğunu anlamayacak derecede akılsız olmayacağı şüphesizdi. Hülasa ben görüyordum ki onun, tabii bir meyle kapılmayınca gayet sade bir yol takip etmesi icap ederdi. Ben bu sırrın polis müdürünü bu kadar aciz bırakması ihtimal ki pek açık ve sade olmasından mütevellit olduğunu söylediğim zaman müdür nasıl bir kahkaha koparmıştı, hatırlarsınız.”
Dedim ki:
“Evet, kahkahasını pekâlâ hatırlıyorum. Hakikaten kendisine sinir nöbeti geliyor zannetmiştim.”
Dupin devam etti:
“Maddi âlem tamamı tamamına gayrı maddi âleme benzerliklerle doludur, işte bir istiare[6 - İstiare: Bir kelimenin manasını muvakkaten başka manada kullanmak veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de benzediği başka bir varlığın adını verme sanatına istiare denir. Cesur ve kuvvetli bir insana “aslan”, kurnaz bir kimseye “tilki” demekle istiare yapmış oluruz. (e.n.)] veya bir mukayesenin bir delili kuvvetlendireceği ve bir tavsifi güzelleştireceği hakkındaki edebî kanaate hakikat rengi veren de bundan başka bir şey değildir. Mesela: Atalet kuvveti prensibinin fizikî ve metafizikî mahiyetleri birbirinin aynıdır. Büyük cisimler küçük cisimlerden daha güç hareket ettirilir. Ve hareketin miktarı bu müşkülatla mütenasiptir. İşte şu söyleyeceğim misalde hareketin miktarı ne kadar müspetse, müşkülat da o kadar mümasildir: Büyük bir istidat sahibinin şuuru, o kadar istidadı olmayanların şuuruna nispetle daha şiddetli, daha sabit ve faaliyet itibarıyla daha arızalıdır. Hâlbuki istidadı az olanların şuurları, daha güçlükle faaliyete geçer ve daha ziyade tereddüt içinde bocalar. Diğer misal: Farkında mısınız? Mağaza levhaları içinde en ziyade nazarıdikkati celbeden hangileridir?”
“Buna dikkat etmek hiç aklıma gelmedi.” dedim.
Dupin devam etti:
“Bir ‘bulmaca’ oyunu vardır. Bu, bir coğrafya haritasıyla oynanır. Oyunculardan biri diğerine herhangi bir kelime, mesela bir şehir, bir nehir, bir hükûmet veya bir imparatorluk ismi tutmasını rica eder. Hülasa haritanın rengârenk ve karışık sahası içinde herhangi bir kelime tutulur. Oyunun acemisi olan bir kimse genellikle karşısındakinin kolay bulamaması için haritada en küçük harflerle yazılmış isimleri tutar. Hâlbuki oyunda mahir olanlar haritanın bir ucundan öbür ucuna kadar uzanan büyük harflerle yazılmış kelimeleri seçerler. İşte büyük harflerle yapılan ilanlar gibi bu harflerle yazılan kelimeler de son derece meydanda olmaları dolayısıyla gözden kaçarlar. Burada da maddi unutkanlık; müptezel ve göze girecek kadar meydanda ve el ile tutulacak bir hâlde olan mülahazaları gözden kaçıran bir fikrin manevi dikkatsizliğine tamamıyla mümasildir. Lakin öyle görünür ki bu durum polis müdürünün zekâsının biraz altında veya üstünde bir durumdur. O, nazırın mektubunu, herhangi bir şahsın görmesine mâni olmak için herkesin gözüne sokacağını hiçbir zaman imkân ve ihtimal dâhilinde zannetmedi.
Lakin ben D…’nin cüretkâr, seçkin ve parlak fikrini ve mektubu istediği zaman kullanmak üzere daima el altında bulundurmak mecburiyetinde olduğunu ve polis müdürünün bize verdiği kati tafsilat üzerine mektubun alelade ve usulü dairesinde yapılan araştırmalar sahasında olmamasının tabii bulunduğunu ne kadar düşündümse o kadar kani oldum ki nazır mektubunu gizlemek için dünyanın en mahirce, en geniş bir çaresine tevessül ederek onu saklamak teşebbüsünde bile bulunmayacaktır.
Bu düşünceler üzerine gözüme yeşil camlı bir gözlük uydurdum ve bir sabah bir tesadüf eseri imiş gibi nazırın konağına gittim. D…’yi evinde buldum. Esniyor, avare avare dolaşıyor ve son derece canı sıkıldığını iddia ediyordu. D… belki bugünün hakikaten en kudretli adamlarından biridir. Lakin bu kudret kendisini kimsenin görmediğine emin bulunduğu zamana mahsustur.
Ondan geri kalmamak için gözlerimin zaafından ve gözlük takmak mecburiyetinde bulunduğumdan şikâyet ettim. Lakin gözlük camlarının arkasından bütün apartmanı dikkatle ve inceden inceye teftiş ediyor, aynı zamanda ev sahibi ile konuşmaya dalmış gibi görünüyordum. Bilhassa onun önünde oturduğu geniş bir yazı masasına dikkat ediyordum. Bu, masanın üstünde birtakım mektuplar, kâğıtlar karmakarışık duruyor ve bir de bir iki musiki aleti ve birkaç kitap bulunuyordu. Uzun bir tetkikten sonra burada şüphelerimi uyandıracak hususi hiçbir şey görmedim.
Nihayet odayı gözden geçirirken gözüm dantele ile süslenmiş pek adi bir kart cüzdanına ilişti. Bu, kart cüzdanı kirli bir mavi kurdele ile ocak siperinin üstünde küçük bir düğmeye asılmıştı. Üç dört gözü olan bu kart cüzdanının gözlerinde beş altı kartvizit ve tek bir mektup vardı. Bu mektup pek ziyade buruşmuş, kirlenmiş ve sanki kıymetsiz bir şey imiş de önce yırtılıp atılmak istenmiş lakin sonra vazgeçilmiş gibi ortasından ikiye ayrılacak derecede yırtılmıştı. Mektubun üzerinde gayet aşikâr görünen ‘D…’ markasıyla geniş bir siyah mühür vardı. Adres nazıra hitaben yazılmıştı. Yazı gayet ince bir kadın yazısı idi. Sanki ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi gelişigüzel kart cüzdanının üst gözüne atılıvermişti.
Gözüme ilişir ilişmez aradığım mektubun bu olduğuna hükmettim. Görünüşte tabii polis müdürünün bize o kadar inceden inceye tarifini okuduğu şekilden büsbütün başka idi. Burada mühür geniş ve siyah ve aynı zamanda ‘D…’ markasını taşıyordu. Öteki tarifte ise mühür küçük, kırmızı ve dukalığın aile markası olan ‘S…’ harfini taşıyor olması lazımdı. Burada adres gayet ince bir kadın yazısıyla nazıra yazılmıştı. Tarifte ise cüretli, azimkâr bir el ile bir haşmetpenaha yazılmış bulunacaktı. İki mektup yalnız ebat itibarıyla birbirine benziyordu. Lakin neticede esas olan bu mübalağalı fark, yani kâğıdın kirliliği ve hazin hâli, buruşukluğu ve yırtıklığı D…’nin o kadar intizamperver olan hâliyle bir tezat teşkil ediyordu ve gösteriyordu ki bundan maksat bunu tamamıyla kıymetsiz bir vesika şeklinde göstererek bir meraklıyı aldatmaktı. Ziyaretçilerin gözü önünde bırakılmış olmasını, benim evvelce ettiğim muhakemeden aldığım neticelerle karşılaştırınca diyordum ki bütün bunlar, şüphe üzerine eve gelen bir kimseyi aldatmak için yapılmış olduklarını teyit eder.
Ziyaretimi, mümkün olduğu kadar uzattım ve nazırın daima şiddetle alakadar olduğunu bildiğim bir nokta hakkında onunla gayet hararetli bir mübahaseye[7 - Mübahase: Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında olan konuşma. (e.n.)] giriştim. Mütemadiyen gözümü mektuptan ayırmıyordum. Bir taraftan bu tetkikatı yaparken bir taraftan da mektubun haricî manzarasını ve kart cüzdanındaki vaziyetini düşünüyordum. İşin sonunda öyle bir keşif yaptım ki zihnimdeki en ufak bir şüphe bile zail oldu. Kâğıdın kenarlarını tetkik ederken bunların gayritabii bir surette tarazlanmış olduklarını gördüm. Kırılan bir mukavvanın kenarlarına benziyordu. Sanki mukavva bir ‘kâğıt kesecek’le bükülmüş, sonra aynı hat üzerinde tekrar kıvrılmıştı. Bu keşif benim için kâfiydi. Mektubun bir eldiven gibi tersine çevrildiği, tekrar bükülüp tekrar mühürlendiği meydanda idi. Birdenbire nazırı selamladım ve altın bir sigara tabakasını masasının üzerinde kasten unutarak ayrıldım.
Ertesi sabah sigara tabakasını aramak için tekrar geldim. Bir gün evvelki konuşmaya tekrar hararetle başladık. Lakin konuşma başladığı sırada konağının penceresinin altında gayet kuvvetli bir silah sesi duyuldu. Silah sesinden sonra halkın çığlığı ve küfürleri aksetti. D… pencereye koştu. Açtı ve sokağa baktı. Ben o anda kart cüzdanına doğru gittim. Mektubu aldım. Cebime koydum ve onun yerine haricî manzarası tamamıyla mektubun aynı olan diğer bir mektup koydum. Ben bu mektubu evimde büyük bir özenle hazırlamış ve ona ekmek içinden yaptığım ‘D…’ markasını basmıştım.
Sokaktaki gürültü, silahlı bir kaçığın aklına eserek bir kadın ve çocuk kalabalığı içinde silahını boşaltmasından ileri gelmiş lakin silahta kurşun olmadığı için ona bir kaçık, bir meczup ve bir sarhoş nazarıyla bakılarak yoluna devam etmesine müsaade edilmişti. Adam gidince D… pencereden çekildi. Ve kıymetli mektubun cebimde olduğunu bir daha kontrol ettikten sonra hemen ben de onu takip ettim. Biraz sonra da ondan ayrıldım. Deli zannolunan adam tarafımdan para ile tutulmuştu.”
Dostuma sordum:
“Maksadınız ne idi ki aldığınız mektubun yerine bir sahtesini koydunuz? İlk ziyaretinizde mektubu alıp, hiçbir tedbire müracaat etmeden çıkıp gitmeniz daha sade olmaz mıydı?”
Dupin cevap verdi:
“D…, her şeyi yapabilen bir adamdır. Sonra da sağlam bir adamdır. Zaten konağında kendine sadık hizmetçileri var. Eğer sizin söylediğiniz garip hareketi yapmış olsaydım evinden sağ çıkmazdım. Paris ahalisi artık benden bahsolunduğunu işitmezlerdi. Lakin bu mülahazaları bir tarafa bırakalım, benim hususi bir maksadım vardı. Siz, benim siyasi temayüllerimi bilirsiniz. Bu işte ben mevzubahis kadının taraftarı sıfatıyla hareket ettim. İşte on sekiz aydır ki nazır onu avucu içinde tutuyor. Şimdi de o kadın, nazırı hükmü altına almıştır. Çünkü nazır mektubun artık kendi evinde olmadığını bilmiyor. Mutadı olan şantajına yine başlamak isteyecek ve behemehâl bu teşebbüs siyaseten yıkılmasına sebep olacak. Düşüşü de pek çabuk ve pek maskaraca vukuya gelecektir. Açıkça inmenin çıkmaktan daha kolay olduğu söyleniyor. Lakin tırmanmak hususunda Catalani’nin terennüm hakkındaki sözü söylenebilir: ‘Çıkmak, inmekten daha kolaydır.’ Bu işte benim düşecek olan D…’ye hiçbir meylim hatta merhametim yoktur. Bu seciyesiz bir dâhidir. Bununla beraber, size itiraf edeyim ki polis müdürünün herhangi bir kimse dediği zat tarafından nazıra meydan okuyup da nazırın, kart cüzdanına bıraktığım mektubu açmaya mecbur olduğu zaman neler düşüneceğini iyice öğrenmek isterim.”
“Nasıl! Siz o mektuba başka bir şey mi yazdınız?”
“A canım! Mektubun içini tamamıyla boş bırakmanın pek de muvafık olamayacağını zannettim. Çünkü bu ona bir hakaret olacaktı. Vaktiyle D…, Viyana’da bana fena bir oyun oynadı. Ben de ona tamamıyla latife tarzında, bu oyunu unutmayacağımı söyledim. Bunun için bu defadaki oyunu kendisine kimin oynadığını öğrenmek isteyeceğini bildiğimden ona herhangi bir emare bırakmamak yazık olur diye düşündüm. D…, benim yazımı pek iyi tanır. Ben de sahifenin tam ortasına şu kelimeleri yazdım:
Bu derece meşum bir suiniyet
Atre’ye değilse Tiyest’e layık[8 - Atre: Yunan esatirinde biraderi Tiyest’e karşı olan kini ve ondan aldığı müthiş intikamıyla meşhur bir kral oğludur. Tiyest’in iki oğlunu kesmiş ve bir ziyafette babalarına yedirmiştir. Fakat üçüncü oğlu tarafından katlolunmuştur.]
Siz bu mısraları Crebillon’nun ‘Atre’sinde bulursunuz.
ALTIN BÖCEK
Birkaç sene evvel Mister William Legrand’la sıkı dost olmuştum. Bu eski bir Protestan ailesindendi. Vaktiyle zengin imiş. Lakin bir sıra felaketler onu sefalete, zarurete düşürmüş; felaketlerinin sebep olacağı zilletten kaçınmak için ecdadının memleketi olan New Orleans’ı terk etmiş; Güney Carolina’de, Charleston civarındaki Sullivan Adası’nda oturmaya başlamıştı.
Bu ada en garip adalardan biridir. Denizin kumlarından teşekkül etmiştir. Takriben üç mil uzunluğundadır. Enliliğine gelince ancak bir meylin dörtte biri kadardır. Karadan görünür görünmez bir boğazla ayrılmıştır. Bu boğazın suları bir saz kütlesi arasından süzülür. Sazlık karatavukların mutat karargâhıdır. Adada tenebbüt[9 - Tenebbüt: Bitkilerin yerden çıkıp yetişmesi, yeşermesi. (e.n.)] tahmin edileceği üzere pek fakirdir yahut daha doğrusu cüce ve cılızdır. Orada biraz yükselmiş ağaç yoktur. Adanın batı müntehasında[10 - Münteha: Son, bitim. (e.n.)] Moultrie istihkâmının yükseldiği ve sefil birkaç ahşap barakanın bulunduğu mahalde vakıa birkaç cüce hurma ağacı vardır. Buradaki barakalar yazın Charleston’un tozundan, sıtmasından kaçan kimselerin meskenleridir. Adanın bu batı ucu müstesna olmak üzere sıkıntılı ve beyazımtırak bir saha deniz kenarını kuşatır. Kenarı, sık bir çalılık ve İngiliz bahçıvanlarının o kadar itibar ettikleri kokulu mersinlerle örtülüdür. Çoğu ağacın boyu, on beş yirmi kademi geçmez. Bunlar orada hemen geçilmez bir baltalık teşkil eder; havayı koku ile doldururlar.
Bu baltalığın en derin yerinde, adanın doğu müntehasında Legrand bizzat bir kulübe yapmıştı ve ben kendisiyle ilk defa tanıştığım zaman burada oturuyordu. Bu tanışma kısa bir zamanda dostluğa inkılap edecek derecede olgunlaştı. Çünkü muhakkak bu aziz münzevide alaka ve hürmet uyandıran bir hâl vardı. Onda kuvvetli bir terbiye gördüm. Bu terbiye, herkeste görülmeyen ruhi kabiliyetlerle bir kat daha kuvvet bulmuştu. Lakin merdümgirizlik[11 - Merdümgiriz: İnsanlara karışmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan kimse. (e.n.)] bunu ihlal ediyor ve fena hâlde üst üste melankoli ve heyecan nöbetleri geçiriyordu. Evinde birçok kitap olmakla beraber bunlarla nadiren meşgul oluyor; başlıca eğlencesi balık avlamak ve sahilde mersin ağaçları arasında dolaşarak deniz hayvanları kabuklarını aramak ve haşerat toplamaktan ibaret bulunuyordu. Onun haşerat koleksiyonu Hollandalı meşhur Swammerdamm’ı hasede düşürecek derecede mükemmeldi. Ekseriya gezintilerinde Jüpiter isminde ihtiyar bir zenci ona refakat ediyordu. Bu zenci, aile felakete uğramadan evvel azat edilmiş lakin ne tehditler ne vaatler ona efendisini terk ettirememişti. Onu her yerde takip etmeyi kendisi için bir hak addediyordu. İhtimal ki Legrand’ın ailesi onun aklında biraz bozukluk olduğuna hükmederek firarinin yanında bir nevi bekçi olsun diye Jüpiter’in inadını teyit etmişlerdi.
Sullivan Adası’nın arz derecesinde kışlar nadiren şiddetli olur. Bununla beraber 18.. senesi ekiminin ortalarına doğru bir gün çok şiddetli bir soğuk oldu. Tam güneş batmazdan evvel baltalık içinden geçerek dostumun kulübesine gittim. Kendisini birkaç haftadan beri görmemiştim. O vakit ben adadan dokuz mil uzakta Charleston’da oturuyordum. Adaya gidip gelmek bugünkü kadar kolay değildi. Kulübeye gelince âdetim üzere kapıya vurdum. Cevap alamadığım için nerede saklandığını bildiğim anahtarı aradım. Kapıyı açtım, içeri girdim. Ocakta güzel bir ateş yanıyordu. Bu şüphesiz, beklenilmeyen fakat çok hoş bir tesadüftü. Paltomu çıkardım, alev alev yanan ateşin yanına bir koltuk sürdüm. Kemal-i sabırla ev sahiplerinin geri dönüşünü bekledim.
Gece olduktan biraz sonra onlar da geldiler. Ve bana pek samimi bir kabul gösterdiler. Gülerken ağzı kulaklarına varan Jüpiter uğraşıyor ve akşam yemeği için bir karatavuk yemeği hazırlıyordu. Legrand kendi heyecan nöbetlerinden birine tutulmuştu. Hakikaten buna başka ne denilebilirdi? O, istiridye cinsinden görülmemiş bir hayvan bulmuştu. Bu, yeni bir cins teşkil ediyordu. Daha iyisi Jüpiter’in yardımıyla tamamen yeni zannettiği bir hunfesa avlamıştı.[12 - Bu böceğe avam “bok böceği” ismini verir, kelime çirkin olduğu için ilmî terimini kullandım.] Bu böcek hakkında ertesi sabah benim fikrimi öğrenmek istiyordu. Ateşin karşısında ellerimi ovuşturarak ve içimden Bütün hunfesa nevilerini şeytanlar götürsün! diyerek sordum:
“Niçin yarın sabah da bu akşam değil?”
Legrand dedi ki:
“Ah! Sizin burada olduğunuzu bilmiş olsaydım! Lakin sizi çoktan beri görmedim. Tam bu gece beni ziyaret edeceğinizi nasıl tahmin edebilirdim. Kulübeye gelirken İstihkâm Zabiti Mülazım G…’ye tesadüf ettim, büyük bir gafletle böceği ona ödünç olarak verdim. O suretle ki böceği yarın sabahtan önce görmeniz kabil olmayacak. Bu gece burada kalınız, sabah güneş doğar doğmaz Jüpiter’i gönderir, aldırırım; bu, Hakk’ın en büyüleyici bir mahluku.”
“Ne? Güneş doğar doğmaz mı?”
“Hayır, ah ne diyecektim! Hunfesa, parlak altın renginde, iri bir ceviz büyüklüğündedir, sırtının en nihayetinde siyah kehribar renginde iki leke var. Üçüncü bir leke de ötekine doğru uzanmış. Lamiselerine[13 - Haşeratın başında avamın boynuz dedikleri bu lamise uzuvlarına Fransızca “anten” derler. Diğer taraftan aynı lisanda “eten” kalay demektir. Bu iki kelime arasındaki benzeyiş zenciyi yanıltmıştır.] gelince…”
Jüpiter sözünü keserek dedi ki:
“Üzerinde kalay yok Mösyö Will! Hunfesa altın bir böcek. Bir ucundan öbür ucuna kadar som altın. Ben ömrümde bunun yarısı kadar bir hunfesa görmedim.”
Bana öyle geldi ki, Legrand vaziyetin icap ettiği dereceden daha sert bir tarzda cevap verdi:
“Pekâlâ! Tutalım ki haklısınız. Lakin bir pire için bir yorgan yakılır mı? Haşerenin rengi (bana dönerek) Jüpiter’in fikrini doğru telakki ettirebilir, siz bu hayvanın kanatlarındakinden daha ziyade madenî parlaklığı hiçbir yerde görmemişsinizdir. Lakin bunu ancak yarın anlayabilirsiniz. O vakte kadar haşerenin şekli hakkında bir fikir vermeye çalışacağım.”
Söz söylediği sırada küçük bir masanın önüne oturdu. Masanın üstünde kalem ve mürekkep vardı. Lakin kâğıt yoktu. Bir çekmecede kâğıt aradı fakat bulamadı.
Nihayet dedi ki:
“Ne ehemmiyeti var, bu kifayet eder.”
Yeleğinin cebinden bir şey çıkardı. Bu, bana çok pis bir parşömen parçası gibi geldi. Bunun üstüne kalemle kroki gibi bir şey yaptı. Bu esnada ben ateşin karşısındaki yerimden ayrılmadım. Çünkü hâlâ çok üşüyordum. Resmi bitince ayağa kalkmadan bana verdi. Krokiyi elinden alırken kuvvetli bir homurtu ve akabinde kapının tırmalandığı duyuldu. Jüpiter kapıyı açtı. Legrand’ın büyük ternöv cinsi iri köpeği içeri hücum etti, omuzlarıma sıçradı, beni nevazişleriyle[14 - Nevaziş: İltifat, gönül alma, okşama. (e.n.)] ezdi. Çünkü evvelki ziyaretlerimde onunla çok meşgul olmuştum. Köpek yaltaklanmasını bitirdiği zaman kâğıda baktım. Doğrusunu söylemek lazım gelirse dostumun resmi beni oldukça şaşırttı.
Birkaç dakika resmi seyrettikten sonra dedim ki:
“Evet, bu garip bir hunfesa. İtiraf ederim ki benim için yeni bir şey… Ben buna benzer bir şey görmedim. Bu bir kafatasına veyahut bir ‘ölü başı’na benziyor. Bunlardan başka benim tetkik ettiğim haşerattan hiçbirisine benzetmek ihtimali yok.”
Legrand tekrar etti:
“Ah, evet, bir ‘ölü başı’… Kâğıttaki resimde ona benzeyen cihetler var. Anlıyorum. Üstteki iki siyah leke göz gibi duruyor. Daha alttaki uzunca leke bir ağız zannını veriyor, değil mi? Zaten umumi şekli de beyzidir.”[15 - Beyzi: Yumurta biçiminde, söbe, oval.]
Dedim ki:
“Bu belki böyledir. Lakin Legrand, korkarım ki sizin ressamlığınız da noksan olmasın. Ben haşereyi görünceye kadar bekleyeceğim, o zaman şekli hakkında tam bir fikir edinirim.”
Biraz canı sıkılarak dedi ki:
“Çok iyi. Bilmem nasıl oluyor. Ben oldukça güzel resim yaparım. Hiç olmazsa iyi resim yapmalıyım. Çünkü çok iyi üstatlardan ders aldım. Kendimin büsbütün kabiliyetsiz olduğumu da iddia edemem.”
Dedim ki:
“O hâlde aziz arkadaşım! Siz latife ediyorsunuz. Bu oldukça iyi bir kafatası resmidir. Hatta teşrihteki[16 - Teşrih: Bir sorunu veya konuyu ele alıp en ince noktalarına kadar gözden geçirerek anlatma, açımlama. (e.n.)] kemik bahsinin bu kısmı hakkında almış olduğum fikirlere nazaran mükemmel bir kafatası diyebilirim. Sizin hunfesa ise dünyadaki hunfesaların en garibidir. Eğer buna benziyorsa bunun üzerine heyecan verici bir hurafe tesis edebiliriz. Ben tahmin ediyorum ki siz haşerenize ‘scaraboeus caput hominis’ [insan başı şeklinde hunfesa] ismini vereceksiniz. Yahut buna yakın bir isim koyacaksınız. Tabii bilimler kitaplarında bu neviden birçok isimler vardır. Lakin bahsettiğiniz lamiseler nerede?”
Anlaşılmaz surette kızışan Legrand dedi ki:
“Lamiseler mi? Sizin, lamiseleri behemehâl görmeniz lazım. Ben buna eminim. Ben onları aslındaki kadar göze çarpacak bir tarzda yaptım.”
Dedim ki:
“Hele şükür! Lamiseleri yaptığınızı kabul edelim. Lakin doğrusu ben onları göremiyorum.”
Onun sabrını tüketmemek için bir söz ilave etmeyerek kâğıdı kendisine uzattım. İşin aldığı şekilden dolayı pek mütehayyirdim. Haşere krokisine gelince: Hakikaten görünürde lamise yoktu. Heyet-i umumiyesi şüphesiz alelade bir ölü başına benziyordu.
Canı sıkılmış bir tavırla kâğıdı aldı. Buruşturdu, şüphesiz sobaya atmak üzere iken tesadüfen gözü resme ilişti ve oraya dikildi, kaldı. Bir müddet yüzü kıpkırmızı oldu, sonra bembeyaz kesildi. Birkaç dakika yerinden kımıldamadı, resmi inceden inceye tetkike koyuldu. Sonra ayağa kalktı. Masanın üstünden bir şamdan aldı, gitti, odanın öbür ucunda bir sandığın üstüne oturdu. Orada kâğıdı evire çevire merakla tekrar tetkike başladı. Bununla beraber hiçbir şey söylemiyor ve hareketi benim son derece hayretimi mucip oluyordu. Lakin gittikçe artan hiddetini yeni bir tefsir ile ifrata vardırmamak için ihtiyatlı davranıyordum. Nihayet elbisesinin cebinden bir cüzdan çıkardı. Kâğıdı dikkatle cüzdana yerleştirdi ve hepsini bir yazıhaneye koydu ve anahtarla kilitledi. O andan itibaren hâli daha sakinleşti. İlk heyecanı tamamıyla kayboldu. Kendinde bir dargındık hâlinden ziyade bir toplanış hâli vardı. Gecenin saatleri ilerledikçe hayallerine bir kat daha dalıyordu. Hiçbir söz onu bu dalgınlıktan ayıramadı. O gece, gecemi kulübede geçirmek niyetinde idim. Bunu birçok kereler yapmıştım. Lakin ev sahibinin hâlini gördükten sonra müsaade almayı daha muvafık buldum. Beni alıkoymak için hiçbir harekette bulunmadı. Mutattan daha ziyade bir nezaketle elimi sıktı.
Bu sergüzeştten takriben bir ay sonra -bu müddet zarfında Legrand’dan bahsedildiğini bile duymadım- Charleston’da, hizmetçisi Jüpiter beni ziyarete geldi. Ben bu iyi kalpli ihtiyar zenciyi hiç bu kadar meyus, bu kadar düşkün görmemiştim. O anda dostumun ciddi bir felakete uğramış olmasından korkmaya başladım.
Dedim ki:
“Hoş geldin Jüp! Yeni bir şey mi var? Efendin nasıldır?”
“Vallahi doğrusunu söylemek lazım gelirse sıhhati istenildiği kadar iyi değil.”
“İyi değil ha! Hakikaten bu haber beni çok müteessir etti. Neden şikâyet ediyor?”
“Ah, işte mesele burada! Hiçbir şeyden şikâyet etmiyor. Lakin ne olursa olsun çok hasta!”
“Çok hasta Jüpiter, öyle mi? Bunu hemen neye söylemedin; yatakta mı?”
“Hayır, hayır, yatakta değil. O, hiçbir yerde değil, işte beni endişeye düşüren hâl de bu! Fikrim zavallı Mösyö Will hakkında çok endişeli!”
“Jüpiter! Bütün bu söylediğin sözlerden bir şey anlamak istiyorum. Efendin hasta diyorsun. Neden muzdarip olduğunu sana söylemedi mi?”
“Oh mösyö! Bunun için zihin yormanın hiç faydası yok. Mösyö Will hiçbir rahatsızlığı olmadığını söylüyor lakin o hâlde niçin düşünceli, gözü yere dikilmiş, omuzları kamburlaşmış, rengi kaz tüyü gibi bembeyaz, uçuk, serseri serseri dolaşıyor? Niçin daima rakamlar döküyor?”
“Ne yapıyor, Jüpiter?”
“Bir taş tahta üzerine rakamlar döküyor, hiç görmediğim garip garip işaretler yapıyor. Ne olursa olsun ben korkmaya başladım. Yalnız gözlerim ona bakmalı; başka hiçbir yere bakmamalı. Geçen gün güneş doğmadan elimden kaçtı. Allah’ın bütün bir günü görünmedi. Eve döndüğü zaman onu adam akıllı dövmek için bir sopa hazırladım. Lakin ben o kadar budalayım ki geldiği zaman dövmeye cesaret edemedim. O kadar meyus bir hâli var ki…”
“Ah, sahih mi? Öyle ise işin sonunda zavallı adama karşı müsamahalı davranmakla daha iyi ettin. Onu kırbaçlamamalı Jüpiter! İhtimal ki tahammül edecek hâlde değildir. Lakin bu hastalığa, daha doğrusu hâlindeki bu değişime sebep olan şey hakkında bir fikrin var mı? Sizi gördüğüm günden sonra başına bir felaket mi geldi?”
“Hayır mösyö, o zamandan beri başına sıkılacak hiçbir şey gelmedi. Lakin o günden evvel geldi. Hatta korkarım ki sizin bulunduğunuz gün sıkılmış olmasın.”
“Nasıl? Ne demek istiyorsun?”
“Eh mösyö! Ben hunfesadan bahsetmek istiyorum, işte o kadar…”
“Neden?”
“Hunfesadan! Eminim ki bu altın hunfesa Mösyö Will’i kafasının bir yerinden soktu.”
“Böyle bir zanda bulunmak için ne gibi delilin var Jüpiter?”
“Böceğin sokacak kıskaçları var ya mösyö! Sonra ağzı da var. Ben hiç böyle sihirli hunfesa görmedim. Kendine yaklaşanları tutuyor, ısırıyor, önce Mösyö Will onu tuttu. Lakin pek çabuk bıraktı. Sizi temin ederim ki şüphesiz işte o zaman böcek onu ısırdı. Bu böceğin şekli, ağzı benim hiç de hoşuma gitmiyordu, muhakkak onun için parmaklarımla tutmak istemedim. Lakin bir kâğıt parçası aldım. Onunla avuçladım. Onu kâğıtla sardım. Ağızda küçük bir kâğıt parçasıyla… İşte ben böyle yaptım.”
“Demek ki sen efendinin hakikaten hunfesa tarafından ısırıldığını ve bu ısırmanın onu hasta ettiğini zannediyorsun, öyle mi?”
“Ben hiçbir şey zannetmiyorum. Biliyorum. Altın hunfesa tarafından ısırılmasından dolayı değilse niçin daima altını sayıklıyor? Ben evvelce de bu altın hunfesalardan bahsolunduğunu işittim.”
“Lakin onu sayıkladığını nasıl biliyorsun?”
“Nasıl mı biliyorum? Çünkü uykuda bile onu söylüyor, işte bunun için biliyorum.”
“Jüpiter hakikatte belki haklısın lakin senin bugünkü ziyaretinin sebebini anlayabilir miyim?”
“Ne demek istiyorsunuz mösyö?”
“Mösyö Legrand’dan bana bir haber mi getiriyorsun?”
“Hayır mösyö! Size şu mektubu getiriyorum.”
Jüpiter bana bir kâğıt uzattı. Kâğıtta şu satırları okudum:
Azizim,
Sizi bu kadar uzun bir zamandan beri niçin göremedim? Ümit ederim ki benim ufak bir huşunetime darılacak kadar çocuk değilsiniz. Lakin hayır, bu hiç de ihtimal dâhilinde değil.
Sizi gördüğümden beri büyük bir endişem var. Size söyleyecek sözüm olduğu hâlde nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Hatta bilmiyorum ki söyleyecek miyim?
Birkaç günden beri tamamıyla sıhhatte değilim, zavallı ihtiyar Jüpiter bütün hüsnüniyetleri ve dikkatleriyle beraber, tahammül edilmez derecede canımı sıkıyor. Geçen gün elinden kaçarak bütün bir gün karada, tepeler arasında dolaştığımdan dolayı beni dövmek için kocaman bir sopa hazırlamış, zannediyorum ki simamın bozukluğu beni sopadan kurtaran yegâne amil olmuştur.
Sizi gördüğüm günden beri koleksiyonuma hiçbir şey ilave edemedim. Eğer fazla mahzur yoksa Jüpiter’le beraber geliniz. Geliniz, geliniz. Gayet mühim bir mesele için bu akşam sizi görmek istiyorum. Sizi temin ederim ki iş son derece mühimdir.
Sadık dostunuz
William Legrand
Bu mektubun tarzında bir şey vardı ki bana büyük bir endişe verdi, üslubu Legrand’ın mutat üslubundan büsbütün başka idi. Acaba yine hayalinde ne münasebetsizlikler var? Acaba hangi kurt o kadar çabuk tahriş edilen beynini yiyip duruyor? O kadar ehemmiyetli olan hangi iş onun elinden gelebilir? Jüpiter’in verdiği malumat hiç iyi bir şeyi tahmin ettirmiyor. Ben dostumun düçar olduğu ızdırabın, sonunda onun büsbütün aklını zıvanasından çıkaracağı korkusuyla titriyordum. Bir dakika tereddüt etmeden zenciye refakat etmek için hazırlandım.
Rıhtıma vardığım zaman bir orak ve üç çapa gördüm. Bunların üçü de yepyeni idi. Bineceğimiz kayığın içine konulmuştu.
Sordum:
“Jüpiter bütün bunlar nedir?”
“Bunlar bir orak ve çapalardır mösyö.”
“Ben de görüyorum lakin bunların burada ne işi var?”
“Bu orakla bu çapaları Mösyö Will şehirden satın almamı emretti. Ben de onları çok pahalı olarak satın aldım. Bu bize dünyanın parasına mal oldu.”
“Fakat dünyadaki bütün esrar namına senin Mösyö Will bu orakla bu çapaları ne yapacak?”
“Siz bana bilmediğim şeyleri soruyorsunuz. Kani değilsem beni şeytanlar götürsün. Bütün bunlar hunfesadan çıkıyor.”
Jüpiter’den hiçbir izahat alamayacağımı görerek kayığa atladım ve yelkeni açtım. Çünkü zencinin bütün düşüncesini hunfesa cezbetmişti. Güzel ve kuvvetli bir meltem bizi pek çabuk Moultrie siperinin kuzeyinde bulunan küçük köye sevk etti. Takriben iki mil mesafe yürüdükten sonra kulübeye vardık. Saat öğleden sonra üç vardı. Legrand büyük bir sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Asabi bir tehalükle[17 - Tehalük: Can atma, çok isteme.] elimi sıktı. Bu bana endişe verdi ve uyanmaya başlayan şüphelerimi kuvvetlendirdi. Legrand’ın benzi bir hayalet siması gibi bembeyazdı. Gözleri tabii pek ziyade çukura gitmiş gayritabii bir surette parlıyordu. Sıhhatine dair birkaç sualden sonra söyleyecek başka söz bulamayarak Mülazım G…’nin hunfesayı kendisine iade edip etmediğini sordum. Pek ziyade kızararak cevap verdi:
“Oh! Evet, ertesi sabah böceği ondan aldım. Ne pahasına olursa olsun ben artık bu hunfesadan ayrılmam. İyice biliyor musunuz ki Jüpiter bu böcek hakkında tamamen haklıdır.”
Kalbimde müteessirce bir hissikablelvuku ile sordum:
“Ne hususta?”
“Hunfesanın hakikaten altından olduğuna hükmetmek hususunda.”
O, bu sözleri büyük bir ciddiyetle söyledi ve bana fena tesir etti ve devam etti:
“Bu hunfesa bana servet temin edecektir. O sayede ailemin kaybettiği emlaki tekrar elde edeceğim. Onun için bu böceğe bu kadar kıymet verişime hayret edilir mi? Mademki talih onu bana ihsan etti, ben de artık onu iyi kullanarak böceğin getireceği altına erişeceğim. Jüpiter! Şunu bana getir!”
“Ne o! Hunfesayı mı? Mösyö, ben hunfesa işine elimi sürmek istemem, siz onu kendiniz alınız.”
Bunun üzerine Legrand ağır ve azametli bir tavırla kalktı, böceği cam bir fanus altından aldı. Bu, o devirde tabiat âlimlerince bilinmeyen ve ilim bakımından büyük bir kıymeti olmak lazım gelen fevkalade bir hunfesa idi. Sırtının bir ucunda siyah ve yuvarlak iki leke vardı. Öbür ucunda uzunca diğer bir leke görülüyordu. Üst kanatları son derece sert ve parlaktı. Hakikaten esmerleşmiş altın manzarasında idi. Haşere şayanı dikkat bir derecede ağırdı. Ben her şeyi düşündükten sonra Jüpiter’i kanaatinden dolayı hataya düşmüş addedemezdim. Lakin Legrand bu hususta aynı fikirde bulunuyordu. İşte buna anlamak benim için kabil değildi. Hayatımı hasretsem bu muammayı halledemezdim.
Ben haşereyi tetkik edip bitirdiğim zaman o, azametli bir tavırla dedi ki:
“Ben nasihat almak için adam gönderip sizi çağırdım. Böcek hakkında yapılacak şeyler için sizin yardımınızı istiyorum.”
Sözünü keserek bağırdım:
“Azizim Legrand, siz şüphesiz rahatsızsınız, rahatsızlığa karşı tedbirler alsanız çok daha iyi edersiniz! Hemen yatağa giriniz, siz iyi oluncaya kadar, birkaç gün ben sizi beklerim. Nöbetiniz var ve…”
“Nabzıma bakınız.” dedi.
Nabzına baktım, doğrusu en ufak bir hararet alameti bulamadım.
“Lakin hararetiniz olmaksızın da hasta olabilirsiniz. Bu defalık olsun bana müsaade ediniz, size hekimlik edeyim. Her şeyden evvel hemen yatağa giriniz, sonra…”
Sözümü kesti:
“Aldanıyorsunuz, geçirdiğim şu heyecan zamanında bir insanda ne kadar iyilik tasavvur edilebilirse ben de o kadar iyiyim. Eğer siz beni tamamıyla iyi etmek isterseniz bu heyecanı teskin edersiniz.”
“Bunun için ne yapmalı?”
“Gayet kolay. Jüpiter’le ben karada, tepeler arasında bir tetkik gezintisine çıkıyoruz, katiyen itimat edebileceğimiz bir kimsenin yardımına ihtiyacımız var. İtimadımız olan yegâne adam sizsiniz. Teşebbüsümüz ister muvaffak olsun ister olmasın bende gördüğünüz coşkunluk sükûn bulacaktır.”
Cevap verdim:
“Her şeyde size hizmet etmek en büyük emelimdir. Sakin tepeler arasındaki dolaşmanızın bu uğursuz böcekle münasebeti olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?”
“Şüphesiz evet.”
“O hâlde Legrand! Böyle, tamamıyla manasız bir teşebbüste sizinle birlikte çalışmak benim için kabil değildir.”
“Teessüf ederim, teessüf ederim! Çünkü işi görmeye yalnız başımıza teşebbüs etmek lazım geliyor.”
“Yalnız başınıza mı! Ah! Hiç şüphe yok bedbaht aklını kaçırdı. Lakin bana bakın, yokluğunuz ne kadar zaman sürecek?”
“Belki bütün gece, hemen hareket edeceğiz, herhâlde güneş doğmadan evvel dönmüş bulunuruz.”
“Şerefiniz üzerine bana vadeder misiniz ki bu heves geçtikten ve böcek işi halledildikten sonra eve döneceksiniz ve evde sizin tabibiniz gibi benim tavsiyelerimi dinleyeceksiniz?”
“Size vadederim. Şimdi hareket edelim. Çünkü kaybedecek vaktimiz yoktur.”
Müteessir bir hâlde dostuma refakat ediyordum. Saat dörtte yola çıktık. Legrand, Jüpiter, köpek ve ben. Jüpiter orakla çapaları aldı. Anladığıma göre bu aletleri efendisinin eline bırakmaktan korktuğu için bunları kendisi yüklenmek istemişti. Jüpiter, köpek tabiatında idi: Bütün seyahat müddetince melun hunfesa kelimelerinden başka, ağzından söz çıkmıyordu. Benim elimde iki hırsız feneri vardı. Legrand’a gelince; yalnız hunfesayı almakla kanaat etmişti. Böceği bir sicimin ucuna bağlamış, düğmesine raptetmiş, yürürken sihirbaz tavrı takınıyor ve böceği bağladığı iplik vücuduna sarılıyordu. Ben dostumdaki kaçıklık alametini gördükçe gözyaşlarımı güçlükle zapt ediyordum. Bununla beraber kendisine karşı muvaffakiyetle neticelenebilecek müessir bazı tedbirler alıncaya kadar dostumun deliliklerine mümaşat[18 - Mümaşat: Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek. (e.n.)] etmeyi daha muvafık görüyordum. Lakin beyhude yere bu seyahatin hedefini anlamak için dostuma sualler yöneltmekten de geri kalmıyordum. Kendisine refakat hususunda beni ikna etmişti ve artık bu kadar ehemmiyetsiz bir mevzu üzerinde benimle konuşmak istemiyor görünüyordu. Bütün suallerime yalnız “Dur bakalım, görürüz.”den başka cevap vermeye tenezzül etmiyordu.
Adanın ucundaki köyden bir kayıkla karşıki sahilin dağlık kısmına geçtik ve dağları tırmanmaya başladık. Son derece vahşi ve çıplak bir yerden geçerek kuzeybatıya doğru yola düzüldük, burada bir insanın ayak izine tesadüf etmek kabil değildi. Legrand, yolu azim ile takip ediyor ve yalnız bundan evvel kendisinin buralarda bıraktığı bazı işaretleri vakit vakit tetkik etmek üzere duruyordu.
Böylece iki saat kadar yürüdük, güneş battığı sırada şimdiye kadar gördüğümüz yerlerden nispet kabul etmez derecede daha fena bir mıntıkaya vardık. Burası eteğinden tepesine kadar ormanla örtülü, son derece sarp bir dağın tepesinde bir nevi yayla idi. Yerde gayet büyük kaya parçaları karmakarışık bir surette serpilmiş bulunuyordu. Eğer bu kayaların dayandıkları ağaçlar olmasaydı, birçoğu behemehâl aşağıdaki vadiye yuvarlanırdı. Derin vadiler muhtelif istikametlerde şuai[19 - Şuai: Şuaya mensup, şua ile, ışınla, vektörle ilgili. (e.n.)] bir surette uzanıp gidiyorlar ve bu manzaraya bir kat daha ihtişam ve dehşet veriyorlardı.
Tırmandığımız düzlüğün üzeri o kadar derin bir surette çalılarla kaplıydı ki orak kullanmadan kendimize bir yol açmaya imkân yoktu. Jüpiter, efendisinden aldığı emir üzerine orakla bize yol açmaya başladı. Yolumuz, sekiz on meşe ağacıyla birlikte yükselen gayet büyük bir tulipie ağacının dibine kadar götürdü. Düzlük üzerinde gayet büyük bir tulipie ağacı, etrafındaki ağaçlardan başka o zamana kadar gördüğüm bütün ağaçların şekil ve yapraklarının güzelliği, dallarının son derece inkişafı ve umum manzarasının ihtişamı itibarıyla hepsine üstündü. Vakta ki ağacın altına vardık. Legrand, Jüpiter’e döndü ve bu ağaca tırmanmaya muktedir olup olmadığını sordu. Zavallı ihtiyar bu sual üzerine biraz şaşalamış göründü. Bir müddet cevap vermedi. Bununla beraber ağacın iri gövdesine yaklaştı. Ağır ağır gövdenin etrafını dolaştı ve inceden inceye tetkik ve muayene etti. Muayeneyi bitirdiği zaman gayet tabii bir tavırla dedi ki:
“Evet mösyö, Jüp tırmanamayacağı ağaç görmemiştir.”
“O hâlde tırman; haydi, haydi! Bir hamlede! Çünkü şimdi ortalık kararacak ve ne yaptığımızı göremeyeceğiz.”
Jüpiter sordu:
“Nereye kadar tırmanmak lazım mösyö?”
“Evvela gövdeye tırman, sonra takip edeceğin istikameti sana söylerim. Ah! Bir dakika dur. Bu hunfesayı da beraber al!”
Zenci dehşetle gürleyerek bağırdı:
“Hunfesa mı? Altın hunfesa ha! Niçin bu böceği de beraberce ağaca çıkarayım ve sihirleneyim!”
“Jüp! Korkuyorsunuz. Siz ki büyük bir zenci, iri ve kuvvetli bir zencisiniz. Küçük ve zararsız bir haşereye dokunmaktan korkuyorsunuz. Hâlbuki siz onu bu sicimle götürebilirsiniz. Eğer siz onu bir suretle veya başka bir suretle götürmezseniz bu çapa ile sizin başınızı yarmak gibi elim bir mecburiyette bulunacağım.”
Utandığı için şüphesiz dost geçinen Jüp dedi ki:
“Allah’ım! Ne oluyor mösyö! Siz daima ihtiyar zencinize zarar vermek istiyorsunuz. Bu bir şakadır, işte o kadar. Ben hunfesadan korkayım ha! Hunefsaya ehemmiyet bile verdiğim yok.”
Kemal-i ihtiyat ile sicimin bir ucundan tuttu. Şimdi haşereyi kendisinden, hâlin müsait olduğu derecede uzak tutarak ağaca tırmanmaya başladı.
Tulipie yahut “liriodendron tulipiferum” Amerika’nın en güzel orman ağacı, gençliğinde şayanı dikkat bir surette düz bir gövdeye maliktir ve yan dallar çıkarmadan büyük bir irtifaya ulaşır. Lakin olgunlaştığı zaman kabuğu her yerde aynı derecede olmayarak pürüzlenir ve gövdesinden sayısız küçük, iptidai yan dallar çıkarır.
Onun için şimdiki hâlde, ağaca tırmanmak pek güç gibi görünüyordu lakin hakikatte güç değildi. Jüpiter, iri, üstüvani[20 - Üstüvani: Silindir biçiminde olan. (e.n.)] gövdeyi kolları ve dizleriyle sararak ve elleriyle yeni yetişen yan dalları tutarak ve çıplak ayaklarıyla bunlara basarak bir iki defa düşmek tehlikesi atlattıktan sonra gövdenin ilk çatal yerine ulaştı ve o andan itibaren işini bitmiş addetti. Hakikaten işin tehlikesi hiç kalmamıştı. Fakat bu esnada cesur zenci yetmiş kadem yükseklikte bulunuyordu.
Sordu:
“Şimdi hangi tarafa gideyim Mösyö Wil?”
Legrand “Bu taraftaki kalın dalı takip et.” dedi.
Zenci hemen itaat etti ve görülüşe nazaran çok zahmet çekmiyordu. Çıktı, pek yükseklere tırmandı, o suretle ki sonunda toplanmış olduğu hâlde tırmanan vücudu yaprakların içinde kayboldu. Artık hiç görünmüyordu. O zaman uzaktan sesi duyuldu; haykırıyordu:
“Daha nereye kadar çıkayım?”
Legrand sordu:
“Ne kadar yüksektesin?”
Zenci cevap verdi:
“O kadar yüksekte, o kadar yüksekteyim ki ağacın tepesinden gökyüzünü görebiliyorum.”
“Gökyüzü ile uğraşma! Yalnız benim söylediklerime dikkat et! Ağacın gövdesine bak, bu tarafta, senden aşağıda kaç dal var, kaç dalı geçtin?”
“Bir, iki, üç, dört, beş. Bu tarafta beş büyük dal geçtim mösyö.”
“O hâlde bir dal daha çık.”
Birkaç dakika sonra zencinin sesi yeniden işitildi; yedinci dala ulaşmıştı. Legrand göze çarpan bir heyecan içinde haykırdı:
“Jüp! Şimdi bulunduğun dalın üzerinde mümkün olduğu kadar uzağa gitmenin çaresine bak. Eğer garip bir şey görürsen bana haber ver!”
Bu andan itibaren zavallı dostumun aklını oynattığına dair zihnimdeki en ufak şüphe bile ortadan kalktı. Artık onun tamamen deli olduğuna kani olmamak benim için kabil değildi. Onu eve döndürmek için nasıl bir çare bulunacağı beni cidden endişeye düşürmeye başlamıştı. Ben ne yolda hareket etmem lazım geldiğini düşündüğüm sırada, Jüpiter’in sesi yeniden duyuldu:
“Bu dalın üzerinde daha ileri gitmeye korkuyorum. Bu dal hemen bütün boyunca kurumuş bir daldır.”
Legrand helecandan titreyen bir sesle bağırdı:
“Doğru mu söylüyorsun? Bu ölmüş bir dal mı Jüpiter?”
“Evet mösyö, kapının eski çivisi gibi kurumuş ve çürümüş bir dal mösyö. Bunun işi bitmiş, tamamıyla ölmüş.”
Legrand hakiki bir yeisin pençesinde kıvranır gibi haykırdı:
“Aman Allah’ım! Şimdi ne yapmalı?”
Ben makul bir söz söylemek fırsatını bulduğum için sevinerek dedim ki:
“Yapacak şey, eve dönmek ve yatmaktır. Haydi, geliniz! Beni dinleyiniz arkadaş! Vakit geç oldu, sonra vaadinizi unutmayınız!”
Legrand beni hiç dinlemeyerek haykırdı:
“Jüpiter! Beni işitiyor musun?”
“Evet Mösyö Will, sizi pek iyi işitiyorum.”
“Şimdi bıçağınla ağacı yokla ve tamamıyla çürümüş olup olmadığını bana söyle?”
Zenci hemen cevap verdi:
“Çürümüş mösyö, oldukça çürümüş lakin son dereceye gelmemiş. Ben dalın üstünde biraz daha ilerleyebilirim. Lakin yalnız olarak.”
“Yalnız olarak mı? Ne demek istiyorsun?”
“Hunfesadan bahsetmek istiyorum. O, çok ağır. Eğer önce onu elimden bırakırsam dal, yalnız başına bir zencinin ağırlığını biraz daha çekebilir.”
Legrand pek ziyade müsterih olmuş gibi haykırdı:
“Uçarı çapkın! Bana ne budalaca şeyler söylüyorsun! Eğer haşereyi düşürürsen kafanı koparırım! Jüpiter! Dikkat et! Beni işitiyorsun değil mi?”
“Evet mösyö! Zavallı bir zenci bu muameleye değmez.”
“Pekâlâ! Şimdi beni dinle. Tehlikesizce ve hunfesayı bırakmadan dalın üzerinde son hadde kadar ilerleyebilirsen aşağı iner inmez sana bir gümüş dolar hediye ederim.”
Zenci alelacele cevap verdi:
“Gidiyorum Mösyö Will, işte vardım. Dalın hemen ucundayım.”
Legrand pek ziyade yumuşamış bir hâlde bağırdı:
“Dalın uçundayım mı demek istiyorsun?”
“Neredeyse ucuna geleceğim mösyö. Oh! Oh! Oh! Aman Allah’ım ağacın üzerinde ne var?”
Legrand son derece sevinerek bağırdı:
“Ey! Orada ne var?”
“Ne olacak, bir kafatası! Birisi ağacın üstünde başını bırakmış. Kargalar da etlerini tamamıyla gagalamışlar.”
“Bir kafatası mı diyorsun? Orada nasıl duruyor? Ne ile tutturulmuş?”
“Oh! İyi tutmuş. Lakin görmeli. Ah vallahi bu tuhaf şey! Kafatasında büyük bir çivi var. İşte kafatasını bu çivi ağaçta tutuyor.”
“Pekâlâ, şimdi, Jüpiter sana söyleyeceklerimi yap. Beni işitiyor musun?”
“Evet mösyö!”
“İyi, dikkat et… Kafatasının sol gözünü bul!”
“Oh, oh, işte tuhaf bir şey! Kafanın hiç sol gözü yok!”
“Melun, ahmak! Sağ elini, sol elinden ayırmasını bilir misin?”
“Evet bilirim. Bütün bunları biliyorum, sol elim odun yardığım eldir.”
“Şüphesiz. Sen solaksın. Sol gözün sol elinin bulunduğu taraftadır. Şimdi zannederim ki kafatasının sol gözünü yahut sol gözünün yerini bulabilirsin. Buldun mu?”
Uzun bir zaman geçti. Nihayet zenci sordu:
“Kafatasının sol gözü, kafatasının sol elinin bulunduğu tarafta mı? Lakin kafatasının sol eli mevcut değil. Fakat zararı yok! Ben sol gözü buldum. Şimdi ne yapayım?”
“Hunfesayı delikten geçir, mümkün olduğu kadar aşağıya sarkıt. Lakin ipin ucunu bırakmamaya dikkat et.”
“İşte, dediğinizi yaptım Mösyö Will! Hunfesayı delikten geçirmek kolay bir şey. Bakınız! Aşağıya sarkıttım.”
Bu konuşma esnasında Jüpiter’in kendisi görünmüyordu. Lakin iple aşağı sarkıttığı haşere, şimdi ipin ucunda görülüyor ve batan güneşin son şualarıyla esmerleşmiş altın yuvarlak gibi parlıyor ve bu şuaların birkaçı da üzerinde bulunduğumuz tümseği aydınlatıyordu. Hunfesa aşağı uzatılırken dalların arasından çıkıyordu. Eğer Jüpiter ipi bıraksaydı tam ayak ucumuza düşecekti. Legrand hemen orağı aldı. Hunfesanın üst tarafından üç dört yardalık yerdeki dalları dairevi bir açıklık teşkil edecek surette kesti. Bu işi bitirdikten sonra, ipi bırakıp ağaçtan inmesini Jüpiter’e emretti.
Dostum pek büyük bir itina ile toprağa bir kazık çaktı. Bu kazık hunfesanın tam düştüğü noktaya çakılmıştı. Sonra cebinden bir ölçü şeridi çıkardı. Bu şeridin bir ucunu ağaç gövdesinin kazığa en yakın mahalline raptetti. Şeridi kazığa kadar açtı. Kazıkla ağaç gövdesi istikametinde şeridi uzatmaya devam etti ve elli kadem mesafeye kadar uzattı. Bu esnada Jüpiter orakla çalıları kesiyordu. Elli kadem uzattıktan sonra dostum vardığı noktaya ikinci bir kazık çaktı. Bu kazık merkez olmak üzere etrafına takriben dört kadem çapında bir daire çizdi. O zaman bir bel yakaladı Jüpiter’e. Bir tane de bana verdi. Mümkün olduğu kadar süratle kazmamızı rica etti.
Açık söyleyeyim: Böyle bir eğlence benim hiç hoşuma gitmiyordu ve şimdiki hâlde bunu yapmak istemiyordum çünkü gece olalı hayli zaman olmuştu. Ben de yaptığım hareketlerle oldukça yorulmuştum. Lakin bundan kurtulmak için hiçbir çare göremiyor ve zavallı dostumun harikulade sükûnetini bir ret ile ihlal edeceğim diye titriyordum. Eğer Jüpiter’in yardım edeceğinden emin olabilseydim mecnunu cebren evine götürmekte tereddüt etmezdim. Lakin ihtiyar zencinin ahlakını çok iyi biliyordum. Efendisiyle herhangi bir mücadelede ondan yardım bekleyemezdim. Legrand’ın güneylilerdeki define bulmak vehmiyle dimağının bozulmuş olduğunda ve bu vehmin, bulunan altın hunfesa ile belki de Jüpiter tarafından bu hunfesanın hakiki altın olduğunun iddia edilmesiyle kuvvetlenmiş bulunduğunda şüphem yoktu. Delirmiş bir dimağ böyle bir telkine; hususiyle bu tevafuk zihninin evvelce saplanmış olduğu bir fikre muvafık gelirse pekâlâ kapılabilirdi. Sonra zavallı adamın hunfesa hakkında servet alameti diye irat ettiği nutku hatırlıyordum. Bundan başka son derece endişeli ve mütereddit idim. Lakin nihayet canım sıkılmakla beraber arzusuna uygun davranmaya karar verdim. Gayretle kazmaya ve vehimli arkadaşıma, tahayyüllerinin beyhudeliğini mümkün olduğu kadar çabuk olarak ve kendi gözüyle göstererek onu ikna etmeye azmettim.
Fenerleri yaktık. Jüpiter’le birlikte daha makul bir işe layık bir gayretle kazmaya başladık. Fenerlerin aydınlığı bazen bizi, bazen belleri aydınlattığı sırada teşkil ettiğimiz grubun gayet garip bir şey olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Eğer tesadüfen aramıza biri gelip de bizi bu hâlde görseydi çok garip ve çok şüpheli bir iş gördüğümüze hükmederdi.
İki saat büyük bir gayretle kazdık. Az konuşuyorduk. Başlıca sıkıntımız işimizle pek ziyade alakadar olan köpeğin havlaması idi. İşin sonunda gürültüsü o kadar çoğaldı ki civarda dolaşanlardan birinin yanımıza gelmesinden korkmaya başladık. Bizden ziyade Legrand böyle bir şeyden çekiniyordu. Çünkü bana gelince serseriyi eve götürmek fırsatını bana temin edecek her kesintiden pek ziyade memnun olacaktım. Nihayet gürültü Jüpiter sayesinde kesildi. Jüpiter hiddetle çukurdan fırladı ve pantolon askısıyla hayvanın ağzını bağladı. Sonra muzafferce bir güldü. Vakur bir tavır alarak işine döndü.
İki saat sonra kazdığımız çukur beş kadem derinliğe inmişti. Hiçbir define alameti görülmüyordu. Hepimiz biraz oturduk. Ben maskaralığın sona ermek üzere olduğunu tahmin etmeye başladım. Bununla beraber Legrand şüphesiz pek şaşırmış olmasına rağmen düşünceli bir hâlde alnını sildi; tekrar bele yapıştı. Açtığımız çukur, dört kadem çapındaki dairenin bütün çevresini işgal etmişti. Biz bu hududu biraz yani iki kadem aştık. Hiçbir şey meydana çıkmadı. Benim altın arayıcıma cidden acıyordum. Nihayet simasında en feci bir ümitsizlikle çukurdan fırladı. Sanki teessüf ediyormuş gibi işe başlamadan çıkarmış olduğu elbisesini giymeye başladı. Bana gelince bir mülahazada bulunmaktan sakınıyordum. Jüpiter, efendisinin bir işareti üzerine aletleri toplamaya koyuldu. Bu iş bitince köpeğin ağzı açıldı. Derin bir sükût içinde yola düzüldük.
Ancak on iki adım kadar yürümüştük. Legrand dehşetli bir küfür savurdu; Jüpiter’in üzerine atıldı. Boğazını tuttu. Legrand heceleri söylerken dişlerinin arasından ıslıklar çıkararak haykırıyordu:
“Şaki! Cehennemlik zenci! Zencilerin alçağı! Sana diyorum! Söyle! Hemen bana cevap ver! Sakın hainlik etme! Sol gözün hangisidir?”
Dehşet içinde kalan Jüpiter diz üstü düştü ve haykırdı:
“Merhamet Mösyö Will! Hiç şüphesiz sol gözüm bu! Değil mi?”
Parmağını sağ gözünün üstüne koydu. Sanki efendisinin gözünü çıkarmasından korkuyormuş gibi meyusça bir ısrar ile parmağını oradan kaldırmadı.
Legrand, zenciyi bıraktı. Hizmetçinin mütehayyir nazarları karşısında birçok kere sıçradı ve takla attı, bir taraftan da bağırıyordu:
“Ben de şüphe etmiştim! Bunu pek iyi biliyordum! Horra!”
Zenci ayağa kalkmış, gözlerini efendisinden bana, benden efendisine çeviriyordu.
Legrand dedi ki:
“Haydi! Geri dönmek lazım. Parti kaybolmamıştır.”
Tekrar tulipieye doğru yürümeye başladı. Ağacın altına vardığımız zaman dedi ki:
“Jüpiter, buraya gel! Kafatası dalın üzerinde yüzü dala dönük olarak mı yoksa dışarı dönmüş olarak mı çivili bulunuyor?”
“Yüzü dışarı doğru dönüktü. O suretle ki kargalar gözlerini zahmetsizce oyabilmişlerdir.”
“Pekâlâ, o hâlde sen hunfesayı bu gözden mi öteki gözden mi geçirerek sarkıttın?”
Legrand sırasıyla Jüpiter’in her iki gözüne dokunuyordu.
“Bu gözden mösyö. Söylediğiniz gibi sol gözden.”
Zavallı zenci hâlâ sağ gözünü işaret ediyordu.
“Haydi, haydi! İşe yeniden başlamak lazım.”
O zaman, dostumda, kendisinde gördüğüm veyahut gördüğümü zannettiğim delilik içinde bir usul dairesinde hareket eden bir adam hâli görmeye başladım. Hunfesanın düştüğü yeri gösteren kazığı ilk mevkisinden üç pus[21 - Pus: İnç. (e.n.)] garbe götürdü. Yeniden yüz ölçümü şeridini açtı. Ağaç gövdesinin en yakın noktasından kazığa kadar uzattı. Evvelce yaptığı gibi aynı istikamette uzatmaya devam ederek elli kadem kadar gitti ve evvelce kazmış olduğumuz noktadan birçok yarda ötede yeni bir noktaya işaret koydu.
Bu yeni merkezin etrafında evvelkinden biraz daha geniş bir daire çizildi. Yeniden belle kazmaya başladık. Ben dehşetli surette yorulmuştum. Zihnimdeki değişimin sebebini düşünmeden bana yükletilen bu işten evvelki kadar nefret hissetmiyordum, izah edilmeyecek bir tarzda bununla alakadar oluyordum. Daha ileri gideyim; heyecan duyuyordum. İhtimal ki Legrand’ın bütün bu delice hareketlerinde bir nevi açıklık ve bir kehanet tavrı vardı; bu, beni tesiri altında bırakıyordu. Hararetle kazıyor ve zaman zaman âdeta intizara benzeyen bir bakışla, talihsiz arkadaşımı deli eden bu defineyi arıyordum. Bir zaman geldi ki bu kuruntu garip bir surette beni sardı. Bir buçuk saat kadar çalışmıştık, tekrar köpeğin şiddetli havlamasıyla durduk. Evvelce bu havlama şüphesiz gelişigüzel bir arzu veya çılgınca bir neşe eseriydi. Lakin bu defa daha şiddetli, daha manalı havlayışı vardı. Jüpiter tekrar hayvanın ağzını bağlamaya kalkışınca çukura atılarak şiddetle mukavemet etti ve şiddetle toprağı tırnaklarıyla kazımaya başladı. Birkaç saniye zarfında bir yığın insan kemikleri meydana çıkardı. Bu kemikler tam iki iskelet teşkil ediyordu. Bunların arasında madenî birçok düğmeler vardı. Bir şey daha görülüyordu ki bu bize çürümüş, parçalanmış bir yün kumaş gibi göründü, bir iki bel vurduktan sonra büyük bir İspanyol bıçağının demiri çıktı, biraz daha kazdık. Dağılmış üç dört altın ve gümüş para göründü.
Bu görünüş karşısında Jüpiter sevinç eseri göstermekten kendini alamadı. Hâlbuki efendisinin siması müthiş bir sukutuhayal ifade ediyordu. Bununla beraber çalışmaya devam etmemizi rica etti. Henüz sözünü bitirmemişti ki benim ayağım sürçtü, ileriye doğru düştüm, potinimin ucu taze kazılmış toprak yığını içindeki büyük bir demir halkaya geçmişti.
Yeni bir hararetle tekrar işe giriştik, ben hayatımda bu kadar şiddetli bir heyecan içinde on dakika geçirmemiştim. Bu müddet zarfında topraktan uzun dikdörtgen şeklinde bir demir sandık çıkardık. Bu sandık hiç bozulmamıştı. Ve şayanı hayret derecede metin idi. Aşikâr bir surette madenîleşme ameliyesine maruz bırakılmış, ihtimal ki biklorür dö merkürle muamele edilmişti. Bu sandığın üç buçuk kadem boyu, üç kadem eni, iki buçuk kadem derinliği vardı. Dövülmüş demir kuşaklarla kuvvetli bir surette sağlamlaştırılmıştı. Bu kuşaklar sandığın etrafında bir nevi kafes teşkil ediyordu. Sandığın kapağına yakın iki tarafında üçer demir halka vardı. Tamamı altı halka ediyordu. Bu halkalarla altı kişi sandığı tutabilirdi. Bütün kuvvetimizi sarf ettiğimiz hâlde sandığı ancak yerinden kımıldatabildik. Derhâl bu kadar ağır bir yükü taşıyamayacağımızı anladık. Hele şükür ki sandığın kapağı ancak iki sürme ile kapanmıştı. Bunları heyecandan titreyerek çektik. Bir an içinde hesapsız bir hazine meydana çıktı, gözümüzün önünde parladı. Fenerlerin ziyası çukura aksediyor, önümüzde öyle bir altın ve mücevherat yığını duruyordu ki hakikaten gözlerimiz kamaşıyordu.
Bu hazineyi seyrederken duyduğum hisleri tarif etmeye teşebbüs bile etmeyeceğim. Tahmin edileceği üzere büht ve hayret her türlü hisse hâkimdi. Legrand heyecandan bitkin bir hâlde görünüyordu. Ancak birkaç kelime söyleyebildi. Jüpiter’e gelince bir zencinin yüzü ne kadar beyaz olabilirse o kadar beyazdı; ölü gibiydi. Şaşkın ve âdeta yıldırımla vurulmuş gibi bir hâle gelmişti. Biraz sonra çukurun içinde diz üstüne çöktü ve çıplak kollarını dirseklerine kadar altınların içine daldırdı. Uzun zaman orada bıraktı. Sanki bir banyonun rahatlığından istifade ediyordu. Nihayet derin bir nefes alarak haykırdı:
“Bütün bunlar altın hunfesadan geliyor! Güzel altın hunfesa; zavallı altın hunfesacık… Ona ne taan ediyor[22 - Taan etmek: Çekiştirmek. (e.n.)] ne iftira ediyordum! Pis zenci kendinden utanmıyor musun? Hani, ne cevap vereceksin?”
Bununla beraber efendiyle uşağını uyandırmak ve hazineyi bir an evvel alıp götürmek lazım olduğunu onlara anlatmak icap etti. Vakit gecikmişti. Gün doğmadan evvel her şeyin evimizde emniyet altında bulunması için oldukça faaliyet göstermek lazımdı. Ne yolda hareket edeceğimizi bilmiyorduk. Fikirlerimiz karmakarışık olduğu için müzakere ile çok vakit kaybediyorduk. Nihayet sandık muhteviyatının üçte ikisini kaldırarak sandığı hafiflettik. Ve sonunda pek büyük zahmetlerle sandığı çukurdan çıkardık. Sandıktan aldığımız eşyayı çalıların arasına koyduk; köpeğin bekçiliğine terk ettik. Jüpiter ona hiçbir vesile ile yerinden ayrılmamasını ve biz dönünceye kadar ağzını bile açmamasını anlattı. O zaman sandıkla beraber süratle yola düzüldük ve kazasız kulübeye geldik. Lakin pek büyük bir yorgunluktan ve gecenin saat birinden sonra vardık. Pek bitkin olduğumuz için hemen işe koyulamazdık. Bu tabiatın kuvvetine meydan okumak olurdu. Saat ikiye kadar istirahat ettik. Sonra gece yemeği yedik. Tekrar dağlara doğru yola çıktık. Üç büyük torba almıştık. Çukurun kenarına vardığımız zaman saat dörde yaklaşmıştı. Hazinenin kalıntılarını mümkün olduğu kadar eşit olarak taksim ettik. Ve çukuru doldurmak zahmetine katlanmaksızın kulübemize doğru yollandık. İkinci defa olarak kıymetli yükümüzü birincisi gibi yerine koyduğumuz zaman fecir, ağaçların tepelerini aydınlatıyordu.
Biz katiyen bitkin idik. Lakin şimdiki derin heyecanımız istirahate imkân bırakmıyordu. Üç dört saat endişeli bir uykudan sonra sanki hazinemizi tetkik için sözleşmişiz gibi kalktık.
Sandık ağzına kadar dolu idi. Bütün günü ve ertesi gecenin büyük bir kısmını mücevheratı ve paraları kaydetmekle geçirdik. Burada ne bir istif ne bir intizam vardı. Her şey karmakarışık sandığa doldurulmuştu. Hepsini umumi bir surette ve dikkatle tasnif ettiğimiz zaman bütün tahminlerimizin fevkinde bir servet elde ettiğimizi gördük. Nakit para zamanın rayicine göre inceden inceye hesap edilince dört yüz elli bin dolar kıymetindeydi. Bütün bu paralar içinde hiçbir parça gümüş yoktu. Hepsi pek mütenevvi[23 - Mütenevvi: Türlü, çeşitli. (e.n.)] eski altınlardı: Fransız, İspanyol, Alman altınları, birkaç İngiliz ginesi ve emsalini hiç görmediğimiz birkaç marka, birçok da gayet büyük, gayet ağır altın vardı ki çok kullanılmış oldukları için yazılarını okumak kabil olmadı. Hiçbir Amerika parası yoktu. Mücevheratın kıymetini tahmine gelince: Bu iş daha güç oldu. Birkaçı gayet güzel ve fevkalade büyük elmaslar bulduk. Elmasların hiçbiri küçük değildi. Hepsi yüz on tane idi. Şayanı dikkat derecede parlak on sekiz yakut, hepsi pek güzel olmak üzere üç yüz on zümrüt, yirmi bir gök yakut ve bir opal… Bütün bu taşlar yuvalarından çıkarılmış ve karmakarışık sandığa atılmıştı. Bu mücevherlerin yuvalarına gelince diğer altınlardan onları ayırdık. Bunlar, tanınması imkânsız bir hâle getirilmek için çekiçle dövülmüş hamur edilmişti. Bütün bunlardan başka gayet çok miktarda som altından müzeyyenat[24 - Müzayyenat: Zinetlendirilmiş, süslenmiş şeyler, süslü şeyler. (e.n.)] bulunuyordu; Som altın iki yüze yakın yüzük yahut küpe; otuz kadar güzel zincir; eğer hafızam beni aldatmıyorsa gayet büyük, gayet ağır seksen üç haç; gayet kıymetli beş buhurdanlık. Altından, gayet büyük bir punç kâsesi; bu kâse üstüne asma yaprakları ve bakkant resimleri oyulmuştu. Şayanı hayret derecede iyi işlenmiş iki kılıç kabzası ve daha hatırımda kalmayan birçok eşya… Bu eşyanın ağırlığı üç yüz elli livreyi geçiyordu. Bu listede yüz doksan yedi altın saati unuttum. Bu saatlerden üçü beş yüz dolar kıymetinde idi. Saatlerin birçoğu, çok eski ve saat olarak hiç kıymeti olmayan şeylerdi çünkü bunların işlemesi toprağın rutubetinden az çok müteessir olmuş, bozulmuştu. Fakat hepsi gayet güzel taşlarla müzeyyendi. Muhafazaları ise çok kıymetliydi. Bu gece sandıktaki eşyanın kıymetini toplam bir buçuk milyon dolar tahmin ettik. Sonraları bu mücevherattan birkaçını kendimiz kullanmak için alıkoyduktan sonra diğer mücevherat ile taşları sarf ettiğimiz zaman bunlara pek az kıymet koymuş olduğumuzu anladık.
Vakta ki elde ettiğimiz defineyi tasnif ettik ve müthiş heyecanımız bir dereceye kadar sükûnet buldu. Legrand büyük muammanın nasıl hallolunduğunu öğrenmek için sabırsızlıktan ölecek hâle geldiğimi gördü. Ve buna ilişkin ne kadar teferruat varsa hepsini anlattı; dedi ki:
“Size hunfesanın kabataslak krokisini gösterdiğim akşamı hatırlarsınız. Yine hatırlarsınız ki resmimin bir ölü kafasına benzediği hakkındaki iddialarınız beni oldukça incitmişti. Önce bu iddiayı ortaya attığınız zaman latife ettiğinizi zannetmiştim. Sonra haşerenin sırtındaki lekeleri hatırladım ve iddianızın az çok bir esası olduğunu kabul ettim. Bununla beraber benim resim yapmak hususundaki liyakatimle istihza etmeniz beni kızdırıyordu çünkü ben oldukça iyi bir sanatkâr olarak tanınıyorum. Onun için parşömeni bana verdiğiniz zaman onu buruşturup ateşe atmak üzereydim.”
“Kâğıt parçasından bahsetmek istiyorsunuz değil mi?” dedim.
“Hayır. O, her cihetle kâğıda benziyordu. Bende önce onu kâğıt zannetmiştim. Lakin üzerine resim yapmak istediğim zaman bunun gayet ince bir parşömen olduğunu hemen keşfettim. Çok kirliydi. Hatırlıyorsunuz değil mi? Onu buruşturacağım sırada, gözüm tetkik ettiğiniz resme ilişti. Bir hunfesa resmediyorum zannettiğim yerde hakiki bir ölü kafası gördüğüm zaman ne kadar hayret etmiş olacağımı anlarsınız. Bir müddet sersemleştim; doğru düşünemez oldum. Biliyordum ki benim yaptığım kroki umumi hatlarda aslına bir dereceye kadar benzer olmakla beraber bütün teferruatıyla resmettiğimi zannettiğim haşereden başka idi. O zaman şamdanı aldım, odanın öbür ucuna oturarak parşömeni daha dikkatle tahlil etmeye başladım. Tersine çevirdiğim zaman kendi çizgimi tersinden gördüm. Tıpkı yaptığım gibi idi. İlk hissettiğim şey sadece hayretti. Resmin çizgilerinde hakikaten göze çarpacak bir benzerlik vardı. Böyle yaptığım bir kafatası resminin altında tamamen benim resmimin aynı olarak görmediğim bir resmin bulunması garip bir tesadüftü. Benzeyiş yalnız hatlarında değil cesametinde de vardı. Bu tesadüfün garabeti önce beni hayret içinde bıraktı dedim. Bu gibi tesadüflerin tesiri daima böyle olur. Fikir; sebeple netice arasında bir münasebet tesis etmek ister, aciz kalır, bu aciz dimağda geçici bir felç meydana getirir. Lakin ben bu hayretten kurtulunca kendimde derece derece öyle bir kanaatin parladığını hissettim ki bana, bu tesadüften büsbütün başka bir surette tesir etti: Ben parşömen üstüne hunfesanın krokisini yaparken orada hiçbir resim olmadığını müspet ve açık bir surette hatırlamaya başladım. Nihayet kati kanaat hasıl ettim. Çünkü resim yapacağım sırada daha temiz bir yer bulmak için parşömeni evirmiş çevirmiştim. Eğer kafatası resmi olsaydı katiyen nazarıdikkatimi celbederdi. Bunda hakikaten bir sır vardı ki keşfetmekte aczimi hissediyordum. Lakin daha bu andan itibaren idrakimin en derin, en gizli sahasında vaktinden evvel zayıf bir lemanın parlamaya başladığını görür gibi oldum. Bu, geçen akşam o kadar parlak neticeler veren sergüzeştlere ait bir nevi zihnî bir ateş böceği, hakikatin rüşeymî bir tezahürü idi. Azim ile kalktım. Parşömeni itina ile elimde sıktım. İlerisini düşünmeyi yalnız kalabileceğim zamana bıraktım. Vakta ki siz gittiniz. Jüpiter iyice uyudu, işin usulü dairesinde bir kat daha tetkikine başladım. Önce bu parşömenin benim elime nasıl olup da düşmüş olduğunu anlamak istedim. Hunfesayı bulduğumuz mahal kıtanın sahilinde; adanın takriben bir mil doğusunda ve su seviyesinden biraz yukarıda idi. Haşereyi yakaladığım zaman elimi şiddetle ısırdı. Bıraktım. Jüpiter, haşereyi tutmak için mutat olan basiretiyle bir yaprak veyahut buna benzer bir şey arıyordu. İşte bu zamanda idi ki ikimizin de gözlerimiz bu parşömen parçasına ilişti. O vakit ben onu bir kâğıt zannetmiştim. Yarısı kuma gömülmüş, bir köşesi açıkta kalmıştı. Kâğıdı bulduğumuz yerin yakınında hükmedebildiğime göre bir büyük kayık teknesi gördüm. Batmış bir tekne enkazı olan bu kayık ihtimal ki pek eskiden beri orada idi. Çünkü kayık iskeleti denilecek hâli kalmamıştı.
Jüpiter parşömeni aldı. Haşereyi ona sardı ve bana verdi. Az zaman sonra kulübenin yolunu tuttuk. Yolda Mülazım G…’ye tesadüf ettik. Haşereyi ona gösterdim. Onu istihkâma götürmeye müsaade etmemi rica etti. Müsaade ettim. Haşerenin sarılmış olduğu parşömeni almadı, haşereyi öylece yeleğinin cebine koydu. O haşereyi tetkik ettiği müddetçe onu elimde tutuyordum. İhtimal ki fikrimi değiştireceğimden korktu. Ve her şeyden evvel haşereyi temin etmeyi ihtiyata muvafık buldu. Bilirsiniz ki kendisi tarih-i tabiiye ait her şeyin delisidir. Tabii ben de düşünmeden parşömeni cebime koydum.
Hatırlarsınız ki hunfesanın resmini yapmak için masanın başına oturduğum zaman kâğıt konulan yerde kâğıt bulamadım. Masanın gözüne baktım; orada da yoktu. Eski bir mektup bulmak ümidiyle ceplerimi aradım. Parmaklarım parşömene tesadüf etti. Parşömenin elime nasıl geldiğini size bütün teferruatıyla anlatıyorum. Çünkü bütün bu şerait benim fikrime garip bir surette çarpmıştı.
Hiç şüphesiz beni bir hayalperest telakki edeceksiniz. Lakin ben daha o zaman bir nevi münasebet tesis etmiş; büyük bir zincirin iki halkasını birleştirmiştim. Karaya vurmuş bir kayık ve bu kayığın civarında bir parşömen -bir kâğıt değil- ve üzerinde bir kafatası resmi… Tabii bana münasebet bunun neresinde diye sorarsınız. Size cevap veririm ki ölü kafası yahut kafatası korsanların alametifarikasıdır; bunu herkes bilir. Onlar muharebelerinde daima üzerine ölü kafası resim olunmuş bir bayrak çekerler.
Size dedim ki bulduğum bir kâğıt değil bir parşömen parçasıydı. Parşömen çürümeyen bir şeydir. Hemen daimîdir. Az ehemmiyeti olan vesikalar nadiren parşömene tevdi olunur. Çünkü alelade yazılar ve resimler için parşömenden daha çok ziyade kâğıt kullanılır. Bu muhakeme bana şu kanaati verdi ki bu ölü kafasında garip bir münasebet ve hususi bir mana vardır. Aynı zamanda parşömenin şekli de nazarıdikkatimi celbetti. Bir ucu herhangi bir arıza ile tahrip edilmiş olmakla beraber ilk şeklinin dikdörtgen olduğu görülüyordu. Bu, yazı yazmak için seçilen ve mühim bir vesika tevdi olunan ve kemal-i itina ile uzun zaman muhafaza edilmek istenen bir şerit idi.”
Sözünü keserek dedim ki:
“Lakin siz dediğiniz hunfesayı resmettiğiniz zaman parşömenin üstünde kafatası resmi yoktu. O hâlde kayıkla kafatası resmi arasındaki münasebeti nasıl tesis edebildiniz? Çünkü itiraf ettiğiniz üzere kafatası -Allah bilir kimin tarafından ve nasıl- sizin, hunfesa resmettiğiniz zamandan sonra resmedilmiştir?”
“Ah! İşte bütün esrar burada, gerçi ben muammanın bu noktasını halletmek için nispeten az zahmet çektim. Yürüdüğüm yol doğru idi ve beni ancak tek bir neticeye götürürdü. Mesela şöyle muhakeme ediyordum: Ben hunfesamı resmettiğim zaman parşömenin üzerinde kafatasından eser yoktu. Resmi yapıp bitirdim, size verdim. Onu bana iade edinceye kadar sizden gözümü ayırmadım. Binaenaleyh kafatasını siz resmetmediniz. Demek o, insan eliyle yapılmamıştı. Böyle olduğu hâlde kafatası resmedilmişti ve ben onu görüyordum!
Düşüncelerimin bu noktasına varınca bu müddet zarfında vukuya gelen hadiselerin hepsini hatırlamaya çalıştım. Ve tamamı tamamına hatırladım: Hava soğuktu. Oh! Mesut ve nadir tesadüf!.. Ve iyi bir ateş ocakta alev alev yanıyordu. Ben hareket sayesinde kâfi derecede ısınmıştım. Masanın önünde oturuyordum. Bununla beraber tam size parşömeni verdiğim sırada iskemlenizi ocağın yanına çevirmiştiniz. Tetkik edeceğiniz sırada köpeğim Volf içeri girdi, omuzlarınıza sıçradı. Siz onu sol elinizle okşuyor, parşömeni tutan sağ elinizi ateşe yakın bulunan dizlerinizin arasına gelişigüzel bırakarak köpeği uzaklaştırmak istiyordunuz. Dizleriniz ateşe o kadar yakındı ki bir aralık tutuşacak zannettim. Size dikkat etmenizi söyleyecektim. Lakin ben söylemeden evvel siz dizlerinizi çektiniz ve resmi tetkike başladınız. Hadiseleri iyice düşündükten sonra hiç şüphem kalmadı ki parşömen üzerinde gördüğüm resmi meydana çıkaran amil hararetti. Pek iyi bilirsiniz ki -eski zamandan beri- birtakım kimyevi ilaçlar vardır ki onlarla bir kâğıda veya parşömene yazı yazılır ve ateşe tutulunca yazı meydana çıkar. Bazen asidi kobaltî mavi zerrinde eriterek hacminin dört misli su ilavesiyle elde edilen sıvı kullanılır. Bununla yeşil bir renk hasıl olur. Demir bozanı tizapta eritirsek kırmızı renk yapar. Bu renkler kâğıt kuruyuncaya kadar az çok uzun bir zaman sonra kaybolur lakin ısıtınca tekrar meydana çıkar.
O zaman ölü kafasını büyük bir dikkatle tetkik ettim. Haricî hatlar, yani parşömenin kenarına en yakın olan hatlar diğerlerinden daha açıktı. Bu da gösteriyordu ki hararetin tesiri denk ve muntazam değildi. Hemen ateşi yaktım ve parşömenin her kısmını ateşe gösterdim. Evvela bu iş ölü kafasının uçuk renkli hatlarını kuvvetlendirmekten başka bir tesir hasıl etmedi. Lakin tecrübeye devam ettikçe şeridin ölü kafası resmedilmiş olan köşe çapının öbür ucunda diğer bir şekil gördüm ve önce bunu bir keçi resmi farz ettim. Lakin daha dikkatli bir tetkik bana bunun bir oğlak olduğu kanaatini verdi.”
Dedim ki:
“Ah, ah! Muhakkak sizinle eğlenmeye hakkım yok. Bir buçuk milyon dolar! O kadar ciddi bir şeydir ki onunla istihza edilemez. Lakin bir araştırmanıza üçüncü bir halka ilave etmiyorsunuz ve korsanınızla keçi arasında bir münasebet bulmuyorsunuz. Bilirsiniz ki korsanların keçi ile işleri yoktur. Keçinin çiftçilerle münasebeti vardır.”
“Lakin şimdi size söyledim ki resim bir keçi resmi değildi.”
“Pekâlâ! Haydi oğlak olsun. O da hemen aynı şey.”
Legrand dedi ki:
“Hemen aynı şey lakin tamamen aynı değil. Belki bir Kaptan Kidd’den bahsolunduğunu işitmişsinizdir. Ben bunu derhâl hiyeroglif tarzında bir imza mahiyetinde telakki ettim. (Oğlak) [Kid] imza diyorum. Çünkü parşömen üstünde resmin bulunduğu yer bana tabii olarak bu fikri veriyordu. Ölü kafasının tamamıyla çapın karşı ucunda bulunmasına gelince; bu bir mühür veya basma imza gibi görünüyordu. Lakin bakiyesinin bulunmamasından dolayı acı bir şaşkınlık hissediyordum. Yani benim hayalimdeki vesikanın vücudu, metni, muhteviyatı yoktu.”
“Tahminimce imza ile başlık arasında bir mektup bulmayı ümit ediyordunuz.”
“Bunun gibi bir şey. Hakikat bu ki muhakkak ve ani büyük bir servet karşısında olduğumu mukavemet edilmez bir hissikablelvuku ile hissediyordum. Niçin? Sebebini o kadar iyi bilmiyorum, işin sonunda bu daha ziyade müspet bir zan değil, belki bir arzu idi. Lakin inanır mısınız ki Jüpiter’in hunfesanın som altın olduğu hakkındaki saçma sözü benim muhayyilem üzerinde şayanı hayret bir tesir bıraktı. Sonra böyle bir sırada da arızalar, tesadüfler hakikaten harikulade idi. İşin içindeki nagehani[25 - Nagehani: Ansızın, birdenbire meydana gelen. (e.n.)] şeylerin hepsine dikkat ettiniz mi? Lazım geldi ki, bütün bu hadiseler senenin soğuk olan ve ateş yakılmasını icap ettiren tek bir gününde vukuya gelsin. Bu ateş yanmasaydı ve tam vaktinde köpeğin müdahalesi olmasaydı ben hiçbir zaman ölü başını göremeyecek ve bu hazineye malik olamayacaktım.”
“Haydi, haydi! Ben ateşler içindeyim.”
“Bundan başka siz bir yığın rivayetler biliyorsunuz. Atlas Okyanusu sahillerinin bir yerinde Kidd ve şerikleri tarafından toprağa bir hazine gömülmüş olduğu hakkında mühim birtakım dedikodular işittiniz. İşin sonunda bütün bu gürültülerin bir aslı olmak gerekti. Bu gürültülerin bu kadar ısrarla bunca zamandan beri devamı bence yalnız bir şeye hamlolunabilir ki o da hazinenin henüz topraktan çıkarılmamış olması idi. Eğer Kidd, hazinesini toprağa gömmüş ve bir müddet sonra çıkarmış olsaydı şüphesiz bu dedikodular daima aynı tarzda ve şimdiki şekliyle bize kadar gelmezdi. Şuna da dikkat ediniz ki bu rivayetler daima hazine arayanlara dairdi. Bulanlara dair değildi. Eğer korsan, hazinesini çıkarıp almış olsaydı, iş ileri gitmezdi. Zannedersem bir kaza; mesela hazinenin tam yerini tarif eden notların kaybolması, onu hazineyi bulmaktan mahrum etmişti. Zannediyorum ki bu kazadan arkadaşlarının da haberi olmuştu. Yoksa bir hazinenin toprağa gömülmüş olduğundan kimsenin malumatı olmazdı ve bunları kati malumatsız, rehbersiz hazine aramaları bugün herkesin dilinde dolaşan efsanelere meydan vermezdi. Sahilde topraktan çıkarılmış bir hazine hakkında hiçbir rivayet işittiniz mi?”
“Asla!”
“Diğer taraftan Kidd’in gayet büyük bir servet toplamış olduğu malumdur. Binaenaleyh ben hazinenin toprakta olduğundan emin idim. Bende bir ümit hasıl olmuş olduğunu söylersem hayret etmezsiniz. Bir ümit ki hemen itminan[26 - İtminan: İnanma, güvenme. (e.n.)] derecesine varmıştı. O kadar garip bir surette bulunan parşömenin, hazinenin depo edildiği mahalli gösterecek malumatı içermesi lazımdı.”
“Lakin nasıl muamele ettiniz?”
“Parşömeni tekrar ateşe tuttum. Lakin bir şey meydana çıkmadı. Yağ tabakasının bu muvaffakiyetsizlikte bir amil olabileceğini düşündüm, onun için parşömeni itina ile temizledim. Üzerine sıcak su döktüm, sonra kafatası resmi üste gelmek üzere bir teneke tencereye koydum, tencereyi yanmış kömür dolu bir ocağın üzerine oturttum. Birkaç dakika sonra tencere tamamıyla ısınmıştı ve sıralanmış rakamlara benzeyen birtakım lekelerle dolu olduğunu tarif edilmez bir sevinçle gördüm. Parşömeni tekrar tencereye koydum ve bir dakika daha bıraktım; tekrar çıkardığım zaman şimdi size göstereceğim hâli almıştı.”
Burada Legrand yeniden parşömeni ısıttı. Tetkik için bana verdi. Aşağıdaki rakamların kırmızı boya ile ölü kafası ve oğlak resimleri arasında kaba saba bir yazı ile sıralanmış olduğunu gördüm:
Parşömeni kendisine iade ederek dedim ki:
“Lakin ben bundan çok bir şey anlamadım. Eğer Golkond’ün bütün hazineleri bu muammanın halline mukabil bana vadedilmiş olsaydı, o hazineleri kazanamayacağımdan tamamıyla emin olurdum.”
Legrand dedi ki:
“Bununla beraber muammanın halli şüphesiz ilk bakışta zannedildiği kadar güç değildir. Herkesin kolayca göreceği üzere bu işaretler birtakım rakamlardan müteşekkildir, yani manası vardır. Lakin Kidd hakkındaki malumatımıza nazaran benim için bu adamın pek muğlak bir muamma imal edebileceğini zannetmemek lazımdı. Demek ki ben bunun her şeyden önce basit bir şey olduğuna hükmettim. Hâlbuki korsanın kaba zekâsına nazaran bu muammanın anahtarsız halli katiyen kabil değildi.”
“Hakikaten siz hallettiniz mi?”
“Gayet kolaylıkla… Ben bundan on bin defa daha güçlerini hallettim. Birtakım ahval ve şerait ve bir fikrî temayül bu gibi muammalarla beni alakadar etti. Hakikaten insan zekâsının icat ettiği böyle muammayı kâfi derecede çalışmak şartıyla diğer bir insan zekâsının halledememesi ihtimali pek zayıftır. Onun için bir kere işaretleri sırasıyla meydana çıkardıktan sonra bunlardan mana çıkarmaktaki güçlüğü düşünmeye bile tenezzül etmedim.
Bu meselede ve bütün gizli yazılarda birinci iş muammanın yazıldığı lisanı tayin etmektir. Çünkü hallin esasları, hususiyle basit rakamlar mevzubahis olursa her lehçenin hususi tarzına tabidir ve lehçeye göre değişebilir, bunun için genellikle muammayı bildiğimiz bütün lisanlara birer birer tatbik etmekten başka çare yoktur, lakin meşgul olduğumuz rakamlarda bu müşkülat imza sayesinde hallolunmuştur.
Kidd kelimesi üzerine yapılan bir muamma ancak İngiliz lisanıyla mümkün olabilir, bu kelimenin delaleti olmasaydı ben İspanyolca ve Fransızcayı tecrübe edecektim. Çünkü İspanyol denizlerinde bir korsanın tabii olarak böyle sırrı ifade için kullanacağı bu lisanlar olabilirdi. Lakin bu muammada gizli lisanın İngilizce olduğunu evvelden anlamıştım.
Görüyorsunuz ki kelimeler arasında hiç mesafe yoktur. Eğer mesafe olaydı iş pek ziyade kolaylaşacaktı. O hâlde ben en kısa kelimeleri mukabele ve tahlil etmekle işe başlayacaktım, bu suretle bir tek harfli bir kelime, mesela bir ‘a’ veya ‘i’ -bir ‘j’– bulabilseydim -ki bunu bulmak daima ihtimal dâhilindedir- muammanın hallini temin edilmiş addederdim. Lakin mesafe olmadığı için birinci vazifem en çok tekerrür eden ve en nadir bulunan harfleri meydana çıkarmaktı. Hepsini saydım ve aşağıdaki cetveli vücuda getirdim.
O hâlde en çok tesadüf edilen harf İngilizce ‘e’ harfidir, sıra diğer harfler şunlardı: a, o, i, d, h, n, r, s, t, u, y, c, f, g, l, m, w, b, k, p, q, x, z. ‘E’ harfi o kadar, o kadar çoktur ki az çok uzun bir cümlede bu harfin tekrar etmemesi pek nadirdir.
Demek ki biz daha başlangıçta bir esas bulmuştuk. Bu da zan ve tahminden daha iyi bir şeydir. Bu cetvelin nasıl kullanılacağı meydandadır. Lakin bu hususi rakamdan biz, pek ehemmiyetsiz bir istifade temin edeceğiz. Çünkü bizim en çok kullanıldığını gördüğümüz rakam 8’dir. Şimdi bunu ‘e’ harfi addederek işe başlayalım. Bu faraziyeyi kontrol etmek için bakalım 8 harfi çok defa çoğaltılmış mı kullanılıyor. Çünkü ‘e’ harfi İngilizce kelimelerde ekseriya çift olarak kullanılır. Mesela: ‘Meet’, ‘fleet’, ‘speed’, ‘agree’, ‘seen’, ‘been’ vb. kelimelerde olduğu gibi. Bizim muammada görüyoruz ki yazı kısa olmakla beraber beş defadan aşağı olmamak üzere çift ‘e’ kullanılmıştır.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edgar-po/isitilmedik-hikayeler-69428851/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kaçık tabiatlı meşhur bir İngiliz tabibidir.
2
Proküst yatağının manası şudur: Eski Yunan esatirinde Proküst isminde bir haydut yolcuları soyar, hem demir bir yatak üstünde kebap edermiş, bu haydudu Teze, aynı işkence ile öldürmüş, edebiyatta başkalarının fikirlerini kendi fikriyle ölçenlerden bahsolunurken bu yatağa telmih edilir.
3
Teşmil etmek: Genelleştirmek. (e.n.)
4
Riyazi: Matematiksel. (e.n.)
5
Mütearife: İspatlanamayan ve ispatına gerek duyulmayan fakat doğruluğu kabul edilmiş önerme. (e.n.)
6
İstiare: Bir kelimenin manasını muvakkaten başka manada kullanmak veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de benzediği başka bir varlığın adını verme sanatına istiare denir. Cesur ve kuvvetli bir insana “aslan”, kurnaz bir kimseye “tilki” demekle istiare yapmış oluruz. (e.n.)
7
Mübahase: Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında olan konuşma. (e.n.)
8
Atre: Yunan esatirinde biraderi Tiyest’e karşı olan kini ve ondan aldığı müthiş intikamıyla meşhur bir kral oğludur. Tiyest’in iki oğlunu kesmiş ve bir ziyafette babalarına yedirmiştir. Fakat üçüncü oğlu tarafından katlolunmuştur.
9
Tenebbüt: Bitkilerin yerden çıkıp yetişmesi, yeşermesi. (e.n.)
10
Münteha: Son, bitim. (e.n.)
11
Merdümgiriz: İnsanlara karışmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan kimse. (e.n.)
12
Bu böceğe avam “bok böceği” ismini verir, kelime çirkin olduğu için ilmî terimini kullandım.
13
Haşeratın başında avamın boynuz dedikleri bu lamise uzuvlarına Fransızca “anten” derler. Diğer taraftan aynı lisanda “eten” kalay demektir. Bu iki kelime arasındaki benzeyiş zenciyi yanıltmıştır.
14
Nevaziş: İltifat, gönül alma, okşama. (e.n.)
15
Beyzi: Yumurta biçiminde, söbe, oval.
16
Teşrih: Bir sorunu veya konuyu ele alıp en ince noktalarına kadar gözden geçirerek anlatma, açımlama. (e.n.)
17
Tehalük: Can atma, çok isteme.
18
Mümaşat: Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek. (e.n.)
19
Şuai: Şuaya mensup, şua ile, ışınla, vektörle ilgili. (e.n.)
20
Üstüvani: Silindir biçiminde olan. (e.n.)
21
Pus: İnç. (e.n.)
22
Taan etmek: Çekiştirmek. (e.n.)
23
Mütenevvi: Türlü, çeşitli. (e.n.)
24
Müzayyenat: Zinetlendirilmiş, süslenmiş şeyler, süslü şeyler. (e.n.)
25
Nagehani: Ansızın, birdenbire meydana gelen. (e.n.)
26
İtminan: İnanma, güvenme. (e.n.)