Zaman Makinesi
H. G. Wells
İnsanoğlunun aklını ezelden beri kurcalayan “Uzak gelecekte ne olacak?” ve “Uzak gelecekte yaşam, nasıl bir şekil alacak?” düşüncesi üzerine birçok kitap yazıldı, birçok görüş ileri sürüldü ve birçok film çekildi. Ama insanoğlunun zihnini hep meşgul eden bu düşünceye derinlemesine ışık tutan en önemli eser şüphesiz, Zaman Makinesi’dir. Üstelik “zamanda yolculuk” kavramının üzerine detaylı bir eser niteliğinde olan Zaman Makinesi’nin yazarı Wells’e, Atatürk Nutuk’ta yer vermiş ve Wells’in pek çok görüşünü değerlendirmiştir. İşte böylesine önemli bir yazarın ele almış olduğu, “zamanda yolculuk” kavramını işleyen eser de dikkate şayandır. Kitabı okurken kendinizi Zaman Yolcusu olarak hissedecek ve yüzyıllar arasında geçiş yaparken bulacaksınız. Zaman Yolcusu elini başına koydu. Âdeta aklından uzaklaşan bir düşünceyi yakalamaya çalışıyor gibiydi. “Zamanda yolculuk yaptığımda Weena koymuştu cebime.” Odaya bir göz attı. “Hiçbir şey anlayamıyorum. Bu oda, siz ve içerisinde bulunduğum durum zihnimi çok fazla yoruyor. Gerçekten bir Zaman Makinesi mi yaptım yoksa bir Zaman Makinesi modeli mi yaptım? Ya da bunların hepsi bir rüya mıydı? Hayat rüyadır derler, hem de çok berbat bir rüya! Fakat ben kötü gelecek bir rüyaya daha katlanamam. Bu delilik olur. O hâlde, bu rüyayı nereden çıkardım?.. Şu makineye bir bakayım ben. Tabii öyle bir şey varsa!”
H. G. Wells
Zaman Makinesi
Herbert George Wells ya da daha çok bilinen ismi ile H. G. Wells 21 Eylül 1866’da İngiltere’de dünyaya gelmiştir. 13 Ağustos 1946’da ölümüne kadar birçok eser bırakmıştır. Bunlardan en bilinenleri Dünyaların Savaşı, Görünmez Adam, Dr. Moreau’nun Adası ve Zaman Makinesi isimli bilim kurgu eserleri olsa da neredeyse edebiyatın bilinen bütün alanlarında eserleri vardır.
Sosyalist olduğunu hiçbir şekilde saklamayan H.G. Wells, bu özelliğini eserlerinde sıkça yansıtmıştır. Eserlerinde toplumsal eşitsizlik, sınıf farkı, çalışma koşulları gibi sosyal konulardan hep bahsetmiştir. Zaman Makinesi, Jules Verne isimli yazar gibi kitaplarıyla bilim kurgu alanında çağının görüşünü çok ileri taşımış, bu alanlarda en özgün eserler verip öncü konumuna gelmiştir.
Wells dünyada önemli bir yazar olarak hâlâ yerini korumaktadır fakat Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün eserlerinde de ismi geçmektedir. Örneğin 1920 yılında yayımladığı Outline of History isimli kitabı Mustafa Kemal Atatürk tarafından Nutuk’ta değerlendirilmiş ve “Kalıcı dünya barışı için uluslararası hükûmet” başlığıyla yer almıştır.
“Millete şunu da hatırlattım ki, kendimizi dünyaya egemen sanmak aymazlığı artık sürmemelidir. Gerçek konumumuzu, dünyanın durumunu tanımamaktaki aymazlıkla, aymazlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz yıkıntılar yetişir. Bile bile aynı acıklı durumu sürdüremeyiz. Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki sene evvel yayımlanan bir tarih yazdı. Yapıtının son sahifeleri ‘Dünya tarihinin gelecekteki evresi’ başlığı altında birtakım düşünceler içeriyor. Bu düşüncelerde güdülen konu: Federal bir dünya devletidir. Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor ve adaletin ve tek bir kanunun egemenliği altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor. Wells, ‘Bütün egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse milliyetlerin üstünde bir güç yaratılmazsa dünya yok olacaktır.’ diyor ve ‘Gerçek devlet, çağdaş hayat koşullarının bir zorunluk hâline getirdiği dünya birleşik devletlerinden başka bir şey olamaz.’, ‘Kuşku yoktur ki insanlar, kendi ortaya çıkardıkları şeyler altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmek zorunda kalacaklardır.’ diyor.”
Wells kitaplarında teknolojik gelişmelerden daha çok onların toplumsal yansımalarına yer verir. Etkilendiği başlıca yazar Jules Verne’dir. Fakat Jules Verne, kitaplarında daha çok işin teknik kısmıyla ilgilenir. Her ne kadar Verne’den ilham alarak bazı eserlerini kaleme almış olsa da H. G. Wells, işin teknik kısmını baştan savma bir şekilde anlatır ve okuyucuyu bu teknik kısımların sebep olduğu toplumsal gerçeklere ve sonuçlara yoğunlaştırır.
Çünkü Wells eserlerinde, örneğin ayda gerçekleşecek bir toplumsal varlığın teknolojik bakımdan hangi noktada olacağını tartışmaz. Bu toplumun edindiği teknolojiyle nasıl bir yapıya büründüğünü ve muhtemel sonunu okuyucuya, yani bizlere sunar.
Wells’in asıl amacı, çağın ötesinde insanların hala konuşup üzerine tartışacağı model düşünceler geliştirmektir. Tıpkı ütopya kitaplarında olduğu gibi.
Wells sosyalist bir düşünce yapısına sahipti. Rusya’ya gittiğinde Lenin’le tanıştı fakat toplumun hızlı ve zorla sosyalist bir temele oturtulmasının getireceği zararları mantıklı bir zeminde anlatırdı ve bu şekilde olmaması gerektiğini düşünürdü.
Wells altmış yılı aşan yazarlık hayatında çok fazla eser bırakmıştır bizlere. Yazarlık hayatının ilk dönemlerinde yazdığı bilim kurgu metinleriyle birlikte Jules Verne ve Hugo Gernsback ile beraber bilim kurgu alanının babalarından birisi sayılmıştır. Hayatının son dönemlerinde Avrupa Yazarlar Birliği başkanlığını yürütmüştür.
Yazın hayatına ilk defa yirmi beş yaşında girmiş ve ilk önemli eserlerinden Zaman Makinesi’ni otuz yaşında yayımlamıştır.
Yazın hayatında yüz elliden fazla eser bırakan Wells’in başlıca eserleri ise şu şekildedir:
• Zaman Makinesi
• Doktor Moreau’nun Adası
• Görünmez Adam
• Dünyalar Savaşı
• Körler Ülkesi
• Tanrıların Tohumu
• Efendi Uyanıyor
Yasin Yorgancı, Hacettepe Üniversitesinde İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümünde öğrenim görmektedir. Serbest olarak birçok alanda çeviri yapmaktadır. Gençlik ve Spor Bakanlığının “Mültecilerin Spor Yoluyla Sosyalleşmesi” isimli Birleşmiş Milletlerden alınan kılavuzun tamamını Türkçeye çevirdi. Medya çevirisi ve alt yazı çevirisi teknolojileriyle ilgili, otomatik alt yazı çıkaran sistemler ve programlar üzerine çalışmalar yürüttü. Houze İstanbul şirketinde çevirmen ve dijital pazarlama asistanı olarak çalıştı. Hâlen Türkiye Çeviri Öğrencileri Birliğinde (TÜÇEB) genel koordinatörlük yapmaktadır ve Hacettepe Üniversitesinin Çeviri Topluluğunun yönetim kurulu üyesidir.
I
Giriş
Zaman Yolcusu (ona şimdilik böyle demek daha uygun olacak) bize çok önemli bir konudan bahsediyordu. Soluk bakışlı gözleri parlamaya başladı ve cansız görünen yüzüne bir anda kan geldi. Harıl harıl yanan ateş her yeri âdeta gündüze çevirirken gümüş zambaklardan kamaşan ışıkların verdiği yumuşak aydınlık, bardaklarımızdaki minik kabarcıkları ansızın belirginleştiriyordu. Her biri onun eseri olan sandalyelerimiz yalnızca üzerinde oturmamıza yaramıyordu; bizi âdeta kucaklıyor ve rahatlatıyordu. Düşüncenin herhangi bir doğrulanmaya ihtiyaç duymadan akıp gideceği akşam yemeği sonrası rahatlığını andıran hoş bir atmosfer vardı ortamda. Ve biz miskin bir şekilde oturup bahsettiği paradoksunu (ki öyle düşünüyorduk) hevesli bir şekilde anlatmasına imrenirken o, cılızlaşmış işaret parmağıyla konudan bahsetmeye başladı.
“Şimdi beni dikkatle dinleyin. Evrensel olarak kabul edilmiş bir veya iki fikri reddetmek zorunda kalabilirim. Mesela size okulda öğretilen geometri tamamen yanlış temellere dayandırılmıştır.”
“Konuya giriş için biraz ağır olmadı mı bu?” dedi tartışmacı yapılı, kızıl saçlı Filby.
“Ben sizden mantıksal bir zemine oturmamış herhangi bir şeyi kabul etmenizi tabii ki de beklemiyorum. Biraz daha geçsin, yalnızca sizden beklediğim kadarını kabul edeceksiniz. Elbette sıfır kalınlığında bir matematiksel çizginin gerçekten var olmadığını biliyorsunuz. Size bunu öğrettiler, değil mi? Matematiksel düzlemde de aynı mantık var. Bu iki örnek yalnızca soyutlandırma.”
“Gerçekten de doğru!” dedi Psikolog.
“Veya yalnızca uzunluğa, genişliğe ve kalınlığa sahip olan bir küp gerçekten var oluyor olamaz.”
“Bak işte burada yanılıyorsun.” dedi Filby. “Herhangi bir katı cismin varlığını kanıtlamasına gerek yoktur. Çünkü vardır. Bütün gerçek nesneler…”
“Çoğu insan da tam bu şekilde düşünüyor. Ama bir dakika… Bir küp, herhangi bir anda, saniyeliğine var olabilir mi?”
“Zırvalamaya başladın.” dedi Filby.
“Herhangi bir zamanda var olmamış bir küpün gerçekten var olduğunu iddia edebilir miyiz?”
Filby düşünmeye başladı. “Buradan şunu anlıyoruz ki…” diye devam etti Zaman Yolcusu, “Herhangi gerçek bir cismin var olması için dört özelliğe sahip olması gerekir: Uzunluk, Genişlik, Kalınlık ve Süreklilik. Ancak insanlığın zaman içerisindeki doğal bir yanılgısı, ki bunu birazdan açıklayacağım, bunları göz ardı etmemize sebep oluyor. Gerçekte dört esas boyut vardır, bunlardan üçüne biz Uzay’ın üç düzlemi diyoruz; ve dördüncüsü, Zaman. Ancak bununla beraber bahsettiğimiz üç boyut ile dördüncü arasında gerçekte olmayan bir ayrım vardır çünkü bilincimiz doğduğumuz günden öldüğümüz güne kadar aralıklı bir şekilde dördüncü yönünde hareket ediyor.”
“Bu…” dedi lambanın üzerinden purosunu yakmaya çalışan Genç Adam. “Bu… Çok mantıklı.”
“Şimdi, böyle bir gerçeğin bu kadar insan tarafından görmezden gelinmesi çok saçma.” diye hafif gaza gelmiş yüz ifadesiyle devam etti Zaman Yolcusu. “Dördüncü Boyut derken asıl fark edilmesi gereken kısım bu, ancak Dördüncü Boyut’tan bahseden bazı insanların bu anlattıklarımdan haberi bile yok. Bu, Zaman’a karşı bakışın yalnızca başka bir türüdür. Bilincimizin Zaman yönünde hareket etmesi dışında Zaman ve Uzay’ın üç düzlemi arasında hiçbir fark yoktur. Ama bazı ahmaklar bu fikre yanlış taraftan yaklaşıyor. Mutlaka hepiniz bu insanların Dördüncü Boyut hakkında söylediklerini duymuşsunuzdur, değil mi?”
“Ben duymadım.” dedi Belediye Başkanı.
“Aslında basitçe şöyle: Matematikçilerimizin dediğine göre Uzay Uzunluk, Genişlik ve Kalınlık olarak üç boyuttan oluşmaktadır ve bunlar her zaman biri diğerine dik duran üç düzleme atfedilerek tanımlanırlar. Ancak bazı felsefeciler ‘Neden sadece üç, neden bu üçüne dik olan başka bir boyut olmasın?’ diye sormuşlar ve hatta bu insanlar, Dört Boyutlu bir geometri bile tasarlamaya çalışmışlar. Henüz bir ay kadar önce Profesör Simon Newcomb bunu New York Matematikçiler Derneğine anlatıyordu. Sadece iki boyutu olan düz bir yüzeyde üç boyutlu herhangi bir katı cismi nasıl sergileyebileceğimizi biliyorsunuz. Aynı şekilde bu insanlar da cismin perspektifine hâkim olabilirlerse üç boyutlu modellerle dört boyutu da çıkarabileceklerini düşünüyorlar. İyi mi bu şekilde, anlıyor musunuz?”
“Sanırım.” diye mırıldandı Belediye Başkanı ve kaşlarını çatarak kendi düşüncelerinde derin yolculuğa çıktı; dudakları kutsal sözlerden bahsediyor gibi kıpırdamaya başladı. “Evet, şimdi anlıyorum.” dedi gözleri parlayarak.
“Sanırım size bu Dört Boyut üzerinde bir süredir çalıştığımdan bahsetmeme gerek yok. Edindiğim bazı sonuçlar epey ilgi çekici: Mesela burada sekiz yaşındaki bir erkeğin, burada on beş yaşındaki, on yedi ve yirmi üç yaşındaki bir erkeğin tasviri var. Bütün bunlar onun sabit ve değişmez olan Dört Boyutlu varlığının Üç Boyut’taki açıkça birer temsili gibi.”
“Bilim insanları…” diyerek öncesinde söylediği sözlerin sindirilmesi için gereken zamanı tanıdıktan sonra Zaman Yolcusu devam etti: “Bilim insanları çok iyi biliyor ki Zaman bir nevi Uzay’dır. Mesela herkesin bildiği bilimsel bir şema var: Hava durumu. Parmağımla gösterdiğim şu çizgi barometrenin hareketini gösteriyor. Dün baya yüksek bir değerdeydi; gece düştü ve bu sabah tekrardan şu seviyeye hafif bir şekilde yükseldi. Cıva bu çizgileri Uzay’ın herhangi bir boyutunda çizmedi değil mi? Ama böyle bir çizgi gördüğünüz gibi mevcut; o zaman buradan şunu anlıyoruz ki bu çizgi Zaman Boyutu’nda çizildi, yani var oldu.”
“Ama…” dedi gözleri ateşteki kömüre sabitlenmiş bir şekilde bakan Tıpçı, “Eğer Zaman, Uzay’ın dördüncü boyutuysa gerçekten, neden şimdiye kadar hep farklı bir kavram olarak görüldü? Ha bir de diğer Uzay boyutlarında yapabildiğimiz gibi neden Zaman’ın içinde hareket edemiyoruz?”
Zaman Yolcusu hafif bir tebessüm etti, “Uzay’da serbestçe dolaşabildiğimizden emin misin? Sağa veya sola gidebiliriz, öne ya da arkaya gitmekte de sorun yok, ki insanlık da hep bunları yapabildi. İki boyutta da rahat bir şekilde hareket edebildiğimizi kabul ediyorum. Peki ya, yukarı ve aşağı? İşte tam bu noktada yer çekimi bizi kısıtlar.”
“Tam olarak öyle değil.” dedi Tıpçı. “Uçan balonlar var.”
“Ama balonlardan önce, durmadan zıplamaları ve yüzey eşitsizliğini bir kenara koyarsak insanlık yukarı yönde hareket edemiyordu.”
“Ama yine de az da olsa yukarı ya da aşağı hareket var.” dedi Tıpçı.
“Yani… Aşağıya inmesi yukarıya çıkmasından daha kolaydı ama…”
“Ve Zaman içinde de aslında tam anlamıyla hareket edemezsin ki, sonuçta şimdiki zamandan ayrılamazsın.” diye fikrini açıkladı Tıpçı.
“Kıymetli beyefendi, işte tam da yanıldığınız nokta burası. Bu öyle bir nokta ki bütün dünya burada yanılıyor. Aslında şimdiki zamandan sürekli kaçıyoruz. Herhangi bir somutluğa ve boyuta sahip olmayan zihinsel varlığımız, beşikten mezara sabit bir hızla Zaman Boyutu’ndan geçer. Tıpkı dünyadaki varlığımıza, yeryüzünden seksen kilometre yukarıda başladığımızda aşağıya doğru hareket edeceğimiz gerçeği gibi.”
Psikolog lafın arasına girerek “Ama asıl zorluk, Uzay’ın her yönünde hareket etmemize rağmen Zaman’da bu hareketleri yapamamamızdır.”
“İşte benim de bulduğum şeyin özünde de tam bu var. Ama Zaman’da hareket edemememizle ilgili söyledikleriniz konusunda yanılıyorsunuz. Mesela bir olayı bütün hatlarıyla hatırlarsam, onun gerçekleştiği ana geri dönerim; durgunlaşırım, sizin deyişinizle dalgınlaşırım. Bir anlığına zamanda geriye doğru hareket ederim. Şüphesiz ki belli bir süreliğine, örneğin bir hayvanın yerden bir iki metre yükseğe zıplayıp tekrardan yere düşerken geçirdiği süreden daha fazla, gittiğimiz zamanda kalma şansımız yok. Ama modern bir insan bu aşamada herhangi bir hayvandan daha iyi bir konumdadır. Bir uçan balonun içinde yer çekimine karşı hareket edebiliyor ama neden Zaman Boyutu’ndaki hareketini hızlandırmayı, durdurmayı hatta tam tersi yönde hareket etmeyi düşünmesin?”
“Ama, bu… Kesinlikle…” dedi Filby.
“Neden olmasın?” diye karşılık verdi Zaman Yolcusu.
“Bu mantığa ters!” dedi Filby.
“Hangi mantığa?” diye cevapladı Zaman Yolcusu.
“Herhangi bir tartışma sonucu siyahı beyaz olarak gösterebilirsiniz, ama beni asla ikna edemeyeceksiniz.” diyerek karşılık verdi Filby.
“Muhtemelen sizi ikna edemeyeceğim.” dedi Zaman Yolcusu. “Ama artık Dört Boyut geometrisindeki araştırmamın amacını kavramaya başladınız. Epey bir zaman önce bir makineye dair belli belirsiz bazı düşüncelerim vardı, bu makinenin…”
“Zamanda yolculuk!” diyerek bağırdı Genç Adam.
“Uzay’da ve Zaman’da herhangi bir yöne istediği gibi hareket edebileceğini düşünüyordum.”
Filby kahkaha attı.
Zaman Yolcusu da “Deneysel kanıtlarım var.” diyerek karşılık verdi.
Psikolog ise, “Bu, bir tarihçi için çok kullanışlı olurdu. Geçmişe gidip mesela Hastings Savaşı’nın gerçekliğini kanıtlayabilirdi.” dedi.
Tıpçı, “Sence de bu biraz dikkat çekmez mi? Atalarımız bu tarz eylemler için pek hoşgörülü değillerdi.” dedi.
“Bir kişi Yunancayı Homer ve Platon’un ağzından öğrenebilir.” diye düşündü Genç Adam.
“Bak işte bu durumda muhtemelen yetersizlikten sınıfta kalırdın. Alman âlimler Yunancaya epey katkı sağladı çünkü.”
Genç Adam, “Ha bir de gelecek var. Düşünsenize, paranı faize yatırıyorsun; o bir yandan birikirken sen de paranın çoğaldığı geleceğe yolculuk ediyorsun.” dedi.
Ben de dedim ki, “Ve sonra katı bir komünist zemine oturmuş toplum seni karşılasın.”
“Bütün bunlar çok saçma teoriler!” diyerek söze başladı Psikolog.
“Ben de aynı şekilde düşünüyordum ancak şu vakte kadar ağzımı kapattım, ta ki…”
“Deneysel kanıt!” diye bağırdım. “Bunu mu kanıtlayacaksınız?”
Kafası iyice karışan Filby, “Deneymiş!” diye bağırdı.
“Ama her neyse, şu deneyinizi bir görmek isteriz. Ama siz de biliyorsunuz ki bütün bunlar tam bir zırvalık.” diye devam etti Psikolog.
Zaman Yolcusu bize doğru bir bakış atarak gülümsedi ve tebessümlü suratıyla elleri cebinde odadan yavaşça çıktı. Laboratuvarına doğru giden uzun koridorda terliklerinden çıkan sesi duyabiliyorduk.
Psikolog bize dönerek “Acaba ne getirecek?” dedi.
Tıpçı, “Yapacağı illüzyona ait bir malzemedir, başka ne olacak ki?” dedi ve Filby bizlere Burslem’de gördüğü bir sihirbazdan bahsetmeye tam başladı ki Zaman Yolcusu geri geldi ve Filby’nin anısı yarım kaldı.
II
MAKİNE
Zaman Yolcusu elinde küçük bir saatten biraz daha büyük, çok hassas gözüken, parıldayan metalik bir mekanizma tutuyordu. İçinde fildişi ve kristalimsi şeffaf bir madde vardı. Ve şimdiden açıkça belirtiyorum ki bundan sonra söyleyeceklerim, Zaman Yolcusu’nun açıklamalarını kabul etmediğiniz sürece kesinlikle akla, mantığa sığmayan şeyler. Odada rastgele bir şekilde duran sekizgen masalardan birini aldı ve iki ayağı şöminenin önündeki halının üzerine gelecek şekilde ateşin önüne yerleştirdi. Getirdiği mekanizmayı da üzerine koydu. Ve bir sandalye çekip oturdu. Masanın üzerinde getirdiği mekanizmadan başka duran tek şey, ışığı mekanizmayı aydınlatan bir lambaydı. Ayrıca odada ikisi şömine rafında, diğerleri de duvarlardaki şamdan yerlerinde duran düzinelerce mum vardı; ki bunlar o kadar güzel bir biçimde yerleştirilmişti ki odanın her köşesini aydınlatıyorlardı. Ben ateşe en yakın, alçak bir koltuğa oturdum ve koltuğumu neredeyse Zaman Yolcusu ve şöminenin arasında olacak şekilde çektim. Filby Zaman Yolcusu’nun arkasına oturdu ve onun omuzlarının üzerinden bakıyordu. Tıpçı ve Belediye Başkanı onu sağ profilinden, Psikolog ise sol profilinden izlemeye başladı. Genç adam ise Psikolog’un arkasında oturuyordu. Hepimiz tetikteydik. Ne kadar ustaca tasarlanırsa tasarlansın veya ne kadar kurnaz bir şekilde yapılırsa yapılsın hiçbir türlü numaraya bu koşullar altında kanamazdık.
Zaman Yolcusu önce bize baktı, sonra getirdiği mekanizmaya baktı ve Psikolog, “Ee?” dedi.
Zaman Yolcusu dirseklerini masaya koyup ellerini aygıtın üzerinde birleştirerek “Bu yalnızca bir model. Bu benim zamanda yolculuk yapacak makine için hazırladığım taslağım. Epey şekilsiz durduğunu, sanki gerçek değilmişçesine titreyen bu çubukları fark etmişsinizdir.” dedi ve parmağıyla bir parçasını işaret ederek “Ve burada da bir küçük, beyaz bir şalter var, ve burada bir tane daha.” dedi.
Tıpçı sandalyesinden kalkıp aygıta uzun uzun bakakaldı, “Bu muazzam bir şey.” dedi.
Zaman Yolcusu sert bir çıkışla “Bunu yapmam iki yılıma mal oldu.” dedi. Sonrasında hepimiz Tıpçı’nın yaptığına benzer hareketler sergileyince Zaman Yolcusu, “Şimdi sizden şunu çok net bir şekilde anlamanızı istiyorum ki bu beyaz şalteri indirdiğiniz anda makine geleceğe doğru bir yola çıkar, ve ötekine basarsanız da tam tersi hareket eder. Bu oturak ise Zaman Yolcusu’nun koltuğunu temsil ediyor. Birazdan bu şalteri indireceğim ve makine bir anda yok olacak. Geleceğe gidecek ve ortadan kaybolacak. Alete iyice bakın. Masayı da iyice inceleyin ki sonradan sizi kandırdığıma dair herhangi bir şüpheniz olmasın. Bu aleti harcadıktan sonra bana hokkabaz denmesini istemiyorum.” dedi.
Bir dakikalık bir durgunluğun ardından Psikolog benimle konuşur gibi oldu, ama sonra vazgeçti. Ardından Zaman Yolcusu parmağını şaltere koydu ve birden “Hayır!” dedi. Psikoloğa dönerek “Elini ver.” dedi ve elini tutup işaret parmağını uzatmasını istedi. Bu şekilde Zaman Makinesi’ni sonsuz bir yolculuğa çıkaracak kişi Psikolog’un ta kendisi olacaktı. Hepimiz şalterin indiğini gördük. Gerçekten ortada herhangi bir hile, kandırma yoktu. Hafif bir rüzgâr esti ve lambanın alevi titredi. Şöminenin rafındaki iki mumdan birisi söndü ve küçük makine bir anda kendi etrafında döndü, yavaş yavaş belirginliği de kayboluyordu, hatta kısa bir süreliğine hafif ışıltılı pirinç ve fildişi bir girdaba benzeyerek hayalet gibi gözüktü ve kayboldu… Bir anda yok oldu! Lamba haricinde masa bomboştu.
Bir dakika boyunca ortalığa sessizlik hâkim oldu. Sonra Filby söze girdi ve çok şaşırdığını belirtti.
Psikolog şaşkınlığından kurtulup birden masanın altına baktı. Tam bu sırada Zaman Yolcusu kahkaha attı. Psikolog’un ona yaptığının aynısını yaparak “Ee?” dedi. Sonra ayağa kalktı ve şöminenin üzerindeki tütün kavanozundan arkasını dönmüş bir şekilde piposunu doldurmaya başladı.
Biz birbirimize bakakaldık. Tıpçı, “Şimdi bir dakika… Gerçekten bu makinenin zamanda yolculuk yaptığına inandınız mı?” dedi.
Zaman Yolcusu ateşteki bir odunu yakmak için eğilirken “Kesinlikle.” dedi. Ardından piposunu yakarken dönüp Psikolog’un suratına baktı. (Psikolog ise sinirinin bozulmadığını göstermek adına bir puro aldı ve ucunu kesmeden yakmaya çalıştı.) “Dahası (Laboratuvarı göstererek) bitmek üzere olan büyük bir makinem de var. O bittiğinde ise bizzat kendim bir yolculuğa çıkmayı hedefliyorum.”
Filby, “Sen şimdi makinenin zamanda geleceğe yolculuk ettiğini mi iddia ediyorsun?” dedi.
“Geleceğe veya geçmişe… Hangisine olduğundan tam olarak emin değilim.”
Kısa bir sessizlikten sonra Psikolog, gözleri parıldayarak “Eğer bir yere gittiyse bu kesinlikle geçmiştir.” dedi.
Zaman Yolcusu, “Neden?” diye seslendi.
“Çünkü Uzay’da hareket etmediğini varsayarsak ve eğer geleceğe gittiğini düşünürsek bizim şu anki zamanımızdan da geçmiş ve hâlâ burada duruyor olması lazımdı.”
“Ama…” dedim ve devam ettim “Eğer geçmişe yolculuk etmiş olsaydı biz bu odaya ilk geldiğimizde; geçen Perşembe ve ondan önceki Perşembe; ve ondan önce hep burada olurdu.”
Belediye Başkanı, tarafsız gibi görünme çabasıyla Zaman Yolcusu’na dönüp “Bunlar ciddi itirazlar.” dedi.
Zaman Yolcusu “Pek de ciddi değil.” dedi ve Psikolog’a dönerek “Siz düşünen bir insansınız. Siz bunu açıklayabilirsiniz. Bu, görsel algı eşiğinin altında bir sunumdur, seyreltilmiş olarak yani.”
“Kesinlikle.” dedi Psikolog ve bizi ferahlattı. “Psikolojinin basit bir kısmıdır burası. Bunu düşünmem gerekirdi. Gayet basit aslında ve paradoks konusunda da epeyce yardımcı oluyor. Bu makineyi göremeyiz, bir tekerleğin dönmesinden veya havada uçan bir mermiden daha fazla kavrayamayız da bu makineyi. Eğer zamanda bizden elli ya da yüz kat daha hızlı hareket ediyorsa, biz bir saniye geçirdiğimizde makine çoktan bir dakikayı geçirmişse, yarattığı etki elbette zamanda yolculuk etmediği zamanın ellide biri ya da yüzde biri olurdu.” dedi ve elini makinenin önceden bulunduğu ve şu anda boş olan kısma getirdi, “Gördünüz mü?” dedi gülerek.
Kısa bir süreliğine üzeri boş olan masaya bakakaldık. Sonra Zaman Yolcusu ne düşündüğümüzü sordu.
Tıpçı, “Şimdilik bunlar kulağa mantıklı geliyor, ama yarın da aynısını düşünecek miyiz? Sabahın getirdiği sağduyulu ruh hâlini bekleyelim bir de.” dedi.
Zaman Yolcusu, “Zaman Makinesi’nin bizzat kendisini görmek ister misiniz?” diye sordu. Ve sonra lambayı kaptığı gibi laboratuvarına giden uzun, soğuk koridoruna doğru bize eşlik etti. Elindeki ışığın titremesini, tuhaf görünümlü geniş kafasının silüetini, gölgelerin biz ilerledikçe hareket etmesini, onu kuşku ve merak içinde takip etmemizi ve demin gözümüzün önünde kaybolmuş küçük makinenin daha büyük hâlini gördüğümüzdeki şaşkınlığımızı hâlâ çok net bir şekilde hatırlıyorum. Bu gördüğümüz makinenin bazı parçaları nikelden, bazız parçaları fildişinden bazı parçaları da kristal taşlardan yontulmuştu. Makinenin aslında çoğu kısmı tamamlanmış gözüküyordu ama masanın üzerinde, birkaç çizimle birlikte duran kıvrımlı kristal çubuklar daha işlerin tam anlamıyla bitmediğini gösteriyordu. Çizimlerden birini alıp dikkatlice inceledim; kuvarsa benziyordu.
Tıpçı, “Bir dakika, bu gördüğümüz şeylerde baya ciddisin değil mi? Yoksa bu da geçen Noel’de gösterdiğin hayalet numarası gibi bir şey mi?”
Zaman Yolcusu, lambayı yukarı kaldırarak “Bu makineyle zamanı anlamak, keşfetmek istiyorum. Anladınız mı? Hayatımda hiç bu kadar ciddi olmamıştım.” dedi.
O böyle yapınca hiçbirimiz bir şey diyemedik.
O sırada Tıpçı’nın omuz hizasında Filby ile göz göze geldik ve bana tereddütlü bir şekilde göz kırptı.
III
ZAMAN YOLCUSU GERİ DÖNÜYOR
Sanıyorum ki o zaman hiçbirimiz Zaman Makinesi’ne inanmadık. Aslına bakarsanız Zaman Yolcusu, sözüne inanılamayacak kadar zeki insanlardan biriydi: Bir türlü onu tam anlamıyla tanıyamadığınızı hissedersiniz; o görünen açık sözlülüğünün arkasında hep bir şeytanlık, hep bir kurnazlık ararsınız. Zaman Makinesi’nin taslağını getiren ve Zaman Yolcusu’nun sözlerini sarf eden Filby olsaydı, ondan bu kadar kuşkulanmazdık. Onun ortaya attığı fikirleri daha kolay kavrayabilirdik; hatta bir domuz kasabı bile Filby’yi kolayca anlayabilirdi. Ancak Zaman Yolcusu’nun doğasında daha fevri hareketler olduğu için ona güvenemedik. Normalde ondan daha az zeki insanların yaptığında ünlü olacağı hareketler, Zaman Yolcusu’nun ellerinde birer sihir, hile gibi görünüyordu. Her işi hemen ve kolay bir şekilde yapabilmek vahim bir hatadır. Onu ciddiye alan insanlar neyi ne zaman yapacağını kestiremiyorlardı; onu karşılarında gören hüküm verme konusundaki uzman kişiler bu uzmanlıklarının devede kulak kalacağının farkındaydılar. Arada sırada “Aslında potansiyel olarak mümkün mü, olsaydı ne güzel olurdu” gibi sözlerin ve yaratacağı tarihî hataların ve sebep olduğu kafa karışıklıklarının zihinlerimizde dolanmasına rağmen o Perşembe ile sonraki Perşembe arasında bu konuyla ilgili pek fazla konuşmadık. Ben kendimden bahsedecek olursam getirdiği taslağın bir hilesinin olup olmamasından şüpheleniyordum. Cuma günü Linne Derneğinde[1 - Adını İsveçli doğa bilimci Carl Linnaeus’tan alan Linne Derneği, 1788 yılında Londra’da Burlington House binasında kurulmuştur. Linne Derneği, biyolojik bilimlerinin özellikle evrim, taksonomi, biyolojik çeşitlilik ve sürdürülebilirliğe ağırlık verilerek çalışılmasını amaçlayan bir dernektir.] tanıştığım Doktor ile bu konu hakkında sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Benzer bir şeyi Tübingen’de[2 - Almanya’da bir şehir.] gördüğünü ve mumun önce sönmesine dikkat çekiyordu. Ama bütün bu numaranın nasıl yapıldığı hakkında bir açıklaması yoktu.
Sonraki Perşembe yine Richmond’a gittim (Sanırım Zaman Yolcusu’nun en iyi müdavimlerinden biriydim) ve geç gittiğim için dört ya da beş kişinin misafir odasında çoktan yerlerini aldıklarını gördüm. Tıpçı bir elinde kâğıt, diğer elinde ise saatiyle şöminenin önünde duruyordu. Gözlerim Zaman Yolcusu’nu ararken Tıpçı, “Saat yedi buçuk oldu, yemeğe başlasak mı?” dedi.
Ev sahibine atıfta bulunarak “Nerede?” dedim.
“Siz daha yeni mi geldiniz? Değişik. Elinde olmayan sebepler dolayısıyla gecikecekmiş ev sahibimiz. Bu notta da eğer saat yediye kadar gelmezse bizim yemeğe oturmamızı istemiş. Sebebini de gelince açıklayacakmış.”
Ünlü gazetelerin editörlerinden biri, “Yemek ziyan olmasın, oturalım bari.” derken Tıpçı yemek zilini çaldı.
Psikolog, ben ve Tıpçı dışında önceki yemeğe katılan tek kişiydi. Diğerleri daha yeni bahsettiğim Editör Blank, gazeteci olduğunu anladığım birisi ve sessiz, çekingen, sakalları olan, pek tanıyamadığım ve gözlemlediğim kadarıyla da bütün akşam boyunca ağzını bıçak açmayan bir başka adam. Yemek masasında herkes Zaman Yolcusu’nun olmamasıyla ilgili tahminlerde bulundu, ben de şakaya vurarak zaman yolculuğuna çıkmış olabileceğini söyledim. Editör zaman yolculuğunu ona açıklamamızı isteyince Psikolog, bir hafta önce şahit olduğumuz “ustaca hazırlanmış paradoks ve numara”dan bahsetmeye gönüllü oldu. Tam açıklamasının ortasına gelmişti ki koridorun kapısı sessizce açıldı. Kapıya dönük oturduğum için ilk ben gördüm. “Selamlar! Sonunda!” dedim ve kapıyı daha da açarak içeri girdi Zaman Yolcusu. Ben şaşkınlıktan bir çığlık attım. Benden sonra onu gören Tıpçı, “Aman Tanrı’m! Ne oldu sana böyle?” dedi. Ve masada oturan herkes kapıya döndü.
Çok kötü bir durumdaydı. Ceketi toz içindeydi ve dirseklerine kadar yeşille kaplanmıştı; saçları dağılmış ve hatta saçları, ya tozdan ya da gerçekten, grileşmiş gibi gözüküyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti; çenesinde ise henüz tam iyileşmemiş bir kesik vardı; yüzü çok derin bir acı çekiyormuşçasına bitkin ve sinirliydi. Sanki gözleri ışıktan rahatsız olmuş gibi kapının önünde biraz tereddüt ettikten sonra odaya girdi. Sokakta gördüğüm, ayağı yürümekten şişmiş zavallılar gibi topallayarak yürüyordu. Önce onun konuşmasını bekler bir tavırla sessizce ona bakakaldık.
Tek bir kelime dahi etmedi, masaya acı çekerek yaklaştı ve içeceğe doğru uzandı. Editör bir kadeh şampanya doldurdu ve Zaman Yolcusu’na doğru itti. Zaman Yolcusu o kadehi başına diktikten sonra masadakilere o eski gülümsemesini andıracak bir tebessümle bakış attı. Tıpçı, “Ne oldu böyle?” dedi. Zaman Yolcusu pek duymuşa benzemiyordu. “Sizi bölmek istemem, bir şeyim yok.” dedi diliyle dişi arasında. Biraz duraksadı, kadehini doldurulması için uzattı ve onu da tek dikişte içti. “Bak işte bu iyi geldi.” dedi. Beti benzi tekrardan eski hâline gelmeye başladı, gözlerine canlılık geldi. Boş ama hafif mutlulukla bakan bakışları tek tek yüzümüzü inceledikten sonra kalkıp sıcacık ve huzur dolu odada gezinmeye başladı. Sonra sözleri sanki ağzından cımbızla çekiyormuşuz gibi konuşmaya başladı ve “Ben yıkanayım ve temiz kıyafetler giyip geleyim. Sonra size ne olduğunu anlatacağım… Bana o koyun etinden biraz ayırın. Bir parça et için nelerimi vermezdim şu anda bir bilseniz…”
Evinde nadir gördüğü Editör’e baktı ve hâlini hatırını sordu. Editör bir soru sordu ve tam o anda Zaman Yolcusu söze girerek “Birazdan anlatırım, ama şu an biraz garip hissediyorum. Şimdi kendime gelirim.” dedi.
Bardağını bıraktı ve merdivenlere doğru yürüdü. O yürürken topalladığını ve ayaklarının sürünme sesini fark ettim ve odadan çıkarken yerimden irkilip ayaklarına baktım. Ayaklarında yırtılmış ve üzerinde kan lekesi olan çoraplar vardı. O çıktıktan sonra kapı kapandı. Bir an “Acaba peşinden gitsem ne olur?” diye düşündüm, sonra aklıma üzerine gidilmesinden nefret ettiği geldi ve vazgeçtim. Bir anlığına beynim durgunlaşmıştı. Sonra Editör’ün (alışkanlığını bozmayarak) “Saygın Bilim İnsanının Tuhaf Davranışları” dediğini duydum, sanki bir başlık atıyordu. Ve bu dikkatimi tekrardan muhteşem yemek masasına çevirmeme sebep oldu.
Gazeteci, “Ne oluyor yahu?” diye sordu. “Bize ne tür bir oyun sergiliyor? Ben tam anlayamadım.” Sonrasında Psikolog’la göz göze geldik ve yüzündeki ifadeden benim düşüncelerimin aynısının geçtiğini anladım. Bir anlığına Zaman Yolcusu’nun acılar içinde topallayarak merdivenlerden çıktığı aklıma geldi. Sanıyorum ki topalladığını benden başka fark eden olmadı.
Yaşananların getirdiği şaşkınlıktan kurtulan ilk kişi, yemeğini istemek için zili çalan (Zaman Yolcusu yemek masasında hizmetçilerinin beklemesinden pek hoşlanmazdı) Tıpçı oldu. Tam bu esnada Editör de homurdanarak çatal ve bıçağına uzandı. Sessiz Adam da aynısını yaptı. Yemek tekrardan devam etti. Muhabbet arada bir kesintiye uğrasa da gürültülü bir şekilde devam etti; sonra Editör’ün merakı yeniden alevlendi ve sordu, “Arkadaşımız sokaklarda çöp toplayarak gelirine katkı mı sağlıyor? Yoksa kendi Nebukadnezzar dönemini[3 - Eski Ahit kitabında Babillilerin kralı Nebukadnezzar, Tanrı tarafından cezalandırılarak yedi yıl bir hayvan olarak yaşamak zorunda kalır. Yazar da burada Zaman Yolcusu’nun tıpkı Nebukadnezzar gibi çift yaşam sürdüğünü vurgulamış.] mi yaşıyor?” Ben de “Bu kesin Zaman Makinesi’yle ilgili bir şey.” dedim ve Psikolog’un önceki buluşmamızdaki anlattıklarını söylemeye başladım. Yeni gelen konukların anlattıklarıma inanmadıkları çok belliydi. Editör itiraz etmeye başladı. “Ne demek yani bu zaman yolculuğu? İnsan bir paradoksun içinde yuvarlanarak kendisini toza toprağa bulayamaz ki, değil mi?” Derken biraz kafasına oturunca işi iyice dalgaya vurdu. “Gelecekte hiç elbise fırçası yok muydu yani?”
Gazeteci de hiçbir anlattığımıza inanmayacaktı ve o da Editör’ün kolayca işleri alaya vurmasına eşlik edecekti. Her ikisi de genç, alaycı ve neşeli diye adlandırdığımız yeni gazeteci tiplerindendi. Gazeteci, “Özel Muhabirimiz Gelecekten Bildiriyor.” diye söylenirken, ya da bağırırken Zaman Yolcusu içeri girdi. Normal bir kıyafet giymiş, bitkin gözükmesini saymazsak, beni korkutan o görünüşünden eser kalmamıştı.
Editör, “Bak bir şey soracağım: Bu baylar sizin önümüzdeki haftanın ortasına yolculuk ettiğinizi söylüyor. Bize önümüzdeki hafta gerçekleşecek Rosebery at yarışları sonuçlarını söyler misiniz? Ne kadar pay istiyorsunuz bu işten?” dedi.
Zaman Yolcusu, odada onun için ayırdığımız sandalyeye tek kelime etmeden geldi ve oturdu. Önceki gibi yüzünde hafif bir tebessüm vardı. “Nerede benim yemeğim?” dedi ve ardından “Çatalımı bir ete saplamak ne kadar da güzel bir şey!” diye ekledi.
Editör, “Anlat şu hikâyeyi!” diye bağırdı.
Zaman Yolcusu da “Başlarım hikâyesine! Sadece yemek yemek istiyorum. Proteini damarlarımda hissedene kadar tek bir kelime dahi etmeyeceğim. Teşekkür ederim. Tuzu uzatır mısınız?”
Ben, “Tek bir şey soracağım: Zaman yolculuğunda mıydınız?”
Ağzında yemek doluyken başını sallayarak “Evet.” dedi Zaman Yolcusu.
Editör, “Tam anlamıyla olayı anlatırsan satır başına bir şilin[4 - Eskiden İngiltere’de kullanılan gümüş para.] veririm.” dedi. Zaman Yolcusu, Sessiz Adam’a doğru bardağını yöneltti ve tırnağıyla bardağa vurdu; bunun üzerine yüzüne bakmaktan kendisini alıkoyamayan Sessiz Adam, bardağını şarapla dolduruverdi. Yemeğin bundan sonraki kısmı pek de hoş geçmedi. Aklıma birçok soru geliyor fakat bunları sormaya cesaret edemiyordum ve sanırım diğerleri de aynı sorundan muzdaripti. Gazeteci, Hettie Potter’dan alıntılar yaparak ortamı yumuşatmaya çalıştı. Zaman Yolcusu ise kendisini önündeki yemeğin lezzetine kaptırmış, yarın yokmuş gibi yemek yiyordu. Doktor ise sigarasını yakmış, gözünün bir ucuyla Zaman Yolcusu’nu izliyordu. Sessiz Adam ise normalden daha fazla hödük duruyor ve tedirginliğini bir nebze azaltmak için düzenli olarak şampanyasını yudumluyordu. En sonunda Zaman Yolcusu tabağını itti ve bize bakmaya başladı. “Sanırım size bir özür borçluyum.” dedi. “Çok acıkmıştım sadece. Ve hayatımın en muhteşem zamanını geçirmiştim.” Bir puro aldı ve uç kısmını kesti. “Ama burada olmaz, sigara odasına geçelim. Bulaşıkların dibinde böylesine uzun bir konuyu anlatamam.” dedi. Geçerken zili çaldı ve bizi yan odaya aldı.
Sandalyesine yaslandı ve gelen üç yeni misafirin adını anarak “Blank, Dash ve Chose’a makine hakkında bir şey anlattın mı?” dedi bana.
Editör ise “Bu şey tam bir paradoks.” dedi.
“Bu akşam hiç tartışacak havamda değilim. Size hikâyeyi anlatırım ama tartışacak enerjim yok.” diye söze başladı Zaman Yolcusu. “İsterseniz size başımdan geçenleri anlatırım ama sözümü kesinlikle kesmeyeceksiniz. Gerçekten ben de size anlatmayı çok istiyorum ama muhtemelen çoğu size yalan gibi gelecek. Ama inanın! Gerçekten, söylediğim bütün kelimeler doğru. Saat dörtte laboratuvarımdaydım ve o zamandan beri… Tam sekiz gün geçirdim… Öyle günlerdi ki hiçbir insan şimdiye kadar yaşamamıştır. Çok yorgunum, ama size bunu anlatana kadar uyuyamam ki. Anlattıktan sonra uyumaya gideceğim. Ama bak sözümü kesmek yok. Anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı.” dedi Editör ve hepimiz arkasından aynı kelimeyi tekrarladık. Ve ardından öncesinde bahsettiğim gibi Zaman Yolcusu anlatmaya başladı. İlk başlarda koltuğuna yaslanmış çok bitkin bir sesle anlatıyordu. Sonraları biraz daha canlandı. Şu anda bu satırları yazarken o anı anlatamamanın yarattığı yetersizliği mürekkebimde ve hepsinden öte kendimde hissediyordum. Sanıyorum ki sizler de yeterince dikkatli okuyorsunuz bu satırları ancak konuşan kişinin küçük lambanın ışığındaki beyazlaşmış suratını ve samimi ifadelerini göremiyor ve sesindeki tonlamaları duyamıyorsunuz. Yüz mimiklerinin, anlattığı hikâyeye göre nasıl değiştiğini göremiyorsunuz! Biz dinleyenlerin çoğu, sigara odasındaki mumların yanmaması sebebiyle gölgedeydik ve yalnızca Gazeteci’nin yüzü ve Sessiz Adam’ın diz kapağından aşağısı gözüküyordu. İlk başlarda durup durup birbirimizin suratına bakıyorduk. Sonraları bunu da bırakıp sadece Zaman Yolcusu’nun suratına bakmaya başladık.
IV
ZAMAN YOLCULUĞU
“Size geçen hafta Perşembe günü Zaman Makinesi’nin temellerinden bahsetmiştim ve size henüz tamamlanmamış hâlini de göstermiştim. İşte burada, yolculuk dolayısıyla biraz eskimiş; fil dişi çubuklarından birisi kırık; ve pirinçten yapılmış parmaklıklarından birisi eğik… Ama kalan kısımlar sapasağlam. Cuma günü makineyi tamamlayacağımı planlıyordum; ama Cuma günü, bütün parçaları bir araya getirdiğimde bir şey fark ettim. Nikel çubuklardan biri iki buçuk santim daha kısaydı ve bunu baştan yapmam gerekiyordu, bu yüzden tamamlanması bu sabaha kadar sürdü. Ve saat onda dünya üzerindeki ilk ve tek Zaman Makinesi çalışmaya başladı. Son bir defa gözden geçirdim, bütün vidaları tekrardan kontrol ettim, kuvars çubuğun üzerine bir damla daha yağ damlattım ve sandalyeme oturdum. Sanki alnına silah dayamış ve birazdan intihar edecekmiş gibi hissettim çünkü birazdan ne olacağını bilmiyordum. Bir elime açma şalterini, diğer elime kapatma şalterini aldım. Önce ilkine sonra anında diğerine bastım. Bir anda dönmeye başladım; sanki yüksekten düşüyormuşçasına bir kâbusun içinde gibiydim ve sonra etrafıma baktım. Laboratuvarda hiçbir şey değişmemişti. Ne oldu şimdi? Bir anlığına zihnim bana oyun oynuyor diye şüphelendim. Sonra saate baktım. Biraz önce saat onu birkaç dakika geçmişti, şimdi ise neredeyse üç buçuk!
Derin bir nefes aldım, dişlerimi sıktım ve iki elimle açma şalterini tuttum ve bir hışımla dışarı fırladım. Laboratuvar yavaş yavaş karardı. Tam o sırada Bayan Watchett içeri girdi ve resmen beni görmeden geçip bahçeye doğru gitti. Odayı baştan sona bir dakika gibi bir sürede dolaşmış olmalı ama bana resmen bir roket gibi geldi bu hızı. Şalteri sonuna kadar çektim. Lambanın sönmesi gibi bir anda akşam oldu ve bir anda gündüz. Ertesi akşam geldi, sonra yine gündüz oldu, sonra yine gece ve yine ve yine… Her seferinde daha da hızlanıyordu. Kulaklarımda rahatsız edici bir çınlama hâkimdi ve başım dönüyordu.
Sanırım size zaman yolculuğunun uyandırdığı duyguları tam anlamıyla aktaramıyorum. Gerçekten çok güzel etkiler bırakmıyor. Sanki kocaman bir tepeden kendinizi baş aşağı bırakmışsınız ve hiç durmadan düşüyormuşsunuz gibi bir his! Ve her an yere çakılacakmışsınız gibi… Ben hızlandıkça gece, gündüzü kanat çırpar gibi bir hızla takip ediyordu. Çok fazla vakit geçmeden laboratuvarın o bulanık görünüşü yavaş yavaş kayboldu ve Güneş’in her dakika gökyüzünde hızlı hareketini görmeye başladım. Laboratuvarımın yok olduğunu ve dışarıda kaldığımı düşündüm bir an. Bir inşaat iskelesi görür gibi oldum ama o kadar hızlı hareket ediyordum ki hareket eden herhangi bir nesneyi seçemiyordum. Dünya üzerindeki en yavaş salyangoz bile benden çok hızlı hareket edip yanımdan geçiyordu. Karanlığın ve ışığın sürekli hareketi gözlerimi bir hayli yormuştu. Derken arada hızla ilerleyen karanlıklarda ayın tekrar tekrar evrelerini ve yer değiştiren yıldızların hareketlerini gördüm. Biraz sonra, ben hız kazandıkça gece ve gündüzün hareketi yerini sürekli bir griliğe bırakmıştı; gökyüzü ise muhteşem renkte bir maviyle kaplanmıştı; hiç durmadan hareket eden Güneş, Uzay’da ateşten bir çizgiye dönüştü, Uzay’da muhteşem bir kemere benziyordu; Ay ise daha silikleşmiş bir şerite dönüşmüştü; yıldızları ise, arada bir mavinin içinde yanıp sönen daireleri saymazsak hiç göremez hâle gelmiştim.
Manzara ise garip ve silikti. Şu anda bu evin bulunduğu tepede duruyordum hâlâ ve yamacın soluk ve gri tarafı tepemde yükseliyordu. Ağaçların, âdeta bir buhar gibi büyüdüğünü ve değiştiğini gördüm. Bir gri, bir yeşil… Bir anda büyüyor, serpiliyor ve soluyorlardı. Kocaman binaların belli belirsiz yükseldiğini ve hayalmiş gibi gözümün önünden geçtiklerini gördüm. Yeryüzü resmen ayaklarımın altında eriyor ve kayıyor gibiydi. Hızımı gösteren paneldeki rakamlar âdeta birbirleriyle yarışıyordu. Tam bu esnada Güneş’in oluşturduğu alevden kemerin bir aşağı bir yukarı, bir dakika ya da daha az sürede hareket ettiğini fark ettim; artık geçirdiğim bir dakikanın bir yıla bedel olduğu açıktı; ve her bir dakikada yeryüzü karla kaplanıyor ve bir anda yok oluyordu; yerini hemen baharın getirdiği yeşillik ve canlılık alıyordu.
Başlangıçtaki o hoş olmayan duygular şimdi daha da azalmıştı. O duyguların yerini saçma bir sarhoşluk almıştı. Ve aslında makinede önceden tahmin etmediğim bir sarsıntıyla karşılaştım. Ancak kafamı buna veremeyecek kadar meşguldü zihnim ve içimde beliren ani bir çılgınlıkla geleceğe attım kendimi. Başlarda pek kalmak istemedim çünkü bu yeni duygular zihnimi yeterince meşgul ediyordu. Ama sonraları içimde merak ve korku sebebiyle kalmam gerektiğiyle ilgili duygular hissettim ve en sonunda bu duyguların mahkûmu oldum. Gözlerimin önünden kayıp giden dünyada kim bilir ne garip gelişmeler, ilkel uygarlığımızdan sonra gelen ne harika icatlar vardı acaba diye çok merak ettim. Bizim zamanımızda bile olmayan kocaman, aşırı büyük yapılar görüyordum ama bu yapılar pus ve ışıltı doluydu. Yamaç, şu ankinden daha yeşil duruyordu ve hazır olun, oraya hiç kış uğramıyordu! Dünyanın bu hâli bile, kafamdaki dalgınlığa ve bulanıklığa rağmen güzeldi. Neden sonra aklıma birden durmak geldi.
Benim ya da makinenin bulunduğu Uzay boşluğunda bir nesneye çarpma ihtimalim vardı ama yüksek hızda hareket ettiğim için bu ihtimal o kadar da önemli değildi. Aslında tam anlamıyla seyrelmiştim, yani karşıma çıkan herhangi bir nesnenin parçacıkları arasında buhar gibi süzülüp geçebiliyordum! Ama durmak demek benim atomlarımla, karşılaştığım maddenin atomlarının şiddetli bir kimyasal tepkimeye girmesine, ki bu büyük ihtimal devasa bir patlamaya sebep olacaktı ve kendimi ve Zaman Makinesi’ni mümkün olan bütün boyutların dışına, yani Bilinmeyen’e gönderecektim. Bu ihtimal, daha makinenin yapılma safhasında sürekli olarak aklımı kurcaladı ancak bunu bir erkeğin alması gereken risklerden biri olarak gördüm. Fakat şimdi bu risk bir kaçınılmaza dönüştü ve ilk baştaki gibi iyimser bir şekilde de bakamıyordum artık bu olaya. İşin doğrusu, etrafta neler döndüğünü bir türlü anlayamamak, makinenin gitgide şiddetli bir şekilde titremesi ve hepsinden öte durmadan düşüyormuşum hissi sinirlerimi yerinden oynatmıştı. Kendime sürekli asla duramayacağım konusunda telkinler verirken birden ani bir öfkeyle durmaya karar verdim. Aptal gibi şaltere birden asılınca makine fırıl fırıl dönmeye başladı ve beni de havaya fırlattı.
Kulaklarımda bir gümbürtü yankılandı. Bir anlığına bayılmış olmalıydım. Tepemde koca koca dolu yağıyordu ve yana yatmış makinemin önünde, çimenin yumuşak tarafında yatıyordum. Her şey hâlâ gri gözüküyordu ama en azından kulağımdaki çınlama son bulmuştu. Etrafıma bir baktım. Orman gülü çalılıklarıyla kaplanmış küçük bir bahçenin çimenlerindeydim ve doluların çarptığı orman gülünün pembe ve leylak rengindeki çiçeklerinin birer birer yere düştüğünü fark ettim. Yere çarparak geri seken, âdeta raks eden dolu taneleri makinenin üzerinde bir bulut oluşturmuştu ve yere değdiklerinde sürüklenip gidiyorlardı. Bir anda sırılsıklam olmuştum. ‘Sizi görmek için yıllardır bu anı bekleyen birine göre iyi bir karşılama (!)’ dedim kendi kendime.
Bir an ıslandığım için kendimi çok aptal hissettim. Ayağa kalkıp etrafa bir göz gezdirdim. Beyaz bir taştan yontulmuş bir figür, orman gülü çalılarının arkasından, bardaktan boşalırmışçasına yağan dolunun içinde zar zor görünüyordu. Bu figür dışında hiçbir şey görünmüyordu.
O an hissettiklerimi zar zor hatırlayabiliyorum. Dolu yağışı azaldıkça gördüğüm beyaz figür daha da netleşmeye başladı. Gümüş renkli bir huş ağacının neredeyse o yapı boyunca uzandığını görünce epey uzun olduğunu anladım. Beyaz mermerden yapılmaydı ve kanatlı bir sfenkse[5 - Kafası koç, kuş veya insan, gövdesi ise uzanan bir aslan şekilli heykel.] benziyordu ama kanatları kapalı değil de açık durduğu için uçuyor gibi gözüküyordu. Alt kısmı tunçtandı ve anladığım kadarıyla pasla kaplıydı. Şansıma bu figürün yüzü bana dönüktü ve görmeyen gözleri bana doğru bakıyordu, dudaklarında ise belli belirsiz bir gülümseme vardı. Belki yarım dakika, belki yarım saat boyunca ona bakakaldım. Dolunun yoğunluğuna bağlı olarak bir ileri bir geri hareket ediyor gibiydi. Sonunda gözlerimi biraz da olsa ondan ayırabildim ve dolunun yavaş yavaş azaldığını, gökyüzünün Güneş ışığını gösterecek kadar açıldığını gördüm.
Çömelmiş beyaz figüre yeniden baktım ve yolculuğumun uyandırdığı cesaretim aklıma geldi. Bu sis bulutu ortadan kalkınca acaba ne çıkacaktı meydana? İnsanlığın başından neler geçmişti? Ya zulüm artık normalleşmiş bir eylem hâline geldiyse? Ya bu geçirdiğim arada ırkımız, insanlık özelliklerini kaybetmiş ve bir çeşit duygusuz ve aşırı güçlü bir varlığa dönüşmüşse? Eski dünyadan gelen bir vahşi, çabucak öldürülebilen, halk tarafından en korkuncu ve en iğrenci olarak algılanan bir tür hâline gelmiş olabilirdim.
Daha şimdiden başka devasa yapılara, girift duvarlara ve uzun sütunlara sahip dev binalara, azalan fırtınanın içinden yavaşça üzerime süzülen ağaçlık bir yamaca şahit oldum. İçimi bir panik ve korku kapladı. Hemen o ruh hâliyle Zaman Makinesi’ne yöneldim ve yeniden ayarlamaya çalıştım. Ben bunu yaparken Güneş de yüzünü bulutların arkasından göstermeye başlamıştı. Ortamı grileştiren yağış bir kenara çekildi ve hayaletin peşinden sürüklenen kıyafeti gibi kayboldu. Tam üzerimde yaz mavisinin hâkim olduğu gökyüzündeki kahverengi bulutlar hiçliğe doğru birer birer yol alıyorlardı. Çevremdeki büyük binalar, farklı ve gök gürültülü fırtınanın ıslaklığıyla parıldıyorlardı ve yolları; birikmiş, erimemiş dolu taşlarıyla bembeyaz olmuştu. Bu garip dünyada kendimi yapayalnız hissettim. Üzerinde her daim çırpabileceği ve uçabileceği kanatlara sahip bir kuş gibi hissettim. Korkum gitgide arttı. Derin nefes alabileceğim bir boşluktan sonra yine dişlerimi sıktım ve makineye hamle yaptım. Yaptığım hamleden sonra makine, pes ederek ters döndü. Sert bir şekilde çeneme çarptı. Bir elim oturakta, diğer elim şalterde yeniden binmek için ağır ağır nefes aldım.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gerbert-uells/zaman-makinesi-69428812/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Adını İsveçli doğa bilimci Carl Linnaeus’tan alan Linne Derneği, 1788 yılında Londra’da Burlington House binasında kurulmuştur. Linne Derneği, biyolojik bilimlerinin özellikle evrim, taksonomi, biyolojik çeşitlilik ve sürdürülebilirliğe ağırlık verilerek çalışılmasını amaçlayan bir dernektir.
2
Almanya’da bir şehir.
3
Eski Ahit kitabında Babillilerin kralı Nebukadnezzar, Tanrı tarafından cezalandırılarak yedi yıl bir hayvan olarak yaşamak zorunda kalır. Yazar da burada Zaman Yolcusu’nun tıpkı Nebukadnezzar gibi çift yaşam sürdüğünü vurgulamış.
4
Eskiden İngiltere’de kullanılan gümüş para.
5
Kafası koç, kuş veya insan, gövdesi ise uzanan bir aslan şekilli heykel.