Sherlock Holmes Baskerville’lerin Tazısı Bütün Maceraları 6

Sherlock Holmes Baskerville’lerin Tazısı Bütün Maceraları 6
Arthur Conan Doyle
Ay oradaki alanı pırıl pırıl aydınlatıyormuş ve tam ortaya baktıklarında korkudan ve yorgunluktan ölmüş olan zavallı genç kızı görmüşler; fakat kızın cesedi veya onun biraz uzağında yatan Hugo Baskerville’in vücudu, o üç gözü pek adamın tüylerini diken diken eden şey değilmiş. Onları asıl korkutan; Hugo’nun boğazını dişleyen, devasa, tazı cinsinde ama bugüne dek hiçbir gözün görmediği irilikte bir hayvanmış. Onlar bakarken o yaratık, Hugo Baskerville’in gırtlağını dişlemeye devam etmiş. İşi bittiğinde alev saçan gözlerini ve kan damlayan çenesini onlara doğru çevirmiş. Bunun üzerine üçü de korkudan çığlık çığlığa son sürat kaçmaya başlamış. Dediklerine göre bir tanesi gördüklerine dayanamayıp o gece ölüvermiş. Diğer ikisine gelince; onlar da hayatlarının sonuna kadar yarım akıllı kalmışlar. (…) Dr. Mortimer bu ilginç hikâyeyi bitirdiğinde gözlüklerini alnına kaldırıp gözlerini Bay Sherlock Holmes’a dikti. Holmes ise esneyerek bitmiş sigarasını şöminenin içine fırlattı. “Eee?..” dedi. “İlginç bulmadınız mı?” “Bir peri masalı koleksiyoncusu için evet.” Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).

Arthur Conan Doyle
Sherlock HolmesBaskerville’lerin Tazısı

Giriş
Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Hemen hemen dünyanın her ülkesinde Holmes’un hikâyelerinin tercümesi bulunabilmektedir ve İncil’den dahi daha çok dile çevrildiği söylenmektedir. 1890’lı yıllarda ilk olarak Avrupa ve Japonya’da tercümeleri bulunabilirken daha sonraki yıllarda tercümelerin sayısı arttı. İlk Holmes filmi 1900’de çekilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Sherlock Holmes’un karikatürleri yapılmış; çizgi romanları yayımlanmış; sahne oyunları, müzikalleri, radyo piyesleri, TV dizileri, komedileri ve hatta bir balesi sahnelenmiştir. Bunun yanı sıra, Conan Doyle dışındaki yazarlar, daha fazlasını isteyen okuyucuları tatmin etmek amacıyla Holmes ve Watson’ı taklit ederek yüzlerce eser ürettiler.
Holmes’un ünü o derece yayılmıştır ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir. Örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak İngilizceye girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221B numaralı eve, onun kendi problemlerine çözüm bulacağı ümidiyle dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Birçok kişi onun gerçek bir insan olduğunu ve kendilerine yardım edeceğini düşünmektedirler. Hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Aynı ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).
Sherlock Holmes hikâyelerinin popüler ve uzun ömürlü olmasının nedeni belki de yazar tarafından çabuk ve gelişigüzel bir şekilde yazılmalarıdır. Yazar, edebî ününü daha ciddi çalışmalarına dayandırıyordu. Arthur Ignatius Conan Doyle (1859-1930) hikâye anlatımı konusunda doğuştan yetenekliydi çünkü herkesin anlayacağı gibi ve Sherlock Holmes’un ifade edeceği gibi “sanat” ailenin kanında akıyordu.
Sanatsal yönü kuvvetli olan Doyle, ailesinden gelen doğal bir yeteneğe sahipti. Büyükbabası John Doyle (Lakabı “H. B.” idi.) politik karikatürler çiziyor ve hiciv sanatıyla uğraşıyordu; amcası Richard Doyle iyi bir ressamdı ve hatıra defteri tutuyordu (“Punch” dergisi için tasarladığı kapaklar ile ünlenmişti.); babası Charles Altamont Doyle ise Edinburgh’nın Holyrood Sarayı’ndaki çeşmelerin yapımında rol almış bir sanatkârdı (her ne kadar çok iyi olmasa da). Genç Conan Doyle, annesinin dizinde saatlerce ataları hakkındaki hikâyeleri dinlerdi. Çok hızlı ve istekli bir okuyucuydu. O kadar hızlıydı ki “Anılar ve Maceralar” (1924) adlı otobiyografisinde ailesinin gittiği küçük bir kütüphanenin, onlara bir günde ikiden fazla kitap değiştiremeyeceklerini bildiren bir yazı gönderdiğini yazmıştı. Zevkleri çok değişkendi. Yeni konuları, yeni yazarları ve yeni kuramları keşfetmekte çok istekli olması yazarlık hayatı boyunca hikâyelerine yansıyordu.
Lancashire’da, Jesuit Stonyhurst Kolejinde eğitim gören Conan Doyle, 1875 Haziranında Londra Üniversitesine kaydolmuş ve 1876’da Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesine girerek 1881’de mezun olmuştur. Maddi sıkıntı çekmeleri nedeniyle ailesine destek olma amacıyla 1880’de, Kuzey Buz Denizi’nde balina avı yapan bir Peterhead gemisi olan Hope’ta doktor olarak görev yapmaya başlamıştır. 1881-1882 yılları arasında da Batı Afrika’ya sefer yapan Mayumba adlı buharlı gemiyle benzer bir görevle yola çıktı. Kurnaz ve komplocu Dr. George Turnavine Budd ile Plymouth’da kötü bir ortaklık kurduktan sonra, Southsea’de kendi özel muayenehanesini açtı. Bush Villaları, No:1’de tabelasını astıktan sonra hastalarını beklerken boş zamanının çoğunu yazarak geçirdi. Bu süre içinde ürettiği kısa hikâyelerinin hepsi başarılı olamadı ama Kraliçe Viktor-ya zamanına ait muhteşem hikâyesi “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” gibi bazılarından magazin dergilerinde övgü ile bahsedilmiştir.
1885 Ağustosunda evlendikten sonra Conan Doyle kendi zihni için şunları söylemiştir: “Hızlandı… Hem hayal gücüm hem de anlatımım oldukça gelişti.” Kısa hikâyelerinin yanı sıra roman (“Girdlestone’daki Ortaklık” gibi) yazmayı denedi ama eseri yayınevlerince geri çevrildi. Conan Doyle daha taze, daha sağlam ve daha ustaca bir şeyler yaratabileceğine inanıyordu. Yıllarca okuduğu Fransız yazarlardan Emile Gaboriau’nun yarattığı Polis Dedektifi Monsieur Lecoq ile Poe’nun başarılı dedektif tiplemesi olan C. Auguste Dupin, onun çocukluk kahramanlarından biri olmuştur. Bu şekilde kendi dedektif hikâyelerini nasıl yaratacağını düşünmeye başlamıştı. Conan Doyle hikâyesini şöyle anlatır:
“Eski bir öğretmenim olan Joe Bell’in kartala benzeyen yüzünü, tuhaf davranışlarını ve ayrıntıları yakalamaktaki ürkütücü ustalığını düşündüm. O bir dedektif olsaydı kontrol edemediği plansız olayları kesinlikle bilimle bağdaştırırdı. Bu etkiyi yaratabilir miyim diye düşündüm. Gerçek hayatta mümkünse bilim kurguda neden mümkün olmasın? Bir insanın zeki olduğunu söylemek kolay ama okuyucu örnekleri görmek istiyor; ki bu örnekleri Bell bize her gün koğuşta gösteriyordu. Bu fikir hoşuma gitti. Bu karaktere ne ad vermeliydim? Hâlâ alternatif isimler yazan defter sayfasını saklıyorum. Biri temel sanata karşı isyan ettiğinde karakterlerin isimlerinde kuşkuya düşer ve Bay Sharps ya da Bay Ferrets gibi adları yaratır. Önce Sherringford Holmes’u sonra Sherlock Holmes’u buldum. Kendi yaptığı kahramanlıkları anlatamayacağına göre bu görevi yapacak sıradan bir arkadaşı olmalıydı, gösterdiği yiğitliklerde rolü olan ve onları aktaran kültürlü bir insan yaratmalıydım. Bu görkemli adamın sıkıcı ve sakin bir adı olmalıydı. Watson adı iyiydi. Artık kuklalarım hazırdı ve ‘Kızıl Soruşturma’yı yazmaya başladım.”
Conan Doyle notlarına başvurduğunda Watson’ı “Afganistanlı Ormond Sacker” olarak tasavvur ettiğini açıkladı. Ayrıca “J. Sherringford Holmes”u muhafazakâr, hep uyuyormuş gibi gözüken, filozof, ender bulunan kemanların koleksiyonunu yapan uzman bir dedektif olarak düşündüğünü söyledi. 221B Yukarı Baker Caddesi de Holmes’un görevini yapacağı yer olarak belirlendi.
Conan Doyle, ilk Holmes hikâyesi olan “Kızıl Soruşturma”yı, “Yapabileceğimin en iyisiydi ve büyük umutlarım vardı.” diyerek nitelendirdi. Ret cevapları üst üste geldiğinde çok üzülmüştü. James Payn kitabı övdü ama hem çok uzun hem de çok kısa bulduğunu söyledi; Arrowsmith Yayınevi, eseri okumadan iki ay sonra iade etti; diğerleri ise “koklayıp” sırtlarını döndüler. En sonunda kitabın müsveddesi Ward, Lock & Co’ya gönderildi. Ucuz ama sansasyon yaratan edebî eserlere meraklıydılar ama cevapları şöyle oldu:

Sayın Bayım,
Hikâyenizi okuduk ve beğendik; şu anda (1886) piyasada bol miktarda ucuz bilim kurgu kitapları bulunduğundan bu yıl eserinizi yayımlayamayız; ama bir yıl beklemeyi kabul ederseniz size telif hakkı olarak 25 dolar ödeme yapmaya hazırız.
Sonunda “Kızıl Soruşturma” için bir yuva bulunmuştu. Artık tüm dikkatini Monmouth İsyanı’nı anlatan “Micah Clarke” adlı romanına verebilirdi. Birkaç ret cevabı aldıktan sonra Andrew Lang’in tavsiyesiyle Longmans, romanı yayımlamayı kabul etti. Conan Doyle başka Holmes hikâyeleri yazmayı düşünmemişti ama “Kızıl Soruşturma”nın Amerika’da elde ettiği başarı nedeniyle, “Lippincott’s Magazin”in temsilciliğini yapan J. M. Stoddart, onu, Londra’da bulunan Langham Otelinde yemeğe davet etti. Bu özel gecede masa arkadaşlarından biri de Oscar Wilde idi ve her ikisinden de “Lippincott’s Magazin” için yazı yazmaları istendi. Wilde’ın katkısı “Dorian Gray’in Portresi” olurken Conan Doyle yine Holmes ile yeni bir maceraya atılmaya karar verdi. Bir ay geçmeden günlüğüne şunları yazdı: “Dörtlerin Yemini” bitti ve gönderildi.
Conan Doyle, Sherlock Holmes’u başka bir kitapta kullanmaya niyetlenmemişti ama “Dörtlerin Yemini” ile bu karaktere daha fazla derinlik ve saygınlık katmaya karar verdi. Yarattığı bu karakteri daha fazla okuyucu kitlesine tanıtmak için karşısına bir fırsat çıkmıştı ve bu nedenle daha sofistike bir sunumla ortaya atılması çok önemliydi. Watson “Kızıl Soruşturma” kitabında Sherlock Holmes’un nitelikleri konusunda şu şekilde yorum yapmıştı:
1. Edebiyat bilgisi: sıfır
2. Felsefe bilgisi: sıfır
3. Astronomi bilgisi: sıfır
4. Politika: zayıf
Tüm bunlar “Dörtlerin Yemini”nde değişmektedir çünkü Holmes, Öklit’i kullanarak “Kızıl Soruşturma” ile alay etmekte; Dedektif Athelney Jones’a Goethe’den söz etmekte ve Filozof Winwood Reade’i, Watson’ı eğitmek için öğütlemektedir.
Sherlock Holmes, “Dörtlerin Yemini”nde daha akıllı ve toparlanmış bir karakter olarak karşımıza çıkmakta ve en önemlisi bir gelişme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Bu hikâyede sadece Holmes’u önemli ve yankı yapan biri olarak görmemeliyiz çünkü Dr. Watson karakteri de Conan Doyle’un artan yaratıcılığından nasibini almaktadır. İki ana karakter arasındaki bağ, hikâyede önemli bir unsur olmakta ve ilerleyen arkadaşlıkları, başarının anahtarını oluşturmaktadır. Sisli ve gaz lambalarıyla aydınlatılmış Londra da “Dörtlerin Yemini”nde önemli bir rol oynamaktadır; ancak Sherlock Holmes, her ne kadar bu şehri çok iyi tanısa da o zamanlarda Conan Doyle’un başkente dair bilgisi pek iç açıcı seviyede değildi. 6 Mart 1890’da J. M. Stoddart’a yazdığı bir mektupta bunu itiraf etmişti: “(…) Bu arada benim Londra hakkındaki engin ve eksiksiz bilgim sanırım seni eğlendiriyordur. Hepsini, postaneden aldığım haritadan öğrendim.”
Göz doktoru olmaya karar veren Conan Doyle, 1890 yılının sonunda Southsea’deki muayenehanesini kapatarak eğitim amacıyla Venedik’e gitti. 24 Mart 1891’de Londra’ya döndü. Mesleğini yapabilmek için 2. Yukarı Wimpole Caddesi’ne taşındı (Conan Doyle “Anılar ve Maceralar” kitabında bu adresi Devonshire Place olarak belirtmiştir ancak bu doğru değildir.). Conan Doyle gerçeği söylüyorsa kendisinin hiç hastası olmamıştır. “Düşünmek ve çalışmak için bundan daha iyi bir ortam sağlanabilir mi? Çok ideal bir yerdi çünkü meslek hayatımda çok başarısızdım. Ancak burada edebî alanda kendimi geliştirmek için her türlü koşul mevcuttu.” İşte bu düşünme ve esinlenme döneminde, iyice şekillenmiş olan Sherlock Holmes karakteri ortaya çıkmıştır. Conan Doyle bundan şöyle bahseder:
“O zamanlarda değişik aylık dergiler çıkıyordu ve editörlüğünü Greenhough Smith’in yaptığı ‘The Strand’ bunların arasında en önemlilerinden biri sayılırdı. Tutarsız hikâyelerle dolu olan bu değişik dergileri ele alacak olursak; tek bir karakteri kullanarak bir dizi yaratıp okuyucunun, bu dergilere bağlanmasını sağlayarak dikkatini çekebilirdik; fakat diğer yandan dizi şeklindeki hikâyeler faydadan çok zarar da getirebilirdi çünkü nihayetinde, okuyucunun bir ay dergiyi almaması hâlinde kaçırdığı bölümden dolayı ilgisi azalabilirdi. Bu nedenle orta yol sürekli aynı karakteri kullanmak ama her ay kendi içinde biten hikâyeler yazmaktı. Sanıyorum bunu fark eden ilk ben oldum ve ‘The Strand’ dergisi de bu fikri ilk olarak hayata geçiren dergi oldu. Ana karakterimi düşünürken daha önce iki kitapta kullandığım Sherlock Holmes’un kendini, bana, başarı elde edeceğim kısa hikâyeler için ödünç vereceğine inanıyordum. Daha sonra bekleme odasındaki uzun bekleyişlerle baş başa kaldım.”
O zamanlarda Conan Doyle’un yaratıcılığı, hikâyelerini yazma hızında gizliydi. 3 Nisan 1891’de temsilcisi A. P. Watt’a “Bohemya’da Skandal”ı gönderdi; 10 Nisanda “Bir Kimlik Vakası” tamamlandı; 20 Nisanda “Kızıl Saçlılar Kulübü” gönderildi; bir hafta sonra 27 Nisanda “Boscombe Vadisi Gizemi” ortaya çıktı. Gribe yakalanmasaydı ilk beş hikâyesi bir ay içinde piyasaya sürülürdü ancak “Beş Portakal Çekirdeği” 18 Mayıs’ta yayımlanabildi. Yeri yerinden oynatan bu hikâyelerin çok kısa bir sürede yazılmaları oldukça etkileyicidir. “Bohemya’da Skandal” adlı eseri 1891 yılının Temmuz ayında “The Strand” dergisinde yayımlandı ve o zamanlar hiç kimse fark etmese de Holmes’un, Conan Doyle’un ve derginin ünlenmesi garantilenmişti.
Artık her evde Conan Doyle’dan söz ediliyordu ancak o, tarihî kitaplar yazarak daha fazla beğeni toplamak istiyordu. Ekim 1891’de “Beyaz Şirket” yayımlanmış ve hemen ardından 1892’de Nisandan Hazirana kadar yazdığı Napolyon’la ilgili ilk kitap “Büyük Gölge” çıkmıştı. “The Strand” ise daha fazla Sherlock Holmes hikâyesi istiyordu; çünkü ilk seriyi halk çok beğenmişti ve dergi iyi para kazanıyordu. Buna rağmen Conan Doyle, Holmes ile uğraşmak istemiyordu ve 1891 Kasımında “Mavi Yakut” biter bitmez annesine şu mektubu yazdı:

Sherlock Holmes hikâyelerinin yeni serisi için beş tane daha hikâye yazdım. İlk serinin standartlarında olduklarını düşünüyorum ve toplam on iki hikâyenin iyi bir kitap olacağına inanıyorum ancak altıncı hikâyede Holmes’u katledip sonsuza kadar işini bitirmeyi düşünüyorum. Daha iyi şeyleri düşünmeme engel oluyor.
Annesi onun bu fikrine karşı geldi ve hakkında yazması için bir konu buldu. Bunun sonucunda “Bakır Sahiller” ortaya çıktı. Aslında sadece idam cezasını erteleme ve bir rahatlama vardı ortada ancak cezayı ertelemek geçiciydi…
Şubat 1892’de “The Strand” dergisi Conan Doyle’dan yine Holmes hikâyeleri istedi ama o “Mülteciler” adlı tarihî kitabı üzerinde çalışıyordu. Başka hikâyeler üretmeye pek niyetli değildi çünkü kısa dedektif hikâyeleri için ilginç konular bulmak, bir roman yazmak kadar zaman alıcı bir şeydi. “Anılar ve Maceralar” kitabında şu açıklama yer alıyordu:

Holmes hikâyelerini yazmaktaki zorluk, uzun bir roman için gerekli olan açık seçik ve orijinal bir konu bulmakla aynıdır. İncelmeye ya da tamamen kopmaya eğilimlidir.
“The Strand”in son isteğinden nasıl kaçınacağını düşündü ve onları vazgeçirmek için yeni yazılacak olan seri için 1.000 pound istemeye karar verdi (İlk serideki her hikâye için otuz sent ve ikinci serideki her hikâye için elli sent almıştı.) “The Strand” hiç tereddüt etmeden şartlarını kabul etti. Böylece Conan’ın planı suya düştü. Artık mecburen yeni hikâyeler için farklı konular düşünmek zorundaydı. Bunun sonucunda “Sherlock Holmes’un Anıları” ortaya çıkacaktı.
Anıların son hikâyesi tamamlandığında Holmes’u öldürme planını gerçekleştirmek gerekiyordu. “The Strand” okuyucuları için 1893 Noel’i çok üzücü geçecekti. Derginin Aralık sayısında “Son Sorun” yayımlandı ve “Sherlock Holmes’un Ölümü” alt yazısıyla Reichenbach Şelalesi’nde Sidney Paget’ın resmettiği Holmes ve Profesör Moriarity’nin dövüşü tasvir edildi. Bu, okuyucular üzerinde o kadar derin bir acı yaratmıştı ki erkeklerin yas tuttuklarını göstermek için ipek şapkalarının üzerini kâğıtla kapladıkları söylenir. Çok sinirli bir okuyucu, Conan Doyle’a “Hayvan!” diye hakaret etmiştir. 1891’de kurulan “The Strand”in sahibi George Newnes, Holmes’un ölümünü “Çok korkunç bir olay!” diye belirtmiştir. Böyle söylemesi çok doğaldı çünkü Sherlock Holmes’un başarısı “The Strand”i çok etkilemişti. Geleceğin neler getireceğini kim bilebilirdi? Bu ölümün, Kraliçe Viktorya’nın bile çok hoşuna gitmediği söylenir.
Görünürde Conan Doyle hiç pişman olmamıştı. 15 Aralık 1900’de “Tit-Bits” adlı dergi, Doyle’un şu sözlerini yayımladı: “Sherlock’u öldürmek için izlediğim yoldan hiç pişmanlık duymadım. Onun ölmüş olması bir daha onun hakkında yazmayacağım anlamına gelmemelidir çünkü eğer ben istersem onun geride bıraktığı notları değerlendirebilirim!” Birkaç ay sonra Conan Doyle, genç bir gazeteci arkadaşı Bertram Fletcher Robinson ile Norfolk’ta golf oynuyordu. Oyun esnasında sohbet ederlerken Robinson, çok vahşi siyah bir köpeğin kırlık alanda hortladığını anlatan bir efsaneden söz etti. Bu hikâye Conan Doyle’un hayal gücünü harekete geçirdi ve her ikisi de ileride adı “Baskerville’lerin Tazısı” olacak kitabın üzerinde birlikte çalışmaya başladılar. İlk başlarda Conan Doyle hikâyeyi “çok ürkütücü” olarak tanımlasa da ileride bir Sherlock Holmes hikâyesine dönüşeceğinden hiç söz etmedi; ancak Doyle, Holmes karakterinin ne kadar beğenildiğini biliyordu ve bu fırsatı kullanarak “The Strand” dergisinin editörünün önüne farklı şartlarla çıktı: “Sadece sizden değil diğer dergilerden de aynı ücreti almaktaydım. Artık belli ki bu çok daha özel bir durum ve anladığım kadarıyla Holmes’un tekrar dirilişi çok ilgi çekecektir. Diyelim ki yöneticilere Holmes olmadan eski ücretimi ya da Holmes ile yüz pound daha fazlasını istiyorum desem hangisini seçerler? Holmes’a şu anda Amerika’da çok ilgi gösteriliyor.”
25 Mayıs’tan önce “Tit-Bits” şunları yazıyordu:

Conan Doyle, “The Strand” için çok önemli bir hikâye yazacak ve bu hikâyenin ana karakteri Sherlock Holmes olacak… 30.000 ile 50.000 kelime arasında bir dizi şeklinde yayımlanacak ve konusu öncekilere göre çok daha ilginç ve çarpıcı olacak.
Olayların devamının bir tarih niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. “Baskerville’lerin Tazısı” önüne geçilemez bir başarı elde etti ve “The Strand” kendi tarihinde bir ilke imza atarak bu kitabın 7. baskısını yayımladı. Hikâyeyi -Amerikan baskısı da ilave edilecek olursa-200.000 adet bastı. Amerika’da kitap hâlinde yayımlandığında on gün içinde 50.000 adet satıldı.
“Baskerville’lerin Tazısı”nın başarısı Holmes’un yeniden dirilişi için önünü açtı ve Atlantik’in öbür tarafında bulunan Amerika çok yüksek miktarda para teklifinde bulundu: Altı hikâye için 25.000 dolar, sekiz hikâye için 30.000 dolar ve on üç hikâye için 45.000 dolar. Kararını veren Conan Doyle, Holmes karakterinin bütünlüğünü asla bozmayacaktı. “İyi bir konusu olmazsa bir Holmes hikâyesi yazmam.” dedi ve devam etti: “Aklımı zorlayacak bir mesele olmalı çünkü başkasının işe karıştırılmaması gerekir.” Yeni seri için hikâyeler tamamlanmıştı ancak Conan Doyle başka konular bulmakta zorlanıyordu. “The Strand”te Greenhough Smith’e “hikâyelere devam etmekte yoğun bir isteksizlik yaşadığını” söyledi. “Hepsinde benzerlik var.” dedi ancak büyük bir azimle devam ederek konuları buldu ve on üç hikâye daha yazabildi. Hepsi de “Sherlock Holmes’un Dönüşü” adlı kitapta toplandı.
Bu tarihten sonra Doyle, daha az kitap yazdı ve dedektifin bir sonraki kitabı olan “Korku Vadisi” 1915’te piyasaya sürüldü. 1917’de “Son Selam” için yeterince hikâye birikmişti ve “Sherlock Holmes’un Dava Kitabı” 1927’de tamamlanmıştı. Holmes’un tüm maceraları dört roman ve elli altı kısa hikâyede toplanmıştı. Bunlar, Conan Doyle’un en iyi eserleri olarak görülmektedir.
Sherlock Holmes’un hikâyelerinin ilk kez yayımlandığında nasıl bir etki yaratacağını kestirmek neredeyse olanaksızdı. Aslında bu dedektiflik hikâyelerini Conan Doyle yaratmadı; bu onur, Edgar Allan Poe’ya aittir. Fakat olağanüstü buluşları, hikâyelerindeki yaratıcılık ve halkın bu polisiyelere gösterdiği ilgi açısından ele alındığında bu, tek başına elde ettiği bir başarıdır. “The Strand”teki Holmes hikâyelerinin başarısı ve halkın da aynı tür eserleri okuma isteği, diğer dergilerin, Holmes’a rakip bir bilim kurgu karakterini ortaya çıkarmaları gerektiği anlamına gelmekteydi. Birçok kadın dedektif, bilimsel dedektif, kaba ve basit dedektif, kör dedektif, komik dedektif ve ruhani dedektif karakterinin ortaya çıkmasına rağmen yalnızca tek bir Holmes vardı ve birçoğu kendi alanlarında iyi olmalarına karşın bu imitasyonlar asla “aslına” bir rakip olamazlardı. 1891 yılına kadar sakin akan sular bu tarihten sonra coşkuyla akmaya başladı ve bu akıntıya kapılan polisiye romanlar birçok ismin su yüzüne çıkmasına neden oldu ki şimdi sayacağım adların hepsinin ve aynı zamanda sayamadığım diğerlerinin Arthur Conan Doyle’a minnet borcu bulunmaktadır: G. K. Chesterton, Agatha Christie, Dorothy L. Sayers, Raymond Chandler, John Dickson Carr, Dashiell Hammett, Erle Stanley Gardner, Ellery Quenn, John D. MacDonald, Mickey Spillane, Robert B. Parker, Rex Stout, Ross Macdonald, P. D. James, Colin Dexter, Elizabeth George.
Dedektifin arkadaşı söz konusu olduğunda bu borç daha da derinleşmektedir; bu nedenle Watson adı âdeta İngilizcede “ana karakterin arkadaşı” ya da “en iyi arkadaşı” kelimeleriyle eş anlamlı olarak düşünülebilir. Conan Doyle, Edgar Allan Poe’ya olan borcunu itiraf etmekte gecikmedi. Doyle’un, Holmes hikâyelerinde, Poe’nun üç hikâyesindeki Dedektif C. Auguste Dupin’dan çok fazla alıntı yaptığı aşikârdı; sevecen arkadaş ve tarihçi, acemi memur, tuhaf ve abartılı suçlar, dedektifin kolayca bulabilmesi için önüne serilen kanıtlar ve açıklama gerektiren sonuçlar gibi. Ancak Poe’nun Watson’ı isim konmayacak kadar önemsizken Conan Doyle, Watson’ının canlı ve gerçekçi olması gerektiğinin önemini anlamakta gecikmedi ve inceleyen, not alan, her şeyi aksettiren, ihtiyaç durumunda asistanlık yapan, en önemlisi okuyucunun aklına gelebilecek soruları sormasını bilen bir kişilik yarattı. Böyle bir karakteri canlı hâle getirmek kolay değildir. Bu onuru Conan Doyle’a vermek gerekir çünkü Holmes’u olduğu kadar Watson’ı da hatırlanmaya değer bir karakter hâline getirmiştir. Watson, herkes tarafından halktan biri gibi görüldü. Ana karakter Sherlock Holmes olabilir ancak Watson daha çok sevilmektedir. Holmes’un öğrencisi Vincent Starrett oldukça iyi bir tespitte bulunmuştu: Issız bir adaya düşseler Watson daha az yorucu olurdu. Dedektif-arkadaş ilişkilerinin aslını araştıracak olursak Holmes-Watson ilişkisine dek inebiliriz; Agatha Christie kendi yarattığı Hercule Poirot’yu bile bunu düşünerek yazdığını itiraf etti. “ACD”de Conan Doyle’dan -ve tabii ki Watson’dan- övgü ile bahsetmiştir. 1963 yılında, “Ölüm Saatleri” adlı romanında değişik bilim kurgu dedektiflerinden söz ederken raftan bir Holmes hikâyesi indirir:

“Sherlock Holmes’un Maceraları” dedi sevgiyle hatta saygıyla diğer kelimeyi bile söyledi: “Maître!”
“Sherlock Holmes mu?” diye sordum.
“Ah, non, non, Sherlock Holmes değil! Ben yazar Sör Conan Doyle’u selamlıyorum. Sherlock Holmes’un hikâyeleri gerçekte zorla yazılmış, aldatmalarla dolu ve çok yapmacıktır ama yazma sanatı… Ah işte o zaman her şey değişir! Dilin verdiği mutluluk ve o muhteşem karakter Dr. Watson’ın yaratılması bambaşka bir şeydir. Ah, işte o gerçek başarıdır!”
Bu pasajda Christie, Holmes’un hikâyelerinde başka bir şeye daha parmak basmaktadır: “Dilin verdiği mutluluk.” 1930’da Arthur Conan Doyle’un ölümünden sonra “The Strand”in editörü Greenhough Smith, Holmes’un hikâyeleriyle ilk karşılaştığı zamanki izlenimlerini anlattı:
“İyi yazarlar çok ender bulunurdu ve bu editör, kötü yazılarla yorulup güçlükle ilerlemeye çalışırken âdeta Tanrı tarafından cennetten bir hediyenin gönderildiğine inanmıştı. Bu bezgin editörün ümitsiz hayatına nihayet mutluluk girmişti. Artık karşısında yeni ve hünerli bir yazar vardı; konular tüm açıklığıyla yazılıyor, stildeki duruluk ile mükemmel bir hikâye ortaya çıkıyordu.”
Holmes ve Watson karakterlerinin yanı sıra, Holmes hikâyelerinin sürekli bir okuyucu kitlesinin olmasının nedeni şudur: Kaç kez okunursa okunsunlar hep taze ve heyecanlı kalıyorlar, renkli karakterlere sahipler, açık yüreklilikle birdenbire değişen konulara rastlanıyor; ayrıca ani ve ürkütücü karanlıklar ve öbür dünyayı hissettirmeleri de hikâyeleri ilginç kılıyor. Ayrıca 221B Baker Caddesi’nin bilindik oturma odasında her zaman yanan şömine ve gaz lambası, pencereden bakıldığında görülen sis ve Holmes ile Watson’ın koltuklarında oturup müşteri beklemeleri okuyucunun güvenini sağlamaktadır. Biliyoruz ki davaları ne kadar saçma ve kötü ya da olaylar ne kadar ürkütücü olursa olsun, her şey sonunda düzelecektir. Yüz yirmi yıldır bu rahatlatıcı sona dayandık ve bir yüz yirmi yıl daha dayanacağımıza inanıyorum. Sherlock Holmes ve Dr. John Watson değişen yıllarda sabit birer noktadır. Kitaplarında 1895 yılında yaşıyor olmalarına rağmen daha çok yaşayacaklar ve insanlar kitaplarını zevkle okumaya devam edecekler.
Christopher ve Barbara Roden
Christopher ve Barbara Roden birer Sherlock hayranıdırlar ve New York’taki Baker Caddesi Aykırıları ve aynı zamanda dünyanın değişik yerlerinde Sherlock Kulüplerine üyedirler. Christopher, Oxford Sherlock Holmes serisi için iki kitap düzenlemiştir ve her ikisi de Sherlock Holmes ve Sör Arthur Conan Doyle için birçok yazı yazmışlardır. Koleksiyonlarında bulunan Conan Doyle’un bilim kurgusu “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” Ash-Tree yayınevi tarafından basılmıştır.

1. BÖLÜM
Bay Sherlock Holmes
Çok da az olduğunu söyleyemeyeceğim uykusuz gecelerinin dışında Bay Sherlock Holmes, genellikle sabahları çok geç kalkardı. O sabah kahvaltı masasında oturuyordu. Ben şöminenin önündeki kilimin üzerinde duruyordum. Önceki gece gelen ziyaretçimizin unutmuş olduğu bastonu inceliyordum. Kalın, kaliteli bir ahşaptan yapılmış, yuvarlak başlıklı bir bastondu. O “Penang avukatı”[1 - Penang avukatı: Doğu Asya’da bulunan bir palmiye türünden yapılan bastona verilen ad (e.n.).] dedikleri cinstendi. Başlığın hemen altında yaklaşık bir inç[2 - 1 inç=2.54 cm (ç.n.).] genişliğinde gümüş bir şerit vardı. Üzerinde de “James Mortimer’a, M. R. C. S., C. C. H.’den arkadaşları” diye kabartmalı bir yazı vardı. Hemen yanına da “1884” tarihi işlenmişti. Eskiden aile doktorlarının yanlarında taşıdıkları bastonlara benziyordu -değerli, masif ve güven vericiydi.
“Eh Watson, bundan ne çıkardın?”
Holmes’un sırtı bana dönüktü ve neyle meşgul olduğumu görmesi mümkün değildi.
“Ne yaptığımı nereden bildin? Kesin kafanın arkasında da gözlerin var senin.”
“En azından önümde iyi parlatılmış gümüş kaplı bir çaydanlık bulunuyor.” dedi. “Neyse, onu boş ver de Watson, ziyaretçimizin bastonu hakkında ne düşünüyorsun? Onu kaçırdık ve buraya neden geldiğini de ne yazık ki bilemiyoruz. Ama yine de onun unuttuğu bu baston oldukça önemli. Hadi onu inceleyerek nasıl biri olduğunu bana anlat.”
“Bence…” diye başladım arkadaşımın yöntemlerinin izinden giderek, “Dr. Mortimer başarılı, yaşlı bir tıp adamı. Kendisi çok hürmet görüyor. Onu bu kadar yüceltmeseler böyle bir şey armağan etmezlerdi.”
“Çok güzel gidiyorsun.” dedi Holmes. “Mükemmel!”
“Ayrıca onun bir kasaba doktoru olduğunu ve hastalarına sık sık yürüyerek gittiğini düşünüyorum.”
“Neden?”
“Çünkü bir zamanlar oldukça güzel olan bu bastonu o kadar çok sağa sola çarpmış ki bir şehir doktorunun onu kullanacağını düşünemiyorum. Kalın demir başlığı iyice yıpranmış. Belli ki bu bastonu kullanarak fazla yürümüş.”
“Mükemmel mantık!” dedi Holmes.
“Bir de ‘C. C. H.’den arkadaşları’ yazısı var. Bunun yerel bir avcılık kulübünün simgesi olduğunu düşünüyorum. Belki doktor yerel bir avcılık kulübünün üyelerine tıbbi bir yardımda bulundu ve onlar da bunun karşılığında kendisine ufak bir hediye verdiler.”
“Gerçekten Watson bazen kendini aşıyorsun.” dedi Holmes sandalyesini geriye doğru itip bir sigara yakarak. “Benim ufak tefek başarılarımı anlatmak için harcadığın onca çabanın yanında kendi yeteneklerine yeterince değer vermediğini görüyorum. Belki ışığını çok fazla saçamıyorsun ama onu iyi yansıttığını söyleyebilirim. Bazı insanlar dâhi olmasalar bile dehayı uyarabilirler. İtiraf etmeliyim ki sevgili arkadaşım, aslında sana çok şey borçluyum.”
Bugüne kadar benimle hiç böyle konuşmamıştı ve itiraf etmeliyim ki sözlerinden büyük haz almıştım. Ona olan hayranlığım ve yöntemlerini halka tanıtmaya çalışma girişimlerim karşısında tepkisiz kalması, beni hep üzmüştü doğrusu. Onun sistemini, takdirini kazanabilecek kadar iyi bellemek ve uygulamak, beni gerçekten duygulandırmıştı. Derken bastonu elimden aldı ve çıplak gözle birkaç dakika inceledi. Sonra büyük bir ilgiyle sigarasını bıraktı ve bastonu pencereye götürerek merceği ile tekrar incelemeye başladı.
“İlginç ama çok basit.” dedi kanepenin her zaman oturduğu yerine kurulurken. “Bastonun üstünde bir iki ipucu var. Birkaç sonuç elde etmemiz için temel oluşturuyorlar.”
“Gözümden kaçan bir şey var mı?” diye sordum kendimi biraz yükseklerde görerek, “Atladığım bir şey olmadığına eminim.”
“Korkarım ki sevgili Watson, ulaştığın sonuçların çoğu hatalı. Doğrusunu istersen beni teşvik ettiğini söylediğimde senin yanlış mantıksal sonuçlarını dikkate alarak zaman zaman doğruya ulaşabildiğimi belirtmek istemiştim. Tabii bu örnekte tamamen hatalısın diyemem. Bu adamın bir kasaba doktoru olduğundan hiç şüphem yok. Ayrıca çok fazla yürüdüğünü de söyleyebilirim.”
“O zaman haklıydım.”
“Buraya kadar evet.”
“O kadar mı?”
“Evet, evet, sevgili Watson. Sadece bu kadarını bilebildin. Sana şunu da söyleyeyim, örneğin bir doktora gelebilecek hediyenin avcı kulübünden değil de hastaneden gelme ihtimali daha yüksektir. ‘C. C.’ harflerinin de hastanenin bulunduğu ‘Charing Cross’ olması akla daha yatkın geliyor.”
“Haklı olabilirsin.”
“Söylediğim ihtimaller seninkilerden daha kuvvetli. Ve bunları işe yarar birer hipotez olarak ele alırsak bu tanımadığımız ziyaretçimiz hakkında yeni bilgiler edinebiliriz.”
“O zaman ‘C. C. H.’ harflerinin ‘Charing Cross Hastanesi’ anlamına geldiğini varsayarsak daha başka ne gibi sonuçlar elde edebiliriz?”
“Senin aklına gelen bir şey yok mu? Bütün yöntemlerimi biliyorsun. Haydi uygula!”
“Sadece bir tane kesin sonuç çıkartabiliyorum, o da bu adamın kasabaya gitmeden önce şehirde hekimlik yaptığıdır.”
“Bence bundan biraz daha ileri gitmeye cesaret edebiliriz. Olaya bir de bu açıdan bak. Böyle bir hediye hangi koşullarda verilebilir? İyi niyetlerini göstermek için hangi ortamda arkadaşları bir araya gelip kadeh kaldırırlar? Elbette Dr. Mortimer hastaneden ayrılıp kendisine yeni bir iş kurmaya karar verdiği zaman. Ona bir hediyenin verildiğini biliyoruz. Bir şehir hastanesinden ayrılıp bir kasaba hastanesinde çalışmaya başladığını da tahmin ediyoruz. O hâlde yer değiştirmeye karar verdiğinde bu hediyenin ona verildiğini söylesek gerçeklerden fazla uzaklaşmış sayılır mıyız?”
“Gerçekten mantıklı görünüyor.”
“Şimdi Londra’daki hastanelerin kadrosundan biri olamayacağı belli; çünkü Londra’daki hastanelerde ancak çok tecrübeli doktorlar çalışabilir ve böyleleri kasabalara giderek sürünmez. Bu durumda ne iş yapıyor olabilir? Hastanede görevli ama kadroda değil, o hâlde bir aile hekimi olabilir, hatta stajyer doktor bile olabilir. Gerçi bastonun üzerindeki tarihe bakacak olursak işten beş yıl önce ayrılmış. Böylece senin ağırbaşlı, orta yaşlı aile doktorun uçup gidiyor, sevgili Watson ve onun yerine; otuz yaşından genç, sıcakkanlı, hırsları olmayan, unutkan ve kabaca tarif edebileceğim şekliyle teriyerden büyük ama çoban köpeğinden küçük, çok sevdiği bir köpeği olan biri çıkıyor karşımıza.”
Sherlock Holmes kanepede geriye doğru yaslanıp sigarasının titrek duman halkalarını tavana doğru üflerken ben de söylediklerine şüpheyle gülmeye başlamıştım.
“Anlattıklarının ikinci kısmının gerçekliğini sınamama imkân yok.” dedim. “Ama en azından adamın yaşı ve mesleki kariyeri hakkındaki tespitlerinin dikkate değer olduğunu sanıyorum.”
Tıp kitaplarıyla dolu olan ufak rafımdan “Tıp Rehberi”ni indirerek o ismin bulunduğu sayfayı açtım. Birkaç tane Mortimer adı vardı ama sadece biri ziyaretçimiz olabilirdi. Onun kayıtlarını bulup yüksek sesle okumaya başladım.

“Mortimer, James, M. R. C. S., 1882, Grimpen, Dartmoor, Devon, 1882’den 1884 yılına kadar Charing Cross Hastanesinde aile hekimi olarak çalışmıştır. ‘Hastalıkların Başlangıç Fenotipine Dönüş Mutasyonu ile İlişkisi’ adlı teziyle Karşılaştırmalı Patoloji alanında ‘Jackson Ödülü’nü almıştır. İsveç Patoloji Derneğinin yazışmalarını yürüten üyesi. ‘Soya Çekimin Tuhaflıkları’ (‘Lancet’ 1882) ve ‘İlerleme Gösterebiliyor muyuz?’ (Psikoloji Günlüğü, Mart 1883) adlı kitapların yazarıdır. Grimpen, Thorsley ve High Barrow mahallelerinde doktorluk yapmaktadır.”
“Yerel avcılık kulübünden hiç söz etmiyor Watson.” dedi Holmes muzip gülümsemesiyle. “Ama senin zekice gözlemlediğin gibi gerçekten bir kasaba doktoruymuş. Sanıyorum çıkardığım sonuçlarda haklı çıktım. Kullandığım sıfatlara gelince; yanılmıyorsam ona sıcakkanlı, hırsı olmayan ve unutkan demiştim. Edindiğim deneyimlere bakarak şunu söyleyebilirim ki bu dünyada ancak sıcakkanlı biri başarısından dolayı bir hediye alır; hırsı olmayan biri Londra’daki kariyerini bırakıp kasabaya yerleşir ve son olarak da ancak unutkan birisi, bir saat beklediği bir odada kartviziti yerine bastonunu bırakıp gider.”
“Peki ya köpek?”
“Hayvanın bu bastonu sahibinin arkasından taşıma alışkanlığı olduğu belli. Çok ağır bir baston olduğu için köpek tam ortasından sıkı sıkı kavramış. Diş izlerini gayet açık görebiliyoruz. Bu iki diş izinin arasındaki mesafeden anlaşılacağı gibi köpeğin çene yapısı, bana göre, bir teriyer için fazla geniş ama bir çoban köpeği için de biraz dar kalıyor. Büyük bir ihtimalle -ah, evet, mutlaka kıvırcık tüylü bir spanyel olmalı.”
Konuşurken ayağa kalkmış, odada dolaşıyordu. Sonra da pencerenin yanında durup dışarı bakmaya başladı. Ses tonundaki kesin inancı sezinlediğimde ister istemez şaşkınlık içinde ona baktım.
“Sevgili arkadaşım nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“Çok kolay; çünkü köpeğin kendisi bizim merdivenlerimizin başında duruyor. Bak sahibi zilimize bastı. Yalvarıyorum sana Watson, sakın gitme! O senin meslektaşın ve burada bulunman benim işime yarayabilir. İşte şimdi kaderin en dramatik anını yaşıyoruz Watson. Şu merdivenlerde duyduğun ayak sesleri hayatına girmek üzere ve iyi mi yoksa kötü mü bir sonuç doğuracağını bilemiyorsun. Bilim adamı Dr. James Mortimer, suç uzmanı Sherlock Holmes’tan ne isteyebilir acaba? Buyurun, içeri girin!”
Tipik bir kasaba doktoru beklediğimden ziyaretçimizin dış görünüşü beni şaşırtmıştı. Uzun boylu, zayıf bir adamdı. Gagaya benzer uzun burnu, birbirine çok yakın iki keskin gri gözün arasından çıkmıştı. Altın çerçeveli gözlüğünün arkasından bize pırıl pırıl parlayan gözlerle bakıyordu. Önlüğü üzerindeydi ama görünümü oldukça hırpaniydi; çünkü paltosu kirliydi ve pantolonu yıpranmıştı. Genç yaşına rağmen şimdiden kamburu çıkmıştı. Başı öne eğik yürüyordu; genel olarak yardımsever birine benziyordu. İçeri girdiğinde gözleri hemen Holmes’un elindeki bastona takıldı ve bir sevinç çığlığıyla ona doğru atıldı.
“Bunu gördüğüme o kadar çok sevindim ki!” dedi. “Bunu burada mı yoksa nakliye şirketinde mi bıraktığımı hatırlayamamıştım. Bu bastonu asla kaybetmek istemezdim.”
“Sanıyorum bir hediye.” dedi Holmes.
“Evet efendim.”
“Charing Cross Hastanesinden mi?”
“Evet, oradan bir iki arkadaşım evlendiğimde hediye etmişti.”
“Aman Tanrı’m bu çok kötü, çok kötü!” dedi Holmes kafasını sallayarak.
Dr. Mortimer biraz şaşırarak gözlüklerinin arkasından gözlerini kırpıştırdı. “Neden kötü olsun ki?”
“Çünkü bizim küçük tümdengelimlerimizi mahvettiniz. Evlendim mi demiştiniz?”
“Evet efendim. Evlendim ve bu nedenle hastaneden ayrılarak bütün kariyer hayallerime elveda demiş oldum. Kendime ait bir ev kurmak zorundaydım.”
“Evet, bu durumda çok fazla yanılgıya düşmediğimizi görüyorum.” dedi Holmes. “Evet, şimdi Dr. James Mortimer…”
“Sadece bayım diyebilirsiniz -ben sadece mütevazı bir M. R. C. S.’yim.”
“Ve belli ki keskin bir zekâya sahipsiniz.”
“Ben bilimde sadece bir amatör sayılırım Bay Holmes. Büyük, bilinmeyen okyanusların kıyılarındaki kabukları topluyorum yalnızca. Sanıyorum şu an Bay Sherlock Holmes ile müşerref oluyorum, değil mi?”
“Hayır bu benim arkadaşım Dr. Watson.”
“Sizinle tanıştığıma memnun oldum efendim. Arkadaşınızdan söz ettiklerinde sizin de adınız geçmişti. Çok ilgimi çektiniz Bay Holmes. Bu kadar dolikosefal[3 - Kafanın dar ve uzun olması hâli. Kafatasının ön art ekseni, yan eksenine göre uzun olan (ç.n.).] bir kafatası ya da böylesine güzel bir supra-orbital[4 - Göz çukuru (ç.n.).] gelişimi beklemiyordum. Parietal fisürünüz[5 - Yan kafa kemiğindeki çatlak (ç.n.).] boyunca parmaklarımı gezdirmemde bir sakınca var mı? Kafatasınız, orijinal bir tane bulunana kadar herhangi bir antropoloji müzesini süsleyebilecek nitelikte. Mide bulandırıcı olmak niyetinde değilim ama itiraf etmeliyim ki kafatasınıza çok imrendim.”
Sherlock Holmes eliyle işaret ederek ziyaretçimizin bir sandalyeye oturmasını istedi.
“Kendi çalışma alanınızda oldukça coşkulu görünüyorsunuz efendim, tıpkı benim de kendi alanımda olduğum gibi.” dedi. “Gözlemlediğim kadarıyla sigaralarınızı kendiniz sarıyorsunuz. Bir tane yakmaktan lütfen çekinmeyin.”
Adam kâğıt ve tütününü çıkararak çok şaşırtıcı bir el çabukluğu ile sigarasını anında sarmıştı. Bir böceğin duyargalarına benzeyen çevik ve atik, uzun, kıvrak parmakları vardı.
Holmes sessizleşmişti ama kısa ve ani bakışlarından bizim tuhaf ziyaretçimizin onun ilgisini çektiğini anlamıştım.
“Sanıyorum, efendim…” dedi en sonunda, “Dün gece ve bugün buraya gelmenizdeki amaç, sadece kafatasımı inceleme şerefinde bulunmak değildi herhâlde, öyle değil mi?”
“Hayır, efendim, hayır. Ama aynı zamanda bu fırsatı da ele geçirdiğim için çok mutluyum. Size geldim Bay Holmes; çünkü ben bu konularda biraz acemi olduğumu düşünüyorum ve şu an oldukça ciddi ve olağanüstü bir problemle karşı karşıyayım. Sizin Avrupa’da en iyi ikinci uzman olduğunuzu biliyorum ve…”
“Gerçekten mi efendim? Birinci olma şerefine nail olan kişinin adını öğrenebilir miyim?” diye sordu Holmes biraz kaba bir ses tonuyla.
“Bilimsel bir kafa yapısına eksiksiz sahip olan Mösyö Bertillon mutlaka çok daha ağır basar.”
“Bu durumda neden ona danışmadınız?”
“Dediğim gibi efendim. O bilimsel bir kafa yapısına sahip. Ama pratikte kimse sizin elinize su dökemez. Eminim efendim, sizi kasıtlı olarak…”
“Biraz öyle oldu.” dedi Holmes. “Sanıyorum Dr. Mortimer, başka hadise çıkarmadan benim yardımlarımı istediğiniz problemin içeriğini bir zahmet basitçe anlatırsanız çok daha akıllıca davranmış olacaksınız.”

2. BÖLÜM
Baskerville’lerin Laneti
“Cebimde bir el yazması var.” dedi Dr. James Mortimer.
“Odaya girdiğinizde onu fark etmiştim.” diye karşılık verdi Holmes.
“Eski bir el yazması.”
“Eğer sahte değilse on sekizinci yüzyılın ilk yarısına ait.”
“Nasıl emin olabiliyorsunuz?”
“Konuştuğunuz süre boyunca az bir kısmını incelememe farkında olmadan izin verdiniz. İyi bir uzman on yıl kadar bir farkla belgenin tarihini bilebilir. Bu konu hakkında yazmış olduğum ufak bir monografimi okumuş olabilirsiniz. Bunun yazıldığı tarihe 1730 diyebilirim.”
“Tarih tam olarak 1742’dir.” Dr. Mortimer belgeyi göğüs cebinden çıkardı. “Bu aile belgesi bana Sör Charles Baskerville tarafından teslim edildi. Yaklaşık üç ay önceki ani ve trajik ölümü Devonshire’da büyük yankı uyandırmıştı. Ben onun hem yakın dostu hem de doktoruydum. İradesi kuvvetli bir adamdı efendim; uyanıktı, pratikti ve en az benim kadar hayal gücünden yoksundu. Ancak bu el yazmasını çok ciddiye almıştı. Başına geleceklere önceden kendisini hazırlamıştı. Ve ne yazık ki beklediği kötü kaderi tecrübe etti.”
Holmes el yazmasını almak için elini uzattı ve sonra da onu dizinin üzerinde düzeltti. “Büyük ve küçük ‘s’ harflerini nasıl kullandığını görüyor musun Watson? Bu, hangi tarihte yazıldığını kestirebilmem için gerekli olan birkaç işaretten sadece bir tanesi.”
Holmes’un omzunun üzerinden eğilerek sarı kâğıda ve silik metne baktım. En üstünde “Baskerville Malikânesi” yazıyordu ve en altta da büyük harflerle karalanmış “1742” tarihi vardı.
“Bir çeşit beyanata benziyor.”
“Evet, Baskerville Ailesi’ni anlatan bir efsane hakkında.”
“Ancak bana danışmak istediğiniz konunun daha güncel olduğunu düşünüyorum, doğru mu?”
“Evet, doğru, güncel bir mesele. Yirmi dört saat içinde karar verilmesi gereken çok acil bir problem; ancak el yazması çok kısa ve konuyla bağlantılıdır. Eğer izin verirseniz okumak istiyorum.”
Holmes sandalyesinde geriye doğru yaslandı, parmak uçlarını birleştirdi ve gözlerini kapattı, âdeta dünyadan soyutlanmış bir hâl takınmıştı. Dr. Mortimer el yazmasını ışığa doğru tuttu ve aşağıdaki ilginç, eski dönemlere ait hikâyeyi yüksek, çatlak sesiyle okumaya başladı:

“Baskerville’lerin Tazısı hakkında bir sürü rivayet vardır; ancak ben Hugo Baskerville’in akrabası olduğum için bu hikâyeyi babamdan dinledim, o da kendi babasından dinlemiş ve biraz sonra anlatacağım olayların tamamen gerçek olduğuna inanıyorum. Bununla birlikte oğullarım, günahı cezalandıran Hakk’ın aynı zamanda bağışlayıcı olduğuna inanmanızı istiyorum. Dua ve tövbe ederek başınıza gelebilecek bütün lanetlerden kurtulabilirsiniz. Bu hikâyeden, geçmişte yaşadıklarınız nedeniyle korkmak yerine, gelecekte temkinli davranmanız gerektiğini öğrenebilirsiniz. Kokuşmuş hırslar yüzünden ailemiz çok acı çekerek ağır bir bedel ödedi ve bu felaketimize neden oldu.
Bilmenizi istiyorum ki Büyük İsyan’ın patlak verdiği zamanlarda (Ayaklanma hikâyesini bizzat Lord Clarendon’dan dinlemiştim; buraya özellikle dikkatinizi çekerim.) Baskerville Malikânesi’nde Hugo adında bir adam yaşıyormuş; vahşi, adi ve Tanrı inancı olmayan biriymiş. Bu özellikleri belki komşuları tarafından görmezden gelinebilirdi. Ne de olsa o bölgede azizlere pek rastlanmazmış fakat o iffetsiz ve acımasız bir mizaca sahip olduğu için adı bütün Batı’da dile düşmüş. Derken bir gün Hugo âşık olmuş (Tabii böylesine güzel bir duygu hâli, bu kötü kalpli adamdan ne ölçüde beklenebilirse…). Bu bir çiftçinin kızıymış ve Baskerville Malikânesi’nin yakınında oturuyorlarmış. Ketum ve saygın bir kişiliğe sahip olan kız mütemadiyen ondan kaçarmış. Onun uğursuz ismini duyunca bile çok korkarmış. Bir Aziz Micheal Yortusu’nda Hugo, aylak ve kötü beş altı arkadaşıyla, babası ve ağabeyleri de evdeyken kızın evini kundaklamış ve onu kaçırmış. Kızı malikâneye getirdiklerinde onu üst katta bir odaya yerleştirmişler. Bu arada Hugo ve arkadaşları her akşam âdetleri olan içki âlemine oturmuşlar. Zavallı kızcağız alt kattan gelen şarkılar, bağrışmalar ve kötü küfürleri duyunca çok korkmuş. Neredeyse aklını kaçıracakmış. Dediklerine göre Hugo Baskerville sarhoş olduğu zaman öyle öfkeli sözler söylüyormuş ki bazen kendisine bile küfrediyormuş. En sonunda kızcağız korkudan çok gerilmiş ve en cesur ya da en atik bir erkeğin bile göze alamayacağı bir şey yapmış. Şimdi bile var olan güney duvarını kaplayan oldukça büyük sarmaşığın yardımıyla saçakların altına inmiş. Oradan da bozkıra geçip evine doğru koşmuş. Malikâne ile babasının çiftliği arasında da üç mil gibi bir mesafe varmış.
Tesadüfen kısa bir süre sonra Hugo, misafirlerini bırakarak kıza yiyecek ve içecek götürme bahanesiyle -muhtemelen daha kötü şeyler yapmak için- yukarıya, esirinin yanına çıkmış ama bir de bakmış ki kafesin kapağı açılmış ve kuş uçmuş. Bunun üzerine içindeki şeytan ortaya çıkmış ve merdivenlerden aşağıya koşarak doğruca yemek odasına dalmış ve donatılmış masanın üzerine fırlayarak kulplu sürahileri, tahta tabakları, kısacası eline geçirdiği her şeyi kırıp dökmüş. Bütün misafirlerin önünde çılgınca bağırmaya başlamış ve eğer o kızı yakalayamazsa vücudunu ve ruhunu kötülüklerin ruhuna teslim edeceğine dair yemin etmiş. Oradaki bütün eğlence düşkünü adamların Hugo’nun öfkesi karşısında ödleri patlamış. Ama bir tanesi, belki ondan daha zalim ya da daha sarhoşu, ortaya atılıp kızın peşine köpekleri salmayı önermiş. Hugo bunu duyar duymaz evden fırlamış ve seyislere atını eyerlemelerini ve bütün köpekleri kulübelerinden çıkarmalarını emretmiş. Köpeklere kızın mendilini koklatıp onları sıraya dizdikten sonra serbest bırakmış ve hepsi çığlık çığlığa ay ışığında bozkırlara doğru koşmuş.
Bu eğlence düşkünü adamlar kısa bir süre ağızları açık öylece kalakalmışlar, etraflarında olup biteni anlamaya çalışmışlar. Sersemlemiş kafaları, çok geçmeden eylemin mahiyetini algılayabilmiş. Etraf karmaşa içindeymiş, kimisi tabancasının, kimisi atının getirilmesi için bağırıyormuş, hatta bazıları bir şişe şarap istiyormuş. Aradan bir süre geçtikten sonra çıldırmış adamlar bazı şeyleri idrak etmeye başlamışlar ve hepsi, yani on üçü de birer at alıp kızın peşinden gitmişler. Yan yana, dörtnala kızın evine giden yoldan ilerliyorlarmış. Ay da gökyüzünde pırıl pırıl parlıyormuş.
Bir iki mil ilerlemişlerken o kıraç arazilerde bir gece çobanıyla karşılaşmışlar ve peşine düştükleri avı görüp görmediğini sormuşlar ona. Adam o kadar korkmuş ki uzun bir süre konuşamamış ama en sonunda talihsiz kızı ve peşindeki köpekleri gördüğünü söyleyebilmiş. ‘Ama ben daha fazlasını gördüm.’ demiş. ‘Bir siyah atın üzerinde Hugo Baskerville’in yanımdan geçtiğini gördüm. Fakat peşinde cehennem gibi bir köpek vardı ki Tanrı beni öyle bir köpekten korusun!’
Sarhoş adamlar çobana küfrü bastıktan sonra yollarına devam etmişler. Ancak aradan bir süre geçtikten sonra bozkırlarda dörtnala giden bir atın sesini duymuşlar; her tarafı beyaz köpüklerle kaplı siyah at, arkasından dizginlerini sürükleyerek ve boş bir eyer ile yanlarından geçtiğinde hepsinin kanı donmuş. Bu eğlence düşkünü adamlar atlarını birbirlerine iyice yaklaştırmışlar, çok korkmalarına rağmen yine de bozkırda ilerlemeye devam etmişler. Oysa tek başlarına olsalarmış her biri, atının başını geldikleri yöne çevirmekten büyük mutluluk duyarmış. Yavaş yavaş ilerlerken en sonunda köpeklerin bulunduğu yere ulaşmışlar. Cesaretleri ve cinsleriyle ünlü olan bu köpekler, büyük bir çukurun ya da bizim deyimimizle bir hendeğin başında toplanmış uluyorlarmış. Aralarından bazıları gizlice kaçmaya çalışırken diğerleri de kabarmış tüyleriyle önlerinde bulunan dar vadiye doğru öylece gözlerini dikip bakıyorlarmış.
Adamlar artık durmuşlar ve sizin de tahmin edeceğiniz gibi biraz daha ayılmışlar. Çoğunun ilerlemeye niyeti yokmuş ama aralarından üç tanesi, belki en cesurları, belki de en sarhoşları, atlarını hendeğe doğru sürmüş. Burası çok geniş bir vadiye açılıyor ve her iki tarafında da bugün bile görebileceğimiz iki tane çok büyük kaya parçası duruyor. Ay oradaki alanı pırıl pırıl aydınlatıyormuş ve tam ortaya baktıklarında korkudan ve yorgunluktan ölmüş olan zavallı genç kızı görmüşler; fakat kızın cesedi ya da onun biraz uzağında yatan Hugo Baskerville’in vücudu, o üç gözü pek adamın tüylerini diken diken eden şey değilmiş. Onları asıl korkutan; Hugo’nun boğazını dişleyen, devasa, tazı cinsinde ama bugüne dek hiçbir gözün görmediği irilikte bir hayvanmış. Onlar bakarken o yaratık, Hugo Baskerville’in gırtlağını dişlemeye devam etmiş. İşi bittiğinde alev saçan gözlerini ve kan damlayan çenesini onlara doğru çevirmiş. Bunun üzerine üçü de korkudan çığlık çığlığa son sürat kaçmaya başlamış. Dediklerine göre bir tanesi gördüklerine dayanamayıp o gece ölüvermiş. Diğer ikisine gelince; onlar da hayatlarının sonuna kadar yarım akıllı kalmışlar.
Ortaya çıkıp ailemize fena bir lanet getiren bu köpeğin hikâyesi de böylece bitmiş oldu. Sevgili oğullarım, bunları neden yazdım? Çünkü bilinen bir şeyin ima edilene veya tahmin edilene göre daha az korkunç olduğu gerçeği yüzünden. Ayrıca ailemizdeki acı ölümlerin çoğunun ani, kanlı ve gizemli olduğunu da inkâr edemem. Tanrı’nın sonsuz iyiliğine sığınalım. Kutsal kitapta da yazdığı gibi o, üçüncü ya da dördüncü kuşaktan sonra masum kişileri sonsuza kadar cezalandırmayacaktır. Sizi Tanrı’ya emanet ediyorum oğullarım. Şeytanın güçlerinin çok engin olduğu o karanlık saatlerde o bozkırlardan geçmemeye dikkat etmenizi tavsiye ediyorum.
(Hugo Baskerville’den, oğulları Rodger ve John’a, kız kardeşleri Elizabeth’e bundan söz etmemeleri emriyle…)”
Dr. Mortimer bu ilginç hikâyeyi bitirdiğinde gözlüklerini alnına kaldırıp gözlerini Bay Sherlock Holmes’a dikti. Holmes ise esneyerek bitmiş sigarasını şöminenin içine fırlattı.
“Eee?..” dedi.
“İlginç bulmadınız mı?”
“Bir peri masalı koleksiyoncusu için evet.”
Bu sefer Dr. Mortimer cebinden katlanmış bir gazete çıkardı.
“Şimdi Bay Holmes, size daha güncel bir şeyler anlatayım. Elimdeki, ‘Devon İlçe Gazetesi’dir ve bu senenin 14 Haziran’ına aittir. Bu tarihten birkaç gün önce ölen Sör Charles Baskerville’in vefatıyla ortaya çıkan bazı gerçeklerden bahsediyor.”
Arkadaşım biraz daha öne eğilerek onu dikkatle dinlemeye başladı. Ziyaretçimiz tekrar gözlüklerini takarak okumaya başladı:

“Sör Charles Baskerville’in ani ölümü bütün ilçeyi hüzne boğmuştur. Gelecek seçimlerde Orta-Devon için liberallerin adayları arasında yer almaktaydı. Sör Charles, Baskerville Malikânesi’nde kısa bir süredir oturmasına rağmen cana yakınlığı ve yardımseverliği ile onu tanıyan herkesin sevgisini ve saygısını kazanmıştır. Sonradan görmeliğe pek sık rastladığımız bugünlerde, köklü bir ailenin evladı olan Sör Charles, çok kötü günler yaşamak zorunda kalmış. Şu anda sahip olduğu servetini kendisinin kazanmış olması ve ailesini eski günlerdeki soyluluğuna kavuşturması oldukça ferahlatıcı olaylardır. Herkesin bildiği gibi, Sör Charles, Güney Afrika borsalarında büyük paralar kazanmıştı. Çarkın kendi aleyhine dönmesini beklemeden borsada ileri gelenlerden daha akıllıca davranıp kazandıklarını çekmiş ve büyük servetiyle İngiltere’ye dönmüştü. Sadece iki yıldır Baskerville Malikânesi’nde ikamet etmekteydi; onun ani ölümüyle kesintiye uğrayan tadilat ve restorasyon çalışmalarından herkes söz etmektedir. Kendisi çocuk sahibi olmadığı için yaşadığı sürece, bütün ilçenin kendi servetinden faydalanmasını arzuladığını söylemekteydi. Bu nedenle onun zamansız ölümü birçok kişiyi yasa boğmuştur. Yerel hayır kurumlarına yapmış olduğu bonkörce bağışları, bu sütunlarda sık sık yer almaktaydı.
Yapılan soruşturmalarda Sör Charles’ın ölüm nedeni henüz netlik kazanmamıştır; ama en azından ölümüyle ilgisi olmayan boş inançlar hakkındaki dedikoduları ortadan kaldırma çabaları boşa gitmemiştir. Bir cinayete kurban gittiğinden şüphelenilmiyor; doğal nedenlerden öldüğü söyleniyor. Sör Charles duldu ve sıra dışı alışkanlıklara sahip olduğu söylenen bir kişiydi. Çok zengin olmasına rağmen oldukça sade bir hayat sürerdi. Baskerville Malikânesi’nin hizmetkârları, evli bir çift olan Barrymore’lardan ibaretti. Hizmetçilik yapan hanımın kocası da kâhya olarak çalışıyordu. Sör Charles’ın birkaç dostu tarafından da doğrulanan Barrymore’ların ifadesine göre beyefendi, bir süredir sağlık sorunlarıyla boğuşuyordu. Renginin solması, nefes nefese kalması ve sinirsel depresyondan doğan şiddetli ataklar, onda bir kalp hastalığı olduğunu açıkça gösteriyordu. Merhumun arkadaşı ve doktoru olan Dr. James Mortimer, bu ifadeleri doğrulamıştır.
Olaylar şu şekilde gelişmiştir: Sör Charles Baskerville, her gece yatmadan önce, Baskerville Malikânesi’nin ünlü porsuk ağaçlı patikasında dolaşmayı âdet edinmişti. Kendisinin bu alışkanlığını Barrymore’lar da doğrulamıştır. Haziranın dördünde Sör Charles, Barrymore’a ertesi gün Londra’ya gitme niyetinde olduğunu ve bavulunu hazırlamasını söylemiş. Her zamanki gibi o akşam da yürüyüşüne çıkmış. Bu gezintisi sırasında bir tane puro içme alışkanlığı varmış; ancak bu son gezisi olmuş, bir daha geri dönmemiş. Saat on iki gibi Barrymore, malikânenin kapısının hâlâ açık olduğunu görünce paniğe kapılmış ve efendisini aramaya çıkmış. Bütün gün yağmur yağdığı için Sör Charles’ın ayak izlerini o sokakta kolayca bulabilmiş. Bu patikanın sonunda bozkırlara açılan bir kapı varmış. Sör Charles’ın bir süre oralarda oyalandığına dair birtakım ipuçlarına rastlanmış. Barrymore patikada ilerlemeye devam etmiş; ancak yolun sonuna geldiğinde talihsiz efendisinin cesediyle karşılaşmış. Barrymore’un yapmış olduğu açıklamada bir husus henüz açıklığa kavuşmamıştır. Efendisinin bozkıra açılan kapıdan geçmesinden sonra ayak izleri, buradan itibaren sanki ayak uçları üzerinde yürüyormuş gibi bir hâl alıyormuş. O sırada bozkırda olan Murphy adında Çingene bir at tüccarı, birtakım sesler duyduğunu ancak çok fazla içkili olduğundan seslerin hangi yönden geldiğini idrak edemediğini itiraf etmiş.
Sör Charles’ın cesedinde darp izlerine rastlanmamıştır. Doktor yapmış olduğu incelemede, yüzünde bir çarpıklığın meydana geldiğini, hatta o derece ki önünde yatanın onun hastası ve arkadaşı olduğunu ilk başlarda anlayamadığını belirtmiş. Bunların nefes darlığı ve ender de olsa kalp yetmezliğinden ileri gelebileceğini de eklemiş. Bu açıklama otopsi incelemelerinden sonra doğrulanmış ve uzun süredir bedensel bir rahatsızlık yaşadığı ortaya çıkmış. Adli tıp kurulu, tıbbi delillerle uyumlu bir mahkeme kararı çıkarmıştır. Böyle olması herkesin içini rahatlatmıştır. Artık geriye bir tek Sör Charles’ın vârisinin malikâneye yerleşmesi ve üzüntü verici bir şekilde aniden kesintiye uğrayan hayırseverlik işlerine devam etmesi kalıyor. Jürinin varmış olduğu karar, olayla ilgili etrafa yayılan olağanüstü hikâyelere son vermiştir. Eğer böyle olmasaydı, Baskerville Malikânesi’ne bir kiracı bulmak herhâlde çok zor olacaktı. Eğer hâlâ hayattaysa vârisin, en yakın akrabası Sör Charles Baskerville’in küçük kardeşinin oğlu, Bay Henry Baskerville olduğu öğrenilmiştir. Genç adamın Amerika’da olduğuna dair haberler vardır. Vârisi olduğu serveti bildirmek amacıyla bazı girişimler başlatılmıştır.”
Dr. Mortimer kâğıdı tekrar katlayarak cebine yerleştirdi. “Bunlar Sir Charles Baskerville’in ölümüyle ilgili sadece açıklanan gerçeklerdir Bay Holmes.”
“Oldukça ilginç özellikleri olan bu davaya dikkatimi çektiğiniz için size teşekkür ediyorum.” dedi Sherlock Holmes, “O sıralarda bazı gazete yorumlarını okumuştum; ama şu küçük Vatikan akiki ile ilgili davayla fazlasıyla meşguldüm ve Papa’yı memnun etme çabamdan dolayı bazı İngiliz davalarından uzak durmak zorunda kaldım. Demek ki herkes tarafından bilinen gerçekler bu gazete haberinde yazılı.”
“Evet.”
“O zaman bana bilinmeyenleri anlatın.” Geriye doğru yaslandı, parmak uçlarını birleştirip, en umursamaz ve duygusuz yüz ifadesini takındı.
“Bunu yaparken…” dedi Dr. Mortimer gözle görülür bir şekilde heyecanlanmaya başlayarak, “Kimseye bahsedemediğim konuları size anlatacağım. Jüriye açıklamamamdaki asıl amacım, bir batıl inancı desteklemeye hazır olan halkımız karşısında, bir bilim adamı olarak kendimi zor duruma sokmak istemeyişimden kaynaklanıyor. Ayrıca gazetenin de yazdığı gibi, bir gerekçem daha var; bu da adı çıkmış Baskerville Malikânesi’nin kötü ününü arttıracak herhangi bir şey söylediğimde, orayı kimsenin kiralamayacak olmasıdır. Bu iki sebepten, bildiğimden daha azını açıklamakta haklı olduğumu düşünüyorum. Zaten somut sonuçlar da elde edilemezdi. Fakat size her şeyi açıklamamam için hiçbir sebep yok.
Bizim oralarda çok az insan vardır ve birbirlerine yakın oturanlar genelde sık sık görüşürler. Bu nedenle Sör Charles Baskerville ile samimi oldum. Lafter Malikânesi’nden Bay Frankland ve Doğa Bilimcisi Bay Stapleton dışında o çevrede doğru dürüst eğitimli başka adam bulamazsınız. Sör Charles emekli bir adamdı ve onun hastalığı nedeniyle sık sık bir araya geliyorduk. Derken bilim alanında ortak ilgilerimizin olduğunu fark ettik. Güney Afrika’dan hatırı sayılır miktarda bilimsel bilgi ile dönmüştü; Bushman ile Hottentot’ların[6 - Güney Afrika’da yaşayan iki yerli kabile (e.n.).] göreli anatomisini tartışarak pek çok büyüleyici akşam geçirmişizdir.
Son birkaç aydır Sör Charles’ın sinir sisteminin kırılma noktasına geldiğini açıkça görebiliyordum. Size okuduğum bu efsaneyi kafaya iyice takmıştı; öyle ki kendi arazilerinde dolaşmaya çıkmasına rağmen hiçbir kuvvet onun geceleri bozkırlara doğru gitmesini sağlayamazdı. Size her ne kadar akılalmaz gibi gelse de Bay Holmes, ailesini korkunç bir lanetin tehdit ettiğine inancı tamdı. Zaten atalarıyla ilgili anlattıkları da pek iç açıcı sayılmazdı. Dehşet saçan bir varlığın mevcut olduğu fikri kesinlikle onun yakasını bırakmıyordu ve birçok defa görevim gereği akşamları dışarıya çıktığımda tuhaf bir yaratık görüp görmediğimi ya da bir tazının ulumasını duyup duymadığımı sorardı. Özellikle ikinci soruyu çok sık sorardı ve bunu yaparken sesi heyecandan titrerdi.
O korkunç ölümünden yaklaşık üç hafta önce evine gittiğimi çok iyi hatırlıyorum. Tesadüfen malikânenin kapısında duruyordu. Arabadan inip ona yaklaştım; gözlerinin omzumun üzerinden bir yere sabitlendiğini fark ettim. Çok korkmuş bir yüz ifadesi vardı. Hemen dönüp baktığımda çok büyük, siyah, danaya benzer bir şeyi, yolun başından geçerken sadece bir anlığına görebilmiştim. O kadar heyecanlanmış ve dehşete kapılmıştı ki hayvanı gördüğümüz noktaya gidip onu aramak zorunda kalmıştım. Ancak hayvan ortalıkta görünmüyordu. Onun, bu olaydan çok derinden etkilendiğini görebiliyordum. Bütün geceyi onunla geçirdim. O akşam bana neden dehşete kapıldığını anlattı. Size biraz önce okuduğum hikâyeyi bana vererek saklamamı istedi. Bu olayı size anlatıyorum çünkü daha sonra başına gelen trajedide önem kazandığına inanıyorum. Tabii o sıralarda, her şeyi fazlasıyla abarttığına ve heyecanlanması için hiçbir haklı nedeninin olmadığına inanıyordum.
Tavsiyem üzerine Sör Charles Londra’ya gitmeye karar verdi. Kalbinin bu durumdan etkilendiğini biliyordum. Nedeni asılsız da olsa sürekli endişe içindeydi ve tabii bunun da onun sağlığını çok derinden etkileyeceği kesindi. Birkaç aylığına da olsa bizim buralardan uzaklaşarak dikkatini dağıtmasının onu bambaşka bir insan yapacağını düşünmüştüm. Onun sağlık durumundan çok endişelenen ortak arkadaşımız Bay Stapleton da aynı görüşü paylaşıyordu. Fakat maalesef son anda bu felaketin haberini aldık.
Sör Charles’ın öldüğü gece, onu bulan Kâhya Barrymore, beni getirmesi için Seyis Perkins’i göndermişti. Geç saatlere kadar oturduğum için Baskerville Malikânesi’ne bir saat içinde ulaşabilmiştim. Soruşturmada öne sürülen bütün gerçekleri kontrol ettim ve onayladım. Patikadaki ayak izlerini takip ettim ve bozkırın girişinde biraz durduğunu fark ettim. Yumuşak zeminin üzerinde Barrymore’unkilerden farklı ayak izlerinin olmadığını gördüm. Sonra ben gelene kadar kimsenin dokunmadığı cesedi incelemeye başladım. Sör Charles yüzüstü yatıyordu, kolları iki yana açılmış, parmakları da toprağa gömülmüştü. Yüzü o kadar çarpılmıştı ki neredeyse tanınmayacak hâldeydi. Kesinlikle fiziksel bir darp almamıştı. Ancak Barrymore, soruşturmada yanlış bir bilgi vermişti. Cesedin etrafında hiç iz olmadığını söylemişti. O görmemişti belki ama ben gördüm. Biraz uzaktaydı, yeni oluşmuştu ve gayet netti.”
“Ayak izleri miydi?”
“Ayak izleriydi.”
“Bir erkeğin mi yoksa kadının mı?”
Dr. Mortimer bir an için her ikimize de tuhaf tuhaf baktı ve cevap verirken sesi neredeyse bir fısıltıya dönüştü:
“Bay Holmes, onlar dev bir tazının ayak izleriydi!”

3. BÖLÜM
Problem
Bu sözleri duyduğumda irkildiğimi itiraf etmeliyim. Doktorun da derinden etkilendiği, ses tonundan anlaşılıyordu. Holmes heyecan içinde öne doğru eğildi; bir şeyle çok ilgilendiğinde gözlerinde oluşan o pırıltıyı çok iyi görebiliyordum.
“Bunları gözlerinizle gördünüz mü?”
“Sizi nasıl görüyorsam öyle.”
“Kimseye bir şey söylemediniz mi?”
“Ne işe yarayacaktı ki?”
“Nasıl oldu da başkası görmedi?”
“İzler yirmi yarda kadar cesedin uzağındaydı ve hiç kimse onlarla ilgilenmedi. Bu efsaneyi bilmeseydim herhâlde benim de pek ilgimi çekmezdi.”
“Arazide çok fazla çoban köpeği bulunur mu?”
“Şüphesiz. Ama bu bir çoban köpeği değildi.”
“Büyük olduğunu söylemiştiniz.”
“Dev gibiydi.”
“Ama cesede yaklaşmamıştı, değil mi?”
“Evet.”
“Nasıl bir geceydi?”
“Nemli ve soğuk.”
“Yağmur yağıyor muydu?”
“Hayır.”
“Patika nasıl bir yer?”
“İki yanında sıra sıra porsuk ağaçları var; on iki fit yükseklikte. Ağaçlar çok sık olduğu için aralarından geçmek imkânsızdır. Ortadaki yol sekiz fit genişliğindedir.”
“Ağaçlardan ve yoldan başka bir şey var mı?”
“Evet, her iki tarafta yaklaşık altı fit genişliğinde çim alan var.”
“Anladığım kadarıyla patikaya sadece bir kapıdan giriliyor.”
“Evet, bozkıra açılan kanatlı bir kapıdan.”
“Başka açıklık var mı?”
“Hayır.”
“Demek ki bu yola girmek için ya evden gelinecek ya da kapıdan geçilecek, doğru mu?”
“Yolun uzak ucundaki bir yazlık evden de geçiş var.”
“Sör Charles buraya kadar gelebilmiş mi?”
“Hayır, evin yaklaşık elli yarda gerisinde yatıyordu.”
“Şimdi söyleyin bana Dr. Mortimer ve burası çok önemli; gördüğünüz izler çimlerin mi yoksa yolun mu üzerindeydi?”
“Çimlerin üzerinde iz yoktu, zaten çimde görülemezdi.”
“Yolun kapıyla aynı tarafında mı kalıyor çimenler?”
“Evet, kapı gibi, onlar da yolun kenarında.”
“Bu çok ilginç. Dikkat edilmesi gereken bir nokta daha, kapı kapalı mıydı?”
“Kapalıydı ve asma kilitle sürgülüydü.”
“Yüksekliği ne kadar?”
“Yaklaşık dört fit.”
“Bu durumda isteyen herkes bunun üzerinden atlayabilir.”
“Evet.”
“Kapının yanında nasıl izler gördünüz?”
“Belli bir şey yoktu.”
“Aman Tanrı’m! Orayı kimse incelemedi mi?”
“Evet, bizzat ben inceledim.”
“Hiçbir şey bulamadınız mı?”
“Her şey çok karmaşıktı. Belli ki Sör Charles orada beş, bilemediniz on dakika kadar durmuş.”
“Bunu nereden çıkardınız.”
“Çünkü iki parça puro külü vardı yerde.”
“Mükemmel! İşte bu da bizim izimizden gelen iyi bir meslektaş Watson. Ya izler?”
“Yerde sadece kendi ayak izleri vardı. Farklı izler göremedim.”
Sherlock Holmes artık iyice sabırsızlanmıştı. Eliyle dizine vurdu.
“Ah! Keşke orada olabilseydim!” diye bağırdı, “Belli ki çok olağanüstü bir davaya benziyor ve bir uzman için birçok fırsat ortaya koyuyor. O kumlu yolun üzerinde okuyabileceğim birçok iz vardı. Yağmur hepsini silmiştir ve yol, meraklı köylülerin takunyalarının izleriyle dolmuştur. Ah Dr. Mortimer, Dr. Mortimer, beni daha önce çağırmayışınıza o kadar hayıflanıyorum ki! Bu yüzden birçok soruma cevap vermek zorunda kalacaksınız.”
“Meseleyi bütün dünyaya duyurmadan sizi çağıramazdım Bay Holmes ve böyle davranmamın nedenlerini size zaten söylemiş bulunuyorum. Ayrıca, ayrıca…”
“Neden susuyorsunuz?”
“En deneyimli dedektiflerin bile çaresiz kaldığı durumlar vardır.”
“Olağanüstü güçlerden mi söz ediyorsunuz?”
“Tam olarak öyle bir şey demedim.”
“Ama belli ki böyle düşünüyorsunuz.”
“Bu trajedi yaşandığından beri Bay Holmes, doğanın kurulu düzeniyle bağdaştırılamayacak bazı şeyler kulağıma çalındı.”
“Ne gibi?”
“Bu korkunç olaylar olmadan önce birkaç kişi, bu Baskerville şeytanına benzer bir yaratığı bozkırlarda görmüş. Gördüğümüz, bildiğimiz hiçbir hayvana benzemiyormuş. Büyük bir yaratık olduğu ve parlak, ürkütücü, hayalet gibi bir şeye benzediği konusunda hepsi hemfikir. Bu adamların hepsini sorguya çektim. Bir tanesi dikbaşlı bir köylü, biri nalbant, diğeri ise bozkırda çiftçilikle uğraşıyor. Hepsi bu korkunç hayaletle ilgili aynı şeyleri söylüyor ve tanımlamaları, efsanede geçen o zebaniye çok benziyor. Sizi temin ederim ki korku, o bölgede herkese musallat olmuş durumda ve gecenin karanlığında bozkırlardan geçecek adam bayağı cesur olmalı.”
“Peki, siz eğitim görmüş bir bilim adamı olarak bu olayın doğaüstü güçlerle bir ilgisi olduğuna inanıyor musunuz?”
“Neye inanacağımı bilemiyorum…”
Holmes omuzlarını silkti. “Şimdiye dek bütün araştırmalarım dünyevi olaylarla uğraşmaktan ibaretti. Pek çok kez kötülükle savaştım ama şeytanın kendisiyle dövüşmek, belki de boyumu aşan bir vazifedir. Bununla birlikte ayak izlerinin somut olduğunu kabul etmelisiniz.”
“Söz konusu tazı, bir adamın boğazını deşecek kadar somut zaten. Fakat aynı zamanda şeytan da…”
“Görüyorum da doğaüstü güçlere bayağı inanıyorsunuz. Her neyse Dr. Mortimer, şimdi bana şunu açıklayın: Eğer bu görüşe sahipseniz neden bana danışmaya geldiniz? Sör Charles’ın ölümü üzerine yapılan soruşturmada hiçbir faydası olmayacağını iddia ettiğiniz bilgilerin aynısını bana veriyorsunuz ve yine de araştırmayı tekrarlamamı istiyorsunuz.”
“Tekrarlamanızı istediğimi söylemedim.”
“O hâlde size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Waterloo İstasyonu’na gelecek olan Sör Henry Baskerville ile ne yapmalıyım?” Dr. Mortimer saatine baktı. “Bir saat on beş dakika sonra burada olacak.”
“Vâris o muydu?”
“Evet. Sör Charles’ın ölümü üzerine bu genç beyefendi hakkında araştırma yaptık ve Kanada’da çiftçilik yaptığını öğrendik. Anladığımız kadarıyla her bakımdan çok iyi bir insanmış. Şu an bir tıp adamı olarak konuşuyorum ama aynı zamanda Sör Charles’ın vasiyeti üzerine, onun mutemediyim ve vasiyetini yerine getirmekle sorumlu olan kişiyim.”
“Sanıyorum hak iddia eden başka kimse yok.”
“Hayır yok. Onun dışında hakkında bilgi edinebildiğimiz tek akrabası, Rodger Baskerville’di. O da üç kardeşin en küçüğüydü ve Sör Charles en büyük kardeşti. Çok genç yaşta ölen diğer kardeşleri, bahsettiğimiz genç Henry’nin babasıydı. Rodger aslında ailenin yüz karasıydı. Eski Baskerville soyundan geliyormuş ve anlattıklarına göre bizim yaşlı Hugo’nun tıpatıp aynısıymış. İngiltere’de yaşayamayacak duruma gelince Orta Amerika’ya kaçmış ve orada 1876 yılında sarı hummadan ölmüş. Henry, Baskerville soyunun son üyesidir. Bir saat on beş dakika sonra onu Waterloo İstasyonu’nda karşılayacağım. Bu sabah Southampton’a ulaştığına dair bir telgraf aldım. Şimdi Bay Holmes, onunla ne yapmamı tavsiye ediyorsunuz?”
“Niye atalarının evine gitmesin ki?”
“Böyle olması en doğal hakkı gibi görünüyor, öyle değil mi? Ama oraya giden her Baskerville’in kötü bir kaderle karşılaştığını bir düşünsenize… Eğer Sör Charles ölmeden önce benimle konuşabilseydi soyunun en son ferdini, o büyük servetin vârisini, o korkunç yere götürmemem için kesinlikle beni uyarırdı. Ancak buna rağmen bu fakir ve umutsuz çevrenin geleceğinin, bu gencin gelmesine bağlı olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Eğer malikânede oturacak bir vâris bulunamazsa o zaman Sör Charles’ın yaptığı hiçbir hayır işinin bir anlamı kalmayacak. Korkarım ki bu meseleye duyduğum yoğun ilginin beni yönlendirmesinden endişeleniyorum. Bu yüzden olayı size anlatıp tavsiyelerinizi öğrenmek istiyorum.”
Holmes bir süre düşündü.
“Size kısaca şunu söyleyeyim.” dedi, “Size göre şeytani bir yaratık var ve Dartmoor’u bir Baskerville’in yaşaması için tehlikeli kılıyor; böyle düşünüyorsunuz, değil mi?”
“Hiç değilse bunun böyle olduğunu gösteren birkaç delil var elimizde diyebilirim.”
“Aynen öyle ama sizin bu doğaüstü güçlerle ilgili teorinizi doğru varsayarsak Devonshire’da kurbanını bekleyen bu yaratığın, Londra’da da bu genç adamın peşini bırakmayacağını söyleyebiliriz. Güçleri sadece kasaba hudutlarıyla sınırlı bir şeytanın olması, aklın alacağı bir şey değildir.”
“Bu meseleyi ciddiye almıyorsunuz Bay Holmes. Eğer siz bu yaratıkla şahsen karşılaşmış olsaydınız eminim böyle davranmazdınız. Tavsiyelerinizden anladığım kadarıyla genç beyefendi, Londra’da ne kadar güvendeyse Devonshire’da da bir o kadar güvende olacak. Elli dakika sonra burada olur. Ne yapmamı öneriyorsunuz?”
“Bir araba çağırmanızı, ön kapımı sürekli tırmalayan köpeğinizi durdurmanızı ve son olarak da Sör Henry Baskerville’i karşılamak için Waterloo İstasyonu’na gitmenizi tavsiye ediyorum.”
“Ya sonra?”
“Bu mesele hakkında birtakım kararlara ulaşana kadar ona bir şey anlatmamanızı isteyeceğim.”
“Kararınızı vermeniz ne kadar sürer?”
“Yirmi dört saat. Yarın saat onda buraya gelirseniz size minnettar kalacağım Dr. Mortimer ve ayrıca Sör Henry Baskerville’i de yanınızda getirirseniz daha sonrası için bazı planlar yapmakta bana yardımcı olacağına emin olabilirsiniz.”
“Dediğiniz gibi olsun Bay Holmes.” Randevu saatini kol manşetine karaladıktan sonra tuhaf ve dalgın tavrıyla odadan hızla çıktı. Holmes arkasından seslenerek merdivenlerin başında onu durdurdu.
“Bir soru daha sormak istiyorum Dr. Mortimer. Sör Charles Baskerville ölmeden önce birkaç kişinin bu hayvanı bozkırlarda gördüğünü söylemiştiniz, öyle değil mi?”
“Üç kişiydiler.”
“Daha sonra onu gördüler mi?”
“Böyle bir şey duymadım.”
“Teşekkür ederim. İyi sabahlar.”
Holmes koltuğuna döndü. Dişine göre bir şeyle karşılaştığındaki o sessiz, içsel tatmini gözlerinden okuyabiliyordum.
“Dışarı mı çıkıyorsun Watson?”
“Yardımım dokunacaksa kalabilirim.”
“Hayır, gerek yok sevgili dostum. Biliyorsun harekete geçtiğimiz zaman istiyorum senin yardımını. Ancak bu müthiş bir olay, hatta bazı yönlerden de eşsiz sayılır. Bradley’s’in yanından geçerken en kuvvetli tütünlerinden yarım kilo kadar göndermelerini söyler misin? Teşekkür ederim. Sen de akşam olmadan eve dönmezsen çok memnun olacağım. Sonra da bize bu sabah anlatılan o ilginç problem hakkındaki görüşlerimizi karşılaştırırız.”
Zihinsel yoğunlaşmaya ihtiyacı olduğu zamanlarda inzivaya çekilmeyi tercih ettiğini çok iyi biliyordum. Böyle anlarda ipuçlarının her ayrıntısını kafasında tartar, alternatif teoriler üretir, bunları dengeler ve hangi noktaların önemli, hangilerinin önemsiz olduğuna karar verir. Bu nedenle günümü kulüpte geçirmeye karar verdim ve akşama kadar Baker Caddesi’ne dönmedim. Kendimi bir kez daha oturma odasında bulduğumda saat dokuza yaklaşıyordu.
Kapıyı açtığımda ilk izlenimim, bir yangının çıktığı idi; çünkü oda o kadar duman içindeydi ki masanın üzerindeki lambanın ışığı bile zar zor görünüyordu. Ancak içeriye girdikten sonra korkularım boşa çıktı. Meğer boğazımı yakan ve öksürmeme neden olan yoğun duman, Holmes’un keskin tütününden geliyormuş. Dumanların içinde dudaklarının arasına yerleştirdiği siyah, kilden piposu ile ropdöşambırını giymiş Holmes’u, bir koltukta iki büklüm oturmuş bir hâlde belli belirsiz görebilmiştim. Etrafında rulo hâlinde birkaç kâğıt duruyordu.
“Üşüttün mü Watson?” diye sordu.
“Hayır, şu zehirli hava beni öksürttü.”
“Gerçekten biraz fazla duman olmuş. Sen söylemesen fark etmeyecektim.”
“Fazla mı? Burası dayanılmaz!”
“O zaman pencereyi aç! Anladığım kadarıyla gününü kulüpte geçirmişsin.”
“Sevgili Holmes!”
“Haksız mıyım?”
“Haklısın ama nasıl anladın?”
Yüzümdeki sersem ifadeye güldü. “Watson, sende şaşırtıcı, küçük güçlerimi üzerinde denerken keyif aldığım hoş bir tazelik var. Bir beyefendi yağmurlu ve çamurlu bir günde dışarı çıkıyor. Sonra akşam eve döndüğünde şapkası ve çizmeleri kusursuz bir şekilde ve lekesiz geliyor. Demek ki bütün gün bir yere takılıp kalmış, çok fazla arkadaşı olan bir adam da değil. O hâlde nereye gitmiş olabilir? Aşikâr değil mi?”
“Evet, aşikâr.”
“Dünya böyle aşikâr şeylerle dopdolu ama kimse bunları fark etmiyor. Sence bugün neredeydim?”
“Sen de burada takılıp kaldın.”
“Aksine. Devonshire’a gittim.”
“Ruhen mi?”
“Evet. Vücudum bu koltukta kaldı ve yokluğumda iki büyük bardak kahve ve çok miktarda tütün tüketti; bunları yaptığıma da çok pişmanım. Sen gittikten sonra bozkırların o bölgesine ait bir haritayı bulmak üzere Stamford’a gittim ve ruhum, bütün gün haritada dolaşıp durdu. Geri dönüş yolunu bulabildiğim için gururum okşandı doğrusu.”
“Galiba büyük ölçekli bir harita.”
“Evet, öyle.” Haritanın bir kısmını açarak dizlerinin üzerine yaydı. “Bizi ilgilendiren bölge şu tarafta kalıyor. Şu ortadaki yer de Baskerville Malikânesi.”
“Ormanla çevrili kısım mı?”
“Aynen öyle. Porsuk ağaçlı patika görünmese bile sanıyorum şu hat üzerinde uzanıyor ve bozkır da gördüğün gibi hemen sağında kalıyor. Buradaki evler topluluğu ise arkadaşımız Dr. Mortimer’ın da yaşadığı Grimpen mezrası olacak. Beş millik çapta, etrafa dağılmış mesken görebiliyoruz. Hikâyede adı geçen Lafter Malikânesi de şurada. Burada gösterilen ev eğer adını yanlış hatırlamıyorsam şu Doğa Bilimcisi Stapleton’ın evi olacak. Arazi üzerinde iki çiftlik evi daha var: High Tor ve Foulmire. On dört mil uzağında da Princetown Hapishanesi var. Bu dağınık yapıların aralarında ve etraflarında ıssız, hayat belirtisi olmayan bozkırları görebiliyoruz. Sanıyorum şu nokta, trajedinin sahnelendiği yer olacak ve biz de orada ikinci perdenin oynanmaması için elimizden geleni yapacağız.”
“Tekinsiz bir yere benziyor.”
“Evet, tarif edilen olay yeri buraya uyuyor. Eğer şeytan insanların işlerine karışmak istiyorsa…”
“Sen de bu doğaüstü açıklamaya inanma eğilimindesin demek…”
“Şeytanın temsilcileri etten kemikten olamaz mı? Başlangıçta bizim cevaplamamız gereken iki soru var. İlki, gerçekten herhangi bir suç işlendi mi? Diğeri ise işlenen suç nedir ve nasıl işlendi? Tabii, eğer Dr. Mortimer’ın şüpheleri yerinde çıkarsa doğaüstü güçlerle baş etmeye çalışıyoruz demektir ve bu da soruşturmamızın sonu anlamına gelir. Ama bu varsayıma dönmeden önce diğer varsayımların hepsini elememiz gerekiyor. Eğer sorun olmazsa şu pencereyi kapatmak istiyorum. Sana biraz tuhaf gelecek ama kapalı ortamlarda düşüncelerimi daha iyi toparlayabiliyorum sanki. Tabii düşünmek için ufacık bir kutuya girecek kadar ileri gitmeyeceğim; ama yine de mantıklı bir düşünce sayılır! Sen bu davayla ilgili neler düşünüyorsun?”
“Evet, konu üzerinde bugün bayağı düşündüm.”
“Ne diyorsun?”
“Çok şaşırtıcı.”
“Kendine has bir özelliği var. Bazı noktalara dikkat etmemiz gerekiyor. Örneğin ayak izlerindeki değişiklik. Buna ne diyorsun?”
“Mortimer, adamın, sokağın o kısmında ayak uçlarında yürüdüğünü söylemişti.”
“O sadece bir budalanın soruşturmada söylediğini tekrarladı. Bir adam neden sokakta parmak ucunda yürüsün ki?”
“Sence?”
“Çünkü koşuyordu Watson, hayatını kurtarmak için umutsuzca koşuyordu. En sonunda tabii kalbi buna dayanamadı ve adamcağız yüzüstü düşüp öldü.”
“Neyden kaçıyordu?”
“İşte bütün mesele de burada yatıyor. Bence koşmaya başlamadan önce korkudan çıldırmıştı.”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Korkularının sebebinin bozkırda olduğunu düşünüyorum. Eğer durum böyle ise ancak aklını kaçırmış bir insanın eve değil de evden uzağa doğru koşacağını tahmin ediyorum. Bu da mantıklı bir açıklama. Eğer Çingene’nin söylediklerini doğru kabul edersek yardım gelme ihtimalinin en az olabileceği yöne doğru yardım çığlıkları atarak son sürat koşmuş. Ayrıca bir nokta daha var, o gece kimi bekliyordu ve onu neden kendi evi yerine patikada bekliyordu?”
“Birisini mi beklediğini düşünüyorsun?”
“Adam yaşlı ve kuvvetten düşmüştü. Onun akşam yürüyüşlerine çıkmasını normal karşılayabiliriz ama o gece yerler ıslaktı ve hava soğuktu. Dr. Mortimer’ın daha sağduyulu bir insan olduğu sonucuna varmıştım fakat onun dediği gibi, sigara küllerinden çıkardığı sonuca göre, sence bu adamın beş on dakika oralarda durması normal bir şey mi?”
“Fakat her gece dışarı çıkıyormuş.”
“Her gece bozkırın kapısında durup beklediğini sanmıyorum ama… Aksine, elimizdeki bulgulara göre oraya gitmekten hep kaçınmış. O gece orada bekledi. Londra’ya gitmeden bir önceki geceydi. Her şey yavaş yavaş şekillenmeye ve anlam kazanmaya başladı Watson. Sana zahmet bana kemanımı uzatabilir misin? Ve yarın Dr. Mortimer ile Sör Henry Baskerville ile karşılaşana kadar bu konudaki bütün akıl yürütmelerimizi ertelemeyi öneriyorum.”

4. BÖLÜM
Sör Henry Baskerville
Kahvaltı masamız erken kaldırılmıştı ve Holmes, ropdöşambırı üzerinde, kararlaştırılan randevu saatini beklemeye başladı. Müşterilerimiz çok dakikti. Dr. Mortimer içeri girdiğinde saat tam onu gösteriyordu. Hemen arkasından ufak tefek, uyanık görünen, siyah gözlü bir bey olan genç baronet içeri girmişti. Otuz yaşlarında olmalıydı. Gürbüz bir yapısı, kalın, siyah kaşları ve güçlü, hırçın bir yüzü vardı. Kırmızı tüvit bir takım elbise giymişti. Hayatının çoğunu açık havada geçirmiş ve her türlü hava koşuluna maruz kalmış birine benziyordu. Ancak yine de sakin bakışları ve sessiz tavırlarından, başka bir şeyler sezinlemiştim sanki.
“Sizi Sör Henry Baskerville ile tanıştırayım.” dedi Dr. Mortimer.
“Ah, evet…” dedi Henry Baskerville, “İşin ilginç yanı, eğer bu sabah bizim gelmemizi istemeseydiniz Bay Sherlock Holmes, herhâlde ben çıkıp gelecektim. Ufak tefek gizemleri çözmeyi sevdiğinizi duydum. Bu sabah başıma öyle bir şey geldi ki sanıyorum benim anlayabileceğimden çok daha fazlası var işin içinde.”
“Lütfen oturun Sör Henry. Londra’ya geldikten sonra başınıza ilginç bir olayın geldiğini mi söylemek istiyorsunuz?”
“Belki çok önemli bir şey değildir Bay Holmes. Belki sadece bir şakaydı. Bu sabah bana bir mektup geldi, tabii eğer mektup denilebilirse…”
Masanın üzerine bir zarf koydu. Hepimiz üzerine eğildik. Pek kaliteli olmayan gri renkli bir zarftı. Üstünde kabaca “Sör Henry Baskerville, Northumberland Oteli” yazıyordu. “Charing Cross”un posta damgası vurulmuştu ve mektubun bir önceki gün postaya verildiği anlaşılıyordu.
“Northumberland Oteline gideceğinizi kim biliyordu?” diye sordu Holmes ziyaretçimize dikkatle bakarak.
“Hiç kimse… Buna Dr. Mortimer ile buluştuktan sonra karar verdik.”
“Ama Dr. Mortimer herhâlde o otelde kalıyordu değil mi?”
“Hayır, ben bir arkadaşımda kalıyordum.” dedi doktor.
“Daha önceden bu otele gideceğimizi kararlaştırmamıştık.”
“Hım! Birisi sizin yaptıklarınızla çok ilgileniyor.” Zarfın içinden büyük boy bir kâğıdın yarısı çıktı. Bu da dörde katlanmıştı. Bunu açıp masanın üzerine yaydı. Tam ortasında tek bir cümle vardı ve basılı bir metinden kesilen harfler üzerine yapıştırılmıştı. Şöyle yazıyordu: “Hayatına veya aklına değer veriyorsan bozkırdan uzak dur.” Sadece “bozkır” kelimesi mürekkep ile yazılmıştı.
“Şimdi…” dedi Sör Henry Baskerville, “Belki bunun ne anlama geldiğini ve kimin benim işlerimle bu kadar yakından ilgilendiğini bana anlatabilirsiniz Bay Holmes.”
“Siz bu konuda ne diyorsunuz Dr. Mortimer? En azından bunu da doğaüstü güçlerin yaptığını söylemezsiniz sanırım.”
“Tabii ki hayır. Ama bu notun, olayların doğaüstü olduğuna inanan birinden gelmiş olabileceğini düşünebiliriz.”
“Hangi olaylar?” diye araya girdi Sör Henry, “Öyle görünüyor ki sizler, işlerimi benden daha iyi biliyorsunuz.”
“Bu odadan ayrılmadan önce her şeyi öğrenmiş olacaksınız Sör Henry. Buna söz veriyorum.” dedi Sherlock Holmes. “Eğer izin verirseniz şu an bize getirmiş olduğunuz bu ilginç kâğıt ile bir süre ilgilenmek istiyorum. Dün gece hazırlanıp postaya verilmiş olabilir. Dünkü ‘Times’ buralarda mı Watson?”
“Şu köşede duruyor.”
“Sana zahmet onu getirir misin? İlk sayfadaki başmakaleyi açar mısın lütfen?” Hızla bütün sütunlara teker teker göz attı. “Başmakale serbest ticaretle ilgili. İzin verirseniz size bir kısmını okumak istiyorum: Kendi özel ticaretiniz veya sanayinizin sizi koruyacak bir yasayla destekleneceğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Fakat böyle bir vergi yasası, uzun vadede ülkeden çok şey götürecek, ithalatın değerini düşürecek ve bu adadaki hayat standardını genel anlamda etkileyecek. Bu yüzden ülkemiz böyle bir tasarıdan uzak durmalıdır.”
“Buna ne diyorsun Watson?” diye bağırdı Holmes sevinçle. Büyük bir memnuniyetle ellerini ovuşturmaya başlamıştı. “Bunun övgüye değer bir görüş olduğunu düşünmüyor musun?”
Dr. Mortimer mesleği gereği Holmes’a ilgiyle baktı. Sör Henry Baskerville ise koyu renk gözlerini şaşkınlık içinde bana çevirmişti.
“Benim böyle vergi yasalarına aklım ermez.” dedi, “Ama konumuzdan biraz uzaklaştık gibi geliyor bana. Bana gönderilen mektuba geri dönelim.”
“Aksine, biz doğru izin üzerindeyiz Sör Henry. Watson benim izlediğim yöntemleri sizden daha iyi biliyor. Gerçi o bile bu cümlenin önemini henüz kavrayamadı.”
“Aralarında bir bağ göremediğimi itiraf etmeliyim.”
“Ama yine de sevgili Watson, aralarında çok yakın bir bağ var, hatta bir tanesi diğeri hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. Biraz önce okuduklarımı ve nottaki cümleyi karşılaştırın. Bu kelimelerin nereden alınmış olduklarını anlamadınız mı?”
“Aman Tanrı’m, haklısınız! Ne kadar akıllıca hazırlanmış!” diye bağırdı Sör Henry.
“Eğer aklınızda bir şüphe kaldıysa o da bazı kelimelerin birlikte kesilmiş olmasından kaynaklanıyordur.”
“Ah, gerçekten öyle!”
“Doğrusunu isterseniz Bay Holmes, kırk yıl düşünsem böyle bir şey aklıma gelmezdi.” dedi Dr. Mortimer şaşkın bakışlarını arkadaşıma dikerek, “Kelimelerin bir gazeteden kesildiğini söyleseler bu kadar hayrete düşmezdim belki ama siz, hem gazetenin adını hem de başmakaleden kesildiğini söyleyebiliyorsunuz. İşte bu duyduğum en ilginç şeylerden biri diyebilirim. Nasıl anladınız?”
“Sanıyorum doktor, siz bir siyah ile bir Eskimo’nun kafataslarını ayırt edebilirsiniz, öyle değil mi?”
“Mutlaka.”
“Ama nasıl?”
“Çünkü bu benim özel ilgi alanım. Aralarındaki fark çok açık. Göz çukurları, yüzün açısı, üst çene kemikleri, ayrıca…”
“Bu da benim ilgi alanım ve aralarındaki fark çok açık. Siz nasıl bir siyah ile bir Eskimo’nun kafatasını ayırt edebiliyorsanız, ben de bir burjuva gazetesi olan ‘Times’ın makaleleriyle kötü bir baskıya sahip olan yarım penilik bir akşam gazetesini ayırt edebiliyorum. Bu tür tespitler, özel eğitim görmüş bir suç uzmanı için en basit unsurlardandır. Ama itiraf etmeliyim ki ben çok küçük yaştayken ‘Leeds Mercury’ ile ‘Western Morning News’i birbirleriyle karıştırmıştım; ancak ‘Times’ın yazılarını diğerlerinden çok kolay ayırt edebiliriz. Bu kelimeler de başka bir gazeteden alınamazdı zaten. Bu mektup da dün yazıldığına göre bu kelimelerin dünkü baskıdan alındığını kolaylıkla söyleyebiliriz.”
“Söylediklerinizden anladığım kadarıyla Bay Holmes…” dedi Sör Henry Baskerville, “Birisi bu mesajı, kelimeleri makasla keserek hazırlamış…”
“Tırnak makasıyla.” diye düzeltti Holmes, “Kısa uçlu bir makasla kesildiğini görebilirsiniz. Bakın, yan yana olan kelimeleri iki kerede kesmek zorunda kalmış.”
“Peki. O hâlde biri bu mesajı tırnak makasıyla kesmiş. Sonra da tutkalla yapıştırmış…”
“Hayır, zamk ile yapıştırmış.” dedi Holmes.
“Zamk ile kâğıda yapıştırmış! Buraya kadar tamam da neden ‘bozkır’ kelimesini elle yazmış olabilir?”
“Çünkü onu gazetede bulamamış. Diğer kelimeleri istediği her baskıda kolayca bulabilirdi; ama ‘bozkır’ kelimesini her yerde bulamazdı.”
“Tabii ya, açıklaması basitmiş… Bu yazıdan başka bir anlam çıkartabiliyor musunuz Bay Holmes?”
“Bir iki ipucu var ama bütün izleri ortadan kaldırmak için elinden gelen her şeyi yapmış. Dikkat ederseniz adresi gelişigüzel yazmaya çalışmış ancak ‘Times’ gazetesini iyi eğitim almış kişiler dışında kimse pek okumaz. Onun için bunu, eğitimli birinin düzenlediğini ama bu kişinin cahil görünmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Sizin tarafınızdan anlaşılacağından ya da tanınabileceğinden korktuğu için yazısını gizlemeye çalışmış. Bakın, kelimelerin tek bir çizgi üzerinde yapıştırılmadığını, bazılarının diğerlerinden daha yukarıda olduğunu gözlemleyebilirsiniz. Örneğin ‘hayat’ kelimesi çok dikkat çekiyor. Bu ya dikkatsizlikten ya da panikten dolayı aceleyle yapılmış. Bence ikincisinin olma ihtimali daha fazla; çünkü bu mesele oldukça önemli ve böyle bir mektubu düzenleyen kişinin dikkatsiz olabileceğini hiç sanmıyorum. Eğer aceleyle yaptıysa insanın aklına şu ilginç soru geliyor: Neden bunu panik içinde yaptı? Ne de olsa, sabah erken saatlerde postalanmış bir mektup, Sör Henry otelden ayrılmadan önce mutlaka ona ulaşırdı. Bunu hazırlayan kişi, ona engel olunacağını mı düşündü? Ama kim tarafından?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-konan-doyle/sherlock-holmes-baskerville-lerin-tazisi-butun-macerala-69428836/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Penang avukatı: Doğu Asya’da bulunan bir palmiye türünden yapılan bastona verilen ad (e.n.).

2
1 inç=2.54 cm (ç.n.).

3
Kafanın dar ve uzun olması hâli. Kafatasının ön art ekseni, yan eksenine göre uzun olan (ç.n.).

4
Göz çukuru (ç.n.).

5
Yan kafa kemiğindeki çatlak (ç.n.).

6
Güney Afrika’da yaşayan iki yerli kabile (e.n.).
Sherlock Holmes Baskerville’lerin Tazısı Bütün Maceraları 6 Артур Конан Дойл
Sherlock Holmes Baskerville’lerin Tazısı Bütün Maceraları 6

Артур Конан Дойл

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ay oradaki alanı pırıl pırıl aydınlatıyormuş ve tam ortaya baktıklarında korkudan ve yorgunluktan ölmüş olan zavallı genç kızı görmüşler; fakat kızın cesedi veya onun biraz uzağında yatan Hugo Baskerville’in vücudu, o üç gözü pek adamın tüylerini diken diken eden şey değilmiş. Onları asıl korkutan; Hugo’nun boğazını dişleyen, devasa, tazı cinsinde ama bugüne dek hiçbir gözün görmediği irilikte bir hayvanmış. Onlar bakarken o yaratık, Hugo Baskerville’in gırtlağını dişlemeye devam etmiş. İşi bittiğinde alev saçan gözlerini ve kan damlayan çenesini onlara doğru çevirmiş. Bunun üzerine üçü de korkudan çığlık çığlığa son sürat kaçmaya başlamış. Dediklerine göre bir tanesi gördüklerine dayanamayıp o gece ölüvermiş. Diğer ikisine gelince; onlar da hayatlarının sonuna kadar yarım akıllı kalmışlar. (…) Dr. Mortimer bu ilginç hikâyeyi bitirdiğinde gözlüklerini alnına kaldırıp gözlerini Bay Sherlock Holmes’a dikti. Holmes ise esneyerek bitmiş sigarasını şöminenin içine fırlattı. “Eee?..” dedi. “İlginç bulmadınız mı?” “Bir peri masalı koleksiyoncusu için evet.” Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).

  • Добавить отзыв