Bir Delikanlının Hikâyesi
Gustave Flaubert
1789 Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da siyasi ve toplumsal çalkantılar son bulmamıştı. 1848 Devrimleri’ne gelinirken kıtada, protestolara, grevlere, başkaldırılara yol açan siyasi gelişmeler yaşanıyordu. Avrupa’da Fransa, Fransa da ise gençler başaktörüydü tüm bu gelişmelerin. Gustave Flaubert’in -kendi hayatından esintileri de taşıyarak- bu dönem gençliğinin ayrıntılı bir panoramasını sunduğu “Bir Delikanlının Hikâyesi”, genç hukuk öğrencisi Frédéric’in 1840 yılının Eylül ayında yaptığı bir gemi yolculuğu ile başlar. Genç Frédéric, Avrupa’nın yaşadığı siyasal ve sosyal kargaşalar içinde kendi kaderini kendi eline almaya çalışacak, kibar âlemlere girip çıkacak, yükselme arzusuyla dolup taşacak, kendi gibi genç arkadaşlarının kimi zaman büyük yardımlarını görecek kimi zaman da ihanetleriyle karşılaşacaktır. Tüm sosyal ilişkiler değişirken, bütün arkadaşları gibi bir yandan diğer yana savrulurken Frédéric’in kalbinde sadece tek bir şey değişmeden, olduğu gibi kalacaktır: O ilk gemi yolculuğunda görüp tutulduğu, kendinden yaşça büyük Madam Arnoux’ya olan aşkı… "Ayrılıklarda öyle bir an gelir ki sevilen kadın artık bizimle beraber değildir. Sonunda yelkovan yirmi beşi gösterince Madam Arnoux, şapkasını usulca bağlarından tutup aldı. 'Allah’a ısmarladık dostum, sevgili dostum! Sizi bir daha göremeyeceğim! Son kadınlık teşebbüsümdü bu! Ruhum hiç yanınızdan ayrılmayacak. Tanrı’dan size rahmet dilerim!' dedi."
Gustave Flaubert
Bir Delikanlının Hikâyesi
BİRİNCİ BÖLÜM
I
15 Eylül 1840 günü sabahın altısında harekete hazırlanan Ville de Montereau vapuru, Saint-Bernard Rıhtımı’nda kalın dumanlarını halka halka savuruyordu.
Nefes nefese gelen yolcular ayaklarına dolaşan varillerden, halatlardan, çamaşır sepetlerinden adım atacak yer bulamıyorlar; tayfalar sorulanlara karşılık vermiyor; herkes birbirine çarpıyor; eşyalar iki yandaki çarkların davlumbazları arasına konuyor; saçların arasından sızıp her şeyi beyaz bir bulutla saran buharın fışırtılı uğultusu ortalığın gürültüsünü bastırırken geminin burnundaki kampana hiç durmadan çalıyordu.
Nihayet gemi hareket etti; nehrin iki kıyısındaki mağazalar, odun ve kömür depoları, fabrikalar uzayan birer kalın şerit gibi iki yandan akıp gitti.
On sekiz yaşlarında, uzun saçlı, koltuğunun altında bir albüm bulunan bir delikanlı, dümenin yanında hareketsiz duruyordu. Her yeri kaplayan sisin arasından adlarını bilmediği kilise çanlarını, binaları seyrediyordu; sonra Saint-Louis Adası’na, Cite’ye, Notre-Dame Katedrali’ne son bir defa baktı, Paris gözden kaybolunca da içini çekti.
Liseyi bitirip yeni mezun olan Bay Frédéric Moreau, Nogent-SurSeine’e gidiyordu; hukuk öğrenimine başlamadan önce iki ay yaz tatilini orada geçirecekti. Annesi, eline para vererek oğlunu Havre’daki amcasının yanına göndermişti, oğlu için ondan miras bekliyordu. Daha dün oradan dönmüştü, memleketine gitmek için en uzun yolu seçmek yüzünden başkentte birkaç gün kalamayışına üzülüyordu.
Gürültü, patırtı kesilmiş, herkes yerine yerleşmişti; ayakta duran birkaç kişi makine dairesinin yanında ısınıyor, geminin bacasından çıkan kara dumanlar ağır ağır ve ahenkle kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Bakırların üstüne çiğ damlacıkları damlıyor, güverte derinden derinden gelen hafif bir sallantı ile sallanıyor, hızlı hızlı dönen iki çarksa suları dövüyordu.
Nehrin iki kıyısı da kumsaldı. Dalgaların çarpması ile batıp çıkan ağaç kütüklerine veya yelkensiz bir kayıkta oturmuş balık tutan birine rastlandığı oluyordu; sonra serseri sisler dağıldı, güneş çıktı. Seine Nehri’nin sağ kıyısı boyunca uzanan tepe alçaldı, öbür kıyıda nehre daha yakın başka bir tepe göründü.
Bu tepe, İtalyan biçimi çatıları olan alçak evler arasındaki ağaçlarla bezenmişti. Evlerin yamaçlarda uzayan bahçeleri birbirinden badana edilmiş duvarlarla, demir parmaklıklarla, çimenlerle, ılık limonluklarla, ıtır çiçekleri dikilmiş saksılarla ayrılmıştı. Bu saksılar kat kat inen bahçelere öyle düzenli bir aralıkla dizilmişti ki insan buralara dirseğini koyup dayanabilirdi. Bu sakin, şirin evleri görünce yolcuların çoğu, ömrünün son günlerini böyle bir evde bilardo oynayarak, sandalda gezerek, yanında bir kadınla ya da hülyalara dalarak yaşamaya imrendi. Suda gezip dolaşmanın verdiği yepyeni zevk insana bütün dertlerini kolayca unuttururdu. Zevzekler çoktan şakalaşmalara başlamışlardı. Çoğu şarkı söylüyordu. Herkes neşeliydi. Birkaç tek atan da vardı.
Frédéric, gidince evde oturacağı odayı, bir dramın planını, birtakım tablo konuları, gelecekteki sevdaları düşünüyordu. Ruhunun özlediği mutluluğa hâlâ ulaşamadığını görüyordu. Kara sevdalı birtakım şiirler okudu kendi içinden. Güvertede hızlı hızlı yürüyordu. Ta geminin ucuna, kampananın yanına kadar gitti; halka olmuş yolcuların ve tayfaların içinde bir bayın köylü bir kadına, kadının boynundaki altın haçı evirip çevirterek çapkınlık hikâyeleri anlattığını gördü. Kırk yaşlarında, kıvırcık saçlı, dinç bir adamdı bu. Gürbüz endamı kara kadifeden ceketini dolduruyor, patiskadan gömleğinde iki zümrüt taş parlıyordu; bol beyaz pantolonu ise Rus derisinden, lacivert işlemeli, kırmızı, acayip botlarının üstüne dökülmüştü.
Frédéric gelince hiç istifini bozmadı. Sonra etrafındakilere sigara tuttu. Ama bu insanlarla arkadaşlık etmekten sıkılmış olacak ki oradan uzaklaştı. Frédéric de peşinden gitti.
Konuşma, önce türlü tütün cinsleri üstünde döndü dolaştı, tabii sonunda gelip kadınlar üstünde karar kıldı. Kırmızı botlu bay, delikanlıya bazı öğütler verdi; kendi nazariyelerini ortaya döktü, fıkralar anlattı, kendini örnek gösterdi; bütün bunları, eğlendirici bir hayâsızlıktan gelme bir masumluk da karışan ağdalı bir nezaket edasıyla söylüyordu.
Cumhuriyetçiymiş, çok yer gezmiş. Tiyatroların, gazetelerin içini dışını biliyor; ünlü sanatçıları tanıyor; hepsini, senli benliymiş gibi küçük adlarıyla anıyordu. Frédéric hemen adama düşüncelerini açtı, o da bunları beğendi, destekledi.
Ama geminin bacasına bakmak için konuşmayı yarıda bıraktı, sonra “Piston dakikada şu kadar gidip gelirse şu kadar zamanda…” vb. diye çarçabuk uzunca bir hesap yaptı, sonucu bulunca karşısındaki manzarayı pek hayran hayran seyretti. İşlerden kafası dinç olduğuna pek seviniyordu.
Frédéric bu adama saygı duymuştu, adını sormaktan kendini alamadı. Yabancı, bir solukta cevap verdi:
“Montmartre Bulvarı’ndaki Art Industriel mağazasının sahibi Jacques Arnoux.”
Kasketi sırma şeritli bir uşak gelip “Bay, aşağıya kadar inmezler mi? Matmazel ağlıyor.” dedi.
Adam gitti.
Art Industriel, bir resim dergisi çıkaran, bir de tablo mağazası bulunan, karışık, melez bir kurumdu. Frédéric bu adı memleketindeki kitapçının sergisinde, ilanlarda, iri harflerle yazılmış Jacques Arnoux adı ile birlikte birçok defalar görmüştü.
Tepedeki güneş direklerin demir bileziklerini parlatarak küpeştenin kaplamaları üstüne, suyun yüzüne dökülüyor; geminin provasında sulardan ayrılan iki derin iz, yamaçların eteklerine kadar uzayıp gidiyordu. Nehrin her dönemecinde hep o sararmış kavak ağaçlarından perde ortaya çıkıyordu. Kırlarda kimsecikler yoktu. Gökte sallanıp duran beyaz bulutçuklar vardı, her yeri kaplamış olan can sıkıntısı sanki geminin gidişini yavaşlatmış ve yolcuların görünüşünü daha da manasız hâle getirmiş gibiydi.
Birinci kamaradaki birkaç burjuva bir yana bırakılırsa yolcuların geri kalanı işçi, çoluğu çocuğu ile gelen esnaf takımıydı. O zamanlar yola çıkılırken külüstür giyinmek âdet olduğundan, hemen hepsinin başında eskimiş birer Yunan takkesi veya rengi solmuş birer şapka vardı. Kimi masaya sürtülmekten talazlanmış eski kara ceket veya mağazada çok giymekten düğmelerinin kapsülü açılmış redingot giymişti; kiminin şal yeleğinin altından üstüne kahve dökülmüş hasseden gömleği görünüyor; kimi partal kravatına pirinç iğne takmış; kiminin kenarı işlemeli abadan ayakkabılarını dikilmiş sübyeler tutuyordu. Ellerinde sapı deri kordonlu hezaren bastonları olan iki üç hayta, herkese yan yan bakıyor; aile babaları, bir şey sorarken gözlerini dört açıyorlardı. Ayakta durup konuşanlar olduğu gibi, eşyalarının üstüne çömelip çene çalanlar da vardı. Kimisi bir köşeye çekilmiş uyuyor, çoğu da yemek yiyordu. Güverte yere atılan ceviz kabukları, izmarit, armut kabukları, kâğıda sarılıp getirilen soğuk et kırıntılarıyla kirletilmişti. İş gömleği giymiş üç mobilya işçisi gemi kantininin önünde durmuşlardı; üstü başı partal bir çalgıcı, harpına dayanmış dinleniyordu; ara sıra kâh kazana atılan taş kömürünün sesi kâh gür bir ses kâh bir gülüş duyuluyordu; kaptansa köşkünde, iki davlumbaz arasında hiç durmadan gidip geliyordu. Frédéric kendi yerine gitmek için, birinci kamaranın parmaklığını itti, orada köpekleriyle duran iki avcıyı rahatsız etti.
Sanki hayalet görmüş gibi oldu:
Kadın tahta kanepenin ortasında tek başına oturmuştu veya gözleri kamaştığı için delikanlı başkasını seçemedi. Tam Frédéric yanından geçerken başını kaldırdı; delikanlı istemeye istemeye omuzlarını kıstı; yine o yönde, epey uzağa gidince dönüp kadına baktı.
Kadının başında geniş, hasır bir şapka vardı; pembe kurdelesi arkasında rüzgârda dalgalanıyordu. İri kaşlarının sivri uçlarını sararak aşağı inen kara tülleri ince, uzun yüzünü muhabbetle sıkıyor gibiydi. Küçük kareli, parlak muslinden elbisesi binlerce kıvrım yaparak saçılıp dökülüyordu. Elinde işlediği nakışa dalmıştı; düz burnu, çenesi, bütün vücudu mavi gök üstüne düşüyordu.
Kadın hep öyle durduğundan Frédéric süzdüğünü belli etmemek için sağda solda dolaştı durdu, sonra kanepeye dayanmış olan güneş şemsiyesinin yanına gelip dikildi, suyun üstünde giden bir kayığa bakar gibi bir tavır takınmıştı.
Ömründe bu kadar parlak bir ten, böylesine alımlı bir endam, böyle ışığı süzecek kadar ince parmaklar görmemişti. Nakış sepetine, sanki hiç görülmedik bir şeymiş gibi şaşkın şaşkın bakıyordu. Adı neydi, nerede otururdu, ne türlü bir hayatı vardı, geçmişi neydi? Odasının mobilyalarını, giydiği elbiseleri, düşüp kalktığı insanları tanımaya can atıyor, bu kadının vücuduna sahip olmak arzusu bile çok derin bir imrenmenin altında, acısına dayanılmaz bir merak içinde kaybolup gidiyordu.
Başına mendil bağlamış zenci bir kadın göründü, büyücek bir çocuğu elinden tutmuştu. Gözleri yaşlı olan çocuk, yeni uykudan uyanmıştı. Kadın çocuğu dizlerine oturttu:
“Küçük hanım, yedi yaşında kocaman çocuk oldu, hâlâ uslanmadı; annesi artık onu sevmeyecek; her istediğine peki demekle iyi etmedik.”
Frédéric’se bunları bir keşifte bulunmuş, kazanılmış bir şeymiş gibi işitmekten zevk duyuyordu.
Kadına Endülüslülük, belki de melezlik kondurmuştu; bu zenci kadını adalardan gelirken mi getirmişti?
Bu sırada, sırtındaki mor çizgili uzun şal geminin bakır kaplaması üstüne kaymıştı. Kim bilir denizde, rutubetli akşamlarda uyumak için bu şala kaç kere sarınıp ayaklarını örtmüştü? Ama şal saçlarından akıp yavaş yavaş kayıyordu, neredeyse suya düşecekti. Frédéric bir sıçrayışta şalı yakaladı. Kadın “Teşekkür ederim, efendim.” dedi.
Göz göze geldiler. Merdiven başında görünen Bay Arnoux “Karıcığım, hazır mısın?” diye bağırdı.
Matmazel Marthe, babasına doğru koştu, boynuna sarılıp bıyıklarını çekti. Harp çalındığını duyunca nasıl çalındığını görmek istedi. Biraz sonra zenci kadın tarafından getirilen çalgıcı, birinci kamaraya girdi. Arnoux evvelce modellik eden bu adamı tanıdı, onunla senli benli konuştu, oradakilerin hepsi buna şaştı. Sonunda, çalgıcı uzun saçlarını omzuna attı, kollarını uzattı, çalmaya başladı.
Bir Doğu romansıydı çaldığı; içinde hançerlerin, çiçeklerin, yıldızların sözü geçen bir romans… Üstü başı partal adam, bu romansı dokunaklı bir sesle söylüyordu; makinenin gürültüleri yanlış tempo ile söylenen melodiyi bastırdıkça çalgıcı daha kuvvetli çalıyordu. Teller inliyordu, madenî sesler sanki hıçkırıyor, kibirli ve yenilmiş bir aşkın ezgisini yırlıyor gibiydi. Nehrin iki kıyısındaki korular sulara kadar eğiliyordu, bir serinlik gelip geçti, Madam Arnoux dalgın dalgın uzaklara bakıyordu. Müzik bitince bir rüyadan sıyrılıyormuş gibi birkaç kere gözlerini kırpıştırdı.
Harp çalan adam ezilip büzülerek bunlara yaklaştı. Arnoux kapalı olan avucunu kaskete doğru uzattı, sıkılarak açıp bir altın lira attı. Kadının karşısında bu sadakayı vermeye kendisini zorlayan benbenlik[1 - Benbenlik: Kendini beğenme, övme, kibir. (e.n.)] değil, belki âdeta dinî duygu ile karışık bir hayır işlemek düşüncesiydi.
Arnoux, Frédéric’e yol vererek aşağı inmeye onu dostça zorladı. Delikanlı biraz önce yemek yediğini söyledi; aksine açlıktan ölüyordu ve cebinde beş parası yoktu.
Sonra, herkes gibi, kendisinin de salonda oturmaya hakkı olduğunu düşündü.
Yuvarlak masalara burjuvalar oturmuş, yemek yiyorlardı. Bir garson da hizmet ediyordu. Mösyö ve Madam Arnoux da sağda, dipte bir yere oturmuşlardı. Frédéric uzun, kadife bir kanepeye oturdu; orada duran bir gazeteyi eline aldı.
Karı koca Montereau’da inip Chalon’a giden posta arabasına bineceklermiş. İsviçre’deki gezileri bir ay sürecekmiş. Madam Arnoux, çocuğuna yüz verdiği için kocasına çıkıştı. Kocası kulağına eğilip tatlı sözler fısıldamış olacak ki kadın gülümsedi. Sonra Arnoux arkasındaki pencerenin perdesini çekmek için yerinden kalktı.
Alçak ve bembeyaz olan tavandan etrafa çiğ bir ışık saçılıyordu. Frédéric karşıdan onun kirpiklerinin gölgesini fark ediyordu. Kadın bardağında dudaklarını ıslatıyor, parmakları ile küçük bir ekmek kabuğunu koparıyor, bileğine bağlı altın zincirin ucundaki nazar boncuğu ara sıra tabağa değip ses çıkarıyordu. Oysa orada bulunanlar bunu hiç fark etmemiş görünüyorlardı.
Yuvarlak pencerelerden bazen, gemiden yolcu almak veya gemiye yolcu vermek için yanaşmış bir sandalın kayıp gittiği görülüyordu. Masa başında oturanlar pencerelerden eğilip bakıyor, kıyıda görülen yerlerin adlarını söylüyorlardı.
Arnoux geminin yemeklerini beğenmemişti, hesap gelince avaz avaz bağırdı, tenzilat yaptırdı. Sonra sıcak bir şey içmek için delikanlıyı geminin burnuna götürdü. Ama Frédéric biraz sonra tentenin altına döndü. Madam Arnoux da oraya gelmişti. Kurşuni kaplı ince bir kitap okuyordu. Ağzının iki ucu ara sıra kalkıyor, alnı bir zevk parıltısıyla aydınlanıyordu. Kadının pek ilgilenmiş göründüğü bu şeyleri yazanı kıskandı. Frédéric onu seyrettikçe ikisi arasında uçurumlar açıldığını anlıyordu. Hiçbir şey konuşmadan, hatta hiçbir hatıra bile bırakmadan biraz sonra bu kadından çaresiz ayrılmak zorunda kalacağını düşünüyordu!
Sağda bir ova uzanıyordu; solda da bir tepeye tatlı tatlı kavuşan bir otlak… Bu tepede bağlar, ceviz ağaçları, yeşillikler ortasında bir değirmen görünüyordu, ilerisinde de ufka dayanan beyaz kayalığın üstünde zikzaklar yapan dar yollar.. Beline sarılıp elbisesinin etekleri sararmış yaprakları süpürürken, parıldayan gözlerine bakarak, sesini dinleyerek onunla yan yana yamaçlara tırmanmak ne mutluluktu! Bakarsın gemi duruverir, ayaklarını attılar mı karadadırlar; yine de öyleyken, bu o kadar basit şey güneşi yerinden oynatmaktan daha zordu!
Biraz daha uzakta sivri çatılı, dört köşe kulecikleri olan bir şato göründü. Önünde çiçek tarhları uzanıyordu; karanlık kümbetler gibi, ulu ıhlamur ağaçları arasına gömülen yollar… Gürgen fidanlarının kıyısından geçtiğini gözünün önüne getirdi. Tam bu sırada, kapı önünde, tahtadan portakal fidanı saksıları arasında genç bir hanımla bir delikanlı göründü. Sonra hepsi gözden silindi.
Küçük kız, Frédéric’in etrafında oynuyordu. Çocuğu öpmek istedi. O, dadısının arkasına saklandı. Annesi, şalını kurtaran baya karşı nazik davranmadığından ötürü kızını azarladı. Bu bir konuşma fırsatı aramak mıydı yoksa?
Nihayet dayanamayıp benimle konuşacak mı? diye kendi kendine sormuştu.
Pek az vakti kalmıştı. Arnoux’nun evine kendisini nasıl davet ettirmeli? Oysa sonbaharın rengine dikkatini çekmekten başka ona söyleyecek bir şey bulamadı, ardından da “Neredeyse kış geldi, balolar ve ziyafetler mevsimi başlayacak!” diye ekledi.
Ama Arnoux eşyalarıyla uğraşıyordu. Surville kıyısı göründü, iki köprüye yaklaşıyorlardı; bir iplik fabrikasını, sonra da sıra sıra alçak evleri geçtiler; evlerin altında katran kazanları kurulmuş, ateşler yakılmıştı. Çocuklarsa kumlarda çember çevirerek koşuyorlardı. Frédéric sırtında uzun kollu yeleği olan birini tanıdı. “Haydi, çabuk gel!” diye ona bağırdı.
Varmışlardı. Frédéric yolcu kalabalığı arasında Arnoux’yu zor buldu, berikisi elini sıkarken “Güle güle, sevgili bay!” diye karşılık verdi.
Rıhtıma inince Frédéric dönüp baktı. Kadın dümenin yanında ayakta duruyordu. Delikanlı bütün ruhunu bakışlarında toplayan bir bakışla baktı; kadın, sanki Frédéric hiçbir şey yapmamış gibi, hiç istifini bozmadı. Sonra delikanlı, uşağının selamlarına hiç kulak asmadan “Neden arabayı buraya kadar getirmedin?” dedi.
Adamcağız özür dilemişti.
“Ne beceriksiz şeysin! Haydi, bana para ver!”
Parayı alınca hanın birinde yemek yemeye gitti.
Bir çeyrek saat sonra posta arabalarının bulunduğu avluya, sanki rastgele girmiş gibi girmek geldi içinden. Onu belki yine görür diye!
“Göreceğim de ne olacak?” dedi kendi kendine.
Paytona bindi, yola çıktılar. Atların ikisi de annesinin değilmiş. Kendi atlarının yanına koşmak için Tahsildar Bay Chambrion’dan atını istemiş. Dün yola çıkan Isidore akşama kadar Bray’de dinlenmiş, geceyi Montereau’da geçirmiş. İyice dinlenmiş olan hayvanlar onun için böyle hızlı, tırıs gidiyorlarmış.
Biçilmiş tarlalar göz alabildiğine uzanıyordu. Yolun iki tarafı da ağaçlıktı, ara sıra çakıl taşı yığınlarına rastlanıyordu. Yavaş yavaş Villeneuve-Saint-Georges, Ablon, Chatillon, Corbeil, daha başka yerler, bütün yolculuğu kafasında canlandı; hem de öyle aydın bir şekilde ki şu anda yeni bazı ayrıntıları, daha gizli kalmış özellikleri seçebiliyordu; elbisesinin son eteğinin altından kestane rengi ipekten ince potin içindeki ayağı görünüyordu; keten bezinden tente başının üstünde geniş bir sayvan şekline bürünmüştü, kenarındaki küçük kırmızı püsküller serin rüzgârda durmadan dalgalanıyordu.
Romantik kitaplardaki kadınlara benziyordu. Bu kadının kişiliğine ne bir şey katmak ne de bu kişilikten bir şey çıkarıp atmak istiyordu. Evren birdenbire engin hâle gelivermişti. Bu kadın ışık saçan bir noktaydı, gördüğümüz her şey ondan çıkıyordu. Arabanın tıngırtısı ile sallanan Frédéric, göz kapaklarını aralamış; gözleri bulutlarda, hülyalı ve sonsuz bir zevke kendini kapıp koyvermişti.
Bray’de hayvanlara yulaf verilmesini beklemedi, tek başına önden yürüyüp yola çıktı. Arnoux onu “Marie!” diye çağırmıştı. Yüksek sesle “Marie!” diye haykırdı. Sesi havada kayboldu.
Batıda, tutuşan bir kızıllık gökleri kaplamıştı. Anız tarlalar ortasında yükselen büyük buğday tınazlarının dev gölgeleri yerlere düşüyordu. Uzaklarda, çiftliğin birinde bir köpek havlamaya başladı. Delikanlı sebepsiz bir kuşkuya kapılarak ürperdi.
Isidore kendisine kavuşunca arabayı sürmek için sürücü yerine bindi. Baygınlığı geçmişti. Ne yapıp yapıp Arnoux’ların evine ayağını atmayı, onlarla münasebet kurmayı iyice aklına koymuştu. Evleri herhâlde eğlenceli olmalı. Zaten Arnoux’dan da hoşlanmıştı. Sonra kim bilir… O zaman yüzüne kan hücum etti; şakakları zonkluyordu; kırbacını şaklattı, dizginleri tarttı, atları öyle koşturuyordu ki ihtiyar arabacı “Yavaş sürün! Ne olur, yavaş sürün! Atları çatlatacaksınız!” deyip duruyordu.
Frédéric yavaş yavaş yatıştı, uşağının konuşmalarına kulak verdi.
Bayı büyük bir sabırsızlık içinde bekliyorlarmış. Matmazel Louise araba ile ben de gideceğim, diye tutturup ağlamış.
“Bu Matmazel Louise dediğin de kim?”
“Bilmiyor musunuz, Bay Roque’un küçük kızı?”
Frédéric “Aa! Unutmuşum!” diye önemsemeyerek karşılık verdi.
Onlar konuşurken atlar artık koşmaz olmuşlardı. İkisi de aksıyordu.
Delikanlı, Armes Meydanı’na, annesinin evinin kapısı önüne geldiği zaman, Saint-Laurent’da saat dokuzu çalıyordu. Kırlara bakan bahçesiyle bu geniş ev, memleketin en saygı gören insanı Madam Moreau’nun itibarına itibar katardı.
Madam Moreau şimdi sönmüş olan eski kişizade bir ailenin kızıydı. Anası babası onu halktan bir adamla evlendirmişlerdi. Kocası o hamileyken kılıçla öldürülmüş, karısını çok uğraştıran bir servet bırakmıştı. Madam Moreau haftada üç gün misafirlerini kabul eder, ara sıra güzel bir ziyafet verirdi. Ama yakılacak mumların sayısı önceden hesaplanırdı. Madam Moreau her yıl çiftliklerinin icarını dört gözle beklerdi. Kötü bir huy gibi gizlenen bu sıkıntı ona bir iş adamı ciddiliği vermişti. Böyle olmakla beraber erdeminde ne yalancı sofuluktan ne de acılıktan eser vardı. Ettiği en küçük iyilikler büyük birer sadaka gibi gelirdi. Tutacağı uşakları, genç kızlara vereceği eğitimi, yapacağı reçelleri herkes Madam Moreau’ya danışır, piskoposluk çevresini dolaşmaya çıktığında Piskopos Hazretleri onun evine inerdi.
Madam Moreau, oğlu için çok büyük emeller beslerdi. Hesaplı bir temkin güderek hükûmetin yerildiğini işitmekten hoşlanmazdı. Başlangıçta Frédéric’in bazı korunmalara ihtiyacı olacaktı; sonra kendi imkânlarını kullanarak Devlet Şûrası üyesi, büyükelçi, bakan olabilirdi. Sens Kolejindeki başarıları, şeref mükâfatını kazanması, bu türlü bir övünmeye hak kazandırmıştı.
Frédéric salona girince oradakilerin hepsi gürültü ile ayağa kalktı; öpüşüldü; iskemleler, koltuklar dizilip şöminenin başında halka olundu. Bay Gamblin hemen delikanlıya Madam Lafarge hakkındaki fikrini sordu. Devrin bu en gürültülü davası şiddetli bir tartışmaya yol açmakta gecikmedi; Madam Moreau tartışmayı kesti. Bay Gamblin tabii buna üzüldü; o bu tartışmayı, yarının bir hukukçusu sıfatıyla, delikanlı için faydalı buluyordu; onun için sinirlendi, çıkıp gitti.
Roque Baba’nın dostunun bu hareketine hiç şaşmamalıydı! Roque Baba’nın lakırtısı edilince Fortelle Malikânesi’ni geçenlerde satın alan Bay Dambreuse’ün lafı açıldı. Ama tahsildar, Frédéric’i bir kenara çekip Bay Guizot’nun son çıkan kitabı üstünde ne düşündüğünü sordu. Herkes işlerin ne olduğunu merak ediyordu, onun için Madam Benoit amcası üstüne sorular sormak suretiyle lafı açtı. Bu iyi akraba ne âlemdeydi? Kendisinden hiç haber alamıyordu. Onun Amerika’da uzak akrabadan bir kuzini yok muydu?
Aşçı kadın, “Bayın çorbası hazır.” dedi.
Herkes saygılı davranıp kalktı gitti. Sonra, ana oğul yalnız kalınca annesi alçak sesle “Ee ne haber?” dedi.
İhtiyar, delikanlıyı çok dostça karşılamış ama ne yapmak düşüncesinde olduğunu söylememiş.
Madam Moreau içini çekti.
Frédéric Şimdi nerede o acaba? diye aklından geçiriyordu.
Posta arabası yolda gidiyordu, o herhâlde şalına sarınıp uyuyan güzel başını arabanın çuhasına dayamıştır.
Tam odalarına çekilecekleri sırada, Cygne de la Croix’nin garsonu bir pusula getirdi.
“Ne o?” diye annesi sordu.
“Deslauriers’den, beni görmek istiyormuş.” dedi Frédéric.
Madam Moreau hor gören alaycı bir gülme ile “Öyle ya! Arkadaşın!” dedi. “Tam zamanını bulmuş doğrusu.”
Frédéric bir karar veremiyordu. Ama dostluk daha ağır bastı. Şapkasını aldı.
“Pek geç kalma bari!” dedi annesi.
II
Charles Deslauriers’nin babası bir yüzbaşı olup 1818’de askerlikten istifa etmiş, evlenmek için Nogent’a gelmişti. Karısının drahomasıyla mübaşirlik görevi satın almış, bunun geliriyle kıt kanaat geçiniyordu. Türlü haksızlıklara uğrayınca eski yaraları depreştiğinden, hep imparatorluğun hasretini çektiğinden, kendisini boğan öfkelerin acısını evdekilerden çıkarıyordu. Pek az çocuk onun çocuğunun yediği dayağı yemişti. O kadar dayak yediği hâlde yumurcak, dikkafalılığından vazgeçmiyordu. Annesi araya girecek olsa o da çocuğa edilen sert muamele ile karşılaşıyordu. Sonunda yüzbaşı, oğlunu bürosuna yerleştirdi, sabahtan akşama kadar masa başında oturup sözleşmeleri kopya ettirdi, onun için oğlanın sağ omzu öteki omzundan göze batacak kadar kuvvetlidir.
1833’te, M. le President’in daveti üzerine yüzbaşı etüdünü sattı. Karısı kanserden öldü. İş tutmak için Dijon’a gitti. Sonra Troyes’da kura neferi müteahhidi olarak yerleşti. Charles için yarım burs bulunca onu Sens Kolejine yazdırdı. Frédéric onu burada tanıdı. Ama biri on iki, öteki on beş yaşındaydı. Zaten ikisi arasında mizaç ve aileden gelme pek çok farklılıklar vardı.
Frédéric’in dolabında her türlü yiyecek, hiç kimsede görülmeyen şeyler, mesela tuvalet takımı bulunurdu. Sabah uykusunu, kırlangıçlara bakmasını, tiyatro piyesleri okumasını severdi; kolej hayatını sıkıcı bulduğundan evdeki tatlı dillerin hasretini çekerdi.
Mübaşirin oğluna kolej hayatı iyi gibi gelmişti. O kadar iyi çalışıyordu ki ikinci yılın sonlarında üçüncü sınıfa geçti. Böyle olmakla beraber, fakirliği veya kavgacı tabiatı yüzünden etrafındakiler kendisine garez olmuştu. Ama bir defasında, hademenin biri bütün sınıfın içinde ona fakir çocuğu diyecek oldu, hemen adamın gırtlağına sarıldı, üç öğretmen yardımcısı ayırmasaydı hademeyi öldürecekti. Buna hayran olan Frédéric, Charles’ın boynuna sarıldı. O günden sonra sıkı fıkı dost oldular. Büyüğün sevgisi şüphe yok ki küçüğün gururunu okşadı, öteki ise karşısına çıkan bu sadakati bir mutluluk sayarak kabullendi.
Yaz tatillerinde babası onu okulda bırakırdı. Tesadüf, gözüne ilişen bir Eflatun çevirisi onu heyecana getirdi. O zaman, metafizik üstüne yazılmış kitapları okumaya daldı, kısa zamanda çok ilerledi. Çünkü bu kitaplara taze kuvvetlerle ve her türlü baskıdan kurtulmuş bir zekânın gururu ile sarılıyordu; Jouffroy, Cousin, Laromiguiere, Malebranche, İskoçyalı filozoflar, kitaplıkta ne varsa hepsi elinden geçti. Okuyacak kitap bulmak için, kitaplığın anahtarını çalmayı bile göze almıştı.
Frédéric kendini daha az ciddi şeylere vermişti. Trois-Rois Sokağı’nda İsa’nın bir direğe kazınan şeceresinin, sonra da katedralin cümle kapısının resmini yaptı. Orta Çağ dramlarından sonra hatıralara; Froissart’a, Commines’e, Pierre de l’Estoile’e, Brantome’a merak sardırdı.
Bu okuduklarından zihninde uyanan hayaller o kadar kendisini sarmıştı ki bunları canlandırmak, yaşatmak ihtiyacını duymuştu. Bir gün Fransa’nın Walter Scott’ı olmak sevdasına düşmüştü. Deslauriers ise en ırak şeylere bile uygulanabilecek engin bir felsefe sistemi kurmayı düşünüyordu.
Teneffüslerde, avluda, duvar saatinin altındaki “Ahlak Öğüdü” yazılı levhanın karşısında durup bütün bunları konuşurlar; okulun küçük kilisesinde bunları fısıldaşırlar; mezarlığa bakan yatakhanede bunların hayalini kurarlardı. Gezme günlerinde birbirinin arkasındaki sıraya geçerler, hiç durmadan hep laflarlardı.
Okuldan çıktıkları zaman, ileride yapacakları şeyleri konuşurlardı. Önce, reşit olunca Frédéric’in kendi servetinden ayıracağı para ile büyük bir yolculuğa çıkacaklardı. Sonra Paris’e dönecekler, hep bir arada çalışacaklar, hiç ayrılmayacaklardı; çalışmadan yorulunca dinlenmek için saten kaplı oturma odalarında prenseslerle sevişecekler veya ünlü fahişelerle tadı insanın damağında kalan sefahat âlemlerine dalacaklardı. Umudun yarattığı taşkınlıkların ardından kuşkular gelirdi. Konuşkan neşenin doğurduğu buhranlardan sonra derin sessizliklere gömülürlerdi.
Yaz akşamları, buğdaylar güneşte dalgalanırken, havada tatlı kokular uçuştuğu sırada, bağların kıyısındaki taşlı yollarda veya kırların ortasındaki büyük yolda uzun uzun yürüdükleri zaman boğulacak gibi olurlar; yorgun argın, kendilerinden geçmiş bir hâlde arkaüstü yerlere uzanırlardı. Öteki gömlekli çocuklarsa sırıkla oynar veya uçurtma uçururlardı. Mubassır[2 - Mubassır: Okullarda öğrencilerin durumu ile ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse. (e.n.)] bunları çağırırdı; önce içlerinde dereler akan bahçelerden, sonra eskiden yapılmış duvarlarla gölgelenen bulvarlardan geçerek dönülürdü; tenha sokaklar adımlarıyla çın çın öterdi; parmaklıklı kapı açılır, merdivenlerden çıkılırdı. Büyük bir sefahatten dönmüş gibi hüzünlü olurlardı.
Ders nazırı bunların birbirlerini azdırdıkları iddiasındaydı. Oysa Frédéric yüksek sınıflarda dostunun teşviki ile çalıştı, 1837 yaz tatilinde de Charles’ı annesinin yanına götürdü.
Delikanlı, Madam Moreau’nun hoşuna gitmedi.
Charles çok iştahlı yemek yedi, pazarları kiliseye gitmek istemedi, cumhuriyetçilik söylevleri verdi; sonunda Madam Moreau’nun bu çocuğun oğlunu kötü yerlere götürdüğüne inanası geldi. Münasebetlerine göz kulak olundu. Bu onların birbirlerini daha çok sevmelerine yol açtı, ertesi yıl Deslauriers Paris’te hukuk öğrenimini yapmak için kolejden ayrılırken helalleşmeleri pek acıklı oldu.
Frédéric dostuna kavuşacağı için pek sevinçliydi. İki yıldır birbirlerini görmemişlerdi; öpüşüp kucaklaştıktan sonra daha rahat konuşmak için köprülere doğru gittiler.
Şimdi Villenauxe’ta bir bilardo salonu işleten yüzbaşı, oğlu kendisinden vasilik hesaplarını sorunca öfkesinden yüzü kıpkırmızı olmuş, hatta oğlunun elinde avucunda ne varsa almaya kalkışmıştı. Ama Deslauriers ileride hukuk fakültesinde profesörlük kürsüsü elde etmeyi aklına koyduğundan, parası da olmadığından, Troyes’da bir dava vekilinin yanında kâtiplik etmeye razı olmuştu. Dişini sıkarak dört bin frank biriktirecekti; annesinin mirasından eline bir şey geçmeyecek olsa bile, bir mevki sahibi oluncaya kadar, bu üç yıl içinde her zaman serbestçe çalışabileceği işi bulunacaktı. Onun için, başkentte bir arada yaşamak sevdasından, hiç değilse şimdilik, vazgeçmek gerekiyordu.
Frédéric başını önüne eğdi. Hülyalarının ilki yıkılmış oluyordu.
“Üzülme.” dedi yüzbaşının oğlu. “Önümüzde uzun bir ömür var, daha genciz. Merak etme, senin yanına geleceğim.”
Arkadaşını iki eliyle tutup sarsmıştı, avutmak için yolculuğunun nasıl geçtiğini sordu.
Frédéric’in anlatacak fazla bir şeyi yoktu. Ama Madam Arnoux’yu hatırlayınca susası geçti. Utanıp bu kadının lafını etmedi. Buna karşılık, Arnoux’yu, sözlerini, tavırlarını, münasebetlerini uzun uzun anlattı. Deslauriers de bu tanışmayı ileri götürmesi için kendisini hararetle teşvik etti.
İlk zamanlar, Frédéric hiçbir şey yazmamıştı; edebî kanaatleri durmadan değişiyordu; ihtirası her şeyden üstün tutardı; Werther, Rene, Franck, Lara, Lelia ve daha zayıf başka eserler de ona hemen hemen aynı heyecanı verirdi. Kâh içinin heyecanlarını ancak müzik ifade edebilir gibi gelir, bazı senfoniler bestelemeyi hayal ederdi kâh nesnelerin dış yüzüne kapılır, resim yapmak isterdi. Bununla beraber, birtakım şiirler yazmış, Deslauriers de bunları pek beğenmişti ama daha başka neler yazdığını sormamıştı.
Deslauriers’ye gelince; metafizik onu pek sarmamıştı, en çok saran sosyal iktisatla Fransız İnkılabı’ydı. Şimdi o, zayıf, kocaman ağızlı, kararlı bir insan edası olan 22 yaşında haşarı bir delikanlıydı. O akşam arkasında lasting’den kötü bir palto vardı, pabuçları tozdan bembeyaz olmuştu, sırf Frédéric’i görmek için Villenauxe yolunu yaya tepmişti çünkü.
Isidore yanlarına sokuldu. Hanımefendi bayın dönmesini rica ediyormuş. Üşür diye korktuğundan paltosunu yollamış.
“Dur daha canım!” dedi Deslauriers.
Kanalla nehir arasındaki dar adanın üstüne kurulmuş olan iki köprüde bir baştan bir başa gidip geldiler.
Nogent tarafına doğru yürüdükleri zaman karşılarında biraz meyilli bir ev kümesini, sağda kiliseyi, arkasındaki vanaları kapalı ahşap değirmenleri, solda, pek iyi seçilmeyen bahçelerin bittiği yerde, kıyı boyunca uzanan bodur ağaçlardan çitleri görüyorlardı. Ama Paris tarafında büyük yol dik bir çizgi hâlinde iniyordu; otlaklar uzaklarda, gecenin buğuları içinde kaybolmuştu. Sessiz gecenin beyazımsı bir parlaklığı vardı. Islak yapraklardan yükselen kokular burunlarına kadar geliyordu, yüz adım ilerideki çağlayanın suları karanlıklar içindeki dalgaların tatlı kükremesiyle çağıldıyordu.
Deslauriers durup dedi ki:
“Bu iyi insanların böyle rahat uyumaları ne tuhaf! Sabretsinler: Yeni bir 89 hazırlanıyor! Anayasalardan, kanunlardan, dalaverelerden, yalanlardan herkes bıktı artık. Ah! Bir gazetem veya kürsüm olsa sizin öyle bir gözünüzü açardım ki! Ama hangi işe girişeyim desen insana para lazım! Meyhanecinin oğlu olmak, ekmek parası peşinde koşarak gençliğine yazık etmek ne Allah’ın belası şeymiş!”
Başını önüne eğdi, dudaklarını ısırdı, ince elbiselerinin içinde tiril tiril titriyordu.
“Ben orada sensiz nasıl yaşarım?” diyordu Frédéric (Dostunun acı sözleri derdini tazelemişti.). “Beni sevecek bir kadınla bir şeyler yapardım. Neye gülüyorsun? Aşk, dehanın otlağı, çevresi gibi bir şeydir. Yüce eserleri olağanüstü heyecanlar doğurur. İstediğim kadını arayıp bulmaktan vazgeçiyorum! Zaten bulsam bile beni istemeyecek. Ben talihsiz insanın biriyim, içimdeki sırçadan mı, yoksa elmastan mı, neden olduğunu bilmediğim hazine ile birlikte sönüp gideceğim.”
Kaldırımlara bir gölge uzandı, o anda da iki dost “Baylar, kulunuzum!” sözlerini duydu. Bu sözleri söyleyen, kasketinin siperi altından sivri burnu görünen, kahverengi bol bir redingot giymiş, ufak tefek bir adamdı.
“Bay Roque, siz misiniz?” dedi Frédéric.
“Ta kendisi!” diye ses karşılık verdi.
Nogent’lı adam gelişini haklı göstermek için, kendi bahçesindeki suyun kıyısına kurulmuş bir kurt kapanına bakmaya çıktım diye bir masal uydurmuştu.
“Demek memleketimize döndünüz? Çok güzel! Geldiğinizi küçük kızımdan duydum. Sıhhatiniz iyidir inşallah. Hemen gitmiyorsunuz, daha kalacaksınız, değil mi?”
Frédéric’in kendisini karşılayış tarzından hoşlanmamış olacak ki çekip gitti.
Gerçekten, Madam Moreau bu adamla görüşmezmiş; Roque Baba hizmetçisini metres gibi kullanıyormuş, seçim çevresinde para ile oy topladığı ve Bay Dambreuse’ün kâhyası olduğu hâlde kasabalıların yanında pek itibarı yokmuş.
“Bay Dambreuse dediğin Anjou Sokağı’nda oturan şu banker değil mi?” diye sordu Deslauriers. “Aslanım, sen ne yapacaksın, bilir misin?”
Isidore yine gelip konuşmalarını yarıda kesti. Frédéric’i alıp götürmek için kesin olarak emir almış. Hanımefendi gecikti diye merak ediyormuş.
“Peki, peki! Geliyor.” dedi Deslauriers. “Sokaklarda sabahlayacak değil ya!”
Uşak gidince ekledi:
“Bu ihtiyara rica et, seni Dambreuse’lere götürsün. Zengin evlerine sık sık girip çıkmanın insana çok faydası olur. Siyah elbiselerin, beyaz eldivenlerin bir işe yarasın bari! Bu âlemin içine girmelisin. İleride beni de götürürsün. Düşünsene bir kere, milyonları olan bir adam! Ne yap yap gözüne gir, kendini karısına beğendir! Âşığı ol!”
Frédéric feryadı basmıştı.
“Ne o, yeni bir şey söylemiyorum ki! Hep bilinen şeyler. Come-die Humaine’deki Rastignac’ı hatırlasana. Ben başarı kazanacağına eminim!”
Frédéric’in Deslauriers’ye o kadar güveni vardı ki kendini sarsılmış hisseti, Madam Arnoux’yu unutarak veya öteki kadın için savrulan kerametin içine onu da katarak gülümsemekten kendini alamadı.
Kâtip devam etti:
“Sana son öğüdüm: İmtihanlarını bitir! İnsanın adı sanı olmak her zaman için iyi bir şeydir. Felsefelerde XII. yüzyılı aşamamış Katolik ve şeytan şairlerini de artık silk at. Umutsuzluğun budalalıktan başka bir şey değil. Büyük insanların çoğu başlangıçta çok güçlüklerle karşılaşmışlardır; mesela Mirabeau’yu gözünün önüne getir. Zaten ayrılığımız pek uzun sürmeyecek. Hileci babamdan dişlerini sökerek hakkımı alacağım. Haydi, artık ben gideyim, Allah’a ısmarladık! Yüz meteliğin varsa ver de yemek borcumu ödeyeyim!”
Frédéric sabahleyin Isidore’dan aldığı paradan kalan on frangın hepsini çıkarıp verdi.
Bu sırada, köprüden yirmi kulaç ötede, nehrin sol kıyısındaki alçak bir evin penceresinde ışık parlıyordu.
Deslauriers bu ışığı gördü. O zaman, şapkasını çıkararak tumturaklı bir eda ile “Göklerin kraliçesi Venüs, kulun olayım!” dedi. “Ama parasızlık bilgeliğin anasıdır, derler. Bunun için bize edilmedik iftira kalmadı, sen bize merhamet et!”
Birlikte yaşadıkları bir maceraya edilen bu ima ikisini de neşelendirdi. Sokaklarda kahkaha ile gülmüşlerdi.
Deslauriers, hana uğrayıp borcunu ödedikten sonra Frédéric’i Hotel-Dieu’nun oradaki dört yol ağzına kadar geçirdi, iki dost burada uzun uzun kucaklaştıktan sonra birbirinden ayrıldılar.
III
İki ay sonra bir sabah Frédéric, Coq-Heron Sokağı’nda karaya ayak basınca aklından ilk geçen şey, yapacağı büyük ziyaret oldu.
Tesadüf de kendisine yardım etmişti. Roque Baba ona bir tomar kâğıt getirip vermiş, bunları Bay Dambreuse’ün evine giderek kendi eliyle teslim etmesini rica etmişti. Bir de pusula vermişti, bunda hemşehrisini tanıtıyordu.
Madam Moreau bu hareket karşısında şaşırmış göründü, Frédéric de duyduğu sevinci gizledi.
Bay Dambreuse’ün asıl adı Kont d’Ambreuse’dü, ama 1825’ten sonra kişizadeliğini ve partisini yavaş yavaş bırakarak sanayiye dönmüştü; bir Yunanlı gibi kurnaz, bir Auvergne’li gibi çalışkan olduğundan bütün devlet dairelerinde olup bitenden haberi olan, her işe el atan, hiçbir fırsatı kaçırmayan bu adam, söylendiğine göre, büyük bir servet sahibi olmuştu. Fazla olarak, Légion d’honneur nişanının officier’siydi, Aube şehri genel meclisi üyesi, milletvekiliydi, pek yakında âyan üyesi olacaktı. Ayrıca hatır sayan, nazik bir insan olduğu için, bakanı durmadan yardım, nişan, tütün dükkânı açmak müsaadeleri isteyerek yorardı. İktidara küsünce de merkez sola doğru kayardı. Moda gazetelerinde adı geçen karısı dilber Madam Dambreuse iyilikseverlik işleri toplantılarına başkanlık ederdi. Düşeslerin yüzlerine gülmek suretiyle, kibar mahalle insanlarının kırgınlıklarını yatıştırır, Bay Dambreuse’ün pişman olup yine hizmette bulunacağına herkesi inandırırdı.
Delikanlı onların evine giderken heyecanlıydı.
“Keşke frakımı giyseydim, ne iyi olurdu. Herhâlde gelecek hafta verilecek baloya beni de davet edeceklerdir. Bana ne diyecekler acaba?”
Bay Dambreuse’ün bir burjuvadan başka bir şey olmadığını düşününce kendine cesaret geldi, Anjou Sokağı’nın kaldırımlarında neşe ile arabadan atladı.
Araba kapısının iki kanadını itip avluyu geçti, taşlığın merdivenlerinden çıktı, duvarları renkli mermerlerle kaplı bir koridora daldı.
Bakır çubukla tutturulmuş, kırmızı halılar döşeli, iki taraflı dik merdiven parlak stuktan yapılma yüksek duvarlara dayanmıştı. Merdivenin alt başındaki bir muz ağacının geniş yaprakları tırabzanın kaidesi üstüne sarkmıştı. Bronzdan, kollu iki şamdan zincirle asılmış porselen iki fanusu tutuyordu. Kaloriferlerin açık kanatlarından ağır bir hava geliyor, koridorun öbür başında duvarda asılı bir levha üzerine dizilmiş silah koleksiyonunun altında duran çalar saatin tik taklarından başka bir ses işitilmiyordu.
Bir zil çaldı, bir uşak göründü, Frédéric’i küçük bir odaya aldı. Burada demir kasalar, içleri dosya dolu dolaplar vardı. Ortadaki yuvarlak masanın başında Bay Dambreuse oturmuş, yazı yazıyordu.
Roque Baba’nın mektubuna bir göz gezdirdi, çakısıyla tomarın bezini kesip açtı, kâğıtları inceledi.
İnce bir endamı olduğundan, uzaktan bakınca hâlâ genç gibi görünüyordu. Ama seyrek beyaz saçları, zayıf kolları, en çok da yüzünün olağanüstü solgunluğu epey çökmüş olduğunu gösteriyordu. Takma gözlerden daha soğuk olan deniz mavisi gözlerinde acımak bilmez bir enerji ifadesi vardı. Elmacık kemikleri çıkıktı, elinin parmakları boğum boğumdu.
Sonunda, kalkıp delikanlıya tanıdığı bazı kimseler, Nogent ve dersleri üstüne birtakım sorular sordu, sonra eğilip “Peki.” diyerek savdı. Frédéric başka bir koridordan çıktı, kendini avlunun alt başında, arabalıkların yanında buldu.
Yağız bir at koşulu mavi bir kupa arabası taşlığın önünde duruyordu. Arabanın kapısı açıldı, bir hanım bindi, araba boğuk bir sesle kumların üstünde gitmeye başladı.
Frédéric, öbür taraftan, tam araba çıkacağı sırada kapının altına vardı. Geçecek kadar geniş yer olmadığından beklemek zorunda kaldı. Araba kapısının penceresinden başını uzatmış olan genç kadın, kapıcıya alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Delikanlı, kadının ancak pelerinle örtülü olan sırtını görüyordu. Bununla beraber, içi mavi kumaşla kaplı, sırmalı ve ipek saçaklı arabaya uzanıp bakmıştı. Hanımın elbiseleri arabanın içini doldurmuştu; bu kumaş kaplamalı küçük kutudan etrafa bir susam çiçeği kokusu, kadın zarifliklerinin belirsiz nefesi gibi bir şey saçılıyordu. Arabacı dizginleri bıraktı, at birden kapının kıyısına sürtünüp araba gözden kayboldu.
Frédéric, bulvarlardan yürüyerek yaya döndü.
Madam Dambreuse’ün yüzünü göremeyişine üzülmüştü.
Montmartre Caddesi’nin biraz yukarı tarafında kalabalık bir araba gürültüsü duyunca başını çevirdi; öbür tarafta, karşıdaki mermer bir plakanın üstünde JACQUES ARNOUX adını okudu.
Niye bu kadın daha önce aklına gelmemişti? Kabahat Deslauriers’deydi. Dükkâna doğru yürüdü; ama içeri girmedi, onun çıkmasını bekledi.
Parlak, kalın camlardan içerideki ustaca sıralanmış heykeller, desenler, gravürler, kataloglar, Art Industriel dergisinin bazı sayıları görülüyordu; derginin abone fiyatları kapıya da yazılmıştı, ortasını çıkaranın adının baş harfleri süslüyordu. Duvarlarda cilası pırıl pırıl parlayan tablolar, sonra dipte içleri porselen, bronz, dikkat çekici, cazip şeylerle dolu iki dolap görülüyordu. Üst başta keten bir kapı perdesiyle kapalı bir merdiven iki dolabı birbirinden ayırıyordu. Saksonya işi eski bir avize, tabana serilmiş yeşil bir halı, bu halının üstündeki kakmalı bir masa buraya dükkândan çok bir salon manzarası vermişti.
Frédéric desenleri inceler gibi yapıyordu. Gireyim mi, girmeyeyim mi, diye uzun uzun düşündükten sonra dükkândan içeri girdi.
Memurun biri perdeyi kaldırdı, bayın ancak saat beşten sonra “mağaza”da olacağını söyledi. Ama ne istediklerini söyleyecek olurlarsa…
Frédéric “Yok, hayır! Yine gelirim.” diye tatlı bir eda ile karşılık verdi.
Ondan sonraki günler kendine başını sokacak bir yer aramakla geçti; sonunda, Saint-Hyacinthe Sokağı’nda dayalı döşeli bir konağın ikinci katındaki bir odayı tutmaya karar verdi.
Koltuğunun altına büyük bir defter sıkıştırarak yeni yılın ilk derslerini dinlemeye gitti. Üç yüz genç tarafından doldurulan bir amfiteatrda kırmızı elbiseler giymiş bir ihtiyar biteviye sesiyle ders veriyor, kalemler kâğıtlar üstünde cızırdıyordu. Bu salonda sınıfların yine o tozlu kokusunu, aynı biçimdeki öğretmen kürsüsünü, aynı sıkıntıyı bulmuştu! On beş gün, bu amfiteatra gitti, geldi. Daha üçüncü maddesine gelmeden, Medeni Kanun’a boş verdi, Roma Hukuku’nu yüzüstü bıraktı.
Umduğu sevinçleri bulamamıştı; bir okuma odasında okuyup yorulunca Louvre’un koleksiyonlarını görmeye gidiyordu; bir gördüğü piyesi bir daha görmeye gittiğinden sonu gelmez bir avareliğe sürüklendi.
Binlerce yeni şey, derdine dert katıyordu. Çamaşırını düşünmek, sabahları ağzı içki kokarak ve söylenerek odasını yapmaya gelen hasta bakıcı kılıklı kaba saba kapıcının derdini çekmek gerekiyordu. Alçıdan bir saatle süslü olan dairesini hiç beğenmiyordu. Bölmeler ince olduğundan punç yapıp gülen, şarkı söyleyen öğrencilerin seslerini duyuyordu.
Yalnızlıktan bıkıp usanınca Baptiste Martinon adındaki eski bir arkadaşını aramaya çıktı, Saint-Jacques Sokağı’ndaki bir pansiyonda, taş kömürü yanan bir ocağın başında onu harıl harıl muhakeme usullerine çalışır buldu.
Karşısında oturan, alaca basmadan elbise giymiş bir kadın çorap yamıyordu.
Martinon çok yakışıklı erkek denen soydandı: İri yarı, tombul yanaklı, düzgün yüzlüydü; mavimsi gözleri vardı. Büyük bir rençper olan babası oğlunun yargıç olmasını istemişti; o da şimdiden ağırbaşlı görünmek hevesiyle çember sakal bırakmıştı.
Frédéric’in dertlerinin hiç akla yakın bir sebebi olmadığından, bunda bir bahtsızlık görmediğinden Martinon onun yaşayışı üstüne olan sızlanmalarından hiçbir şey anlamadı. Kendisi her sabah okula gider, sonra Lüksemburg Bahçesi’nde gezer, akşamları yarım fincan kahvesini içer, yıllık bin beş yüz frank harçlığı ve o işçi kızının aşkı ile tamamıyla mutlu bir ömür sürerdi.
Frédéric, Ama ne de mutlu ya! diye içinden geçirdi.
Okulda, büyük bir ailenin çocuğu olan ve hareketlerindeki zarifliği ile bir genç kızı andıran Bay de Cisy diye biriyle tanışmıştı.
Bay de Cisy desen yapar, Gotik tarzını severdi. Birçok defalar Sainte-Chapelle’le Notre-Dame’ı hayranlıkla seyretmeye gittiler. Ama genç kişizadenin, nezaketi ve zarifliği altında gizlenen cılız bir zekâsı vardı. Her gördüğü şey karşısında şaşkına dönüyor, en küçük şakaya kahkahalarla gülüyor ve öyle büyük bir saflık gösteriyordu ki Frédéric önce onu zevzeğin biri sandı, sonunda da ahmağın biri olduğunu anladı.
Demek ki kimseye kalbini açamayacaktı; onun için hep Dambreuse’lerden davet bekledi.
Yılbaşında yeni yıllarını kutlayan kartlar gönderdi, ama onlardan hiçbir kart gelmedi.
Art Industriel’e bir daha gitti.
Üçüncü gidişinde Arnoux’yu beş altı kişi ile tartışır buldu, selamına yarım yamalak karşılık verilmesi Frédéric’e pek dokundu. Yine de Madam Arnoux’yu elde etmenin çarelerini düşünmeye başladı.
Önce tablo satın almak bahanesiyle sık sık dükkâna uğramayı aklına koydu. Sonra derginin mektup kutusuna “pek zorlu” birkaç makale atmayı düşündü, böylelikle münasebet kurulmuş olacaktı. Yoksa doğrudan doğruya amaca koşup ilanıaşk etmek mi daha iyi idi? O zaman oturup lirik coşkunluklarla ve hitaplarla dolu on iki sayfalık bir mektup kaleme aldı, ama yırttı; başarısızlığa uğramaktan korkup uyuşunca hiçbir teşebbüse girişmedi, hiçbir şey yapmadı.
Arnoux’nun dükkânının üstünde, birinci katta, her akşam aydınlanan üç pencere vardı. Bu pencerelerin ardında birtakım gölgeler, en çok da bir gölge, o kadının gölgesi dolaşırdı. Frédéric bu pencerelere bakmak, bu gölgeyi seyretmek için hiç üşenmez, ta uzaklardan kalkıp gelirdi.
Bir gün Tuileries’de küçük bir kızı elinden tutmuş zenci bir kadınla karşılaşınca Madam Arnoux’nun zenci hizmetçisini hatırladı. O da başka kadınlar gibi buraya gelmiş olacaktı. Tuileries’den her geçişinde Frédéric’in bu kadına rastlamak umudu ile kalbi çarpardı. Güneşli havalardaki gezintilerinde Champs-Elysees’nin nihayetine kadar uzanırdı.
Arabaların içine rehavetle kurulmuş, örtüleri rüzgârda dalgalanan kadınlar, atların sert yürüyüşü ile cilalı derileri çıtırdatan hafif bir sallantı ile önünden geçerlerdi. Gittikçe artan araba kalabalığı Rond-Point’dan sonra yavaşlar, bütün yolu kaplardı. Atların yeleleri, arabaların fenerleri birbirine değerdi; çelik üzengiler, gümüş kantarma zincirleri, bakır tokalar, kısa külot pantolonlar, beyaz eldivenler, araba kapılarındaki armaların üstüne dökülen kürkler arasında öteye beriye küçük küçük ışıklar saçardı. Frédéric uzak bir âlemde kaybolmuş gibi hissederdi kendini. Gözleri kadın başları üstünde dolaşır, en küçük benzerlikler bile ona Madam Arnoux’yu hatırlatırdı. Bu kadını, başka kadınlar arasında, Madam Dambreuse’ün kupa arabası gibi bir arabada gözlerinin önüne getirirdi. Ama güneş batmıştır, soğuk rüzgâr ortalığı toza dumana katmıştır. Arabacılar çenelerini kravatlarının içine sokarlar, tekerlekler daha hızlı dönmeye başlar, kaldırımlar zangırdardı; bütün arabalar, birbirine sürünerek, birbirini geçerek, birbirinden ayrılarak geniş caddeden dörtnala koşarak akarlar, sonra Concorde Meydanı’nda dağılırlardı. Tuileries’nin arkalarında gök arduvazların rengine bürünür, bahçenin ağaçları tepeleri morarmış kocaman yığınlar hâline gelirdi. Sokak fenerleri yanar, bütün enginliğince yeşilimsi Seine Nehri köprülerin ayaklarında gümüş harelere ayrılırdı.
La Harpe Sokağı’ndaki bir lokantaya gidip kırk üç meteliğe akşam yemeğini yiyecekti.
Akajudan eski tezgâha, lekeli peçetelere, kirli, pis gümüş takımlara, duvara asılmış şapkalara iyi bir gözle bakmazdı. Masalarda oturanlar hep kendisi gibi öğrenciydi. Profesörlerinin, metreslerinin sözünü ederlerdi. Profesörler pek umurundaydı ya! Sanki metresi var mıydı? Bu öğrencilerin neşeli havasından uzak kalmak için lokantaya mümkün olduğu kadar geç gelirdi. Masaların üstü yemek artıklarıyla doluydu. Yorgun düşmüş olan iki garson birer köşeye çekilmiş, uyuklamaktaydı. Tenha salonu mutfak, lamba isi ve tütün kokuları doldurmuştur.
Sonra, sokaklarda ağır ağır yürürdü. Fenerler sallanır, solgun, uzun ışıklar çamurlarda titreşir, yaya kaldırımlarının kıyısında şemsiyeli insan gölgeleri geçip gider. Kaldırımlara yıvış yıvış çiy yağmaktadır, nemli karanlıklar kendisini sarıp sarmalayarak durmadan kalbinin derinliklerine iner gibi gelir ona.
Bir vicdan azabı duydu. Yine derslere gitmeye başladı. Ama anlatılan konuları hiç bilmediğinden en basit şeyler karşısında apışıp kalıyordu.
Balıkçının Oğlu Sylvio adlı bir roman yazmaya başladı. Olay, Venedik’te geçiyordu. Romanın erkek kahramanı kendisi, kadın kahramanı da Madam Arnoux. Adı Antonia’ydı; bu kadını elde etmek için erkek birçok beyzadeleri öldürmüş, şehrin bir bölüğünü ateşe vermiş, kadının Montmartre Bulvarı’ndaki gibi kırmızı Şam kumaşından perdeleri hafif ve serin rüzgârda çırpınan balkonu altında şarkılar söylemişti. Aklına geleni yazdığının farkına varınca cesareti kırıldı, işi daha ileri götürmedi, bu sefer büsbütün avare oldu.
O zaman gelip kendisiyle oturması için Deslauriers’ye yalvardı.
Kendisinin yıllık iki bin frank geliriyle yaşamanın yolunu bulacaklardı; elverir ki bu bunaltıcı yaşayıştan kurtulsun. Deslauriers daha şimdilik Troyes’dan ayrılamazdı. Frédéric’i gönlünü eğlendirmeye, Senecal’le sık sık görüşmeye teşvik etti.
Matematik müzakerecisi olan Senecal, cumhuriyetçi fikirler taşıyan, yarının Saint-Just’ü olacak kafalı bir adam, diyordu kâtip. Frédéric bu adamın beş kat merdivenini üç defa tırmandığı hâlde o bir defa olsun gelmeyince bir daha da gitmedi.
Eğlenmek istedi. Opera’nın balolarına gitti. Bu gürültülü patırtılı neşeler daha kapıda onu buz gibi dondurdu. Zaten gece yemeklerinin, ardından gelen domino partilerinin, altından kalkılamayacak birtakım masraf kapıları açacağını düşünüp parasız kalmak korkusu ile bu türlü eğlencelerden vazgeçmek zorunda kalmıştı.
Böyle olmakla beraber, sevilecek bir erkek olarak görüyordu kendini. Bazen kalbi umutla dolu olarak uyanır, bir randevuya gider gibi titizlikle giyinir, Paris sokaklarına düşerdi. Her önünden giden veya her karşıdan gelen kadın için “Nah, işte o!” derdi içinden. Her seferinde de yeni bir hayal kırıklığına uğrardı. Madam Arnoux düşüncesi bu arzuları kuvvetlendirirdi. Belki bir gün yol üstünde karşısına çıkıverecekti. O zaman, bu kadına sokulmak için tesadüfün çıkaracağı birtakım güçlükler, olağanüstü tehlikeler hayal ederdi, onu bunlardan kendisi kurtaracaktı.
Böylece, günler hep aynı alışkanlıklar, aynı sıkıntılar içinde geçiyordu. Odeon’un kemerleri altında birtakım broşürleri karıştırıyor, gidip kahvede Revue des Deux Mondes adlı dergiyi okuyor, gidip Collège de France’in bir salonuna giriyor, bir saat Çince veya siyasi iktisat dersi dinliyordu. Her hafta Deslauriers’ye uzun uzun mektuplar yazıyor, ara sıra akşam yemeğini Martinon’la birlikte yiyor, bazen Bay de Cisy’yi gördüğü oluyordu.
Bir piyano kiraladı, birkaç Alman valsı besteledi.
Bir akşam, Palais-Royal Tiyatrosu’nda Arnoux’yu sahneye yakın olan localardan birinde bir kadınla beraber gördü. Bu kadın acaba o muydu? Locanın çekik olan canfes perdesi yüzünü kapamıştı. Nihayet perde açıldı; locanın perdesi de itildi. Uzun boylu, otuz yaşlarında, solgun yüzlü bir kadındı bu; gülerken kalın dudaklarının arasından sedef gibi parlak dişleri görünüyordu. Arnoux ile senli benli konuşuyor, yelpazesiyle parmaklarına vuruyordu. Sonra sarışın, ağlamış gibi göz kapakları kırmızı bir kız gelip ikisinin arasına oturdu. Ondan sonra Arnoux hep bu kızın omzunun üstünden eğilip kadınla konuştu, o hiç karşılık vermeden dinliyordu. Frédéric sade, düz, devrik yakalı koyu renk elbiseler giymiş bu kadınların neyin nesi olduğunu anlayacağım diye kafasını yormuş durmuştu.
Oyun biter bitmez koridorlara fırladı. Kalabalıktan geçilmiyordu. Arnoux, iki kadını koluna takmış, merdivenleri teker teker iniyordu.
Hava gazı lambasında birdenbire yüzü aydınlandı. Şapkasında yas alameti vardı. Sakın o kadın ölmüş olmasın? Bu düşünce Frédéric’i o kadar çok heyecanlandırdı ki ertesi gün Art Industriel’de soluğu aldı, camekânın önündeki sergide duran gravürlerden bir tanesini alıp hemen parasını verdi, dükkândaki çırağa Bay Arnoux’nun iyi olup olmadığını sordu.
“Çok iyi!” diye çırak karşılık verdi.
Frédéric sararıp solarak “Ya madam?” diye ekledi.
“O da çok iyi!”
Frédéric gravürü almayı filan unuttu.
Kış geçip bahar gelince üzüntüleri biraz azaldı, imtihana hazırlanmaya başladı, zayıf bir derece ile geçince kalkıp Nogent’a gitti.
Annesinin itirazlarıyla karşılaşmamak için Troyes’a arkadaşını hiç görmeye gitmedi. Sonra Paris’e döndüğünde eski oturduğu odasını bıraktı, Napolyon Rıhtımı’nda iki oda tuttu, dayayıp döşedi. Dambreuse’lere davet edilmekten umudunu kesmişti; Madam Arnoux’ya karşı beslediği ihtiras sönmeye yüz tutmuştu.
IV
Bir aralık ayı sabahı, muhakeme usulü dersine giderken Saint-Jacques Sokağı’nda her zamankinden fazla bir kaynama görür gibi oldu. Öğrenciler kahvelerden dışarı fırlıyor veya açık pencerelerden komşular birbirine sesleniyor, dükkâncılar yaya kaldırımında durmuş, endişe ile bakıyor, panjurlar kapanıyordu. Soufflot Sokağı’na varınca Pantheon etrafında büyük bir kalabalığın toplandığını gördü.
Delikanlılar, beşer onar kişilik gruplar hâlinde kol kola girmiş dolaşıyor, ötede beride duran daha büyücek grupların yanına sokuluyorlardı. Meydanın nihayetinde, parmaklıklara dayanmış iş elbiseli birtakım adamlar hararetli hararetli konuşurken, başlarındaki üç köşeli şapkaları yan yatmış, elleri ardında belediye çavuşları, çizmeleriyle kaldırımları çınlatarak, duvar diplerinde gidip geliyorlardı. Hepsinde esrarlı, şaşırmış bir hâl vardı; belli ki bir şeyler bekliyorlardı; her birinin dudak uçlarında bir soru işareti belirmişti.
Frédéric, sarışın, güler yüzlü, Louis XIII devri kibarları gibi bıyıklı ve barbişli bir delikanlının yanında duruyordu. Karışıklığın sebebini ondan sordu.
“Neden olduğunu bilmiyorum.” diye öteki karşılık verdi. “Hiçbir bilen de yok. Şimdi de bunlar moda oldu! Ne güzel komedi!”
Sonra da kahkaha ile güldü.
Humann nüfus sayımına ekli olarak Garde Nationale’de imza ettirilen ıslahat isteği dilekçeleri, daha başka olaylar, altı aydan beridir Paris’te sebepli sebepsiz birtakım sokak toplantılarına yol açmıştı; bu toplanmalar sık sık tekrarlanınca gazeteler de artık bunların lafını etmez olmuştu.
Frédéric’in yanında duran delikanlı “Doğru dürüst ne bir şekli ne bir rengi var!” diye devam etti. “Öyle sanıyorum ki efendim, biz bozulmuşuz! O güzelim On Birinci Louis devrinde, hatta Benjamin Constant zamanında bile, öğrenciler arasında daha çok isyan hareketleri görülürdü. Bence bunlar koyun gibi sessiz, hıyar turşusu gibi ahmak, bakkallık etmekten başka işe yaramaz birtakım sersemler, vallahi! Şu okul gençliği dediklerine bakın!”
Robert Macaire rolündeki Frédéric, Lemaitre gibi kollarını iki yana açtı.
“Okul gençliği, seni kutlarım!”
Bir şarapçı dükkânının önündeki istiridye kabuklarını karıştıran süprüntü toplayıcısına söz atarak “Sen de bu okul gençliğinden misin?” dedi.
İhtiyar ürkmüş yüzünü kaldırdı, bu yüzün kırçıl sakalları ortasında kırmızı bir burunla, bir çift şaşkın, baygın göz seçiliyordu.
“Değilsin!” dedi. “Sen, türlü gruplarda, avuç avuç altın saçtığı görülen o zindan kaçkını suratlı adamlardan biri gibi görünüyorsun gözüme. Oh! Saç babalık, saç! Albion’un hazineleriyle ahlakımı boz benim! Are you English? Keyhüsrev’in ihsanlarını almazlık etmem! Biraz da gümrük birliğinin lafını edelim.”
Frédéric omzuna dokunulduğunu duymuştu, dönüp baktı. Martinon’muş dokunan! Yüzü sapsarıydı.
Derin bir ah çekerek “Ne o! Yine mi ayaklanma!” dedi.
Başı derde girecek diye korkmuş, sızlanıyordu. En çok da gizli cemiyetlerden olan bu iş elbiseli adamlardan kuşkulanıyormuş.
“Gizli cemiyetler var mı?” diye bıyıklı delikanlı sordu. “Burjuvaların gözünü korkutmak için hükûmetin yaptığı eskimiş, bayat bir şaka bu!”
Martinon, polisten korktuğu için alçak sesle konuşmasını söyledi.
“Hâlâ mı polisten korkuyorsunuz siz? Hem benim hafiyenin biri olmadığımı ne biliyorsunuz bayım?”
Bu sözleri söyledikten sonra öyle bir bakış baktı ki pek heyecanlanan Martinon, önce bunun bir şaka olduğunu hiç anlamadı. Kalabalık üçünü de itmiş, bunları yeni amfiteatra giden koridorun başındaki merdivenin üstüne çıkmaya zorlamıştı.
Biraz sonra kalabalık kendiliğinden yarıldı, birçok başlar göründü; geniş redingotunun içinde, gümüş çerçeveli gözlüklerini havaya kaldırarak nefes darlığından soluk soluğa, dersini vermek için ağır ağır ilerleyen ünlü profesör Samuel Rondelot’u herkes selamlıyordu. Bu adam 19. yüzyılın anlı şanlı hukukçularından biri, Zacharie’lerin, Ruhdorff’ların rakibiydi. Âyan üyesi olmak, hâlinde hiçbir değişiklik yapmamıştı. Herkes onu fakir bir insan biliyor, büyük bir saygı gösteriyordu.
Bu sırada, meydanın nihayetindeki birkaç kişi bağırdı:
“Kahrolsun Guizot!”
“Kahrolsun Pritchard!”
“Kahrolsun satılmışlar!”
“Kahrolsun Louis-Philippe!”
Kalabalık harekete geçti, kapatılmış olan avlu kapısının önünde birikerek profesörün daha fazla ilerlemesine engel olmuştu. O da merdivenin başında durdu, biraz sonra da en üst basamağında göründü. Konuştu, bir uğultu sesini bastırdı. Biraz önce herkes kendisini sevdiği hâlde şimdi nefret ediyordu. Devlet yetkisini temsil ediyordu çünkü. Her sesini duyurmak isteyişinde bağrışmalar tekrar başlıyordu. Öğrencileri peşinden gelmeye sürüklemek için büyük bir jest yaptı, hep bir ağızdan öfkeli sözlerle karşılandı. Hor gören bir eda ile omuzlarını silkti, koridora daldı. Martinon tam o sırada sıvışmak için bulunduğu yerden faydalanmıştı.
“Ne korkak şeymiş!” dedi Frédéric.
“Temkinli davranıyor!” dedi bir başkası.
Kalabalıktan bir alkıştır koptu. Profesörün bozguna uğraması kalabalık için bir zaferdi. Meraklılar pencerelere dolmuş bakıyorlardı. Birkaç kişi Marseillaise’i söylemeye başlamıştı; kimileri Beranger’in evine gitmeyi teklif ediyordu.
“Lafitte’in evine!”
“Chateaubriand’ın evine!”
Bıyıklı delikanlı ise “Voltaire’in evine!” diye gürledi.
Belediye çavuşları pek tatlılıkla, “Haydi baylar, çekilin, gidin!” diyerek kalabalığın arasında dolaşmaya çalışıyorlardı.
“Öldürenler kahrolsun!” diye bağırdı biri.
Eylül ayı kargaşalıklarından beri hiç ağızdan düşmeyen bir küfür olmuştu bu. Herkes bu küfrü tekrarladı. Genel asayişin muhafızları ıslıklanıyor, yuhalanıyordu. Muhafızların hepsinin de benzi sararmaya başlamıştı. İçlerinden biri daha fazla dayanamadı, yanına sokulup suratına karşı gülen ufak tefek bir delikanlıyı gözüne kestirerek öyle sertçe itti ki beş adım öteye, şarapçı dükkânının önüne arkaüstü yere düşürdü. Herkes bir tarafa çekildi, ama hemen ardından, saçları, bir avuç kıtık gibi muşamba kasketinin altından fırlayan Herkül gibi birisinden yediği yumrukla kendisi de yere yuvarlandı.
Birkaç dakika sonra Saint-Jacques Sokağı’nın başında yakalanınca elindeki geniş resim kartonunu fırlattığı gibi, belediye çavuşunun üstüne atıldı, hemen altına aldı, suratına yumruk atmaya başladı. Öteki çavuşlar koşuştular. Yaman delikanlı o kadar kuvvetliydi ki ancak dört kişi zapt edebildi. İkisi yakasına yapışmış, ikisi kollarından çekiyor, dizi ile karnına vurup duruyor, hepsi de haydut, katil, kışkırtıcı diye bağırıyordu. Üstü başı yırtılmış, göğsü bağrı açık olan delikanlı suçsuz olduğunu söylüyordu. Çocuğun dövüldüğünü görünce kendini tutamamıştı.
“Adım Dussardier! Clery Sokağı’nda, dantelacı ve tuhafiyeci Valinçart kardeşlerin yanında çalışıyorum. Kartonum nerede? Kartonumu isterim!”
“Dussardier, Clery Sokağı, kartonum!” deyip duruyordu.
Neyse, yatıştı; sabırlı ve metin bir insan hâliyle Descartes Sokağı’ndaki karakola gitmeye razı oldu. Büyük bir kalabalık peşine takıldı. Ticarethane memuruna hayran olan ve devlet makamlarının şiddetli hareketine isyan eden Frédéric’le bıyıklı delikanlı da ardından yürüyorlardı.
İlerledikçe kalabalık azalıyordu.
Belediye çavuşları ara sıra dönüp yiyecekmiş gibi arkalarına bakıyorlardı. Yaygaracılar yapacak bir şey, meraklılar da görülecek bir şey kalmayınca yavaş yavaş çekip gidiyorlardı. Gelen geçen Dussardier’ye alıcı gözle bakıyor, yüksek sesle hakaret dolu yorumlarda bulunuyorlardı. Evinin kapısı önünde duran ihtiyar bir kadın “Ekmek çalmış!” diye bağırmaktan bile çekinmedi; edilen bu haksızlık iki dostu iyi öfkelendirdi. Gide gide sonunda nizamiye karakoluna vardılar. Topu topu yirmi kişi kadar kalmıştı. Askerleri görünce hepsi çil yavrusu gibi dağıldı.
Frédéric’le arkadaşı, cesaret gösterip hapse atılanı geri almak istediler. Karakoldaki nöbetçi, “Üstelerseniz sizi de hapse tıkarım!” diye bunların gözünü korkuttu. Karakol komutanına çıkmak istediler, adlarını, hukuk öğrencisi olduklarını, hapsedilenin de okul arkadaşları olduğunu söylediler.
Bunları çırçıplak bir odaya soktular, içeride dumandan kararmış duvar kıyılarına dört tahta sıra uzatılmıştı. Dipteki küçük pencere açıldı. O zaman, Dussardier’nin gürbüz yüzü göründü; dağınık saçlarıyla, içi temiz gözleri ve ucu dört köşe burnu ile sevimli bir köpeğin yüzünü andırıyordu.
“Bizi tanıyor musun?” dedi Hussonnet.
Bıyıklı delikanlının adıydı bu.
“Ama…” diye Dussardier kekeledi.
“Haydi, haydi, sersemlik etme!” diye öteki atıldı. “Herkes senin de bizim gibi hukuk öğrencisi olduğunu biliyor.”
Gözlerini kırpıştırdığı hâlde Dussardier hiçbir şey sezinlememişti. Kendini toplar gibi oldu, sonra birdenbire “Kartonum bulundu mu?” dedi.
“Aa, hani şu içine ders notlarını koyduğun karton mu? Evet, bulundu, merak etme!”
Onlar bu oyunu azıtınca sonunda Dussardier kendisine yardımda bulunmak için geldiklerini anladı; iki gencin başını derde sokmaktan korkup sustu. Öğrenci seviyesine yükseldiğini ve bu beyaz elli delikanlılarla bir akran kılındığını görünce zaten utanır gibi olmuştu.
Frédéric “Kimseye söylenecek bir şeyin var mı?” diye sordu.
“Teşekkür ederim, kimseye yok.”
“Ailene filan?..”
Hiç karşılık vermeden başını önüne eğdi. Zavallı oğlan piçti. İki dost, onun susuşuna şaşıp kalmıştı.
“Tütünün filan var mı?” dedi Frédéric.
Dussardier üstünü arandı, sonra cebinden ayrı parçalar hâlinde bir pipo çıkardı; lüle taşından, güzel bir pipoydu bu. Karaağaçtan bir sapı, gümüşten kapağı, kehribardan ağızlığı vardı. Üç yıldır bu pipoyu bir şaheser hâline getirmeye çalışıyormuş. Lülesini güderi kılıf içine koymaya, tütünü sindire sindire içmeye, hiç mermer üstüne koymamaya, akşamları da yatağının başı ucuna asmaya her zaman dikkat ediyormuş. Şimdi piponun parçalarını tırnakları kanlı olan elinde sallıyordu. Çenesi göğsüne düşmüş, göz bebekleri hiç oynamadan, sevincinin bu yıkıntılarını tarifsiz, hüzün dolu bir bakışla seyrediyordu.
Hussonnet alçak sesle, Dussardier’ye de anlatmak istediği bir jestle:
“Yaprak sigarası versek mi ona, ne dersiniz?” dedi.
Frédéric küçük pencerenin kıyısına içi yaprak sigarası dolu bir tabaka koymuştu bile.
“Haydi, al! Allah’a ısmarladık, cesur ol!”
Dussardier kendisine uzanan iki eli kaptı. Büyük bir coşkunlukla sıkıyor, sesi hıçkırıklarla kesiliyordu:
“Nasıl? Bana! Bana ha!..”
İki dost Dussardier’yi minnet altında bırakmamak için dışarı çıktılar, Lüksemburg’un karşısındaki Tabourey Kahvesi’ne yemek yemeye gittiler.
Bifteğini keserken Hussonnet arkadaşına moda gazetelerinde çalıştığını, Art Industriel’e küçük reklam yazıları yazdığını anlattı.
“Jacques Arnoux’nun mağazasında değil mi?” dedi Frédéric.
“Tanıyor musunuz kendisini?”
“Evet! Yok. Diyeceğim, görmüşlüğüm var, bir yerde rastlamıştım.”
Hussonnet’ye Arnoux’nun karısını görüp görmediğini önem vermezmiş gibi sordu.
“Ara sıra…” diye Bohem karşılık verdi.
Frédéric daha fazla sormaya cesaret edemedi; bu adam hayatında çok büyük bir yer kazanmıştı. Yemek parasını verdi, öteki hiç olmaz molmaz demedi.
Birbirlerinden pek hoşlanmışlardı; bu ona, o buna adresini verdi. Frédéric’e Fleurus Sokağı’na kadar kendisine yoldaşlık etmesini dostça teklif etti.
Bahçenin ortasına geldikleri zaman, Arnoux’nun memuru soluğunu kesip yüzünü çirkin bir şekilde buruşturarak horoz gibi ötmeye başladı. Etraftaki bütün horozlar da uzun uzun öterek karşılık verdi.
“Bu bir işarettir.” dedi Hussonnet.
Robino Tiyatrosu’nun yanında, ağaçlıklı bir yolun sonundaki bir evin önünde durdular. Çatı katının penceresinde, Frenk tereleri ve burçaklar arasında başı açık, korseli bir kadın göründü, iki kolunu yağmur oluğunun kıyısına dayadı.
Hussonnet kadına öpücükler göndererek, “Günaydın meleğim, günaydın geyik yavrusu.” dedi.
Bir tekme vurup bahçe kapısını açtı, içeri girip kayboldu.
Frédéric bütün hafta, gelir diye onu bekledi. Evine gitmeye cesaret edemedi, sabırsızlığından kendisini yemeğe davet ettirmek manası çıkarılır diye çekindi, ama Quartier Latin’de onu aramadık yer bırakmadı. Bir akşam rastlayınca alıp Napolyon Rıhtımı’ndaki evine götürdü.
Uzun uzun konuştular, birbirlerine sırlarını açtılar. Hussonnet tiyatroda çok şöhret ve para kazanmak sevdasındaydı. Kabul edilmeyen birkaç vodvilin yazılmasına katılmış, bir sürü, piyes planları yapmış, şarkılar çırpıştırmıştı; birkaçını söyledi. Sonra kitap rafında Hugo’nun ve Lamartine’in birer eseri gözüne ilişince romantik okula attı tuttu, acı acı alay etti. Bu şairlerin ne sağduyuları vardı ne kurala önem verirdi bunlar, hele Fransız da değillerdi! Hussonnet dilini bilmekle övünüyor, ciddi sanat konusunda şakacı tabiatlı kimseleri seçkin kılan o hırçın haşinlikle, o akademik zevkle en güzel cümleleri didik didik ediyordu.
Frédéric en sevdiği şeylerin hırpalanmasından incinmişti; bozuşmak arzusu geçmişti içinden. Mutluluğunun temel taşı olan sözü niçin söylemesindi hemen? Kendisini Arnoux’lara tanıtıp tanıtamayacağını edebiyat çömezine sordu.
Ondan kolay ne var? Ertesi gün buluşup gitmek için sözleştiler.
Hussonnet randevuya gelmedi; ondan sonraki üç randevuya da gelmedi. Bir cumartesi günü, saat dörde doğru çıkageldi. Ama hazır altında araba varken önce bir loca bileti almak için Theatre-Français’in önünde durdu; bir terziye, bir dikişçi kıza uğradı; kapıcı odalarına girip pusulalar yazdı. Hele şükür, Montmartre Bulvarı’na vardılar. Frédéric dükkândan içeri girip merdivenlerden çıktı. Arnoux yazı masasının önüne konan aynada onu görüp tanıdı. Yazısını yazmaya devam ederek omzunun üstünden elini uzattı.
Avluya açılan tek bir pencere ile aydınlanmış daracık odayı ayakta duran beş altı kişi doldurmuştu. Dipte yünlü kahverengi Şam kumaşından iki kapı perdesi arasındaki girintiyi aynı kumaşla kaplanmış bir kanepe doldurmuştu. Kâğıt yığınlarıyla dolu şöminenin üstünde tunçtan bir Venüs, bunun iki yanında pembe mumları olan kollu birer şamdan vardı. Sağda, dosya rafının yanında, başında şapkası olan bir adam koltukta oturmuş, gazete okuyordu; duvarlar estamplarla, tablolarla, Jacques Arnoux’ya en içten gelen bir sevgi beslendiğini anlatan ithaflarla süslenmiş çağdaş ustaların değerli gravürleri veya desenleriyle kaplıydı.
Arnoux, Frédéric’e doğru dönerek “Her zamanki gibi yine iyisiniz ya?” dedi. Vereceği karşılığı beklemeden, alçak sesle Hussonnet’ye, “Arkadaşınızın adı ne?” diye sordu. Sonra yüksek sesle, “Dosya rafının üstündeki kutudan yaprak sigarası alsanıza.” dedi.
Paris’in ta göbeğinde bulunan Art Industriel rahat bir buluşma yeriydi, birbirini çekememelerin en içli dışlı olduğu tarafsız bir alandı. O gün orada bulunanlar arasında, kral portreleri yapan Antenor Braive, Cezayir Savaşları desenleriyle popüler olmaya başlayan Jules Burrieu, Karikatürcü Sombaz, Heykeltıraş Vourdat ve daha başkaları da vardı. Ama hiçbiri de öğrencinin önceden edinilmiş kanaatlerine karşılık vermemişti. Hepsi de tavırları sade, serbest konuşan insanlardı. Mistik Lovarias açık saçık bir hikâye anlatmaya başladı; Doğu manzaralarını icat eden mahut Dittmer, yeleğinin altına makine örgüsü bir gömlek giymişti, “Yine geleceğim.” diyerek omnibüse bindi, gitti.
Önce eskiden modellik eden Apollonie adlı bir kadından laf açıldı. Burrieu onu dört atlı bir arabada bulvardan geçerken gördüğünü iddia ediyordu. Hussonnet bu değişiklikte birkaç besleyicinin parmağı olduğunu izah etti.
“Bu çapkın, Paris orospularını nasıl da tanıyor!” dedi Arnoux.
Bohem, Napolyon’a matarasını uzatan humbaracı gibi, askerce bir selam vererek “Sizden bize sıra kalırsa haşmetlim.” diye karşılık verdi.
Sonra, Apollonie’nin başını gösteren birkaç tablo üzerinde tartışıldı. Orada bulunmayan meslektaşlar tenkit edildi. Eserlerinin bu kadar az para etmesine hepsi de şaşıyordu, hepsi de hiç iyi kazanamadıklarından sızlandıkları bir sırada, orta boylu, frakı tek düğme ile ilikli, gözleri canlı, az buçuk kaçık bir adam içeri girdi.
“Bütün burjuvalar buraya toplanmışsınız yahu!” dedi. “Ne oluyorsunuz, Allah aşkına! Şaheserler döktüren eskilerin parada gözü mü vardı? Corregio, Murillo…”
“Pellerin’i de katın.” dedi Sombaz.
Ama bu sözlerin altında saklı olan hicvi anlamayıp öyle dehşet bir söylev çekmekte devam etti ki Arnoux iki kere, “Karım perşembe günü sizi görmek istiyor. Unutmayın!..” diye tekrarlamak zorunda kaldı.
Bu sözler Madam Arnoux’yu Frédéric’in aklına getirdi. Evine, herhâlde divanın yanındaki küçük odadan geçilecek. Arnoux, mendil almak için demincek bu kapıyı açmış, Frédéric’in gözüne dipteki lavabo ilişmişti. Ama şöminenin yanından homurtuya benzer bir ses geldi; koltukta oturmuş, gazete okuyan adamdı bu sesi çıkaran. Beş ayak dokuz pus[3 - Pus: İnç. (e.n.)] boyundaydı, göz kapakları biraz devrikti, saçları kırçıldı, heybetli bir hâli vardı, adı da Regimbart.
“Vatandaş ne o yine?” dedi Arnoux.
“Hükûmetin yeni bir alçaklığı daha!”
Bir okul öğretmeni işinden çıkarılmış. Pellerin, Michel-Angelo ile Shakespeare arasında bulduğu benzerliği yine anlatmaya başladı. Dittmer gidiyordu. Arnoux yakalayıp avucuna iki banka kaymesi sıkıştırdı. O zaman, Hussonnet fırsatı ganimet bilip “Sevgili patronum, bana da avans vermez misiniz?” dedi.
Ama Arnoux tekrar yerine oturmuş, pis kılıklı, mavi gözlüklü bir ihtiyara çıkışıyordu:
“Aa! Amma da yaptınız ha, Isaac Baba! Bakın, üç eserinizin üçü de gözden düştü, mahvoldu! El âlem benimle alay ediyor! Herkes bunları tanıdı bir kere! Ne yapayım istiyorsunuz? Kaliforniya’ya mı göndereyim yani? Haydi, susun Allah aşkına!”
Bu adamcağızın marifeti bu tabloların altına eski ustaların imzalarını atmaktı. Arnoux para vermek istemiyordu; ihtiyarı tersleyerek başından savdı. Sonra edasını değiştirerek nişanı olan, kurum satan, favorili ve beyaz kravatlı bir bayı selamladı.
Dirseğini pencerenin sürgü koluna dayayıp tatlı görünen yapmacık bir eda takınarak onunla uzun uzun konuştu. Sonunda patladı:
“Şükür, simsardan yana sıkıntı çektiğim yok, Kont Hazretleri!”
Beyzade razı olunca Arnoux yirmi beş altın verip hesabını ödedi, çıkar çıkmaz hemen ardından “Bu büyük beyzadeler ne sırnaşık şeyler!” dedi.
“Hepsi de sefil takımı!” diye Regimbart mırıldandı.
Saat ilerledikçe Arnoux’nun uğraşmaları da artıyordu; makaleleri sınıf sınıf ayırıyor, mektupları açıyor, hesapları sırasıyla yazıyordu; mağazadan gelen çekiç seslerini duyunca ambalajlara bakmak için çıkıyor, sonra gelip yine işine dalıyordu. Bir taraftan yazı yazarken bir taraftan da edilen şakalara karşılık yetiştiriyordu. Bu akşam avukatının evinde yemek yiyecek, ertesi gün Belçika’ya gitmek için yola çıkacaktı.
Ötekiler günlük olaylar, Cherubini’nin portresi, Güzel Sanatlar Salonu, yakında açılacak sergi üzerinde konuşuyorlardı. Pellerin Institut’ye ateş püskürüyordu. Dedikodular, tartışmalar almış yürümüştü. Tavanı basık olan oda o kadar doluydu ki kıpırdayacak yer yoktu. Pembe mumların aydınlığı sigara dumanları içinden, sis içindeki güneş ışınları gibi süzülüyordu.
Divanın yanındaki kapı açıldı; ince, uzun bir kadın kara canfes elbisesi üstündeki saatinin bütün küçük ziynetlerini çın çın öttüren sert hareketlerle içeri girdi.
Geçen yaz Palais-Royal Tiyatrosu’nda görülen kadındı bu. Birkaç kişi, adını söyleyerek onunla el sıkıştı. Hussonnet zar zor bir elli frank koparmıştı; saat yediyi çaldı, herkes çekilip gitti.
Arnoux, Pellerin’e kalmasını söyledi ve Matmazel Vatnaz’ı küçük odaya götürdü.
Frédéric ne konuştuklarını işitemiyordu, fısıldaşıyorlardı çünkü. Bununla beraber, kadının sesi yükseldi:
“İş biteli altı ay oluyor, ben hâlâ bekliyorum.”
Uzun süren bir sessizlik oldu, Matmazel Vatnaz tekrar göründü. Arnoux yine ona bir şeyler söz vermişti.
“Oh! Oh! Göreceğiz, bakalım!”
“Allah’a ısmarladık, mutlu erkek!” dedi giderken.
Arnoux telaşla yine küçük odaya girdi, bıyıklarına kozmetik sürdü, pantolonun subyelerini germek için askılarını çekip düzeltti. Ellerini yıkarken de “Bana her biri iki yüz elli franga, Roucher biçiminde iki kapı pervazı üstü dekorasyonu lazım olacak, anlaşıldı mı?” dedi.
“Olur.” dedi sanatçı, yüzü kızarmıştı.
“Pekâlâ… Karımı da unutmayın.”
Frédéric, Poissionière dış mahallesinin üst başına kadar Pellerin’e yoldaşlık etti, ara sıra gelip kendini görmesine müsaade etmesini rica etti. Bu müsaade güler yüzle bağışlandı.
Pellerin gerçek güzellik nazariyesini bulmak için bütün estetik kitaplarını okurdu; bu nazariyeyi bulduğu gün şaheserler yaratacağına inanırdı. Desen, alçı model, gravür gibi akla gelebilecek bütün yardımcı şeyleri etrafına toplamıştı; araştırır, kendi kendini yerdi; kabahati zamaneye, sinirlerine, atölyesine bulur, ilhamla karşılaşmak için sokağa çıkar, bulacağım diye ürpermeler geçirirdi; sonra, başladığı eseri yüzüstü bırakır, herhâlde daha güzel olacak bir yenisine başlardı. Böylece, şan ve şeref hırsıyla yanıp tutuşarak, bütün günlerini tartışmalarla geçirip saçma sapan şeylere, sistemlere, tenkitlere, sanat konusunda bir reforma veya bir düzene inandığından, elli yaşına geldiği hâlde hâlâ ortaya birkaç taslaktan başka bir şey çıkaramamıştı. Sarsılmaz gururu kendisini cesaretsizliğe düşmekten koruyordu, ama her zaman sinirliydi ve komedyenlerde görülen o hem tabii hem de yapmacık coşkunluk içindeydi.
Evine girince iki tablo insanın gözüne çarpardı; bu tablolarını ötesine berisine serpiştirilmiş renkler beyaz bez üzerinde kahverengi, kırmızı, mavi birtakım lekeler gibi görünürdü. Bunların üzerine tebeşirle çizilmiş bir sürü çizgiler, bir ağın düğüm üstüne düğüm vurulmuş iplikleri gibi uzar giderdi. Pellerin bu iki tablonun konusunu, tamamlanmamış yerlerini parmağı ile göstererek izah etti. Bunlardan biri Buhtunnasr’ın çılgınlığını, öteki de Neron tarafından Roma’nın yakılışını anlatıyormuş. Frédéric bu tablolara hayran kaldı.
Saçı başı dağınık kadın resimlerini, fırtınalı bir havada yan yatmış ağaç gövdelerini gösteren peyzajları, en çok da asıllarını görmediği Callot, Rembrandt veya Goya’yı hatırlatan, kalemle çiziktiriliverilmiş şeyleri hayran hayran seyretti. Gençliğinde yaptığı bu şeylere Pellerin artık değer vermiyormuş gibi, gözü büyük şeylerdeymiş gibi, Phidias ve Winckelmann üstünde bir söylevci edasıyla nazariyeci gibi konuştu. Etrafındaki şeyler sözlerinin kuvvetini arttırıyordu: Bir dua iskemlesi üstünde bir ölü başı, birkaç yatağan, bir keşiş elbisesi görünüyordu. Frédéric bu elbiseyi giydi.
Erken geldiği zamanlar, Pellerin’i bir yorgan parçası altında portatif karyolasında yatar bulurdu. Çünkü hiç tiyatroları kaçırmayan sanatçı, geceleri geç yatardı. Ev işini üstü başı partal bir kadın görürdü, yemeğini bir koltuk meyhanesinde[4 - Koltuk meyhanesi: İşlek semtlerde, yol üzerinde bulunan, az mezeyle ayaküstü içki içilen ucuz meyhane. (e.n.)] ucuza yerdi, metressiz yaşardı. Derme çatma olan bilgileri, aykırı sözlerini eğlendirici hâle getirirdi. Bayağılığa ve burjuvaya karşı nefreti, yüce bir lirizmi olan acı alaylarla dolup taşardı; ustalara öyle dinî bir saygı gösterirdi ki bu saygı âdeta onu bunların seviyesine yükseltirdi.
Ama niçin hiç Madam Arnoux’nun sözünü etmiyordu? Kocasının lafı açılınca bir defa bakarsınız ona iyi oğlan, başka bir defa da şarlatan derdi. Frédéric onun kendisine açılmasını bekliyordu.
Bir gün, Pellerin’in resimlerini karıştırırken Bohem bir kadın portresini Matmazel Vatnaz’a benzetir gibi oldu; bu kadınla ilgilendiğinden durumunu öğrenmek istedi.
Pellerin’in bildiğine göre, bu kadın önce taşrada öğretmenlik etmiş; şimdi de ders veriyor, küçük dergilere yazılar yazıyormuş.
Arnoux ile olan tutumuna bakarak Frédéric bu hanım onun metresidir, diye düşünmüştü.
“Aman canım, yalnız o mu? Daha başkaları da var.”
Bu sözler üzerine, bu kötü düşüncesinden kendi de utanıp kızaran delikanlı yüzünü başka tarafa çevirip cesaretle “Karısı da altında kalmıyordur herhâlde?” dedi.
“Katiyen! Namuslu bir kadındır o!”
Frédéric bir vicdan azabı duydu, dergide daha sık görünmeye başladı.
Dükkânın üstündeki mermer plakada yazılı “Arnoux” sözünün iri harfleri ona kutsal bir yazı gibi, çok özel ve büyük manalar taşır görünüyordu. Buraya gelirken geniş yaya kaldırım yürüyüşünü kolaylaştırıyor, kapı âdeta kendi kendine açılıveriyordu. Kapının düz tokmağında avucu içindeki bir elin tatlılığı ve sanki zekâsı vardı. Farkında olmadan oranın Regimbart gibi, hiç eksik olmayan bir insanı hâline geliverdi.
Regimbart, her gün ocağın yanındaki koltuğuna oturur, National gazetesini kapar, hiç elinden bırakmaz, düşündüklerini ya birtakım çıkışlarla ya da sadece omzunu silkerek anlatırdı. Büyük yeşil redingotunun iki düğmesi arasında göğsüne soktuğu mendiliyle ara sıra alnını silerdi. Ütülü pantolon, konçlu ayakkabılar giyer, uzun kravat takardı; kenarları kalkık şapkasıyla kalabalığın içinde uzaktan bile tanınırdı.
Sabahın sekizinde, Montmartre tepelerinden inip Notre-Dame des-Victoires Sokağı’na beyaz şarap içmeye giderdi. Yemek yiyip sonra da birkaç parti bilardo oynayarak saati üç ederdi. O zaman, absent içmek için Panorama Pasajı’nın yolunu tutardı. Arnoux’nun dükkânındaki oturumdan sonra da vermut saatinde Bordelais Kahvesi’ne dalardı; sonra eve, karısının yanına gitmektense Gatillon Meydanı’ndaki küçük bir kahvede kendi başına yemek yemeyi daha uygun bulur, “ev yemekleri, tabii şeyler yemek” isterdi! Nihayet kalkıp başka bir bilardo salonuna gider; gece yarılarına, gecenin birine kadar, gaz söndürülüp kepenkler kapandıktan sonra yorgunluktan bitkin hâle gelen dükkân sahibi artık gitmesi için yalvarıncaya kadar otururdu.
Vatandaş Regimbart’ı bu yerlere sürükleyen şey içki düşkünlüğü değil, eski bir politika lafı etmek alışkanlığıydı; yaşı ilerledikçe eski canlılığını, cerbezesini kaybetmiş, sessiz bir somurtkanlık kazanmıştı. Asık suratını gören, kafasının içinde dünyalar dönüyor, derdi; dışarı hiçbir şey sızmazdı. Kendine bir yazıhane sahibi süsü verdiği hâlde hiç kimse, hatta dostları bile ne işle uğraştığını bilmezlerdi.
Arnoux ona pek büyük bir değer verir gibi görünürdü. Bir gün Arnoux, Frédéric’e, “Onun bilmediği yok! Kafalı bir adam!” dedi.
Bir defasında, Regimbart masasının üstüne Bretonya’daki kaolin ocakları ile ilgili birtakım kâğıtlar yaydı; Arnoux onun tecrübesine güveniyordu.
Frédéric, Regimbart’a ara sıra absent ikram edecek kadar resmî davrandı. Şaşkının biri olduğuna inandığı hâlde sırf Jacques Arnoux’nun dostu olduğu için, çoğu zaman onunla bir saat arkadaşlık etmeye katlanıyordu.
Çağdaş ustaları meslek hayatlarının başında teşvik ettikten sonra ilerlemeden yana olan tablo taciri, sanatçı tutumunu muhafaza etmekle beraber, paraca kazançlarını arttırmaya çalışmıştı. Sanatların istiklali, ucuz olan yüce peşinde koşuyordu. Paris’in bütün lüks sanayisini etkisi altına aldı. Kamuoyunu pohpohlamak hırsıyla usta sanatçıları yollarından döndürdü, kuvvetli olanların ahlakını bozdu, zayıf olanları ezdi, kabiliyetsizleri şöhret sahibi yaptı; münasebetleriyle ve dergisiyle hepsini de avucunun içinde tutuyordu. Öğrenci ressamlar eserlerini onun vitrininde görmek hevesiyle yanıp tutuşuyor, döşemeciler döşeme örneklerini gelip ondan alıyorlardı. Frédéric ona hem milyoner hem sanat meraklısı hem de hareketli bir iş adamı diye bakıyordu. Böyle olmakla beraber, gördüğü şeyler karşısında şaşıp kalıyordu; Arnoux Efendi ticaretinde kurnazdı çünkü.
Paris’te bin beş yüz franga alınan bir tabloyu ta Almanyalardan veya İtalyalardan getirtir, dört bin franklık bir fatura gösterip hatır için üç bin beş yüz franga bırakırdı. Ressamlara her zaman oynadığı oyunlardan biri de tablolarının bir resmini yayımlamak bahanesiyle, rüşvet olarak, tablolarının küçültülmüş bir şeklini istemesiydi. Hep küçültülmüş şekli satardı, resim dergide hiç yayımlanmazdı. Sömürüldüklerinden yanıp yakınanlara, karınlarına bir şaplak vurmakla karşılık verirdi. Zaten pek işini bilir bir insan olduğundan bol bol yaprak sigaralar ikram eder; yabancılarla senli benli konuşur; bir eser veya bir insan için heyecana gelirdi ve o zaman, inat edip hiçbir şeye bakmayarak, bir sürü görülecek işler, okunacak, yazılacak mektup, reklam işleri çıkarırdı. Kendisinin çok namuslu bir insan olduğuna inanır, içindekileri dökmek ihtiyacını duyunca ettiği namussuzlukları saflıkla anlatırdı.
Bir defasında, büyük bir ziyafet vererek yeni bir resim dergisi kuran bir meslektaşının canını sıkmak için Frédéric’ten, kendi gözü önünde ziyafet saatinden biraz önce davetlilere ziyafetten vazgeçildiğini bildiren pusulalar yazmasını rica etti.
“Görüyorsunuz ki bir şerefsizlik yok bunda?”
Delikanlı ise ondan bu hizmeti esirgemeye cesaret edemedi.
Ertesi gün, Hussonnet ile birlikte Arnoux’nun çalışma odasına girerken Frédéric (merdivene açılan) kapıda bir elbise eteğinin kaybolduğunu gördü.
“Çok özür dilerim!” dedi Hussonnet. “İçeride kadın olduğunu bilseydim…”
Arnoux “Yoo! Karımdı.” diye karşılık verdi. “Geçerken bana uğrayayım demiş.”
“Nasıl?” dedi Frédéric.
“Evet! Eve dönüyor.”
Etrafındaki her şey güzelliğini kaybetti. Demincek etrafına saçıldığını belirsiz şekilde duyduğu şey dağılıp gitmiş veya zaten hiç saçılmamıştı. Sonsuz bir şaşkınlık içindeydi ve ihanet acısına benzer bir acı duymuştu.
Arnoux, çekmecesini karıştırırken gülümsemişti. Onunla alay mı ediyordu yoksa? Memur, bir tomar ıslak kâğıt getirip masanın üstüne koydu.
Arnoux “Aa! Afişler gelmiş!” diye seslendi. “Bu akşam yemek yemeye bile vakit yok.”
Regimbart şapkasını almıştı.
“Ne o, beni bırakıp gidiyor musunuz?”
“Saat yedi!” dedi Regimbart.
Frédéric ardından çıktı.
Montmartre Caddesi’nin köşesinde, dönüp birinci katın pencerelerine baktı. Bu pencereleri ne türlü bir sevgi ile sık sık seyrettiğini hatırlayıp kendine acıyarak için için güldü! Neredeydi acaba? Ona şimdi nasıl rastlamalı? Arzusunu saran yalnızlık her zamankinden daha fazla bir enginlikle açılmıştı!
“İçmeye geliyor musun?” dedi Regimbart.
“Ne içmek?”[5 - Burada yazar, “prendre” sözünün “almak” (kadını almak) ve “içmek” manaları üzerinde Türkçeye çevrilmesi güç bir kelime oyunu yapıyor. (ç.n.)]
“Absent.”
Frédéric bu adamın düşkünlüklerine boyun eğerek Bordelais Kahvesi’ne sürüklendi. Arkadaşı dirseğini dayayıp önündeki sürahiyi seyre daldığı sırada, sağa sola göz gezdiriyordu. Kaldırımda Pellerin’i yandan gördü, telaşla başını cama çarptı; ressam daha oturmadan Regimbart niçin artık Art Industriel’e gelmediğini sordu.
“Allah canımı alsın, eğer bir daha oraya adımımı atarsam! Hayvan, burjuva, sefil, maskara herifin biri o!”
Bu küfürler Frédéric’in öfkesine hak verdirmişti. Ama yine de öyleyken kalbi kırılmıştı; çünkü bu küfürlerin birazı da Madam Arnoux’yaymış gibi gelmişti ona.
“Ne yaptı yine size?” dedi Regimbart.
Pellerin ayağı ile yere vurdu, karşılık verecek yerde, kuvvetle soludu.
Resimden pek anlamayan amatörler için kurşun kalemle portreler yapmak veya büyük ustaların eserlerini taklit etmek gibi herkesten saklı bazı çalışmalara girişmiş. Bu çalışmalar kendisini küçük düşürdüğünden, susup kimseye lafını etmiyormuş. Ama “Arnoux rezili” son derece kafasını kızdırmış. Yatıştı.
Frédéric’in yanında kendisine verilen bir siparişe göre, ona iki tablo getirmiş. O zaman, tablo taciri birtakım tenkitlere kalkışmış! Kompozisyonu, rengi, deseni, en çok da deseni yermiş; sözün kısası, bu iki tabloya hiç para vermek istememiş. Oysa vadesi gelen bir senet yüzünden, Pellerin bunları Yahudi Isaac’a satmış. On beş gün sonra Arnoux iki tabloyu da bir İspanyol’a iki bin franga satmamış mı?
“Tam iki bin franga! Görülmemiş bir namussuzluk! O bu namussuzluğu daha birçoklarına da yapıyor. Neredeyse bugün yarın mahkemeye verildiğini görürüz.”
“Amma da büyütüyorsunuz!” dedi Frédéric ürkek bir sesle.
Sanatçı masaya yumruğu ile vurarak “Pekâlâ! Pekâlâ! Ben büyütüyorum!” diye bağırdı.
Bu şiddetli hareket delikanlıya cesaret verdi. Ne olursa olsun daha nazik, daha kibar davranabilirdi. Bununla beraber, eğer Arnoux bu iki…
“Haydi, kötü tabloyu, deyin, korkmayın! Siz bunlardan anlar mısınız? Mesleğiniz mi bu sizin? Şunu bilin ki yavrum, ben amatör lafına kulak asmam!”
“Orası öyle! Bu benim işim değil!” dedi Frédéric.
“Öyleyse bu herifi savunmakta ne gibi bir çıkarınız var?” diye Pellerin soğuk bir eda ile sordu.
“Ne çıkarım olacak… Dostuyum da ondan.” diye delikanlı kekeledi.
“Kendisini benim tarafımdan da öpün! Akşamınız hayırlı olsun!”
Çok öfkeli olan ressam bir şey söylemeden, tabii içtiğinin de parasını vermeden çıktı gitti.
Arnoux’yu savunmakta Frédéric kendince haklıydı. Söylediği sözlerden heyecana gelip dostlarının iftirasına uğrayan, şu anda yüzüstü bırakılmış bir hâlde tek başına çalışan bu zeki ve iyi adama karşı sevgi duymuştu. Hemen içinde beliren garip bir hisle onu görmek ihtiyacına karşı gelemedi. On dakika sonra mağazanın kapısını itmişti.
Arnoux, memuru ile birlikte bir resim sergisi için hazırlanan pek çirkin birtakım afişleri bir düzene koymakla uğraşıyordu.
“Ne o? Hayrola?”
Bu pek basit soru Frédéric’i şaşırttı; ne söyleyeceğini bilemeyerek not defterini, mavi deri kaplı not defterini görüp görmediklerini sordu.
“İçine kadın mektuplarını koyduğunuz defter mi?” dedi Arnoux.
Frédéric, bir genç kız gibi kızarmak suretiyle, kendini böyle bir düşünceye karşı savundu.
“Öyleyse şiirlerinizi koyduğunuz defter olacak?” diye tacir karşılık verdi.
Masanın üstüne yayılmış olan afiş örneklerini evirip çeviriyor; şeklini, rengini, kenar çerçevesini tartışıyordu. Frédéric ise onun bu düşünceli hâline, en çok da afişler üstünde dolaşan düz yassı tırnaklı, biraz yumuşakça kaba ellerine gittikçe daha çok sinirlendiğini duyuyordu. Nihayet Arnoux kalktı, “Tamam oldu!” diyerek sırnaşık bir tavırla çenesini okşadı. Bu teklifsizlik Frédéric’in hoşuna gitmedi, geri çekildi; sonra yazıhaneden, buraya bu son gelişim olsun, düşüncesiyle çıkıp gitti. Kocasının bu bayağılığı yüzünden sanki Madam Arnoux da gözünden düşmüştü.
O hafta Deslauriers’den, gelecek perşembe Paris’te olacağını bildiren bir mektup aldı. O zaman, kendini bütün kuvvetiyle bu çok sağlam, bu çok yüksek sevgiye verdi. Böyle bir erkeği hiçbir kadına değişmezdi. Artık Regimbart’a, Pellerin’e, Hussonnet’ye, hiç kimseye ihtiyacı yoktu! Dostunu rahat ettirmek için demir bir karyola, ikinci bir koltuk satın aldı; yatak takımını ikiye ayırdı. Perşembe günü, tam Deslauriers’yi karşılamaya gitmek için giyindiği sırada kapının zili çaldı, Arnoux içeri girdi.
“Bir çift söz söyleyip gideceğim! Dün, Cenevre’den bana güzel bir alabalık göndermişler. Bu akşam tam saat yedide sizi yemeğe bekliyoruz. Choiseul Sokağı, No: 24 mükerrer. Unutmayın!”
Frédéric oturmak zorunda kaldı. Dizlerinin bağı çözülüvermişti. “Hele şükür! Hele şükür!” diye tekrarlıyordu kendi kendine; sonra terzisine, şapkacısına, kunduracısına birer pusula yazdı; üçünü de ayrı ayrı uşaklara vererek gönderdi.
Kilidin içinde anahtar döndü, kapıcı omzunda bir bavulla göründü. Frédéric, Deslauriers’yi karşısında görünce zina ederken kocası tarafından basılmış bir kadın gibi titremeye başladı.
“Nedir bu senin yaptığın?” dedi Deslauriers. “Mektubumu almışsındır herhâlde.”
Frédéric kendinde yalan söyleyecek kuvveti bulamadı.
Kollarını açıp dostunun kucağına atıldı.
Sonra, kâtip başından geçenleri anlattı. Babası, on yıl geçerse vasilik hesapları zaman aşımına uğrar düşüncesiyle, bu hesapları vermek istememiş. Ama Deslauriers muhakeme usulü kanununu iyi bildiğinden annesinin tam yedi bin frank tutan mirasını nihayet çatır çatır almış; bu para şimdi yanında, eski bir cüzdanın içindeymiş.
“Bir kenarda dursun, kara günde lazım olur; yarın sabah ilk işim bu parayı bir yere yatırmak, kendime başımı sokacak bir oda bulmak. Bugün tam bir tatil yapıyorum dostum, tamamıyla seninleyim.”
“Yoo! Sen keyfine bak!” dedi Frédéric. “Eğer bu akşam görülecek önemli birkaç…”
“Vay! Demek beni bir sefil parçası gibi başından savacaksın.”
Gelişigüzel söylenmiş bu söz, hakaret dolu bir ima gibi Frédéric’in kalbine saplandı.
Kapıcı getirdiği külbastıları, elmasiyeyi, ıstakozu, yemişi ve iki şişe Bordeaux şarabını ocağın yanındaki masanın üstüne koymuştu. Böyle iyi karşılanmadan duygulanan Deslauriers, “Vallahi, beni kral ağırlar gibi ağırlıyorsun!” dedi.
Geçmiş günler, gelecek günler üstünde konuştular, ara sıra, bir dakika sevgi ile bakışıp masanın üstünden birbirlerinin elini tutuyorlardı. Ama uşağın biri yeni bir şapka getirdi. Deslauriers, bir bakışta, şapkanın ne kadar göz alıcı olduğunu fark etti.
Sonra, terzinin kendisi gelip ütülediği elbiseyi getirdi.
“Neredeyse evleneceğine inanasım geliyor.” dedi Deslauriers.
Bir saat sonra üçüncü bir adam çıkageldi, büyük kara bir çantanın içinden cilalı, pırıl pırıl parlayan bir çift bot çıkardı. Frédéric denemek için botları ayağına giymekle uğraştığı sırada, kunduracı taşralının kunduralarına sinsi sinsi alay ederek bakıyordu.
“Bayın bir şeye ihtiyacı yok mu?”
Kâtip bağcıklı eski kunduralarını iskemlenin altına sürerken “Teşekkür ederim.” diye karşılık verdi.
Bu küçülme Frédéric’in canını sıktı. Derdini bir türlü söyleyemiyordu. Nihayet aklına bir şey gelmiş gibi “Hay Allah, az daha unutuyordum!” diye bağırdı.
“Ne o?”
“Bu akşam şehirde yemeğe davetliyim.”
“Dambreuse’lere mi? Niçin mektuplarında hiç bunun sözünü etmedin?”
Dambreuse’lere değil, Arnoux’lara davetliydi.
“Haber verseydin bir gün sonra gelirdim.” dedi Deslauriers.
Frédéric “Haber veremezdim!” diye sertçe karşılık verdi. “Ancak bu sabah davet ettiler, biraz önce.”
Kabahatini örtmek ve dostunun gönlünü almak için bavulunun karışık iplerini çözdü, eşyalarını dolaba yerleştirdi, yatağını ona verip kendisi küçük sandık odasında yatmak istiyordu. Saat dörtten sonra hazırlanmaya başladı.
“Daha çok vaktin var!” dedi öteki.
Sonra, giyinip çekti gitti. Deslauriers, Zenginler işte böyledir! diye düşündü. Saint-Jacques Sokağı’nda tanıdığı bir lokantacıda yemek yemeye gitti.
Frédéric’in kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki merdivende birkaç defa durdu. Aksi gibi, eldivenlerinden biri de yırtıldı. Yırtık yeri gömleğinin yeni altına sokuşturduğu bir sırada, arkasından çıkan Arnoux kolundan tutup onu eve soktu.
Çin üslubunda döşenmiş olan bekleme odasının tavanında renkli bir fener, köşelerde hezarenler vardı. Salonu geçerken Frédéric’in ayağı bir kaplan postuna takıldı, sendeledi. Buranın daha ışıkları yakılmamıştı, ama dipteki oturma odasında iki lamba yanıyordu.
Matmazel Marthe annesinin giyinmekte olduğunu söylemeye geldi. Arnoux kızını kaldırıp öptü; sonra mahzene inip kendi eliyle birkaç şişe şarap seçmek için Frédéric’i çocukla baş başa bıraktı.
Matmazel Marthe, Montereau yolculuğundan beri epey büyümüştü. Kumral saçları uzun, kıvırcık halkalar hâlinde çıplak kollarına dökülüyordu. Bir dansözün etekliğinden daha kabarık olan elbisesinden pembe baldırları görünüyor, güzel olan bütün vücudu bir çiçek demeti gibi taze taze kokuyordu. Bayın iltifatlarını nazlı edalarla karşıladı, koltukların, kanepelerin arasından süzülüp bir kedi gibi gözden kayboldu.
Frédéric artık hiçbir heyecan duymuyordu. Lambaların kâğıttan dantela ile örtülü fanusları, etrafa süt beyazı ve mor saten kaplı duvarların rengini yumuşatan bir ışık saçıyordu. Ocağın kocaman bir yelpazeyi andıran korkuluk çubukları arasından şöminedeki kömürler görünüyordu. Saatin önünde çengel ve halkaları gümüşten bir çekmece duruyordu. Öteye beriye atılmış şeyler göze çarpıyordu: İki kişilik küçük bir kanepenin üstünde bir bebek, bir iskemlenin arkalığında bir atkı, nakış masasının üstünde uçları aşağı doğru sarkmış iki fildişi şiş sokulu bir yün örgü… Her şeyiyle asude, kibar ve içli dışlı bir yerdi burası.
Arnoux içeri girdi; öteki kapıdan da Madam Arnoux göründü. Etrafı karanlık olduğundan Frédéric önce ancak yüzünü seçebildi. Siyah kadifeden bir elbise giymişti; saçlarını tarağına dolayıp sol omzuna dökülen kırmızı ipekten Cezayir işi uzun bir filenin içine toplamıştı.
Arnoux, Frédéric’i tanıttı.
“Aa! Mösyöyü gayet iyi tanıyorum!” diye karşılık verdi Madam Arnoux.
Sonra, davetliler sözleşmiş gibi hepsi de aynı zamanda geldi; Dittmer, Lovarias, Burrieu, Besteci Rosenwald, Şair Theophile Lorris, Hussonnet’nin meslektaşı iki sanat tenkitçisi, bir kâğıt fabrikatörü, bir de seksen yaşını ve koca göbeğini anıyla şanıyla gürbüzce taşıyan büyük resmin son temsilcisi ünlü Pierre-Paul Meinsius.
Yemek odasına geçilirken Madam Arnoux onun koluna girdi. Sofrada Pellerin’in yeri boş duruyordu. Arnoux bu adamı hem sömürür hem severdi. Zaten zehir dilinden ödü kopardı; o kadar ki yumuşatmak için resmini mübalağalı övgülerle Art Industriel’de basmıştı. Paradan çok şöhret düşkünü olan Pellerin de saat sekize doğru soluk soluğa çıkageldi. Frédéric, bunlar barışalı çok olmuş sandı.
Davetliler, yemekler, her şey hoşuna gitmişti. Yemek odası, bir Orta Çağ konuşma odası gibi, meşin kaplıydı; bir uzun tütün çubuğu dizisinin karşısında Hollanda yapısı bir raf dikilmişti; sofranın üstündeki türlü renkte Bohemya işi bardaklar; çiçekler ve meyveler ortasında, bir bahçedeymiş gibi aydınlık saçıyordu.
Frédéric on türlü hardaldan hangisini seçeceğini bilemedi. Daspachio’dan, köriden, zencefilden, Korsika karatavuklarından, Roma yufkalarından yedi; nefis lip-fraoli, tokay şaraplarından içti. Arnoux misafirlerini iyi ağırlamakla pek övünürdü. Yiyecek hatırı için posta arabaları sürücülerinin yüzüne gülerdi, kendisine salçalarından göndersinler diye büyük lokantaların aşçılarıyla yârenlik ederdi.
Frédéric’i asıl eğlendiren konuşmalar olmuştu. Yolculuk etmek duygularını Doğu’dan laf açan Dittmer tazeledi; opera üzerinde konuşan Rosenwald’ı dinlerken tiyatroyla ilgili şeylere olan merakını giderdi; Hollanda peynirinden başka bir şey yemeksizin bütün bir kışı nasıl geçirdiğini ballandıra ballandıra anlatan Hussonnet’nin neşeli konuşmasından sonra korkunç Bohem hayatı gözüne eğlenceli gibi göründü. Sonra Lovarias ile Burrieu arasında Floransa Okulu üstüne yapılan bir tartışma ona bazı şaheserleri tanıttı, ufkunu genişletti. Heyecanını güç tuttuğu bir sırada Pellerin bağırdı:
“İğrenç gerçeğinizle kafamı şişirmeyin! Gerçek de ne demekmiş? Kimi kara görür kimi mavi görür, çoğu kimse de saçma görür. Michel-Angelo’da tabiilikten eser olmadığı hâlde onun kadar kuvvetli olan yoktur! Dış gerçek kuşkusu günümüzde sanatın alçalmasına sebep olmuştur; bu gidişle sanat, dinin altındaki şiir, çıkarın altındaki politika gibi manasız bir şey olup çıkacaktır. Sanatın bize kişisel olmayan bir coşkunluk vermek amacına -evet, bu amacına-çalışmadaki gözü boyayan kurnazlıklara rağmen, cüce eserlerinizle ulaşamayacaksınız. Mesela Bassolier’nin tablolarını ele alalım: Şirindir, yosmadır, temizceciktir, ağır da değildir. Cebine koyup yolculukta da yanında götürebilirsin! Noterler böylesini yirmi bin franga satın alırlar, ama içinde beş paralık fikir yoktur, oysa fikir olmayınca büyüklük olmaz; büyük olmayan güzel, güzel değildir. Olimpos bir dağdır, ehramlar her zaman en başı dik anıt olarak kalacaktır. Bolluk ve taşkınlık zevkten, çöl bir yaya kaldırımından, bir vahşi bir berberden daha değerlidir.”
Frédéric bu sözleri dinlerken bir yandan da Madam Arnoux’ya bakıyordu. Bu sözler ruhuna büyük bir fırının içine düşen maden parçaları gibi dökülüyordu, ihtirasını arttırıyor, aşkı yaratıyordu.
Onunla aynı sırada oturuyordu, aralarında üç kişi vardı. Madam Arnoux, ara sıra, küçük kızına birkaç söz söylemek için biraz eğiliyordu. O zaman gülümsediğinden yanağında beliren bir gamze yüzüne daha tatlı bir iyilik edası veriyordu.
İçki içildiği sırada, Madam Arnoux kalkıp gitti. Konuşmalar daha serbest hâle geldi. Bay Arnoux kendini gösterdi. Frédéric bu adamların hayâsızlığı karşısında şaşırıp kaldı. Böyle olmakla beraber, bunların kadın endişeleri kendisiyle onlar arasında, onca, kendi gözünde kendisini yükselten eşitlik gibi bir şey yaratmıştı.
Salona dönülünce kendini toparlamak için masanın üstündeki albümlerden birini aldı. Zamanın büyük sanatçıları bunu desenleriyle süslemişler, içine nesir, şiir yazmışlar veya sadece imzalarını atmışlardı; ünlü adların çoğunu tanımıyordu, bir sürü saçma sapan şey arasından insanda merak uyandıran düşünceler zar zor seçiliyordu. Hepsinde de Madam Arnoux’ya karşı az çok açık olarak beslenen bir saygı ifadesi vardı. Elim gidip albümün kıyısına bir satırcık yazı yazıveririm, diye öyle korkmuştu ki.
Madam Arnoux oturma odasından Frédéric’in görmüş olduğu halkaları, gümüşten çekmeceyi alıp getirdi. Kocasının hediyesi bir Rönesans eseriydi bu. Dostları Arnoux’ya iltifat ettiler; karısı da teşekkür etmişti. Duygulanan Arnoux herkesin içinde karısını öptü.
Sonra, herkes öbek öbek toplanıp dereden tepeden konuşuldu; babacan Meinsius ocağın yanındaki küçük bir kanepede Madam Arnoux ile beraberdi; kadın onun kulağına eğildikçe saçları birbirine değiyordu. Frédéric, tek böyle kendisine bir yakınlık kazandıracak bir şeyleri, ünlü bir adı ve ak saçları olsun da sağır, sakat ve çirkin olmaya çoktan razıydı. Gençliğine karşı öfkesinden kudurup içi içini yiyordu.
Neyse, Madam Arnoux, salonun Frédéric’in durduğu köşesine geldi; misafirlerden hangilerini tanıdığını, resmi sevip sevmediğini, ne zamandan beri Paris’te okuduğunu sordu. Ağzından çıkan her söz Frédéric’e yepyeni bir şey, kişiliğinin bir özelliği gibi geliyordu. Uçlarıyla çıplak omzunu okşayan saçlarının en küçük büklümlerine bile dikkatle bakıyor, hiç gözünü ondan ayırmıyor, ruhunu bu kadın etinin beyazlığı içine gömüyordu; oysa onunla yüz yüze gelip bütün endamını görmek için gözlerini kaldırmaya bir türlü cesaret edememişti.
Rosenwald, Madam Arnoux’dan birkaç şarkı söylemesini rica ederek konuşmalarını yarıda kesti. Besteci çalmaya başladı, kadın bekliyordu; dudakları aralandı; temiz, uzun, berrak bir ses yükseldi.
Frédéric İtalyanca sözlerden hiçbir şey anlamadı.
Şarkı önce bir kilise ilahisi gibi ağırbaşlı bir ritimle başlamış, sonra tiz perdeye yükselip ses parıltıları çoğalmış, birden alt perdeye düşmüştü. Melodi de engin ve tembel bir titreme ile ve âşıkane bir eda ile tekrarlanıyordu.
Madam Arnoux, kolları iki yana sarkmış, gözleri uzaklara dalmış, piyanonun yanında ayakta duruyordu. Ara sıra, notayı okumak için bir an başını uzatıp gözlerini kırpıştırıyordu. Kontralto sesi pest perdelerde dondurucu hüzünlü nağmeler yapıyor, o zaman iri kaşlı güzel başı omzuna doğru eğiliyordu; göğsü kabarıyor, kolları iki yana ayrılıyor, birkaç nota birden çıkaran boynu gökten inen öpücüklerin etkisiyle tembel tembel yana devriliyordu. Üç tiz nota söyledi, tekrar pest perdeye indi, yine yükselip bir nota daha söyledi, bir duruştan sonra şarkıyı yarım ses yüksek bir perdede bitirdi.
Rosenwald piyanodan kalkmadı. Kendi kendine çalmakta devam etti. Zaman zaman davetlilerden birinin kalkıp gittiği oluyordu. Saat on birde son kalan davetliler gittiğinden Arnoux geçirmek bahanesiyle Pellerin’le beraber çaktı. Tacir, akşam yemeğinden sonra çıkıp şöyle bir dolaşmazsa kendi kendine, ben hastayım galiba, diyen soydandı.
Madam Arnoux bekleme odasına kadar ilerlemiş, Dittmer’le Hussonnet’yi selamlamış, elini uzatmıştı. Frédéric’e de elini uzattı, delikanlı cildinin en küçük noktalarına kadar bir şeyin yayıldığını duymuştu.
Frédéric dostlarından ayrıldı; yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Yüreği dolup taşmıştı. Niçin elini vermişti? Bu, düşünmeden yapılmış bir hareket mi, yoksa cesaret vermek mi? “Haydi canım sen de! Ben delinin biriyim!” Olsun, ne çıkar! Şimdi bu kadının evine istediği gibi sık sık girip çıktıktan sonra, onun havası içinde yaşadıktan sonra…
Sokaklar tenhaydı, kimsecikler yoktu. Ara sıra iki tekerlekli bir yük arabası kaldırımları zangırdatarak geçiyordu. Kurşuni yüzlü sıra sıra evlerin pencereleri kapalıydı; Frédéric, bu kadını görmeden yaşayan, varlığından haberi bile olmayan, bu duvarların arkasına çekilip yatmış insanların hepsini küçümseyerek düşünüyordu! Zamanın, mekânın, hiçbir şeyin farkında değildi. Ökçesiyle yerlere, bastonu ile dükkânların kepenklerine vurarak, başıboş, çılgın gibi sürüklenerek hep yürüyüp gidiyordu. Nemli bir havaya büründü; kendini rıhtımların kıyısında buldu.
Sokak fenerleri iki sıra düz çizgi hâlinde parlayıp gidiyor, suların içinde kırmızı uzun alevler titreşiyordu. Su arduvaz rengindeydi. Oysa nehrin iki tarafında yükselen karanlık iki büyük yığına dayanmış gibi gelen gök daha berraktı. Göze görünmeyen birtakım yapılar karanlıkları daha koyulaştırmıştı. İleride, çatıların üstünde aydın bir sis dalgalanıyordu; bütün gürültüler bir tek uğultu içinde erimişti; hafif bir rüzgâr esiyordu.
Pont-Neuf’ün ortasında durmuş; başı, göğsü, bağrı açık, havayı ciğerlerine çekiyordu. Bu sırada, içinde tükenmek bilmez bir şeyin, gözleri önündeki dalgaların hareketi gibi kendisini dermansız düşüren bir sevgi akımının yükseldiğini duymuştu. Bir kilise saati kendisini çağıran bir ses gibi, ağır ağır biri çaldı.
O zaman, ruhu, insana yüce bir âleme göç etmiş duygusunu veren bir ürperişle ürperdi. Neyin nesi olduğunu bilmediği olağanüstü bir kabiliyet gelmişti kendisine. Ben büyük bir ressam mı, büyük bir şair mi olacağım?” diye ciddi olarak sordu kendi kendine; resimde karar kıldı, bu mesleğin zorunlulukları kendisini Madam Arnoux’ya yaklaştıracaktı çünkü. Yürüyeceği yolu bulmuş demekti! Yaşayışının amacı şimdi aydınlanmış, yarını iyice belli olmuştu.
Odasına girip kapısını kapayınca bitişik karanlık odada birinin horladığını duydu. Ötekiydi bu. Hiç aklına bile gelmemişti.
V
Ertesi gün öğleden evvel, kendine bir kutu boya, birkaç fırça, bir sehpa satın aldı. Pellerin de birkaç ders vermeye razı oldu. Frédéric resim negereklerinden[6 - Negerek: Ufak tefek eşya, öteberi. (e.n.)] hiçbir eksiği var mı görsün diye onu evine götürdü.
Deslauriers evdeydi. İkinci koltukta bir delikanlı oturuyordu. Kâtip onu göstererek “Senecal, işte bu!” dedi.
Frédéric delikanlıdan hoşlanmadı. Alabros kesilmiş saçları alnını daha geniş gösteriyordu. Kurşuni gözlerinin sert ve soğuk gibi bir ifadesi vardı; bütün elbisesi gibi kara, uzun redingotu da bir eğitmen, bir papaz kokusu saçıyordu.
Önce günün olayları üstünde konuşuldu, Rossini’nin Stabat’ı üzerinde duruldu; fikri sorulunca Senecal hiç tiyatroya gitmediğini söyledi.
Pellerin boya kutusunu açtı.
“Bunların hepsi senin mi?” dedi kâtip.
“Benim ya!”
“Bak sen! Nereden de aklına geldi?”
Matematik müzakerecisi masa başında Louis Blanc’ın bir kitabını karıştırıyordu, Deslauriers de eğildi. Pellerin’le Frédéric paleti, bıçağı, tüpleri birer birer gözden geçirirken Senecal de yanında taşıdığı kitabın bazı yerlerini alçak sesle okuyordu. Sonra, gelip Arnoux’nun evinde verilen ziyafet üzerinde konuşmaya başladılar.
Senecal “Hani şu tablo taciri mi?” diye sordu. “Becerikli bir bay doğrusu!..”
“Niçin böyle söylüyorsunuz?” dedi Pellerin.
“Siyasi dalaverelerle para sızdıran bir adam da ondan!” diye karşılık verdi Senecal.
Ardından da kral ailesini herkese iyi örnek olacak uğraşlara kendini vermiş gösteren ünlü taş basması bir resmin sözünü etmeye başladı. Resimde, Louis-Philippe elinde bir kanun kitabı, kraliçe bir dua kitabı tutuyor, prensesler nakış işliyor, Dük dö Nemours kılıç kuşanıyor, Bay de Joinville küçük kardeşlerine bir coğrafya haritası gösteriyor, dipte de iki bölmeli bir yatak görünüyormuş. İyi Bir Aile adını taşıyan bu resim, burjuvaların pek hoşuna gittiği hâlde vatanseverleri kahretmiş. Pellerin, sanki resmi yapan kendisiymiş gibi, canı sıkkın bir eda ile bütün fikirlerin bir değeri olduğunu söylemişti. Senecal itiraz etti. Sanatın biricik amacı halk kitlelerinin ahlakını yükseltmek olmalıydı! Sadece insanları erdemli eylemlere götüren konular işlenmeliydi; öbür konular zararlıydı.
“Bu iş çalışma tarzına bağlıdır!” diye Pellerin bağırdı. “Ben şaheserler yapabilirim.”
“Ne yaparsanız yapın, karışmam, ama hakkınız yok…”
“Nasıl, nasıl?”
“Hayır! Bayım, beğenmediğim, hoşlanmadığım birtakım şeylerle beni uğraştırmaya hakkınız yok. Hiçbir işe yaramayan, boşuna emek harcanmış çocuk oyuncaklarına, mesela bütün peyzajlarınızla şu Venüslere ne ihtiyacımız var? Ben bunlarda halkın öğreneceği bir şeyler göremiyorum! Siz bize daha çok halkın sefaletlerini gösterin! Ettiği fedakârlıkları göstererek bizi heyecana getirin! Allah aşkınıza, işlenecek konu mu yok? Çiftlik, atölye vb. ne güne duruyor?”
Pellerin öfkesinden kekeliyordu, bir delil bulduğunu sanarak, “Molière’e ne buyurursunuz?” dedi.
“Tamam!” dedi Senecal. “Fransız İnkılabı’nın öncüsü olarak ona hayranım.”
“Aman! İnkılap da ne sanat ya! Tarih hiç bu kadar acınacak bir devir görmemiştir!”
“Bu kadar büyük bir devir görmemiştir, bay.”
Pellerin kollarını kavuşturup Senecal’in yüzüne baktı.
“Ünlü bir gard nasyonal gibi bakıyorsunuz!” dedi.
Tartışmalara alışkın olan muarızı “Hiç de bir gard nasyonal hâlim yok, hem siz ondan ne kadar nefret ederseniz ben de o kadar ederim.” diye karşılık verdi. “Ama böyle prensiplerle halkın ahlakını bozuyorlar! Hükûmet de işini biliyor ya! Bunun gibi bir sürü maskara ile suç ortaklığı etmese bu kadar kuvvetli olabilir miydi?”
Ressam tablo tacirini savunmaya kalkıştı; Senecal’in fikirleri kendisini çileden çıkarmıştı çünkü. Hatta Jacques Arnoux’nun altın gibi bir kalbi olduğunu, dostlarına karşı vefalı davrandığını, karısını sevdiğini söylemeye kadar vardı.
“Ya! Ya! İyi bir para veren olsa modellik etmekten bile çekinmez.”
Frédéric’in benzi sapsarı kesildi.
“Size bir haksızlık mı etti yoksa bayım?”
“Bana mı? Yoo! Kendisini bir dostumla beraber kahvede topu topu bir kere görmüşlüğüm var.”
Senecal doğru söylüyordu. Ama her gün Art Industriel reklamlarıyla sinirleri bozuluyordu. Onca, Arnoux, demokrasi için uğursuz saydığı bir âlemin temsilcisiydi. Kendisi sıkı cumhuriyetçi olduğu için bütün incelikleri, kibarlıkları ahlak bozukluğu sayıyordu; zaten eğilmek bilmez bir dürüstlüğü olduğundan nezaket göstermeye de ihtiyacı yoktu.
Konuşmaya tekrar başlanması zorlaştı. Ressam hemen bir randevusu olduğunu hatırladı, müzakerecinin öğrencileri aklına geldi. Bunlar çıkıp gidince uzun bir sessizlikten sonra Deslauriers, Arnoux üzerine türlü türlü sorular sordu.
“İleride beni onunla tanıştırırsın, değil mi dostum?”
“Tabii.” dedi Frédéric.
Sonra, yerleşme işlerini düşündüler. Deslauriers bir dava vekilinin yanında kolaylıkla ikinci kâtiplik işi bulmuş, Hukuk Okuluna yazılmış, lüzumlu kitapları satın almıştı. Hayallerinde kurdukları hayat başladı.
Gençliklerinin güzelliği sayesinde bu hayat şirinleşti. Deslauriers hiç para lafı etmediğinden Frédéric de bu konuyu açmadı. Bütün masrafları görüyor, dolabı düzeltip yerleştiriyor, ev işleriyle uğraşıyordu; ama kapıcıya ağzının payını vermek gerekti mi kâtip bu işi üzerine alıyor, kolejde olduğu gibi o eski koruyucu ve ağabey rolüne yine devam ediyordu.
Bütün günü ayrı geçiriyor, akşam buluşuyorlardı; ikisi de ocağın başındaki yerlerine oturup kendi işleriyle uğraşıyorlardı. İşlerini bırakmakta da gecikmiyorlardı. Birbirlerine dertlerini söylüyor, hiç yoktan neşeleniyor, bazen de is çıkaran lamba veya kaybolmuş bir kitap yüzünden kavga ediyor, bir dakika süren kızgınlıklarını gülüşmeler yatıştırıyordu.
Sandık odasının kapısı açık durduğundan, yatağa yatınca uzaktan uzağa konuşurlardı.
Sabahleyin, taraçada gömlekle gezinirlerdi; güneş doğmuştur, nehrin üstünden hafif bir sis geçmektedir; yandaki çiçek pazarının şamatası duyulurdu. Adamların pipolarından çıkan dumanlar uykudan hâlâ şiş gözlerine serinlik veren havanın içinde halka halka dalgalanırdı. Bu havayı ciğerlerine çekerken yüreklerine engin bir umut serpildiğini duyarlardı.
Pazar günü, hava yağmurlu değilse birlikte çıkarlar, caddelerde kol kola yürürlerdi. Hemen her zaman ikisi de aynı şeyi düşünür veya yanlarından gelip geçenlere bakmadan konuşurlardı. Deslauriers’nin zenginlikte gözü vardı; zengin oldun mu insanlara sözünü geçirebilirdin. Emrindeki üç kâtiple, herkesi harekete getirecek, etrafı velveleye verecek, haftada bir kere de büyük bir siyasi ziyafet çekecekti. Frédéric ise İspanya Araplarının sarayları gibi bir saray döşeyecek, kaşmir kaplı sedirlere uzanıp fıskiyelerin şırıltısını dinleyecek, kendisine zenci uşaklar hizmet edecekti. Bu hayal edilen şeyler öyle elle tutulacak kadar canlı hâle gelirdi ki sanki bunlar zaten varmış da kaybetmişler gibi üzülürlerdi.
“Hep bunları konuşmanın ne faydası var, hiçbirini elimize geçiremeyecek olduktan sonra!..” derdi.
Deslauriers “Kim bilir?” diye karşılık verirdi.
Demokrat fikirleri olduğunu bile bile, Deslauriers’yi Dambreuse’lere götürmeye zorluyor, Deslauriers ise itiraz ediyordu.
“Aman, sen git! Seni davet ederler!”
Mart ayının ortasına doğru, oldukça kabarık hesap pusulaları arasında akşam yemeklerini getiren lokantacının pusulası da geldi. Bu hesapları ödemeye yetecek parası olmadığından Frédéric, Deslauriers’den yüz ekü borç istedi. On beş gün sonra bir daha borç isteyince kâtip, Arnoux’nun dükkânında çok masrafa girdiği için dostuna söylendi.
Gerçekten Frédéric hesapsız hareket ediyordu. Bir Venedik, bir Napoli, bir İstanbul manzarası üç duvarın ortalarını kaplamıştı. Ötede beride Alfred de Dreux’nün binicilikle ilgili konuları, şöminenin üstünde Pradier’nin bir grubu, piyanonun üstünde Art Industriel dergisinin çeşitli sayıları, köşelere atılmış resim kartonları odayı öyle tıklım tıklım doldurmuştu ki kitap koyacak, adım atacak yer kalmamıştı. Frédéric resme çalışmak için bütün bunların kendisine lazım olduğunu iddia ediyordu.
Pellerin’in yanında çalışırdı. Ama gazetelerde lafı edilir diye her cenazede, olayda hazır bulunmayı âdet edinen Pellerin sık sık sokağa çıkardı. Frédéric ise saatlerce atölyede yalnız kalırdı. Farelerin koşuşmasından başka ses işitilmeyen bu büyük odanın sakinliği, tavandan dökülen aydınlık, sobanın yanarken gürül gürül edişine varıncaya kadar her şey, önce onu bir aydının huzuru içine atardı. Sonra çalıştığı eserden ayrılan gözleri duvarın sıyrıklarında, etajerin bibloları arasında, üstlerinde kadife parçaları gibi toz birikmiş heykel gövdelerinde dolaşır ve ormanın içinde kaybolmuş, dönüp dolaşıp yine aynı yere gelen bir yolcu gibi, her düşüncenin altında durmadan Madam Arnoux’nun hatırasını bulurdu.
Evine gitmek için kendi kendine gün tayin ederdi; ikinci kata çıkıp kapısı önüne gelince çıngırağı çalayım mı, çalmayayım mı diye düşünürdü. İçeriden ayak sesleri gelir, kapı açılırdı: “Madam sokağa çıktı.” Yüreğinin üstünden bir yük kalkmış gibi, bir kurtuluş olurdu bu.
Bununla beraber, Madam Arnoux ile karşılaştı. İlk defasında yanında üç hanım vardı. Bir başka gün, öğleden sonra Matmazel Marthe’ın yazı öğretmeni çıkageldi. Madam Arnoux’nun kabul ettiği erkekler hiç kendisini ziyarete gelmemişlerdi. Saygı gösterip bir daha eve gitmedi.
Ama perşembe ziyaretlerine çağrılsın diye, her çarşamba Art Industriel’e gitmekten de geri kalmadı. Bir gravüre bakar, bir gazeteye göz gezdirir gibi yaparak orada herkesten, hatta Regimbart’dan bile uzun kalırdı. Nihayet Arnoux “Yarın akşam boş musunuz?” deyince daha cümlesini bitirmeden daveti kabul ederdi. Arnoux, Frédéric’i sever gibiydi. Delikanlıya şaraptan anlamak sanatını, punç yapmasını, bıldırcın yemeği pişirmesini öğretti. Madam Arnoux ile ilgili her şeyi, mobilyalarını, hizmetçisini, evini, sokağını sevdiğinden Frédéric, Arnoux’nun verdiği öğütleri bir bir tutardı.
O bu ziyafetlerde hiç konuşmaz, Madam Arnoux’yu seyre dalardı. Şakağında küçük bir beni vardı. Kurdeleleri saçlarından daha karaydı, kıyıları her zaman biraz nemli gibiydi. Ara sıra yalnız iki parmağı ile bunları okşardı. Frédéric tırnaklarının ayrı ayrı şekillerini bilir, kapıların yanından geçerken ipek elbisesinin hışırtısını işitmeye bayılır, mendilini gizli gizli koklardı. Tarağı, eldivenleri, yüzükleri onca, sanat eserleri gibi önemli, âdeta insan gibi canlı, özel şeylerdi. Bunların hepsi onu duygulandırır, sevgisini arttırırdı.
Aşkını Deslauriers’den saklayamamıştı. Madam Arnoux’nun evinden döndüğü geceler, onun lafını etmek için dostunu mahsus uyandırırdı.
Sandık odasında musluğun yanında yatan Deslauriers uzun uzun esnerdi. Frédéric yatağının ayak ucuna oturur, sonra kiminde küçümseme kiminde sevgi gördüğü incir çekirdeğini doldurmayan bir sürü şey anlatırdı. Mesela bir defasında, Madam Arnoux onun koluna girmemiş, Dittmer’in koluna girmiş, Frédéric de buna üzülmüş.
“Aa! Budala mısın? Üzülecek ne var bunda?”
Madam Arnoux ona “dostum” demiş.
“Öyleyse sen de neşeli ol!”
“Olamıyorum, elimde değil.” derdi Frédéric.
“Haydi, haydi, düşünme artık! Gecen hayırlı olsun.”
Deslauriers sokak tarafına döner, uyurdu. O bu aşktan bir şey anlamıyor, bu aşka gençliğin büyük bir zaafı diye bakıyordu. Frédéric, Deslauriers’nin dostluğunu yeter bulmamış olacak ki kendi arkadaşlarını da onun arkadaşlarını da haftada bir gün eve çağırmayı düşündü.
Arkadaşları cumartesi günü saat dokuza doğru geldi. Cezayir dokuması üç perde iyice çekilmişti. Bir lamba ile dört mum yanıyordu. Masanın ortasındaki içi pipo dolu bir tütün çanağı, bira şişeleri, çaydanlık, bir şişe rom ve küçük çörekler arasına uzanmıştı. Ruhun ölmezliği üstünde tartışılıyor, profesörler arasında kıyaslamalar yapılıyordu.
Bir akşam Hussonnet, kolları pek kısa bir redingot giymiş, çekingen duran, iri yarı bir delikanlı getirdi. Geçen yıl karakoldan almak istedikleri oğlandı bu.
Kavgada kaybolan dantela dosyasını ustasına geri götüremediğinden adam buna hırsızlık suçu yüklemiş, mahkemeye vermekle gözünü korkutmuş. Şimdi bir nakliyat ambarında ayak işleri görüyormuş. Hussonnet sabah bir sokağın köşesinde ona rastlamış, eve getirmiş, çünkü o minnettarlık duygusu ile “ötekini” de görmek istemiş.
İçi hâlâ yaprak sigarası dolu olan tabakayı Frédéric’e uzattı. Bu tabakayı, kendisine geri vermek düşüncesiyle, dinî bir saygı ile saklamış.
Delikanlılar yine gelmesini söylediler. O da gelmezlik etmedi.
Hepsi de birbirlerini seviyorlardı. Önce hükûmete karşı besledikleri nefret tartışılmaz bir akide mertebesindeydi. Yalnız Martinon, Louis-Philippe’i savunmaya çalışırdı. Gazetelerde görülen, Paris’in hapishane hâline getirilmesi, Eylül kanunları, Pritchart meselesi, Lord Guizot gibi sözlerle lafı ağzına tıkılırdı; öyle ki Martinon herkesi kızdırmaktan korkup susardı. Yedi yıl kolejde okumuş, bir defacık olsun yazı cezası almamıştı; hukuk okulunda da profesörlerin gözüne girmesini bilmişti. Her zaman mastika renginde kaba bir redingot, yüzü kauçuk ayakkabı giyerdi. Ama bir gün kadifeden şal yelek giymiş, kravat bağlamış, altın köstek takmış olarak güvey kıyafetinde göründü.
Bay Dambreuse’ün evinden geldiği öğrenilince herkesin şaşkınlığı büsbütün arttı. Gerçekten Banker Dambreuse, Martinon’un babasından külliyetli odun satın almış, adamcağız oğlunu tanıtınca Dambreuse ikisini de yemeğe çağırmış.
Deslauriers “Çok mantar var mıydı? İki kapı arasında karısının beline sarıldın mı?” diye sordu.
O zaman, kadınlar üzerinde konuşulmaya başlandı. Pellerin güzel kadınlar bulunabileceğini kabul etmiyordu (Kaplanları üstün tutuyordu.). Zaten insanın dişisi estetik hiyerarşisinde aşağı bir yaratıktı.
“Özellikle sizi çeken şey, fikir olarak kadını düşüren şeydir. Memeler, saçlar demek istiyorum.”
Frédéric “Böyle olmakla beraber…” diye itiraz etti, “iri, kara gözlerle kara saçlar…”
“Söyleme! Biliyoruz!” diye Hussonnet bağırdı. “Çimen üstündeki Endülüs kızlarından, antika şeylerden bıktık artık! Neyse, şaka bertaraf! Hafifmeşrep kadın Milo Venüs’ünden daha eğlencelidir. Allah aşkınıza, Galyalı olalım, hatta becerebilirsek Regence. Su gibi aksın şarap, gülsün kadınlar! Esmerden sarışına geçmeli! Siz ne dersiniz, Dussardier Baba?”
Dussardier karşılık vermedi. Hepsi de zevkini anlamak için sıkıştırdı.
“Söyleyeyim.” dedi kızararak. “Ben hep aynı kadını sevmek isterdim.”
Bunu öyle bir tarzda söyledi ki bir an hepsi de sustu; bir kısmı saflığa şaşmış, bir kısmı da bu sözlerde kalplerinin gizli arzusunu bulmuştu.
Senecal bira bardağını pencerenin pervazına koydu, dogmatik bir eda ile “Orospuluk bir istibdat, evlenmek de bir ahlaksızlık olduğundan en iyisi ikisinden de sakınmaktır.” dedi. Deslauriers kadınlara birer gönül eğlencesi diye bakıyordu, o kadar.
Bay de Cisy’ninse kadınlardan pek gözü yılmıştı. Sofu bir büyükannenin gözü önünde büyüdüğünden, bu delikanlılarla arkadaşlığı kötü bir yer gibi cazip, Sorbonne gibi öğretici bulmuştu. Ona ders vermekten çekinilmiyor, kendisi de her seferinde kalbi sancıdığı hâlde sigara içmek istemeye varacak kadar hevesli görünüyordu. Frédéric çok üstüne düşüyordu; kravatlarının güzelliğine, paltosunun kürküne, eldiven gibi ince ve zarifliğiyle küstah gibi görünen ayakkabılarına hayrandı; arabası aşağıda, sokakta beklerdi.
Bay de Cisy’nin biraz evvel gittiği, kar da yağdığı bir akşam, Senecal onun arabacısına acımaya başladı. Sonra, sarı eldivenlere, Jokey Club’e atıp tuttu; işçiye bu baylardan daha fazla değer veriyordu.
“Hiç olmazsa ben çalışıyorum! Fakirim!”
Kızan Frédéric, nihayet dayanamayıp “Belli!” dedi.
Müzakereci onun bu sözüne pek gücendi. Ama Regimbart, Senecal’i biraz tanıdığını söyleyince Frédéric, Arnoux’nun dostuna nazik davranmak isteyerek cumartesi toplantılarına gelmesini rica etti, iki vatanseverin karşılaşması da hoş oldu.
Böyle olmakla beraber, birbirinden farklı iki insandılar.
Sivri bir kafası olan Senecal sistemlerden başka şeye değer vermezdi. Regimbart ise aksine, olayların içinde olaydan başka şeyi gözü görmezdi. Onu en çok düşündüren mesele, Rhin Nehri sınırıydı. Topçuluktan anladığını iddia eder, Polytechnique Okulunun terzisine elbise diktirirdi.
İlk geldiği gün, kendisine pasta ikram edilince “Pasta yemek kadınlara yaraşır.” diyerek ve küçümseyerek omuzlarını silkti, ondan sonraki gelişlerinde de pasta yemeye hevesli görünmedi. Yüksek fikirler ortaya atıldı mı “Aman! Ütopyaları, hayalleri bırakın.” diye mırıldanırdı. Sanat konusunda (atölyelere sık sık girip çıkmasına, ara sıra buralarda hatır için bir eskrim dersi vermesine rağmen) fikirleri hiç de yüce değildi. Bay Marrast’ın üslubunu Voltaire’in üslubuyla, Polonya üstüne “duygulu” bir şarkı yazdığı için Matmazel Vatnaz’ı Madam de Stael’le kıyaslardı. Nihayet Regimbart dırdır edip herkesi, özellikle Deslauriers’yi bıktırırdı; çünkü Vatandaş, Arnoux’nun sıkı fıkı dostuydu. Oysa kâtip, işine yarayacak kimselerle tanışmak düşüncesiyle, Arnoux’nun evine sık sık gitmeye can atıyor, “Ne zaman beni götüreceksin yahu?” diyordu. Arnoux’nun işi başından aşkınmış veya yolculuğa çıkıyormuş; sonra, zahmet edip gitmeye kalkmasın, yemek ziyafetlerine son verilmiş.
Frédéric, gerekirse dostu için canını da feda ederdi. Ama kendisi, mümkün olduğu kadar iyi görünmeye çalıştığından, kendi konuşmasına, hareketlerine ve Art Industriel’e hep eldivenle gitmeye varıncaya kadar üstüne başına çok titiz davrandığından, Deslauriers’nin eski kara elbisesiyle, savcı edasıyla ve kendini beğenmiş söylevleriyle Madam Arnoux’nun hoşuna gitmemesinden, kendisini bu kadının yanında zor duruma düşürmesinden, küçük düşürmesinden korkuyordu. Her dediğini yapmıştı. Ama bu kendisini çok rahatsız edecekti. Kâtip, Frédéric’in sözünü yerine getirmek istemediğini anlamıştı. Onun susuşu kendisine ağır bir küfür gibi geliyordu.
Deslauriers, Frédéric’e mutlaka kumanda etmek, onun gençlik ideallerine göre geliştiğini görmek isterdi. Tembelliği karşısında, bu bir söz dinlememek ve bir ihanetmiş gibi isyan ediyordu. Zaten aklı fikri hep Madam Arnoux’da olan Frédéric, sık sık kocasının lafını ediyordu. Deslauriers de bir aptallık tiki gibi her cümlenin sonunda, belki günde yüz defa Arnoux adını söyleyerek bıkkınlık vermeye başladı. Kapı vurulunca, “Girin Arnoux.” diye karşılık verirdi. Lokantada “Arnoux’nun yediği” Brie peynirinden isterdi. Geceleyin kâbus görmüş gibi yapıp “Arnoux, Arnoux!” diye gürleyerek arkadaşını uyandırırdı.
Sonunda, bir gün, Frédéric, usanıp acıklı bir sesle “Kes bu Arnoux lafını artık!” dedi.
“Katiyen!” diye kâtip karşılık verdi.
Hep o! Her yerde o! Yakıcı veya soğuk,
Arnoux’nun hayali…
Frédéric yumruğunu kaldırıp, “Susacak mısın sen?” diye bağırdı. Sonra tatlılıkla ekledi:
“Beni üzen bir konu olduğunu biliyorsun bunun, pekâlâ…”
Deslauriers “Aman! Affedersin, babacan…” diye yerlere kadar eğilerek karşılık verdi. “Bundan böyle matmazelin sinirlerine saygı gösteririz. Bir kere daha affet! Bin kere özür dilerim.”
Böylece şaka sona ermiş oldu. Ama üç hafta sonra bir akşam Frédéric’e “Bana bak, biraz evvel Madam Arnoux’yu gördüm.” dedi.
“Nerede?”
“Dava Vekili Balandard’la beraber Adliye Sarayında. Orta boylu, esmer bir kadın değil mi bu?”
Frédéric başı ile “evet” dedi. Deslauriers lafı açsın bekliyordu. En küçük bir hayranlık üzerine bütün içini dökecekti. Deslauriers’yi sevmeye tamamıyla hazırdı; oysa öteki hep susuyordu; nihayet dayanamayıp ilgisiz bir eda ile Madam Arnoux üstündeki düşüncelerini sordu.
Deslauriers “olağanüstü hiçbir şeyi olmamakla beraber, oldukça iyi” bulmuştu.
“Ya, öyle mi?” dedi Frédéric.
İkinci imtihan devresi olan ağustos ayı gelip çattı. Öğrencilerin dediklerine göre, dersleri hazırlamak için on beş gün yeterdi. Frédéric’in kendine güveni vardı. Muhakeme Usulleri Kanunu’nun ilk dört bölümünü, Ceza Kanunu’nun ilk üç bölümünü, cinayet soruşturmasının birçok parçalarını ve Medeni Kanun’un Poncelet’nin şerhleriyle beraber bir bölümünü hemen yuttu. İmtihandan bir gün önce Deslauriers onu sabaha kadar müzakere etti; son bir çeyrek saatten de faydalanmak için yürürken kaldırımda sorular sormayı sürdürdü.
Birçok imtihanlar aynı zamanda yapıldığından avluda büyük bir kalabalık vardı, Hussonnet ile Cisy de kalabalığın arasındaydı. Herkes arkadaşlarının imtihanlarında olsun bulunmak istiyordu. Frédéric giyilmesi âdet olan kara cübbeyi sırtına geçirdi, sonra peşinden gelen kalabalıkla ve üç başka öğrenci ile perdesiz pencerelerden ışık alan büyük bir odaya girdi, duvarlar boyunca sıralar uzatılmıştı. Odanın ortasındaki yeşil çuhalı masanın etrafına deriden iskemleler dizilmişti. Bu masa imtihan olacakları, hepsi kırmızı cübbeler giymiş, omuzlarına hermin kürklerini atmış, başlarına sırma şeritli takkeler giymiş imtihan heyetinden ayırıyordu.
Frédéric sırada sondan öncekiydi, kötü bir durumdu bu. Anlaşma ile sözleşme arasındaki fark üstüne sorulan bir soruya sözleşme ile anlaşmayı birbirine karıştırarak karşılık verdi. Babacan bir adam olan profesör, “Şaşırmayın bay, kendinize gelin.” dedi.
Sonra, iki kolay soruya karışık karşılıklar alınca dördüncüye geçti. Daha başta böyle bocalamak Frédéric’in maneviyatını bozdu. Kalabalığın içinde, karşıda duran Deslauriers henüz her şeyin kaybedilmediğini işaret ediyordu. İkinci defa ceza hukuku üstüne sorulan sorulara geçecek kadar karşılık verdi. Ama üçüncü bir kişi tarafından yazılıp vasiyet sahibi tarafından imzalanan ve noter tarafından onaylanan vasiyetname ile ilgili üçüncü sorudan sonra mümeyyiz düşüncesini belli etmeyince büsbütün kederlendi. Çünkü Hussonnet alkışlayacakmış gibi ellerini birleştirdiği hâlde Deslauriers ikide birde hep omuzlarını silkiyordu. Nihayet muhakeme usullerine sıra geldi. Yargıcın kararına itirazın ne olduğu sorulmuştu. Kendi nazariyesine zıt nazariyelerin ileri sürüldüğünü işitip sinirlenen profesör sert bir eda ile “Bu sizin kendi fikriniz mi bayım?” dedi. “Medeni Kanun’un 1351. maddesindeki prensibi bu olağanüstü itiraz yolu ile nasıl bağdaştırıyorsunuz?”
Bütün gece uyumadığı için Frédéric şiddetli bir baş ağrısı duyuyordu. Panjurun aralıklarından giren güneş yüzüne vurmuştu. Yerinde sallanıyordu, bıyığını çekiyordu.
Sırma takkeli adam “Karşılık bekliyorum!” dedi.
Frédéric’in hareketine sinirlenmiş olacak ki “Karşılığı sakalınızın içinde bulacak değilsiniz!” diye ekledi.
Bu acı alay dinleyicileri güldürdü; bundan hoşlanan profesörün yüzü güldü. Erteleme ve müstaceliyet[7 - Müstaceliyet: İvedilik. (e.n.)] üstüne iki soru daha sordu, sonra başını “peki” manasında önüne eğdi. İmtihan bitmişti. Frédéric koridora çıktı.
Hademe cübbeyi çıkarıp elbiselerini giydirirken, dostları etrafını almışlar, imtihanın sonucu üstüne birbirini tutmaz sözler söyleyerek kafasını şişirmişlerdi. Çok geçmeden salonun giriş yerinde çınlayan bir ses “Üçüncü… İkmale kaldı!” diye sonucu ilan etti.
“Ambale oldun!” dedi Hussonnet. “Haydi gidelim!”
Kapıcı odasının önünde, yüzü kızarmış, heyecanlı, gözlerinin içi gülen, alnında bir zafer halesiyle Martinon’a rastladılar. Son imtihanını kazasız belasız atlatmıştı. Şimdi bir tez hazırlamak kalıyordu. On beş gün içinde hukuk mezunu olacaktı. Ailesi bir bakanı tanıyormuş, “iyi bir meslek hayatı” başlıyormuş.
“Şu herif bile seni geride bıraktı.” dedi Deslauriers.
İnsanın başarısızlığa uğradığı işlerde budalaların başarı kazandığını görmek kadar insanı küçük düşüren bir şey yoktur. Canı sıkılan Frédéric, “Vız gelir!” diye karşılık verdi. Onun gözü daha yukarılardaydı, Hussonnet gitmek için davranır gibi olunca onu bir kıyıya çekti.
“Tabii, onlarda hiç bunun lafını etmek yok.” dedi.
Sır kolayca saklanacaktı; çünkü ertesi gün Arnoux Almanya yolculuğuna çıkıyordu.
Akşam eve döndüğünde kâtip, dostunda acayip bir değişiklik gördü; ıslık çalıyor, dans ediyordu. Öteki bu neşeli hâle şaşınca Frédéric, annesinin yanına gitmeyeceğini, tatili çalışmakla geçireceğini söyledi.
Arnoux’nun gideceğini öğrenince Frédéric’i bir sevinçtir almıştı. Ziyaretleri yarıda kalmak korkusu olmadan oraya istediği gibi gidebilecekti. Mutlak bir güven düşüncesi kendisine cesaret vermişti. Nihayet hiç ondan ayrılmamış, hiç yanından uzaklaşmamış olacaktı! Zincirden daha kuvvetli bir şey onu Paris’e bağlamıştı, içindeki bir ses kalması için haykırıyordu.
Karşısına bazı engeller çıkmıştı. Annesine mektup yazarak bu engelleri aştı. Önce imtihanı kazanmadığını itiraf etmiş, buna imtihanlarda yapılan bazı değişiklikler, tesadüf, haksızlığa uğraması sebep olmuştu. Zaten büyük avukatların hepsi (Adlarını bir bir sayıyordu.) imtihanda dönmüşlerdi. Ama kasım ayında tekrar imtihana girmeyi düşünüyordu. Kaybedecek vakti olmadığından bu yıl hiç annesinin yanına gitmeyecekti. Üç aylık paradan başka, pek faydalı olacak hukuk müzakereleri için iki yüz elli frank istiyordu. Bütün bunlar hasretler, üzüntüler, yaltaklanmalar, evlatlık sevgileriyle bezenmişti.
Ertesi gün oğlu gelecek diye bekleyen Madam Moreau çok üzüldü. Oğlunun uğradığı talihsizliği herkesten sakladı ve “ne olursa olsun” gelmesini yazdı. Frédéric razı olmadı. Araları bozuldu. Yine de öyleyken, annesi hafta sonunda üç aylık para ile müzakereler için istenen iki yüz elli frangı yolladı. Bu para ile Frédéric kendine parlak gri bir pantolon, beyaz fötr bir şapka ve altın saplı ince bir baston satın aldı.
Bunların hepsine kavuşunca “Bana da kendimi beğendirmek merakı mı geldi yoksa?” diye düşündü. Büyük bir tereddüde kapıldı.
Madam Arnoux’ya gideyim mi, gitmeyeyim mi, diye üç kere yazı mı tura mı yaptı. Her defasında falı hayırlı çıktı. Demek ki kader emrediyordu. Choiseul Sokağı’na araba ile gitti.
Telaşla merdivenleri çıktı. Çıngırağın kordonunu çekti. Çalmadı. Neredeyse bayılacak sanmıştı kendini. Sonra, öfke ile kırmızı ipekten ağır kordonu bir kere daha çekti. Çıngırak sesi çınladı, ses yavaş yavaş söndü. Artık hiçbir şey duyulmaz olmuştu. Frédéric korktu.
Kulağını kapıya yapıştırdı. Çıt yok! Gözünü anahtar deliğine uydurdu. Bekleme odasında, duvardaki kâğıttan çiçekler arasında iki kamış ucundan başka bir şey göremedi. Tam dönüp gidecekken vazgeçti. Bu defa, çok yavaşça kapıya vurdu. Kapı açıldı, dağınık saçlarıyla, kızarmış yüzü ile, asık suratı ile Arnoux’nun kendisi eşikte göründü.
“Vay! Hangi şeytan sizi yolladı? Haydi, girin.”
Arnoux, Frédéric’i oturma odasına veya kendi odasına değil de yemek odasına soktu; ortadaki masanın üstünde bir şişe şampanya ile iki bardak görünüyordu. Sert bir eda ile “Benden istediğiniz bir şey mi var, sevgili dostum?” diye sordu.
Ziyaret için bir bahane arayan delikanlı, “Yok! Hiçbir isteğim yok!” diye kekeledi.
Sonunda, kendisinden haber almak için geldiğini söyledi; çünkü Hussonnet’nin raporuna göre, kendisini Almanya’da sanıyormuş.
“Hiç böyle bir şey yok!” dedi Arnoux. “Ne beyinsiz oğlan bu, her şeyi ters anlıyor!”
Frédéric, şaşkınlığını gizlemek için salonda sağa sola gidip gelmeye başlamıştı. Ayağı bir iskemleye çarpınca üstünde duran şemsiyeyi yere düşürdü, şemsiyenin sedef sapı kırıldı.
“Ah, ya Rabbi!” diye seslendi. “Madam Arnoux’nun şemsiyesini kırdığıma ne kadar üzüldüm!”
Bu sözlerine tacir başını kaldırıp bir tuhaf gülümsedi. Frédéric, Madam Arnoux’nun sözünü etmek fırsatını kaçırmayarak ürkek ürkek, “Kendisini göremeyecek miyim?” diye ekledi.
Memleketinde, hasta olan annesinin yanındaymış. Ne kadar kalacağını sormaya dili varmadı. Sadece Madam Arnoux’nun nereli olduğunu sordu.
“Chartres’lı! Ne o, şaştınız mı?”
“Ben mi? Yoo! Neye şaşayım? Hiç de şaşmadım.”
Sonra, birbirlerine söyleyecek hiçbir şey bulamadılar. Bir sigara yakan Arnoux masanın etrafında soluyarak dönüyordu. Frédéric’se sobanın önünde ayakta durmuş, duvarlara, rafa, yere bakıyordu. Kafasının içinden, daha doğrusu gözlerinin önünden birtakım güzel hayaller geçip gidiyordu. Nihayet çekildi.
Bekleme odasında, yerde dertop edilmiş bir gazete kâğıdı duruyordu. Arnoux kâğıdı aldı, ayak parmaklarının ucuna basarak, dediğine göre, deliksiz bir kuşluk uykusu uyumak için çıngırağın içine soktu. Sonra Frédéric’in elini sıktı:
“Lütfen kapıcıya söyleyin, ben evde yokum.”
Arkasından da kapıyı çarparak kapadı.
Frédéric merdivenin basamaklarını birer birer indi. Bu ilk teşebbüsünün başarısızlığa uğraması bundan sonraki teşebbüslerin akıbeti üzerinde de cesaretini kırmıştı. O zaman üç ay süren sıkıntılı günler başladı. Yapacak hiçbir işi olmadığından aylaklık, kederini daha da arttırıyordu.
Saatlerce durup balkondan, lağımlardan gelen pisliklerle, kıyıya bağlanmış çamaşırcı dubaları ile yer yer kararmış olarak, kirli renkli rıhtımlar arasından akan nehre bakardı. Kıyıda, ara sıra, küçük çocuklar çamurların içinde bir fino köpeğini ıslatarak eğlenirlerdi. Solda Notre-Dame’ın taş köprüsünden ve üç asma köprüden ayrılan gözleri hep sağdaki Karaağaçlar Rıhtımı’na, Montereau Limanı’ndaki ıhlamur ağaçlarını andıran ihtiyar ağaç kümesine kayardı. Saint-Jacques Kulesi, belediye dairesi, Saint-Gervais, Saint-Louis karşıdaki fark edilmeyen çatılar arasından yükselir ve Temmuz Sütunu’nun tepesindeki peri doğuda altından büyük bir yıldız gibi parlarken öbür uçta Tuileries’nin kubbesi ağır mavi kütlesini gökte yuvarlaklaştırırdı. Madam Arnoux’nun evi o tarafta, arkada olacaktı herhâlde.
Tekrar dönüp odasına girerdi; sonra sedire uzanır, karışık, birbirleriyle bağı olmayan düşüncelere, eser planlarına, davranış tasarılarına, gelecekte yapacağı işlere dalardı. Kendini düşünmekten kurtarmak için sonunda sokağa çıkardı.
Her zaman gürültülü, bu mevsimde ise öğrenciler ailelerinin yanlarına gittikleri için tenha olan Quartier Latin’de rastgele yürürdü. Kolejlerin sessizlikten uzamış gibi olan duvarlarının daha da kasvetli bir görünüşü vardır. Her türlü bezgin sesler, kümeslerde kanat çırpmalar, bir bacanın homurtusu, bir kundura tamircisinin çekiç sesi işitilirdi; elbise tacirleri sokak ortasında durup boşuna her pencereye soruşturucu bakışlarla bakarlardı. Tenha kahvelerde tezgâhtaki hanım, dolu içki sürahicikleri arasında esnerdi. Gazeteler okuma odalarında deste deste dururdu; ütücülerin atölyesindeki çamaşırlar esen ılık rüzgârla ürperirdi. Ara sıra eski bir kitapçının sergisi önünde durur, yaya kaldırımına sürtünüp geçen bir omnibüse bakardı. Lüksemburg’un önüne geldi mi buradan öteye gitmezdi.
Bazen, avunmak umudu onu bulvarlara doğru çekerdi. Nemli bir serinlik yükselen daracık karanlık sokaklardan, ışıkları insanın gözlerini kamaştıran, tenha, büyük meydanlara çıkardı. Bu meydanlardaki anıtlar kaldırımın kıyısında kara gölgeli, diş şeklinde nakışlar işlemiştir. Ama yük arabaları, dükkânlar yine başlardı; kalabalık, en çok da pazar günleri, Bastille’den kopup Madelenie’e kadar asfalt üstünde, toz içinde, sürekli bir uğultu içinde dalgalandığı zaman onu serseme döndürürdü. Yüzlerin çirkinliği, söylenen sözlerin manasızlığı, ter içindeki alınlarda parlayan budalaca hoşnutluk içini bulandırırdı! Böyle olmakla beraber, kendisinin bu insanlardan daha değerli olduğu düşüncesi bunlara bakmanın yorgunluğunu hafifletirdi.
Her Allah’ın günü Art Industriel’e gidiyordu. Madam Arnoux’nun ne zaman döneceğini öğrenmek için annesi üstüne uzun uzun sorular soruyordu. Arnoux ise hep “Daha iyiceymiş.” diye karşılık veriyordu. Karısı, kızı ile birlikte gelecek hafta dönecekmiş. Gelmekte geciktikçe Frédéric meraklanıyordu; bu sevgiden duygulanan Arnoux beş altı defa onu akşam yemeğine lokantaya götürdü.
Böyle uzun uzun baş başa kalınca Frédéric tablo tacirinin pek ince zekâlı bir adam olmadığını anladı. Arnoux bu soğukluğun farkına varabilirdi, hem sonra onun kendisine gösterdiği nezakete bir karşılıkta bulunmak için bu bir fırsattı.
Her şeyin en iyisini yapmak istediğinden bütün yeni elbiselerini bir eskiciye seksen frank gibi bir paraya sattı; yanındaki yüz frangı da katıp yemeğe davet etmek için Arnoux’nun mağazasına vardı. Regimbart da oradaydı. Hep birlikte Provence’lı Üç Kardeşler’e gittiler.
Vatandaş kollarını sıvadı, öteki ikisinin kendisine olan saygısına güvenerek istediği yemekleri yazdı. Ama gidip mutfakta aşçıbaşı ile konuştuğu, her yerini bildiği şarap mahzenine inerek lokanta sahibine “bir güzel çıkışıp” şarap çıkarttığı hâlde ne yemeklerden ne şaraplardan ne de servisten memnun kaldı! Her yemek gelişinde; her yeni şişe açılışında bir lokma alıp bir yudum tattıktan sonra çatalı elinden bırakmış, bardağını ileri doğru itmişti. Sonra, bütün kolunu sofra örtüsünün üstüne dayayıp “Paris’te ağız tadıyla yemek yenemez!” diye bağırmıştı. Ağzına layık bir şey bulamayınca nihayet Regimbart “basbayağı” zeytinyağlı fasulye istedi, çok iyi pişmemişti ama Vatandaş’ı yatıştırdı. Sonra garsonla Provence’lı diğer garsonlar üstünde bir konuşmaya daldı:
“Antoine ne oldu? Eugene diye birisi vardı. Ya o Theodore, yemekleri hep aşağıdan getiren ufak tefek garson? O zaman ne güler yüzlü insanlar vardı. O Burgonyalıları bir daha nerede görürüz!”
Sonra sayfiyedeki arsaların değeri üstünde görüşüldü; arsa işi Arnoux’nun kârlı bir spekülasyonuydu. Beklemekle faiz kaybediyordu, çünkü ne para verseler satmak istemiyordu. Regimbart birini bulacaktı. Bu iki bay, ellerinde kalem, yemekten kalkıncaya kadar birtakım hesaplar yapıp durdular.
Kahve içmek için Saumon Pasajı’nda alt kattaki bir kahveye gittiler. Frédéric bardak bardak üstüne bira içerek, ayakta durup bitmek tükenmek bilmez bilardo partilerini seyretti. Korkaklığından mı, budalalığından mı, neden olduğunu kendisi de bilmeden aşkı için hayırlı bir şey çıkar karanlık umudu içinde gece yarısına kadar kaldı.
Acaba onu ne zaman görecekti? Frédéric umutsuzluğa düşmüştü. Ama kasım ayının sonlarına doğru, bir akşam Arnoux, “Haberiniz var mı? Karım dün geldi.” dedi.
Ertesi gün, saat beşte Frédéric evine damlamıştı.
Ağır hasta olan annesinin iyileşmesine sevindiğini söylemekle, geçmiş olsunla söze başladı.
“Ne hastası? Kim söyledi?”
“Arnoux!”
Madam Arnoux hafif bir “ah” etti; sonra, önce ciddi olarak korktuğunu, şimdi bir şeyi kalmadığını söyledi.
Ocağın yanındaki kumaş kaplı koltuğa oturmuştu. Frédéric’se kanepedeydi, şapkasını dizleri arasında tutuyordu. Konuşmada güçlük çekiliyordu. Madam Arnoux her dakika Frédéric’i yalnız bırakıyor, o da duygularını anlatmak için bir bağlantı bulamıyordu. Ama güya birtakım davalarla uğraşmaktan yanıp yakılınca Madam Arnoux, hemen düşüncelere dalan başını önüne eğip “Evet, anlıyorum… İşler…” diye karşılık verdi.
Frédéric bu düşüncelerin neler olduğunu öğrenmeye can atıyordu, hatta bundan başka bir şey düşünmüyordu. Alaca karanlık ikisini de karanlıklara boğmuştu.
Madam Arnoux kalktı, sokağa çıkacakmış. Başında kadife bir şapka, arkasında siyah, kenarı pöti-gri işlemeli bir pelerinle tekrar göründü. Frédéric kendisine yoldaşlık etmek teklifinde bulunmaya cesaret etti.
Göz gözü görmüyordu; hava soğuktu; evlerin yüzlerini kaplamış olan kalın bir sis havada pis pis kokuyordu. Frédéric bu havayı büyük bir zevkle içine çekiyordu; çünkü elbisesinin kumaşı altında kolunun şeklini duyuyor, iki düğmeli güderi eldiven içindeki eli yenine değiyordu. Kaldırımlar kaygan olduğundan, yürürken biraz sendeliyorlardı. Frédéric’e bir bulut içinde ikisi birlikte rüzgârda sallanıyorlarmış gibi geliyordu.
Bulvarın bol ışıklarıyla kendine geldi. Tam fırsattı, kaybedecek vakit yoktu. Richelieu Caddesi’ne kadar ilanıaşk edecek gibi oldu. Ama tam bu sırada, Madam Arnoux bir porselen mağazasının önünde birden durdu.
“Geldik, teşekkür ederim!” dedi. “Her zamanki gibi perşembeye yine geleceksiniz, değil mi?”
Ziyafetler başladı, Madam Arnoux’yu sık sık gördükçe de dermansızlığı artıyordu.
Bu kadını seyretmek, çok ağır bir koku koklamış gibi kendisini yoruyordu. Bu onun kalbinin derinlerine inmiş, âdeta bir genel duyuş tarzı, yeni bir varoluş şekli hâline gelmişti.
Sokak fenerlerinin altında rastladığı orospular, ince nağmeleri şakıyan şarkıcı kadınlar, at üstünde dörtnala giden kadınlar, yaya yürüyen burjuva kadınları, pencerelere çıkmış yosma işçi kızları, bu kadınların hepsi ya birtakım benzerliklerle ya da göze batan tezatlarla kendisine hep onu hatırlatırdı. Dükkânların önlerinde durup kaşmir kumaşlardan dantelalara, küpe taşlarına, bunları onun beline dolanmış, korsajına dikilmiş, kara saçlarında parıldar hayal ederek bakardı. Çiçek satıcılarının çiçekleri o gelsin, birkaçını beğenip alsın diye serilip serpilmiştir; kunduracıların camekânındaki kuğu tüyü nakışlı satenden küçük terlikler, giysin diye onun ayaklarını bekler gibiydi. Bütün sokaklar evine çıkardı; arabalar onu alıp çabucak evine götürmek için meydanlarda dururlardı; Paris kişiliği ile ilgiliydi ve büyük şehir bütün sesleriyle, bir orkestra gibi, onun etrafında uğuldardı.
Bitkiler Bahçesi’ne gittiğinde, bir palmiyeyi görünce Frédéric, uzak memleketlere doğru sürüklenirdi. Hecin develerinin sırtında, fillerin hamailinde, bir yatın kabinesinde adalar arasında veya otlar arasındaki sütunlara ayağı çarpıp sendeleyen çıngıraklı katırların sırtında ikisi birlikte yolculuk ederlerdi. Bazen, Louvre’da eski tabloların önünde durur, aşkı onu kucaklayıp kaybolmuş yüzyıllara götürür, resimlerdeki kişilerin yerine kordu. Madam Arnoux başında tüllü külahı, kurşundan bir camlı bölmenin önünde diz üstü dua ederdi. Bir Kastilya veya Flandra derebeyinin karısı olur, iyi kolalanmış, kırmalı yakalı ve kasnaklı bol elbisesiyle oturup dururdu. Sonra sırmalı ipek elbiseler içinde, deve kuşu tüyünden bir sayvan altında, senatörler arasında renkli mermerden büyük merdivenleri inerdi. Başka zamanlar da onu bir haremin yastıkları içinde, sarı ipekten pantolon giymiş hayal ederdi; her güzel olan şey, yıldızların parlaması, bazı müzik havaları, bir cümlenin şekli, bir şeklin çizgisi farkında olmadan birden aklına bu kadını getirirdi.
Onu kendine metres yapmaya kalkışmanınsa boşuna uğraşmak olacağını gayet iyi biliyordu.
Bir akşam çıkıp gelen Dittmer onu alnından öpmüştü, Lovarias da “Bir dostluk imtiyazı olarak, müsaade edersiniz, değil mi?” deyip alnından öptü.
Frédéric “Hepimiz de dostuyuz gibi geliyor bana?” diye kekeledi.
“Hepsi eski dost değil!” diye karşılık verdi Madam Arnoux.
Kendisini dolaylı olarak önceden terslemekti bu.
Zaten elinden ne gelirdi? Sevdiğini mi söylesin? Bunu söyledi mi ya her hâlde başından savacak ya kızıp evinden kovacaktı! Bütün acılara katlanmaya seve seve razıydı, elverir ki onun yüzünü görmekten yoksun olmasın.
Piyanistlerin kabiliyetine, askerlerin yüzlerindeki yaralara imreniyordu. “belki benimle ilgilenir” diye, ağır bir hastalığa tutulmayı yürekten istiyordu.
Arnoux’yu kıskanmayışına şaşardı; Madam Arnoux’yu kendisine pek yaraşan iffetinden başka bir giysi altında düşünemez, cinsiyeti de esrarlı bir karanlık içinde kaybolurdu.
Yine de öyleyken, onunla beraber yaşamak, senli benli konuşmak, başını saran kurdeleyi uzun uzun okşamak veya yere diz çöküp kollarını beline dolamak, gözlerinde ruhunu içmek mutluluğunu düşünürdü!
Bu mutluluğa ermek için kaderini yenmesi gerekirdi; oysa elinden hiçbir şey gelmediği için Tanrı’ya lanetler yağdırır, kendini korkak diye suçlandırır, hücresi içinde dört dönen mahpus gibi, arzuları içinde döner dururdu. Hiç eksilmeyen bir ızdırapla boğulurdu. Saatlerce hareketsiz durur veya iki gözü iki çeşme ağlardı. Kendini tutmak kuvvetini bulamadığı bir gün Deslauriers ona, “Söyle Allah aşkına, senin neyin var?” dedi.
Frédéric’in sinirleri bozulmuşmuş. Deslauriers onun bu lafına inanmadı. Böyle bir ızdırap karşısında şefkat duyguları uyandı, dostunu avuttu, kuvvet verdi. Onun gibi bir adamın kendini kapıp koyuvermesi, görülmedik bir budalalıktı! Gençliğin kıymetini bil, sonra aklın başına gelir, ama geçmiş ola.
“Keyfimi kaçırıyorsun Frédéric! Ben karşımda hep o eski delikanlıyı görmek istiyorum! Ne hoşuma giderdi! Haydi, hayvan, bir pipo iç! Biraz kendine gel, beni üzüyorsun!”
“Doğru.” dedi Frédéric. “Ben çılgının biriyim!”
Kâtip devam etti:
“Ah! Eski âşık, seni kederlendiren şeyin ne olduğunu ben biliyorum! Şu kalpçik, değil mi? Haydi itiraf et! Aman, o da mı dert! Kadının biri giderse dördü gelir! Erdemli kadınları, başka kadınlarla düşüp kalkarak unutursun. Seni kadınlarla tanıştırayım, ister misin? Alhambra’ya bir gidivermek yeter.”
Yakın zamanlarda Champs-Elysees’nin üst başında açılıp bu türlü kurumlar için yersiz sayılacak bir lüks yüzünden, daha ikinci mevsimde iflas eden, herkesin dans edip eğlendiği bir yerdi burası.
“İyi eğlenilen bir yer galiba. Haydi gidelim! İstersen dostlarını da al; hatta Regimbart’ın gelmesine bile razıyım!”
Frédéric Vatandaş’ı çağırmadı. Deslauriers’nin Senecal’i yoktu. Yalnız Hussonnet ile Cisy’yi, bir de Dussardier’yi götürdüler. Bindikleri araba beşini de Alhambra’nın önünde indirdi.
Sağda solda birbirine muvazi İspanya-Arap mimarisinde iki galeri uzanıyordu. Karşıda, dipte bir evin duvarı vardı. Dördüncü duvarı (lokantanın duvarı) ise renkli camdan pencereleri olan Gotik tarzındaki bir manastır duvarını andırıyordu. Çin işi bir çatı, çalgıcıların çaldıkları kerevetin üstünü örtmüştü; yer asfalttı, direklere asılmış kâğıt fenerler dans edenlerin üstüne uzaktan renkli bir ışık saçıyordu. Ötede beride görülen bir heykel kaidesi üstündeki taş yalaktan ince bir su fışkırıyordu. Ağaç yaprakları arasında boyası yapış yapış, alçıdan Hebe ya da Cupidon heykelleri görülüyordu. Sarı kum döşenip iyice düzletilmiş birçok ağaçlıklı yollar bahçeyi olduğundan daha büyük gösteriyordu.
Birkaç üniversite öğrencisi metreslerini gezdiriyor, tuhafiye mağazası tezgâhtarları parmakları arasındaki bastonla çalım satıyorlardı; kolej öğrencileri regalia sigaraları içiyor, birtakım ihtiyar bekârlarsa boyalı sakallarını tarakla sıvazlıyorlardı. İngilizler, Ruslar, Güney Amerikalılar, fesli üç Doğulu vardı. Aşüfte kadınlar, yosma işçi kızları, orospular, bir koruyucu, bir âşık bulmak, birkaç altın koparmak sevdasıyla veya sırf dans etmek hevesiyle buraya gelmişlerdi. Altında su yeşili, mavi, çilek kurusu veya mor kombinezon bulunan elbiseleri, abanoz ağaçlarının ve leylakların arasından geçiyor, sallanıyordu. Hemen bütün erkeklerin ceketleri kareli kumaştandı, akşam serin olduğu hâlde birkaçının pantolonu beyazdı. Hava gazı fenerleri yakılmıştı.
Moda gazeteleriyle ve küçük tiyatrolarla münasebeti olan Hussonnet, kadınların çoğunu tanıyordu. Bunlara parmaklarının ucu ile öpücükler gönderiyor, konuşmak için ara sıra arkadaşlarından ayrılıyordu.
Deslauriers bu hâlleri kıskandı. Devetüyü renginde pamuklu elbise giymiş, iri yarı, sarışın bir kadının yanına arsız arsız sokuldu. Kadın onu asık suratla süzdükten sonra, “Yok, aslanım! Seni gözüm kesmedi!” dedi, arkasını döndü.
Sonra şişman bir esmere yanaştı; kadın herhâlde delinin biri olacak ki Deslauriers’nin ağzından laf çıkar çıkmaz, sıçradı, “Söz söylemeye devam edersen, belediye çavuşlarını çağırırım!” diye korkuttu. Kâtip gülmeye çalıştı. Sonra bir hava gazı fenerinin altında tek başına oturmuş ufak tefek bir kadın görerek gidip dansa kaldırdı.
Kerevetin üstüne maymun gibi tüneyen çalgıcılar, çalgılarını kuvvetli kuvvetli cızırdatıyor, üfürüyorlardı. Ayakta olan orkestra şefi, kurulu bir makine gibi tempo tutuyordu. Salonda herkes üst üste idi, eğleniyordu. Şapkaların çözülmüş kordonları kravatlara sürtünüyor, kunduralar eteklerin altına dalıyordu. Hepsi ahenkle sıçrıyordu. Deslauriers ufak tefek kadını kucağında sıkıyor, kendini dansın coşkunluğuna kaptırmış, dans edenlerin ortasında kocaman bir kukla gibi tepiniyordu. Cisy ile Dussardier gezintilerine devam ediyorlardı; genç aristokrat orospulara yan gözle bakıyor, tezgâhtarın teşviklerine rağmen bu türlü kadınların evlerinde hep “elindeki tabanca ile dolaba saklanmış, her an dışarı çıkıp size bir senet imzalattıracak bir erkek bulunduğunu” düşünerek bunlarla konuşmaya bir türlü cesaret edemiyordu.
Frédéric’in yanına döndüler. Deslauriers artık dans etmiyordu, hepsi de bu geceyi nasıl sona erdireceklerini birbirlerine sordukları bir sırada Hussonnet, “Bakın, bakın! Markiz d’Amaegui!” diye bağırdı.
Çekik burunlu, solgun yüzlü bir kadındı bu. Dirseklerine kadar parmaksız, uzun eldivenler giymiş; yanakları üstünde iki köpek kulağı gibi sarkan kocaman, kara küpeler takmıştı. Hussonnet ona, “Senin evde küçük bir eğlence, Doğu işi bir cümbüş tertip etsek!” dedi. “Bu Fransız şövalyeleri için kadın dostlarından birkaçını da çağırsan! Ne o, sıkıntılı bir hâlin var? Beyzadeni mi bekliyorsun yoksa?”
Endülüslü kadın başını önüne eğmişti; dostunun pek lüks olmayan alışkanlıklarını bildiği için kendini soğuk içkilerden etmek istemiyor, korkuyordu. Nihayet para lafını edince Cisy kesesindeki beş Napolyon lirasının hepsini teklif etti, iş kararlaştı. Ama Frédéric bunda yoktu.
Arnoux’nun sesi kulağına çalınır gibi olmuştu. Bir kadın şapkası gözüne ilişmiş, çabucak yandaki ağaç kümesinin içine dalıvermişti.
Matmazel Vatnaz, Arnoux ile beraberdi.
“Affedersiniz! Sizi rahatsız etmiyorum ya?”
“Katiyen!” diye tacir karşılık verdi.
Konuşmalarındaki son sözlerden, Frédéric, tacirin Matmazel Vatnaz’la acele bir iş konuşmak için Alhambra’ya koşup geldiğini anlamıştı. Arnoux’nun herhâlde içi iyice rahatlamamış olacak ki, “Gayet emin misiniz?” diye sormuştu.
“Gayet eminim! Sizi seviyorlar! Aman, ne adam!” demişti kadın.
Matmazel Vatnaz, kıpkırmızı olduğu için kanlı denecek kadar kalın olan dudaklarını büzüp öne doğru uzatmıştı. Ama zekâ, aşk, şehvet taşan, bebeklerinde altın benekler bulunan, vahşi, hayran olunacak gözleri vardı. Bu gözler zayıf, biraz da sarı olan yüzünü birer lamba gibi aydınlatıyordu. Arnoux onun acı sözler söyleyerek reddetmesinden hoşlanıyor gibiydi. Matmazel Vatnaz’a doğru eğilip “Pek naziksiniz, beni öpün!” dedi.
O da kulaklarını tutup alnından öptü.
Bu sırada dans durdu. Orkestra şefinin yerinde çok semiz, yüzü mum gibi beyaz, yakışıklı bir delikanlı göründü. Kara, uzun saçlarına İsa’nın saçlarının biçimini vermişti; sırmadan hurma dallı, gök mavisi kadife bir yelek vardı sırtında; tavus gibi kabaran, hindi gibi budala bir hâli vardı. Dinleyenleri selamlayıp şarkıya başladı. Başkente yaptığı yolculuğu kendi ağzından anlatan bir köylüydü bu. Şarkıcı Aşağı Norman ağzı ile konuşuyor, sarhoş adam taklidi yapıyordu.
“Ah! Bi güldüm, bi güldüm ki / O hergele Paris’inde!” nakaratı gelince herkes coşup tepinmeye başlamıştı. “Şarkıyı manalı söyleyen” Delmas bu coşkunluğun arasını soğutmayacak kadar kurnazdı. Hemen eline bir gitara tutuşturdular. Arnavut Kızının Erkek Kardeşi adlı bir romans yırladı.
Şarkının sözleri Frédéric’e geminin davlumbazları arasındaki üstü başı partal adamın söylediği şarkının sözlerini hatırlattı. Gözleri, kendi de farkında olmadan, önünde yayılmış olan elbisenin eteğine takılmıştı. Şarkının her parçasından sonra uzun bir duruş vardı, dallarda esen rüzgârın sesi de dalgaların gürültüsünü andırıyordu.
Orkestra yerini görmesini engelleyen kurtbağrı ağacının dallarını eliyle yana çeken Matmazel Vatnaz burun delikleri daha açılmış, kirpikleri aralanmış, derin bir haz duyarak kendisinden geçmiş bir hâlde gözlerini dikmiş, şarkıcıyı seyrediyordu.
“Çok güzel!” dedi Arnoux. “Bu akşam niçin Alhambra’ya geldiğinizi şimdi anlıyorum! Delmas’dan hoşlanıyorsunuz, sevgilim!”
Kadın hiçbir şey söylemek istemedi.
“Aman! Bu ne iffet!”
Sonra, Frédéric’i göstererek “Yoksa o var diye mi? Haksızlık etmeyin. Dünyanın en ağzı sıkı delikanlısıdır o!” dedi.
Dostlarını arayan ötekiler yeşillikli salona girdiler. Hussonnet bunları tanıttı. Arnoux herkese yaprak sigarası dağıttı, şerbet ikram etti.
Dussardier’yi görünce Matmazel Vatnaz’ın yüzü kızarmıştı. Hemen kalktı, elini ona uzatarak, “Beni hatırlamıyor musunuz, Bay Auguste?” dedi.
Frédéric “Matmazeli nereden tanıyorsunuz?” diye sordu.
“Aynı mağazada çalışmıştık.” diye Dussardier karşılık verdi.
Cisy, Dussardier’nin yeninden çekiyordu, çıktılar; Dussardier daha gözden kaybolmadan Matmazel Vatnaz onun karakterini övmeye başladı. Hatta bu delikanlıda kalbin dehası var, diye ekledi.
Sonra, taklitleriyle tiyatroda başarı kazanabilecek olan Delmas üstünde konuşuldu. Ardından bir tartışma başladı: Shakespeare, sansür, üslup, halk, Porte-Saint-Martin Tiyatrosu’nun hasılatı, Alexandre Dumas, Victor Hugo ve Dumersan araya karıştı. Arnoux birçok ünlü kadın aktörleri tanırdı; delikanlılar dinlemek için sokulmuşlardı. Ama müziğin patırtısı sözlerini bastırıyordu. Kadril veya polka biter bitmez herkes masalara üşüşüyordu; garsonu çağırıyorlar, gülüyorlardı; ağaç yaprakları arasında bira şişeleri, gazoz şişeleri patlatarak açılıyor, kadınlar tavuk gibi gıdaklıyor, bazen iki bayın dövüşmek istediği oluyordu; bir hırsız yakalandı.
Dans edenler koşuşarak ağaçlıklı yollara doldular. Yüzleri kıpkırmızı, gülerek, soluk soluğa, kadın elbiselerini ceketlerin etekleriyle birlikte havaya kaldıran bir kasırga içinde geçip gidiyorlardı. Trombonlar daha kuvvetli böğürüyor, tempo hızlanıyordu. Orta Çağ manastırının arkasından çatırtı sesleri geldi, hava fişeği patırtıları baş gösterdi. Güneşler dönmeye başladı; zümrüt yeşili maytapların ışığı bir dakika bütün bahçeyi aydınlattı, son hava fişeğinin atılışında çoğu kimse derin bir ah çekti.
Fişek ağır ağır aktı. Havada bir barut dumanı bulutu dalgalanıyordu. Frédéric’le Deslauriers kalabalığın arasında ağır ağır yürüyorlardı, gördükleri bir manzara karşısında durakladılar: Martinon vestiyere para veriyordu. Yanında elli yaşlarında, çirkin, gayet güzel giyinmiş, neyin nesi olduğu belirsiz bir kadın vardı.
“Bu delikanlı sanıldığı kadar basit değilmiş.” dedi Deslauriers. “Cisy nerede yahu?”
Dussardier onlara kahveyi gösterdi. Eski yiğitlerin oğlunu, yanında pembe şapkalı bir kadınla bir punç fincanının önünde gördüler.
Beş dakikadan beridir ortalarda görünmeyen Hussonnet tam o sırada çıkageldi.
Koluna yaslanan bir genç kız ona “benim yavru kedim” diyordu.
“Olmaz!” dedi Hussonnet. “Herkesin yanında söyleme. Bana vikont de daha iyi! Sana yumuşak çizmeli bir Louis XIII devri kavalyesi gibi görünmek hoşuma gider. Evet, sevgili dostlarım, eski bir göz ağrısı! Nasıl, güzel değil mi?”
Kadının çenesini tutuyordu.
“Bu bayları selamla! Hepsi de âyan üyesi oğullarıdır! Beni büyükelçi tayin ettirsinler diye bunlarla düşüp kalkıyorum!”
“Ne deli şeysiniz!” diye Matmazel Vatnaz içini çekti.
Kendisini evine kadar götürmesini Dussardier’den rica etti.
Arnoux onların gidişine baktı, sonra Frédéric’e dönerek “Matmazel Vatnaz hoşunuza gitti mi?” dedi. “Bu konudaki fikrinizi açıkça söylemezsiniz ya, neyse? Aşklarınızı gizliyorsunuz galiba?”
Frédéric sapsarı kesildi, hiç gizlemediğine yemin etti.
“Metresiniz olduğunu gören, bilen yok.” diye devam etti Arnoux.
Bir ad uyduruvermek geçti Frédéric’in içinden. Ama hikâye onun kulağına giderdi. Sahiden metresi olmadığını söyledi.
Tacir, metresi olmayışından ötürü Frédéric’i ayıpladı.
“Bu akşam, tam fırsattı! Kollarına birer kadın takıp giden ötekilerin yaptığını niye siz de yapmadınız?”
Bu ısrara canı sıkılan Frédéric “Peki ya siz?” dedi.
“Aa! Yavrum, siz bana ne bakıyorsunuz! Ben karımın yanına dönüyorum.”
Bir araba çağırdı, binip çekti gitti.
İki dost yaya yürüdüler. Doğudan rüzgâr esiyordu. Hiç konuşmuyorlardı. Deslauriers bir gazete müdürünün karşısında kendini göstermediğine yanıyordu, Frédéric ise kendi tasaları içine gömülmüştü. Nihayet meyhane balosunun pek abuk sabuk bir şey olduğunu söyledi.
“Kabahat kimde? Arnoux’nun peşine takılmak için bizi satmasaydın!”
“Aman canım! Ne yapsam hiçbir faydası olmayacaktı!”
Ama kâtibin kendine göre fikirleri vardı. İnsan çok istediği bir şeyi mutlaka elde eder.
“Oysa daha demincek, kendin…”
Deslauriers bir imayı önlemek için “Ben onlarla eğleniyordum!” dedi. “Kadınlarla başımı derde mi sokayım?”
Sonra, kadınların ah cicim vah cicimlerine, budalalıklarına attı tuttu. Kadınlardan hoşlanmıyordu vesselam.
“Öyle pozlar takınma bakalım!” dedi Frédéric.
Deslauriers de sustu. Sonra birden “Geçen ilk kadını kafese koyacağım, yüz frangına bahse girer misin?” dedi.
“Evet, girerim.”
İlk geçen iğrenç bir dilenci kadındı; kaderlerine küstükleri bir sırada, Rivoli Caddesi’nin ortasında elinde küçük bir kartonla giden iri yarı bir kız gördüler.
Deslauriers kemerlerin altında kıza yanaştı. Kız birden Tuileries tarafına saptı, az sonra da Carrousel Meydanı’nın yolunu tuttu; sağa, sola bakıyordu. Bir arabanın arkasından koştu. Deslauriers yetişti. Manalı hareketler yaparak onun yanında gidiyordu. Nihayet kız koluna girmeye razı oldu, rıhtım boyuna vurdular. Sonra, Chatelet’nin üst başında, piyasa eden iki gemici gibi, yaya kaldırımında en az yirmi dakika gezindiler. Ama birden, Change Köprüsü’nü, Çiçek Pazarı’nı, Napolyon Rıhtımı’nı geçtiler. Frédéric onların ardından eve girdi. Deslauriers kendilerini rahatsız ettiğini, onun yaptığını yapmasını hareketleriyle anlattı.
“Senin daha ne kadar paran var?”
“İki lira!”
“Yeter! Haydi, Allah’a ısmarladık.”
Frédéric bir oyunun başarı kazandığını görmekten duyulan bir şaşkınlık içine düştü. Benimle alay ediyor! diye düşündü. Eve dönsem mi? Deslauriers belki de aşkına haset ettiğini sanacaktı. Sanki benim eşine çok az rastlanan, yüz kere daha soylu, daha kuvvetli bir aşkım yokmuş gibi! Öfke gibi bir şey kendisini itiyordu. Madam Arnoux’nun kapısı önüne geldi.
Pencerelerden hiçbiri onun odalarının pencereleri değildi. Yine de öyleyken, gözlerini eve dikti; sanki seyretmekle duvarları yarabileceğini sanıyormuş gibi. Herhâlde şimdi, güzel kara saçları yastığın dantelaları arasında, dudakları aralık, başı kolunun üstünde, yumuşak bir çiçek gibi sakin, dinleniyordu.
Arnoux’nun başı göründü. Bu hayalden kaçmak için uzaklaştı.
Deslauriers’nin verdiği öğüt aklına geldi; dehşet duydu. O zaman, başıboş, sokaklarda dolaştı.
Karşıdan biri gelse yüzünü seçmeye çalışıyordu. Ara sıra, bacaklarının arasından bir ışık geçip kaldırımlarda geniş bir çeyrek daire çiziyordu; sonra karanlığın içinde, elinde feneri, sırtında küfesi ile bir insan beliriyordu. Bazı yerlerde, rüzgâr bir bacanın borusunu sallıyordu. Uzaklardan gelen sesler kafasının içindeki uğultuya karışıyor ve havalarda belli belirsiz dans havalarının nakaratını duyuyorum sanıyordu. Yürüyüşü bu sarhoşluğu sürdürüyordu; kendini Concorde Köprüsü’nün üstünde buldu.
O zaman, geçen kışın o akşamını hatırladı. Onun evinden ilk çıkışında, umut dolu kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki durmak zorunda kalmıştı. Şimdi bütün umutları sönmüştü!
Ayın yüzünden kara bulutlar geçip gidiyordu. Mesafelerin büyüklüğünü, hayatın sefaletini, her şeyin boş olduğunu düşünerek ayı seyre daldı. Gün doğdu; dişleri birbirine çarpıyordu; yarı uykuda, sisten ıslanmış, gözleri yaşlı, niçin bu işe bir son vermediğini kendi kendine sordu. Bir adım attı mı tamam! Başının ağırlığı kendisini sürüklüyor, sularda cesedinin dalgalandığını görüyordu. Frédéric eğildi. Köprünün korkuluğu biraz genişti, sırf yorgunluktan korkuluğun üstünden atlamayı gözü kesmedi.
Dehşete kapıldı. Bulvara döndü, tahta bir kanepeye çöktü. Polis memurları onu “sefahat yapmış” sanıp uyandırdılar.
Yürümeye başladı. Karnı çok acıkmıştı. Bütün lokantalar kapalı olduğundan Halles’deki lokantalardan birinde yemek yemeye gitti. Neden sonra daha çok erken olduğunu düşünüp saat sekizi çeyrek geçeye kadar belediye dairesi taraflarında başıboş dolaştı durdu.
Deslauriers şırfıntı kızı savalı çok olmuştu; odanın ortasındaki masada yazı yazıyordu. Saat dörde doğru Bay Cisy içeri girdi.
Dün akşam, Dussardier sayesinde, bir hanımla dostluğu kaynatmıştı. Hatta araba ile onu da kocasını da evinin önüne kadar götürmüştü. Kadından randevu da koparmıştı. Oysa bu adı bilen yoktu!
“Ne yapayım istiyorsun yani?” dedi Frédéric.
O zaman, beyzade saçmalamaya başladı. Matmazel Vatnaz’ın, Endülüslü kadının, öteki kadınların lafını etti. Birçok istiarelerden sonra ziyaretinin sebebini anlattı. Dostunun ağzı sıkılığına güvenerek girişeceği bir teşebbüste kendisine yardım etmesini istemeye gelmişti, bu teşebbüsten sonra ancak kesin olarak kendine erkek gözü ile bakabilecekti. Frédéric buna olmaz demedi. Hikâyeyi Deslauriers’ye anlattı, ama kimle ilgili olduğunu söylemedi.
Kâtip “şimdiki gidişatını pek iyi” buldu. Öğütlerine saygı gösterilmesi neşesini arttırdı.
Askerî teçhizat için sırma nakış işleyen, dünyanın en tatlı insanı, bir kamış gibi narin, iri mavi gözlü, her şeye şaşan Matmazel Clemence Daviou’yu o daha ilk gününde bu neşesi sayesinde büyülemişti. Kâtip, kızın saflığını, nişanları olduğuna inandıracak kadar kötüye kullanmıştı. Söylediğine göre, onunla baş başa olduğu zaman, redingotunu kırmızı şeritle süslüyor, patronunu küçük düşürmemek için herkesin yanında çıkarıyormuş. Zaten kızla arasında bir mesafe bırakıyor, kendini bir paşa gibi okşatıyor, güldürmek için ona “halk kızı” diyormuş. Kız her seferinde kendisine küçük menekşe buketleri getiriyormuş. Frédéric böyle bir aşk istemezdi.
Böyle olmakla beraber, Pinson’un veya Barillot’nun kahvesindeki bölmeli yere gitmek için bunlar kol kola girip sokağa çıktıkları zaman acayip bir keder duyardı. Frédéric, bir yıldır, her perşembe günü, Choiseul Sokağı’na akşam yemeğine gitmeden önce tırnaklarını fırçalarken Deslauriers’ye nasıl ızdırap çektirdiğini bilmiyordu!
Bir akşam, balkondan onların gidişine bakıyordu, uzaktan Arcole Köprüsü’nün üstünde Hussonnet’yi gördü. Bohem birtakım işaretler edip onu çağırmaya başladı. Frédéric beş katı inince “Mesele şu: Önümüzdeki cumartesi, ayın 24’ünde, Madam Arnoux’nun isim günü.” dedi.
“Nasıl olur, adı Marie değil mi?”
“Olsun, bir adı da Angèle! Eğlence Saint-Cloud’daki yazlık evlerinde yapılacak; size haber vermek ödevini ben üstüme aldım. Saat üçte gazetenin önünde bir vasıta bekleyecek. Böyle kararlaştırılmış! Sizi rahatsız ettim, özür dilerim. Görülecek öyle çok işim var ki!”
Frédéric daha arkasını dönmeden kapıcı bir mektup verdi:
Mösyö ve Madam Dambreuse, ayın 24’üncü Cumartesi günü evlerinde verecekleri ziyafete gelmekle kendilerine şeref vermesini Bay Moreau’dan rica ederler. Lütfen karşılık verilmesi…
“Çok geç.” diye düşündü.
Bununla beraber mektubu Deslauriers’ye gösterdi; o, “Oh! Hele şükür!” diye bağırdı. “Ne o, memnun olmamış gibi bir hâlin var. Sebep?”
Frédéric biraz tereddüt ettikten sonra aynı gün başka bir yere davetli olduğunu söyledi.
“Lütfen şu Choiseul Sokağı’na gitmeye boş ver. Budalalığın lüzumu yok! Sıkılıyorsan senin yerine ben karşılık vereyim.”
Kâtip üçüncü kişi ağzından kabul edildiğini bildiren bir karşılık yazdı.
Deslauriers kibar âlemine hep hırs ve tamahla baktığından bu âlemi matematik kanunları sayesinde işleyen yapmacık bir yaratık olarak gözünde büyütürdü. Şehirde bir akşam yemeği, mevki sahibi bir adama rastlamak, güzel bir kadının gülümsemesi, birbirinden doğan bir sıra eylemlerle çok büyük sonuçlara varabilirdi. Paris’in bazı salonları, ham maddeyi alıp yüz misli değerli hâle getiren makinelere benzerdi. Diplomatlara akıl veren kibar fahişelere, entrikalarla yapılmış zengin evlenmelere, kürek mahkûmlarının dehasına, talihin kuvvetli olanların elinde yumuşak başlı hâle geldiğine inanırdı! Nihayet Dambreuse’lerle sık sık görüşmeyi o kadar faydalı buluyordu, bunun o kadar çok lafını etmişti ki Frédéric neye karar vereceğini bir türlü bilemiyordu.
Madam Arnoux’nun isim günü olduğuna göre, ona bir hediye sunmazlık edemezdi. Sakarlığını bağışlatmak için tabii bir şemsiye götürmeyi düşündü. Bir yerde, Çin işi, sapı sedef kakmalı, alacalı ipekten bir markiz gördü. Ama fiyatı yüz yetmiş beş franktı, oysa hiç parası yoktu, gelecek üç aylık parasına güvenerek borçla geçiniyordu. Yine de öyleyken, bu şemsiyeyi beğenmişti, istiyordu. Nefret ettiği hâlde Deslauriers’ye başvurdu.
Deslauriers parası olmadığını söyledi.
“Paraya ihtiyacım var, çok lazım!” dedi Frédéric.
Öteki, aynı özrü tekrarlayınca kızdı.
“Ama sen bazen pekâlâ…”
“Eee, ne olmuş?”
“Hiç!”
Kâtip anlamıştı. Yedek sakladığı paradan Frédéric’e istediğini verdi. Paraları teker teker sayınca “Makbuz filan istemem, senin sırtından geçiniyorum mademki…” dedi.
Frédéric türlü tatlı diller dökerek dostunun boynuna sarıldı. Deslauriers soğuk davrandı. Sonra ertesi gün, güneş şemsiyesini piyanonun üstünde görünce, “Yaa! Parayı onun için istemiştin demek!” dedi.
Frédéric, korka korka “Gönderirim belki…” dedi.
Tesadüf de Frédéric’e yardım etti. Çünkü akşama kenarı kara çerçeveli bir pusula aldı. Madam Dambreuse bunda bir amcanın kaybını haber veriyor, kendisiyle tanışmak zevkini başka bir zamana bıraktığından ötürü özür diliyordu.
Frédéric daha saat ikide gazete idarehanesine damladı. Arnoux, Frédéric’i kendi arabasıyla götürmek için bekleyecek yerde, kır havası almak ihtiyacına dayanamayıp dünden çekip gitmişti.
Her yıl, ilk yapraklar yeşerir yeşermez, Arnoux günlerce sabahtan sıvışıp tarlalar arasında uzun yürüyüşler yapar, çiftliklerde süt içer, köylü kadınlarla çocukça şakalaşır, mahsul üstünde bilgi edinir ve mendiline salata doldurup getirirdi. Sonunda, eski bir hülyayı gerçekleştirip kendine bir yazlık ev satın almıştı.
Frédéric tezgâhtarla konuştuğu sırada, Matmazel Vatnaz çıkageldi. Arnoux’yu göremeyince kırıldı. Tacir yazlıkta belki daha iki gün kalacakmış. Tezgâhtar, Matmazel Vatnaz’a “oraya gitmesini” salık verdi. Gidemezmiş. Mektup yazabilirmiş, ama kaybolmasından korkuyormuş. Frédéric mektubu kendi eliyle götürmeyi üstüne aldı. Matmazel Vatnaz hemen bir mektup yazdı ve Arnoux’ya yalnızken vermesini tembih etti. Kırk dakika sonra Frédéric, Saint-Cloud’da gemiden inmişti. Köprüden yüz adım ötede olan ev, tepenin yamacına yaslanmıştı. Bahçe duvarlarını iki sıra ıhlamur ağacı kaplamıştı, geniş bir çimenlik nehrin kıyılarına kadar iniyordu. Demir parmaklığın kapısı açık olduğundan Frédéric içeri girdi.
Otların üstüne uzanmış olan Arnoux, birkaç kedi yavrusu ile oynuyordu. Kendini bu eğlenceye iyice vermiş görünüyordu. Matmazel Vatnaz’ın mektubu onu içinde bulunduğu gevşeklikten çekip çıkardı.
“Hay aksi şeytan, hay! Ne can sıkıcı iş! Kadının hakkı var. Gitmeliyim.”
Sonra, mektubu cebine sokup malikânesini göstermek zevkini tattı. Ahırı, ambarı, mutfağı, her şeyi gösterdi. Salon sağ taraftaydı ve Paris tarafında, filbahar çiçekleri sarmış bir çardağa bakıyordu. Bu sırada, başları üstünde bir nağme şakımasıdır koptu: Kendini yalnız sanan Madam Arnoux şarkı söyleyerek eğleniyordu. Gamdan gama geçiyor, triller, arpejler yapıyordu. Havada sanki asılı kalan uzun notalar olduğu gibi, bir çağlayanın damlacıkları gibi dökülenleri de vardı. Panjurdan dışarı taşan sesi etrafı kaplayan sessizliği yarıp mavi göklere yükseliyordu. Komşuları Bay ve Bayan Oudry’nin gelmesiyle birden şarkı söylemeyi kesti.
Sonra, Madam Arnoux taşlığın başında göründü. Taşlığın merdiven basamaklarından inerken Frédéric onun ayağını gördü. Ayağında açık, küçük ayakkabılar vardı. Parlak altına çalan kahverengi deriden ayakkabının birbirine geçme çapraz atkıları çorapları üstünde sırma telli bir örgü vücuda getirmişti.
Davetliler geldiler. Gelenlerin Avukat Bay Lefaucheur’den başkası, hep perşembe günü davetlileriydi. Her biri birer hediye; Dittmer Suriye işi bir eşarp, Rosenwald bir romans albümü, Burrieu sulu boya bir resim, Sombaz kendi karikatürünü, Pellerin de kötü yapılmış çirkin bir fantezi olup bir çeşit ölü dansını gösteren bir füzen[8 - Füzen: Kömür kalemle yapılmış resim. (e.n.)] getirmişti. Hussonnet eli boş gelmişti.
Frédéric kendi hediyesini vermek için bekleyip hepsinden sonraya kaldı.
Madam Arnoux hediyeye çok teşekkür etti. O zaman, delikanlı “Hem bu âdeta bir borç! Öyle üzülmüştüm ki…” dedi.
“Neye üzüldünüzdü?” dedi Madam Arnoux. “Anlamıyorum.”
Arnoux, Frédéric’in kolundan tutup “Sofraya buyurun!” dedi, sonra da delikanlının kulağına “Hiç de kurnaz değilmişsiniz!” diye fısıldadı.
Su yeşiline boyanmış bu yemek salonu kadar güzel bir şey olamazdı. Salonun bir ucundaki taştan bir su perisi deniz hayvanı kabuğu biçimindeki bir havuzda ayağının başparmağını ıslatıyordu. Açık pencerelerden, kıyısında yapraklarının çoğu dökülmüş ihtiyar bir İskoçya çamı bulunan uzun çimenliği ile bütün bahçe görünüyordu. Bu çimenliği irili ufaklı çiçek kümeleri yer yer kaplamıştı. Nehrin ötesinde Boulogne Ormanı, Neuilly, Sevres, Meudon geniş bir yarım çember hâlinde yayılıp gidiyordu. Karşıdaki demir parmaklığın önünde bir yelkenli kayık kıyı kıyı gidiyordu.
Önce bu görülen manzara üstünde, sonra da genel olarak manzara resmi üstünde konuşuldu. Tartışmalar başladığı sırada Arnoux, uşağına saat dokuz buçukta faytonu koşmasını emretti. Veznedarından aldığı mektup üzerine şehre dönmek zorundaydı.
“Ben de seninle dönsem olur mu?” dedi Madam Arnoux.
“Elbette olur.”
Karısına güzel bir selam vererek, “Pek iyi bilirsiniz ki madam, siz olmadan yaşanamaz!” diye ekledi.
Böyle iyi bir kocası olduğundan ötürü, hepsi de onu tebrik etti.
O, küçük kızını göstererek tatlı bir dille, “Ah! Ne çare ki yalnız değilim!” diye karşılık verdi.
Sonra konuşma yine dönüp dolaşıp resme gelince Ruysdael’in bir tablosunun lafı açıldı. Arnoux bu tablodan çok büyük bir para kazanacağını umuyordu. Pellerin, “Londralı ünlü Saul Mathias’ın geçen ay gelip bu tablo için yirmi üç bin frank teklif ettiği doğru mu?” diye Arnoux’ya sordu.
“Bundan daha doğru bir şey olamaz!” dedi tacir ve Frédéric’e doğru dönerek, “Geçen gün Alhambra’da inanın ki hiç istemeye istemeye gezdirdiğim bay, bu baydı işte. Çünkü bu İngilizler hiç de hoş insanlar değildir!”
Matmazel Vatnaz’ın mektubunda bir kadın meselesi söz konusu edildiğinden kuşkulanan Frédéric, Arnoux efendinin sıvışmak için namuslu bir çare bulmaktaki bu rahatlığına hayran olmuştu, ama onun hiç lüzumsuz olan bu yeni yalanı gözlerini fal taşı gibi açmıştı.
Tacir sade bir eda ile ekledi:
“Dostunuz o uzun boylu delikanlının adı neydi kuzum?”
“Deslauriers.” dedi Frédéric telaşla.
Arkadaşına karşı ettiği haksızlıkları telafi etmek için Frédéric onu üstün bir zekâ olarak övdü.
“Ya! Sahi mi? Nakliyat memuru olan öteki kadar iyi ve mert bir delikanlı hâli yok onun ama.”
Frédéric, Dussardier’ye lanetler etti. Madam Arnoux, kendisinin bayağı kimselerle düşüp kalktığını sanacaktı.
Daha sonra başkenti güzelleştirme, yeni mahalleler üstünde konuşuldu; saf bir adam olan Oudry büyük ihtikâr yapanlar arasında Bay Dambreuse’ün adını saydı.
Frédéric, kendini gösterme fırsatını kaçırmayarak Bay Dambreuse’ü tanıdığını söyledi. Oysa Pellerin bakkallara atıp tutmaya başladı, mum satıcılarını da para satıcılarını da bir tutuyordu. Sonra Rosenwald’la Burrieu porselenler üstünde sohbete daldılar. Arnoux, Madam Oudry ile bahçıvanlık lafı ediyordu. Eski okulun zevzeği olan Sombaz, Madam Oudry’nin kocasına takılarak eğleniyordu. Ona Aktör Odry gibi Odry diyordu, köpek ressamı olan Oudry’yi haklayacağını söyledi; çünkü hayvan kabiliyeti olduğunu anlatan şişkinlik alnında belliymiş. Hatta adamcağızın kafasını eliyle yoklamaya bile kalkıştı, öteki saçları takma olduğu için sakınmıştı. Çerez, kahkahalar içinde sona erdi.
Kahveler, ıhlamurlar altında, sigaralar tellendirilerek içildi; bahçede birkaç kere dolaşıldı; nehir kıyısında gezmeye gidildi.
Davetliler, balıkçı dükkânında yılan balıklarını temizleyen bir balıkçının önünde durdular. Matmazel Marthe balıkları görmek istedi. Balıkçı, kutusunu otların üstüne boşalttı. Küçük kız balıkları yakalamak için yere diz çöktü; sevincinden gülüyor, korkusundan çığlığı basıyordu. Balıkların hepsi kayboldu. Arnoux çıkarıp parasını verdi.
Daha sonra bir kayık gezintisi yapmak aklına geldi.
Ufkun bir yanı sararmaya başladığı sırada, öteki yanında göklere engin bir portakal rengi yayılmış, büsbütün kararmış olan tepelerin ucunda bu renk daha da kızıllaşmıştı. Madam Arnoux, bu yangın yalazasına arkasını vererek kocaman bir taşın üstüne oturmuştu; ötekiler ötede beride geziniyorlar, Hussonnet ise yamacın alt tarafında su üstünde taş sektiriyordu.
Arnoux, eski bir şalupayı peşine takıp döndü, en aydın görüşlülerin bile itirazlarına kulak asmayarak davetlilerini içine doldurdu. Kayık batıyordu, inmek gerekti.
Hint kumaşı kaplı, duvarlarında kristal kollu şamdanları olan salonun bütün mumları yakılmıştı bile. Oudry Ana bir koltukta tatlı tatlı uyuyor, ötekiler baronun şan ve şerefleri üstünde konuşan Bay Lefaucheux’ü dinliyorlardı. Madam Arnoux pencerenin yanında yalnızdı. Frédéric yanına yaklaştı.
Söylenen şey üstünde konuştular. Madam Arnoux güzel söz söyleyenlere hayrandı, Frédéric ise yazarların şan ve şerefini üstün tutuyordu. Genç kadına göre, halk kitlelerinin ruhlarına kendi ruhundaki duyguları aşılayarak onları doğrudan doğruya harekete getirmekten insan herhâlde çok büyük bir zevk duymuş olmalı. Hiç büyüklükte gözü olmayan Frédéric’i bu türlü zevkler pek imrendirmiyordu.
“Ya! Niçin?” dedi Madam Arnoux. “İnsanda biraz büyüklük hırsı olmalı!”
Pencere içinde ayakta, yan yana duruyorlardı. Gece, önlerinde, üstüne gümüş serpilmiş engin, koyu bir örtü gibi uzanıyordu. İlk defadır ki önemsiz şeyler konuşmuyorlardı. Frédéric onun nefret ettiği şeyleri, zevklerini bile öğrendi; bazı kokular kendisine dokunurmuş, tarih kitaplarına ilgi gösterirmiş, rüyalara inanırmış.
Frédéric duygusal maceralardan söz açtı. Madam Arnoux ihtirasın doğurduğu felaketlere acıyordu, ama ikiyüzlü rezaletlere de isyan ediyordu. Anlayıştaki bu doğruluk yüzünün düzgün güzelliğine o kadar yaraşıyordu ki güzelliği bu doğruluğa bağlı gibiydi.
Gözlerini bir dakika Frédéric’e dikip ara sıra gülümsediği oluyordu. O zaman, delikanlı, bakışlarının, suyun derinliklerine kadar süzülen o büyük güneş ışınları gibi ruhuna daldığını duyuyordu. Bu kadını hiçbir gizli maksadı olmaksızın, hiçbir karşılık görme umudu olmaksızın seviyordu. Minnettarlık hamlelerini andıran bu dilsiz, ağızsız coşkunlukla bu kadının alnını öpücüklere boğmak isterdi. Bu sırada, içten gelen bir soluk kendisini kendi dışına taşırırdı; kendini feda etmek arzusu, ani bir bağlılık ihtiyacıydı bu. O kadar çok kuvvetli ki bir türlü susturamıyordu.
Frédéric ötekilerle birlikte gitmedi, Hussonnet de gitmedi. Araba ile döneceklerdi; fayton taşlığın önünde bekliyordu; o sırada, Arnoux gül toplamak için bahçeye indi. Sonra gül demetini bir iple bağlayınca sapları uzunlu kısalı olduğundan kâğıt dolu cebini karıştırdı, bir kâğıt çıkardı, demeti buna sardı, kalın bir iğne ile tutturdu, belli bir heyecanla karısına sundu.
“Al, sevgilim, seni unuttuğum için beni affet!”
Oysa Madam Arnoux küçük bir çığlık kopardı. Beceriksizce tutturulan iğne eline batmıştı. Tekrar odasına çıktı. Onu bir çeyrek kadar beklediler. Sonunda yine göründü, Marthe’ı kaldırdı, kendini arabanın içine attı.
“Ya çiçek demetin?” dedi Arnoux.
“Hayır! İstemez! Lüzumu yok!”
Frédéric demeti gidip almak için seğirtmişti. Madam Arnoux, “İstemiyorum!” diye bağırdı.
Ama biraz sonra getirdi, buketi zarf içine koyacağını söyledi; çünkü çiçekleri yerde bulmuştu. Madam Arnoux hepsini oturma yerinin önündeki deri torbanın içine tıktı. Yola düzüldüler.
Madam Arnoux’nun yanına oturmuş olan Frédéric onun korkunç şekilde titrediğini fark etti. Sonra köprüyü geçtiklerinde, Arnoux sola sapınca “Yok, canım! Yanlış yola saptın! Bu tarafa, sağa sapacaksın!” dedi Madam Arnoux.
Sinirli gibi görünüyordu; her şey kendisini rahatsız ediyordu. Sonunda, Matmazel Marthe gözlerini kapayınca buketi çıkardı, arabanın kapısından fırlatıp attı; sonra Frédéric’in kolunu tutup öteki eliyle hiç bunun lafını etmemesini işaret etti.
Sonra da mendilini dudaklarına götürdü, hiç kımıldamadı.
Sürücü yerinde oturan öteki ikisi basımevinden, abonelerden konuşuyorlardı. Sağına soluna bakmadan arabayı süren Arnoux, Boulogne Ormanı’na daldı. O zaman, dar yollara düştüler. At yavaş gidiyor, ağaç dalları arabanın körüğüne sürtünüyordu. Karanlıkta, Frédéric, Madam Arnoux’nun ancak gözlerini görüyordu; Matmazel Marthe annesinin kucağına yatmış, Frédéric başını tutuyordu.
“Sizi yoruyor!” dedi Madam Arnoux.
“Hayır! Hayır! Yormuyor!” diye o karşılık verdi.
Hafif bir toz bulutu kalkmıştı. Auteuil’den geçiyorlardı. Bütün evlerin pencereleri kapalıydı. Ötede beride bir sokak feneri, bir duvarın köşesini aydınlatıyor, sonra yine karanlıkların içine dalıyorlardı. Bir defasında, Frédéric, Madam Arnoux’nun ağladığını fark etti.
Pişmanlıktan mı, arzudan mı, nedendi bu? Sebebini bilmediği bu keder Frédéric’i kendinin bir şeyiymiş gibi ilgilendirmişti. Şimdi, aralarında yeni bir bağ, suç ortaklığı gibi bir şey vardı. Son derece okşayıcı bir sesle “Ağrıyor mu?” dedi.
“Evet, biraz.”
Araba gidiyordu, bahçe duvarlarından sarkan hanımeliler ve yaseminler geceyi insana gevşeklik veren bir koku ile doldurmuştu. Elbisesinin sayısız kıvrımları ayaklarını örtüyordu. Aralarına uzanmış bu çocuk vücudu sayesinde bu kadının bütün varlığı ile kaynaşıyor gibi geliyordu Frédéric’e. Kıza doğru eğildi, kumral saçlarını aralayıp yavaşça alnından öptü.
“İyi insansınız!” dedi Madam Arnoux.
“Niçin?”
“Çocukları seviyorsunuz da ondan.”
“Hepsini sevmem.”
Başka bir şey söylemedi, ama sol elini ondan tarafa uzattı, açtı, belki o da aynı şeyi yapar, elini tutarım, diye düşünmüştü. Sonra utanıp çekti.
Biraz sonra kaldırımlar başladı. Araba daha hızlı gidiyordu. Sokak fenerleri çoğaldı, Paris’e girmişlerdi! Hussonnet emanetçinin önünde arabadan atladı. Frédéric inmek için avluya varılmasını bekledi; sonra Choiseul Sokağı’nın köşesine saklandı, Arnoux’nun ağır ağır bulvarlara doğru yollandığını gördü.
Hemen ertesi günden başlayarak bütün gücü ile çalışmaya başladı.
Kendini bir kış gecesi cinayet mahkemesinde son savunmaları yaparken görüyordu: Jüri üyelerinin yüzleri sapsarıdır; soluk soluğa olan halk, mahkeme salonunu hıncahınç doldurmuştur; Frédéric dört saattir konuşmaktadır; bütün delilleri özetliyor, yeni deliller keşfediyor ve her cümlesinde, her sözünde, her hareketinde, arkasında asılı duran giyotin bıçağının kalktığını seziyor; sonra Meclis kürsüsünde, bütün bir halkın selametini dudaklarında taşıyan bir söylevci olarak, hasımlarını sözleriyle boğuyor, istihzalı, dokunaklı, coşkun, yüce, ahenkli sesi gürleyerek verdiği sert bir karşılıkla eziyor. O orada, herkesin içinde bir yerdedir, sevinç gözyaşlarını tülü ile gizlemektedir; sonra buluşacaklar; o, hafif ellerini alnında gezdirerek, “Ah! Bu ne güzel!” deyince cesaret kırıcı sözler, edilen iftiralar, küfürler onun semtine uğramayacak.
Bu hayaller, hayatının ufkuna cümleler hâlinde kazınmıştı. Kamçılanan zekâsı daha çevik, daha kuvvetli hâle geldi. Ağustos ayına kadar evine kapandı, son imtihana kabul edildi.
Aralık ayının sonunda ikinci, şubat ayında üçüncü imtihana bir kere daha hazırlanmakta çok sıkıntı çekmiş olan Deslauriers onun bu çabasına şaşmıştı. O zaman, eski umutlar yeniden canlandı. On yıl içinde Frédéric milletvekili, on beş yıl içinde de bakan olmalıydı; niçin olmasın? Pek yakında konacağı mirasla önce bir gazete kurabilirdi; işe bir kere böyle başlansın, gerisi kolaydı. Deslauriers’ye gelince; onun gözü Hukuk Okulunda bir kürsü sahibi olmaktaydı. Doktora tezini pek parlak bir şekilde savunmuş, profesörler tarafından kutlanmıştı.
Üç gün sonra Frédéric de kendi tezini verdi. Sılaya gitmeden önce cumartesi toplantılarını kapamak için bir kır gezintisi yapmak aklına geldi.
Bu gezintide neşeli göründü. Madam Arnoux şimdi Chartres’da, annesinin yanındaydı. Ama pek yakında ona kavuşacak, eninde sonunda âşığı olacaktı.
Aynı gün Deslauriers, Orsay’deki genç avukatlar konuşma odasında çok alkışlanan bir söylev vermişti. İçki düşkünü olmadığı hâlde çakırkeyif oldu, yemekte Dussardier’ye “Sen namuslu bir insansın! Zengin olunca seni yanıma kâhya olarak alacağım!” dedi. Hepsi de mutluydu; Cisy hukuku bitirmeyecekti; Martinon stajına taşrada devam edecekti, bir savcı yardımcılığı bulmuştu; Pellerin İnkılabın Dehası’nı anlatacak büyük bir tabloya hazırlanıyordu; Hussonnet gelecek hafta müdüre Başını Dinlendirme adlı piyesinin planını okuyacaktı, başarı kazanacağından şüphe etmiyordu:
“Çünkü dramın iskeletini bana bırakıyorlar! Aşkın ne olduğunu bilirim, onun yoluna saçımı süpürge ettim; canlı fikirler bulmaya gelince; bu da benim işim!”
Bir sıçradı, ellerini yere koyup bacaklarını havaya kaldırarak bir süre masanın etrafında böyle dolaştı.
Bu edilen çocukluk Senecal’i neşelendirdi; bir aristokratın oğlunu dövdüğünden ötürü, oturduğu pansiyondan kovulmuştu. Sefaleti arttığından sosyal düzene atıp tutuyor, zenginlere lanetler yağdırıyordu. Gittikçe hayalleri kırılan, hüzünlü hâle gelen, her şeyden nefret eden Regimbart’a içinin bütün derdini döktü. Vatandaş, şimdi bütçe meseleleriyle uğraşıyor, Camarilla’yı Cezayir’de milyonlar kaybetmekle itham ediyordu.
Alexandre’ın kahvesine uğramadan uyuyamayacağı için saat on birden sonra ortadan kayboldu. Ötekiler daha geç vakte kadar kaldılar. Frédéric, Hussonnet’ye Allah’a ısmarladık derken Madam Arnoux’nun dün dönmüş olacağını öğrendi.
Bu düşünce ile yarın için tuttuğu yeri değiştirmek üzere Messageries’ye uğradı, saat altıya doğru da Madam Arnoux’nun evine damladı. Kapıcı, dönüşünün bir hafta sonraya kaldığını söyledi. Frédéric akşam yemeğini yalnız yedi, sonra bulvarlarda başıboş dolaştı.
Çatıların ötesinde eşarp biçiminde pembe bulutlar uzanıyordu. Dükkânların gölgelikleri çekilmeye başlamıştı. Sulama arabaları tozların üstüne yağmur serpiyor ve açık duran kapılarından, gümüş takımları ve yaldızlı eşya arasında yüksek aynalarda yansımış çiçek demetleri görünen kahvelerin buğusuna hiç beklenmeyen bir serinlik karışıyordu. Kalabalık ağır ağır yürüyordu. Yaya kaldırımının ortasında durup konuşan öbek öbek erkekler vardı. Kadınlar, gözlerinde bir baygınlıkla ve kadın etine büyük sıcakların yorgunluğunu veren o kamelya rengi tenle geçip gidiyorlardı. Göklerden çok büyük bir şeyler saçılıyor, evleri sarıp sarmalıyordu. Hiç Paris gözüne bu kadar güzel görünmemişti. Gelecekte tüm aşkla dolu sonsuz yıllardan başka bir şeyi gözü görmüyordu.
Porte-Saint-Martin Tiyatrosu’nun önünde afişe bakmak için durdu; yapacak işi olmadığından bir bilet aldı.
Eski, perili cinli bir oyun oynuyordu. Tek tük seyirci vardı. Paradinin tavan arası pencerelerinden mavi, küçük dört köşeler hâlinde aydın gök göründüğü hâlde sahnenin önündeki lambalar sarı ışıktan tek bir çizgi teşkil ediyordu. Sahne, küçük çanlarıyla, davullarıyla, sultanlarıyla, sivri külahlarıyla, cinaslarıyla Pekin’deki bir köle pazarını gösteriyordu. Sonra perde inince fuayede yalnız başına dolaştı ve taşlığın merdivenleri önünde, bulvarda duran, iki beyaz at koşulu, kısa külotlu bir arabacısı olan yeşil boyalı büyük landoya hayran oldu.
Yerine döndüğü sırada, balkondaki sahneye bitişik locaya bir hanımla bir bay girdi. Kocanın kırçıl, dar, ince bir sakalla çevrili solgun bir yüzü, yakasında Légion d’honneur officier’siydi rozeti, diplomatlarda görülen soğuk bir görünüşü vardı.
Kendinden en az yirmi yaş küçük ne iri yarı ne ufak tefek ne çirkin ne de güzel olan karısının bukleli saçları sarışındı; göğsü dümdüz, yassı bir elbise giymişti; elinde kara danteladan geniş bir yelpaze vardı. Böyle kibar takımından insanların bu mevsimde tiyatroya gelmelerini ya tesadüfe ya da geceyi baş başa geçirmek sıkıntısına yormalı. Hanım yelpazesini hafif hafif dişliyor, bay ise esniyordu. Frédéric bu yüzü nerede gördüğünü bir türlü çıkaramamıştı.
Ondan sonraki perde arasında, koridordan geçerken ikisiyle de karşılaştı; verdiği şöyle bir selam üzerine, Bay Dambreuse, kendisini tanıyıp yanına sokuldu; hemen ettiği affedilmez ihmallerden ötürü özür diledi. Kâtibin verdiği öğütler üzerine gönderilen birçok kartvizite imaydı bu. Bununla beraber, Frédéric’i hukukun ikinci yılında sanmakla, tarihleri birbirine karıştırmıştı. Sonra, sılaya gidişine imrendi. Kendisinin de dinlenmeye ihtiyacı vardı ama Paris’teki işlerinden baş alamıyordu.
Kocasının koluna yaslanmış olan Madam Dambreuse başını hafifçe eğmişti; yüzünün manevi tatlılığı demincekki keder ifadesiyle zıt düşmüştü. Kocasının son sözleri üzerine “Yine de güzel eğlenceler bulunur!” dedi. “Aman ne saçma sapan oyun bu! Öyle değil mi, bayım?”
Üçü de ayakta durup tiyatrolar, yeni piyesler üstünde konuştular. Taşralı burjuva kadınların yüz buruşturmalarına alışkın olan Frédéric, hiçbir kadında, inceliğin ifadesi olan böyle bir rahatlık, sadelik görmemişti; oysa bazı saf kimseler bunda birden beliriveren bir sempatinin ifadesini bulurlar.
Sıladan döner dönmez kendisini bekliyorlardı; M. Dambreuse, Roque Baba’ya selam götürmesini rica etti.
Frédéric, evden içeri girerken bu karşılaşmayı Deslauriers’ye anlatmakta kusur etmedi.
“Mükemmel!” dedi kâtip. “Hem kendini annenin ah cicim vah cicimlerine kaptırma da çabuk dön, gel!”
Geldiğinin ertesi günü, öğle yemeğinden sonra Madam Moreau oğlunu bahçeye götürdü.
Oğlunu bir meslek sahibi olmuş görmekle sevindiğini söyledi; çünkü sanıldığı kadar zengin değillerdi; toprak az getiriyordu; rençperlerin de doğru dürüst para verdikleri yoktu; hatta arabasını bile satmak zorunda kalmıştı. Sonunda, durumlarını apaçık gözü önüne serdi.
İlk dulluk günlerinin şaşkınlıkları arasında, kurnaz ve hilekâr bir adam olan Bay Roque, Madam Moreau’ya ödünç para vermiş, hiç istemediği hâlde bu borcu yenilemiş, süresini uzatmıştı. Bir gün aniden paralarını isteyiverince dul kadın, Presles Çiftliği’ni değer değmezine bu adama bırakmak suretiyle işin içinden sıyrılmıştı. On yıl sonra elindeki sermaye Melun’daki bir bankerin iflasında uçup gitmişti. İpoteklerden gözü korktuğundan, oğlunun yarınını düşünerek eski gidişatı sürdürmek için tam bu sırada Roque Baba tekrar karşısına çıkınca yine bu defa da onun lafını dinlemişti. Ama şimdi, aralarında alacak verecek yoktu. Sözün kısası, ellerinde aşağı yukarı on bin franklık bir gelir vardı, bunun iki bin üç yüz frangı bütün miras olarak kendisinindi!
Frédéric “Böyle bir şey olamaz!” diye bağırdı.
Annesi başıyla “Pekâlâ olur!” anlamında bir hareket yaptı.
Acaba amcası bir şeyler bırakacak mıydı? Çok şüpheli! Hiç konuşmadan bütün bahçeyi dolaştılar. Sonunda, Madam Moreau oğlunu bağrına bastı, gözyaşlarıyla boğulan bir sesle “Ah! Zavallı yavrum! Ne çok hülyalarımdan oldum!” dedi.
Frédéric büyük akasya ağacının gölgesindeki tahta kanepeye oturdu.
Annesi Dava Vekili Bay Prouharam’ın yanına kâtip olarak girmesini oğluna salık vermişti; dava vekili yazıhanesini Frédéric’e bırakacaktı; kendisi bunu iyi işletirse başkasına satabilir, daha kârlı bir iş tutabilirdi.
Frédéric söylenenleri artık duymuyordu. Kurulu bir makine gibi çitin üstünden karşıki bahçeye bakıyordu.
Kızıl saçlı, on iki yaşlarında kadar küçük bir kız çocuğu orada yalnız başına duruyordu. Üvez meyvelerinden kulağına küpe takmıştı. Kül rengi gömleğinden güneşte biraz kızıllaşmış olan omuzları görünüyordu; beyaz eteği reçel lekeleriyle kirlenmişti. Hem sinirli hem ince, nahif olan yüzünde vahşi, genç hayvan güzelliği yardı. Yabancı bir erkeğin varlığı herhâlde kendisini şaşırtmış olacak; çünkü birden durmuş, elinde sulaması, berrak mavi yeşil göz bebeklerini yabancıya dikmişti.
“Bay Roque’un kızı.” dedi Madam Moreau. “Hizmetçisiyle evlendi, kadının kızını da kendine evlat edindi.”
VI
Sefildi, perişandı, mahvolmuştu!
Geçirdiği sarsıntıdan şaşkına dönmüş bir hâlde kanepede oturup kalmıştı. Talihine lanet ediyordu; karşısına biri çıksa dövecekti. Umutsuzluğunu büsbütün arttırmak için sırtına hakarete, şerefsizliğe benzer bir ağırlık yüklendiğini duyuyordu. Çünkü Frédéric babadan kalma servetinin bir gün on beş bin liralık gelire yükseleceğini kafasında kurmuş, bunu biraz gizli kapaklı olarak Arnoux’nun kulağına sokmuştu. Demek ki şimdi kendisini, evlerine menfaat umudu ile girip çıkan, bol keseden atıp tutan, maskaranın, ne idüğü belirsiz serserinin biri sanacaklardı! Ya onun, Madam Arnoux’nun yüzüne nasıl bakacaktı şimdi?
Üç bin franktan başka geliri olmayınca bu zaten büsbütün imkânsız bir şeydi! Hep dördüncü katta oturamazdı, kapıcıyı uşak olarak kullanamazdı, bütün bir yıl insanların karşısına uçları mavileşmiş kara eldivenlerle, yağlı şapkayla, aynı redingotla çıkamazdı. Yok! Hayır! Olamaz! Bununla beraber, onsuz da yaşayamazdı. Mesela Deslauriers gibi serveti olmayan çok kimse pekâlâ yaşıyordu. Böyle birtakım ıvır zıvır şeylere önem verdiği için kendini tabansız buldu. Sefaleti belki de kabiliyetlerini yüz misli kuvvetlendirecekti. Çatı katı odalarında çalışan büyük adamları düşünerek coştu. Madam Arnoux gibi bir kadının ruhu, böyle bir manzara karşısında heyecana gelecek, yumuşayacaktı. Demek, bu felaket meğer bir mutlulukmuş; gömülü hazineleri meydana çıkaran yer sarsıntıları gibi, bu felaket de tabiatının gizli zenginliklerini kendi gözüne göstermişti. Ama yeryüzünde bunları değerlendirecek bir tek yer varsa o da Paris’ti! Çünkü fikrince sanat, ilim ve aşk (Pellerin’in dediği gibi, Tanrı’nın bu üç gücü) sadece başkente bağlıydı.
Akşam annesine Paris’e döneceğini söyledi. Madam Moreau buna hem şaştı hem kızdı. Çılgınlıktı, manasız bir hareketti bu. Öğütlerini dinlerse, yani yanında, bir dava vekili yazıhanesinde kalsa daha iyi ederdi. Bu teklifle kendini hakarete uğramış sayarak Frédéric, “Haydi canım siz de!” der gibi omuzlarını silkti.
İyi kadıncağız, o zaman, başka bir usule başvurdu. Tatlı ve hıçkırıklı bir sesle yalnızlığının, ihtiyarlığının, yaptığı fedakârlıkların sözünü etmeye başladı. En bahtsız olduğu bir sırada, oğlu kendisini yüzüstü bırakıp gidiyordu. Sonra, son günlerinin yaklaştığını ima ederek, “Allah aşkına, biraz sabretsen ne olur! Sabret, yakında serbest kalacaksın!” dedi.
Bu sızlanmalar üç ay her Allah’ın günü yirmi kere tekrarlandı durdu. Sonra ana ocağının tatları da ahlakını bozuyordu; daha yumuşak bir yatakta yatıyor, yırtığı olmayan havlular kullanıyordu. O kadar ki bıkıp usanan, sonunda tatlı dilin korkunç kuvvetine yenilen Frédéric, Üstat Prouharam’ın yazıhanesine gitmeye razı oldu.
Bu işte ne bilgi gösterdi ne kabiliyet. O zamana kadar kendisine vilayetin yüzünü ağartacak, büyük imkânlara sahip bir delikanlı gözü ile bakmışlardı. Herkes hayal kırıklığına uğradı.
Önce kendi kendine şöyle demişti: “Madam Arnoux’ya haber vermeliyim.” Bir hafta hep övücü, uzun mektuplar, az söyleyip çok şey anlatan, yüce üslupla yazılmış pusulalar kaleme almayı düşünmüştü. Durumunu itiraf etmek korkusu kendisini yazmaktan alıkoymuştu. Sonra kocasına yazmanın daha doğru olacağını düşündü. Arnoux hayatın ne olduğunu bilirdi, kendisini anlayacaktı. Nihayet on beş gün süren kararsızlıklardan sonra “Adam sen de! Yüzlerini görmeyiveririm, onlar da beni unutup giderler. Böylelikle, onun gözünde küçülmemiş olurum hiç olmazsa. Beni ölmüş sanır, acır, belki de…” dedi.
Pek aşırı verilmiş kararlar kendisine pek bir şey kaybettirmediği için bir daha Paris’e dönmemeye, hatta Madam Arnoux’nun ne hâlde olduğunu hiç sorup öğrenmemeye ahdetti.
Yine de öyleyken Paris’in, gaz kokusundan omnibüslerinin gürültüsüne kadar, her şeyini özlüyordu. Kendisine söylenen bütün sözlerde onun sesinin çınlamasını, gözlerinin parıltısını arıyordu. Kendine ölmüş bir adam gözü ile baktığı için artık hiç mi hiç bir şey yapmıyordu.
Sabahları çok geç kalkar, pencereden gelip geçen koşulu arabalara bakardı. Hele ilk altı ay son derece kötü geçti.
Bununla beraber, bazı günler kendine kızdığı olurdu. O zaman sokağa çıkardı. Kışın taşan Seine Nehri’nin sularıyla yarı yarıya kaplı çayırlara giderdi. Bu çayırları kavak ağaçları birbirinden ayırır. Ötede beride küçük bir köprü yükselir. Sararmış yaprakları çiğneyerek, sisi ciğerlerine çekerek, hendeklerden atlayarak akşama kadar başıboş dolaşırdı. Damarları daha kuvvetli attıkça çılgınca işler yapmak arzusuna kapılırdı; Kuzey Amerika’da tuzak avcısı olmak, Doğu’da bir paşanın hizmetine girmek, bir gemiye tayfa olarak girmek ister, içinin kara sevdasını Deslauriers’ye yazdığı uzun mektuplara dökerdi.
Deslauriers sivrilmek için çırpınıp duruyordu. Dostunun korkak davranışı, bıktırıcı sızlanmaları kendisine saçma gibi geliyordu. Çok geçmeden, âdeta mektuplaşmaz oldular. Frédéric bütün eşyalarını, kendi tuttuğu yerde oturan Deslauriers’ye bırakmıştı. Annesinin ara sıra onun lafını ettiği olurdu; nihayet bir gün eşyasını dostuna hediye ettiğini söyleyip annesi de kendisini azarladığı sırada Frédéric bir mektup aldı.
“Ne o kuzum, titriyorsun?” dedi annesi.
Frédéric “Hiçbir şeyim yok!” diye karşılık verdi.
Deslauriers, Senecal’i yanına aldığını bildiriyordu. On beş günden beri beraber oturuyorlarmış. Demek Senecal, şimdi, Arnoux’nun dükkânından gelen şeylerin ortasına yayılıp uzanmıştı! Bunları satabilir, bunlar üstünde fikir yürütebilir, şakalar edebilirdi! Frédéric kalbinin en derin yerinden yaralandığını duydu. Odasına çıktı, ölmek istiyordu.
Annesi çağırdı. Bahçeye dikilecek bir şey için fikrini soracaktı.
İngiliz parkı biçimindeki bu bahçe hereklerden yapılmış bir çitle ortadan ikiye bölünmüştü; yarısı, nehrin kıyısında bir sebze bahçesi olan Roque Baba’nındı. Araları açılan iki komşu, aynı saatlerde bahçede görünmekten çekinirlerdi. Ama Frédéric geleli beri, adamcağız bahçede sık sık dolaşıyor, Madam Moreau’nun oğlundan nezaketi esirgemiyordu. Onun küçük bir şehirde oturmasından sızlanmıştı. Bir gün, Bay Dambreuse’ün kendisini sorduğunu anlattı. Bir başka sefer, göbeği heybetli kılan Champagne’nın âdetlerinden dem vurdu.
“O zamanlarda gelseydiniz, annenize Fouvens dediklerine göre, siz de bir senyör olurdunuz. Kim ne derse desin adın büyük bir önemi vardır!”
Delikanlının yüzüne kurnaz bir eda ile bakarak “Hem sonra bu iş adalet bakanının elinde.” dedi.
Bu aristokratlık taslama Roque Baba’nın her hâlinden belliydi. Ufak tefek bir adam olduğundan kendisine büyük gelen kahverengi redingotu gövdesini uzun gösteriyordu. Kasketini çıkarınca son derece sivri burunlu âdeta bir kadın yüzü karşınıza çıkardı; sarı saçları perukayı andırırdı; kibar kimseleri yerlere eğilip duvarlara sürtünerek selamlardı.
Elli yaşına kadar, kendisiyle yaşıt, çiçek bozuğu, Lorraine’li bir kadın olan Catherine’in hizmetleriyle yetindi. Ama 1834 yılına doğru Paris’ten, koyun yüzlü, “kraliçe edalı”, güzel bir sarışın getirdi. Çok geçmeden kadının kulaklarında kocaman küpelerle salındığı görüldü ve küçük bir kız doğunca her şey anlaşıldı; kıza Elisabeth-Olympe Louise Roque adını koydular.
Catherine’in, kıskanıp bu çocuktan nefret etmesi beklenirken aksine, kızı sevdi. Annesinin yerini almak, ondan nefret ettirmek için, ona gözü gibi baktı, okşadı; çünkü satıcılarla çene çalmasını seven Madam Eleonore küçüğü tamamıyla yüzüstü bırakmıştı. Evlendiğinin hemen ertesi günü kaymakamlığı ziyaret etti, artık hizmetçi kadınlarla senli benli görüşmeyi kesti, kibarlığın bir neticesi olarak çocuğuna karşı sert davranması gerektiği zannına kapılmıştı. Kızının derslerinde bulunur, belediye dairesinde eskiden memurluk etmiş ihtiyar öğretmen ne yapacağını bilemezdi, öğrenci isyan edince tokadı yer ve çocuk gidip hep kendisini haklı bulan Catherine’in dizlerinde ağlardı. O zaman, iki kadın kavga eder, Bay Roque da bunları sustururdu. Kızını sevdiği için evlenmişti, çocuğa işkence edilmesini istemiyordu.
Çoğu zaman, Louise parça parça beyaz bir elbise ile dantelalarla süslü bir pantolon giyerdi; büyük bayramlarda da gayrimeşru evlat olduğundan ötürü, küçük oğlan çocuklarının kendisiyle arkadaşlık etmesini yasak eden burjuvaları rahatsız etmek için bir prenses gibi giyinip sokağa çıkardı.
Bahçesinde kendi başına yaşar, salıncağında sallanır, kelebeklerin peşinden koşar, sonra birden durup gül dallarına konan yaldız yeşili kanatlı böcekleri seyre dalardı. Herhâlde bu alışkanlıklarından olacak, yüzünün hem cesur hem de hülyalı bir ifadesi vardı. Ayrıca endamı Matmazel Marthe’ın endamını o kadar andırıyordu ki daha ikinci görüşmelerinde Frédéric ona “Matmazel, sizi öpeyim ister misiniz?” dedi.
Küçük kız başını kaldırıp “İsterim elbet!” diye karşılık verdi.
Ama aralarında hereklerden çit vardı.
“Üstüne çıkmak lazım.” dedi Frédéric.
“Sen çıkma, beni kaldır!”
Frédéric çitin üstünden eğildi, kızı kollarından tutup yanaklarından öptü, sonra yine yere bıraktı. Sonraları aynı şey birçok defalar tekrarlandı.
Louise dostunun geldiğini duyar duymaz, dört yaşında bir çocuk gibi hiç çekinmeden, ona doğru koşar veya bir ağacın arkasına saklanır, korkutmak için köpek yavrusu gibi havlardı.
Madam Moreau’nun sokağa çıktığı bir gün, Frédéric kızı yatak odasına çıkardı. Louise bütün koku şişelerini açmış, saçlarını pomada bulamış, sonra hiç çekinmeden gidip yatağa yatmış, boylu boyunca uzanıp uyanık durmuştu. “Senin karın olduğumu düşünüyorum şimdi.” demişti.
Ertesi gün, Frédéric onu gözleri yaşlı gördü. Kız “günahlarına ağladığını” itiraf etti. Frédéric bu günahların neler olduğunu öğrenmeye çalışınca o gözlerini önüne eğip “Fazla sorma!” diye karşılık verdi.
İlk Hristiyanlığa girme töreni yaklaşmıştı; bir sabah Louise’i günah çıkarmaya götürmüşlerdi.
Kutsallama töreni onu hiç uslandırmadı. Bazen son derece öfkelenir, yatıştırmak için Bay Frédéric’i çağırırlardı.
Frédéric gezmeye giderken Louise’i de sık sık alıp götürürdü. Karışık hayallere dalmış yürürken kız buğday tarlalarının kıyısından gelincik toplar, kendisini her zamankinden fazla tasalı görse tatlı sözlerle avutmaya çalışırdı. Aşktan yoksun kalan kalbi, bu çocuk dostluğuna kendini verdi; Frédéric kıza iyi insanları tarif ediyor, masallar anlatıyordu; kitaplar okumaya başladı. O yıllarda ün salmış hem şiir hem nesir dergisi olan Annales Romantiqiues’le işe girişti. Sonra kızın zekâsından hoşlanıp yaşını unutarak birbiri ardından Atala’yı, Cinq-Mars’ı, Feuilles d’Automne’u okudu. Ama bir gece (Macbeth’i Letourneur’ün basit çevirisinden dinlediği o akşam) Louise “Leke! Leke!” diye haykırarak uyandı; dişleri birbirine vuruyor, titriyordu. Dehşet saçan gözlerini sağ eline dikmiş, “Hep leke!” diyerek elini ovuşturuyordu. Sonunda, hekim geldi, kızın heyecanlandırılmamasını salık verdi.
Burjuvalar bunda kendi âdetlerine aykırılıktan başka bir şey görmediler. Herkes “Moreau’nun oğlu” bu kızı ileride aktör yapacak, demişti.
Çok geçmeden ortaya başka bir mesele çıktı; yani Barthelemy amca geldi. Madam Moreau kendi yatak odasını ona verdi, sebze yenen günlerde bile et yemekleri yapacak kadar hatır sayarlığını ileri götürdü.
İhtiyarsa pek nazik davranmadı. Durmadan Havre’la Nogent’ı kıyaslamış, Nogent’ın havasını ağır, ekmeğini kötü, sokak kaldırımlarını bozuk, yemeklerini tatsız, insanlarını tembel bulmuştu.
“Memleketinizde ticaret ne kadar berbat!” dedi.
Rahmetli kardeşinin çılgınca hareketlerini yerdi; oysa kendisi tutumluluğu sayesinde yirmi yedi bin liralık gelir sahibi olmuştu. Nihayet hafta sonunda kalkıp gitti, arabanın binek basamağında da insanın yüreğine pek su serpmeyen şu sözleri söyledi:
“İyi bir durumda olduğunuzu bildiğim için hep gönlüm rahat.”
Salona dönünce Madam Moreau oğluna “Eline bir şey geçmeyecek!” dedi.
Amca, sırf Madam Moreau’nun ısrarları üzerine gelmişti, sekiz gün durmadan kadıncağız, belki de lüzumundan fazla onu lafı açmaya zorlamıştı. Yaptığına pişman olmuş, koltuğunda başı öne eğik, dudaklarını sıkarak oturmuştu. Frédéric annesinin karşısına geçmiş, ona bakıyordu. Sanki Montereau’ya döneli beş yıl olmuş gibi ikisi de susuyorlardı. Bu hâl Frédéric’e Madam Arnoux’yu hatırlattı. Tam bu sırada, pencerenin altında kırbaç şakladı, bir ses de kendisini çağırıyordu.
Arabasında yalnız olan Roque Baba’ymış. Bütün günü Fortelle’de Bay Dambreuse’lerde geçirecekmiş, Frédéric’i de götürmeyi dostça teklif etti.
“Benimle beraber olunca davetiye istemez, korkmayın!”
Frédéric’in içinden kabul etmek geçti. Ama Nogent’a temelli yerleşmesini nasıl izah edecekti? Arkasına giymeye elverişli yazlık bir elbisesi yoktu. Hem sonra annesi ne diyecekti? Gitmek istemedi.
O günden sonra komşusu kendisine pek dostluk göstermedi. Louise büyümüştü; Madam Eleonore çok hastalanıp yatağa düştü, bağ da kopmuş oldu; bu türlü insanlarla düşüp kalkmanın oğlunun mesleğine zarar vermesinden korkan Madam Moreau, buna pek sevindi.
Oğluna mahkeme kalemini satın almayı aklına koymuştu. Frédéric bu fikri pek kabul etmez görünmemişti. Şimdi, kiliseye pazar törenlerine annesiyle beraber gidiyor, akşamları onunla kâğıt oynuyordu. Taşraya kendini alıştırmış, bu hayatın içine dalmıştı. Hatta aşkı bile bir yas tatlılığına, uyuşuk bir güzelliğe bürünmüştü. İçinin acısını mektuplarına döke döke, okuduğu şeylere karıştıra karıştıra, kırlarda gezdire gezdire ve her yere saça saça, âdeta biraz dindirmişti; öyle ki onca Madam Arnoux, mezarını görse şaşmayacağı ölmüş bir kadın hâline gelmiş gibiydi; bu sevgi o kadar duru ve kaderine o kadar boyun eğer hâle gelmişti.
Bir gün, 12 Aralık 1845 günü sabah dokuz sularında aşçı kadın, elinde bir mektupla Frédéric’in odasına çıktı. İri harflerle yazılı olan adres tanımadık birisi tarafından yazılmıştı. Frédéric, uyku sersemliğiyle hemen zarfı açtı. Sonunda söktü:
Havre Sulh Yargıçlığı Üçüncü Belediye Dairesi
Bay Moreau,
Amcanız Bay Moreau vasiyetname bırakmaksızın öldüğünden…
Mirasa konmuştu!
Bitişikte bir yangın çıkmış gibi, geceliğiyle, ayakları çıplak, yataktan fırladı; elini yüzünde gezdirdi; gözlerine inanamıyor, rüya görüyorum sanıyordu. Rüyada olmadığına iyice inanmak için gidip pencereyi ardına kadar açtı.
Kar yağmıştı; evlerin çatıları bembeyazdı; hatta dün akşam çarptığı avludaki çamaşır çamçağını bile tanıdı.
Mektubu arka arkaya üç defa okudu. Bundan daha doğru bir şey olamazdı! Amcasının yirmi yedi bin liralık geliri, bütün serveti kendisinin olmuştu! Madam Arnoux’ya tekrar kavuşmak düşüncesi onu çılgınca bir sevince düşürüp altüst etti. Bir evham aydınlığı ile kendini Madam Arnoux’nun evinde, yanında ipek kâğıt içinde bir hediye götürmüş gördü; bu sırada faytonu, yok, hayır, kupa arabası daha iyi, kahverengi üniformalar giymiş bir uşağı olan kara bir kupa arabası kapının önünde bekleyecekti; atın eşindiğini, öpüşmelerinin kantarma zincirinin şıngırtısına karıştığını duyuyordu. Her gün bu böyle olacak, hiç bitmeyecekti. Karı kocayı kendi evinde kabul edecekti; yemek odası kırmızı deri, oturma odası sarı ipek kaplı olacak, her yerde divanlar bulunacaktı. Hem de ne etajerler ne Çin vazoları ne halılar! Bu hayaller kafasına öyle karmakarışık bir şekilde hücum etmişti ki başının döndüğünü duymuştu. O zaman, annesi aklına geldi, mektubu hep elinde tutarak aşağı indi.
Madam Moreau heyecanını tutmaya çalıştı, bir baygınlık geçirdi. Frédéric annesini kolları arasına aldı, alnından öptü.
“İyi anneciğim, şimdi arabanı yine satın alabilirsin; haydi gül, ağlama artık, sevinmelisin!”
Havadis on dakika içinde ta dış mahallelere kadar yayılmıştı. O zaman, Avukat Üstat Benoist, Bay Gamblin, Bay Chambion, bütün dostlar koşup geldiler. Frédéric, Deslauriers’ye mektup yazmak için bir aralık sıvıştı. Daha başka gelenler de oldu. Öğleden sonraki saatler hep kutlamalarla geçti. Bu sırada “pek ağır hasta” olan Roque Kadın unutulmuştu.
Akşam, ikisi yalnız kalınca annesi oğluna Troyes’da avukat olarak yerleşmesini öğüt vermişti. Kendi memleketinde her yerdekinden daha çok tanındığından kolayca kârlı işler bulabilirdi.
Frédéric “Aa! Bu kadarı fazla!” diye bağırdı.
Sevinci daha tatmadan elinden almak istiyorlardı. Paris’te oturmaya kesin olarak karar verdiğini bildirdi.
“Orada ne yapacaksın?”
“Hiç!”
Oğlunun takındığı tavırlar karşısında şaşıran Madam Moreau, ona ne olmak istediğini sordu.
Frédéric “Bakan!” diye karşılık verdi.
Hiç de şaka etmediğini, diplomasi mesleğine atılmak niyetinde olduğunu söyledi; çalışmaları ve kabiliyetleri kendisini bu mesleğe sürüklüyormuş. Bay Dambreuse’ün yardımı ile önce Devlet Şûrası’na girecekti.
“Bay Dambreuse’ü tanıyorsun demek?”
“Tanıyorum tabii. Bay Roque tanıttı.”
“Bu tuhaf işte.” dedi Madam Moreau.
Madam Moreau’nun kalbinde oğlunu yüksek mevkilerde görmek hülyaları tekrar canlanmıştı. Kendini bu hülyalara kaptırdı, başka şeylerin hiç lafını etmedi.
Frédéric’e kalsa hemen yola çıkmaya hazırdı. Yarın için posta arabalarındaki bütün yerler tutulmuştu. Ertesi gün saat yediye kadar kendi kendini yedi durdu. Akşam yemeğine oturdukları sırada, kilisenin çanı üç defa çaldı. İçeri giren hizmetçi kadın da Madam Eleonore’ün ölmüş olduğunu haber verdi.
Ne olursa olsun, bu ölüm ne başkaları için, hatta ne de çocuk için bir felaketti. Genç kız ileride bunun daha çok faydasını görecekti.
İki ev birbirine pek yakın olduğundan koşuşmalar, konuşma gürültüleri işitiliyordu. Yakınlarındaki bu ölüyü düşünmek ana ile oğlun ayrılışlarına bir yas havası katmıştı. Madam Moreau iki üç defa gözlerinin yaşını sildi, Frédéric’in yüreği kabarmıştı.
Yemekten kalkınca Catherine, Frédéric’i iki kapı arasında durdurdu. Matmazel mutlaka kendisini görmek istiyor, bahçede bekliyormuş. Frédéric bahçeye çıktı, çitten atladı, ağaçlara biraz başını çarparak Bay Roque’un evine doğru ilerledi. İkinci kattaki bir pencerede ışık parlıyordu; sonra karanlıkların içinde bir karaltı göründü, bir ses fısıldadı:
“Benim.”
Herhâlde arkasına giydiği kara elbiseden olacak, Louise, Frédéric’in gözüne her zamankinden daha büyük göründü. Lafa nereden başlayacağını bilemediğinden, ellerini tutup içini çekerek “Ah! Zavallı Louise’ciğim…” demekle yetindi.
Kız hiç karşılık vermedi. Uzun bir süre delikanlıya derin derin baktı. Frédéric arabayı kaçırmaktan korkuyordu. Uzaklardan kulağına araba sesleri gelir gibi oluyordu, bu işe bir son vermek için “Catherine söyledi, bir şeyler varmış.” dedi.
“Evet, doğru! Size diyecektim ki…”
Bu “siz” lafı Frédéric’i şaşırttı; kız yine susunca “Peki, ne diyecektin?” dedi.
“Ben de bilmiyorum. Unuttum! Gidiyormuşsunuz, doğru mu?”
“Evet, hemen şimdi…”
Kız tekrarladı:
“Aa! Hemen mi?.. Temelli mi?.. Bir daha birbirimizi görmeyecek miyiz?”
Sesi hıçkırıklarla boğuluyordu.
“Allah’a ısmarladık! Allah’a ısmarladık! Haydi, kucakla beni!”
Louise büyük bir coşkunlukla Frédéric’i kolları arasında sıktı.
İKİNCİ BÖLÜM
I
Frédéric, yerine yerleşip beş at tarafından çekilen araba yaylanınca bir sarhoşluk içine düştüğünü anladı. Bir saray planı yapan bir mimar gibi, hayatına önceden bir çekidüzen verdi. Bu hayatı en ince ve en haşmetli şeylerle doldurdu. Hayatı göklere yükseliyor, bolluk içinde yüzüyordu. Bunları derin derin düşünüp öyle dalmıştı ki etrafındaki hiçbir şeyi gözü görmez olmuştu.
Soudrun bayırının alt başındayken, nerede olduklarını anladı. Topu topu beş kilometre yol gitmişlerdi! Buna canı sıkıldı. Yolu görmek için pencerenin camını indirdi. Tam ne kadar zamanda varacaklarını ikide birde sürücüye sordu durdu. Böyle olmakla beraber sakinleşti, köşesinde gözleri açık duruyordu.
Sürücünün oturduğu yerin yanında asılı duran fener, oklar arasındaki atların sağrılarını aydınlatıyordu. Önde, öteki atların köpüklü dalgalar gibi dalgalanan yelelerinden başka bir şey görmüyordu. Hayvanların solukları önde iki tarafta sis yapıyor, küçük demir zincirler şıkırdıyor, aynalar çerçeveleri içinde zangırdıyordu. Ağır arabaysa biteviye bir hızla, kaldırımlar üstünde gidiyordu. Ötede, bir samanlığın duvarı veya kırlar ortasında tek başına bir han seçiliyordu. Bazen köylerin içinden geçerken bir ekmekçi fırınının ağzından yalazlı ışıklar fışkırıyor ve atların acayip karaltısı karşıki evin yüzü üstünde koşuyordu. Menzillerde hayvanlar arabadan boşaltıldığı zaman, bir dakika süren büyük bir sessizlik oluyordu. Adamın biri yukarıda, sundurmanın altında tepinirken kapı eşiğinde ayakta duran bir kadın mumu sönmesin diye elini siper ediyordu. Sonra sürücü basamağa sıçrıyor, posta arabası yine yola düzülüyordu.
Mormans’da saatin biri çeyrek geçeyi çaldığı duyuldu.
Frédéric, Demek bugün ha!.. diye düşündü. Hemen bugün, birazdan! Ama yavaş yavaş, umutları ve hatıraları, Nogent, Choiseul Sokağı, Madam Arnoux, annesi, hepsi birbirine karışmıştı.
Boğuk bir tahta sesiyle uyandı, Charenton Köprüsü’nü geçiyorlardı, Paris görünmüş demekti. O zaman, iki yol arkadaşı, biri kasketini, biri fularını çıkarıp şapkalarını giydiler, konuştular. Kahverengi redingot giymiş, kırmızı yüzlü, şişman olan ilki tacirmiş; ikincisi kendini bir hekime göstermek için başkente geliyormuş. Geceleyin bu adamı rahatsız ettiğinden korkup Frédéric hemen özür diledi, mutluluktan ruhu o kadar rikkate gelmişti.
Gar rıhtımını herhâlde sular basmış olacak ki bu tarafa sapmadan dümdüz devam ettiler; yine kırlar başladı. Uzakta fabrikaların yüksek bacaları tütüyordu. Sonra Ivry’ye saptılar. Bir sokağa girdiler. Frédéric birden Pantheon’un kubbesini gördü.
Altüst olan ova belirsiz harabeleri andırıyordu. Tahkimli surlar ovada bir tümsek yapmıştı. Yol kıyılarındaki topraktan yaya kaldırımları üstündeki ağaç fidanları çivili çıtalarla korunmuştu. Yer yer kimyevi maddeler yapan kurumlarla, odun depoları görülüyordu. Çiftlik kapılarını andıran yüksek kapıların aralık kanatlarından ortasında pis su birikintileri bulunan, çirkef ve süprüntü dolu iğrenç avlular görünüyordu. Sığır kanı rengindeki uzun meyhanelerin ikinci katlarında, pencereler arasında, renkli çiçeklerden bir taç içinde çapraz iki bilardo istekası resmi vardı, ötede beride duvarları alçıdan yarım kalmış kulübeler görünüyordu. Sonra iki yandaki ev dizisi artık hiç kesilmez oldu. Bu evlerin çıplak yüzleri üstünde, uzaktan uzağa, bir tütüncü dükkânını gösteren, tenekeden yapılmış kocaman bir sigara beliriyordu. Ebe kadınların levhalarında, danteladan kundaklı yeni doğmuş bir çocuğu kucağında sallayan takkeli yaşlı kadın resimleri vardı. Duvarların köşelerine asılmış, dörtte üçü yırtılmış ilanlar rüzgârda yırtık elbiseler gibi sallanıyordu. İş elbisesi giymiş bazı işçiler, bira yüklü arabalar, çamaşırcı arabaları, et taşıyan arabalar geçip gidiyordu; ince bir yağmur çiseliyordu, hava soğuktu, gök solgundu, ama sislerin arkasında Frédéric’çe dünyalar değerinde olan bir çift göz parlıyordu.
Şehrin kapısında uzun zaman beklediler; yumurta tacirleri arabacılar ve bir koyun sürüsü yolu tıkamıştı çünkü. Kaputunun yakasını indirmiş olan nöbetçi eri ısınmak için kulübesinin önünde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Oktruva[9 - Oktruva: Eskiden bir kente girerken ticari eşyalardan veya şahıslardan alınan vergi. (e.n.)] memuru arabanın üstüne tırmandı, bir boru öttü. Bulvarı tırıs giderek geçtiler, oklar sallanıyor, koşum kayışları rüzgârda dalgalanıyordu. Kamçı nemli havanın içinde şaklıyordu. Sürücü çınlayan sesiyle, “Varda! Varda!” diye bağırıyor, süpürücüler kıyıya diziliyor, yayalar arkaya sekiyor, pencerelere çamur sıçrıyor; karşıdan çöp arabaları, tek atlı iki tekerlekli arabalar, omnibüsler geliyordu. Nihayet Bitkiler Bahçesi’nin demir parmaklığı göründü.
Sarımtırak bir renkte akan Seine Nehri’nin suları köprülerin döşeme tabanlarına kadar yükselmişti. Sulardan etrafa bir serinlik dağılıyordu. Frédéric bu serinliği, aşk buğularını ve fikir buharlarını taşır gibi gelen o güzel Paris havasını tatlı tatlı koklayarak var kuvvetiyle ciğerlerine çekti; ilk kira binek arabasını görünce duygulandı. Şarapçı dükkânlarının saman dökülmüş kapı eşiklerine, kutularıyla ayakkabı boyacılarına, çekirdek-kahve kavurma dolaplarını çevirip sallayan bakkal çıraklarına kadar her şeyi sevmişti. Bazı kadınlar şemsiyeleri altında sık adımlarla yürüyorlardı; Frédéric, tesadüf, belki Madam Arnoux sokağa çıkmıştır diye, her geçen kadının yüzünü görmek için pencereden dışarı sarkmıştı.
Dükkânların önlerinden geçiyorlardı, kalabalık artmış, gürültü çoğalmıştı. Saint- Bernard Rıhtımı’ndan sonra Tournelle Rıhtımı’nı, Montebello Rıhtımı’nı geçtiler, Napolyon Rıhtımı’na daldılar. Frédéric onun pencerelerini görmek istedi; daha uzaktı. Sonra Pont-Neuf Köprüsü üstünden Seine’i bir daha geçtiler, Louvre’a kadar indiler. Saint-Honore, Croix-des-Petits-Champs ve Bouloi sokaklarından geçip Coq-Heron Sokağı’na vardılar ve otelin avlusundan içeri girdiler.
Duyduğu zevkin tadını çıkarmak için Frédéric ağır ağır giyindi, hatta Montmartre Bulvarı’na yürüyerek gitti. Biraz sonra mermer levhanın üstünde sevgili adı tekrar göreceğini düşünerek gülümsüyordu. Gözlerini kaldırdı; ne camekân kalmış ne levha kalmış ne bir şey!
Choiseul Sokağı’na seğirtti. Bay ve Bayan Arnoux o evde oturmuyorlarmış. Kapıcının odasında bir komşu kadın duruyordu. Frédéric bekledi, nihayet kapıcı göründü, eski kapıcı değildi bu. Adreslerini hiç bilmiyormuş.
Frédéric bir kahveye girdi, yemeğini yerken bir yandan da ticaret almanağını karıştırdı. Almanakta üç yüz tane Arnoux olduğu hâlde Jacques Arnoux yoktu! Acaba nerede oturuyorlardı? Herhâlde Pellerin bilirdi. Onun da Poissonière dış mahallesindeki atölyesine kadar uzandı. Ne çıngırak ne tokmak olduğundan kapıyı birkaç kere güm güm diye yumrukladı. Hiç ses yok.
Sonra, Hussonnet aklına geldi. Ama bu adamı nerede bulmalı? Bir seferinde, ona metresinin evine, Fleurus Sokağı’na kadar yoldaşlık etmişti. Fleurus Sokağı’na varınca kızın adını bilmediğinin farkına vardı.
Polis müdürlüğüne başvurdu Merdivenden merdivene, odadan odaya dolaştı durdu. Danışma bürosu kapanmıştı. Yarın bir daha uğramasını söylediler.
Sonra, Arnoux’yu bilen, tanıyan var mı diye her gördüğü tablo tacirinin dükkânına girdi, çıktı. Bay Arnoux artık ticaretle uğraşmıyormuş.
Nihayet umutsuz, yorgunluktan bitkin, hasta bir hâlde oteline dönüp geldi, yattı. Yorganın altına girdiği sırada, aklına gelen bir düşünce ile sevincinden sıçradı:
“Regimbart! Ne sersem şeyim! Niye bunu akıl etmedim?”
Ertesi gün, daha saat yedide Notre-Dame-des-Victoires Sokağı’ndaki bir içkicinin dükkânına damladı; burada beyaz şarap içmek Regimbart’ın âdetiydi. Dükkân daha açılmamıştı. Etrafta yarım saat kadar şöyle bir gezindi, yine geldi. Regimbart çıkmış. Frédéric sokağa daldı. Hatta uzaktan Regimbart’ın şapkasını görür gibi oldu; bir cenaze arabası, yas arabaları araya girdi. Kalabalık dağılınca da hayalet gözden kaybolmuştu.
Bereket versin, Vatandaş’ın her gün tam saat on birde Gaillon Meydanı’ndaki küçük bir aşçı dükkânında yemek yediğini hatırladı. O saate kadar sabretmek gerekiyordu. Vakit geçirmek için Borsa ile Madeleine, Madeleine’le Gymnase arasında uzun zaman başıboş dolaşıp durduktan sonra Frédéric tam saat on birde, Regimbart’ı bulacağı güveniyle Gaillon Meydanı’ndaki lokantadan içeri girdi.
Aşçı tersleyen bir eda ile “Böyle birisini tanımıyorum!” dedi.
Frédéric ısrar etmişti. Adam, kalın, kocaman kaşlarını kaldırıp esrarlı esrarlı başını sallayarak “Tanımıyorum dedim ya bayım!” diye karşılık verdi.
Ama son görüşmelerinde, Vatandaş kendisine Alexandre Kahvesinin lafını etmişti. Frédéric yumurtalı bir çöreği tıkındı, bir arabaya atlayıp arabacıya Sainte-Geneviève’in yukarı taraflarında Alexandre’ın Kahvesi diye bir kahve bilip bilmediğini sordu. Arabacı onu Francs-Bourgeois-Saint-Michel Sokağı’nda bu adı taşıyan bir kahveye götürdü, Frédéric daha, “Bay Regimbart, lütfen…” diye sorar sormaz kahveci son derece nazik bir gülümseme ile “Henüz yüzünü görmedik.” diye karşılık verdi, bir yandan da bangoda duran karısına zeki bir bakışla baktı.
Hemen saate göz atarak ekledi:
“Ama neredeyse gelir, on dakika sürmez, en çok bir çeyrek. Celestin, çabuk gazeteleri… Bay ne içmek isterler?”
Hiçbir şey içmeye ihtiyacı olmadığı hâlde Frédéric bir kadeh rom yuvarladı, ardından bir kadeh kirş, onun ardından bir kadeh kurasao, sonra soğuk, sıcak çeşitli groglar içti. O günkü Siècle gazetesini baştan aşağı okudu, bir daha okudu. Charivari’nin karikatürünü kâğıdının cinsine kadar inceledi; sonunda ilanları bile ezberlemişti. Ara sıra kaldırımda ayak sesi duysa “Hah, o!” diyor, camlarda adamın birinin şekli yandan görünüyor, ama hep geçip gidiyordu!
Can sıkıntısından kurtulmak düşüncesiyle Frédéric yer değiştiriyordu. Gidip ta dipte bir yere oturdu; sonra sağ tarafa, daha sonra da sol tarafa… Tahta kanepede kollarını iki yana uzatıp durmuştu. Ama arkalığın kadifesine usul usul basan bir kedi tepsinin üstündeki şerbet lekelerini yalamak için birden sıçrayarak onu korkutmuştu. Dört yaşında, çekilmez bir yumurcak olan evin çocuğu ise bangonun basamaklarında bir kaynana zırıltısı ile oynuyordu. Benzi uçuk, çürük dişli, ufak tefek bir kadın olan annesi manasız manasız gülümsüyordu. Bu Regimbart da nerede kaldı canım? Frédéric sonsuz bir sıkıntı içinde onu bekliyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gustav-flober/bir-delikanlinin-hikayesi-69428830/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Benbenlik: Kendini beğenme, övme, kibir. (e.n.)
2
Mubassır: Okullarda öğrencilerin durumu ile ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse. (e.n.)
3
Pus: İnç. (e.n.)
4
Koltuk meyhanesi: İşlek semtlerde, yol üzerinde bulunan, az mezeyle ayaküstü içki içilen ucuz meyhane. (e.n.)
5
Burada yazar, “prendre” sözünün “almak” (kadını almak) ve “içmek” manaları üzerinde Türkçeye çevrilmesi güç bir kelime oyunu yapıyor. (ç.n.)
6
Negerek: Ufak tefek eşya, öteberi. (e.n.)
7
Müstaceliyet: İvedilik. (e.n.)
8
Füzen: Kömür kalemle yapılmış resim. (e.n.)
9
Oktruva: Eskiden bir kente girerken ticari eşyalardan veya şahıslardan alınan vergi. (e.n.)