On Beş Yaşında Bir Kaptan
Jules Verne
Dick Sand daha on beş yaşında bir çocuktu. Fakat hayat onu erken pişirmişti. Bu yaşında gemilerde miçoluk yapıyor ve yeri geldiğinde en önemli kararlara katılıyor, sorumluluk alıyordu. Bir gün olaylar öyle bir gelişti ki Dick Sand velinimeti Bay Weldon’ın Pilgrim adlı gemisinin kaptanlığını üzerine almak zorunda kaldı. Belki bu onun için bir şey değildi ama bu sorumluluğun yanı sıra Bayan Weldon’ın ve biricik oğlunun hayatları da kendisine emanetti. Buna bir de ölene kadar peşlerini bırakmayan bir gizli düşmanın sinsi planları eklenince Dick Sand, kendisini hiç istemeyeceği bir maceranın içinde buldu. Bilim-kurgu kitaplarıyla olduğu kadar macera-gezi romanlarıyla da tanınan ünlü yazar Jules Verne’in ailesi denizci bir soydan geliyordu. Jules Verne de tam bir deniz tutkunuydu; öyle ki gemilerde tayfalık yapmak için evden kaçtı ve yakalanarak ailesine teslim edildi. Onun bu deniz tutkusu eserlerine de yansıdı ve kitaplarında, denizlere ve deniz yolculuklarına önemli bir yer verdi. “Köle ticareti” ifadesi hiçbir lisanda yer almaması gereken bir ifade. Bazı Avrupa ülkelerine uzun süre büyük kazançlar sağlayan bu korkunç ticaret, birkaç yıldır görünüşte yasaklanmıştı. Fakat özellikle Orta Afrika ülkelerinde büyük ölçüde hâlâ devam ediyordu. Dahası, 19. yüzyılda, Hristiyan olduğu iddiasında olan bazı devletler bu ticaretin ortadan kaldırılmasını öngören belgeye imza atmamıştı bile…
Jules Verne
On Beş Yaşında Bir Kaptan
BİRİNCİ BÖLÜM
1
PILGRIM
Pilgrim isimli küçük yelkenli 43° 57’ güney enlemi ile 165° 19’ batı boylamında bulunduğu sırada tarih 2 Şubat 1873’tü. Kaliforniyalı zengin armatör James W. Weldon’a ait iki direkli yelkenli Pilgrim, güney denizlerindeki balina avcıları için San Francisco’da donatılmıştı.
James Weldon, balina avcılarını her av mevsimi Bering Boğazı’nın ötesindeki arktik bölgeler ile Antarktika Okyanusu’nun altındaki Tazmanya’ya ve Horn Burnu’na göndermeye alışkındı. Pilgrim her ne kadar çok küçük olsa da kendi sınıfının en iyi araçlarındandı. Denizde harika ilerlerdi ve donanımı o kadar ustaca düzenlenmişti ki çok az sayıda mürettebatla dahi, güney yarım kürenin geçilmez sanılan buzullarında yol alabilirdi. Hünerli bir kılavuzlukla korkusuzca süzülürdü buz dağlarının arasından. Buz dağları, her ne kadar sürekli darbelerden dolayı aşınsalar ve sıcak akıntılarla derinden oyulsalar da Yeni Zelanda veya Ümit Burnu’nun bulunduğu enleme kadar sürüklenir (Aynı enlemin kuzey yarım küredeki karşılığında daha önce hiç görülmemişlerdir.), Atlas veya Pasifik Okyanusu’na ulaştıklarında çoktan erirlerdi.
Pilgrim yelkenlisinin idaresi yıllardır Kaptan Hull’a emanetti. Kendisi tecrübeli bir denizciydi ve Weldon’ın hizmetindeki en usta zıpkıncılardandı. Mürettebat beş denizci ve bir miçodan oluşuyordu. Balina avı gemilerinin donanımı çoktu ve balinaları parçalamak için fazla eleman gerektiğinden altı kişi bu iş için oldukça yetersizdi hâliyle. Fakat Weldon, diğer gemi sahiplerinin izinden gittiğinden gemiyi San Francisco’da tutmayı ve sadece Yeni Zelanda’ya ulaştırabilecek sayıda adam çalıştırmayı daha ekonomik bulmuştu. Yeni Zelanda hemen hemen her milletten denizcilerin veya muhtaç durumdaki göçmenlerin kolaylıkla toplaşabildiği bir yerdi. Kaptan, av mevsimi süresince istediği kadar balina avcısını işe alma konusunda hiçbir zorluk yaşamıyordu. Böylece denizciler, hizmetlerine ihtiyaç kalınmadığı anda işten çıkarılabiliyorlardı; bu da en kârlı ve en uygun yoldu.
Pilgrim, güney kutup dairesindeki yolculuğunu yeni tamamlamıştı. Ancak bu sefer -her zamankinin aksine- varillerini yeteri kadar balina yağı dolduramamıştı ve içine bol bol balina kemiği yüklenmemişti. Bereketli avların olduğu zamanlar geride kalmıştı. Deniz memelilerine durmadan yapılan kuvvetli saldırılar nedeniyle artık doğru dürüst av yapılmıyordu. Kuzey Atlantik balinalarına veya mavi balinalara tesadüf etmek de artık çok güçtü. Balina avcılarının artık kambur balina veya jubarte olarak bilinen ve uğraşmak zorunda kalındığında hatırı sayılır bir tehlike riski barındıran türlere yönelmekten başka seçeneği kalmamıştı.
Bu yılki balina arzı o kadar azdı ki Kaptan Hull gelecek yıl için daha aşağıdaki güney enlemlerine doğru yol alma kararı almıştı. Hatta gerekirse Amerikalı Kâşif Wilkes’in keşfettiği iddia edilen fakat aslında Astrolabe ve Zelee gemilerinin kaptanı şanlı Fransız Dumont d’Urville tarafından bulunan Claire ve Adelie topraklarına kadar ilerleyecekti.
Bu av mevsimi Pilgrim için fevkalade şanssız geçmişti. Ocak ayının başında, neredeyse güney yarım küre yazının ortasında, balina avcılarının olağan dönüş zamanlarından çok önce Kaptan Hull, her zaman avlandığı yerleri terk etmek zorunda kalmıştı.
Her biri fazlasıyla şüphe uyandıran kiralık işçileri, söz dinlemez-ce davranıyorlardı; bunun sonu isyana varabilirdi. Kaptan Hull fırsat bulduğu anda onlarla yollarını ayırması gerektiğini fark etmişti. Bu yüzden Pilgrim gemisi hiç vakit kaybetmeden kuzeybatıya yöneldi. Yeni Zelanda ufukta görüldüğünde tarihler 15 Ocak’ı gösteriyordu. Yeni Zelanda’nın Kuzey Adası’ndaki Auckland’ın Hauraki Körfezi’nde bulunan Waitemata Limanı’na ulaştıklarında bütün ekip kati bir kararla işten çıkarıldı.
Gemi mürettebatı hiç memnun değildi. Öfkelilerdi. Daha önce hiç bu kadar az miktarda yükle dönmemişlerdi. Genelde bundan en az iki yüz varil daha fazla yükleri olurdu. Kaptanın bizzat kendisi, ilk kez, elleri yarı boş dönmenin utancını yaşıyordu. Ayrıca av yolculuğunun başarısız geçmesine sebep olan o serserilerin isyanından dolayı herkesin siniri tepesindeydi. Kaptan Hull, yaşanan hayal kırıklığının önüne geçmek için elinden geleni yapmıştı. Yeni bir ekip kurmak için her türlü çabayı sarf etmişti ama artık çok geçti. Bütün denizciler balık yataklarına doğru çoktan yol almışlardı. Bu sebepten hasılattaki eksikliği giderme yolundaki ümidinden vazgeçmek durumundaydı. Mürettebatı ile birlikte Auckland’dan ayrılmak üzereyken yerine getirmesi gereken bir rica ile karşılaştı. James Weldon bir işinden dolayı olsa gerek yolculuklarından birinde eşini, beş yaşındaki oğlu Jack’i ve Kuzen Benedict diye bilinen akrabalarından birini yanında getirmek zorunda kalmıştı. Weldon, San Francisco’ya geri dönüşünde ailesini de yanında götürmek niyetindeydi fakat küçük Jack ciddi bir hastalığa yakalanmıştı ve işleri için acilen geri dönmesi gereken babası onu, eşini ve Kuzen Benedict’i Auckland’da bırakmak zorunda kalmıştı. Üç ay kadar bir süre sonra küçük Jack iyileşmeye başlamıştı ve eşinden uzun süre ayrı kalmaktan bunalan Bayan Weldon en kısa sürede eve dönmek için sabırsızlanıyordu.
San Francisco’ya ulaşmak için Avustralya’ya gitmesi, oradan Melbourne ile Panama Boğazı arasında gidip gelen “Altın Çağ” şirketine ait gemilerden birine binmesi ve Panama Kıstağı-Kaliforniya arasında düzenli seferleri bulunan şirketin vapurlarından birini beklemesi gerekiyordu. Fakat sürekli bir yerlerde durmayı ve rota değişikliğini gerektiren bir yolculuk her zaman tatsızdır ve kadınlar ile çocuklar için uygun değildir. Öyle ki Bayan Weldon eşine ait deniz araçlarından biri olan Pilgrim’in Auckland’a geldiğini duyduğu vakit, böyle bir güzergâhı takip edecek yolculuğa çıkma konusunda kararsız kaldı. Aceleyle Kaptan Hull’un yanına vardı ve oğlunu, Kuzen Benedict’i ve çocukluğundan beri yanında bulunan yaşlı zenci bakıcıyı Pilgrim’e alıp San Francisco’ya götürmesi için ricada bulundu.
“Bu kadar küçük bir yelkenlide sekiz bin dokuz bin kilometrelik bir mesafeyi katetmek tehlikeli değil mi?” diye sordu kaptan.
Fakat Bayan Weldon ricasında ısrar etti. Bunun üzerine aracının deniz yolculuğundaki maharetine güvenen ve Ekvator’un iki yarısında da bu mevsim havanın iyi olacağını tahmin eden Kaptan Hull bu ricayı geri çevirmedi. Kırk elli gün sürecek bu yolculukta hanımefendiye mümkün olan en yüksek rahatı sağlayabilmek için kendi kamarasını onun kullanımına tahsis etti. Konforlu bir yolculuk için her şey hazırdı. Göz önündeki tek engel Valparaiso’da duraklama meselesiydi; çünkü Pilgrim’in yükünü boşaltması gerekiyordu. Fakat bu iş halledilir halledilmez Pilgrim, yelkenle yolculuk yapmayı uygun kılan kara meltemlerinin de yardımıyla Amerika kıyıları boyunca yoluna devam edebilirdi.
Bayan Weldon birçok deniz seferinde kocasına eşlik ettiğinden deniz hayatının zor taraflarına alışkındı; onun için bu kadar ufak bir deniz aracında yolculuk etme konusunda tereddüde kapılmamıştı.
Otuz yaşında, cesur ve neşeli bir kadın olan Bayan Weldon fazlasıyla sağlıklıydı ve onun için denizde korkulacak hiçbir şey yoktu. Kocasının güvenini fazlasıyla kazanan Kaptan Hull’un tecrübesinden emindi. Dahası onun gemisinin Amerikan balina avı gemileri arasında en iyisi olduğunu biliyordu. Geminin güvenliğine dair en ufak bir itimatsızlık duymuyordu ve bu gemi kendisine dolambaçsız bir güzergâh sunduğu için memnundu.
Kuzen Benedict bu yolculukta ona eşlik edecekti. Kendisi elli yaşlarındaydı ve yalnız yolculuk etmekten korkmayacak kadar ihtiyatlı davranmayı elden bıraktığı söylenebilirdi. Uzun ince sıska yapısı, devasa kafası ve gür saçları ile sıcakkanlı, zararsız bir bilgindi. Altın gözlüklerini taktığında daha da ihtiyarlamış gibi görünürdü.
O iyi adamlardandı ki tüm dünya tarafından “kuzen” olarak görülür ve kendi ailesi dışında bile Kuzen Benedict diye tanınırdı. Hayattaki en sıradan işlerin bile üstesinden tek başına gelemezdi. Yemeği önüne koyulmadan önce bu konu ile ilgili hiçbir şey yapmazdı. Sıcağa veya soğuğa fazlasıyla duyarlı biri gibi görünüyordu. Yaşamaktan ziyade bitkisel bir hayat sürdüğü söylenebilirdi. Uzun kolları ve elleri hem kendisi hem de başkaları için engel oluştursa da hiç kimse ona kabalık etmezdi. M. Prudhomme’un da dediği gibi, “Keşke ona beceri bahşedilseydi…” Eğer beceri sahibi olsaydı dünya üzerindeki insanlara yardım etmekten geri kalmazdı. Ne var ki beceriksizlik onun karakterinin en baskın özelliğiydi ve doğasının derinliklerine işlemişti. Fakat bu beceriksizlik onun hor görülmesine sebep olmuyor, aksine kendisine nezaketli davranılmasını sağlıyordu. Bayan Weldon onu küçük Jack’in abisi olarak görüyordu.
Bu arada yanlış anlaşılmasın, Kuzen Benedict ne aylaktı ne de işsizdi. Tam tersine! Doğa bilgisine duyduğu tutku, tüm zamanını alıyordu. Yine de kendisini doğa bilgini olarak tanımlayacak kadar iddialı değildi. Doğa biliminin genel olarak sınıflandırıldığı dört farklı alan olan zooloji, botanik, mineraloji ve jeolojiye ait kapsamlı çalışmaları yoktu. Botanik bilimci, mineral bilimci veya jeolog olma iddiaları da yoktu. Çalışmaları onu sadece zoolog olarak tanımlamaya yeterdi, o da kısmen.
Kendisinin bir G. Cuvier olduğu söylenemezdi. Hayvan âlemini analizle çözümleyip sentezle düzenlemek hevesinde değildi. Merakı, onu omurgalılar, yumuşakçalar veya ışınsal simetrili canlılar konusunda ustalaştırmamıştı. İşin aslı omurgalı hayvanlar, yani kuşlar, sürüngenler veya balıklar ya da ister kafadan bacaklıgiller isterse yosun hayvancıkları olsun yumuşakçalar, onun hiçbir şekilde ilgisini çekmiyordu. Gece mesaisini ışınsal simetrili canlılardan derisi dikenlilere, denizanalarına, ahtapotlara, bağırsak kurtlarına veya haşlamlılara ayırdığına da tesadüf edilmemişti.
Hayır, hayır… Kuzen Benedict’in merakının başladığı ve bittiği yer artikulatlardı. Hemen belirtmek lazım ki kendisinin çalışmaları artikulatların tasnif edildiği altı alt sınıf olan eklem bacaklılar, çok ayaklılar, örümcekgiller, eklem bacaklı kabuklular, kabuklu deniz hayvanları ve annelidleri kapsamıyordu. Ayrıca bağırsak kurdunu sülükten, kulağakaçanı deniz solucanından, örümceği akrepten, karidesi salya böceğinden, solucanı kırkayaktan bilimsel açıdan güçlükle ayırt edebilirdi. Açıkça söylemek gerekirse Kuzen Benedict amatör bir böcek bilimciydi. Böcek biliminin geniş bir saha olduğu söylenebilirdi. Kısaca artikulatların bütün alt sınıflarını ihtiva ederdi. Fakat dostumuz Benedict böcek bilimci sıfatını bilinen anlamıyla kısmen taşırdı. Şöyle ki kendisi bir böcek gözlemcisi ve koleksiyoncusuydu.
Böcek derken artikulatların; vücudunda eş merkezli hareket eden ve her birinde bir çift bacak olan üç ayrı birimden oluşan, bilimsel olarak heksapod (altı bacaklı) olarak sınıflandırılan türünden bahsediyoruz. Kuzen Benedict işte buraya kadar bir böcek bilimciydi. Ayrıca unutmamak gerekir ki kendisinin meraklı bir öğrencisi olarak yetiştiği böcekgiller 10 alt sınıfa ayrılır.[1 - Bu alt sınıflar: 1. Düz kanatlılar, örn.: Çekirge, cırcır böceği. 2. Sinir kanatlılar, örn.: Yusufçuk böceği. 3. Zar kanatlılar, örn.: Arı, yaban arısı, karınca. 4. Pul kanatlılar, örn.: Kelebek, güve. 5. Yarım kanatlılar, örn.: Ağustos böceği, pire. 6. Kın kanatlılar, örn.: Mayıs böceği, ateş böceği. 7. Çift kanatlılar, örn.: Sivrisinek, meyve sineği. 8. Bükük kanatlılar, örn.: Parazit sinek. 9. Parazitler, örn.: Bit. 10. Kılkuyrukgiller, örn.: Gümüş böceği. (e.n.)] Bu on alt sınıf arasından sadece kın kanatlılar ve çift kanatlılar kendi içlerinde otuz bin ve altmış bin farklı tür barındırıyordu. Bu bereketli alanın Kuzen Benedict’in azimle çaba harcayabileceği bir alan olduğunu itiraf etmek gerekir.
Kuzen Benedict neredeyse her saatini en sevdiği bilim dalı için harcıyordu. Altı bacaklılar gündüzleri aklında, geceleri rüyalarındaydı. Ceketinin kollarına ve yenine, yeleğinin önüne veya şapkasının ucuna takılı iğneleri saymak mümkün değildi. Yoluna herhangi bir şekilde çıkabilecek böcekler için her an hazırdı yani. Kırlardan dönüşünde onu böceklerle kaplı bir şekilde bilimin büyüsüne kapılmış vaziyette görmek mümkündü. Bu güçlü tutkusu, onun Bay ve Bayan Weldon’a Yeni Zelanda yolculuklarında eşlik etmesine sebep olmuştu. Burası ona bereketli bir bölge gibi görünmüştü. Yeni türler bulmayı başardığı için bir an önce San Francisco’ya dönüp onları koleksiyonunda ait oldukları yere yerleştirmek için can atıyordu. Ayrıca onsuz yola çıkmak Bayan Weldon’ın aklından bile geçmiyordu. Onu tek başına bırakmak çok zalimce olurdu. İşin aslı Bayan Weldon Pilgrim’e ne zaman gidecek olsa Kuzen Benedict de onun yanında bulunurdu. Herhangi bir acil durumda kendisinden herhangi bir yardım beklenemezdi. Bilakis kendisi böyle bir durumda fazladan yük olurdu. Fakat yine de ortada bu yolcuğun güzel geçmeyeceği kanaatini uyandıracak ve bundan şüphe etmeyi gerektirecek herhangi bir sebep yoktu. Bu yüzden sıcakkanlı böcek bilimciyi geride bırakmak gibi yakışıksız bir teklifte bulunulmadı bile. Pilgrim’in Waitemata’dan planlanan zamanda yola çıkması hususunda herhangi bir engel oluşturmak istemeyen Bayan Weldon bütün hazırlıklarını mümkün olan en hızlı şekilde yaptı. Auckland’da geçici olarak hizmetine aldığı çalışanların işine son verdi ve küçük oğlu Jack ile yaşlı zenci bakıcıyı yanına alıp mekanik bir şekilde hareket eden Kuzen Benedict’le birlikte 22 Ocak’ta yelkenliye bindi.
Bizim amatör böcek bilimci kendi özel kutusuna gözü gibi bakıyordu. Koleksiyonunda dikkate değer yeni cepkenli böcekler vardı; gözleri başlarında bulunan otobur kın kanatlılara ait bir tür. Bunların Yeni Kaledonya bölgesinde sıra dışı bir şey olduğu düşünülürdü. Dikkatini çeken başka bir hayvan ise Maoriler arasında “katipo” adıyla bilinen ve ısırması hâlinde ölüme yol açacağı iddia edilen zehirli bir örümcekti. Ne var ki bu hayvan örümcekgillerdendi ve tam olarak bir böcek olmadığından Benedict bu canlıya gereken ilgiyi göstermeyi reddetti. Araştırması süresince keşfettiği yeni bir tür olan “staphylinus Neo-Zelandus” (cepkenli Yeni Zelanda böceği) koleksiyonun yıldızı olmanın yanı sıra çok nadir bulunan bir böcekti. Bu da onun tahmin edilenin de ötesinde değerli olduğunu gösteriyordu. Böcek kutusunu fevkalade bir rakama sigortalatmıştı; çünkü içindekilerin Pilgrim’de bulunan bütün yağ varillerinden ve balina kemiklerinden daha değerli olduğuna inanıyordu.
Kaptan Hull, Bayan Weldon’a ve ona eşlik edenlere doğru yaklaştı ve “Anlamanız lazım ki Bayan Weldon…” dedi, şapkasını saygıyla kaldırarak “bu yolculuğa tamamen kendi sorumluluğunuzda çıkıyorsunuz.”
Kadın “Kesinlikle Kaptan Hull.” diye cevap verdi.
“Fakat bunu neden soruyorsunuz?”
“Çünkü Bay Weldon’dan herhangi bir emir almadım.” diye cevap verdi kaptan.
“Fakat benim talebim sizi sorumluluktan muaf tutar.” dedi Bayan Weldon.
“Ayrıca…” diye ekledi Kaptan Hull, “yolcu vapurunda bulabileceğiniz konforu burada size sağlayamam.”
“Pekâlâ biliyorsunuz kaptan…” diye itiraz etti kadın. “eşim çocuğunu ve karısını Pilgrim’e emanet etme hususunda bir an bile tereddüt etmezdi.”
“Emanet mi dediniz hanımefendi? Kendim de sizi Pilgrim’e gönül rahatlığıyla emanet ederdim. Tekrar ediyorum, Pilgrim size alışkın olduğunuz rahatı sağlayamaz.”
Bayan Weldon gülümsedi. “Ah… Ben sizin mızmız yolcularınızdan biri değilim. Sıkışık ufak kompartımanlarınızla veya tatsız yemeklerinizle ilgili herhangi bir şikâyette bulunmam.”
Oğlunun elinden tuttu ve yürümeye devam etti ve bir an önce yola çıkılması ricasında bulundu. Bunun üzerine gereken emirler verildi; yelkenler ayarlandı ve körfez boyunca yapılan kısa bir yolculuktan sonra Pilgrim dümeni Amerika’ya kırdı. Üç gün sonra esmeye başlayan şiddetli doğu rüzgârlarından dolayı rotalarını rüzgâr yönünde çevirdiler.
Bunun neticesinde tarihler 2 Şubat’ı gösterirken kaptan kendisini öyle bir enlemde buldu ki Yeni Kıta’nın batı kıyılarına değil de Horn Burnu’na doğru yol almaya başladığından şüphe etmeye başladı. Fakat deniz hâlâ aşırı dalgalı değildi. Ufak bir gecikme olduysa da çıktıkları deniz seferi her şeyiyle mükemmeldi.
2
MİÇO
Gemide fazladan kompartıman yoktu. Bu sebepten Bayan Weldon, kaptanın, kendi mütevazı kompartımanına yerleşme teklifini kabul etmeye mecbur kaldı. Böylece ufak Jack ve dadı ile birlikte buraya yerleşti.
Kuzen Benedict’in uyuyabileceği bir alan da kendisine tedarik edilmişti. Kaptan Hull ise mürettebatın kaldığı yerde, olağan koşullarda ikinci kaptana ait olması gereken kompartımanda kalıyordu. Fakat daha önce de belirtildiği gibi ikinci bir kaptanın hizmetlerinden çoktan vazgeçilmişti.
Bütün mürettebat, sadakatle bağlı oldukları işverenlerinin eşine karşı saygıda kusur etmiyordu. Hepsi de Kaliforniya kıyılarının yerlisi olan cesur ve tecrübeli denizciler, ortak bir anlayışın getirdiği alışkanlıklarla bir araya gelmişlerdi. Her ne kadar sayıları az da olsa işten kaytarmazlardı. Bunun sebebi ise görev aşkı değil, yaptıkları işin kendilerine de doğrudan kazanç sağlamasıydı. En son yolculukları, hep birlikte çıktıkları dördüncü seferdi ve ilk kez başarısız olmuşlardı. Hepsi de çıktıkları seferin olması gerekenden daha az verimli geçmesinin sorumlusu isyankâr balinacılara karşı öfkeyle doluydu.
Gemide Amerikalı olmayan tek kişi geçici bir süre için istihdam edilen aşçıydı. Adı Negoro’ydu ve Portekiz doğumlu olsa da İngilizceyi mükemmel bir akıcılıkla konuşurdu. Bir önceki aşçı gemiyi Auckland’da terk etmişti. O sırada işsiz olan Negoro bu görev için başvurduğunda daha fazla gecikme yaşamak istemeyen Kaptan Hull geçmişine bakmadan onu işe aldı. Aşçının işini yaparken herhangi bir kusuruna rastlanmasa da davranışlarında, daha doğrusu yüz ifadelerinde kaptanın şüphelerini çeken bir şey vardı. Kaptan, bu kadar yakınına aldığı bu kişinin geçmişini araştırırken daha fazla zahmete girmediğine pişman olmuştu.
Negoro kırk yaşında gözüküyordu. Cılız gibi bir izlenim verse de kaslıydı ve orta boyluydu. Dinç bir yapısı var gibiydi, saçları koyu renkliydi ve ten rengi esmere kaçıyordu. Sessiz sakin bir hâli vardı ve zaman zaman söylediği sözlerden, belirli düzeyde bir eğitim aldığı anlaşılıyordu. Ailesi veya geçmiş hayatı gibi konular söz konusu olduğundaysa ser veriyor sır vermiyordu. Kimse onun nereden geldiğini bilmiyordu ve kimseye nereye gidiyor olduğu bilgisini emanet etmemişti. Sadece ve sadece Valparaiso’ya ayak basma niyetini açıkça belli etmişti. Deniz tutması konusunda herhangi bir sıkıntı yaşamıyor olması ilk kez deniz yolculuğuna çıkmadığını gösterse de denizcilik jargonu konusundaki cehaleti mevcut mesleğine aşina olmadığını ispatlıyordu. Mürettebatın geri kalanından mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyordu. Gündüz vakti, ufak mutfağın boyutlarıyla çelişki içinde olan koca demir kazanın başından nadiren ayrılıyor, geceleriyse ateş söner sönmez ilk fırsatta ranzasına gidip uyuyordu.
Pilgrim’in mürettebatının beş denizci ile bir miçodan oluştuğunu daha önce de söylemiştik. Bu yamak Dick Sands’di. Dick on beş yaşındaydı ve ailesi yoktu. Meçhul anne babası onu doğumunda terk etmişti ve kamuya ait bir yardım kuruluşu tarafından büyütülmüştü. Kendisini henüz birkaç saatlik bir bebekken bulan hayırsever adamın adı Dick olduğu için bu ismi almıştı. Soyadı olan Sands ise kendisinin bulunduğu yer olan Sandy Hook’tan geliyordu. Burası New York Limanı’nın girişinde, Hudson Nehri’nin ağzında bir yerdi.
Dick henüz çok genç olduğu için ileride büyük ihtimalle boyu daha da uzayacaktı. Fakat orta boydan uzun olması çok da muhtemel değil gibiydi. O kadar yapılı ve dayanıklı görünüyordu ki çok daha uzun olması imkânsızdı. Ten rengi koyu olsa da ışıldayan mavi gözleri, Anglosakson kökenli olduğunu şüphesiz bir şekilde ortaya koyuyordu. Ayrıca yüzü enerji ve zekâ saçıyordu. Yöneldiği meslek ona hayat mücadelesinde gerek duyacağı özellikleri kazandırmış gibi görünüyordu. Virgil’in çoğunlukla yanlış aktarılan bir sözü vardır: “Audaces fortuna juvat!” (Cesura talih yardım eder.) Ancak bunun aslı Audentes fortuna juvat!”dır (Korkusuza talih yardım eder.). Aradaki fark küçük gibi görünse de fazlasıyla dikkate değer. Gözü pek olandansa öz güvenliye, korkusuz olandansa cesur olana gösterir talih gülümsemesini. Korkusuz adam genellikle düşünmeden hareket eder; cesur olansa harekete geçmeden önce düşünür. İşte Dick Sands gerçekten yiğit ve cesurdu. On beş yaşındaydı. Sadece az sayıda gencin çocukluğun havailiklerini geride bırakmayı başardığı bir yaş… Bir erkeğin sahip olması gereken istikrarı yakalamıştı ve ona üstünkörü bakan herhangi bir insanın dahi zekâsından etkilenmemesi pek muhtemel değildi. Buna rağmen düşünceli biriydi. Bulunduğu durumun zorluklarını henüz genç bir yaştayken dahi idrak etmişti ve bir karar almıştı. Hiçbir şeyin kendisini azıcık dahi olsa uzaklaştıramayacağı bir karar. Kendine ait, herkesten bağımsız ve onurlu bir mesleğinin olması kararı… Kıvrak ve çevik hareketleriyle fiziksel güç gereken her alanda ustalaşmıştı. Eline aldığı her işi o kadar hakkıyla yerine getirirdi ki iki sağ eli ve iki sol ayağı olduğunu düşündürten o mucizevi ölümlülerden biri olduğunu sanırdınız.
Dört yaşına kadar Amerika’da terk edilmiş çocukları barındıran kurumlardan birinde yaşamıştı ve sonrasında hayırsever yardımlarıyla desteklenen bir endüstri okuluna gönderilmişti. Bu okulda okuma yazma ve aritmetik öğrenmişti. Ta bebeklik zamanlarından beri denizci olma arzusundan bir an dahi vazgeçmemişti. Öyle ki sekiz yaşına gelir gelmez Güney denizlerinde dolanan gemilerden birine miço olarak yerleştirilmişti. Mürettebat ona karşı ilginç bir merak duyuyordu. Bu sayede bir deniz adamının disiplinine ve işi için ihtiyacı olan temel bilgiye hakkıyla sahip olmayı başarmıştı. İşinde en iyi yerlere geleceği konusunda hiçbir şüphe yoktu. Çünkü ekmeğini alnının teriyle kazanması gerektiği ona henüz bir çocukken öğretilmişti.
Dick, ticaret gemilerinde miçoluk yaptığı zamanlardan birinde Kaptan Hull’un dikkatini çekmiş ve sonrasında kaptanın patronu olan Bay Weldon ile tanıştırılmıştı. Çocuğa yardım etmek isteyen Weldon, onun San Francisco’da kendi ailesinin de bağlı olduğu Katolik kilisesinin öğretileri doğrultusunda eğitilmesini sağlamıştı.
Eğitim hayatı boyunca Dick Sands’in en sevdiği dersler gelecekteki mesleği ile alakalı olanlardı. Dünya coğrafyasının detayları konusunda uzmanlaşmıştı ve yön bulma konusunda ihtiyaç duyacağı matematik bilgisine titizlikle adamıştı kendini. Boş zamanlarında ise her türlü macera-gezi kitabını yalayıp yutmuştu. Bu arada pratik ve teorik bilgiyi birleştirmeyi ihmal etmemişti. Hem kendisine yardım eden adama ait olan hem de nazik arkadaşı Kaptan Hull tarafından kumanda edilen deniz aracındaki miçoluk görevi kendisine verildiğinde canıgönülden sevinmişti. Bu gemide elde edeceği tecrübenin kendisine ileriki hayatında mutlaka fayda sağlayacağına inanıyordu. Birinci sınıf bir gemicinin aynı zamanda birinci sınıf bir balıkçı olması gerekir.
Bayan Weldon’ın Pilgrim’de yolculuk edecek olması Dick Sands için büyük bir mutluluktu. Kendisine yardım eden hayırsever adamın ailesine olan bağlılığı muazzam ve içtendi. Yıllar boyu Bayan Weldon ona âdeta bir anne gibi davranmıştı ve her ne kadar aralarındaki sosyal konum farkını hiçbir zaman unutmasa da küçük Jack onun için kardeş gibiydi. Hamileri olan Weldon ailesi, iyilik tohumlarını bereketli bir toprağa ektiklerinden emindi ve öksüz çocuğun samimi bir minnettarlık duygusuyla dolup taştığına şüphe yoktu. Kendisine sadece hayatına başlamasındaki yardımları için değil, iyi ve doğru olmayı öğrettikleri için de borçlu olduğu bu insanlara her şeyini feda edebileceği an gelecek miydi acaba?
Himayesine aldığı gencin ahlakına güvenen Bayan Weldon ona küçük oğlunu emanet etme konusunda hiçbir tereddüt yaşamıyordu. Sık sık ele geçen boş vakitlerde, yani deniz sakin olduğunda ve yelkenlerin ayarlanmasına gerek olmadığında miço, küçük Jack’i denizcilik mesleğini öğretmek suretiyle eğlendirmekten yorulmuyordu. Onu yelkenlere tırmandırıyor ve çeşitli eğlencelerle oyalıyordu. Fakat anne hiçbir şekilde endişelenmiyordu. Dick Sands’in çocuğuna bakmak hususundaki becerisine ve dikkatine olan güveni çok fazlaydı ve oğlunun yakın zamanda atlattığı hastalık dolayısıyla kaybettiği enerjisini geri kazandıran bu meşgale onu mutlu ediyordu.
Günler olaysız geçiyordu. Ne mürettebatın ne de yolcuların sıklıkla ters yönden esen rüzgâr dışında bir şikâyeti yoktu. Fakat sürekli doğu yönüne doğru esen rüzgârın ısrarı Kaptan Hull’u bir miktar endişelendiriyordu. Kaptan gemiyi olması gereken rotada tutarken zorlanıyordu. Öyle ki Oğlak Dönencesi rüzgârları ve ekvatoral akıntıların gemiyi, yolculuğu fazlasıyla uzatacak bir gecikmeye sebep olacak şekilde, batıya sürüklemesinden korkuyordu.
Kaptan, önceleri Bayan Weldon’ın namına rahatsızlık hissetmeye başlamıştı ve olur da Amerika’ya doğru yol alan bir deniz aracına rast gelirse yolcularına buna binmelerini tavsiye edecekti. Fakat bulundukları bu güney enlemi yüzünden hâlâ Panama’ya gidebilecek herhangi bir araca tesadüf etmelerinin güç olduğunu düşünüyordu ve o günlerde Avustralya ile Yeni Dünya arasında yolculuk eden deniz araçlarının sayısı bugün olduğundan çok daha azdı.
Hâlâ seyahatin sıradanlığını bozacak herhangi bir hadise vuku bulmamıştı. Ta ki hikâyemizin başlayacağı 2 Şubat gününe kadar.
O sabah saatler dokuzu gösterdiği sırada küçük Jack ve Dick gemi direklerine tünemişlerdi. Hava oldukça açıktı ve bütün ufku boydan boya görebiliyorlardı. Üç yelkeni düzensiz bir biçimde iliştirilmiş cıvadra,[2 - Cıvadra: Geminin baş tarafından havaya doğru biraz kalkık olarak uzatılmış olan direk. (e.n.)] çocukların bulunduğu yerden aşağıda, suyun üzerinde boylu boyunca uzanıyor gibiydi. Pruva direği gençlerin ayaklarının altında güverteye kadar uzanıyordu ve ana yelkenli ile ana direk onlardan yukarıdaydı. Yelkenli yana hafif yatık bir vaziyette rüzgârla birlikte ilerliyordu. Dick Sands, Jack’e geminin ne kadar dengeli olduğunu izah ediyor ve alabora olmasının imkânsızlığını anlatıyordu. Ne var ki gemi sağa doğru yatmaya başladığı sırada ufaklık bağırdı:
“Suyun içinde bir şey gördüm!”
“Nerede, ne gördün?” diye cevap verdi Dick ayaklanır ayaklanmaz.
“Orada.” dedi çocuk denizin iki yelken arasında görünen kısmını işaret ederek. Dick, bir müddet dikkatini oraya yönlendirdi ve kuvvetle bağırdı:
“Geminin sağ tarafına dikkat edin! Yüzen bir şey var! Rüzgâr tarafına dikkat edin!”
3
KURTARIŞ
Bütün mürettebat Dick’in bağırmasıyla birlikte bir anda dikkat kesildi. Görev başında olmayanlar dahi güverteye koştu. Kaptan Hull aceleyle kompartımanından çıktı. Bayan Weldon, dadı ve hatta Kuzen Benedict dahi geminin sağ tarafına giderek genç miçonun bir anda dikkatini çeken şeye bakmaya koyuldu. Her zamanki kayıtsızlığını elden bırakmayan Negoro yerinden ayrılmadı ve gemidekilerin heyecanına ortak olmadı.
Beş kilometre uzaktan dahi fark edilen şeyin ne olduğu konusunda dayanaksız tahminler yapıldı. Değişik iddialar atılıyordu ortaya. Denizcilerden biri bu şeyi terk edilmiş bir sala benzetti. Bayan Weldon ise eğer bu şey bir kayıksa üzerinde batan bir gemiden kaçan ve kurtarılması gereken insanlar olacağını söyledi. Kuzen Benedict ise bunun devasa bir deniz canavarından başka bir şey olmasının mümkünatsızlığını iddia etti. Fakat kaptan kısa sürede anladı ki bu yan batmış bir deniz aracının gövdesiydi. Bu görüşe Dick de fazlasıyla katılıyordu. O kadar ki teknenin güneşte parladığını gördüğünü iddia edecek kadar ileri gitmişti.
“Yelkeni orsa edin Bolton! Orsa…”[3 - Orsa: Geminin, rüzgârın geldiği yöne döndürülmesi için söylenen söz. (e.n.)] diye bağırdı Kaptan Hull güvertedekilere. “Bir an önce oraya gidelim.”
“Pekâlâ efendim.” diye cevapladı denizciler ve Pilgrim emirler doğrultusunda yönünü değiştirdi.
Kaptanın ve Dick’in iddialarına rağmen Kuzen Benedict, gördüğü şeyin devasa bir deniz memelisi olduğu fikrinden vazgeçmedi.
“Demek ki kesin olarak ölü.” dedi Bayan Weldon. “Hiç hareket etmiyor.”
“Hareket etmiyor çünkü uykuda.” dedi nadir bulunan bir böcek türü için denizlerdeki bütün balinaları feda edebilecek olan Benedict.
“Yavaş, yavaş!” diye bağırdı kaptan su yüzeyinde bulunan cisme yaklaşırlarken. “Aman bu şeyden başımıza bela almayalım. Olur da gemimizde bir delik açarsa bizim için iyi olmaz. Aradaki mesafeyi koruyalım.”
“Tabii, tabii efendim.” dedi denizciler her zamanki neşeli tavırlarıyla ve dümenin küçük bir hareketiyle geminin yönü muhtemel bir çarpışmaya karşı değiştirildi.
Bu sıralarda denizcilerin heyecanı daha da artmıştı. Aradaki mesafe azaldıkça bütün şüpheler ortadan kalkmıştı ve gördükleri şeyin alabora olmuş bir gemi enkazı olduğunu anlamışlardı. Hepsi de batan gemiye ait malların üçte birinin onu kurtaranlara ait olduğu kuralını pekâlâ biliyordu; bu yüzden zarar görmemiş yük bulma beklentisi içine girdiler. Böylece geçen sezondaki bereketsizliği telafi etmiş olacaklardı.
On beş dakika sonra Pilgrim bu terk edilmiş vasıtanın yanına yaklaşmıştı. Gemi sağ yanına yatmıştı ve küpeşteleri sudan sırılsıklam olmuştu. O kadar yan yatmıştı ki güvertesinde ayakta durmak imkânsızdı. Direkleri görünmüyordu ve yelkenleri birkaç parça halat dışında kaybolmuştu. Yan yelkenlere ait zincirlerse kırıktı. Geminin sağ yanında kocaman bir delik vardı.
“Bir şey bu gemiye zarar vermiş.” dedi Dick.
“Ona ne şüphe.” diye cevap verdi kaptan. “Merak edilecek şey şu ki gemi hemen batmamış.”
“Ah, zavallı mürettebat umarım sağ kurtulmuştur!” diye bağırdı Bayan Weldon.
“Büyük ihtimalle.” diye cevap verdi kaptan. “Kayıklara binmişlerdir. Ne var ki bu şekilde bir hasara yol açan diğer geminin yoluna rahatlıkla devam etmesi de pek mümkün.”
“Demeyin öyle… Herhangi bir insanın böylesine bir zalimliği yapması mümkün mü?” dedi Bayan Weldon.
“Pekâlâ mümkün.” diye cevap verdi Kaptan Hull. “Ne yazık ki böyle hadiselere sıklıkla rastlanır.” Sürüklenen gemiye dikkatle baktı ve devam etti: “Burada kayık olduğuna dair herhangi bir işaret göremiyorum. Ancak şöyle bir tahmin yürütebilirim: Bence mürettebat karaya ayak basmak istedi. Fakat böyle bir mesafede, yani Amerika’ya veya Pasifik adalarına bu kadar uzakken bu teşebbüs ümitsiz.”
“Peki sizce bu kazadan kurtulmuş, ne olduğunu anlatabilecek birilerine tesadüf etmek mümkün mü?” diye sordu Bayan Weldon.
“Çok muhtemel değil hanımefendi. Aksi takdirde buna dair herhangi bir işaret olurdu. Fakat biz yine de emin olmak için çaba sarf edeceğiz.”
Kaptan elini ilerlemek istediği yöne doğru salladı ve “Yelkeni orsa edin Bolton. Hadi bakalım!” diye bağırdı.
Bu arada Pilgrim enkaza yaklaşık beş yüz metre kadar uzaktaydı ve enkazda herhangi bir yaşam belirtisine tesadüf etmek imkânsız görünüyordu. Dick Sands bir anda haykırdı:
“Dinleyin! Eğer yanılmıyorsam bir köpek havlıyor.”
Herkes dikkatle dinlemeye koyuldu. Dick boğuk bir havlama sesi duyduğuna emindi. Talihsiz bir köpekçik ambar gibi bir yere hapis kalmış gibiydi. Ne var ki güverte henüz görüş mesafesinde olmadığından bundan emin olmak mümkün değildi.
Bayan Weldon yalvarır gibi bir sesle “Eğer bu bir köpekse lütfen onu kurtaralım kaptan.” dedi.
“Evet, evet anne köpeği kurtarmalıyız.” dedi küçük Jack. “Şimdi ben ona birazcık şeker vereceğim.”
“Birazcık şeker açlıktan ölmek üzere olan bir köpeği kurtaramaz yavrucuğum.”
“O zaman ona çorbamı da veririm. Ben yemesem de olur.” dedi küçük çocuk ve bağırmaya devam etti: “İyi köpek, cici köpek…” Ta ki hayvanın kendisine cevap verdiğine ikna oluncaya kadar…
Artık iki aracın arasında yüz metre kadar bir mesafe vardı ve havlama sesi gittikçe netleşiyordu. İşte büyükçe bir köpek geminin sağ tarafında ağlara tutunuyordu ve her zamankinden daha çaresiz bir şekilde havlamaya başlamıştı.
“Howick, gemiyi durdur ve küçük kayığı indir.” diye bağırdı kaptan.
Gemi, enkazla arasında yüz metre kadar bir mesafe olacak şekilde durduruldu ve kayık denize indirildi. Kaptan, Dick ve birkaç denizci kayığa bindi. Köpek haykırmaya devam ediyor ve ağlara tutunmaya çalışıyordu fakat sürekli kayıp güverteye düşüyordu. Kısa süre sonra anlaşıldı ki köpek, sadece kendisini kurtaranlara havlamıyordu. Bayan Weldon hâlâ kurtarılacak birileri olduğu düşüncesindeydi. Bir anda hayvanın hareketleri değişti. Artık sinmiş ve yalvarır bir vaziyette değildi. Öfkeyle havlıyordu ve vahşileşmişti.
“Bu vahşiyi bu kadar rahatsız eden ne?” diye bağırdı kaptan. Fakat bu sırada kayık çoktan enkaza yaklaşmıştı ve kaptan, yelkenlinin güvertesine çıkmış Aşçı Negoro’yu görebilecek noktada değildi. Meğer köpek bu yaygarayı Negoro’yu gördüğü için koparmış. Negoro hiç kimse görmeden üst güverteye çıkarak tek kelime etmeden yaklaşmış, hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden bir müddet köpeğe bakıp kaşlarını çatmış, sonra da geldiği gibi kimseye bir şey sezdirmeden sessizce mutfağına çekilmişti.
Kayık, sürüklenen enkazın etrafında dolaşınca “Waldeck” yazısını gördüler. Her ne kadar hangi limana ait olduğuna dair herhangi bir işaret yoksa da Kaptan Hull tecrübeli gözleriyle gemiye baktığında Amerikan yapımı olduğunu tahmin etti.
Koca gemiden geriye kalan işte bu enkazdı. Pruvanın yakınlarındaki iri delikler talihsiz kazanın hangi noktada gerçekleştiğini gösteriyordu. Gemi ilk aldığı darbe sonrası su altında kalma riskini muhtemelen atlatmış olsa da meydana gelen kabarıklık birkaç dakika içinde batmasına yol açabilirdi.
Gemiyi sol yanına yatırmak için birkaç darbe yeterliydi. Kaptan gemiye etraflıca baktı ve boş olduğunu gördü. İki gemi direği de yerinden çıkmıştı ve yelkenler kopmuştu. Geminin yakınlarında, sürüklenen tek bir direğe rastlamak mümkün değildi. Bu da gösteriyordu ki talihsiz olay en az birkaç gün öncesinde gerçekleşmişti.
Bu arada köpek küpeşteden kaymış ve açık olan ambarın merkezine gelmişti. Hâlâ havlamaya devam ediyor, arada da aşağı doğru bakıyordu.
“Köpeğe bakın!” dedi Dick. “Gemide birileri var bence.”
“Öyle olsa bile…” diye cevap verdi kaptan, “çoktan açlıktan ölmüşlerdir. Ayrıca yiyecek stoklarını su basmıştır.”
“Hayır, eğer hâlâ hayatta olmasalardı bu köpek böyle davranmazdı.”
Kayığı enkaza daha da yaklaştıran Dick ve kaptan köpeğe ıslık çalmaya başladı. Köpek de denize atladı ve kayığa doğru bitkin bir şekilde yüzmeye başladı. Hayvanı kayığa aldıklarında kendisine uzatılan ekmek yerine kovada duran birkaç parça suyu hararetle yalayarak içmeye koyuldu.
“Zavallı hayvan susuzluktan ölüyor.” dedi Dick.
Kısa süre sonra anlaşıldı ki köpek sadece kendi derdinde değildi. Kayığı birkaç metre daha yakına, kaptanın Waldeck’in yanında durabileceği en müsait noktaya doğru aldıklarında hayvan, Dick’i ceketinden çekti ve âdeta bir insanmışçasına inlemeye başladı. Kayığın bir daha enkaza geri dönmeyeceğine dair bir endişe taşıdığını gösteriyordu bu. Köpeğin anlatmaya çalıştığını yanlış anlamak mümkün değildi. Bunun üzerine kayığı geminin sol tarafına aldılar ve köpeği dikkatlice Waldeck’e saldılar. Biraz zorlanarak Kaptan Hull ve Dick geminin ambarına ulaştı. Ambarın yarıya yakını suyla dolmuştu ve içinde yük namına hiçbir şey yoktu. Sadece gemiyi yan tutan çakıl taşları vardı.
Üstünkörü bir bakış, gemide ganimet namına bir şey bulunmadığına da kaptanın ikna olmasına yetmişti.
“Burada bir şey yok, burada kimse yok.” dedi kaptan.
Ambarın ön kısmına doğru yürüyen miço “Evet görüyorum.” diye cevap verdi.
Kaptanın “O zaman tekrar yukarıya çıkıyoruz.” demesiyle merdivenden çıkmaya başladılar. Güverteye çıktıkları sırada köpek yeniden havlamaya başladı ve onları geminin kıç kısmına yönlendirmeye çalıştı.
Köpeğin artık arsızlığa varan ısrarına teslim olan ikili, geminin kıç kısmına doğru ilerledi. İşte burada, gökyüzünün getirdiği loş ışıkta hareketsiz ve cansız yatan beş kişiyi gördü kaptan.
Dick, her birini tek tek inceledi ve hâlâ nefes almaya devam ettiklerini söyledi. Bunun üzerine kaptan iki denizciyi yardıma çağırdı ve bilincini yitirmiş beş zenci güçlükle de olsa kayığa taşındı.
Bu duruma memnun olan köpek onları takip etti.
Kayık mümkün olduğunca hızlı bir şekilde Pilgrim’e döndü ve halatların sarkıtılmasıyla birlikte adamlar güverteye taşındı.
“Zavallıcıklar…” dedi Bayan Weldon cansız duran adamlara bakarken.
“Ama onlar ölmedi!” diye haykırdı Dick. “Onlar ölü değil, onları kurtarmalıyız.”
“Peki bu adamlara ne olmuş?” diye sordu şaşkınlıkla bakan Kuzen Benedict.
“Yakında öğreniriz.” dedi kaptan gülümseyerek. “Ama önce onlara içine birkaç damla rom katıp su vermemiz lazım.” Kuzen Benedict de gülümsedi.
Kaptan, “Negoro!” diye bağırdı. O ana kadar oldukça sakin duran köpek öfkeli bir şekilde hırıldamaya başladı. Dişlerini gösteriyordu ve öyle bir hâle bürünmüştü ki âdeta hiddetlenmişti.
“Negoro!” diye tekrar bağırdı kaptan. Bunun üzerine köpek daha da hiddetlenmeye başladı.
İkinci seslenişten sonra Negoro mutfağından yavaşça çıktı. Güvertede görünür görünmez köpek ona doğru koştu. Eğer Negoro yanında getirdiği demir parçasıyla hayvanı engellemeseydi muhakkak ki boğazına yapışacaktı. Tayfa öfkeli hayvanı zapt etti ve ciddi bir yaralanmanın önüne geçilmiş oldu.
“Bu köpeği tanıyor musun?” diye sordu kaptan.
“Nereden tanıyacağım… Ben bu hayvanı hayatımda hiç görmedim.”
“Çok tuhaf…” diye mırıldandı Dick. “Burada ilginç bir şeyler oluyor. Neyse yakında anlarız.”
4
WALDECK KAZAZEDELERİ
Fransız ve İngiliz gemilerinin dikkatli takibine rağmen köle ticareti ekvatoral Afrika’da hâlâ yaygındı. Gemiler, köleleri Angola ve Mozambik kıyılarından alıp dünyanın -medeni bölgeler de dâhil olmak üzere- her tarafına taşıyorlardı.
Kaptan Hull bu durumun fazlasıyla farkındaydı ve her ne kadar hâlihazırda köle tüccarlarının nadiren bulunduğu bir enlemde olsalar da kurtardığı bu zencilerin Pasifik’teki kolonilerden birine doğru yol alan bir köle gemisinde olduklarını düşündü. Eğer durum böyleyse en azından onlara Pilgrim gemisine bindikleri an itibarıyla özgürlüklerini geri kazandıklarını söyleme zevkini tadacaktı.
Bu düşünceler kaptanın zihninden geçedursun Bayan Weldon kendisine eşlik eden dadı ve fazlasıyla çevik Dick’in de yardımıyla talihsiz kazazedelerin kendilerine gelmeleri için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Mahrum kaldıkları içme suyu ve birazcık yiyecek, onları yavaş yavaş canlandırıyordu. Nihayet kendilerine geldiklerinde içlerindeki en yaşlı kişi olan altmışlık bir adam sorulan bütün soruları düzgün bir İngilizceyle cevaplamaya başladı. Kaptan Hull’un, köle olup olmadıkları sorusuna ise büyük bir gururla Amerika’nın Pennsylvania eyaletinde yaşayan özgür vatandaşlar oldukları cevabını verdi.
“O zaman sizi temin ederim ki dostum…” dedi kaptan, “Pilgrim yelkenlisine binerek özgürlüğünüzden hiçbir şekilde feragat etmediniz.”
Yaşlı adama bu grubun lideri gözüyle bakıldı; bu sadece yaşından ve tecrübesinden dolayı değildi; aynı zamanda öne çıkan özellikleri ve enerjisi de bunda etkendi. Kaptan Hull’un duymak istediği bütün bilgileri verdi ve maceralarından bahsetti.
Adının Tom olduğunu söyleyen yaşlı adam henüz altı yaşında bir çocukken Afrika’dan getirilip Amerika Birleşik Devletleri’ne köle olarak satıldığını fakat Özgürlük Yasası ile birlikte hürriyetini kazandığını anlattı. Yaşları yirmi beş ile otuz arasında değişen genç yol arkadaşlarının ise anne babaları özgürlüklerini kendileri doğmadan kazandıklarından hür doğduklarını söyledi. Tom, hiçbir beyaz adamın üzerlerinde sahiplik iddiasında bulunmadığını da sözlerine ekledi. Yanındakilerden biri kendi oğluydu ve adı Bat’ti (Bartholomew kısaltılmışı). Diğer üç kişinin adlarıysa Austin, Acteon ve Herkül’dü. Kuvvetli bir yapıya sahip bu ırkın kaslı ve yapılı mensupları olan bu adamların köle pazarındaki ederleri çok yüksekti. Üstelik yakın zamanda yaşadıkları talihsizlikten dolayı bitap düşmüş olsalar da kaslı ve biçimli vücutları sağlıklı olduklarına işaret ediyordu. Davranışlarından, Kuzey Amerika’da verilen sıkı eğitimden istifade ettikleri görülüyordu ve konuşma biçimleri zenci aksanına benzemiyordu.
Bu beş kişi üç yıl önce Güney Avustralya’nın Melbourne şehri civarlarında geniş mülkleri bulunan bir İngiliz tarafından işe alınmıştı yaşlı Tom’un anlattığına göre. Burada çok para kazanmışlar, anlaşmalarının bitmesiyle beraber ABD’ye dönmeyi kararlaştırmışlar; 5 Ocak’ta biletlerini almış ve Melbourne’de Waldeck’e ayak basmışlardı. İlk on yedi gün boyunca her şey iyi gidiyordu. Ancak çok karanlık olan 22 Ocak gecesinde büyük bir buharlı gemi kendilerine çarpmıştı. Şiddetli çarpışmanın şokuyla birlikte uykularından uyanıp güverteye koştuklarında korkunç bir manzarayla karşılaşmışlardı. Yelkenli tamamen su altında kalmasa da direkleri kopmuş ve tamamen yan yatmıştı. Kaptan ve tayfa ise sırra kadem basmıştı. Bir kısmı muhtemelen denize savrulmuştu, diğer bir kısmıysa kendilerine çarpan gemiye tutunup kurtulmayı başarmıştı. Tom ve arkadaşları, âdeta felç geçirmişçesine donakalmışlardı bir süre. Sonra anlamışlardı ki yarı batmış, işe yaramaz bir deniz aracının içinde, en yakın kara parçasından iki yüz kilometre kadar uzakta tek başlarınaydılar. Bir kaptanın kendi hatası yüzünden kaza geçiren gemisini terk etme barbarlığını işiten Bayan Weldon tepkisini yüksek sesle ifade etti. Yolda kaza geçiren bir aracın sürücüsünün yardım geleceği düşüncesiyle çarptığı aracı öylece bırakıp yoluna devam etmesi çok kötü bir şeydi. Fakat bir kaptanın kendi beceriksizliğinin kurbanı olan yardıma muhtaç kazazedeleri açık denizlerde bırakıp kaçması utanç vericiydi hanımefendinin dediğine göre. Kaptan Hull daha önce söylediklerini yineledi. Bu durum her ne kadar vahşice olsa da nadirattan değildi.
Hikâyesine devam eden Tom, kendisinin ve arkadaşlarının alabora olmuş yelkenliden kurtulma imkânlarının olmadığını söyledi. İki kayık da çarpmanın etkisiyle parçalanmıştı. Bu sebepten kendilerini kurtaracak bir gemiyi beklemekten başka çareleri kalmamıştı. Bu arada enkaz, akıntıların da etkisiyle sürükleniyordu. Bu da olmaları gereken rotadan çok uzakta bulunmuş olmalarının sebebini açıklıyordu.
Çarpışmadan sonraki on gün boyunca geminin arka tarafında bulunan birkaç parça yiyecekle idare etmişlerdi. Fakat geminin ambarını su bastığından içecek namına hiçbir şey bulamamışlardı. Temiz su tanklarıysa çarpışmayla beraber delinmişti. Susuzluktan eziyet çeken zavallı adamlar bir önceki gece bilinçlerini yitirmişlerdi ve eğer Pilgrim zamanında yetişmeseydi yakın zamanda öleceklerdi.
Diğer yolcular da Tom’un anlattıklarını doğruladı ve Kaptan Hull duyduklarından şüphe etmek için herhangi bir sebep görmedi. Ayrıca gerçekler kendileri adına konuşuyordu zaten.
Gemiden kurtulan diğer kazazedelerden biri eğer konuşma kabiliyeti ile lütuflandırılsaydı bu ifadeleri doğrulayabilirdi. Bu kazazede, Negoro’ya karşı izah edilemez bir hoşnutsuzluk gösteren köpekti.
Dingo isimli bu hayvan Avustralyalı bir bekçi köpeği cinsindendi. Ne var ki asıl memleketi burası değildi. Köpek, Batı Afrika’dan, Kongo Nehri ağzına yakın bir bölgeden gelmişti. Waldeck gemisinin kaptanı onu iki yıl kadar önce yarı aç bir hâlde gezinirken bulmuştu. Köpeğin tasmasına işlenmiş “S” ve “V” harfleri, hayvancağızın da kendine ait bir geçmişinin olduğunu işaret ediyorlardı. Waldeck gemisine bindikten sonra Dingo kaybettiği efendisinin özlemi ile içine kapanmıştı.
Pirene çoban köpeklerinden daha büyük olan Dingo, türünün mükemmel bir örneğiydi. Kafasını geriye atarak ayakta durduğunda boyu bir adamın boyuna erişiyordu. Bir panter kadar çevik ve güçlüydü. Bir ayıyla korkmadan mücadele edebilirdi. Sarıya kaçan kahverengi tüyleri vardı ve uzun kuyruğu bir aslanınki kadar sağlamdı. Olur da öfkelendirilirse zorlu bir düşmana dönüşebilirdi. Negoro’nun köpekle karşılaşmaktan memnun kalmamasına şaşmamalıydı.
Her ne kadar içine kapanık da olsa Dingo vahşi değildi. Yaşlı Tom’un dediğine göre köpek gemideki zencilere karşı da özel bir hoşnutsuzluk içerisindeydi. Her ne kadar zarar verme teşebbüsünde bulunmadıysa da onlardan mümkün olduğunca uzak duruyordu. Bu durum akla şu düşünceyi getiriyordu: Daha önce bulunduğu yerde, yerliler sık sık canını yakmıştı. Kazadan sonraki on gün boyunca Tom ve arkadaşlarından kararlılıkla uzakta durmuştu. Bu arada hayvanın neyle beslendiğini kimse bilmiyordu; fakat emin oldukları şey onun da kendileri gibi susuzluktan eziyet çektiğiydi.
Waldeck gemisinin kazazedelerinin başından geçenler işte bunlardı. Çok çetin şartlarla karşı karşıya kalmışlardı. Açlık azabıyla baş etmeyi başarsalar bile küçük bir fırtına veya önemsiz bir dalga, su almış gemiyi alabora edebilirdi. Eğer ki rüzgârlar ve akıntılar Pilgrim’in tam zamanında yetişmesini sağlamasaydı kaçınılmaz son onları avucuna alacaktı. Cesetleri muhakkak ki denizin dibini boylayacaktı.
Ne var ki Kaptan Hull’un insaniyeti burada bitmeyecekti; bu kazazedeleri evlerine ulaştırmak niyetindeydi. Bunu yapmaya söz vermişti. Valparaiso’da yükünü boşalttıktan sonra Pilgrim, Kaliforniya’ya doğru yol alacaktı. Bayan Weldon, kocasının büyük bir misafirperverlikle onları ağırlayacağı ve Pennsylvania’ya geri dönmeleri için lazım olan imkânları sağlayacağı sözünü vermişti.
Son üç yılda zahmetle kazandıkları bütün birikimlerini kaza yüzünden kaybetmiş adamlar, iyi yürekli bu insanlara derinden minnet duyuyorlardı. Her ne kadar fakir zenciler olsalar da kurtarıcılarına olan borçlarını gelecekte geri ödeyecekleri yönündeki umutlarını tamamıyla kaybetmemişlerdi.
5
AKILLI DİNGO
Bu arada Pilgrim yoluna doğu yönünden devam ediyordu. Waldeck’in enkazı daha akşam olmadan gözden kaybolmuştu.
Kaptan Hull rüzgârın hafif esmesinden dolayı endişelenmeye devam ediyordu. Yeni Zelanda’dan Valparaiso’ya olan yolculuğun bir veya iki hafta kadar uzamasını umursamıyordu fakat bu, misafiri Bayan Weldon için uygun değildi. Bayan Weldon’a gelince, kendisi bu duruma teslim olmuş görünüyordu ve hiçbir şekilde şikâyet etmiyordu.
Kaptanı kaygılandıran başka bir şey ise Tom ve dört arkadaşı için uyuyacak yer bulma meselesiydi. Tayfanın kaldığı yerde onlara uygun hiçbir alan yoktu ve üst güvertede yatacak yer ayarlamak zorundaydılar. Zor bir hayata zaten alışkın zencilerin havalar güzel gittiği müddetçe bu durumdan rahatsız olmalarını gerektirecek hiçbir sebep yoktu.
Nihayet Pilgrim’de hayat olağan rutinine dönmeye başlamıştı. Rüzgâr devamlı aynı yönde estiği için yelkenlerin çok fazla değiştirilmesine gerek duyulmuyordu. Fakat ne zaman ihtiyaç olsa iyi yürekli zenciler yardım etmekten geri kalmıyorlardı. Yüz seksen beş santimetre boyunda güçlü Herkül yelkenleri ayarladı. O kadar kuvvetliydi ki kendi gibi ekstra sağlam halatlara ihtiyacı var gibiydi.
Herkül bir anda küçük Jack’in en sevdiği kişilerden biri oluvermişti. Dev adam ufaklığı oyuncak bebek gibi havaya kaldırdığında çocukcağız sevinçle çığlık atardı. “Daha yükseğe, çok yükseğe…” derdi Jack kimi zaman.
“Tabii ki Jack efendim.” derdi Herkül onu havaya kaldırırken.
“Ağır mıyım?”
“Bir tüy kadar.”
“O zaman beni daha da havaya kaldır. Kaldırabildiğin en yükseğe…”
Böylece Herkül çocuğun iki ayağını tutar ve güvertede yürümeye başlardı. İşte bu zamanlarda Jack, ona ne kadar ağır olduğunu hissettirmek gibi boş bir çabanın içine girerdi.
Dick Sands’in ve Herkül’ün dışında Jack’in üçüncü bir arkadaşı daha vardı. Bu arkadaş Dingo’ydu. Waldeck gemisindeyken içine kapanık olan köpek, şimdi sevdiği bir arkadaş çevresi edinmiş gibiydi. Çocukları seven o hayvanlardan olduğu için de Jack’in kendisine istediği her şeyi yapmasına izin veriyordu. Fakat çocuk hiçbir şekilde onu incitmeyi düşünmezdi. Bu ikisinden hangisinin oyun oynamaktan daha çok zevk aldığını kestirmek güçtü. Jack kendine canlı bir köpek bulmuştu ve bu, dört tekerlekli eski oyuncağından çok daha eğlenceliydi. En zevkli oyunlarından biri Dingo’nun sırtına binip onu bir yarış atıymış gibi sürmekti. Bu yakınlığın en bariz sonuçlarından biri şu oldu: Ambardaki şeker miktarı ciddi bir şekilde azaldı. Dingo, Negoro hariç gemideki herkesin neşe kaynağıydı ve bu adam kendisine bariz düşmanlık gösteren hayvandan ısrarla uzak duruyordu.
Jack’in bulduğu yeni arkadaşlar ona eski arkadaşı Dick Sands’i hiçbir şekilde unutturmadı.
Sands, boş vakitlerini her zamanki gibi ufaklığa ayırıyordu. Onların samimiyetinden memnun olan Bayan Weldon, Kaptan Hull’a da bu durumdan bahsetti.
“Haklısınız hanımefendi…” dedi kaptan içtenlikle. “Dick mükemmel bir genç ve kesinlikle birinci sınıf bir denizci olacak. İçgüdüleri neredeyse bir dâhininki kadar kuvvetli ve teorik konulardaki yetersizliklerini telafi etmeye yetiyor. Tecrübesinin ve eğitiminin ne kadar az olduğunu hesaba katacak olursak gemicilik konusundaki bilgilerinin harika olduğunu söyleyebiliriz.”
“Kesinlikle yaşına göre ilginç bir şekilde ileride.” diye onayladı Bayan Weldon. “Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki onda hiçbir kusur bulamadım. Sanırım kocamın niyeti, bu yolculuk bittikten sonra ona kaptan olabilmesi için gereken sistematik denizcilik eğitimini sağlamak.”
“Bu işi hakkıyla yerine getireceğinden hiç şüphem yok hanımefendi.” diye cevap verdi kaptan.
“Zavallı öksüz… Çok zor bir okulda okumuş.” dedi kadın.
“Bu okulda öğrendiği dersler kesinlikle boşa gitmemiş. Ona hayatta kendi yolunu kendisinin bulması gerektiği dersini vermişler.”
O sırada ikisinin de gözleri dümenin başında duran Dick Sands’e çarptı.
“Ona bir bakın hele…” dedi kaptan, “nasıl da dikkatli. Hiçbir şey onu görevini yerine getirmekten alıkoymuyor. En tecrübeli bir dümenciye nasıl güvenilir ise ona da öyle güvenilir. Eğitimine miço olarak başlaması çok iyi oldu. En başından başladı her şeye. Bunun gibisi yoktur. Eğitimin en iyisi bu şekilde olur.”
“Fakat şüphesiz…” diye itiraz etti Bayan Weldon, “donanmada bahsettiğiniz türde bir eğitimi almamış bir sürü iyi denizci olduğunu inkâr etmezsiniz.”
“Haklısınız hanımefendi. Ne var ki en iyilerin dahi bazıları merdivenin ilk basamağından başlamıştır. Mesela Lord Nelson.”
Tam bu sırada Kuzen Benedict kamarasından çıktı. Alışkanlığı üzere güvertede geziniyor, ağı inceliyor, oturma yerlerinin altını kurcalıyor ve uzun parmaklarını zemindeki boşlukta gezdiriyordu.
“Evet, nasıl gidiyor Benedict?” diye sordu Bayan Weldon.
Kuzen Benedict “Ah çok iyi, teşekkürler.” diye cevap verdi sersemlemiş bir vaziyette. “Ama keşke kıyıda olsaydık.”
“Orada ne arıyorsun?” diye sordu Kaptan Hull.
“Ben her zaman böcek ararım.”
“Fakat bilmiyor musun Benedict…” dedi Bayan Weldon, “Kaptan Hull gemisinde haşere barındırmayacak kadar titiz.”
Kaptan Hull gülümsedi ve “Bayan Weldon çok iltifatkâr. Yine de Pilgrim’de yaptığınız bu araştırmalarınızın başarıyla sonuçlanmaması ümidindeyim.” dedi.
Benedict, kompartımanlarda böceklerin cazip bulacağı bir şey bulunmadığının farkında olduğunu gösteren bir hareket yaptı.
Kaptan, “Ama yine de diyebilirim ki ambarda hamam böceği bulabilirsiniz. Sanırım hamam böcekleri ilginizi çekmiyordur.” dedi.
“İlgimi çekmiyor mudur?!” diye cevap veren Benedict hemen heyecanlanmıştı. “Virgil ve Horatius’un bedduasına uğrayan şey düz kanatlılar değil miydi? Periplaneta orientalis ve Amerikan kakerlak türleri ile akraba olup yaşadıkları yer…”
“Yaşadıkları değil istila ettikleri demeyi tercih ederim.” diyerek sözünü kesti Kaptan Hull.
Şaşkınlıktan donakalan Benedict, “Böcek bilimci olmadığınız belli beyefendi.” dedi.
“Ne yazık ki suçumu itiraf etmek zorundayım.” dedi kaptan gülümseyerek.
“Herkesin sizin ilgi alanınıza merak duymasını beklememelisiniz.” diyerek itiraz etti Bayan Weldon. “Peki Yeni Zelanda’da yaptığınız araştırmalarınızın sonuçlarından memnun musunuz?”
“Evet, evet…” dedi Benedict gönülsüz bir tereddütle. “Memnun olmadığımı söyleyemem. Cepkenli böcekgillerin Yeni Kaliforniya dışında görülmemiş bir türüne tesadüf ettiğim için çok mutlu oldum. Ama bilmeniz gerekir ki bir böcek bilimci her zaman koleksiyonuna yeni türler eklemek arzusundadır.”
Benedict konuşmaya devam ederken küçük Jack’le boğuşan Dingo onun üzerine atladı ve sırnaşmaya başladı. Fakat adam “Uzak dur seni hayvan!” diye bağırarak onu itti. Bunun üzerine küçük Jack, “Zavallı Dingo, cici köpek!” diye bağırdı ve yanına koşarak hayvanın başını küçük ellerinin arasına aldı.
“Hamam böceklerine olan ilginiz, köpeklere yok galiba.” dedi kaptan.
“Köpekleri sevmediğimden değil; bu hayvan beni hayal kırıklığına uğrattı.” diye cevap verdi Benedict.
“Ne demek istiyorsunuz?” dedi Bayan Weldon gülerek. “Bu hayvancağızı çift kanatlılarla veya zar kanatlılarla birlikte koleksiyonunuza eklemek istemezsiniz herhâlde.”
“Ah tabii ki hayır.” diye cevap verdi Benedict ciddiyetinden ödün vermeden. “Anladığım kadarıyla bu hayvan Batı Afrika kıyılarında bulunmuş. Belki sırtında Afrika’ya ait bir yarım kanatlıyla gelmiştir diye ümit ediyordum. Tüylerini defalarca aradım taradım ama bir tek hayvana bile rastlayamadım. Köpek beni hayal kırıklığına uğrattı.” diye ekledi kederle.
“Eğer bir şey bulsaydınız onu öldüreceğinizi ümit ediyorum.” dedi kaptan.
Benedict kaptanın yüzüne sessiz bir hayretle baktı bir süre. Sonra dedi ki:
“Sir John Franklin’in sizin meslekte tanınmış biri olduğunu biliyorsunuz zannediyorum beyefendi!”
“Evet, ne olmuş?”
“Çünkü Sir John en önemsiz böceğin dahi canına kıymazdı. Rivayet edilir ki bir keresinde bir sivrisinek tarafından gün boyu eziyet çekmiş. Nihayet böcek elinin üstüne konduğundaysa ‘Hadi uç bakalım minik yaratık. Dünya sana da bana da yetecek kadar büyük.’ diyerek ona üflemiş.”
“Anlattığınız bu minik anekdot Sir John Franklin’den çok daha eskidir. Aynı bu kelimelerle L. Sterne’ın Tristram Shandy kitabında Toby Amca’yla ilgili olarak anlatılır. Fakat bu hikâyede sivrisinek değil, sıradan bir sinektir.” dedi kaptan gülümseyerek.
“Peki Toby Amca bir böcek bilimci midir? Gerçekte de yaşamış mıdır?”
“Hayır.” diye cevap verdi kaptan. “Kendisi sadece bir roman karakteridir.”
Bunun üzerine Kuzen Benedict’in yüzünde bariz bir nefret ifadesi belirince Kaptan Hull ve Bayan Weldon kendilerini gülmekten alamadılar.
Bu konuşma, Kuzen Benedict’in her konuyu nihayet kendi gözde ilgi alanına getirmesindeki ısrara verilebilecek örneklerden sadece biriydi. Pilgrim doğu yönüne doğru monoton yolculuğuna devam ederken Benedict kendine yeni müritler bulmaya çalışıyordu. İlk önce Dick Sands’i ikna etmeye çalışsa da genç miçonun böcek bilimin gizemlerine ilgi duymadığını anlaması uzun sürmedi. Bunun üzerine dikkatini zencilere yöneltti. Ne var ki onları da ikna etmeyi başaramadı. Teker teker hepsini denemişti. Fakat Tom, Bat, Acteon ve Austin onun öğretilerine pek ilgi duymadılar. Nihayet geriye tek bir kişi kalmıştı ve bu kişi Herkül’dü. Meraklı doğa bilimci kılkuyrukgiller ile parazitler arasındaki farkı bilen gizli bir yetenek bulmuştu.
Böylece Herkül boş vakitlerinin önemli bir kısmını kın kanatlıları incelemeye ayırıyordu artık. Geyik böceği, uyuz sineği ve uğur böceklerinden oluşan geniş bir koleksiyonu incelemeye teşvik ediliyordu. Her ne kadar Benedict, en hassas ve kırılgan böceklerini Herkül’ün devasa ellerinde görmekten ürkse de kısa zaman sonra anladı ki bu adam çok uysaldı ve bu sayede sakarlığının önüne geçilebilirdi.
Böcek bilimi bu iki takipçisini oyalayadursun Bayan Weldon, Jack’i eğitmek için büyük çaba harcıyordu. Okuma yazma öğretme işini kendi üzerine almış, matematik öğretmeyi ise Dick Sands’e havale etmişti. Beş yaşında bir çocuğun eğlenerek öğrenmesinin daha hızlı sonuç vereceğini düşündüğünden sıradan okuma kitapları yerine bir tarafında harflerin yazılı olduğu küplerden faydalanıyordu. İlk önce küplerle bir kelime oluşturup Jack’e gösteriyor, sonra da aynı işlemi çocuğa yaptırıyordu. Çocuk bu şekilde çok hızlı ilerliyor, bu alıştırma için kompartımanda ve güvertede saatler harcıyordu. Üzerinde alfabedeki harfler dışında rakamlar da yazan yaklaşık elli küp vardı ve bu küpler matematik eğitimi için de kullanılıyordu. Bu icadı kadını fazlasıyla memnun etmişti.
Dokuzuncu günün sabahında ilginç olduğunu söyleyebileceğimiz bir hadise oldu. Jack güvertede yarı yatar bir vaziyette küpleriyle oynuyor, yaşlı Tom’u şaşırtmak için bir kelime oluşturuyordu. Çocuğun oyununa katılan ihtiyar, eliyle gözlerini kapatıyor ve kendisini şaşırtmak isteyen çocuğun yaptıklarını görmüyormuş gibi davranıyordu. İşte tam bu sırada çocuğun etrafında dolanan Dingo aniden durdu, sağ patisini kaldırdı ve kuyruğunu sallamaya başladı. Sonra “S” harfini ağzına aldı ve oradan uzaklaştı.
“Ama Dingo, harflerimi yememen lazım!” diye bağırdı çocuk. Bu sırada köpek küpü bırakmış, başka bir tane daha alıp ikisini yan yana koymuştu. Götürdüğü ikinci harfse “V” harfiydi. Bunu gören Jack öyle bir şaşkınlık çığlığı attı ki sadece annesi değil kaptan ve Dick de yanına koştu. Çocuğa ne olduğunu sorduklarında Dingo’nun okumayı bildiğini söyledi; en azından harfleri tanıdığı kesindi.
Dick Sands gülümsedi ve harfleri almak için eğildi. Bunu gören Dingo ise hırıldadı ve dişlerini gösterdi fakat miço hiç korkmadı ve harfleri alıp diğerlerinin yanına koydu. Ama köpek tekrar harflerin üzerine atıldı ve patilerini, sahiplenircesine üzerlerine koydu. Diğer harfleri görmemiş gibiydi.
“Çok ilginç, yine S ve V harflerini aldı.” dedi Bayan Weldon.
Kaptan, “S, V!” diye mırıldandı kendi kendine. “Tasmasındaki harfler değil miydi onlar?” dedi ve yaşlı zenciye dönerek devam etti: “Tom, bu köpeğin her zaman Waldeck’te bulunmadığını söylemiştin değil mi?”
“Bildiğim kadarıyla kaptan, sadece iki yıldır köpeğe sahipti. Onu Kongo Nehri’nin ağzında nasıl bulduğunu sık sık anlatırdı.”
“Peki köpeğin nereden geldiğini veya daha önce kime ait olduğunu biliyor muydu sence?” diye sordu kaptan.
“Hayır.” diye cevap verdi Tom başını sallayarak. “Kayıp bir köpeğin kime ait olduğunu bulmak kayıp bir çocuğun ailesini bulmaktan daha zordur.”
Düşüncelere dalmış gibi görünen kaptan cevap vermedi; fakat Bayan Weldon, “Bu harfler size bir şey çağrıştırıyor sanki kaptan!” dedi.
“Tam olarak dediğiniz gibi değil de…” dedi ve devam etti. “Bu harfleri cesur bir kâşifle özdeşleştirmekten kendimi alamıyorum.”
“Kimi kastediyorsunuz?”
“1871 yılında, yani iki yıl önce Fransız bir gezgin Paris Coğrafya Derneğinin de yardımıyla Afrika’yı batıdan doğuya geçme amacıyla bir sefer düzenlemişti. Bu seferin başlangıç noktası Kongo Nehri’nin ağzıydı ve bitişi için hedeflenen yer ise Delgado Burnu yakınlarında Ruvuma Nehri’nin ağzıydı. Bu adamın adı Samuel Vernon’du ve Dingo’nun tasmasına işlenmiş harfler beni bu ilginç tesadüf ile ilgili olarak düşündürdü.”
“Peki bu gezginle ilgili bir şeyler biliniyor mu?” diye sordu Bayan Weldon.
“İlk ayrıldığı zamandan beri onunla ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Muhtemelen yolculuk sırasında öldüğü için doğu kıyısına ulaşmayı başaramadı. Veya yerliler tarafından esir alındı. Eğer durum buysa köpek, muhtemelen Waldeck kaptanının onu bulduğu yere yani deniz kıyısına kendi başına gitti.”
“Peki Vernon’un böyle bir köpeğe sahip olup olmadığı ile ilgili bir bilginiz var mı kaptan?”
“Böyle bir şeyi hiç duymadım.” dedi kaptan. “Ama zannediyorum ki köpek ona ait. Bu iki harfi ayırt etmeyi başarması çok ilginç. Ona bakın hanımefendi. Harfleri okumakla kalmıyor, bizim de okumamızı bekliyor sanki.”
Bayan Weldon köpeği ilgiyle izleyedursun konuşmaya şahit olan Dick Sands, kaptana Vernon’un yolculuğa tek başına çıkıp çıkmadığını sordu.
“Bununla ilgili bir şey bilmiyorum delikanlı. Ancak kendisine hatırı sayılır miktarda yerlinin eşlik ettiğini söyleyebilirim.”
Kaptan, konuştuğu sırada Negoro’nun güvertede sessizce durduğunu görmedi. İlk başlarda güvertede olduğu fark edilmemişti ve Dingo’nun ısrarla tuttuğu iki harfi ilginç bakışlarla seyrettiği, kimsenin dikkatini çekmedi. Ne var ki köpek aşçının varlığını fark eder etmez öfkeyle hırıldamaya başladı. Bunun üzerine Negoro gayriihtiyari gibi görünen bir tehdit hareketiyle mutfağına doğru yollandı.
Bu durum kaptanın gözünden kaçmadı. “Şüphesiz bu işte bir gizem var.” dedi ve Dick Sands konuşmaya devam ederken bu konu üzerine düşündü.
“Köpeğin alfabeyi bilmesi sizce de fevkalade bir durum değil mi?”
Bu sırada Jack, “Annem bana öğretmen kadar iyi okuyabilen Munito adlı bir köpekten bahsetti. Bu köpek domino bile oynayabiliyormuş.” dedi.
Bayan Weldon gülümsedi. “Ama o köpek senin düşündüğün kadar eğitimli değildi yavrucuğum. İki harfi birbirinden ayırt edebildiğini zannetmiyorum. Ama akıllı bir Amerikalı sahibi vardı ve köpeğin işitme konusundaki hassasiyetini fark ettiğinden ona birkaç numara öğretmişti.”
“Nasıl numaralar?” diye sordu neredeyse küçük Jack kadar meraklı Dick.
“Gösteri yapması gerektiğinde seninkilere benzeyen harfler masanın üzerine dizilirdi ve köpek onların arasından kalabalığın istediği kelimelerin harflerini seçerdi. Hayvan istediği her harfin önünde dururdu. İşin sırrı şuydu ki, efendisi cebindeki kürdanı sallayarak sadece hayvanın duyacağı tizlikte bir ses çıkarır, köpeğin gerekli harfleri seçmesini sağlardı.”
Duyduklarına şaşıran Dick, “Fakat bu köpek, sahibi olmadığında hiçbir şey yapamazdı.” deyince Bayan Weldon cevap verdi:
“Aynen öyle. Dingo’nun bütün bunları kendisini yönlendirecek bir sahibi olmadan yapması ise çok hayret verici bir şey.”
“Üzerinde ne kadar düşünürsen o kadar ilginç geliyor insana.” dedi Kaptan Hull ve devam etti: “Fakat Dingo’nun yaptığı dilencilere ayrılan yemeği almak için manastır zilini çalan köpeğin durumundan daha ilginç değil. Öyle görünüyor ki Dingo ‘S’ ve ‘V’ harfleri dışında hiçbir harfi tanımıyor. Ona bu harfleri neyin öğrettiğini asla bilemeyeceğiz.”
“Konuşamaması büyük şanssızlık.” dedi miço. “Negoro’ya her seferinde neden dişlerini gösterdiğini bilirdik eğer konuşsaydı.”
“Ne şahane dişler ama…” dedi kaptan, Dingo ağzını açtığı sırada.
6
BALİNA GÖRÜNDÜ
Köpeğin ne kadar akıllı olduğunu görmek, Bayan Weldon, kaptan ve Dick’in bu konuda sık sık konuşmalarına sebep olmuştu. Genç miço her ne kadar bundan şüphe duyulmasına sebebiyet verecek bir harekette bulunmasa da Negoro’ya karşı gizli bir güvensizlik hissetmeye başlamıştı.
Dingo’nun bu olağanüstü becerisi sadece yolcular arasında konuşulmuyordu. Köpek, tayfa arasında da okuma biliyor olmasıyla nam salmıştı. Hatta oradaki herhangi bir denizci kadar yazma bildiğini söyleyeceklerdi neredeyse. Bu kadar şeyin üstüne köpeğin konuşmamasına ise gerçekten şaşırıyorlardı.
“Belki de konuşuyordur.” dedi Dümenci Bolton. “Belki bir gün ona rotamız hakkında soru sorarız. Veya rüzgârın hangi yönde estiğini…”
“Neden olmasın?” dedi başka bir denizci. “Papağanlar konuşur, saksağanlar konuşur. Peki köpekler neden konuşmasın?.. Bana soracak olursanız ağzı olan bir canlıyla konuşmak gagası olanla konuşmaktan daha kolaydır.”
Bir başka denizci -Howick- “Dediğinde haklısın. Ancak herhangi bir dört ayaklının böyle bir şey yaptığı duyulmuş şey değil.” dedi. Fakat bu değerli arkadaşımız eğer Danimarkalı bir bilgine ait köpeğin yirmi farklı kelimeyi gırtlaktan ve ağızdan telaffuz edebildiğini bilseydi kesinlikle çok şaşırırdı. Ne var ki bu hayvan söylediği kelimelere herhangi bir anlam yükleyemiyordu. Papağanın da ağzından çıkan sesleri anlamlandıramadığı gibi.
İşte böylece bilmeyerek de olsa Dingo kahraman oluvermişti. Kaptan Hull birkaç sefer hayvanın önüne harfleri dizecek oldu fakat köpek her seferinde en ufak bir tereddüt dahi göstermeden sadece iki harfi seçiyor, diğer harflere göz ucuyla bile bakmıyordu.
Sadece Kuzen Benedict bu olaya herhangi bir ilgi duymadığını insanın gözüne sokarcasına dile getiriyordu. Köpek aynı numarayı birkaç kez tekrar ettikten sonra Kaptan Hull’a şunları söyledi:
“Köpeklerin akıl atfedilen yegâne hayvanlar olduğunu düşünüyor olamazsınız. Biliyorsunuz ki fareler batmakta olan gemiyi her zaman terk ederler. Kunduzlar sel basmadan önce kurdukları seti yükseltirler. Nicomedes’in, İskender’in ve Oppian’ın atları, sahipleri hayatını kaybettikten sonra acılarından ölmediler mi? Eşeklerin mükemmel hafızalarının olduğu ile ilgili örnekler mevcut değil mi? Kuşlar da eğitildiklerinde şahane şeyler yapabilirler. Mesela sahiplerinin söylemesiyle bir sürü kelime yazabilirler. Odadaki insanların sayısını bir matematikçi kesinliğiyle bilen papağanlara dair rivayetler var. Papazın yüz altın verseler vazgeçmem dediği papağanını duymadınız mı? Bu hayvan havariler amentüsünü teklemeden tekrar ederlermiş. Ve böcekler…” Heyecanı gittikçe artıyordu. “In minimis maximus Deus (Tanrı küçük şeylerde gizlidir.) sözünü nasıl da doğruluyorlar. Karıncaların inşa ettikleri değil midir mimarlara bir şehir modelini gösteren. Veya su örümceğinin ördüğü keseciği en başarılı mekanik öğrencisi yapabilir mi? Peki ya pirelere ne demeli… Deliğinden içeri girip silahı ateşlemezler mi? Bu Dingo’da hiçbir fevkaladelik yok. Sanırım çoban köpeklerinin sınıflandırılmamış bir türüne ait. Belki bir gün Yeni Zelanda’nın ‘canis alphabeticus’u (alfabe köpeği) olarak adlandırılır.”
Değerli böcek bilimcimiz işte böyle birkaç tane daha nutuk atmaya devam etti. Fakat Dingo yine de insanların gözündeki değerinden bir şey kaybetmedi. Bu arada zenciler bu duruma neredeyse mucize gözüyle bakıyorlardı. Herkesin aksine köpeğe dair bu tür duyguları hissetmeyen bir diğer yolcu ise Negoro’ydu ve eğer ki hayvan insanların sevgisini bu derece kazanmamış olsaydı ona bir kötülük yapacağı kesindi. Köpekten her zamankinden daha çok uzak duruyordu; harf olayından sonra nefretinin daha da artmış olması Dick Sands’in dikkatinden kaçmadı.
Kuzeydoğu rüzgârı nihayet yatışmıştı ve Kaptan Hull bu değişikliğin geminin rüzgâr yönünde düzgünce ilerlemesini sağlayacağını ümit ediyordu. Pilgrim’in Auckland’dan ayrılmasının üzerinden on dokuz gün geçmişti ve yerinde bir rüzgâr kaybedilen zamanı temin etmeye yeterdi. Fakat rüzgârın beklenen düzeye gelmesi için birkaç gün daha geçmesi gerekiyordu.
Pasifik’in bu bölgesinin her zaman ıssız olduğunu daha önce de söylemiştik. Amerikan veya Avustralyalı buharlı gemilerin alışılagelmiş rotasından uzaktı burası. Yine de istisnai durumların Pilgrim gibi bazı balina gemilerini bu noktalara sürüklemesi ihtimal dâhilindeydi. Fakat bu enlemde bunlara rastlamak pek mümkün değildi.
Ancak bu durum sadece akılsız ve budala biri için ilginçlikten uzak olabilirdi. Okyanusun şiirselliği her an her yerdeydi… Bir deniz bitkisi veya yosun kümesini suların üstünde süzülürken görmek mümkündü. Veya ne olduğu bilinmeyen bir direk görülebilirdi. Bu şeylerin her biri hayal gücünde sonsuz karşılık bulabilirdi. Düşen veya buharlaşan her bir su damlası, denizden gökyüzüne yahut gökyüzünden denize kendine ait özel bir sırrı ifşa edebilirdi. Ne mutludur göklerin ve denizlerin gizemlerini takdir edebilenler!..
Suların üstünde olduğu gibi altında da hayvanlar hayatın bir parçasıydı. Geminin yolcuları kutup kışından kaçıp kuzeye uçan kuşları seyretmekten fazlasıyla keyif alıyorlardı. Bu kuşlar küçük balıkları yakalamak için bazen denize doğru alçalırdı ki bu da seyretmeye değer bir görüntüydü. Bayan Weldon’ın kendisine verdiği atış eğitimi sayesinde Dick Sands bazen bir tabanca ile bazen de tüfekle birkaç tüylü hayvan avlamayı ihmal etmezdi.
Beyaz deniz kuşları zaman zaman yelkenlinin yakınında toplaşırdı. Bazen de kanatlarında kahverengi çizgiler olan başka deniz kuşları görülürdü. Penguenler ise paytak yürüyüşleriyle kıyıda ilginç bir görüntü oluştururdu. Kaptan Hull’un dediği üzere bu hayvanlar bodur kanatlarını palet gibi kullandıkları zaman bazı denizciler onları balık sanırdı.
Kanatlarını açtığında üç metreyi bulan devasa cüsseleriyle albatros kuşları denize doğru alçalıp gagalarını suya sokarak yiyecek ararlardı bazen de. İşte böyle hadiselere sık sık rastlamak mümkündü ki ancak doğanın mucizelerine kayıtsız kalan kalın kafalı biri böyle bir deniz yolculuğunu sıkıcı bulabilirdi.
Rüzgâr yönünü değiştirdiği gün Bayan Weldon geminin güvertesinde ileri geri yürüyordu ki ilginç bir olay dikkatini çekti. Uzaklarda bir yerde denizin kana bulaşmışçasına kırmızı olduğunu gördü. Bu sırada Jack ve Dick arkasında duruyordu ve “Bak Dick, şuna bir bak… Deniz kıpkırmızı. Denizi böylesine tuhaf bir renge büründüren yosun mu acaba?” dedi.
“Hayır, bu bir deniz yosunu değil. Bu, denizcilerin balina yemi dediği şey. Çok sayıda kabuklu deniz hayvanının oluşturduğu bir şey.” dedi Dick.
“Kabuklu deniz hayvanları olabilir. Ama o kadar küçükler ki sanki böcek gibiler…” dedi Bayan Weldon ve yüksek sesle “Benedict, Benedict! Buraya gel! Senin ilgini çekecek bir şey var burada!” diye seslendi; amatör böcek bilimci kamarasından çıktı. Kaptan Hull da onun arkasından geliyordu.
“Aaa, görüyorum.” dedi kaptan. “Balina yemi… En ilginç kabuklular üzerinde çalışmak için fırsat ayağınıza kadar geldi Bay Benedict.”
“Saçmalık!” dedi Benedict aşağılayıcı bir ses tonuyla. “Tamamen saçmalık!..”
“Neden, ne demek istiyorsunuz?” dedi kaptan sertçe. “Bir böcek bilimci olarak bunların artikulatların altı alt sınıfından biri olan kabuklular olduğu noktasındaki kanaatime itiraz etmezsiniz herhâlde.”
Benedict’in küçümsemesi dudak bükmesiyle bir kez daha tescillendi: “Bir böcek bilimci olarak ilgi alanıma sadece altı bacaklıların girdiğinin farkında değil misiniz beyefendi?”
Gülümsemekten kendini alıkoyamayan kaptan şu cevabı verdi: “Zevklerinizin bir balinanınkiyle aynı istikamette olmadığını görüyorum beyefendi.” Bayan Weldon’a dönerek devam etti: “Balinacılara soracak olursanız hanımefendi, bu görüntü bir şey söyler. Bu, vakit kaybetmeden zıpkınlarımızın ne durumda olduğunu incelemeye başlayacağımızın bir işareti.”
Jack buna şaşırdığını açığa vurarak “Yani balina gibi devasa yaratıkların böylesine küçük şeyleri yiyerek mi beslendiğini söylüyorsunuz?” dedi.
“Evet yavrum, sana irmik veya pirinç ne kadar lezzetli geliyorsa bunlar da onlara o kadar lezzetli geliyor diyebilirim. Bir balina bunların bulunduğu yere geldiğinde ağzını açmak dışında bir şey yapmasına gerek kalmıyor. Bunlardan yüz binlercesi bir dakika gibi bir sürede ağzına doluyor.” diye cevap verdi kaptan.
“İşte böyle Jack.” dedi Dick. “Balina, karidesleri ayıklama zahmetine girmeden yiyebiliyor.”
“Ağzını kapattığı anda da zıpkının güzel tadına bakıveriyor.” diye ekledi kaptan. Sözlerini henüz bitirmişti ki denizcilerden biri bağırıverdi:
“Sol tarafta balina var!”
“İşte balina…” diye tekrar etti kaptan. O sırada bütün mesleki içgüdüleri harekete geçmişti ve geminin başına doğru bir telaş koştu. Geminin meraklı yolcuları da onun peşinden gitti.
Kuzen Benedict bile -kendisine rağmen- herkesin gösterdiği bu ilgiye dâhil olmuştu.
Rüzgâr yönünde altı kilometre kadar ileride olağan dışı bir hareketlilik vardı; tecrübeli gözler bunun bir balinaya işaret ettiğini anlardı. Buna şüphe yoktu. Lakin aradaki mesafe, bu canlının memeli hayvanların hangi türüne ait olduğunu kestirmeyi imkânsızlaştırıyordu.
Balinaların yaygınlıkla bilinen üç türü vardır. Bunlardan ilki buzul balinası, genellikle kuzeyde bulunur. Bu hayvanın boyu ortalama on sekiz metre olsa da yirmi dört metre olanlarına da rastlanılmıştır. Sırtında yüzgeç bulunmaz ve derisinin altında kalın bir yağ tabakası bulunur. Bu canlıların sadece bir tanesinin yüzlerce varillik yağı vardır.
İkinci tür ise balaenopteraların tipik bir temsilcisi olan kambur balinadır. Bu hayvanların kanadı andıran ve açıldığında vücudunun genişliğine ulaşan iki farklı sırt yüzgeci vardır. Bu yüzgeçler uçan balığınkilere benzer ve bu balinalara çok nadir rastlanır.
Son olarak oluklu balina olarak da bilinen Jubarteler… Arka yüzgeci bulunan bu türün boyu devasa buzul balinasına yaklaşamaz bile.
Bulundukları mesafeden gördüklerinin hangi türe ait olduğunu tam olarak kestiremeseler de genel kanaat bu hayvanın bir Jubarte olduğu yönünde idi.
Kaptan Hull ve tayfası herkesin dikkatini çeken bu canlıya istekle bakıyordu. Balina avcıları, bir saatçinin, karşısına çıkan her saatin mekanizmasını karşı koyulmaz bir tutkuyla incelemesi gibi bir duyguyla yollarına çıkan her balinaya saplamak isterler zıpkınlarını. Hayvan ne kadar büyükse heyecan da o kadar büyük olur. Hiçbir fil avcısı balinacının avının peşindeyken duyduğu hazzın lezzetine varamaz.
Ufukta görünen balina, tayfa için beklenmedik fırsatlar demekti ve bereketsiz geçen av mevsimini telafi edecek bir imkân yakalamış olmak onları fazlasıyla heyecanlandırıyordu.
Balina hâlâ uzakta olsa da kaptan, tecrübeli gözleriyle gördüğü canlının ne olduğunu anladı. Dikkatini çeken çok sayıda şeyden biri, hayvanın hava deliklerinden buharla birlikte su fışkırmasıydı:
“Bu bir buzul balığı değil. Eğer öyle olsaydı fışkıran su daha az olurdu ve daha yükseğe çıkardı. Kambur balina olsaydı çığlığını duyardık. Dick, sen ne düşünüyorsun?”
Dick, fışkıran suya baktı. “Su fışkırtıyor efendim. Buhar ve su… Sanırım bu bir oluklu balina. Fakat ender rastlanan büyüklerinden…”
“En az yirmi metre.” dedi heyecandan kızaran kaptan.
Jack “Ne kadar da büyük…” diyerek büyüklerin heyecanına ortak oldu.
“Evet, Jack, evladım!” diye güldü kaptan. “Ve balina kahvaltısını yaparken kendisini kimin seyrettiğini umursamıyor.”
“Evet.” dedi dümenci. “Eğer bunu yakalayabilirsek boş varillerimizi doldurma fırsatımız olur.”
“Böyle bir balinaya saldırmak çok zor bir iş, biliyorsunuz.” dedi Dick.
Kaptan “Haklısın yelkenlimiz jubartenin olası kuyruk darbelerine dayanacak kadar güçlü değil.” diye karşılık verdi.
“Ama kazancımız riske değer, değil mi?”
“Bir kez daha haklısın Dick.” diye cevap verdi kaptan, balinayı daha iyi görebilmek için cıvadranın üzerine tırmandığı sırada.
Tayfa da kaptan kadar heyecanlıydı. Arzuladıkları avlarının hareketlerini ilgiyle izliyor ve bir oluklu balinadan elde edecekleri hasılat üzerinde tartışıyorlardı. Olur da boş varillerini doldurma fırsatını kaçırırlarsa bunun büyük talihsizlik olacağını düşünüyorlardı.
Kaptan Hull düşünceli bir tavır içindeydi ve kaşları çatık bir vaziyette tırnaklarını yiyordu.
“Anne ben balinayı yakından görmek istiyorum. Çok yakından…” dedi küçük Jack.
“Göreceksin çocuğum…” dedi o sırada yanında bulunan kaptan. Eğer ki adamları da ona destek çıkarsa bu armağanı yakalayacağına inanıyordu. Adamlarına döndü ve “Pekâlâ çocuklar ne dersiniz, bu işe girişelim mi? Bilmeniz lazım ki bu işte tek başımızayız ve bize yardım edecek balina avcıları yok. Sadece kendimize güvenebiliriz. Daha önce mızrak fırlatmışlığım var, şimdi de fırlatabilirim. Ne dersiniz?”
Tayfa neşeyle hep bir ağızdan cevap verdi:
“Hayhay efendim, hayhay…”
7
SALDIRI HAZIRLIĞI
Herkes çok heyecanlıydı ve deniz canavarını nasıl yakalayacakları, günün konusu olmuştu. Bayan Weldon bu kadar az kişiyle bu kadar riskli bir teşebbüsün nasıl hayata geçirileceği ile ilgili şüphelerini dile getirdi; Kaptan Hull daha önce de tek yelkenliyle balina avladığı hususunda onu temin etmeye çalışıyordu. Kendisine sorulacak olsa başarısızlıktan korkmaya hiç mahal yoktu. Hanımefendi daha fazla itiraz etmedi; ikna olmuş gibi bir hâli vardı.
Kararını veren kaptan, vakit kaybetmeden ilk hazırlıklara başladı. Oluklu balina yakalama işi ona da tehlikeli geliyordu ve bu konuda endişeliydi. İşte bu yüzden öngörebileceği her türlü tehlikeye karşı tedbir almayı ihmal etmedi.
İki direk arasında tutulan uzun kayık dışında Pilgrim’de üç tane balina kayığı vardı. İki tanesi yelkenlinin sağ ve sol taraflarında asılıydı. Diğeri ise geminin arka tarafında tutuluyordu. Av mevsimi zamanlarında, Yeni Zelandalı balina avcıları da tayfaya katılmışken, bu üç kayığın üçü de kullanılırdı. Fakat mevcut durumda Pilgrim’in tüm mürettebatı tek bir kayığı dahi güçlükle doldurabilirdi. Tom ve arkadaşları yardım etmek istediklerini dile getirseler de teklifleri derhâl reddedildi. Çünkü balina kayığı sadece ve sadece bu işte tecrübeli kişilere emanet edilebilirdi. Kayığın yanlış yöne döndürülmesi veya erken bir kürek hamlesi bütün ekibin güvenliğini tehlikeye atabilirdi. Bütün tecrübeli denizcilerini bu riskli işi gerçekleştirmek üzere yanına alan kaptan, yelkenlisini genç miçoya emanet etmekten başka bir yol bulamamıştı. Dick her ne kadar balina avı macerasında yer almak istese de güçlü bir adamın gemide daha fazla işe yarayacağını bilecek kadar akıllıydı ve bunun üzerine geride kalmayı hiç itirazda bulunmadan kabul etti.
Bu beş denizci arasından dördü kürekleri çekecekti. Lostromo Howick ise arkadaki kürekten sorumluydu. Bu kürek dümen görevi görüyordu ve diğer kürekler bir şekilde işlemez hâle gelirse daha hızlı hareket etmeyi sağlıyordu. Zıpkıncılık hâliyle Kaptan Hull’a bırakılmıştı. Olur da balinaya ilk hamlesi başarısızlıkla sonuçlanırsa zıpkının bağlı olduğu ipi çözüp hayvanı tekrar alt etme niyetindeydi.
Balina avı söz konusu olduğunda başvurulan bir diğer metot ise kayığa yerleştirilen ufak bir top mermisini mızrak veya patlayıcı mermiler vasıtasıyla ateşlemek, bu şekilde hayvanın vücudunda derin kesikler meydana getirip onu yakalamaktı. Fakat Pilgrim bu çeşit bir teçhizatla donatılmamıştı. Bu metot oldukça pahalıya patlıyordu; bunun yanı sıra yeniliklere karşı olan denizciler tarafından ısrarla reddediliyordu. Balıkçılar çoğunlukla eski usul mızrakları tercih ediyorlardı. İşte kaptanımızın elindeki imkânlar bunlardı ve gemisinden yaklaşık altı kilometre uzakta avıyla karşı karşıya gelmek üzereydi.
Hava bu teşebbüsü desteklercesine güzeldi. Deniz sakindi ve rüzgâr hâlâ orta karar bir hâldeydi ki bu da yelkenlinin kaptanın yokluğunda su üzerinde sürüklenmesi ihtimalini ortadan kaldırıyordu.
Sağ taraftaki balina kayığı suya bırakıldı. Dört denizci kayığa yerleşirken Howick onlara mızrakları verdi. Bu silahlardan bazıları iyice bilenmişti. Bunların dışında her biri yaklaşık yüz seksen metre uzunluğunda olan beş ip kangalı da kayığa yerleştirildi. Bazı zamanlarda balinalar suyun öylesine derinlerine dalarlardı ki birbirine bağlanmış bu uzunluktaki ipler dahi yeterli gelmezdi. Bütün hazırlıklar böylece tamamlandıktan sonra tayfaya kalan tek iş kaptanlarının keyfini beklemekti.
Pilgrim’i suda mümkün olduğunca sabit tutmak için yelkenler indirilmişti. Kaptan gemisini terk etmeden önce son kez her şeyin yolunda olduğundan emin bulunmak istercesine şöyle bir baktı. Yelkenler olması gerektiği gibi indirilmişti. Nihayet genç miçoyu yanına çağırdı ve “Şimdi seni birkaç saatliğine burada bırakacağım Dick. Umarım benim yokluğumda gemiyi hareket ettirmeni gerektirecek herhangi bir şey olmaz. Ama yine de gözün açık olsun. Olacağından değil de bu balina bizi bir miktar uzağa sürükleyebilir. Eğer böyle olursa bizi takip edersin. Tom ve arkadaşları sana mutlaka yardım ederler.” dedi.
Zenciler Dick’in emirlerine riayet edecekleri hususunda kaptana söz verdiler. Koca Herkül her an harekete hazır olduğunu gösterircesine gömleğinin kollarını kıvırıyordu. Kaptan sözlerine devam etti:
“Hava fazlasıyla güzel Dick. Rüzgârın şiddetini artırması mümkün görünmüyor. Ama ne olur ne olmaz senden sadece bir tek emrime sıkı sıkıya sarılmanı istiyorum. Gemiyi kesinlikle terk etme. Eğer bizi takip etmen gerekirse bir bayrak çekeceğim.”
“Bana güvenebilirsiniz efendim. Çok dikkatli olacağım.”
“Pekâlâ evladım, başın serin yüreğin zengin olsun. Şu an itibarıyla sen ikinci kaptansın ve sen yaşlarda birinin böyle bir görev üstlendiğine hiç şahit olmadım. Görevinin hakkını ver.”
Dick’in yanağında beliriveren kızarıklık sözlerle anlatılamayacak kadar çok şey söylüyordu.
“Bu delikanlıya güvenilir.” diye mırıldandı kaptan kendi kendine. “Mütevazı olduğu kadar cesur da. Evet bu çocuğa güvenilir.”
Kaptanın bu kararından şüphe etmediği söylenemezdi. Yine de düşüncelerini açık etmenin doğuracağı tehlikelerin farkındaydı;
kendisini, bu işin sadece birkaç saat süreceğine inandırmaya çalıştı. Ayrıca tayfasının içgüdüleri fazlasıyla keskindi. Bir de bunu sadece kendisi için yapmıyordu ki… Hem tayfa kötü giden av sezonunu telafi etmek istiyordu hem de geminin sahibinin beklentileri karşılanmalıydı. İşte bu düşüncelerle nihayet yola koyuldu.
“Size başarılar dilerim.” dedi Bayan Weldon.
“Çok teşekkürler.”
Bu arada küçük Jack de birkaç şey söylemek istiyordu:
“Hayvanı fazla incitmeden yakalamaya çalışacaksınız değil mi?”
“Tabii ki genç beyefendi.” diye cevap verdi kaptan. “Parmaklarımızın dokunuşunu bile hissetmeyecek.”
“Bazen…” dedi Benedict, “böyle hayvanların sırtlarında ilginç böcekler bulunur. Bunlardan bana getirmeniz mümkün mü acaba?”
“Kısa bir süre içinde kendiniz tecrübe edebilirsiniz.” dedi kaptan. “Sen de bize avımızı kesmemize yardım edersin, değil mi Tom?”
“Bu iş için hazır olacağız beyefendi.”
“Bir şey daha var Dick.” diye ekledi kaptan. “Boş varilleri buraya çıkarıp hazırda tutarsan iyi olur.”
“Başüstüne efendim.” dedi Dick.
Eğer her şey yolunda giderse yapılacak şey balinayı güverteye sıkı sıkıya bağlamak olacaktı. Ardından denizciler ayaklarına giydikleri çivili ayakkabılarla balinanın üzerinde ileri geri yürüyüp yağını vücuttan ayırarak etini ilk önce iri, sonra da -fıçılarda saklamak üzere- daha ufak parçalara böleceklerdi. Alışılagelen kural -ağırlığını üçte bir oranında azaltmak üzere- balinanın yağını, yani en değerli kısmını hayvan yüzülür yüzülmez en yakın kara parçasına götürüp eritmek olsa da kaptan, Valparaiso’ya varmadan böyle bir teşebbüste bulunmayacaktı. Rüzgârın yakında daha uygun bir yönden eseceğini ümit eden kaptan, limana üç haftadan kısa bir süre içinde ulaşmayı hedefliyordu. Bu süre içinde yükleri bozulmazdı.
Pilgrim’in yapacağı bir sonraki hareket, bu değerli armağanın bulunduğu yerin yakınına gelmekti. Bu arada hayvancağız kızıl sularda yüzmeye devam ediyor ve koca ağzını sürekli açıp kapamak suretiyle yüz binlerce minik kabukluyu yutuveriyordu. Hiç kimse hayvanın kaçma ihtimali üzerinde durmadı. Her ne kadar herkes bunun bir “savaşçı balina” olduğu hususunda hemfikir olsa da hiçbiri saldırılardan sonuna kadar kaçamazdı.
Kaptan Hull kayığa inerken Bayan Weldon iyi dileklerini bir kez daha yineledi. Bu sırada Dingo da patilerini öne uzatmış, veda edercesine duruyordu.
Nihayet kayık ilerlemeye başladığında Pilgrim’in geride kalan sakinleri daha iyi bir görüş açısı sunan geminin ön kısmına doğru yavaşça ilerlediler.
Kaptan, kayık yol alırken bir kez daha seslendi:
“Dikkatin açık olsun Dick. Bir gözün bizde bir gözün gemide…”
“Hayhay efendim…” diye cevap verdi genç miço.
Yüz ifadeleri kaptanın duygulandığını işaret ediyordu. Bir kez daha bağırdıysa da kayık fazlasıyla ilerlediğinden sesi duyulmadı. Dingo acı acı uluyordu.
Köpek hâlâ ayakta gittikçe uzaklaşan kayığa bakıyordu. Bu uluma batıl inançları kuvvetli olan denizcilere hiç tekin gelmiyordu. Bayan Weldon bile tedirgin olmuştu.
“Neden böyle yapıyorsun Dingo, neden?..” dedi Bayan Weldon. “Arkadaşlarını böyle cesaretlendiremezsin. Gel bakalım buraya beyefendi, bundan daha iyi davranmalısın.”
Dingo tekrar dört ayağının üzerinde durarak yavaşça Bayan Weldon’ın yanına yürüyüp elini yalamaya başladı.
“Of…” dedi Tom kafasını ciddiyetle sallayarak. “Kuyruğunu sallamıyor. Bu kötü bir işaret.”
Köpek bir anda vahşice hırıldamaya başladı. Bayan Weldon kafasını çevirdiği sırada güverteye çıkmış olan Negoro’yu gördü. Herhâlde o da herkes gibi balina gemisinin ne yapacağını merak ediyordu. Köpeğin vahşi tavrını görünce durdu ve eline bir demir parçası aldı.
Hanımefendi aşçıyı yaka paça edecek gibi duran hayvanı güçlükle sakinleştirebildi. Dick Sands bağırdı: “Otur Dingo, otur…” Hayvan istemeye istemeye bu emre itaat etti ve Dick’in yanına geldi. Öfkesi henüz geçmemiş olacak ki hırlamaya devam etti. Negoro ise bir anda bembeyaz kesilmişti; dikkatle mutfağına çekildi.
“Herkül…” dedi Dick, “bu adama dikkat etmeni istiyorum senden.”
“Tabii ki…” dedi Herkül yumruğunu sıkarak. Dick dümenin başına geçti ve balina kayığına dikkatle bakmaya başladı. Kayık artık bir nokta gibi görünecek kadar uzaklaşmıştı.
8
FELAKET
Tecrübeli bir balina avcısı olan Kaptan Hull görevinin zorluğunun farkındaydı. Hayvan herhangi bir sesten kayığın ne kadar yakında olduğunu anlamasın diye balinaya rüzgâraltı yönünden yaklaşması gerektiğini biliyordu. Lostromosuna olan güveni tamdı. Teşebbüslerinin başarıyla sonuçlanması için gereken yönde ilerleyeceklerinden emindi. “Kendimizi erken göstermemeliyiz Howick.” dedi.
“Haklısınız.” diye cevap verdi Howick. “Kızıl suların kenarından gideceğim ve rüzgâraltı yönünden ilerlemeye dikkat edeceğim.”
“Pekâlâ.” dedi kaptan ve mürettebatına döndü: “Şimdi mümkün olduğunca sessiz olun çocuklar.”
Kürek ıskarmozlarını[4 - Iskarmoz: Kürek takmak için kayık ve sandalın yan kenarına dikine yerleştirilmiş ağaç çubuk. (e.n.)] samanla sararak en ufak bir gürültüye dahi mâni olmak isteyen denizciler kayığı, kabuklu hayvanların renklendirdiği suyun etrafında hünerle ilerlettiler. Öyle ki sağ taraftaki kürekler hâlâ mavi sulara batarken sol taraftakiler kanı andıran dalgaların içindeydi.
“Bir tarafta şarap, diğer tarafta su var.” diye şaka yaptı denizcilerden biri.
“Ama ikisi de içilmez.” dedi kaptan sertçe. “Yani çeneni kapalı tut!”
Kayık, Howick’in liderliğinde sinsice süzülmeye devam ederken balina, yaklaşan tehlikenin hiç farkında değildi. O kadar ki endişelendiğine dair herhangi bir belirti göstermeden kayığın yakınına kadar gelmesine müsaade etti.
Kaptanın atılmasını münasip bulduğu geniş tur, kayık ile Pilgrim gemisinin arasındaki mesafeyi ciddi ciddi artırmıştı. Hızla alınan mesafe yüzünden ise deniz üzerindeki nesneler, bir teleskobun ters merceğinden bakılıyormuşçasına küçük görünüyordu. Kısacası Pilgrim olduğundan çok daha uzakta gibiydi.
Bir yarım saat daha geçmişti, kayık rüzgâraltı yönünde net bir şekilde görülüyordu, balina gemi ile kayığın tam ortasındaydı. Daha çok yaklaşılmalı ve gereken bütün önlemler alınmalıydı. Fakat zıpkının atılma zamanı çoktan gelmişti.
“Yavaş olun gençler.” dedi kaptan alçak bir sesle. “Yavaşça ve yumuşak bir şekilde…”
Howick, galiba hayvanın yaklaştıklarını anladığı için fazla su fışkırtmayı bıraktığı yolunda bir şeyler söyledi. Bunun üzerine kaptan, hiç ses çıkarılmaması emrini verdi. Sonra da tayfasına arada yaklaşık iki yüz metre kalıncaya kadar ilerlemelerini söyledi. Lostromo kayığın arka tarafında ayakta duruyor ve balinanın sol tarafına yaklaşabilmeleri için manevra yapıyordu. Bu arada balinanın heybetli kuyruğunun ulaşamayacağı bir mesafede durmaya dikkat ediyordu. Çünkü tek bir kuyruk darbesi, hepsini bir anda perişan edebilirdi.
Kayığı yönlendirme işi lostromodayken kaptan kendisini zorlu görevine hazırlıyordu. Kayığın diğer ucunda duruyor ve zıpkınını elinde tutuyordu. Bu arada dengesini sağlamak için bacaklarını açmıştı ve silahını su üzerinde duran hayvana saplamak üzere hazırda bekletiyordu. Yanında, olur da hayvan suyun derinlerine dalarsa diye getirdikleri ip kangalları vardı.
Kaptan fısıltıdan biraz daha yüksek bir sesle “Hazır mısınız çocuklar?” dedi.
“Tabii ki efendim.” diye cevapladı Howick. Elindeki küreğe daha sıkı sarıldı.
“O zaman şimdi yan tarafına geçiyoruz.” Kaptanın emri derhâl yerine getirildi ve birkaç dakika içinde kayık hayvanın üç metre kadar yakınına geldi. Ne var ki balina hareket etmiyordu. Acaba uyuyor muydu? Eğer uyuyorsa vurulacak ilk darbe ölümcül olabilirdi. Fakat bu pek muhtemel değildi ve Kaptan Hull hayvanın sabit durmasının sebebinin başka bir şey olabileceğini düşündü. Dümenciye attığı hızlı bir bakış da bu şüphesinde yalnız olmadığını gösterdi. Şimdi tahminde bulunma zamanı değil harekete geçme zamanıydı; onun için kimse bu konuyla ilgili fikir alışverişinde bulunmadı.
Kaptan Hull zıpkınını sıkıca kavradı ve hedefine kilitlendi. Sonra da onu bütün gücüyle balinanın yan tarafına sapladı. “Tersine kürek çekin.” diye bağırdı.
Denizciler bütün güçleriyle geriye kürek çektiler ve kayık, kısa bir süre içinde hayvanın kuyruk darbesinin ulaşamayacağı kadar uzaklaştı. Tam bu sırada hayvanın hareketsizliğinin sebebi anlaşıldı.
“İşte bakın, balinanın yavrusu.” diye bağırdı Howick.
Howick gördüğü şey konusunda yanılmıyordu. Zıpkının savrulmasıyla irkilen hayvan bir anda yan yattı ve işte o sırada balinanın yavrusunu emzirdiği görüldü. Kaptan Hull bu durumun işlerini iki kat güçleştirdiğinin bilincindeydi. Çünkü hayvanın ufak yavrusunu (en az altı metre boyundaki bir canlıdan bu şekilde bahsedilebilirse eğer!) ne pahasına olursa olsun koruyacağını biliyordu. Ne var ki bu saldırının başarıya ulaşması gerektiğine inanan kaptanın gözü korkmamıştı. Böylesine güzel bir armağanı kazanma çabasından da vazgeçmeyeceği kesindi.
Balina kayığa, zıpkının atılma ihtimalini derhâl ortadan kaldıracak ve geri çekilmesini sağlayacak ani bir hareket yapmadı. Onun yerine bu hayvanların daha sık yaptığı bir savunma hareketini tercih etti. Yavrusu da kendisini takip ederken suya neredeyse dik bir açıyla daldı ve bir anda suyun üstüne zıpladı. Tekrar denize dalan balina büyük bir hızla yüzmeye başlamıştı.
Hayvan suya dalmadan önce Kaptan Hull ve Howick onu yeterince inceleme fırsatı bulmuşlardı ki yaptıkları inceleme onlara bu balinanın fevkalade büyük olduğunu gösterdi. Boyu yaklaşık yirmi dört metre olan bu deniz canavarının kahverengiye çalan sarı derisinin üzerinde koyu renkli lekeler vardı.
Balinanın takibi daha doğrusu “çekip götürmesi” henüz başlamıştı. Denizciler küreklerine sarılmışlardı; kayık dalgaların üstüne bir ok gibi fırlatılmıştı. Kayık çok şiddetli sarsılmasına rağmen Howick onu dengede tutmayı başarmıştı; kaptanın tetikte olması gerektiği konusundaki telaşlı emirlerine hiç gerek yoktu.
Kayık her ne kadar hızla ilerlese de balinaya ayak uyduramıyordu. Balinanın hızla çekmesi ipin alev almasına sebep olsa da kovadaki su ateşi söndürmeye yetmişti. Hayvan hızı azalacakmış gibi durmuyordu. İlk zıpkının ipi artık kısa geliyordu ve ikinci hatta üçüncü ipi bağlamak gerekiyordu. Görüldüğü kadarıyla hayvan ölümcül bir yara almamıştı, su yüzeyine çıkmaya niyeti yoktu. Halatın istikametine bakılırsa suyun derinliklerine dalmıştı.
“Allah kahretsin, sanırım hayvan bütün halatlarımızı tüketecek!” diye haykırdı kaptan.
“Evet, ayrıca hayvanın bizi gemimizden ne kadar uzaklaştırdığını görüyor musunuz?” diye cevap verdi Howick.
“Eninde sonunda…” dedi kaptan, “bu yaratık suyun üzerine çıkacak. Bu bir balık değil, biliyorsunuz.”
“Nefesini hızlanmak için muhafaza ediyor.” dedi denizcilerden biri sırıtarak.
Fakat her ne kadar gülümsese de o da arkadaşları da dördüncü ipin bağlanmasıyla beraber ciddileşmişti. Beşinci ipi eklemek ise suratlarının iyice çökmesine sebep olmuştu. Hatta kaptan sabırlarını zorlayan bu inatçı hayvana beddualar etmeye başlamıştı.
Son halatın da neredeyse sonuna gelindiğinde tayfanın korkusu daha da artmaya başlamıştı ki nihayet ipte bir gevşeklik fark ettiler.
“Şükürler olsun!” diye haykırdı kaptan. “Hayvan nihayet yoruldu.”
Kaptan, Pilgrim’e şöyle bir baktığında aralarındaki mesafenin yaklaşık sekiz kilometre kadar olduğunu fark etti. Bu uzun bir mesafe olsa da kayık kancasına bayrağı çektiğinde, yani gemiye işaret verdiği anda Dick Sands ve zenciler derhâl yelkenleri indirip yanlarına gelecekti. Fakat rüzgâr az esiyordu ve düzensizdi ki bu durum nihayet avı yakalamayı başarsalar dahi Pilgrim’in yanlarına gelirken zorlanacağını gösteriyordu.
Bu arada tam da beklendiği üzere bir yanına zıpkın saplanmış olan balina suyun yüzeyine çıktı. Hareketsizce durmasından anlaşılıyordu ki uzaklaştığı yavrusunu beklemekteydi. Kaptan, adamlarına mümkün olduğunca hızlı bir şekilde hayvana yaklaşmalarını emretti. İki denizci ve kaptan, zıpkınlarını alarak saldırıya hazır bir vaziyette beklemeye koyuldu. Howard ise olur da hayvan kayığa doğru yaklaşırsa diye hazırda bekliyordu.
“Şimdi çocuklar…” diye bağırdı kaptan, “dikkatli olun ve iyi nişan alın. Sakın yanlış isabet ettirmeyin. Hazır mısın Howick?”
“Fazlasıyla hazırım kaptan.” dedi dümenci ve devam etti: “Ama hayvanın bir anda bu kadar sessizleşmesi kafamı karıştırdı.”
“Şüpheli gözüküyor ama boş verin. Dümdüz ileri…”
Kaptan Hull her geçen saniye daha da heyecanlanıyordu.
Kayık yanına yaklaşırken balina bulunduğu yerden ayrılmadı, çok az hareket etti. Yavrusunu aradığı belliydi. Bu sırada aniden kuyruğunu suya vurarak kayığı birkaç metre uzağa öteledi.
Denizciler bir anda heyecanlanmıştı. Acaba hayvan bir kez daha mı kaçacaktı? Bu yorucu kovalamaca nihayet sona erecek miydi? Kovalamaya devam etmeliler miydi? Armağandan vazgeçmek zorunda kalmayacaklar mıydı yoksa…
Hayır. Hayvan bir kez daha kaçmayacaktı. Yüzünü kayığa doğru dönmüştü ve devasa yüzgeçlerini vurarak suyu hareketlendirmeye başlamıştı.
“Dikkatli ol Howick, bize doğru geliyor!” diye bağırdı kaptan.
Becerikli denizci pürdikkat, kayığı -hayvanın darbesinden kurtarmak istercesine- içgüdüsel bir hareketle döndürdü. Bu arada kaptan ve denizcilerin attığı üç zıpkın, öfkeyle yanlarından geçen balinaya saplandı. Bütün zıpkınlar denizcilerin büyük çabaları sonucu hayvanın hayati bölgelerine isabet etmişti. Bir an hareketsiz kalan balina hava deliklerinden kanla karışık su püskürtmeye başlamıştı. Hayvan can havliyle kuyruğunu suya vurdu ve kayığa bir kez daha saldırmaya koyuldu.
Azimli denizciler dışında herkes böyle bir saldırı karşısında aklını yitirebilirdi. Fakat tayfa sakin kalmayı başarmıştı. Howick bir kez daha ustaca bir hareketle kayığı döndürdü. Tekrar atılan üç ayrı zıpkın, balinanın işini bitirecek gibiydi. Ancak öfkeli hayvanın suda yarattığı son dalgalanma, kayığın içine su dolmasına sebep olmuştu. Yani kayık her an alabora olabilirdi.
“Suyu boşaltın!” diye bağırdı kaptan.
Küreklerini bırakan denizciler bütün güçleriyle kayıktaki suyu boşaltmaya koyuldu. Artık ihtiyaç kalmadığı için kaptan zıpkının ipini kesti. Çünkü acıyla boğuşan ve yavrusunun yasını tutan balinanın bir kez daha kaçma teşebbüsünde bulunmasına ihtimal yoktu. Ne var ki sonuna kadar ümitsizce savaşacağı kesindi.
Hayvan kayığa üçüncü kez saldırmaya niyetli gibi görünüyordu. Ama tayfanın bütün çabalarına rağmen yarısından fazlası hâlâ su ile dolu olan kayığı yönlendirmek artık kolay değildi.
Kimse kaçmayı düşünmedi. En hızlı kayık bile hayvanın bir iki sıçrayışıyla alabora olabilirdi. Geriye tek bir seçenek kalmıştı: Eli kulağındaki tehlike ile başa baş mücadele etmek… Artık talih de onlardan yana değildi ve yanlarından geçen balinanın sırt yüzgeciyle vurduğu şiddetli darbe ile kayık sarsıldı. Denizcilerin mızrağı ise hedefi vuramadı.
“Howick nerede?” diye bağırdı endişelenen kaptan.
“Buradayım kaptan, iyiyim.” diye cevap verdi ayağa kalkmak için mücadele veren denizci ve dümen küreğinin kırıldığını söyledi.
“Başka bir kürek al Howick, acele et!” diye bağırdı kaptan.
Fakat Howick kırık küreği değiştirmeye zaman bulamadan birkaç metre öteden bir fokurdama sesi duyuldu. Yavru balina su yüzeyine çıkmıştı. Annelik içgüdüsü kabaran balina, bu görüntü üzerine yavrusuna doğru hızla yüzmeye başladı ve denizciler daha tehlikeli bir mücadele içine düştü.
Kaptan Hull Pilgrim’e doğru baktı ve elindeki bayrağı telaşla sallamaya başladı. Ne yazık ki hiçbir insani çabanın geminin gelişini hızlandıramayacağını biliyordu. Dick Sands kendisine verilen emre derhâl uymuştu hâlbuki. Rüzgâr yelkenleri doldurmaya çoktan başlasa da buhar gücü yokken geminin hızlı ilerlemesi mümkün değildi. Dick, suya kayık indirerek zencilerle birlikte onları kurtarmaya çalışmanın işe yaramayacağının farkındaydı ve kaptanın hiçbir koşulda gemiyi terk etmemesi emrini aklından çıkarmıyordu. Kaptan yine de miçonun arka taraftaki kayığı suya saldığını gördü. Böylece gemiye yaklaşır yaklaşmaz kurtulmayı başaracaklardı.
Balina, yavrusunu korumaya almış, kayığa başka bir darbe vurmaya hazırlanıyordu.
Kaptan, “Dikkat et Howick, gidiyoruz!” diye feryat etse de bu emir yersizdi. Howick’in kırılan küreğin yerine koyduğu kürek diğerine nispeten kısaydı; bu yüzden kayığı döndüremedi. Kayığı yönlendirilebilecek bir mekanizma artık yoktu. Başarısız olduklarını anlayan denizciler son bir ümitsiz çığlık attılar; Pilgrim’dekiler bu sesi duymuşlardı. Kısa bir süre sonra hayvanın vurduğu son darbe kayığı havaya savurdu. Balina, suyun yüzeyine tekrar düşen kayığa öfkeli darbeler vurmaya devam etti.
Peki yaralı ve kan kaybeden bu talihsiz adamların bir tahta parçasına tutunarak kurtulmaya çalışmaları mümkün değil miydi? Mesela Kaptan Hull sürüklenen bir tahta parçasına tutunmaya çalışarak kurtulmaya uğraşıyordu fakat bu çabası boşunaydı. Hiç ümit yoktu. Balina can havliyle bir kez daha saldırmak için dönmüştü. Hayatta kalma mücadelesi veren denizcilerin etrafındaki sular köpürüyordu.
On beş dakika sonra Dick Sands zencilerle birlikte felaketin gerçekleştiği yere geldiğinde hiçbir yaşam belirtisine rastlamadı. Kanın karıştığı suda yüzen kayık parçaları dışında hiçbir şey yoktu.
9
DICK’İN TERFİSİ
Korkunç felaketi izleyen Pilgrim sakinlerinin, kurbanların başına gelen ürkütücü ölüm sonrası hissettiği duygular, keder ve dehşetti. Kaptan Hull ve adamları gözlerinin önünde yok olmuştu ve onların bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Yelkenli, yardım etmek üzere, hadisenin yaşandığı yere gittiğinde ise her şey için çok geçti ve korkunç deniz canavarının saldırılarından sonra yapacak bir şey kalmamıştı. Hiç kimse kurtulamadı.
Dick ve zenciler ümitsiz bir şekilde geriye döndüler; artık kaptan ve tayfa sonsuza kadar yok olmuştu. Bayan Weldon dizlerinin üstüne çöküp ölenlerin ruhu için dua ederken küçük Jack onun yanında ağlamaya başladı. Dick, zenciler ve yaşlı dadı da saygıyla onun yanında duruyorlardı. Hepsi de kadının dualarına canıgönülden katıldı. Geride kalanların da güce ve yardıma ihtiyacı olduğu yakarışına da iştirak ettiler.
Kendi vaziyetleri de hiç parlak değildi doğrusu. Pilgrim, Pasifik Okyanusu’nun ortasında, en yakın kara parçasından yüzlerce kilometre uzakta kaptansız, tayfasız bir şekilde dalgaların ve rüzgârın insafına kalmıştı. Balinanın yollarına çıkması bir musibetti. Kaptan gibi ihtiyatlı bir adamın bereketsiz bir hasılatı telafi etmek üzere balinayı avlamak için hayatını riske atması ise daha büyük bir musibetti. Balina avcılığı tarihinde ava giden bütün denizcilerin hayatını kaybetmesi daha önce görülmüş bir şey değildi. Fakat şu anda bu bir gerçekti ve Pilgrim’de on beş yaşındaki miço Dick Sands dışında denizcilik hakkında azıcık da olsa bir şeyler bilen kimse yoktu. Zenciler her ne kadar cesur ve hevesli de olsalar bir denizcinin görevlerinden bihaberdiler. Bir de bunun üstüne çocuklu bir kadın vardı ve ondan gemi kaptanı sorumluydu.
Dick Sands kendisine iyilik eden Kaptan Hull’un bir daha çıkmamak üzere battığı noktaya kasvetli kasvetli bakarken işte bunları düşünüyordu. Delikanlı, Bayan Weldon ve oğlunu emanet edebileceği bir gemi görme ümidiyle üzgün gözlerini kaldırdı ve ufka bakmaya koyuldu; ancak bu boş bir ümitti. Kendisine gelince, kararını vermişti. Pilgrim gemisini demir atması gereken limana götürebilmek için elinden geleni yapacaktı.
Okyanus ıssızdı. Balinanın ortadan kaybolmasıyla birlikte, denizin veya gökyüzünün sakin görüntüsünü bozacak hiçbir şey olmamıştı. Miço, tecrübesi az olmasına rağmen tüccar veya balina gemilerinin olağan güzergâhından çok uzakta olduklarını biliyordu. Kendisini boş ümitlerle kandırmıyor, içinde bulunduğu durumla gerçekçi bir şekilde yüzleşiyordu. Elinden gelen her şeyi yapacak ve Tanrı’nın kılavuzluğuna güvenecekti. Delikanlı işte böyle derin derin düşünürken yalnız olmadığının farkında değildi. Felaket yaşanır yaşanmaz geminin iç kısmına inen Negoro tekrar güverteye çıkmıştı. Yaşanan faciayı gören bu gizemli adamın neler hissettiğini bilmek imkânsızdı. Talihsiz olayın her detayına gözleriyle şahitlik etmiş olsa da yüz ifadesinde en ufak bir değişim görülmemişti. Mimikleriyle veya sözleriyle herhangi bir duygusunu açığa vurmamış, Bayan Weldon’ın coşkulu duasına katılmak şöyle dursun azıcık dahi ilgi göstermemişti.
Dick Sands’in kendisini bekleyen sorumlulukla ilgili kafa yorarken Negoro, oraya, yani geminin kıç tarafına geldi ve dalgın delikanlıya hiçbir şey söylemeden bakmaya başladı.
Onu gören Dick bir anda doğruldu ve “Benimle konuşmak mı istiyorsun?” dedi.
“Kaptanla veya lostromoyla konuşmam lazım.”
“Negoro!” dedi Dick sertçe. “Sen de benim kadar iyi biliyorsun ki ikisi de boğuldu.”
“Peki ben bu durumda kimden emir alacağım?” diye sordu küstahça.
“Benden alacaksın!” dedi miço aniden.
“Senden mi? On beş yaşında bir çocuktan mı?..”
“Evet benden!” diye tekrarladı Dick sert ve kararlı bir ses tonuyla ve adama geri çekilene kadar bakmaya devam etti. “Evet benden!..”
Bayan Weldon bu konuşmaya şahit olmuştu.
“Herkesin anlamasını isterim ki…” diye itiraz etti, “bu geminin kaptanı artık Dick Sands. Emirler ondan alınacak ve bu emirlere itaat edilecek!”
Negoro kaşlarını çattı, dudaklarını ısırdı ve homurdana homurdana kabinine doğru gitmeye başladı.
Bu arada yelkenli, taze rüzgârın da yardımıyla kabuklulardan iyice uzaklaşmıştı. Dick önce yelkenlere, sonra da güverteye baktı. Üzerine yüklenen sorumluluğun ağırlığı onu daha da canlandırmış gibiydi. Her şeye rağmen kalbini ferah tutuyordu. Yolcuların özellikle kendisinden bir şeyler beklediğinin farkındaydı ve onları hayal kırıklığına uğratmamak için elinden geleni yapacağını bilmelerini istiyordu.
Delikanlı kendi kapasitesine güvense de zencilerin de yardımıyla yelkenleri hareket ettirdiğinde geminin rotasını gerektiği gibi kontrol edebilecek bilgiye sahip olmadığını fark etti. Birkaç yıl daha tecrübesi olsun isterdi. Eğer daha fazla pratik yapmış olsaydı Kaptan Hull gibi irtifayı ölçebilir, kronometreden zamanı okuyabilirdi. Güneş, Ay ve gezegenler onun kılavuzu olabilirdi. Göğe veya kadrana bakarak yönünü tayin edebilirdi eğer daha fazla tecrübesi olsaydı… Fakat bütün bunlar onu aşıyordu. Gemiyi doğru yönde ilerletmek için yapabileceği, seyir defterini ve pusulayı kullanmaktı. Yine de ümidini yitirmedi ve başarılı olacağından bir an dahi şüphe etmedi.
Bayan Weldon cesur delikanlının aklından geçenleri bilir gibi yanına geldi ve “Karar vermiş gibi görünüyorsun Dick.” dedi. “Geminin idaresi sende ve hiç kimse işini yapacağından şüphe etmiyor. Tom da diğerleri de sana ellerinden gelen desteği verecekler.”
“Evet Bayan Weldon.” dedi Dick canlı bir şekilde. “Ayrıca kısa sürede onları iyi birer denizci yapmayı ümit ediyorum. Eğer hava güzel olursa ne âlâ ama olmazsa da ümidimizi yitirmemeliyiz. En yakın kıyıya demir atarız.”
Delikanlı kısa bir süre durdu ve huşu içinde, “Tanrı bize yardım eder.” dedi.
Bayan Weldon delikanlıya Pilgrim’in tam olarak nerede olduğunu bilip bilmediğini sordu. Dick ise deniz haritasına bakacağını söyledi. Kaptan, bir önceki güne kadar kayıtları doğru bir şekilde tutmuştu.
“Peki şimdi ne yapmamızı öneriyorsun? İçinde bulunduğumuz şartları göz önüne alırsak elbette Valparaiso’ya gitmek zorunda değiliz. Eğer daha yakın bir liman bulabilirsek tabii…” dedi Bayan Weldon.
“Mümkün değil!” diye cevap verdi Dick “İşte bu sebepten niyetim doğuya doğru yelken açıp Amerika’da herhangi bir limana ulaşmak.”
“Bizi herhangi bir kıyıya ulaştırmak için yapabileceğinin en iyisini yap Dick.”
“Asla korkmayın hanımefendi. Karaya doğru yaklaştıkça bize yol gösterecek bir yolcu gemisine yaklaşacağız muhakkak. Eğer rüzgâr kuzeybatı yönünde esmeye devam eder ve ilerlememize yardım ederse pekâlâ gidebiliriz.”
Delikanlı, gemisinden emin olan öz güvenli bir denizciymişçesine neşeyle konuşuyordu; birkaç adım geri atıp dümeni eline aldığı sırada Bayan Weldon ona seslenerek yelkenlinin tam konumunu sordu. Dick, kaptanın odasına gitti ve haritadan bir önceki gün işaretlenen konuma baktı. Buna göre 43° 35’ güney enlemi ile 164° 13’ batı enlemindeydiler ve son yirmi dört saatte çok fazla yol almamışlardı.
Bayan Weldon bütün tecrübesizliğine rağmen haritaya baktığında Horn Burnu ile Columbia arasında bir set gibi duran Güney Amerika’nın çok da uzak olmadığını gördü. Pasifik çok geniş olsa da kısa zamanda geçilebilirdi. “Kısa zaman sonra kıyıda olacağız.” dedi.
Fakat Dick durumun böyle olmadığının farkındaydı. Haritanın ölçeği baz alındığında Pilgrim o geniş deryanın üzerinde mikroskobik bir canlı misali küçük kalırdı. Dahası kıyıyla arasında yüzlerce kilometrelik yorucu bir mesafe vardı.
Kaybedilecek zaman yoktu. Aykırı rüzgârlar artık esmiyordu ve yeni bir kuzeybatı esintisi kendini göstermeye başlamıştı. Dahası tüy bulut veya sirrüs bulutu diye bilinen bulutlar rüzgârın yönünün değişmeden kalacağına işaret ediyordu.
Dick, zencilere yaklaştı ve kaderin omuzlarına yüklediği bu vazifenin güçlüğünü anlamalarını sağlamaya çalıştı. Tom sadece kendi namına değil arkadaşları namına da söz verdi ve ona yardım etmek için ellerinden geleni yapma arzusunda olduklarını söyledi. Bilgileri az olsa da kolları güçlüydü ve verdiği her emre katiyetle uyacaklardı.
“Dostlarım…” dedi Dick, “dümen tutma işini mümkün olduğunca yerine getireceğim. Lakin siz de biliyorsunuz ki benim de dinlenmem gerek. Hiç kimse uyumadan yaşayamaz. Şimdi günün geri kalanında yanımda durmanı istiyorum Tom. Pusula kullanarak dümen nasıl yönlendirilir onu göstermeye çalışacağım. Zor bir şey değil. Kısa zamanda öğrenirsin. Ben bir iki saatliğine uyumaya gittiğimde dümeni sana emanet etmek zorunda kalacağım.”
“Peki benim yapabileceğim bir şey yok mu?” diye sordu küçük Jack.
Dick gülümseyerek “Ah, tabii Jack. Sen rüzgârı yönlendireceksin.” dedi.
“Tabii ki…” diye haykırdı çocuk.
“Şimdi benim denizcilerim, yelkenleri çekeceğiz. Nasıl yapılacağını göstereceğim.” İşte bu, Dick’in tayfasına verdiği ilk emirdi.
“Elbette Kaptan Sands, hepimiz emrinizdeyiz.” dedi Tom ciddiyetle.
10
YENİ TAYFA
Pilgrim yelkenlisinin kaptanı Dick Sands gemisini yürütme konusunda hiç vakit kaybetmedi. En büyük amacı yolcularını Valparaiso veya herhangi bir Amerikan limanına sağ salim götürmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için yapması gereken ilk şey, yelkenlinin hızını ve hangi yönde yol aldığını tespit etmekti. Bu bilgi ise gemi süratini ölçme aleti ve pusulanın yardımıyla kolaylıkla elde edilebilirdi. Her güne dair veriler düzenli olarak kaydedilecekti.
Bir gösterge ve ibreden oluşan gemi süratini ölçme aleti (parakete) geminin herhangi bir zaman diliminde ne kadar mesafe aldığını ölçmeye yarıyordu. Kullanım sırasında akıntıların yol açtığı ufak hataların ise çok dikkatli gözlemlerle üstesinden gelinirdi fakat bu daha önce de belirtildiği üzere Dick’in kapasitesini aşıyordu.
Pilgrim’i Yeni Zelanda’ya geri götürme düşüncesi Dick’in kafasından birkaç kez geçmişti. Aradaki mesafe Amerika’yla olandan çok daha azdı ve eğer rüzgâr uzun süre bu yönden esmeye devam etseydi muhtemelen geldiği yönden geri dönerdi. Ne var ki rüzgâr kuzeybatı yönüne doğru esmeye başlamıştı ve bu şekilde devam etmesi muhtemeldi. Delikanlı da doğuya doğru yol almaya devam ederken bu durumdan faydalanması gerektiğini düşündü ve bu fikir üzerine vakit kaybetmeden gemisini ilerletmeye başladı.
“Şimdi dostlar!” diye bağırdı zencilere. “Yardımınızı istiyorum. Size dediğimi harfi harfine yapın. Yönümüzü değiştir Tom!” Tom şaşırmıştı. “Yön değiştir. Yani ipi çöz demek istiyorum.”
Adamlar kendilerine söyleneni yaptılar.
“Aynen böyle.” diyen Dick Herkül’e seslendi: “Şimdi iyice çek Herkül.” Fakat bu emir biraz yersizdi. Adamın devasa gücü halatın gıcırdamasına sebep olmuştu.
“Yavaş dostum, yavaş…” dedi Dick gülerek. “Direği devireceksin.”
“İnan, halata doğru düzgün dokunmadım bile.” diye cevap verdi Herkül.
“Peki o zaman. Bir dahaki sefer dokunur gibi yaparsın.” diyen Dick emirlerine devam etti.
“Şimdi gevşet! Bırak uçuversin. Şimdi yelkenler! Tamam, iyi böyle.”
Verilen emirlerin yerine getirilmesi ile birlikte Pilgrim doğuya doğru hızla yol almaya başlamıştı.
“Aferin dostlar.” dedi Dick dümendeki yerinden ayrılmadan. “Bu yolculuk bittiğinde hepiniz birinci sınıf denizciler olacaksınız.”
“Elimizden geleni yapacağımıza söz veriyoruz Kaptan Sands.” diye cevap verdi Tom. Bu arada Bayan Weldon da tayfayı kutlamayı ihmal etmedi.
“Sanırım halatı koparan Efendi Jack’ti.” dedi Herkül şakacı bir ifadeyle. “Kendisi çok güçlü.”
Bu iltifattan dolayı mutlu olan ufaklık, arkadaşına elini sıkarak teşekkür etti.
Dick “Çok iyi ilerliyoruz Bayan Weldon.” dedi. “Umarım Tanrı bize rüzgâr bahşeder ve hava hep böyle güzel olur.”
Kadın sessizce çocuğun elini sıktı ve odasına çekildi. Bu arada yeni tayfa tetikteydi ve olur da yelkenlerin ayarlanması gerekirse göreve hazırlardı. Fakat rüzgâr o kadar düzgün ve sabitti ki onların yardımına ihtiyaç yoktu.
Peki Kuzen Benedict bu sırada neredeydi ve ne yapıyordu?
Kendisi kabininde oturmuş eklem bacaklıların düz kanatlı sınıfından hamam böceği ailesine ait bir türü inceliyordu. Oval bir vücut yapısı, uzun kanatları vardı. Başı ise ön göğsünün alt kısmındaydı. Felaket yaşandığı sırada Kuzen Benedict de güvertedeydi. Talihsiz kaptan ve tayfa gözlerinin önünde boğulmuştu. Fakat o hiçbir şey söylemedi. Üzülmediğinden değil ama. Böylesi bir olay karşısında dehşete düşmediğini düşünmek onun nazik ve merhametli karakterine hakaret etmektir. Hissettiği duygu merhametti. Özellikle de kuzeni için. Acısını paylaşmak için elini tuttu Bayan Weldon’ın. Ama bir şey söylemedi. Aceleyle kabinine koştu. Böyle bir trajedi sonrası canlılığını geri kazanacağı bir şeylerin başına geleceğini kim bilebilirdi?
Mutfaktan geçerken Negoro’yu bir çeşit Amerikan hamam böceğini ezerken gördü. Hışımla içeri girdi ve tahkir edici bir öfkeyle böceğin kendisine verilmesini talep etti. Negoro ise soğuk bir aşağılama duygusuyla denileni yaptı. Bir an için Kaptan Hull’un ve arkadaşlarının ölümü unutulmuştu. Böcek meraklısı adam ödülü elinde kompartımanının yolunu tuttu ki kısa süre sonra yine kendi dünyasına dalacaktı.
Günün geri kalanında düzen, Pilgrim gemisine yeniden hâkim olacaktı. Her ne kadar dehşetlerini henüz üzerlerinden atamasalar da yolcular olağan rutinlerine yine döndüler. Dick Sands her ne kadar çoğunlukla dümen başında olsa da her yere koşturuyor, hiçbir şeyi gözden kaçırmıyordu. Acemi tayfa ise onun emirlerine seve seve itaat ediyordu ve her an harekete geçmeye hazır vaziyette bulunuyorlardı.
Negoro, genç kaptanın otoritesini bir kez daha sorgulayacak aleni bir hareket yapmadıysa da mutfağına kapattı kendini. Dick ise olur da aşçı ileride herhangi bir itaatsizlikte bulunursa onu bir yere kilitleme kararı aldı. Herkül onu taşımaya hazırdı, yaşlı dadıysa yemek yapma konusunda yerini almaya… Negoro’ya gelince, kendisi muhtemelen bütün bunların farkındaydı ki rahatsızlık yaratacak herhangi bir davranış sergilemedi.
Gün ilerlerken rüzgâr da sertleşiyordu. Bu yüzden yelkenleri ayarlamak gerekmedi. Pilgrim gayet güzel ilerliyordu ve yelkenler daha şiddetli rüzgârlara dayanabilecek güçteydi.
Geceleri şiddetli rüzgâr esme ihtimaline karşı yelkenleri indirmek sağduyulu bir davranış olarak kabul görse de hava o kadar iyiydi ki Dick bu tedbire gerek olmadığını düşündü. Genç kaptan daha az ıssız sularda yol almak üzere gereken her şeyi yapmaya mecbur hissediyordu kendisini. Üstelik bir karar almıştı; gece boyunca güverteden ayrılmayacaktı.
Dick Sands yelkenlinin ilerleyiş hızı konusunda en doğru tahmini yapabilmek için elinden geleni yapıyordu. Gemi süratini ölçme aletini her yarım saatte bir inceliyor ve sonucu kayıt altına alıyordu. İki tane pusulaları vardı. Bunlardan biri dümenin yanında dururken diğeri kaptan kabinindeydi ve böylece bulunduğu yeri terk etmeden geminin rotasını tespit edebilirdi.
Uzun yol için tasarlanmış her deniz aracında iki pusulanın yanında iki tane de kronometre bulunur ki biri diğerini doğrulasın. Pilgrim de bu genel kurala uyuyordu.
Dick, tayfasını pusulalara özen göstermesi için şiddetle uyarmıştı. Çünkü mevcut durumda fazlasıyla önemliydiler.
Ne yazık ki talihsiz bir hadise onları bekliyordu. 12 Şubat gecesinde Dick dümen başındayken kaptan köşkünde bulunan pusula yere düştü. Bu durum ertesi sabaha kadar fark edilmedi. Aleti kirişlere tutturan vida paslandığı için mi yoksa önüne geçilmesi imkânsız sürtünmeden dolayı mı düştüğü bilinmiyordu. Söylenebilecek tek şey, pusulanın tamir edilemez biçimde hasar gördüğüydü. Bu durum Dick’i fazlasıyla üzmüştü. Fakat bu şanssızlıktan dolayı kimseyi suçlamadı. Yapabileceği tek şey diğer pusulayı daha dikkatli bir biçimde kullanmaktı.
Bu beklenmeyen aksilik haricinde gemide her şey iyi gözüküyordu. Dick’in kararlılığı sayesinde güven bulan Bayan Weldon, alışılmış sakinliğine geri dönmüştü. Ayrıca ilahi huzuru ona daha da güven veriyordu. O ve Dick uzun sohbetler etmişlerdi. Temiz kalpli delikanlı hanımefendi ile istişare etmeye her zaman hazırdı. Dahası günbegün ilerlemeleri hakkında bilgi veriyordu. Rüzgârın da yardımıyla Güney Amerika kıyılarına hatta Valparaiso yakınlarına varacaklarının garanti ediyordu.
Aslına bakılırsa ortada Bayan Weldon’ın Dick’in izahatlarını sorgulaması için bir şey yoktu. Eğer ki rüzgâr mevcut durumunu muhafaza ederse karaya güvenle ulaşabileceklerini ümit ediyordu. Yine de rüzgârın değişmesi veya hava bozması ihtimali üzerinde düşündüğünde endişeye kapılmaktan kendisini alamıyordu.
Yaşının getirdiği neşeli ruh hâlinden olsa gerek Jack, kısa zaman sonra alışkanlıklarına geri döndü. Sık sık güvertede Dingo ile kovalamaca oynuyorlardı. Zaman zaman Dick ile arkadaşlık etmeyi özlese de annesi ona Dick’in artık kaptanlık görevini yerine getirdiğini ve kendisiyle oynayamayacak kadar meşgul olduğunu söyledi. Çocuk da eski dostunu yeni işini yaparken oyalamaması gerektiğini anlamıştı.
Görevlerini beceriklice yerine getiren zenciler denizcilik sanatını hızla öğreniyor gibiydiler. Tom oy birliğiyle lostromo olmuştu. Bat ve Austin ile birlikte nöbet değişimi yapıyordu. Diğer nöbette ise Herkül, Dick ve Acteon vardı. İçlerinden biri dümeni tutarken diğer ikisi geminin iki uç tarafında duruyordu. Genel bir kural olarak Dick Sands gece boyunca dümen başındaydı. Gün içinde beş altı saat kadar uyumak ona yetiyordu. Kendisi uyurken dümeni Tom’a veya Bat’e emanet ediyordu ki onlar bu işi gayet iyi yapıyorlardı. Her ne kadar bu ıssız sularda başka bir deniz aracına çarpmak pek muhtemel olmasa da Dick yine de önlemini almıştı. Geminin sağ tarafında yeşil, sol tarafında kırmızı işaret bulunuyordu. Bütün bu uğraşlar genç kaptanı o kadar çok yoruyordu ki geceleri üzerine çöken yorgunluktan dolayı dümeni dikkatiyle değil de içgüdüleriyle yönlendiriyordu zaman zaman.
13 Şubat gecesi Dick o kadar yorgundu ki birkaç saat uyuyabilmek için dümen tutma görevini Tom’a emanet etmek zorunda kaldı. Bu arada Acteon ve Herkül hâlâ nöbetteydi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/zhul-vern/on-bes-yasinda-bir-kaptan-69428845/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Bu alt sınıflar: 1. Düz kanatlılar, örn.: Çekirge, cırcır böceği. 2. Sinir kanatlılar, örn.: Yusufçuk böceği. 3. Zar kanatlılar, örn.: Arı, yaban arısı, karınca. 4. Pul kanatlılar, örn.: Kelebek, güve. 5. Yarım kanatlılar, örn.: Ağustos böceği, pire. 6. Kın kanatlılar, örn.: Mayıs böceği, ateş böceği. 7. Çift kanatlılar, örn.: Sivrisinek, meyve sineği. 8. Bükük kanatlılar, örn.: Parazit sinek. 9. Parazitler, örn.: Bit. 10. Kılkuyrukgiller, örn.: Gümüş böceği. (e.n.)
2
Cıvadra: Geminin baş tarafından havaya doğru biraz kalkık olarak uzatılmış olan direk. (e.n.)
3
Orsa: Geminin, rüzgârın geldiği yöne döndürülmesi için söylenen söz. (e.n.)
4
Iskarmoz: Kürek takmak için kayık ve sandalın yan kenarına dikine yerleştirilmiş ağaç çubuk. (e.n.)