Küçük Beyaz Kuş

Küçük Beyaz Kuş
James Matthew Barrie
Barrie’nin meşhur Peter Pan’ı ilk kez andığı ve bir bölüm olarak içerisinde beslediği romanıdır, Küçük Beyaz Kuş. Eserin başkahramanı olan Kaptan W.’nin günbegün yaşamından kesitler sunduğu ve Kensington Bahçeleri’nin fantastik öykülerini içerdiği birincil anlatımıyla, Küçük Beyaz Kuş’un meydana getirilişine tanık oluyoruz. Kimi yerde Kaptan W.’nin David’le çocukça bir dünyadaki, hayali maceralarına kapılırken kimi yerde de Mary A.’nın gerçek dünyasında kahramanımızla birlikte sabrın sınırlarını zorlayacaksınız. “Madam, Maksadım size hava atmak değil. Ancak bu eseri size ithaf etmezsem, yaşananların ironisine ahmaklıkla karşılık vermiş olurum. Zira fikir size aitti. Daha idealist olduğunuz zamanlarda Küçük Beyaz Kuş adında bir kitap yazmak isteyen sizdiniz. Bu fikirden neden bu kadar çabuk vazgeçtiğinizin cevabını verecek kişi ise ne yazık ki ben değilim. Şimdi anlaşılıyor ki meşgul olacak başka şeyleriniz varmış. Velhasıl, kolay yolu seçtiniz ve kuşun kendisini elde etmeyi tercih ettiniz. Size bu ithafımı sunarken, dikkatinizi çekmek isterim ki bu sırada ben de bu kitabı doğurdum. Yani kendisi bende gölgesi sizde. İnanç sahibi bir insan olarak teklifimi kabul edeceğinize güvenim tam, Saygıdeğer Madam.”

J. M. Barrie
Küçük Beyaz Kuş

I
David’le Gezinti
Bazen bana “baba” diyen çocuk annesinden küçük bir not getirir: “Gelip beni görebilirseniz çok memnun olurum.” Ben de genellikle “Sayın Hanımefendi, davetinizi reddediyorum.” şeklinde bir cevap veririm. Eğer David bana neden reddettiğimi soracak olursa, ona kadını görmek istemediğimi söylerim.
En son geldiğinde, “Bu kez gel baba.” dedi. “Çünkü onun doğum günü ve yirmi altı yaşına girecek.” Bu, David için çok büyük bir yaş ve sanırım annesinin ömrünün azalmış olmasından korkuyor.
“Annen yirmi altı yaşında mı, David?” diye cevapladım onu. “Bence daha yaşlı gösteriyor. Bunu ona söyle.”
O gece, o enfes rüyamı görmüştüm. Rüyamda ben de yirmi altı yaşımdaymışım ki yirmi altı yaşımın üzerinden epey zaman geçti. Trenle evim olan bir yere gidiyorum. Evimin olduğu yere vardığımda henüz sabah olmamış. Trenden indiğimde beni eski sevgilim karşılıyor ve birlikte uzaklaşıyoruz. Ne o beni gördüğü için sevincinden havalara uçuyor ne de ben onu gördüğüme şaşırıyorum. Sanki yıllardır evliymişiz de bir günlüğüne ayrılmışız gibi. Ona taşıması için eşyalarımdan birkaçını verdiğimi düşünmek hoşuma gidiyor.
Acaba bu güzel rüyamı, hayatım boyunca kendisine tek kelime etmediğim David’in annesine söylemeli miyim? Söyleseydim muhtemelen bunun onu üzdüğünü ama aynı zamanda da gururlandırdığını belli etmek için önce başını eğer sonra mertçe kaldırırdı ve bana o saçma küçük cep mendilini vermeye yeltenirdi. Sonra, insaflı olup onu şaşırtacak gerçeği ifşa eder ve rüyalarımda gördüğüm yüzün David’in annesine ait olmadığını söylerdim.
Ortada hiçbir sebep yokken kendisine beslediğiniz ümitsiz sevginin altında ezildiğinizi düşünen güzel bir kadının zulmüne maruz kalmak kısmet oldu mu size de hiç? İşte böyle… Mary A. isimli merhametli ve faziletli kadının nahoş ilgisi birkaç yıldır peşimi bırakmıyor. Sokakta yürürken sırtına yük olduğu kişinin önünde saadet içinde yürümek ayıpmış gibi zavallı aldatılmış ruhu âdeta tüm canlılığını zapt ediyor. Böyle zamanlarda elbisesinden çıkan hışırtılar fısıltıya dönüşerek beni rahatlatıyor ve kolları bende, David gibi küçük bir oğlan çocuğu olma arzusu uyandıran şefkatli kanatları andırıyor. Ancak, yanımdan geçip de tekrar solgun bir meydan okuma ibaresi olarak bana geri döndüğünde farkına varabildiğim ürkek bir sevinç de gözlemlerim onda. “Asla yapmamalısın.” diyen gözler; “Neden yapmıyorsun?” diye soran burun ve “Keşke yapsaydın.” diyen bir ağız… İşte yan yana yürürken Mary A. ile ikimizin tasviri…
Bir kez bana bir şey söylemeye cesaret etmişti. Böylece onunla konuştuğum için David’e böbürlenebilecekti. Kensington Bahçeleri’ndeydim ve tıpkı saati sorup geri dadılarının yanına gidene kadar unutan çocukların edasıyla ona saati söyleyip söyleyemeyeceğimi sormuştu. Ancak ben bunun için bile hazırlıklıydım ve şapkamı kaldırarak uzaktaki bir saati işaret etmiştim. Şaşkına dönebilirdi ama dikkatle kulak kabartıp yürürken onun kahkahasını işittiğimi düşünmüştüm hoşnutsuz bir şekilde.
Gülüşü, kahkahalarını duymak için tüm gün gıdıklayabileceğim David’in gülüşüne çok benziyordu. Sanki gülüşünü özenle David’in içine o yerleştirmiş. David’in varlığını hissettiği andan itibaren, hatta doğa onu rahmine bahşetmeden çok önce, torna tezgâhında işlenen bir çömlek gibi ustaca işlemiş David’i ve ona birçok vasıf yerleştirmiş.
David’in elini bıraktığınız anda yaydan fırlayan bir ok gibi kayboluverir. Gözlerinizi ona kilitlediğiniz anda kuşları düşünmeye başlarsınız. Kensington Bahçeleri’ne geldiğine inanmak çok zordur, çünkü hep oradaymış gibi bir hâli vardır. Sanki ekmek kırıntısı atsam gelip gagalayacak diye düşünürüm. Aslında bu, o değildir; çünkü tüm bunlar bu duruma çok şaşırıyormuş gibi davranan o ürkek bakışlı hanımefendinin marifeti. Bir günde yüzlerce kahraman pozu verdirir çocuğa. Mesela, David perende atarken genellikle bir Yunan Tanrısı pozu verir; çünkü Mary A. öyle istemiştir. Başarabilsin diye de öyle çok acı çeker ki… David ağaca tırmanırken tarifsiz bir kederle arkasında dikildiğini görmüştüm bir keresinde. Tırmanmasına izin vermesi gerekiyordu; çünkü erkekler cesur olmak zorundaydı. Öte yandan, onu tırmanırken izlerken eminim her bir dal çatırtısında yüreği yerinden oynuyordu.
David ona olağanüstü bir hayranlık besliyordu. Ona göre annesi öyle iyiydi ki ne kadar yaramazlık yaparsa yapsın David’i cennete götürebilecek güce sahipti. Öyle olmasa belki de yaramazlık yaparken daha çok kaygı duyardı. Sanırım annesi de bunu fark etmişti. David’in söylediğine göre geçen gün onu zannettiği gibi bir azize olmadığı konusunda uyarmıştı.
“Bence kesinlikle bir azizedir.” dedim.
“Senin düşündüğün gibi bir azize mi, peki?” diye sordu.
“Öyle bir azize değilse de Tanrı yardımcısı olsun.” dedim.
Şayet gerçekten birer azize değillerse, Tanrı bütün annelerin yardımcısı olsun. Zira her annenin küçük çocuklarının önünde azizelik örtüsünün sıyrıldığı o tuhaf kısacık zaman geldiğinde, çocukları bunu kesinlikle anlar. O korkunç zaman dilimi akreple yelkovanın altıyla yedi arasında birbirini kovaladığı zamana denk düşer, çünkü çocuklar uykuya daldıktan sonra annelerinin azize olup olmaması da önemini kaybeder. Çocuğunuz artık gecenin sükûnetine teslimdir ve annesine diktiği o kocaman gizemli gözleriyle sessizce yatağından sizi izler. O bakışlar gününüzü özetler. Ne birlikte olduğunuz anlar ne de ayrı geçirdiğiniz oyun saatleri her şeyin açığa çıktığı bu anda artık hiçbir şey sizi kurtaramaz. Bu çocuğunuzun saatidir ve onun önünde yargılanma vaktiniz gelmiştir.
“Bugün iyi bir anne oldum mu, oğlum?” Bu soruyla baş başa kalmışsınızdır ve ondan hiçbir şeyi saklayamazsınız; her şeyin farkındadır. Sesleriniz yer değiştirmiştir şimdi. Nasıl da sizin sesiniz çocuğunuz sesi oluverir; hem de daha titrek ve her ikinizin sesi de öylesine vakur…
“Elma konusunda bana birazcık haksızlık ettin, öyle değil mi anne?”
Siz, hanımefendi, orada öylece durun ve yatağın ucunda oturmuş ellerinizi kavuşturarak cevap verin.
“Evet, oğlum, biraz haksızlık ettim. Düşünmüştüm ki…”
Ne var ki ne düşünmüş olduğunuzun verilecek karara bir faydası yok artık.
“Peki, anne, saat altıya kadar dışarıda kalabileceğimi söyleyip saat tam altı olmadığı hâlde bana altı olduğunu söylemen adil miydi?”
“Hayır, hiç de adil değildi. Düşünmüştüm ki…”
“Saatin tam altı olduğunu söyleyen ben olsaydım bu bir yalan olmayacak mıydı?”
“Ah oğlum! Bir daha asla sana yalan söylemeyeceğim.”
“Evet, anne bir daha söyleme.”
“Oğlum, bütün günü düşününce iyi bir anne miydim?”
Farz edin ki “evet” diyemedi.
Bunlar söyleyebileceğiniz en küçük kabahatler. O hâlde oğlunuza sahip olduğunuzda yaptığınız anlaşmaya ters düşmek de bu kadar küçücük bir şey mi? Bu uyku saatinden kaçan anneler de var, fakat bu onları kurtaramayacak. Peki, kadınların çoğunun saat altıyla yedi arasında yüzleşeceği düşüncelerden korkması niyedir? Bunu senin için sormuyorum Mary. İnanıyorum ki David’in kapısını yavaşça kapatırken gözlerinde beliren kıvanç pırıltısı ve küçük çocukların ellerini açtıkları Tanrı’nın yüzünün annelerininkine çok benzediğini bilmenin haşmetini hayal edebiliyorum.
Bu noktada David’in dua konusunda çok güçlü bir inanca sahip olduğunu da söylemeliyim. İlk kavgasını da atlama konusunda kendisine meydan okuyup sonra da kazanabilmek için Tanrı’ya dua eden bir çocukla yapmıştı, çünkü David’e göre bu haksız bir avantaj elde etmek demekti.
“Demek, Mary yirmi altı yaşında!” dedim David’e. “Yaşı ilerliyor. Ona de ki, elli iki yaşına geldiğinde onu öpmeye geleceğim.”
Sanırım David bunu annesine söylemiş ve anladığım kadarıyla annesi de kızmış gibi yapmış. Artık sokakta yanından geçerken suratını asıyor. Açıkça buluşmamız için hazırlanıyor, bence. Öğrendiğime göre bir de demiş ki elli iki yaşına geldiğinde onu pek aklıma getirmeyebilirmişim. Yani o zaman eskisi kadar güzel olmayacağını ima ediyor. Cinsellikle güzelliğin bir alakası yoktur ki. Ateşli yaşlı bir kadın kesinlikle dünyanın en güzel görüntüsünü sergileyebilir. İtiraf etmeliyim ki bana bu tarz kadınlar genç kadınlardan daha cazip gelmiştir. Aynı şekilde âşık olma yaşım geldiğinde de anne olanları tercih ettiğimi fark etmiştim. Gerçekten de, elli iki yaşın getirdiği şansları hevesle değerlendiremeyen genç bir mahlûk olamaz. Siz, gizemli kızlar, elli iki yaşına geldiğinizde, iç yüzünüz ortaya çıkacak. Diliniz ayıplarınızı ele vermese de gençliğinizin gizlediği tüm ahlaksızlıklar zamanla yüzünüzde izlerini bırakacak. Ne var ki güzel düşünceleriniz, tatlı diliniz ve unutulmaya yüz tutmuş sevgi dolu iyilikleriniz de alaca karanlıkta açmayı bekleyen akşamsefaları gibi gelip yüzünüzdeki kırışıklıkların arasında yerini alacak.
David’e annesi hakkında böylesine ayan beyan konuştuğum hâlde, hâlâ annesine ilgi duyduğumu düşünmesi garip değil mi? Nasıl yani, bu nasıl bir ahmak diye dolaylı olarak söylüyorum bazen ve belki de acımasızca ama ona “Olağanüstü şekilde annene benziyorsun.” diyorum.
David ise, “O yüzden mi bana karşı bu kadar kibarsın?” diye cevap veriyor.
Sanırım ona karşı gerçekten de kibarım, ama bunun sebebi annesine olan aşkım değil; bana bazen “baba” diyor olması. Askerlik şerefim üzerine yemin ederim ki başka bir sebebi yok. Fakat o bunu bilmemeli. Çünkü o zaman her şeyin farkına varır ve bizi bir arada tutan büyü bozulur. Çoğunlukla beni Kaptan W. diye çağırır ki böylesi en iyisi. Sadece bir koşuşturma içerisindeyse bana “baba” der ve ben de şu ana kadar hiç niye adımı söylemediğini sormaya cesaret edemedim. Lanet olası güzel bir kayıtsızlık içerisinde bana “Gel baba.” der. Madem öyle, bırakalım bir süreliğine daha böyle olsun, David.
Hele başkalarının yanında bana böyle demesi çok hoşuma gidiyor. Mesela mağazalarda… Bir mağazaya girdiğimizde, mağaza sahibine günde kaç para kazandığı, kazandığı parayı hangi çekmecede tuttuğu, neden saçının kızıl olduğu, Aşil’i sevip sevmediği gibi sorular sorar… İşte böyle zamanlarda, mağaza sahipleri beni onun babası zannediyor ve bu durumun bende yarattığı tuhaf hoşnutluğu tarif edemem. Tam bu noktada iki düşünce arasında sıkışıp kalıyorum: Bu anı biraz daha uzatabilmek ve onun, “O gerçekte benim babam değil.” demesine fırsat vermeden onu oradan uzaklaştırabilmek.
David, Aşil’i daha yeni duydu ve öylesine meftunu oldu ki onunla tanışmak için can atıyor. Onunla tanışsa neler olabileceğini tahmin edebiliyorum. Küçük David kahramanın elinden tutar ve Round Pound’a götürsün diye onu çekiştirirdi.
Bir gün, David beş yaşlarındayken, ona şöyle bir mektup yolladım:
Sevgili David, her şeyin nasıl başladığını öğrenmek istiyorsan bugün benimle kulüpte yemek yemeye gelir misin?
David’in bütün mektuplarını okuduğu çıkarımında bulunduğum Mary, buna razı oldu ve hiç şüphem yok ki daha sonra kendisine harfiyen anlatabilsin diye David’e her şeyi dikkatle dinlemesini sıkı sıkı tembihledi. Zira tuhaf ama kendisi de tam olarak her şeyin nasıl başladığını bilmiyor. Romantik bir hikâye bulmayı umduğunu düşünerek içimden güldüm.
Zorlu bir yolculuk için hazırlanmış bir şekilde yanıma geldi ve küçük oğlan çocuklarının palto giydiklerinde her zaman göründükleri gibi fevkalade ciddi görünüyordu. Boynuna bir atkı takmıştı. “Üzerindekilerin bazılarını çıkartabilirsin.” dedim. “Yaz geldiğinde.”
“Yaz gelecek mi?” dedi, hâliyle gözleri fal taşı gibi açılmış bir hâlde.
“Birçok yaz gelecek.” diye cevapladım. “Çünkü geçmişe gidiyoruz David, annenin sen doğmadan önceki günlerine.”
Bir arabacıya işaret ettim ve arabacıya selam verdikten sonra, “Altı yıl geriye sür ve Genç Bağnazlar Kulübü’nün orada dur.” dedim.
Arabacı aptal bir adamdı. Bu yüzden şemsiyemle ona gideceği yönü tarif etmek zorunda kaldım.
Sokaklar sabahki sessizliğini yitirmişti. Misal, köşedeki kitapçının orada şimdi balık satılıyordu. David’e ne olup bittiğini biraz anlatmaya çalıştım.
“Ben de küçülmem, değil mi?” diye sordu kaygıyla. Korkunç bir endişe içerisinde tekrar sordu. “Ben daha da küçülmeyeceğim değil mi, baba?” Geçmişe gitmenin onu yok edeceğinden korktuğunu söylemeye çalışıyordu. Eli gergin bir biçimde elimin içine sokuldu ve küçük eli avucumda elimi cebime soktum.
Kulübün kapısından girerken küçük David’in nasıl göründüğünü tahayyül edemezsiniz.

II
Küçük Mürebbiye
Kulübün sigara içme odasına girerken David’in bir hiçliğe doğru yok olduğunu tasavvur edebilirsiniz. Şimdi, altı yıl önce herhangi bir günün öğleden sonrasında saat ikiye geri gidiyoruz. Tam şu saçma küçük mürebbiyenin sokakta gezindiği sırada kendime kahve, sigara ve kiraz kanyağı ısmarlıyorum. Her seferinde sanki kızı ısmarlamışım gibi bir hisse kapılıyorum. Ben kapağı fincanın içerisine düşmesin diye dikkatlice kahve demliğinden fincanıma kahve koyarken, kız sokağın karşısındaki postaneye geçiyor. Ben kahveme koymak üzere şekere uzanırken, kız elindeki mektuba altıncı defa son bir kez göz gezdiriyor. Ben William’ın yardımıyla sigaramı yakarken, kız adresi tekrar okuyor. Ben sandalyeme yaslanırken, bu kez kız elindeki mektubu posta deliğinden içeri bırakıyor. Ben elimdeki kadehi evirip çevirirken, kız posta yetkilisinden mektubu aldıklarını duymayı bekliyor. Ben sigara odasına giren bir üye arkadaşın arsızlığına kızıp ters ters bakarken, kız iki görevli tarafından postaneden uzaklaştırılıyor. Pencereden tekrar baktığımda kızın gitmiş olduğunu görüyorum ama sorun değil. Yarın saat tam ikide, kahvemin yanında onu yine ısmarlayabilirim.
Ben onu fark edene kadar kim bilir kaç kez pencerenin önünden geçmiştir. Nerede yaşadığını bilmiyorum, ama yakınlardadır diye tahmin ediyorum. Ellerindeki çemberlerden anladığım kadarıyla onu çekiştirip duran küçük kız ve oğlan çocuğunu St. James Parkı’na götürüyor. Bıkkın ve solgun görünüyor gibi. Çalıştığı evin hanımı onu fazla çalıştırıyor olmalı. Arada bir hanımefendi kendisiymiş gibi davranması da diğer hizmetçileri çileden çıkarıyordur kesin.
Bazı zamanlar elinde başka mektuplar da oluyor ama özellikle bir tanesini törensel bir edayla postalıyor. Posta deliğinin kapatılışı gariban bir tarzda olsa da devamını kraliyete has bir gurur takip ediyor. Arkasından öpücük yolladığını bile gördüm.
Bir de o yüzüğü vardı. O da farkındaydı, sanki neşe içinde sokakta hoplaya zıplaya yürüyen kendisi değil de yüzüğüydü. Eldiveninin üzerinden dokunarak yüzüğün orada olup olmadığını kontrol ediyordu. En ucuz malzemeden yapılmış olduğundan adım gibi eminim, ama bazen eldiveni çıkarıp yüzüğü dudaklarına götürüyordu. Elini öne doğru uzatıp uzaktan bakıyor; hafifçe eğilip yakından bakıyor ve yüzüğü bir sağ eline bir sol eline takıp farklı açılardan izliyordu. Kafasını toplayıp bir an bir şey düşünüyor gibi görünse bile hemen sonra o küçük aptal geri dönüyor ve yüzüğüne bir bakış daha atıyordu.
Herkese Mary’nin neden bu kadar mutlu olduğunu tahmin etmesi için üç şans veriyorum.
Hayır, hayır ve tabii ki hayır! Sebebi gayet basit: Çünkü genç bir budala Mary’ye âşık. Bu yüzden zavallı bir hiçim diye ağlayıp dövünmektense nişanlı bir kadın havasına bürünüp normalde onun için fazlaca lüks kaçan Pall Mall’de umursamazca salınmak zorunda. İlk başlarda onun bu umursamazlığı sinirime dokunuyordu, fakat sonra yavaş yavaş kahve, sigara ve likörlü öğleden sonra saat iki ritüellerimin bir parçası oluverdi kendisi.
Ve işte şimdi trajedi geliyor.
Perşembeleri onun için büyük gün. Her perşembe öğleden sonra iki ile üç arası yalnızca kendisine ait. Düşünebiliyor musunuz? Muhtemelen yılda birkaç poundçuk[1 - İngiliz para birimi] kazanan bu kızcağız haftada tam bir saatini kendisine ayırıyor. Peki, ne yapıyor bu bir saatte? Niteliklerine bir yenisini eklemek için bir kursa mı gidiyor? Hiç ona göre değil. Şunu yapıyor: Mavi bir kürk giymiş, benim sinirli bir şekilde kahvemi karıştırmama sebep olan yüzündeki o umut parıltısıyla Pall Mall’de salınmaya çıkıyor. Sıradan günlerde mütevazı görünmeye gayret eder aslında ama bir perşembe günü o nişan yüzüğü zımbırtısını nasıl taşıdığını görmek için kulübün arka taraftaki cam kapısını ayna gibi kullanma arsızlığını göstermişliği de vardır kendisinin.
Bu arada, sürekli aynı kıyafetleri giyen, öte yandan centilmen tayfadan kendisini soyutlayabilmesini sağladığını düşündüğüm bir yüze sahip, çırpı bacaklı bir budala, her perşembe buluştukları postanenin dışında onu bekliyor. Şu sizin sıska, ak pak İngiliz erkeklerinden biri; ama korkarım yakışıklı. Korkarım diyorum, çünkü sizin yakışıklı erkekleriniz sinirimi bozuyor. Eğer düello yapılan zamanlarda yaşıyor olsaydım, sizi temin ederim her birini tek tek düelloya çağırırdım. Hoş bir çocuk olduğundan habersiz gibi bir hâli var; fakat Tanrı’m, Mary bunun nasıl da farkında! Sanatçı takımından olduğu sonucuna varıyorum. Hassas bir çocuk; çok kolay neşelenip çabuk morali bozuluyor. Bir de sanki palet taşıyormuş gibi sol başparmağını ayrı tutuşundan ressam olduğu sonucuna varıyorum. Resimlerinin korkunç derecede kötü olduğunu, bu yüzden de kimsenin resimlerini satın almadığını düşünmek keyif veriyor. Ama eminim Mary bu resimleri şahane bulduğunu söylerdi, çünkü o, bu tarz bir kadın.
Her neyse, işte böyle bir coşku içerisinde kızı selamlıyor. Kızın delikanlı üzerindeki ilk tesiri ona bir kahkaha attırmak oluyor. O pürneşe suratından birden kişnemeyi andıran bir “Ha ha!” sesi yükseliyor; sonra bir tane “Ha ha!” daha. Tam sonunda bitti diye Tanrıya şükrederken diğerlerinden daha yüksek bir sonuncu “Ha ha!” daha geliyor. Bunların, Mary’nin ona ait olmasının yarattığı sevinç kahkahaları olduğunu düşünüyorum. Katlanması zor bir gençlik sesine sahipler. Gençliği dışında her şey için onu affedebilirdim ama bazen öylesine mütecaviz oluyor ki bu manzara, terslenerek William’dan pencereyi kapatmasını istiyorum.
Hele küçük mürebbiye, sevgilisinden daha da yapmacık. Görüş alanına girdiği anda postaneye bakıyor ve onu görüyor. Sonra hemen dümdüz önüne bakıyor. O anda sevgilisi onu görüyor ve coşku içerisinde ona doğru ilerliyor ve küçük mürebbiye sevgilisi onu şaşırtmış gibi davranmaya başlıyor, tam olarak böyle. Bakın nasıl da birden elini küçük fesat kalbine doğru götürüyor. İşte bu an tam fincanımdan sinirli sinirli kaşık şakırtılarının yükselmeye başladığı an. Sevgilisi herkesin böyle bir durumda yapacağı gibi sevinçle ona bakıyor ve kolunu kıza uzattığında kız sıkıca elini koluna doluyor ve birlikte kasıla kasıla yürüyorlar. Tabii ki konuşma kısmının onda dokuzu Mary’ye ait. Büyüdüklerinde neye benzeyeceklerini düşünmeye koyuluyorum.
Bu iki hiç kimse, birlikteyken ne kadar gülünç bir fark yaratıyorlar. Delikanlının eline üç kuruş para geçse hemen evlenirler.
Bu nedenle, Londra’yı kendisini başkasıyla karıştıran genç bir adamın malikânesinden başka bir şey olarak görmeyen bu kıza bir nebze bile sempati duymuyordum. Ne var ki onun mutluluğu benim öğleden sonra ikideki yemek saatimin bir parçası olmuştu. Bir gün hiç mektup postalamadan Pall Mall’e doğru yürüdüğünde hayal kırıklığına uğramıştım. Sanki William bana itaatsizlik etmiş gibi hissetmiştim. Postane görevlileri de benim kadar şaşkındı ve soran gözlerle ona posta kutusunu işaret ettilerse de küçük mürebbiye başını salladı. Tam anlamıyla bir bebek gibi parmağını gözlerine yasladı ve sokaktan geçip gitti.
Ertesi gün yine aynı şey oldu ve öyle sinirlendim ki sigaramı dişledim sinirimden. Ve bu sinirime dokunan durumu sona erdirsin diye dua ettiğim o perşembe geldi. Ancak her zamanki yerde ikisi de belirmedi. Acaba başka postanenin orada mı buluşuyorlar diye düşündüm ama yok; çünkü onu her gün gözleri kıpkırmızı ve o küçük aptal kalbinin ağırlığını taşıyamaz bir hâlde görüyordum. Aşkının ışıkları sönmüştü ve küçük mürebbiye şimdi zifiri karanlıkta kalmıştı.
Gidip devlete şikâyet edesim geldi.
Seni bencil, küçük, soytarı kılıklı adam! Onca şeyden sonra ona yaptığın reva mı? Hatanı düzeltip benim de kahvemi keyifle yudumlamaya devam etmeme müsaade edecek misin? Hayır, tabii ki.
Küçük mürebbiye, sana yalvarıyorum. Benim için bir anlam ifade ettiğin şu beş dakikada bari eskisi gibi neşeli ol. Ondan sonra istediğin gibi perişan gezebilirsin. Biraz cesur ol. Onun çok kötü bir ressam olduğuna seni temin ederim. Daha bir önceki gün onu, ağzının suyunu akıtarak ucuz bir İtalyan restoranının camından içeriyi izlerken görmüştüm ve en nihayetinde üç kuruş para kazanma hayallerini bir kenara itti ve restorandan içeri girdi.
Hadi Mary, daha iyisini yapabilirsin.
Nafile. Küçük mürebbiye sevilmek istiyor. Gün ışıdığı andan gece yarısına kadar sevgisiz yapamıyor. Şu azıcık sevgiyi kaybedene kadar, bir kadının ne kadar azıcığıyla bile yetinebileceğini bilmiyordu.
Of Tanrı’m! Küçük hanım, ölene kadar böyle bitkin bir zavallı olmaya karar verdiyseniz, en azından bunu başka bir sokakta yapabilirsiniz.
Sıradan günlerde geçerken inadına beni üzdüğü yetmiyormuş gibi bir de her perşembe saat ikiyle üç arasında, dikilip uzaktan ümitsizce eskiden sevgilisiyle buluştukları o romantik postanenin önüne bakıyor. Hele bu rüzgârlı günlerde, yoldan geçenlerin ayaklarının dibine düşen kimsesiz bir yaprağı andırıyor.
William’a gürlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yok.
Nihayet küçük mürebbiyemiz beş para etmez muradına erdi. Yağmurlu bir perşembe günüydü. Mektuplarımı yazarken pencereden sokağın başında kızın her zamanki yerinde derbeder genç adamın durduğunu gördüm. Geri kalan mektupları dairemde yazmak niyetiyle tamamladığım mektuplardan birini kaptığım gibi bir hışımla kulüpten çıkmama sebep oldu şu kızın kederi.
Mürebbiyemizin gariban âşığıyla karşı karşıya gelebilmek için Pall Mall’e giden ara sokaklardan birine girdim. Sokakta biriyle burun buruna geldiğimde genellikle yaptığım gibi sertçe çarptım ona. Sonra yüzüne baktım. Gözlerinin feri gitmiş, üstü başı kir pas içerisindeydi; o, “Ha ha!” sesinden eser yoktu. Bu genç adamdan daha sefilini görmemiştim. Şemsiyemle asabice dürtme hareketime bile aldırış etmemişti. Gözlerini hasretle postanenin olduğu yere dikmişti. Kaşla göz arasında kalbinin hâlâ küçük mürebbiye için çarptığını anlayıvermiştim. Kavgaları her neden olmuşsa olsun durumu düzeltmek için kızcağız kadar kaygı duyuyordu o da. Muhtemelen her perşembe oraya geliyor ve küçük mürebbiye Pall Mall’e dönen köşede beklerken her ikisi de farklı noktalardan postanenin önünde diğerinin belirivermesini bekliyordu. Fakat bekledikleri yerden ikisinin de birbirini görmesi mümkün değildi.
Bence yaptığım şey gayet zekiceydi. Çaktırmadan mektubumu ayağının dibine düşürdüm ve dolanarak geri kulübe döndüm. Elbette ki kaldırımda bir mektup bulan her centilmen onu postalama ihtiyacı hisseder ve ben de onun en yakın posta ofisine gideceğini tahmin etmiştim. Şapkamı çıkarmadan sigara odasının penceresine ilerledim ve tam vaktinde onu mektubumu postalarken gördüm. Gözlerim küçük mürebbiyeyi aradı hemen. Onu hiç böyle kederli görmemiştim. Sonra birden… Ah seni zavallı şey; gerçekten bu kadar mı çok acı çekiyordun!
Düpedüz ağlıyordu ve elleri delikanlının avuçlarındaydı. Sefil bir manzaraydı. Genç ressam sanki kollarını kullanamasa orta yerinden çatlar; kızcağız da başını onun omzuna yaslayamasa oracıkta ölüverirdi maazallah. Kabul etmeliyim ki üzerine düşeni yaptı çocuk; bir araba çağırdı.
“William!” dedim. “Kahve, sigara ve kiraz kanyağı lütfen.”
Oturduğum yerden bu eski oyunu izlerken David, gözünü dört açmış nereye baktığımı öğrenmek için ceketimin kolunu çekiştiriyordu. Nereye baktığımı söylediğimde hevesle pencereye koştu ama sonradan annesi olacak hanımefendiyi kaçırmıştı. Fakat annesiyle ilgili anlattıklarım çok ilgisini çekti ve oldukça utangaç bir şekilde o “Ha ha!” diyen adamın kendisine tanıdık geldiğini ima etti. Öte yandan hikâyenin kahramanları olarak algıladığını zannettiğim iki küçük çocuğa gösterdiği aptalca ilgiyle hikâyeme ihanet ederek tepemi attırdı. Adları neydi? Kaç yaşındaydılar? İkisinin de çemberi var mıydı? Çemberleri metalden mi, tahtadan mı yapılmıştı? Çemberleri onlara kim vermişti?
“O mektubu düşürmemiş olsaydım, David A. adında bir çocuğun bu dünyaya gelmeyeceğini sanırım anlamadın, evladım.” dedim sertçe. Fakat dehşete düşeceği yerde ışıl ışıl bakarak, “O zaman hâlâ Kensington Bahçeleri’nde uçan bir kuş mu olurdum demek istiyorsun?” diye sordu.
David Londra’nın bu tarafındaki tüm çocukların bir zamanlar Kensington Bahçeleri’nde uçan kuşlar olduğunu zannediyor. Ona göre çocuk odalarının pencerelerinde parmaklık ve şöminelerin önünde uzun bir siper olmasının sebebi, çoğu insanın, artık onların kanatlarının olmadığından ve pencereden ya da bacadan uçamayacaklarından bihaber olması.
Kanatları olan çocukları yakalamak zordur. David çoğu insanın bunu yapamadığını zannediyordu. Yaz günlerinde benimle Kensington Bahçeleri’nin bir köşesine gidip kek kırıntılarıyla onları yakalamaya çalışan zavallıları izlemekten keyif alırdı.
Hangi hayatın daha iyi olduğu konusunda pek bir fikirleri olmasa dahi, kuşlar yakalandıklarında başlarına ne geleceğini gayet iyi bilirler. Bu yüzden boş bebek arabanızı ağaçların altına bırakıp da biraz uzaktan izlerseniz kuşların gelip heyecanla cikcikleyerek battaniyeden yastığa nasıl sektiklerini görürsünüz; çünkü bebekliğin onlara yakışıp yakışmayacağını anlamaya çalışıyorlardır.
Kensington’un en güzel manzarası, bebekler bakıcılarının kucağından kurtulup da yanlarında yetişkin olmadan kuşları besledikleri zamanki manzaradır. Aralarında gülüşüp konuşurlar; birbirleri hakkında bilgi alıp eski arkadaşlarından haber sorarlar sanki ama tam olarak ne dediklerini kestiremiyorum; yaklaşınca uçuveriyorlar hepsi de.
David’i ilk kez Bebek Yolu’nun arkasındaki çimenlikte görmüştüm. O sıcak yaz günü, içinden ışıltılı su damlacıkları sızdıran bir hortumun üzerine ilişmiş bir ardıç kuşuydu. David, suyun içinde ayaklarını çırpıyordu. Bu hikâyeyi çok severdi David, ama tamamen unutmuşum neredeyse. Yavaş yavaş hatırıma düşüyor olaylar. En sonunda Round Pound civarında ayağı ip ve dallardan oluşan bir düzeneğe takılmış ve yakalanmıştı. Hiç bıkmıyor bu hikâyeden. Fakat fark ediyorum ki artık ben değil, o anlatıyor ve ipe takılma kısmına geldiğinde sanki hâlâ canı acıyormuş gibi küçük bacağını ovalıyor.
David tekrar bir ardıç kuşu olabilme ihtimalini fark ettiğinde çabucak bana seslendi: “Düşürme o mektubu!” ve sanki gözlerinin içerisinde saklı küçücük ağaç dallarını görebiliyordum.
“Anneni düşün.” dedim sert bir şekilde.
“Ben sık sık uçarak gider onu görürdüm.” dedi. “İlk yapacağım şey ona sarılmak olurdu. Ya da yok, önce su sürahisinin üstüne konar biraz su içerdim.”
“Ona söyle, baba.” dedi korkunç bir acımasızlıkla, “Sürahinin suyu dolu olsun, çünkü içmek için çok fazla eğilmek zorunda kalırsam düşüp boğulurum.”
“Nasıl mektubu düşürmeyeyim, David? Zavallı annen oğlu olmadan ne yapardı?”
Bu onu biraz etkiledi ama hemen toparladı kendisini. Dedi ki annesi uyurken onun süslü geceliğinin üstüne konar gagasıyla onu öpermiş.
“Sonra annen uyanır ve oğlunun yerinde sadece bir kuş olduğunu görürdü.”
Mary’nin yaşayacağı bu keder ona yetmişti. İçini çekerek, “Peki mektubu düşürebilirsin.” dedi.
İşte sonra, daha önce de bahsetmiş olduğum gibi mektubu düşürdüm ve her şey böyle başladı.

III
Küçük Mürebbiyenin Evi
Mektubu düşürdükten bir ya da iki hafta sonra arabayla giderken şehrin uğultusunun içerisinden o lanet olası “Ha ha!” sesini duydum. İkisini yeniden o zaman gördüm. Taksitle piyano satan bir mağazadan çıkıyorlardı. Onlarla ilgili ilk izlenimim taksitle piyano alabilmelerinin yarattığı, kızın yüzündeki sevinç ifadesi ve delikanlının mağrur bir şekilde başını dik tutuşuydu.
Belli ki hemen evleneceklerdi. Aslında her şey çok bayağı geliyordu ama hoşgörülü tavrımı sürdürdüm. Zira mutsuz zamanlarda normalde olmadığı kadar narin bir havaya bürünmeyi çok iyi becerdiği için, bu kadının mutsuzluğu beni rahatsız ediyordu.
Bir sonraki görüşümde, Londra’nın en hareketli yerlerinden biri olan bir ucuzluk mağazasının camından açgözlü bir şekilde içeriye bakıyorlardı. Delikanlı hesap kitap yaparken, Mary bir parça kâğıda hararetli bir şekilde notlar alıyordu ve en sonunda hiçbir şey alamadan hüzünlü bir şekilde dışarı çıktılar. Oldukça neşeliydim. “Hadi evlen bakalım küçük hanım.” dedim kendi kendime. “Mutfak kepçesi alamadığı için evlenememenin yarattığı ümitsiz bakışlar; kaçınılmaz olarak tekrar mürebbiye ajansına dönüş…”
Fakat hanımefendiyi pek iyi tanıyamamışım.
Birkaç gün sonra kendimi onun arkasından yürürken buldum. Eteklerinde ne olduğunu bilmediğim, onu tanımamı sağlayan sanatsal bir şeyler vardı. Kese kâğıdına sarılı kuş kafesi gibi kocaman bir parça eşya taşıyordu. Onunla birlikte bir biblo dükkânına girdi ve onsuz olarak geri çıktı. Sonra da koşar adım ucuzluk mağazasına doğru yürüdü. Her türlü gizem bende nefret uyandırmıştır. O nedenle bir şeyler bakacakmış gibi yaparak biblo dükkânına girdim ve paketi yarı yırtılmış hâlde tezgâhın üzerinde duran, Mary’nin istediği eşyaları alabilmek için sattığı şeyi gördüm. Bilin bakalım neydi? İki katlı, alt katında çay saatinde oturan oyuncak bebekler, üst katında uyuyan bebekler, başka bir bölmesinde biri diğerine banyo yaptıran iki oyuncak bebeğin bulunduğu muhteşem bir oyuncak bebek evi. Bazı yerlerinin boyası atmış olsa da genel olarak çok iyi muhafaza edildiği anlaşılıyordu. Mary’nin çocukluk neşesi olduğu belliydi ama şimdi evlenebilmek için Mary tarafından satılıyordu.
“Yakın zamanda elimize geçti.” dedi görevli oyuncağa baktığımı görünce. “Artık ona ihtiyacı kalmadığını söyleyen bir hanımefendi tarafından.”
Sanırım Mary’ye hiç bu kadar kızmamıştım. Oyuncak evi satın aldım ve kendilerine bunu satan hanımefendinin adresini bildikleri için mağazada yazdığım şu kısa mektupla birlikte bu oyuncak evi kendisinin adresine postalamalarını istedim:
Küçük hanım, gülünç olmayın. Elbette ki buna ileride de ihtiyacınız olacak. Ben; mektubu düşüren adam.
Sonradan keşke bunu bir düğün hediyesi olarak gönderseydim diye hayıflandım ama artık çok geçti. Onu bir sonraki görüşümde ise birkaç aylık evliydiler. Bir kasım ayında akşam saat dokuzdu ve yirmi yıldır sosyetik mi yoksa alenen salaş bir yer mi olacağına karar verememiş mağazalarla dolu bir sokaktaydık. Bir tarafında hunharca katledilen moda, diğer tarafında kafasını dondurma kâsesine geçirmiş bir adam. Genelde her yeri yukarıdan aşağı camlarla kaplı bu sokaktan koşarak geçerim ki zaten dairem de çok uzağında değil, fakat o gün yürümek istedim. Mary önümdeydi; şapşalca “Ha ha!” yapan çocuğa yaslanmış heyecanlı bir şekilde konuşuyorlardı. İlerlediği için ona sitem ediyordu ama öte yandan geri dönmediği için de içten içe memnun oluyormuş gibi bir hâli vardı. Nedenini merak ettim.
Her şey bir yana dışarıda ne yaptıklarını da merak etmiştim. İki dilim et almak için mi? Sonradan Mary’nin kocasını çok savurgan davrandıkları konusunda ikna etmeye çalıştığı kanaatine vardım. Bu yüzden onu geri döndürmeye uğraşıyordu. Fakat içten içe kocasının gözü pekliği de onu cezbediyordu. Onun ısrarına rağmen kocasının ileri atılmasına duyduğu hayranlık da bu yüzdendi.
Eti alır almaz neşe içinde hızlıca uzaklaştılar. Evlerine kadar onları takip edebilme umuduyla peşlerine düştüm ama bir süre sonra geride kaldım. O gece şu aforizmayı geliştirdim: Biftek dilimleri taşıyan genç ve güzel bir kadına yetişmeye çalışmak nafile bir çabadır. Artık onunla ilgili istediğim şeyden emindim. Yine de, öncelikle oturdukları yeri bulmak gerekiyordu ki et pazarının çok da uzağında olmadığını tahmin ediyordum. Hatta oturdukları yeri seçerken “Et Pazarına Yakın” ilanıyla kandırılmış olabileceklerini bile düşündüm.
Sonra, bir gün beklenmedik bir olay oldu ki bu gerçekten romantik ve bundan dolayı gurur duyuyorum. Benim dairem ikinci katta ve arka tarafında itinalı bir incelikle düzenlenmiş bir sokak bulunuyor. Sokakla dairemin bulunduğu binanın arasında bahçe denilebilecek boşluklar var. O kadar küçük ki bu bahçeler, bir ağaç dikseniz gölgesi komşunuzun da üstüne düşer. Bir gün arka penceremden bakarken bu bahçelerden birinde bir sandalyede bizim küçük mürebbiyenin oturduğunu gördüm. Onun olduğundan emin olmak için gözlüklerimi takıp bir daha baktım. Benim gördüğümü zannettiğim cilveli bir kadın imgesinin aksine orada hiçbir şey yapmadan oturuyordu. Gidip dürbünümü getirdim ve bu kez sandalyede bir kadın ceketinden başka bir şey göremedim. Kürke benzeyen bir ceket sanırım havalandırılmak üzere bir mutfak sandalyesinin üzerine takılı bir hâlde duruyordu.
Hayal kırıklığına uğramıştım ve ısrarla eğer Mary değilse de kesin Mary’nin ceketidir diye kendimle inatlaşmaya devam ettim. Onu hiç böyle bir ceketle görmemiştim, ne var ki sebebini bilmesem de kendimden oldukça emindim. Acaba kıyafetlere onları giyen kişilerin özellikleri siniyor olabilir mi? Belki de bu cekete de Mary’nin cilvesi sindiği için bana tanıdık gelmiştir. Eteklerinin uçuşması bana huzur verdiğine göre kesin bu cekette de bir hinlik vardır. Kim bilir belki de kıyafetlerini kendi dikiyordur ve kıyafetlerindeki minik kıvrımların arasına kendinden bir şeyler sokuşturuyordur.
Nasıl isterseniz öyle düşünün ama beş dakika içerisinde şapkamı alıp dışarı çıkmıştım ki onların olduğunu tahmin ettiğim o bahçeli evden Mary ve kocasının çıktığını gördüm. Şimdi, sizce ben zeki miyim, değil miyim?
Sokaktan çıktıklarında yavaşça evlerini inceledim ve bence tuhaf bir evdi. Önden bakınca sanki bir kapı ve bir pencere görünse de dikkatlice bakan kişinin üstte havalandırma boşluğuna bakan ve eminim Mary’nin hazırcevaplığıyla yatak odasına ait olduğunu söyleyeceği bir pencere daha olduğu gözünden kaçmazdı. Binanın her iki tarafındaki evler de uzundu ve sonradan fark ettim ki eskiden burası bahçe girişiymiş. Kat ve bulunduğu kısmın yarısı ucuz yollu hazırlanmıştı. Misal beton yerine ahşap kullanılmış gibi. Genel izlenim bahçe yoluna yerleştirilmiş renkli bir karavan gibiydi daha çok.
Bence Londra’da alçak evler yüksek olanlardan daha rahat görünüyor ki genelde onları yapanlara hayır duası etmeden geçmem yanlarından. Fakat bu biraz gülünç duruyordu. Hatta kendisine ev bile denmezdi. Zira kapısının üzerinde de “Bu alan satılıktır.” yazısı asılıydı. Zili çalarken bu yazının yıllardır asılı olduğunu hatırladım. Bir alana ihtiyacım olduğunu söylerken yaşlıca mahzun bakışlı, zarafeti etrafındakilerle uyumsuz kalan bir kadın beni içeri kabul etti. Hissiyatım yüzümden de okunmuş olacak ki kadının ilk cümleleri durumu açıklamaya yönelikti.
“İçki içtiğim için beni ucuza çalıştırıyorlar.” dedi.
Başımla selam verdim ve misafir odasına geçtik. Mary’nin fiziksel görünümünü tasvir etmiş miydim hatırlamıyorum ama şayet etmişsem bu güneşli misafir odasını tasavvur edebilirsiniz. İlk tepkim bunları alacak parayı nereden buldu diye düşünmek oldu ki Mary’nin sokaktaki yürüyüşünü görseniz sizin de ilk izleniminiz böyle olurdu. Çıngırdamayan elle dikilmiş çan ipinden tutun da içinde sigara olmayan elle boyanmış sigara kutusuna kadar bu küçücük odadaki tüm ıvır zıvırların dökümünü çıkarmaya yerim yok. Zemin yemyeşil ve çok güzel Şark halılarıyla döşeliydi. Sanıyorum yeşil ve beyaz, hanımefendinin güneş ışığını zapt edebilmek için kullandığı renklerdi. Pencerelerdeki perdeler nadir bulunan bir kumaştan yapılmıştı ve rengini orman asması çiçeğinin morundan almıştı. Perde etekleri asil bir şekilde yeri süpürüyordu ve Mary’nin misafir kabul ederken ki hâlini imgeleştiriyordu. Kiralandığını bildiğim piyanoyu es geçebiliriz fakat çoğunu yeşil ahşabın oluşturduğu daha bir sürü zarif parçalar var; bir kanepe, köşede bir büfe, sahibinin oturup üzerinde bir şeyler karaladığı düşünülürse kendisine yakışacak kadar büyüleyici bir yazı masası… Masadaki kâğıdın üzerinde, başka Mary varsa da varlığını reddeden Mary’nin parmaklarıyla yazılmış harfler duruyordu. Duvarlarda çoğu çerçevesiz olmak üzere bir sürü yağlı boya tablosu vardı. Hollanda kılıfına yerleştirilmiş olağanüstü değerdeki şamdanlardan da bahsetmemek olmaz.
“Anladığım kadarıyla…” dedim tombul hizmetçiye. “Yanında çalıştığınız kişilerin mali durumu iyi.”
Kadın kesin bir şekilde başını salladı ve anlayamadığım bir şeyler söyledi.
“Bir servetle evlendiğini mi ima etmeye çalışıyorsunuz?” diyerek kendimi riske attım.
Bu kez söylediklerini duyabildim: “Konserve etler.” dedi ve kederli bir sessizliğe gömüldü.
“Yine de bu oda epey bir paraya mal olmuştur.” dedim.
Hor gören bir edayla “Her şeyi kendisi yaptı.” dedi yeni arkadaşım.
“Fakat böylesine güzel renklendirilmiş bu yeşil zemin…”
“Kızgın yağ ve bir şilin değerinde bir boya.” dedi gururla karışık bir utanmayla yanakları kızararak.
“Bu halılar…”
“Toplama.” dedi ve parçalarının nasıl sanatsal bir şekilde birleştirildiğini gösterdi bana.
“Perdeler…”
“Toplama.”
“Her hâlükârda, kanepe…”
Döşemesini kaldırdı ve kanepenin ambalaj sandıklarından yapıldığını gördüm.
“Yazı masası…”
Bu kez tutturduğumu düşünüyordum çünkü pirinç kulplu çekmecelerini, oldukça şık kitap rafını, ipek örtünün altındaki minik yazı masası çekmecelerini görebiliyordum.
“Onu üç adet portakal kasasından yaptı.” dedi nihayet kendisi de biraz etkilenmiş gibi görünerek.
Ümitsizce etrafıma bakındım ve gözlerim Hollanda kılıfına rastladı. “Şu Hollanda kılıfında duran güzel bir şamdan var.” dedim gönlünü almaya çalışarak.
Burun kıvırdı ve kaba bir şekilde elini kaldırıyordu ki, “Lütfen yapmayın, hanımefendi, bu kılıfın gerçekliğine inanmak istiyorum.” dedim. “Her şeye karşı inancını yitirmiş olanlara ne kadar yazık!” Sanki küçük mürebbiyenin hiç yoktan yarattığı bu güzel şeyler elimi sıkarak şamdanı bırakmama sebep oldu.
“Aman Allah’ım, bu nasıl bir şey?” dedim kadına.
Kadın üst katta başka şaheserlerin de olduğunu ima etti.
“Merdiven de mi var? Onu da mı kendisi yaptı?”
“Yok, zaten vardı ama o değiştirdi.”
Merdiven Mary’nin yatak odasına çıkıyordu. Oraya ve bahçede bulunan baraka şeklindeki atölyeye bakmayacağımı söyledim.
“Atölyeyi de kendi elleriyle mi yaptı?”
“Yok, ama onu da kendisi değiştirdi.”
“Her şeyi nasıl bu kadar değiştirebiliyor? Sizce burada güvende misiniz, hanımefendi? Sizi de değiştirmesin?”
Sempatik tavrım karşısında biraz yumuşadı ve bir şeyler anlatmaya başladı. Mary ve kocasının ödedikleri kira pek de onurlu bir ailenin gururla üstleneceği bir miktar sayılmazmış. Birisi bu daireyi yeniden inşa etmek üzere almak istediğinde ilan panosuna hürmet ederek boşaltmak kaydıyla burayı çok ucuza kiralamışlar. Mary A. “Bu alan satılıktır.” yazısından nefret ediyormuş ve ilanı soranlara yumruğunu sallarmış. Evini gerçek bir evmiş gibi coşkuyla sahiplenir ve satılık ilanı için birisi gelecek olursa öfkeden titrermiş.
Size kendi aforizmamı söylemiştim; doğruyu söylemek gerekirse bu mazlum hizmetçinin söylediklerini kayda almam gerektiğini hissettim. Sanat söz konusuydu. “Zor olan resimleri yapmak değil onlara çerçeve bulmak.” demişti ve bu beni canevimden vurmuştu.
Dürüst olmak gerekirse, pek hanımının sanat eserlerine kafa yormuş gibi görünmüyordu. Çoğu yapmaz zaten. Sonuç: Konserve etler…
Yine de bir kişi bu konuda çok kafa yoruyordu ya da en azından öyle görünüyordu; sürekli eserlerin şahaneliği karşılığında ellerini ovuşturuyordu; hatta arkadaşlarına, “Güzel olduğunu söyle, biraz övgüler yağdır.” diye fısıldayarak baskı yapıyordu. Bu, genelde ressam kedere gömüldüğü zamanlarda oluyordu. Eminim, bir adamı tekrar neşelendirmeyi Mary’den daha iyi kimse beceremezdi.
“Tehlikeli bir kadın.” dedim ürpererek ve şömine rafında duran bir resmi incelemeye daldım. Bir erkeğin portresiydi bu resim. Beni etkilemişti hâliyle; çünkü çerçeveliydi.
“Mary’nin bir arkadaşı yaptırdı ama arkadaşını hiç görmedim.” diyerek imdadıma yetişti rehberim.
Kafamı çevirmek üzereydim ki resimdeki bir yazı beni kendisine doğru çekti. Bir kadının el yazısıyla şöyle yazılmıştı: “Sevgili meçhulümüzün fevkalade portresi.” Beni kastediyor olabilir miydi? Birdenbire nasıl dikkat kesildiğimi tarif edemem.
Portre çok yakışıklı birini temsil ediyordu ve otuz yaştan bir gün bile fazla olamazdı.
“Mary’nin bir arkadaşı dediniz değil mi?” dedim sendeleyerek. “Onu hiç görmediyseniz nereden biliyorsunuz?”
“Çünkü kocası resmi yaparken sık sık hanımıma gidip danışırdı, ‘Gözlerini ne renk yapardın?’ diye sormuştu mesela.”
“Peki, o ne dedi?” diye sordum heyecanla.
“ ‘Güzel mavi gözler.’ diye cevap verdi ve sonra kocası ‘Yüzünü çok yakışıklı çizmezdin herhâlde, değil mi?’ diye sormuştu. O ise ‘Çok yakışıklı çizerdim.’ diye cevap vermişti. ‘Orta yaşlı mı, peki?’ diye sorduğunda ‘Yirmi dokuz yaşında.’ diye cevap vermişti. ‘Başının üstü azıcık kel olmalı mı?’ diye sorduğunda ‘Kesinlikle hayır.’ demişti.”
Ah, canım! Vefalı kız, beni kel çizdirmemiş!
“Hanımımı resme eliyle öpücük gönderirken bile gördüm.” dedi.
Bana eliyle öpücük göndermiş, güzel Mary. Ah, tatlı şey!
Peh!
Kadının sesini yeniden duyduğumda resme bakarak nasıl bir aşağılayıcı mesaj yazsam diye düşünüyordum.
“Sanırım onu bebekliğinden beri tanıyormuş, çünkü buradaki şeyi de o hediye etmiş.” dedi, dizlerinin üzerine eğilmiş bebek evini saklanmış olduğu kanepenin altından çıkartırken. O anda hemen mesajı yazıp bu bebek evinin içine bırakayım diye düşündüm ama yapmadım. Nedenini söyleyeyim mi? Çünkü bebek evi şefkatli ellerle yeniden dekore edilmişti; oyuncak bebek ailesine yeni kıyafetler dikilmişti ve minik mobilyaların boyası daha yeni kuruyordu. Oyuncak bebek evi yeniden kullanıma neredeyse hazırdı.
Hizmetçiye baktım ama yüzü ifadesizdi. “Yerine koy onu.” dedim Mary’nin güzel sırrını görmüş olmaktan utanmış bir hâlde. Keyfim kaçmış bir hâlde çıktım evden; içimde küçük mürebbiyenin beni yine köşeye kıstırmış olduğuna dair hisle.

IV
Bir Gece Vakti
Bir gece, kocasını sokakta tek başına beklerken gördüm. İşte şimdi kocan senin için bir şey yapamaz küçük mürebbiye. İş başa düştü. Evde yapılacak büyük işler varsa erkeklerin evi terk etmesi gerekir. Seni bencil, zayıf, her hâliyle kaba adam; karın için doğum anı geldi: Toz ol bakalım.
Bu geceye kadar Mary’nin kadim sadık aşkı olan yürekli, cesur delikanlı yalpalayarak evden çıkıyor. Acaba hiç ona kaba davrandığı olmuş muydu? Olduysa bu affedilmez bir günah artık. Bu gece onun sokaktaki hâlini gizlice izlemesini gerektirecek kaba bir davranışı olmuş muydu? Kaba bir davranışı olmadıysa da biraz daha nazik davranabileceği zamanlar olmamış mıydı?
Bu geceden itibaren gerektiğinden daha nazik olmaya çabalayabileceğimiz yeni bir düzen sağlayamaz mıyız?
Zavallı genç adam, elinde olsa gelmez miydi Mary pencerenin önüne; bütün nezaketsizliklerinin çoktan unutulduğunun işaretini vermeye; siz yeniden kavuşana kadar o güven verici gülümsemesini göstermeye; yeniden kavuşamasanız bile hâlâ o güven verici titrek gülümsemesiyle sana bakmayı sürdürmeye…
Ah, hayır! Tüm bunlar düne ait; artık çok geç. Bu gece delikanlı Mary’yi düşünerek dolaşıyor sokaklarda, ama Mary onu çoktan unuttu. Bu büyük doğum anında, erkek artık kadın için bir hiç ve aşklarının hiçbir önemi yok.
Şimdi o ve ben sokağın karşı taraflarındayız. İkimize de aşina bu sokak artık. Öte yandan içinde Mary A.’nın bulunduğu çeşitli sahneler gözümün önünden geçiyor. İşte o sabah, evine yegâne girişimin ertesi sabahı… Acente bana o lanet ilanın kaldırılacağına dair söz vermişti ama buna dair bildiri notu Mary’ye ulaştığı an, Mary’nin ilanı kendi elleriyle yok ettiğini idrak ettim. O sabah oradan geçerken, Mary orada bir sandalyenin üzerinde önündeki tabureye ilanı koymuş, elinde bir çekiçle şiddetli bir şekilde ilana vuruyordu. İlan en son yere düştüğündeyse hırçın bir tekme savurdu ona.
Bazı geceler kocası postacıyı gözlerdi. Sanıyorum bir resmin yazgısını taşıyabilecek kadar büyük bir zarf bekliyordu. Bir kiralık katil ya da iyilik meleği misali kapı kapı izini sürüyordu postacının. Hiçbir zaman kendisine bir mektup olup olmadığını sormaya cesaret edemiyordu, fakat ne zamanki o mektup posta kutusuna düştü onu yırtarak açtı… Kapı ümitsizce kapanmış olsa da penceredeki kadın tüm bu süre boyunca elini kalbinin üzerine bastırmış bekliyordu. Ne var ki havadis güzel olsaydı ikisi birlikte hemen evden fırlar, kol kola et pazarının yolunu tutarlardı.
Son bir sahne: Yaz akşamları açık pencerelerinden görebildiğim kadarıyla Mary piyanonun başına oturur kocası için çalıp söylerdi. Bazen de bir eliyle çalar diğer elini tutması için kocasına uzatırdı. Mutluluğunu öylesine coşkuyla yaşıyordu ve öylesine romantik bir ruha sahipti ki… Öyle hissiyatlıydı ki kocası şaka yapacak olsa daha şakayı duymadan gülmeye başlardı ve eminim dokunaklı bir hikâye dinleyecek olsa hemen gözleri buğulanırdı.
İşte böyle kâh gülüp kâh ağlarken, bir yanda fısıltıların eşliğinde, küçük mürebbiye yavaş yavaş bambaşka bir kadına dönüştü: gizemli ve mağrur bir kadına. Sanıyorum bir erkek zaman içinde bu büyük değişime öylesine alışıyor ki şimdi bu delikanlı da sevgili Mary’sinin bir zamanlar o naif ve çekici hâline dair hiçbir şey hatırlayamıyordur.
Sokağın karşısında duran genç adamın neler düşündüğünü anlamaya çalışıyorum. “Şayet o duvar bugün aşılacaksa, ona eşlik etmemeli miyim? Mary senin düşündüğün kadar cesur değil. Birkaç saat önce seninle şen şakrak konuşurken, aman Tanrı’m, seni bile kandırdı mı?”
Bu gece tüm sorular basit. “Neden her şeye o karar veriyor? Gecenin bu saatinde bu adamı dışarı atmaya hakkı var mı? Hiç de adil davranmıyor.”
Zavallı genç adam! Karısı onu ve onun safsata aşkını unuttu bile. Şayet karısı yaşarsa ona geri dönecektir ama ölürse de muzaffer ve huzurlu bir şekilde ölecek. Yaşam ve ölüm; çocuk ve anne, hep birisi denize açılıp da diğeri limana yanaşırken kavuşurlar. Aralarında bir ışıltılı değiş tokuş olur yalnızca: “Her şey yolunda.” der ve geçip giderler.
Peki ya sonra?
Sanırım, bu dünyada dolaşan tek hayaletler çocuklarının nasıl yaşadıklarını görebilmek için geri dönen genç yaşta ölmüş annelerdir. Giden birini geri döndürmek için yeteri kadar büyük, başka bir sebep olamaz. Gecenin pençesinde o bildikleri odaya girerler ve “Nasılsın, yavrum?” diye sorarlar. Ancak çoğu zaman tuhaf yüzleri çocuklarını korkutmasın diye bunu öyle kısık sesle sorarlar ki çocukları bile duyamayabilir. Huzurlu bir şekilde uyuyup uyumadığını anlamak için üzerine eğilirler; üşümesin diye açıkta kalan kolunu battaniyenin altına sokarlar ve kaç tane küçük atletleri olduğunu saymak için çekmeceleri açıp bakarlar. Tüm bunları aşkla yaparlar.
Hayaletler için en üzücü tarafı çocuklarını tanımama ihtimalleridir. Çünkü onları bıraktıkları gibi bulacaklarını sanırlar ve kolayca hayrete düşerler. Oda oda dolaşıp ararlar çocuklarını ve en sonunda bambaşka bir çocuğa dönüştüğünü görmekten nefret ederler. İhtirasın pençesindeki bu zavallı ruhlar çocuklarına zarar bile verebilirler. Eski evlerde inleyerek dolanan hayaletler işte bunlardır fakat bu kadar hazin ve basit bir olayı açıklayabilmek için aptalca hikâyeler uydurulmuştur.
Tanıdığım bir adam vardı. Epeyce zaman uzaklarda gezdikten sonra ilk doğduğu eve geri döndüğünde akşamları şöminenin başındaki sandalyesinde otururken kapının yavaşça açıldığını ve bir kadın silüetinin göründüğünü söylemişti. Kindar bir şekilde ona bakar sonra kaybolurmuş. Bu evde tuhaf şeyler oluyordu. Geceleri pencereler açılıyordu mesela. Yatak odasındaki perdeleri de alev almıştı. Merdiven basamaklarından biri gevşemişti. Üzerinden geçtiği koridordaki döşemelerden biri kurnaz bir şekilde çıkarılmıştı. Hasta düştüğünde de yatağının baş ucuna yanlış ilaç konulmuştu ve sonra öldü. Genç, güzel anne nereden bilsin eski evindeki bu kır saçlı yabancının aslında aradığı oğlu olduğunu?
Hayaletlerle ilgili bütün bildiklerimiz yanlış. Onları geri getiren şey ne kursaklarında kalmış muratları ne de şiddet eylemleri. Üstelik onlar bizden bizim onlardan korktuğumuzdan daha fazla korkuyorlar.
Sokaktaki bütün ışıklar teker teker sönerken yalnızca yolun karşısındaki küçük pencereden gelen ışık açık kalmaya devam etti. Ben mi onunla karşılaştım o mu benimle, nasıl oldu hiç bilmiyorum ama bir süre adımlarımızın sesleri birlikte yankılandıktan sonra artık bir aradaydık. Onu aldatmayı hiç istemiyordum. O nedenle gece nöbetimin sebebini açıklamak üzere bir şeyler söyledim. Fakat o benim söylediklerimden daha farklı seslere kulak kabarttığı için beni yanlış anlamış olabilir. Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde benim de kendisininki gibi bir sebepten kovulmuş olduğum fikrine kapıldı, ben de bu yanlış anlaşılmayı es geçtim çünkü pek bir önemi olmadığı gibi bizi doğal bir şekilde birbirimize yaklaştırmıştı. Dünyevi tutkular gibi bir sürü şeyden konuştuk. Uzun süredir tutku denen şey benim için fi tarihinde kaldığından dolayı gençliğimin baharına doğru bir yolculuk yapmam gerekti ki o hoş duygunun yarattığı sahneleri gözümün önüne getirebileyim. Öte yandan o yalnızca bir gün önce sahipti tutkuya.
Ona dünyevi tutkudan bahsettim. “Yüce Tanrı’m!” dedi, ürpererek.
Böylece saatler birbirini kovaladı. Şimdi saat kaç? İkiyi yirmi geçiyor. Peki şimdi? Hâlâ ikiyi yirmi geçiyor.
Akrabaları olup olmadığını sordum ve ikisinin de hiç akrabası olmadığını söyledi. “Bir arkadaşımız var.” diye söze başladı ve duraksadı. Daha sonra garip ve gizemli bir şekilde, mektup ve bebek evinden bahsetmeye koyuldu. Resimlerinden birini satın alan ya da aldığını düşündükleri meçhul bir adamı anlattı. Hikâyenin gerisini tam takip edemedim.
“Tüm bunları yapanın hep aynı kişi olduğu konusunda ısrar eden o aslında.” dedi. “Kendisine bir şey olursa bu meçhul kişinin bana kendisini göstereceğini düşünüyor.” Sonra birden sesi boğuklaştı. “Bana dedi ki eğer bir gün o ölürse ve ben meçhul kişinin kim olduğunu öğrenirsem ona Mary’nin sevgilerini iletecekmişim.”
Bunun üzerine gece boyunca daha sonra tekrar bir araya gelmek üzere ara ara yaptığımız gibi birbirimizden ayrıldık. Mary’nin eğer bu işin üstesinden gelemezse ondan yapmasını istediği şeyleri sıraladı bana ama neydi onlar hatırlamıyorum; çünkü anlatmaya başladığı ilk anda onu içine çektiler sanki. Önce uğursuz şeylermiş gibi bunlardan kaçmaya çalışıyor hemen sonra ise ders dinleyen bir çocuk edasıyla tekrar tekrar gözden geçiriyordu bunları. Bir çocuk! Evet, yılın şu kısacık zamanında onu tamamen kendisine bağımlı bir çocuğa dönüştürmüştü. Kadınlar hep böyledir. Yaptıkları ilk kasıtlı eylem kocalarını aciz birine dönüştürmektir. Çivi çakma becerisini yitirmeden mutlu bir evlilik sürdürmeyi başaran pek az erkek vardır.
Fakat asıl düşündüğüm şey bu değildi. Keşke bu kadar yozlaşmamış olsaydım diye hayıflanıyordum. Saat dörde on sekiz dakika varken David’in kanat hışırtılarını duyduk. Sanki doğduğunda ilk yaptığı şey saate bakmakmış gibi hâla bununla övünür.
Yaşlıca bir centilmen kapıyı açtı ve yanımdaki adama tebriklerini iletti. O an beni duvara itti ve sanki bir an beni tutup fırlatacakmış gibi tereddüt etti sonra da eve koştu. Ben de yavaşça takip ettim. Elini sıkarak tebrik ettim ama o sırada öylesine iğrenç bir şekilde kahkaha atmaya başlamıştı ki yine içimde ona karşı bir tiksinme duygusu yükseldi ve aynı zamanda bir kez daha Mary A. ile alay etme yönünde güçlü bir arzu…
“Artık seninle pek ilgilenemeyecek.” dedim genç adama. “Bu tarz kadınları bilirim: entelektüelliği -ki kendisini kaba saba insanlardan ayırabileceği yegâne özelliği- öylesine kusurlu gelişmiş ki önümüzdeki üç yıl boyunca bu oğlan çocuğu için deli olacak. Artık sizin için pek vakti olmayacak, saygıdeğer bayım. Artık boyası tamamlanmış bir tablodan farksızsınız onun için.”
Ne var ki beni duyup duymadığından emin değilim. Yuvama döndüm. Yuvam! Sanki bir başına yuva kurulabiliyor da! Yalnızlığımın şatafatlı odalarına uzanan merdivenlerden çıkarken sık sık durup alt kattaki hizmetçilerin kahkahalarını dinlerim.
O sabah hiç yerimde duramadım. Odadan odaya gezdim. Koca köpeğimin peşinden gittim. Sanki her yer bomboş ve ıssızdı. Sigaramı bitirmek üzereydim ki pencereme vuran bir çakıl taşının sesini duydum. Dışarıya baktığımda arkada duran David’in babasını gördüm. Bu sokakta oturduğumu söylemiştim. Sanırım sönmeyen ışıklarım onu doğru pencereye götürdü.
“Uyuyamadım.” dedi kısık bir sesle. “Senden haber alamayınca merak ettim. Her şey yolunda mı?”
Bir an ne demek istediğini anlayamadım. Sonra bozulmuş bir şekilde cevap verdim: “Evet, her şey yolunda.”
“İkisi de iyi mi?” diye sordu.
“Evet.” dedim ve tüm bu süre içerisinde pencereyi bir an önce kapatma çabasındaydım. Şüphesiz buraya kadar gelmesi iyi niyetli bir hareketti fakat yine de varlığı bana ıztırap veriyordu.
“Kız mı, erkek mi?” diye sordu sersem şey, hiç de centilmence olmayan bir merakla.
“Oğlan.” dedim sinirli bir şekilde.
“Harika!” diye seslendi. Sanırım birkaç şey daha söylemişti ama o sırada pencereyi çarparak kapatmıştım.

V
Timothy İçin Mücadele
Mary’nin zavallı gösteriş budalası oğlu, mutluluk dolu bir hayata doğduğunu sanarak, durmadan sevinç naralarını andıran çığlıklar atıyordu. Genellikle sokağın öbür tarafından duyduğum en son ses muzaffer bir edayla atılan bebeğin “Ha ha!” sesi oluyordu; sanki yeni bir şeymiş gibi! Papağan gibi tekrarlayarak babasından öğrenmiş olmalı. Kadına hiç acımıyorum da zavallı baba! Oğlun her mutlu olduğunda aldatıldığını bilmek… Of! Ne kadar tiksindirici!
Sürekli suratını asan müthiş derecede güzel bir kız tanıyorum. Şecaatinin nerede yattığının farkında bile olmadan ondan mutlu olmasını beklerlerdi. Aslında dünyanın en mutlu kızı olarak doğmuştu. Fakat yüzünü iyi tanıyan bir kız olarak çok geçmeden somurtkanlığın yüzüne ne kadar yakıştığını fark etti. Hep bunun için uğraştı ve başardı da. Bir kadının tarihi… Cesaret timsali Margaret; gecenin karanlığı üzerine düştüğünde ve saçların omuzlarına döküldüğünde gerçek hâline dönüşecek misin, yoksa hoşgörünün gölgesinden korkup somurtarak mı uyuyacaksın?
Peki, bir oğlan çocuğu babası için bu kadarını yapacak mı? Bekleyip göreceğiz. Neyse, işte böyle birkaç ay geçtikten sonra David’e bir sallanan at almaya karar verdim. Oyuncak mağazaları onu fazlaca heyecanlandırdığı için genelde bu tip yerlere götürmeye pek çekindiğim St. Bernard köpeğim de bana eşlik etti. O zamana kadar yalnızca ona oyuncak almak için gelirdim buraya. Bunu cesur bir şekilde mağaza görevlisi olan kadına çaktırmasak da oyuncakçıya girdiğimizde ikimizde korkunç şekilde mahcuptuk. Birçok kez ona öfkeli bir şekilde “Keşke gelmeseydin.” dedim. Böyle zamanlarda, St. Bernard köpeklerinin yaptığı gibi bacaklarını salıp yere çöküveriyor; başını ön ayaklarının arasına koyup tortulaşmış kömür torbalarından çıkan sese benzeyen bir iş çıkarıyor ve mahzun bakışlarını bana dikiyor. Bunu gözünü bile kırpmadan tam bir saat sürdürebilir, çünkü bu manzaranın bir süre sonra beni yumuşatacağını biliyor. Köpeğim çok az şey bilir, fakat o bildiği çok az şeyi de çok iyi bilir. Dairemin arka tarafında bir çıkış var. Bazen yavaşça oradan süzülürüm ama yine de geriye bakmadan edemem ki ne zaman baksam üzgün bakışlarıyla “Bu sana yakışıyor mu?” der gibi homurtularını işitirim.
O zaman “Kahretsin!” derim. “Hadi toplan.” ya da buna benzer bir şey.
Bir keresinde kulübe bile geldi. Sanki çok saygın bir üyeymiş gibi merdivenlerden salına salına öyle bir inişi vardı ki herkesi ürküttü. Onu nasıl sahiplendiğimi hatırlamıyorum. Eski bir Punch sayısının ilanlarında görmüştüm sanırım. Taşrada sekiz odalı kulübe fiyatına mal olmuştu bana.
Aptallık edip onu ilk kez oyuncaklarla tanıştırdığımda tam anlamıyla yetişkin bir köpekti. Sırf eğlencesine sokaktan bir oyuncak satın almıştım. Genç bir annenin küçük bir oğlan çocuğunu bir eliyle başının üzerinden diğer tarafa fırlatıp, diğer eliyle yakalamaya çalıştığı sıcacık bir aile sahnesini tasvir eden bir oyuncaktı bu ve paspasın üzerine oturmuş kendimi oyalıyordum ki Porthos’tan olağan dışı bir ses duydum. Başımı kaldırdığımda ise geniş bir sırıtış ve o asil ve melankolik suratı gördüm. Aceleyle oyuncağımı arkama saklamaya çalıştıysam da ayağını sertçe kolumun üzerine bastırarak oynamaya devam etmemi istediğini göstermeye çalıştı. Zavallı kadın bebeğini her düşürdüğünde zayıf bir kıkırdama sesi geldiğini fark ettim ama oyuncak genel olarak onu büyülemişti. Suyundan kocaman yudumlar çekerek heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Âdeta bütün hareket inceliklerini unutmuştu. Oyuncağı kutsal bir sevinç içerisinde patilerini arasına sıkıştırıp oturdu; yatağına götürdü ve gece onu yedi. Ertesi gün o kadar uzun süre onu aradı ki gidip ona başka bir oyuncak aldım. Bu kez tırpanlı bir adamdı oyuncak. Sonra buna benzer ne bulduysak aldık; boyacı çocuk, elinde şişe tutan ayyaş, bastırınca ciyaklayan pelüş bir tavşan… Sonra hepsi oyuncak anne gibi birer birer kayboldu ancak kendisi de aynı şüpheleri taşıdığından şüphelerimi dile getirmeye cesaret edemedim. Zira korkularını yüzüne vursaydım yufka yüreği yasa boğulurdu.
Porthos usulca yanımda beklerken, oyuncak yığınının ortasındaki kadın çoğunlukla bu oyuncakları küçük bir oğlan çocuğu için aldığımı düşünüyor ve bu çocuktan “tosuncuk” veya “kuzucuk” diye bahsediyor. Anaç bir kadın ama fazla konuşkan.
“Ee, kuzucuk bugün nasıllar?” diye başlıyor yüzü sevinçle ışıldayarak.
“İyi, hanımefendi, gayet iyi.” diye cevap veriyorum Porthos’un tasmasını sıkıca kavrayarak.
“İngiltere’nin havası yumurcağın iştahını etkilemiyor, inşallah?”
“Yok, hanımefendi, etkilemiyor.” Kadıncağız o yumurcağın akşam yemeğinde bir somun ekmek, üç adet lahana ve muhtemelen bir koyun budunu yediğini öğrenseydi ne kadar şaşırırdı kim bilir?
“Umarım oyuncaklarını seviyordur.”
“Her yere yanında götürüyor, hanımefendi. Siz şu an göremiyor olsanız da dün aldığımız oyuncak şu an onunla birlikte aslında.”
“Bu kez oyuncak tamir kutusuna ne dersiniz?”
“Sanırım, pek istediğim şey değil.”
“Yumurcak toprağı kazmayı sever mi?”
“Ah, çok sever.” Umarım koyun budunun kalan kemiğinin gömülü olduğu yeri bir gün buluruz.
“O zaman küçük bir kürek ve kovaya ne dersiniz?”
Bir seferinde almam için bana Canterbury Katedrali’nin maketini göstermişti. Öyle ısrarcıydı ki eve gelince Porthos bana verip veriştirmişti. Porthos kreş sisteminden nefret eder. Oyuncakçının sahibi öyle anlamsız bir şekilde bize iyilik yapmaya koşullanmıştı ki başka oyuncakçıları gezmek zorunda kaldık. Sallanan atı almak için Lowther Pasajı’na gittik. Ah, canım Lowther Pasajı! Az mı dolaştık sokaklarında; Porthos ve ben, David ve ben, Porthos, David ve ben. Bayağı olduğunu söyleyenler varmış, fakat nasıl öyle diyebiliyorlar anlayamıyorum. Bir tek eski püskü kıyafetleriyle kapı önlerinde dolanan çocuklar var işte. Berbat görünüşlerine rağmen neşeyle gülümseyen çocuklar… Pasajın iki tane girişi var; bir tanesi yoldan girilen kısmındaki kapı ama ben genel olarak diğerini tercih ederim, çünkü daha sahici bir düşselliğe sahip. Böyle olmasının sebebi de işte burada toplaşıp sihirli lambasıyla David’in gelmesini bekleyen üstü başı yırtık çocuklar. Her zaman onlar için bir peni ayırırız. Pasaja girmeden önceki en güzel şey de oyuncaklara yağdırılan övgülerdir.
Ah, güzel pasaj! West End’deki eşinden çok daha güzelsin. Senin lanetli olduğunu ve kısa süre içerisinde bir aşevine ya da tefeci merkezine dönüştürüleceğini söylüyorlar. Salaş ama yararlı; tüm güzellikleri terk edilmek üzere… Nuh’un gemileri arka arkaya paketleniyor ve kurmalı atlar da âdeta onların peşinden koşuyor. Sırt çantalı askerler aptal kız çocuklarının ellerinde dolaşıyor ama yine de gemilere ve atlara yetişecekler. Tüm dört ayaklılar misafir odası eşyalarıyla ağzına kadar dolu olan filin etrafında toplanmış. Kuşlar kanatlarını çırpıyor. Tırpanlı adam kalabalığı biçerek ilerliyor. Balonlar iplerini çekiştiriyor. Gemiler akıntıların üzerinde sallanıyor. Hepsi kutsal göç için hazırlanıyor. Çok gözyaşı dökülecek.
Böylece Lowther Pasajı’ndan sallanan atı aldık. Oyuncağın kendisine alındığını düşünen Porthos mağrur ama huzursuzdu.
Bir hafta kadar sonra makûs talihimin sayesinde Kensington’da Mary’nin kocasına rastladım ve küçük kızının adını ne koyduğunu sordum.
“Bebek erkek.” dedi tahammül edilmez bir güler yüzle. “Adını David koyduk.”
Sonra ise keyfimi kaçıracak bir şekilde benim oğlumun adını sordu.
Avucumda tuttuğum eldiveni şaklatarak “Timothy.” dedim.
Yüzünde bastırılmış bir gülümseme sezdim ve peşinden Timothy’nin de David kadar iyi bir isim olduğunu söyledi. “Gerçekten, güzel bir isim.” dedi ve bir gün arkadaş olmaları yönündeki ümidini dile getirdi. Timothy’nin David’in sınıfındaki çocuklarla kaynaşmasına gerçekten izin veremeyeceğimi söylememek için kendimi zor tuttum. Bana David’in “uyusun da büyüsün tıpış tıpış yürüsün” dediklerinde neler yaptığını anlatırken onu sakin ve mesafeli bir şekilde dinledim. Sanki çocuklar üzerine bahis oynanacak şeylermiş gibi övünerek David’in kilosundan bahsetti ki bu kulüpte çok hassas olduğumuz bir konudur.
Ama bir daha Timothy’den bahseden olmadı. Bu çok zoruma gitti. Zavallı Timothy ne kadar yalnız, diye düşündüm, onu böyle anlatıp göklere çıkartacak kimsesi yok. Sonra hemen sahiplendim Timothy’yi, diş çıkarmasıyla ilgili bir şeyler diyecek oldum, karşımdaki çok şaşırınca vazgeçtim. Mama önlüğü, genel zekâ seviyesi gibi daha güvenli sularda yüzmeye çalıştım. Ne var ki ressam arkadaş beni bu konuda konuşturmaya öyle hevesliydi ve bebekler hakkında bir erkeğin bilebileceğinden daha çok şey biliyordu ki yanında sönük kaldım ve beni böyle can kulağıyla dinlemesine de şaşırdım.
Bana meçhul arkadaşlarıyla ilgili anlattığı hikâyeyi hatırlıyor olmalısınız. “En son yaptığı şey ne biliyor musunuz?” dedi. “David’e bir tane sallanan at gönderdi!”
Bunu niye bu kadar gülerek söylediğini anlayamadığımı itiraf etmeliyim.
“Düşünsene, üç aylık bile olmayan bir bebeğe sallanan at göndermiş.” diyerek devam etti.
Sert bir şekilde ama üzengileri ayarlanabilirdi, demek istedim ancak bu durumda onunla birlikte gülmenin daha mantıklı olacağını düşündüm. Fakat Mary’nin de güldüğünü duymak çok canımı acıttı. Gerçi Tanrı biliyor ya ben de ona hep gülüyorum.
“Yalnız kadınlar bir garip.” dedi aniden. Söylediğine göre bu cümbüşün ortasında Mary birden bire ciddileşip kocasına kibirli bir şekilde, “Bunda gülünecek hiçbir şey göremiyorum.” demiş. Sonra da kutsal bir tavırla atı burnundan öpüp “Keşke şimdi burada olup bunu yaptığımı görseydi.” demiş. İnsanın bazen Mary’yi elinde olmadan gözünün önünde canlandırdığı anlar oluyor.
Fakat sadece bir an. Zira bir sonraki söylediği şey ondan yine tiksinmeme sebep oldu. Hanımefendi “Bay Hiç Kimse”yi bulana kadar peşini bırakmayacağına ant içmiş.
“Bulamayacak.” dedim gergin ama küçümseyen bir tavırla.
“O zaman bu onun ilk başarısızlığı olacak.” diye cevap verdi kocası.
“Ama adam hakkında hiçbir şey bilmiyor ki.”
“Adamdan bahsederkenki hâlini görsen böyle demezdin. Kibar, tuhaf, yalnız ve yaşlı, tahsilli bir adam olduğunu söylüyor.”
“Yaşlı mı?”
“Yani, işte demek istediği eninde sonunda yaşlanacakmış, kendisine dikkat etmezse. Her hâlükârda tahsilliymiş işte. Çocukları çok seviyormuş ama hiç sevip okşayacağı bir çocuğu olmamış filan.”
“Belki vardır ama sevip okşayamıyordur.” dedim kaba bir şekilde. “Nasıl sevmesi gerektiğini unutmuştur, sadece durup uzaktan bakıyordur, mesela.”
“Anne de baba da varsa tabii. Mary’ye göre eğer çocuğu olan yalnız bir adam olsaymış büyük ihtimalle ortaya çıkarmış.”
“Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla.
“Mary öyle diyor, işte.” dedi özür diler gibi. “Bence adamdan daha zeki olduğunu kanıtlayacak yakında Mary.”
“Peh!” dedim ama şüphesiz biraz sersemlemiştim. Onu tekrar gördüğümde, “Buralarda St. Bernard köpeği olan birine rastladın mı hiç?” diye sormesı beni epey korkuttu.
“Hayır.” diye cevap verdim bastonumu sıkıca kavrayarak.
“Adamın St. Bernard cinsi bir köpeği varmış.” dedi.
“Nereden öğrendiniz?”
“Mary öğrendi.”
“Ama nasıl?”
“Bilmem.”
Hemen yanından ayrıldım çünkü Porthos arkamdaydı. Bu gizem beni biraz korkutmuşu ama derhâl savaş zırhımı kuşandım. Porthos’u Kensington Bahçeleri’nde gezdirmesi için bir çocuk buldum ve ona şayet ikinci el bir çocuk arabası süren genç bir kadın tarafından izlendiğini görürse kadının köpeği çalmaya çalıştığını söyleyerek polis çağırmasını tembihledim.
Hadi bakalım, Mary…
“Bu arada…” dedi kocası bir sonraki karşılaşmamızda. “Sana bahsettiğim sallanan at, altmış üç şilinmiş.”
“Karın oyuncakçıya sormaya mı gitmiş?”
“Yok, onu sormaya gitmemişti aslında. Sallanan atı alan adamı tarif ettirmek için gitmişti.”
Ah Mary, Mary!
Pasajdakilerin tarif ettikleri adam şöyleymiş: Askeriyeden birine benziyormuş; uzun, esmer, oldukça şık giyimli; düzgün kemerli bir burun; -aynen öyle- düzgünce kesilmiş ve hafif kırlaşmış bir sakal; başının üzerinde sanki geri kalan kısımları da kapatmaya çalışan üç beş tel saçı varmış; -peh!– oturmadan önce sandalyeyi mendiliyle silmiş; titiz ev hanımları gibi buna benzer başka tavırları da olmuş, -keşke onların ne olduğunu bilebilseydim- sıkıcı derecede kibarmış ama pek konuşkan değilmiş; yanında kederli bakışlarıyla bezgin suratlı sarı bir köpeği varmış -hep köpeklerin kederli bakışlara sahip olduğunu düşünürler-.
“Bu tarife uyan birini tanıyor musun?” diye sordu Mary’nin kocası bana saf bir şekilde.
“Sevgili dostum, neredeyse tanıdığım herkes az çok böyle.” dedim. Gerçekten de kulüpte zamanla herkes birbirine benzer. Genel anlamda bu konuşma beni mutlu etmişti, çünkü Mary’nin St. Bernard köpeğini nasıl öğrendiğini anlamış oldum. Ne var ki bir gün pencereden bakınca sokakta durmuş soran gözlerle pencereleri izler bir hâlde Mary’yi görünce yine kaygılanmaya başladım. Oradan geçen bebekli bir dadıyı durdurup sahte bir coşkuyla bebeği sever gibi yaptı. Eminim bebeğin adının Timothy olup olmadığını sormuştur. Değilse de adı Timothy olan bir bebeğe bakan bir dadı tanıyıp tanımadığını sormuştur.
Belli ki Mary benden şüpheleniyordu ama ben Timothy’ye dört elle sarılmıştım, her ne kadar hakkımda başka bir şey bilmek istemesem de. Zira diğer babayla hâlâ arada bir karşılaşıyorduk ve her seferinde bana Timothy ile ilgili sorular sorup bebekleri kıyaslıyordu. Sorduğu sorular da çok detaylıydı. Nasıl uyuyormuş? Nasıl uyanıyormuş? Yeniden nasıl uykuya dalıyormuş? Banyosunu nasıl yaptırıyormuşuz? İyi ki köpeklerle küçük çocuklar arasında epey bir ortak nokta var, çünkü o her sorduğunda ben aslında Porthos’u anlatıyordum. Nasıl huzurla uyuduğunu, muhtemelen rüya görüp nasıl uyandığını, küçücük elini burnuna koyup nasıl geri uyuduğunu anlatıp banyo sorusunu sessizce es geçiyordum. Çünkü dezenfektan sabun ve paspasla banyo yaptırıyorum.
Adam benden zerre kadar şüphelenmiyordu. Mary’nin bulamayacağını düşünmek makul geliyordu. Yine ruhumun derinliklerinde bir gerginlik hissediyordum. Pat diye ortaya çıkıvermek için Mary uygun zamanı bekliyor da olabilirdi ve bu düşünce, benim Timothy’ye daha çok bağlanmama sebep oluyordu. Sanki onu benden koparıp alacak diye korkuyordum. Sonunda da böyle oldu zaten.

VI
Darbe
Bir mayıs günü, sokağın ilk kesiştiği yerde Mary’yi kocasıyla yürürken gördüm. Bir süre sonra kocasından ayrıldı ve sanki kocası bir Atlantis yolcu gemisine binmiş gidiyormuş gibi gözden kaybolana kadar el salladı. Tüm bu zaman boyunca mutlu bir evliliğe sahip bir kadın olarak kocasından ayrıldıktan hemen sonra evinin yolunu tutacak, beyinin şanlı dönüşünü beklerken asker kılıklı bu adamı izlemek için mutlu aile tablosundaki bir kesitten öte bir şey sunmayacak gibi bir hâli vardı. Of Mary, lütfen, o küçük bayağı entrikalardan birini görmek istemiyorum!
Of of!
Kocasından saklanmayı becerdiği andan itibaren bambaşka bir kadına dönüştü. Şimdi o gizli gizli etrafını kollayan, göze çarpmamak için küçüldükçe küçülen, işini bilen ve bir amacı olan bir kadındı ve gergin bir şekilde gizemli bir maceraya atılıyordu.
“Neler oluyor?” diye düşünerek peşine düştüm.
Sanki bir randevuya yetişecekmiş gibi sık sık saatine bakıyordu ve hatta uzun uzun bakıyordu. Sanki saati uzun zihinsel hesaplama yapmadan anlaşılamayacak bir saatti. Sonra saatini öptü. Büyük ihtimalle benim mektubu düşürdüğüm gün kocasının ona verdiği saat olduğundan bu ucuz küçük saate düşkünlüğünü biliyordum ama şimdi sokak ortasında niye öpüyordu ki? Sonra sanki kocanın sana aldığı saati öpmek günahmış gibi neden aceleyle onu yeniden kemerinin arasına soktun?
Gördüğünüz üzere, güzel düşüncelerden bu huzursuzluğa hızlı bir geçiş yaptım. Süslü püslü dükkânlardan oluşan gitmek istediği sokağa ulaştığında gerçekten bir entrikayla karşılaşmak istemiyordum. Hiçbir dükkâna girmedi. Yavaş adımlarla, kara kara düşünmekten büzülerek bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Utanç içindeydi. Mary A.’nın yüzünde utanç göreceğim hiç aklıma gelmezdi. Karşısına dikilip adını söylesem eminim o utanç hemen düşer ve Mary yine karşımda öylece dururdu. Ben de onunla birlikte durup bekledim; acaba bu adam mı, yoksa bu mu, bu mu derken bastonuma sımsıkı yapışmıştım.
“Mary’den şüphe eder miydim? Ah, tabii ki hayır, asla. Fakat burada saçma sapan bir şey dönüyordu. Kocasından habersiz gelmişti. Sinsi hâllerinden anladığım kadarıyla bu randevu onu korkutuyordu ve utandırıyordu. Kendisini tehlikeye atmıştı; o zaman bu kendisi için değil onun içindi. Ortada gizlenecek bir aptallık varsa Mary’ye ait olması mümkün değildi. Mary’nin burada böyle korku içinde onu olayın sonuçlarından korumaya çalışmasına sebep olabilecek ne yapmış olabilirdi ki bu dürüst çocuk? Şu meşhur kahkahası şerefine leke sürecek bir şeye sebep olmuş olabilir miydi? O geniş alın, o lüle saçlar ve o sevimli gülüş… Çocukluğumuzdan taşıdığımız o kırılgan hâllerimizden birkaçı. Masumiyet kaçıp gitse de bunların hepsi kalabilir fakat kesinlikle sabah kahkahaları da eşlik etmeli gidenlere. Zira şeytanın kahkahanın üzerinden elini çektiğini de görmedim.
Fakat Mary hâlâ bekliyordu. Artık güzelliği gitmişti; utanç yüzünü ele geçirmişti. Çirkin bir kadına dönüşmüştü. Gerisi kocasına kalmış. İçimden lanetler yağdırdım kocasına. Yine de kadınlar hakkında ne biliyordum ki? Onlara dair bazı uzak hatıralarım vardı ve birtakım beyhude çıkarımlar. Peki ya erkekler? Kırk yıldan fazla zamandır duygusuz olan bir adam tanıyorum; onun adına çok sevindim -böyle düşünmek biraz tuhaf olsa da- ondan ürktüm; ondan bezdim; onu fark ettikten çok zaman sonra onu hoş görerek onunla yan yana koşmak istedim. Tanrı beni affetsin! Erkeklerle ilgili bazı şeyler biliyorum ama içten içe sana haksızlık ediyorum sanırım evlat.
Sonra farkettim ki Mary buraya masum bir amaç uğruna gelmişti ama bunu yapmak onu öylesine korkutuyordu ki yapmamış olmayı tercih ederdi. Geri dön seni küçük aptal, yufka yürekli şey. Sana başka diyecek bir şeyim yok. Laf anlamaz kız! Yanından ayrılırken kocanın yüzündeki ışığı görmedin mi? Resimlerini yüzündeki bu ışıkla yapıyor ve tüm hayal kırıklıklarına rağmen hâlâ mağrur arzularının ümitlerini taşımaya devam ediyor. Bu ışık senin evlenirken ona bahşettiğin çeyiz. Bu ışık titremediği müddetçe o en büyük zenginliğe sahip.
Gitmeye can atmasına rağmen gidemedi bir türlü, Mary. Birkaç kez o lanet sokaktan kurtulmaya yeltendiyse de yalpalayarak sansarın pençesine çaresizce kendini bırakan bir kuş gibi geri döndü.
Ah, Mary! Hadi kuş olup uç. Bu nasıl bir çılgınlık? Hadi be kadın, geri dön!
Sonra birden gözden kayboldu. Gücünü toplayıp etrafına korku dolu son bir bakış attıktan sonra bir rehin dükkânına girdi.
O ortaya çıkmadan çok önce anlamıştım böyle olacağını. O kapıyı çalıp da içeri girdiğinde bile; bu ürkek zavallının neden kimsenin onu tanımadığı bir sokağı tercih ettiğini; umutsuzca içeri girene kadar o iğrenç dükkânın önünde neden usulca dolanıp durduğunu ve bir daha göremeyeceği o saate neden tekrar tekrar baktığını… Mary çaresiz bir hâlde evin yükünü omuzlamaya çalışıyordu. Yine de o cesur yürek, muhtemelen karısının küçük hazinelerinin nereye gittiğinden haberi bile olmayan kocasını o gülen yüzünden mahrum etmiyordu.
Zalimliğimden ötürü dehşete düşebilirsiniz belki ama içim sevinçle dolmuştu. Saatini dükkâna bırakıp kaçarcasına çıkarken ne kadar harap ve bitap bir hâlde olduğunu düşününce içimin yağları eridi. Bebeği bile o narin kollarına ne kadar ağır gelmiştir bu hâldeyken. Bunu düşünürken bile sevinçliydim. Onu takip etmek yerine kafiyesi bol bir şarkı nakaratı mırıldanarak ki zaten nakarat dışındaki kısımları pek hatırlayamam, aheste aheste evin yolunu tuttum. Onu en son bir bebek bezi dükkânına ya da o tarz saçma sapan bir yere girerken gördüm. Böylelikle saatini neden rehin koyduğu anlaşılıyordu. Hiç de umurumda değil! Daha da keyifle şarkımı mırıldanmaya devam ettim.

VII
Timothy’den Geriye Kalanlar
Dikkatli bir okur Timothy’yi ortadan kaldırmamın asıl sebebinin, ondan geriye kalacak olan minik zıbınları, mama önlüklerini, pabuçlarını David’e vermek olduğunu anlamış olmalı. O yüzden Sayın Beyefendi ya da Hanımefendi, ressamımızı yasa boğdum diye sakın ola fazla üstüme gelmeye kalkmayın. Ayrıca bir süre sonra kederinin, kendi oğlunu benimkinin kaderinden korumaya dair bencil bir arzuya kapılarak, hızla uçup gittiğini fark ettiğimi de bilmenizi isterim. Çünkü ana baba olmak böyle bir şey.
Merhamet dolu bir ifadeyle benim için bir şey yapıp yapamayacağını sordu. Tabii ki benim için yapabileceği bir şey vardı, fakat emin olamadım çünkü mağrur ve duygusal köpeğimle karşılaşmasını istememek gibi çok geçerli bir sebebim vardı. O yüzden teklif ondan gelmeliydi. Ona evde Timothy’den kalma küçücük eşyalar olduğundan ve onları görmenin bana ne denli acı verdiğinden bahsettim. Derinden etkilenmiş bir hâlde elimi kavradı. Ona böyle eziyet ettiğim için çok utanıyorum. Fakat o da azla yetinen biri değil. Üstelik bu fevri davranışım beni ikili bir karmaşaya sürükledi. Bu yüzden tatsız da olsa sürdürdüm. Bu uzmanlaşma çağında çocuk kıyafetlerinin acıya dönüştüğü bir anda bunları evden uzaklaştıracak bir uzmanlık alanı oluşmadı mı hâlâ? Satabilir miydim? Ya da içki karşılığında onları takas edeceğini bile bile bir ihtiyaç sahibine mi verseydim? Ona bu eşyaları bir arkadaşımın çocuğuna hediye etmek istediğimi ancak arkadaşımın kendisine de Timothy’yi hatırlatacağı gerekçesiyle almak istemediğini söyledim. Sanıyorum bu onu canevinden vurdu ve beklediğim teklifi yaptı.
Hızlıca halletmiştim olayı ve bu kez hem kendime hem ona kızgındım. Bu seçeneği çabucak kabul ederken o sırada başka bir çıkar yol göremiyordum. Anlayabileceğiniz üzere, Timothy’nin hayata tutunuşu öylesine pamuk ipliğine bağlıydı ki sanırım bu gölgenin bir süre sonra yok olacağını zaten biliyordum. Hiçbir zaman tam olarak var olamadı. Bu gerçek bir çocuğun hayatı değildi.
Yine de işte o an gelip çattığında gidişini kabullenmeye gönlüm razı gelmiyordu. O akşam olağan dışı bir şefkatle onu kollarıma alıp batmak üzere olan güneşe teslim etmek için pencerenin önüne götürdüğümü hatırlıyorum. Neredeyse gerçeğe yakın bir acı içerisinde ona gitmek zorunda olduğunu çünkü başka bir çocuğun onun güzel minik eşyalarına ihtiyacı olduğunu söyledim. Ve onun gerçek sahibi olan güneş onu dans eden kollarıyla sardı. Giderken bir zamanlar kelimelerin en güzeliyle seslendiği o kadına sevgilerini gönderdi. Bu masum şey bilmiyordu ki küçük beyaz kuşlar hiçbir zaman gerçekten bir anneye sahip olmayan kuşlardır. Timothy’nin hayali böylece avuçlarımdan kayıp giderken keşke gitmeden önce bir kez olsun Kensington Bahçeleri’nde oynayabilseydi ya da minik ağaç dallarına tırmanıp Round Pond’da kâğıttan gemi yüzdürebilseydi diye geçirdim içimden. Çocukluğun şen şakrak yollarında çemberini yuvarlarken coşkuyla peşinden koşabilseydim. Bir yandan hafızamız bize koşmamızı söylerken diğer taraftan, uzun bir yaz günü eğlencenin bedelini ödemek üzere bekleyen adamlar ve kadınlar beliriverir birden. Düşünüyorum da, Timothy benim tüm özlemlerimi biliyordu. Yanakları çocuksu bir pembelikle kızararak bana dedi ki, tüm bunları yapmamış olmasının sebebi korkması değilmiş. Aslında bunların hepsini yapmayı çok severmiş ama o diğer çocuklar gibi değilmiş. İşte böyle diyerek parmağımı bıraktı ve başka bir gökyüzüne doğru uçup gitti gözlerimin önünden.
Korkarım, kendime karşı çok cesur değilim. Hatırlayabildiğim kadarıyla, saldırı altındayken diğerleri gibi davransam da manevi olarak zayıfım. Bu nedenle ertesi gün David’e bir şeyler almak üzere mağazaya girmeye teşebbüs ettiğimde Mary’nin rehinci dükkânına girerkenki hâli kadar utangaç olduğumu keşfettim. Küçük kıyafetler satan mağazalar kapısına yaklaştığınızda çok ürkütücü olabiliyor. İnsan birden ebeveyn kimliğine bürünüyor ve bu yüzden inceden inceye adabımuaşeret içerisinde kayboluveriyor. Kapı açıkken gizlice de girebilirdim ama açıkçası yapamadım. Aslına bakılırsa, terzim hariç ki -korkarım terzime oldukça sık gidiyorum zaten- diğer her türlü mağazaya girerken bir huzursuzluk hissediyorum içimde.
İşte bu yüzden küçük kıyafetler satan mağazanın önünde kendimle dalga geçerek hırsız gibi dolanıp durdum. Hatta diyelim saat üç oldu; kendime, saat iki buçukta girmiş olsaydım şimdiye her şey bitecekti gibi saçma telkinlerde bulundum.
Durumumu daha iyi anlamanız için, ben kapının orada yiğitçe gezinirken gözlerini dikmiş beni izleyen centilmenden bahsedeyim size. Yavaşça uzaklaşıp etrafta dolaşıyormuş gibi yapıp geri döndüm ama hâlâ orada duruyordu ki bu da onun benim yapmaya çalıştığım şeyi bulandırmak niyetinde olduğunu kanıtlıyordu. Sert bir şekilde kendime hâkim olmaya çalışarak başımla selamladım ve soğuk bir kibarlıkla “Bakıyorum epey eğleniyorsunuz bayım.” dedim.
“Özür dilerim.” dedi. Bu kez sözlerimin etkisiyle dikkatini bana çevirebildiğimden emindim, fakat o anda cevabının altında küstah bir anlam saklı olduğunu anladım.
“Henüz sizinle tanışma şerefine nail olamadım.” dedim bağırarak.
“Hiç kimse bundan dolayı benim kadar müteessir olamaz.” diye cevapladı kahkaha atarak.
“Demek istiyorum ki burada siz emekliye ayrılana kadar bekleyebilirim.” dedim sırtımı bir mağaza vitrinine yaslayarak.
Bu sırada sinirlendi ve “İşim gücüm yok ki benim.” dedi aynı şekilde sırtını başka bir mağaza vitrinine yaslayarak. İkimiz de inatla diğerini bezdirmeye çalışıyorduk ve eminim dışarıdan bakıldığında gülünç görünüyorduk. On dakika sonra ikimiz de bu gülünçlüğü hissetmiş olacağız ki hırsımız sönmüş bir hâlde içtenlikle el sıkıştık ve birer araba çağırıp ayrıldık.
Bu girişimimden vaz mı geçmeliydim? Aslında bu alışverişi benim yerime yapacak bazı kadınlar tanıyordum ama ilk önce açıklayayım. Zira açıklamak benim olmazsa olmaz âdetlerimdendir. Irene ve Bayan Hicking’in hatırası birden bire beni yüreklendirdiğinde işte böyle bir ümitsizlik içerisindeydim. Çünkü David’i giydirip kuşatma işi için gerekli beceri ve iş bitiriciliğin onlarda bulunduğunu biliyordum.
Ancak önce kim olduklarını öğrenmelisiniz.

VIII
Münasebetsiz Garson
Mevzubahis kişi, son zamanlarda ağır bir şekilde hayal kırıklığına uğramama sebep olan cemiyet garsonlarından biri. Bu nankör insanla biraz daha fazla zaman geçirebilmek için yemeğimi dakikalarca ertelediğim çok olmuştur. Pencere kenarındaki masayı bana ayırması hoş bir şey ve ayrıca kendisine bana yemek tavsiyelerinde bulunma keyfini de bahşediyorum. Hatta ona kendimle ilgili bilgiler verdiğim bile olmuştur; çalışma odasında birinin kapıyı çarparak ödümü patlattığı; bir kitap sayfasıyla parmağımı nasıl kestiğim gibi. William sizin bildiğiniz o girişken garsonlardan değildir. Öyle sakindir ki rahatlıkla önünde birini boğazlayabilirsiniz. Mesela bir seferinde birisi ona derbiyi Şımarık Sarah’ın kazanacağını söyledi. Bir başkası da Şımarık Sarah’ın hiç şansı olmadığını. William ise her ikisiyle de aynı fikirdeydi. Bu muhteşem arkadaşımız -ben böyle düşünüyorum- iki uçtan da içilebilen bir puro gibiydi.
Bir akşam pencere kenarında yemeğimi yerken, “baharatlı acı soslu böbrek siparişimi” tekrar etmek zorunda bırakarak yaptığı yanlışı hiç unutmam. Açık ve net bir şekilde “Tabii, efendim.” diye cevap vermek yerine, bir garsondan beklenileceği üzere sanki benim baharatlı acı soslu böbrek siparişi vermem şahsi bir lütufmuş gibi memnuniyetle pencereden dışarıya bir bakış atıp “Baharatlı acı soslu böbrek mi dediniz, efendim?” diye sordu. Birkaç dakika sonra sandalyemin arkalığının üzerinden birinin yaslandığını hissettim. Sandalyeme yaslanan bu kaba insanın William olduğunu fark ettiğimde hissettiğim öfkeyi hayal edebilirsiniz herhâlde. Gelin size geçmişteki bir olayı betimleyen ölçülü sözlerle bir sonraki adımda neler olduğunu anlatayım: Pencereye daha da yaklaşabilmek için yaptığı girişimle gövdesinin ağırlığını omzumun üzerinde daha da fazla hissetmeye başladım ve “Burada bulunma sebebinin yemeğime eşlik etmek olmadığını hatırlatırım.” diye kendisini uyardım.
Ona haksızlık etmek istemiyorum. Bunu söylediğimde biraz sarsıldığını söyleyebilirim ama o küstah cevabını da asla unutamam, “Kusura bakmayın, efendim. Başka bir şey düşünüyordum.”
Sonra yeniden gözleri pencerede gezinmeye başladı ve heyecanını bastıramayarak birdenbire şöyle dedi: “Tanrı aşkına, efendim, burada erkek erkeğeyiz. Size bir şey sormak istiyorum. Siz, cemiyetin pencerelerine bakınan küçük bir kız gördünüz mü?”
Erkek erkeğe! Ne var ki bir zamanlar iyi bir garsondu. Bu nedenle ona kızı gösterdim. William’ı görür görmez Pall Mall’ün ortasına doğru gitti. Yanından geçen ve onu süzen atlı arabalara aldırış etmeksizin anlamlı bir şekilde üç kez başını salladı ve sonra gözden kayboldu. On yaşlarında perişan hâlde bir Arap’ı andıran bir kız çocuğuydu ama görünen o ki onu görmek William’ı rahatlatmıştı. Tüm kalbiyle ve keyifsiz bir şekilde “Tanrı’ya şükür!” dedi.
Bense William’ın elindeki tabağı ayak parmaklarımın ucuna düşürmesi kadar ürkütücü bulmuştum durumu. “Ekmek, William!” dedim net bir ifadeyle.
“Bana kızdınız mı, efendim?” diye fısıldayacak kadar cüretkâr davranmıştı.
“Biraz küstahça davrandın.” dedim.
“Biliyorum efendim, ancak kendimi kaybetmiştim.”
“O hâlde o da küstahça.”
“Karımla ilgili bir durum efendim, o…”
Yani birçok açıdan kolladığım William, evli bir adammış. Bu bana yaptığı küstahlıklarının en büyüğüymüş gibi hissettim.
Anladığım kadarıyla bu baş belası kadının bir sıkıntısı vardı ve akşam yemeğinden sonra dünyanın tozpembe bir yer olduğuna inanmak isteyen biri olarak, bu kız çocuğunun işaretlerinin karısının sıkıntısının geçtiği anlamına mı geldiğini sordum. William söylediklerimi duymamış gibi cevap verdi. Doktor en kötü şeyin olmasından korkuyormuş.
“Halt etmiş o doktor!” dedim öfkeyle.
“Evet, efendim.” dedi William.
“Kahrolası hastalığı neymiş?”
“Aslında oldum olası narin bir yapısı vardı ama hayat doluydu, efendim, anlıyorsunuz değil mi ama yakın zamanda bir kız bebek doğurdu.”
“William ne yaptın sen!” dedim ama aynı anda bu baba benim işime yarayabilir diye de düşündüm. “Bebeğiniz nasıl uyuyor William?” diye sordum kısık sesle. “Nasıl uyanıyor? Banyosunu nasıl yaptırıyorsunuz?”
Sorularım karşısında şaşkına dönmüştü. O nedenle cevap beklemeksizin devam ettim, “Bu kız çocuğu sana karından mesaj getiriyor yani, öyle mi?”
“Evet, efendim. O en büyük çocuğum. Başıyla üç kez işaret vermesi karımın biraz daha iyi olduğu anlamına geliyor.”
“Üç kez baş işareti yaptı mı bu akşam peki?”
“Evet, efendim.”
“Kenar mahallelerde yaşıyorsun galiba, değil mi William?”
Arsız arkadaşımız beni etkileyebilecekmiş gibi vurucu bir bakış fırlattı ve “Drury Lane tarafında efendim, ama orası kenar mahalle değil.” dedi yüzü kızararak. İnler gibi bir sesle konuşmasını sürdürdü. “Ve şimdi ben o ölürken yanında olup onun elini tutamazsam diye çok korkuyorum.”
“Sana böyle şeyler söylememesi lazım.”
“O asla böyle şeyler söylemez zaten, efendim. Daima güçlü görünmeye çalışır. Fakat sabahları evden çıkarken onun aklından geçenleri sezebiliyorum. Ben kapının önünde durup ona bakarken o da yatağından öylece bana bakıyor. Of Tanrı’m!”
“William!”
Nihayet sinirlendiğimi anladı ve kendine özgü tarzıyla “Affedersiniz.” diyerek sanki kötü sunulmuş bir yemeği geri çeker gibi karısını masamdan çekti. William’ın varoş hikâyesini unutabilmek için bilardo oynamaya karar verdim ama oyunumu da bozdu. Ben de ona olan öfkemi ertesi gün başka bir garsondan servis isteyerek gösterdim. Fakat yine pencere kenarına oturduğumdan o küçük kızın geciktiği gözümden kaçmadı. Her ne kadar benim için hiçbir anlam ifade etmese de yemeğim bittikten sonra biraz daha oyalanarak kız gelene kadar bekledim. Bu sefer üç kez baş işareti yapmakla kalmadı, bir de şapkasıyla selam verdi. Böylece akşam yemeğimi tamamlayarak masamdan kalktım.
William sinsice yanıma geldi. “Ateşi düştü efendim.” dedi ellerini ovuşturarak.
“Kimi kastediyorsun?” diye sordum mesafeli bir şekilde. Sonra da mühim bir oyuna başlamak üzere bilardo salonuna çekildim.
Sonrasında, William’a gevezeliğini unuttuğumu gösterebilmek için kırk takla atmak zorunda kaldım. Bir defasında kız gelip sadece bir kez baş işareti verdiğindeyse o akşam yere göğe sığamadım. Ertesi akşam restoranda William yoktu ve sanırım ne olduğunu biliyordum. Fakat oldukça üzgün bir hâlde kütüphaneye geçerken William’ı orada bir merdivene tırmanmış rafların tozunu alırken buldum. Bazı üyeler ellerine kitap alıp etraftaki sandalyelerde oturur vaziyette olsalar da uyuyup kalmış olduklarından William’la ikimize kalmıştı kütüphane. O sırada merdivenden inerek bana olup biteni anlattı. Bir cemiyet mensubuna küfretmiş!
“Bütün gün ne yaptığımı bilmez bir hâldeydim, efendim, çünkü onu çok bitkin bir hâlde bırakmıştım.”
Ayağımla sertçe yere vurdum.
“Size ondan bahsettiğim için kusuruma bakmayın, efendim.” deme nezaketini gösterdi, eksik olmasın. “Fakat Irene iki saatte bir geleceğine söz vermişti. Saat dört gibi gelip de onu ağlarken bulduğumda gözüm hiçbir şey görmedi âdeta, efendim. Sendeleyerek cemiyet mensuplarından Bay B.’ye çarptım ve bana ‘Lanet olası herif!’ dedi. Evet, biraz dokunmuştum ama bu şekilde davranılmak çok canımı yaktı ve bir an kendimi kaybedip ‘Sensin lanet olası!’ dedim.”
Utanç içerisinde başını önüne eğdi. Bu sırada odada uyuyan okurlar da uykularında irkildiler.
“Derhâl restorandan uzaklaştırıldım ve kurul benimle ilgili karar verene kadar burada çalışmam söylendi. Ah efendim, Bay B.’nin önünde diz çöküp yalvarmaya bile hazırım.”
Haftada bir pound kazanabilmek için kendini bu denli alçaltabilen birini hor görmek dışında ne yapabilirim ki?
“Eğer ona işimden olduğumu söylersem ölür.”
“Bana karından bahsetmeni affediyorum.” diye gürledim imalı bir şekilde. “Tabii nazik bir şekilde konuştuğun müddetçe.” Sonra onu kaderiyle baş başa bırakıp Bay B.’yi aramaya gittim. Kendisine “Şu garsonlardan birine küfretme olayı nedir?” diye sordum.
“Onun bana küfretmesinden bahsediyorsun herhâlde.” dedi kıpkırmızı kesilerek.
“Bunu duyduğuma sevindim. Zira senin böyle nezaketsiz bir davranışta bulunduğuna inanmam mümkün değil. Fakat olayı ben ikinizin birbirine küfrettiği ve bunun üzerine senin onu azarladığın, garsonun da işten atılmak üzere olduğu şeklinde duydum.”
“Kim söyledi bunu sana?” diye sordu ödlek bir adam olan Bay B.
“Ben de kuruldayım.” dedim sıradan bir şey söylüyormuş gibi ve sonra başka mevzulardan konuşmaya başladım. Ancak bu sırada hâlâ bu konuyu düşünmekle meşgul olan Bay B. “Aslında biliyor musun, o garsonun bana küfrettiğini düşünmekle hata ettim sanırım. Yarın gidip şikâyetimi geri çekeceğim.” dedi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzheyms-barri/kucuk-beyaz-kus-69428839/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İngiliz para birimi
Küçük Beyaz Kuş Джеймс Мэтью Барри
Küçük Beyaz Kuş

Джеймс Мэтью Барри

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Barrie’nin meşhur Peter Pan’ı ilk kez andığı ve bir bölüm olarak içerisinde beslediği romanıdır, Küçük Beyaz Kuş. Eserin başkahramanı olan Kaptan W.’nin günbegün yaşamından kesitler sunduğu ve Kensington Bahçeleri’nin fantastik öykülerini içerdiği birincil anlatımıyla, Küçük Beyaz Kuş’un meydana getirilişine tanık oluyoruz. Kimi yerde Kaptan W.’nin David’le çocukça bir dünyadaki, hayali maceralarına kapılırken kimi yerde de Mary A.’nın gerçek dünyasında kahramanımızla birlikte sabrın sınırlarını zorlayacaksınız. “Madam, Maksadım size hava atmak değil. Ancak bu eseri size ithaf etmezsem, yaşananların ironisine ahmaklıkla karşılık vermiş olurum. Zira fikir size aitti. Daha idealist olduğunuz zamanlarda Küçük Beyaz Kuş adında bir kitap yazmak isteyen sizdiniz. Bu fikirden neden bu kadar çabuk vazgeçtiğinizin cevabını verecek kişi ise ne yazık ki ben değilim. Şimdi anlaşılıyor ki meşgul olacak başka şeyleriniz varmış. Velhasıl, kolay yolu seçtiniz ve kuşun kendisini elde etmeyi tercih ettiniz. Size bu ithafımı sunarken, dikkatinizi çekmek isterim ki bu sırada ben de bu kitabı doğurdum. Yani kendisi bende gölgesi sizde. İnanç sahibi bir insan olarak teklifimi kabul edeceğinize güvenim tam, Saygıdeğer Madam.”

  • Добавить отзыв