Aynanın İçinden
Lewis Carroll
Şimdi sana inanman için bir şey söyleyeceğim: “Ben yüz bir yıl, beş ay ve bir günlüğüm.” deyince Alice, “Buna inanamam!” diye atıldı hemen. Kraliçe, “Öyle mi? Tekrar dene. Derin bir nefes al ve gözlerini kapat…” dedi. Alice gülerek “Bunu denemeye gerek yok ki! Hiç kimse imkânsız olan şeylere inanmaz!” diye karşılık verdi. Kraliçe, “Bu konuda çok fazla bilgin yok sanırım. Senin yaşındayken günde yarım saat bunun üzerinde alıştırma yapardım. Bazen kahvaltıdan önce en az altı tane imkânsız şeye inandığım olurdu.” dedi. “Alice Harikalar Diyarında”nın devamı niteliğinde olan “Aynanın İçinden” kitabında Alice bu kez, bir aynanın içinden geçerek bambaşka bir dünyaya adım atıyor. Bu dünyada her şey tersine gitmekte; olaylar ve zaman geriye doğru işlemektedir. Alice, burada kendini bir satranç oyununun içinde bulur. Etraf dev bir satranç tahtasına benzemekte ve tüm karakterler üzerlerine düşen hamleleri yapmaktadır. Bu tuhaf dünyada Piyon’luktan Kraliçe’liğe geçmek isteyen Alice de kurallara uygun bir şekilde tüm hamlelerini yapmalıdır. Alice’in düşsel dünyası, tuhaflığıyla sadece çocukları değil büyükleri de onlarca yıl boyunca içine çekmiştir. Eserin, yetişkinlerin dünyasında son derece “normal” olarak algıladığımız bazı davranışların aslında ne kadar tuhaf olduğunu göstermesi, ince bir kara mizah örneğidir. İçinde barındırdığı pek çok ironi ve titizce yazılmış diyaloglarla Carroll, yetişkinlerin dünyasının, saf, temiz bir çocuğun gözünden ne kadar saçma göründüğünü gözler önüne sermektedir.
Lewis Carroll
Aynanın İçindenAlice Harikalar Diyarında
Ve
Alice’in orada buldukları…
Duru yüzlü saf çocuk
rüya gibi gözleriyle bakarken
nasıl da geçiverdi zaman.
Birbirimizden ayrı olsak da zaman bize hep erken.
Senin sevimli gülüşündür beni kendime getiren
Bir masal olarak bahşedilen
Elbette göklere çıkarır beni gün geçerken.
Senin aydınlık yüzünü uzun süredir görmedim,
şen kahkahanı da duymadım.
Yerim olmayacak bundan sonra
Senin güzel hayatında.
Yeter ki kulaklarını kapama.
Dinle masalımı heyecanla.
Masal eskilerde başladı.
Yaz güneşi parlarken…
Zamanla uyumlu bir melodi bu.
Haset yıllar “unut” dese de
Yankıları hayallerde yaşandı.
O hâlde gel, kulak ver dehşetin sesine
Acı haber gelmiş bakayım nesine.
Davetsizce yatağa çağırıyor
Üzgün bir bakireyi,
Biz artık büyüdükçe
Sinirleniriz uyku vaktimiz yaklaştıkça.
Göz kamaştıran karın soğukluğu olmadan
kasırganın değişken çılgınlığı vurmadan
şömine ışığının içinde kıpkırmızı alevi sarmadan
çocukluğun neşesinin yuvası baki kalmadan
Sihirli kelimeler seni canlı tutar hiç anlamadan.
Sen yine de takma kafana uğuldamasını rüzgârın.
İç çekmeler
Masal boyunca sürebilir.
“Mutlu yaz günleri” geçip gitse de
Yitip gidince yazın görkemi.
Bizim masalımıza uğramaz
O fena soğuğu kışın…
Noel 1896
1. BÖLÜM
Ayna Ev’e Bakarken
Beyaz kediciğin hiçbir suçu yoktu, her şey tamamıyla siyah kediciğin suçuydu. Son on beş dakikadır anne kedi, beyaz kediciğin yüzünü temizliyordu. Görüyorsunuz ya haylazlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktu!
Dinah, yavrularının yüzünü aynen şu şekilde temizliyordu: İlk olarak bir patisiyle zavallı hayvanın kulağını tutuyor diğer patisiyle de burnundan başlayarak yüzünü ovuşturuyordu. Beyaz kedicik ise bu yapılanın onun iyiliği için olduğundan habersiz uzanmış, mırıldanıyordu sadece.
Siyah kedicik ise bu işi öğleden sonra halletmişti. Alice, yarı uyur yarı uyanık hâlde koltuğunda otururken kedicik de Alice’in önüne attığı yumağı sarıp açarak onunla oynuyordu. Halının üzerine boylu boyunca uzanıyor daha sonra kalkıp kuyruğunu takip ederek halının üzerinde dönüyordu.
Alice, “Seni hınzır şey! Seni küçük, hınzır şey!” diye bağırarak kedisini kucağına aldı ve bir öpücük kondurdu yumuşacık tüylerine. Gözünden düştüğünü göstermek için anne kediye bakarak “Dinah’nın sana güzel şeyler öğretmiş olması gerekiyor bunu biliyorsun!” diye söylendi. Daha sonra kucağında kedisiyle tekrar koltuğuna yayılıp yünü yumak hâlinde sarmaya koyuldu fakat sürekli ya kedisiyle ya da kendi kendine konuştuğu için yünü çok hızlı saramıyordu. Kedicik, Alice’in dizlerinde uslu uslu oturup onun, yumağı sarışını izliyordu. Arada bir sanki yardım etmek istercesine patisini topa doğru uzatarak dokunuyordu o kadar.
Alice, “Yarın ne olacağını biliyor musun Kedicik? Eğer sen de pencerenin kenarında benimle birlikte oturursan ne olacağını tahmin edebilirsin -seni sadece Dinah temizleyebiliyor, sen beceremiyorsun. Çocukların, şenlik ateşi için pek çok odun topladığını gördüm. Biliyorsun Kedicik, pek çok odun lazım bunun için! Eğer hava çok soğur ve kar yağarsa oradan ayrılmak zorunda kalırlar. Neyse yarın gidip şenlik ateşine bakarız.” diye kedisiyle konuşurken bir yandan da oynadıkları yünü boynuna iki üç kere dolayıp onun nasıl göründüğüne baktı. Tam o sırada kedi yerinden fırlayınca yün yumağı yere düşüp yuvarlana yuvarlana açıldı.
Yerlerine tekrar oturduklarında Alice yine konuşmaya başladı: “Kedicik, biliyor musun, sen öyle yaramazlık yapınca sana öyle sinirlendim ki bu soğuk havada pencereyi açıp seni sokağın ortasına bırakmayı bile düşündüm. Bunu hak ettin çünkü! Seni yaramaz şey! Nasıl bir açıklama yapacaksın merak ediyorum doğrusu! Dur bitirmedim lafımı! Yaptığın bütün yaramazlıkları bir bir söyleyeceğim şimdi. Bir: Bu sabah Dinah yüzünü temizlerken çığlık attın! İnkâr etme Kedicik, seni duydum!” Sanki kedisi cevap veriyormuş gibi konuşmaya devam etti: “Ne söylemeye çalışıyorsun? Patisi, gözüne girdi! Hepsi senin suçun! Gözlerini kapatman gerekiyordu. Eğer gözlerini kapatsaydın, böyle olmazdı! Daha dikkatli ol bundan sonra! Ama dur daha bitmedi! İki: Ben Kardelen’in[1 - Kardelen: Beyaz kediciğin adı.] önüne sütünü koyduğumda sen kuyruğunla onu çekiverdin. Ne? Susamış mıydın? Onun susamamış olduğunu nereden biliyorsun ki? Ve üç: Ben başka tarafa bakarken bütün yumağı çözmüşsün! Bak işte üç tane hatan! Hiçbiri için sana ceza vermeyeceğim çünkü biliyorsun ki bütün cezalarını çarşamba gününe kadar yazacağım bir kenara. Diyelim ki benim cezalarımın hepsini biriktiriyorlar. Yılın sonuna kadar kim bilir daha ne kadar birikir! Sanırım o gün geldiğinde hapsi boylarım ben! Ya da şöyle yapalım: Her ceza için bir akşam yemeği yemesem böylece o gün geldiğinde bir defada elli akşam yemeğinden olacağım demektir. Neyse çok da umurumda değil!
Cama vuran karın sesini duyabiliyor musun Kedicik? Ne kadar da güzel bir ses çıkarıyor! Sanki biri dışarıdan camımıza öpücükler konduruyor gibi. Kar, ağaçları ve tarlaları böyle güzel öpüyor ya acaba onları seviyor mudur diye merak ediyorum. Sonra da onları beyaz bir yorganla öyle güzel örtüyor ki belki de o zaman ‘İyi uykular canlarım yaz gelene kadar iyi uykular.’ diyordur onlara. Yaz geldiğinde de sanki yemyeşil kıyafetler giyiyorlar ve rüzgâr esince de neşeyle dans ediyorlar…” Sonra sevinçle el çırpınca elindeki yumak yere düşüp yuvarlandı. “Keşke gerçek olsa bu! Eminim ki ormandaki ağaçlar, sonbaharda yaprakları kahverengiye dönmeye başlayınca uyukluyorlardır.
Kedicik, satranç oynayabilir misin sen? Öyle gülme ama! Ciddiyim ben! Biz oynarken sanki biliyormuş gibi izliyordun bizi. Ben ‘Şah!’ deyince sen miyavladın. İyi bir mat pozisyonuydu ama! Eğer o Şövalye’yi yerinden oynatmasaydım kazanabilirdim. Hadi öyleymiş gibi yapalım…” diye konuşmasına devam etti Alice. Keşke “Hadi öyleymiş gibi yapalım!” gibi Alice’in sık sık söylediği cümlelerin yarısını bile söyleyebilsem. Daha dün, kız kardeşiyle bu konuda tartışmışlardı. Alice, kız kardeşine “Kral ve Kraliçe’ymişiz[2 - İngilizcede satranç oyunundaki “Şah” taşına “Kral” (King); “Vezir” taşına ise “Kraliçe” (Queen) denmektedir. Yani “Kral” ve “Kraliçe” kelimeleri, Türkçede “Şah” ve “Vezir” olarak adlandırılan satranç taşlarıdır (e.n.).] gibi yapalım hadi!” deyince kız kardeşi sadece iki kişi oldukları için hemen karşı çıkmıştı. Alice de “İyi işte, sen biri olursun, ben de diğeri, ne var bunda!” demişti. Bir keresinde de kulağına yüksek sesle “Ben aç bir sırtlan gibi davranayım sen de kemik ol, haydi!” diyerek bağırınca çok korkmuştu kız kardeşi Alice’in bu söylediklerinden.
Fakat bu, bizi Alice’in konuşmasından uzaklaştırıyor. “Sanki sen Kırmızı Kraliçe’ymişsin gibi davranalım hadi Kedicik! Biliyor musun sen böyle dimdik oturup kollarını bağlayınca tıpkı ona benziyorsun. Şimdi, dene bakalım!” deyip Alice, Kırmızı Kraliçe’yi masadan attı ve Kedicik onu taklit etsin diye o gelmeden satranç masasını kurmaya çalıştı fakat ne yazık ki başarısız oldu. Alice bunun, kedinin kollarını tam olarak bağlayamadığından kaynaklandığını belirtti. Bu yüzden de onu cezalandırmak ve ne kadar asık suratlı olduğunu kendisine göstermek için onu alıp aynanın karşısına getirdi ve “Eğer bunu hemen yapmazsan seni alır Ayna Ev’in içine koyarım. Buna ne dersin peki?” diye tehdit etti.
“Eğer dinleyeceksen ve daha fazla konuşmayacaksan sana Ayna Ev ile ilgili fikirlerimi söylerim. İlk olarak, orada, camdan dışarıyı görebileceğin bir oda olduğunu söyleyebilirim. Tıpkı bizim salonumuz gibi. Sadece eşyalar diğer tarafa bakıyor o kadar. Sandalyenin üzerine çıkıp bakınca hepsini görebiliyorum ama eğer şöminenin arkasından bakarsam sadece birazını görebiliyorum. Kışın ateş yanıyor mu yanmıyor mu diye görmeyi çok isterdim. Bunu asla bilemeyiz, biliyorsun değil mi? Bizim ateşimizin dumanı da o odaya dolarsa orada da ateş yanıyormuş gibi görünür. Kitaplar da tıpkı bizim kitaplarımız gibi. Sadece kelimeler tersten yazılmış o kadar. Bunu çok iyi biliyorum çünkü kitaplarımızdan birini alıp ona doğru tutunca onlar da karşı odadan bir kitap alıp bana doğru tuttular. Kedicik, Ayna Ev’de yaşamayı ister misin? Sana orada süt verirler mi merak ediyorum doğrusu. Belki ayna süt içmek çok hoşuna gitmez. Oh! Kedicik, bak bir koridora geldik. Eğer salonumuzun kapısını sonuna kadar açık bırakırsan Ayna Ev’i rahatlıkla dikizleyebilirsin. Koridor da tıpkı bizimkisi gibi. Sadece ilerisi belki biraz daha farklıdır. Oh Kedicik, eğer Ayna Ev’e geçmeyi başarabilirsek ne kadar harika olur öyle değil mi? Eminim ki içinde harika şeyler vardır. Sanki oraya geçmek için bir yol varmış gibi davranalım hadi! Mesela sanki ince bir tül varmış da o tülü geçip oraya varabilirmişiz gibi yapalım hadi! Bence yeterince kolay olacak…” diye anlatırken Alice şöminenin bacasına çıkmıştı; oraya nasıl çıktığını bile fark etmemişti.
Ve sonra bir anda ayna parlak gümüş renginde bir sis gibi yok oluverdi.
Daha sonra Alice, aynadan geçip ayna odaya doğru zıpladı. Yaptığı ilk şey, şöminede ateş yanıyor mu yanmıyor mu diye kontrol etmek oldu. Arkasında bıraktığı ateş gibi gerçek bir ateşin yandığını görünce de çok mutlu oldu. Burada da diğer odadaki gibi ısınabilirim ne güzel! diye geçirdi aklından. Aslında burası daha sıcak. Hem burada beni azarlayacak kimse de yok. Beni burada görecekler ama onlar buraya geçemeyecekler. Ne kadar da zevkli olacak!
O zaman diğer odadan görülebilen şeylerin ne kadarının aynı olduğuna baktı. Aynı olan şeylere bakmak isterken aynı zamanda birçok şeyin de oldukça farklı olduğunu gördü. Mesela, şöminenin yanındaki duvardaki resimler sanki canlı gibi görünüyordu. Bacanın üstündeki saatin üzerinde de (Aynadan sadece arkası görünen saat hani.) ona doğru gülümseyen, ufacık, yaşlı bir adamın yüzü görünüyordu.
Halının üzerinde, küllerin arasında birkaç tane devrilmiş piyon görünce Alice kendi kendine Bu oda diğeri kadar derli toplu değil, diye düşündü. Tam o sırada satranç taşlarının ikişer ikişer yürüdüğünü görüp hayretler içinde kaldı. Hemen yere çömelip onları izlemeye koyuldu.
Onları korkutmaktan çekinircesine “Şuraya bak! Kırmızı Kral ve Kırmızı Kraliçe! Orada da küreğin üzerine oturmuş Beyaz Kral ve Beyaz Kraliçe var! Burada da kol kola yürüyen iki kale! Beni duyabileceklerini hiç sanmıyorum.” deyip başını onlara biraz daha yaklaştırdı ve “Evet, eminim ki beni göremiyorlar. Görünmez oldum galiba, ne kadar ilginç!” dedi.
Alice, arkasındaki masada bir şeyler avaz avaz bağırmaya başlayınca arkasını dönüp beyaz piyonun birinin yuvarlanarak tekme attığını gördü ve heyecan içinde ne olacak diye izlemeye koyuldu.
Beyaz Kraliçe telaş içinde Kral’ı küllerin içine doğru devirip geçerek “Bu benim yavrumun sesi!” diye bağırdı. Çığlık çığlığa “Benim değerli Zambak’ım! Bir tanecik yavrum!” diye yuvarlanarak yanına gitti.
Kral, düştüğü zaman acıyan burnunu ovuşturdu. Başından ayaklarına kadar küle battığı için Kraliçe’nin bu hareketinden biraz rahatsız oldu.
Alice biraz gerilmişti. Zavallı, küçük Zambak da tam bağıracaktı ki Kraliçe’yi alıp masanın üzerine, küçük kızının yanına koydu.
Kraliçe nefes nefese oturdu. Bir anda hızla gerçekleşen havadaki yolculuğu, nefesini kesmişti. Bir iki dakika boyunca hiçbir şey yapmadan sessiz sessiz Zambak’a sarıldı. Kendini toparlayınca küllerin arasında yüzü asık bir şekilde oturan Beyaz Kral’a seslendi: “Volkana dikkat et!”
Kral da tedirgin bir şekilde ateşe bakıp “Ne volkanı?” diye sordu.
Kraliçe nefes nefese “Beni kaldırıp havaya fırlattı!!” diye bağırdı. “Hemen gel ve bana yardım et!”
Alice, Beyaz Kral’ın mücadelesini izlerken en sonunda dayanamadı ve “Neden bütün gücünle masaya tırmanmaya çalışıyorsun? Ben sana yardım etsem daha iyi olur öyle değil mi?” diye sordu fakat Kral, Alice’in sorusunu pek kale almadı çünkü büyük ihtimalle onu ne görüyor ne de duyuyordu.
Alice, onu nazikçe alıp Kraliçe’de olduğu gibi nefesi kesilmesin diye yavaşça masaya bıraktı fakat onu masaya bırakmadan önce Küllerle kaplı olduğu için tozunu alsam iyi olur, diye düşündü.
Görünmez bir elin kendisini yerden kaldırıp sonra da tozunu alması nedeniyle Kral’ın yüzünde oluşan ifadeyi gören Alice, daha önce hayatında yüzünü bu şekle sokan bir Kral görmediğini düşündü. Kral neredeyse çığlık atmak üzereydi. Şaşkınlıktan gözleri ve ağzı gitgide açılınca gülmemek için kendini zor tutan Alice’in titreyen eli yüzünden az kalsın yere düşecekti.
Kral’ın onu duymadığını unutarak “Lütfen yüzünü bu şekle sokma! Beni güldürünce seni tutmakta zorlanıyorum. Ağzını da bu kadar açma! Bütün küller ağzına dolar yoksa.” dedi. Saçlarını da temizlerken “Bak şimdi yeterince temizsin artık!” deyip onu da masaya, Kraliçe’nin yanına koydu.
Kral bir anda sırtüstü masanın üzerine düşüp öylece kaldı. Alice de buna sebep olduğu için bir anlığına kendine kızıp ayılması için Kral’ın üzerine su serpmeye karar verdi; odada su var mı diye etrafına bakındı fakat sadece bir şişe mürekkep bulabildi. Döndüğünde Kraliçe ve Kral aralarında gizli gizli, korkuyla konuşuyorlardı fakat Alice ne dediklerini duyamadı.
Kral, “İnanamazsın hayatım ben de bıyıklarıma kadar donup kaldım!” deyince Kraliçe de “Senin bıyıkların yok ki!” diye cevap verdi.
Kral, “Öyle korktum ki bunu asla unutmayacağım!” deyince Kraliçe de “Eğer bunu not defterine falan yazmazsan kesin unutursun.” dedi.
Kral cebinden kocaman bir not defteri çıkarıp buna yazmaya başlayınca Alice çok şaşırdı ve hemen aklına kalemin arkasından tutup onun yerine yazmak geldi.
Zavallı Kral’ın kafası iyice karıştı ve tek bir kelime bile etmeden kalemle cebelleşmeye başladı. Bu, onu sinirlendirdi tabii fakat Alice ona göre çok güçlü olduğu için en sonunda dayanamayıp nefes nefese “Olamaz! Daha ince bir kalem bulmalıyım. Bununla yazamıyorum. Benim yazmak istemediğim şeyleri yazıyor bu!” diye söylendi.
Kraliçe, Alice’in, Beyaz Şövalye şömine demirinden aşağı doğru kayıyor. Bir türlü dengesini sağlayamıyor. diye yazdığı deftere bakarak “Bunlar ne böyle? Sen yazmış olamazsın ki bunları!” dedi.
Olur da Kral yine bayılırsa diye üzerine serpmek için mürekkebi elinde tutuyordu Alice. Bu arada masanın üzerinde duran bir kitap dikkatini çekti. Alice, Beyaz Şövalye’yi izlerken okuyabileceği birkaç bölüm bulabilmek için sayfaları çevirdi ama kitabın bilmediği bir dilde yazılmış olduğunu fark etti.
Aynen şöyleydi yazanlar:
Bir süre şaşkın şaşkın şiire baktıktan sonra işin aslı bir anda aklına geliverdi Alice’in: “Tabii ya bu Ayna Kitabı! Eğer bunu bir aynaya doğru tutarsam kelimeler normal hâllerine döner.”
İşte Alice’in okuduğu şiir buydu:
ABUK SABUK BİR ŞİİR
Pişirinkler içine batmış çamesne bir körtinkele,
Cayroskop ile biriskelemiş matkap bilbile.
Kuşlar uçup sama sora
zavallı bene mana hora.
Jabberwock’tan uzak dur oğlum!
Dişleri ısırır pençeleri yakalar!
Lublub kuşundan uzak dur yavrum
sinirli Bandersnatch’e yaklaşma kovalar.
Eline kılıcını aldı:
Uzun zamandır aradığı düşmanına doğrulttu.
Tumtum ağacına yaslanıp düşüncelere daldı,
Ne yapacağını düşünerek bir süre herkesi korkuttu.
Orada öylece beklerken
Jabberwock alev alev yanan gözleriyle
ağaçlara doğru üfleyerek geldi kükreye kükreye
ve gelirken de gürledi o korkunç nefesiyle.
Bir iki! Bir iki! Baştan aşağı sapladı yiğidim,
hepsini bir çırpıda art arda.
Oracıkta öldürüp Jabberwock’ı,
başını da alıp zıplaya zıplaya gidiverdi.
Sen şimdi canavarı mı yeniverdin?
Kollarıma gel gül yüzlü oğlum benim!
Ne güzel bir gün! Yaşasın!
Kahkahalarla gülüyor yiğidim.
Pişirinkler içine batmış çamesne bir körtinkele,
Cayroskop ile biriskelemiş matkap bilbile.
Kuşlar uçup sama sora,
Zavallı bene mana hora
Alice şiiri okuduktan sonra Kulağa çok hoş geliyor! Fakat anlaması çok zor bunu. Sanki bu şiir yüzünden aklımı gereksiz kelimelerle dolduruyor gibiyim. Ne anlama geldiklerine dair en ufak bir fikrim bile yok ama birisi bir şeyi öldürmüş kesin, bu çok açık çünkü! diye düşündü.
Bir anda ayağa kalkarak “Aman Tanrı’m! Eğer acele etmezsem evin geri kalan kısmının nasıl olduğuna bakamadan Ayna’dan geri dönmem gerekecek! İlk olarak bahçeye bir bakayım!” dedi ve hemen odadan dışarı çıkıp tırabzanlara tutunarak merdivenlere dokunmadan aşağıya doğru süzüldü. Sonra da kendini koridora attı ve geldiği kapıdan dışarı çıktı. Havada bu derece süzülmekten artık başı dönmüştü ve en sonunda normal bir insan gibi yürüdüğünü fark edince çok rahatladı.
2. BÖLÜM
Konuşan Çiçekler Bahçesi
Alice kendi kendine Eğer şu tepeye çıkabilirsem bahçeyi daha iyi görebilirim. İşte tam da oraya çıkan bir patika var burada! dedi. Patikada biraz yürüyüp birkaç dönemeçten geçince Umarım bu dönemeç artık sondur. Ne kadar da çok dönemeç var burada! Burası bir patikadan çok bir sarmala benziyor. Artık bu sonuncusu olsun bari! Hayır! Olamaz! Bu da değil! Diğer dönemeci deneyeyim en iyisi! diye düşündü.
Diğerlerini de sırayla denedi. Tırmanıp tırmanıp indi. Her yolu denedi ama ne yaparsa yapsın her seferinde eve geri dönüyordu. Her zamankinden daha hızlı yürüyüp tekrar denemeye karar verdi ama ne yazık ki yine karşısında evi gördü.
Alice eve bakıp sanki kendisiyle tartışıyormuş gibi “Daha fazla uğraşmanın bir anlamı yok. Oraya asla varamayacağım. Biliyorum tekrar Ayna’dan geçip o eski odaya gitmem gerekecek. İşte o zaman da yolculuğumun sonuna gelmiş olacağım.” diye söylendi.
Sırtını eve dönüp tekrar patikadan aşağıya doğru yürümeye başladı. Bu sefer tepeye varmaya kararlıydı. Bu yüzden de dosdoğru gitmeye karar verdi. Birkaç dakika sonra tam “Bu sefer başaracağım!” derken patika bir anda sallanmaya başladı ve o anda kendini tekrar kapıya doğru yürürken buldu.
“Olamaz! Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim!” diye bağırdı.
Yine de uzağa doğru bakınca aynı tepeyi karşısında gördü. En baştan başlamaktan başka yapacak bir şey yoktu. Bu sefer yürürken karşısına, etrafı papatyalarla çevrili, ortasında bir söğüt ağacının bulunduğu bir çiçek bahçesi çıktı.
Rüzgârda sanki ona doğru el sallıyormuş gibi görünen çiçeğe dönerek “Sevgili Gün Güzeli, keşke benimle konuşabilseydin!” diye seslendi.
Bunu duyan Gün Güzeli de “Bizler de konuşabiliriz. Konuşmaya değer birilerini bulursak tabii…” diye karşılık verince Alice öyle şaşırdı ki birkaç dakika tek bir kelime bile etmeden öylece kalakaldı. Neredeyse nefesi kesilecekti. Yavaşça eğilip kısık sesle “Bütün çiçekler konuşabilir mi?” diye sordu Gün Güzeli’ne.
Gün Güzeli de “Elbette! Ama biraz daha yüksek sesle konuşmalısın.” diye karşılık verdi Alice’e.
Gül araya girip “Konuşmaya önce bizim başlamamız saçma olurdu, öyle değil mi? Ben de acaba ne zaman bizimle konuşursun diye merak ediyordum doğrusu; hatta konuştuğunda kendi kendime ‘Zeki biri olmamasına rağmen yüzünden az da olsa bir zekâ kırıntısı okunuyor.’ dedim. Rengin olması gerektiği gibi ama geri kalanına bir anlam veremedim!” deyince Gün Güzeli de “Rengi umurumda değil! Yaprakları biraz daha açılırsa kendini daha iyi hisseder sanki.” diye karşılık verdi.
Alice eleştirilmekten hoşlanmadığı için soru sormaya başladı: “Buralarda ekilmiş olmaktan hiç korkmuyor musunuz? Çünkü buralara kimsecikler uğramaz da.”
Gül, “Tam ortada bir ağaç var. Bundan daha güzel ne olabilir ki!” diye atıldı.
Alice hemen “İyi de bir tehlike anında ne yapabilir ki o?” diye sordu. Papatya da “Kol vurur!” diye bağırır dedi hemen. Bir diğeri “Bunun için ağacın dallarına kol demişler ya zaten!” diye araya girdi. Başka bir Papatya da Alice’e “Bundan haberin yok muydu?” diye sorunca hep birlikte bağrışmaya başladılar. Gün Güzeli araya girip yapraklarını heyecanla sallaya sallaya “Hepiniz sessiz olun!” diye bağırdı. Başını Alice’e doğru eğerek nefes nefese “Onlara ulaşamayacağımı biliyorlar. Yoksa bu şekilde hep bir ağızdan konuşmaya cüret edemezlerdi.” dedi.
Alice onu yatıştırarak “Boş verin!” deyip Papatyalara döndü ve sessiz sessiz “Eğer çenenizi tutmazsanız, sizi koparırım.” dedi.
Bir süre sessizlik oldu. Papatyalardan bazılarının rengi korkudan pembeden beyaza dönüştü.
Gün Güzeli “Doğru! En zoru Papatyalarla uğraşmak. Biri konuşmaya başlayınca hep bir ağızdan konuşurlar çünkü. Sonra da biri böyle soluverir işte!” dedi.
Alice bir iltifat havayı yumuşatır diye umarak “Nasıl oluyor da böyle tatlı tatlı konuşabiliyorsunuz siz? Şu ana kadar birçok bahçe gördüm ama hiçbirinde konuşan bir çiçeğe rastlamadım.” dedi.
Gün Güzeli “Elini yere koy ve hisset. Neden olduğunu anlarsın.” diye karşılık verdi.
Alice hemen Gün Güzeli’nin dediğini yaptı. “Çok sert ama böyle yapmanın ne faydası olacak pek anlayamadım.” deyince Gün Güzeli “Çoğu bahçede bitki yataklarını çok yumuşak yaparlar. Bu yüzden de çiçekler sürekli uyurlar da ondan konuşmazlar.” dedi.
Bu cevap, Alice’in aklına yattı. “Daha önce hiç böyle düşünmemiştim!” dedi.
Gül daha ciddi bir ses tonuyla “Bence sen zaten hiç düşünmüyorsun!” diye araya girdi.
Menekşe, “Daha önce bu kadar aptal görünen birini görmemiştim.” deyince Alice, Menekşe’nin ilk kez konuştuğunu görüp olduğu yerde zıpladı.
Gün Güzeli, “Çeneni tut! Sanki daha önce birini gördün de! Dünyada ne olup bittiğini bilmediğin için sen başını yaprakların altında tutup orada uyumaya devam etsen daha iyi olur.” diye çıkıştı.
Alice, Gül’ün son söylediğini dikkate almadan “Bahçede benden başka insan var mı?” diye sordu. Gül de “Senin gibi hareket edebilen bir çiçek daha var. Bunu nasıl yaptığını merak ediyorum doğrusu…” Gül böyle söyleyince Gün Güzeli de “Sen de hep bir şeyleri merak ediyorsun!” diyerek araya girdi ve “Senin bahsettiğin şey, bu küçük kızdan daha gür.” diye ekledi.
Alice merakla “O da benim gibi mi?” diye sordu. “Buralarda başka bir küçük kız daha mı var?..”
Gül, “Onun da aynı senin gibi kaba bir görüntüsü var ama sanırım onun rengi daha kırmızı, yaprakları da daha kısa.” dedi.
Gün Güzeli, “Onun taç yaprakları Yıldız Çiçeği gibi yukarı doğru iç içe geçmiş, seninki gibi böyle aşağıya doğru sarkık değil.” dedi.
Gül hemen araya girip “Ama bu senin suçun değil. Sen solmak üzeresin, bunu biliyorsun. Bu durumda da maalesef kimse kimseye yardım edemiyor işte.” dedi.
Alice bu fikirden hiç hoşlanmamıştı. Konuyu değiştirmek için “Hiç buralara uğrar mı?” diye sordu.
Gül, “Eminim yakınlarda onu görürsün. Kimseye benzemez çünkü. Dokuz tane dikeni var onun, görünce hemen tanırsın.” dedi.
Alice merakla “Onları neresine giyiyor?” diye sorunca Gül “Başının etrafına elbette. Sende neden yok diye merak ediyordum. Herkeste olur sanmıştım da…” diye cevap verdi.
Saray Çiçeği “Geliyor! Çakıl taşlarının arasından ayak seslerini duyuyorum!” deyince Alice merakla etrafına bakındı ve gelenin Kırmızı Kraliçe olduğunu gördü. “Oldukça büyümüş!” dedi şaşırarak. Gerçekten de öyleydi. Alice onu küllerin içinde ilk bulduğunda yaklaşık sekiz santim boyundaydı. Oysa şimdi Alice’in boyunu bile geçmişti.
Gül, “Temiz hava sayesinde tabii. Her şeyin başı bu temiz hava!” dedi.
Çiçeklerle konuşmanın oldukça ilginç olduğunu düşünen Alice, artık gerçek bir Kraliçe ile konuşmak istiyordu. “Sanırım gidip onunla tanışacağım.” dedi.
Gül, “Bunu yapamazsın! Sana diğer tarafa doğru yürümeni tavsiye ederim.” diye atıldı.
Bu, kendisine oldukça saçma geldiği için Alice hiçbir şey demeden Kırmızı Kraliçe’ye doğru ilerledi. Tam o sırada kendini tekrar ön kapıdan girerken bulunca çok şaşırdı. Her yerde Kraliçe’yi aradıktan sonra aklına bir fikir geldi. Tam ters yönde yürümeye karar verdi.
Bu plan işe yaradı. Neredeyse hiç yol yürümeden karşısında bir anda Kraliçe’yi buldu ve başını kaldırıp baktığında varmaya çalıştığı tepenin yine tam karşısında olduğunu gördü.
Kraliçe, “Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Bana bak, doğru düzgün konuş ve parmaklarını öyle oynatıp durma!” deyince Alice, Kraliçe’nin söylediklerini yaparak ona yolunu kaybettiğini anlattı.
Kraliçe, “Yolumu kaybettim demekle ne demek istediğini pek anlamadım çünkü buradaki bütün yollar bana aittir.” dedi ve kibarca “İyi de senin burada ne işin var?” diye sordu. “Ne söyleyeceğini düşünürken saygıyla eğil istersen. Sana zaman kazandırır bu hareketi yapmak.” dedi.
Kraliçe’nin dediği şeye çok şaşırsa da Alice, korkusundan onun söylediklerine inanmak zorunda kaldı. Kendi kendine Eve gidince bunu deneyeceğim; bir daha akşam yemeğine geç kaldığımda… dedi.
Kraliçe saatine bakıp “Cevap ver haydi! Konuşurken de ağzını biraz daha aç. Bir de her seferinde ‘Majesteleri’ de!” dedi.
“Ben sadece bahçenin nasıl olduğunu görmek istedim Majesteleri.” dedi Alice de çaresiz.
Kraliçe’nin, Alice’in başını okşayarak “Peki, sen bahçe deyince ben de gördüğüm diğer bahçelerle kıyasladım burayı çünkü sana öyle bahçeler gösterebilirim ki buraya bahçe demezsin bile… Daha çok bozkır gibi bir yer burası.” demesi Alice’in pek de hoşuna gitmedi. Konu üzerine çok da yorum yapmak istemeyerek “Ben yürüyerek şuradaki tepeye varmak istiyordum.” deyince Kraliçe araya girip “Buna tepe diyorsun ama sana öyle tepeler gösterebilirim ki buraya vadi dersin.” dedi. Alice de “Hayır biliyorsunuz ki bir tepeye vadi denemez. Bu çok saçma…” diye devam etti.
Kırmızı Kraliçe başını sallayıp “Eğer istersen saçma diyebilirsin tabii ama ben öyle saçma şeyler duydum ki onlar bununla karşılaştırıldığında bu, sözlüktekiler kadar mantıklı kalır.” diye karşılık verdi.
Alice, Kraliçe’nin ses tonundan korkup yine saygıyla eğildi. Daha sonra da tepenin en yüksek yerine kadar birlikte sessizce yürüdüler.
Birkaç dakika boyunca Alice hiç konuşmadan bölgede gidilebilecek yönlere doğru şöyle bir bakıp Ne kadar ilginç bir yer burası, diye düşündü. Farklı farklı yerlerden akan küçük küçük dereler, kare şeklinde ufak, yeşil çitlerle birleşiyor ve harika bir manzara oluşturuyordu.
Alice en sonunda “Sanki kocaman bir satranç tahtası gibi bölünmüş burası.” dedi. Heyecanla konuşmaya devam etti: “Buralarda insanlar da dolaşıyor olmalı. Evet! İşte orada!” Kalbi küt küt çarparken “Bu bir satranç oyunu! Evet, bütün dünyada oynanan bir oyun! Burası da dünya ise tabii… Ne kadar da eğlenceli görünüyor! Keşke ben de bunlardan biri olsam şimdi. Kraliçe olmak isterdim elbette ama Piyon bile olsam hiç önemli değil.” diye bağırdı.
Bunu söyledikten sonra utanarak gerçek Kraliçe’ye baktığında Kraliçe ona gülümseyerek karşılık verdi: “Bu çok kolay. Zambak, oynamak için çok küçük olduğuna göre istersen sen de Beyaz Kraliçe’nin Piyon’u olabilirsin. Başlangıçta İkinci Kare’de olursun. Sekizinci Kare’ye gelince Kraliçe olursun…”
Daha sözü tam bitmeden ikisi birden koşmaya başladılar. Alice bir anda neden birlikte koşmaya başladıklarını anlayamadı. El ele tutuştular. Kraliçe öyle hızlı koşuyordu ki tek yapması gereken şeyin koşabildiği kadar hızlı koşarak ona yetişmeye çalışmak olduğunu fark etti Alice fakat Kraliçe hâlâ “Daha hızlı! Daha hızlı!” diye bağırıyordu. Alice daha hızlı koşamayacağını anlamıştı ama bunu söyleyecek nefesi bile kalmamıştı.
En ilginç şeylerden biri de etraflarındaki ağaçların ve diğer şeylerin hiç yer değiştirmiyor olmalarıydı. Ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar koşarken hiçbir şeyi geçmiyorlardı. Kafası iyice karışan Alice, Acaba her şey bizimle birlikte mi koşuyor? diye sordu kendi kendine. Kraliçe de Alice’in aklını okumuş olacak ki koşarken “Daha hızlı! Konuşmaya çalışma!” dedi.
Zaten Alice’in de konuşacak hâli yoktu. Nefesi öyle kesilmişti ki kendini bir daha konuşamayacakmış gibi hissetti. Kraliçe, Alice’i de beraberinde sürükleyerek “Daha hızlı! Daha hızlı!” diye bağırmaya devam etti. En sonunda Alice dayanamayıp nefes nefese “Oraya yaklaştık mı?” diye sordu.
Kraliçe, “ ‘Oraya yaklaştık mı?’ Peki ama neden böyle diyorsun; biz on dakika önce orayı geçtik! Daha hızlı!” diye bağırdı. Bir süre daha konuşmadan koşarak ilerlediler. Rüzgârın kulaklarında çınlayıp saçlarını havalandırmasından büyük bir zevk aldı Alice.
Kraliçe, “Haydi! Şimdi! Şimdi! Daha hızlı! Daha hızlı!” diye bağırdı yine. Neredeyse ayakları toprağa değmeden öyle hızlı koşuyorlardı ki en sonunda Alice dayanamayıp nefes nefese kendini yere attı.
Kraliçe, bir ağaca yaslanması için ona yardım etti ve nazik bir şekilde “Biraz dinlenebilirsin.” dedi.
Alice şaşırarak Kraliçe’nin yüzüne baktı ve “Neden acaba başından beri bu ağacın altındaymışız gibi hissediyorum ben? Sanki her şey aynı yerde duruyor!” dedi.
Kraliçe de “Elbette ki aynı, ne bekliyordun ki?” diye sordu.
Hâlâ hızlı hızlı soluyan Alice “Bizim ülkemizde bu kadar koşarsan mutlaka başka bir yere varmış olursun da…” diye cevap verdi.
Kraliçe, “Ne kadar da ağırkanlı bir ülkeymiş orası öyle! Gördüğün gibi burada bu kadar koşuyorsun ama ancak aynı yerde kalıyorsun. Eğer başka bir yere gitmek istersen o zaman bunun iki katı daha hızlı koşman gerekir.” dedi.
Alice de “Denememeyi tercih ederim. Burada kalmaktan oldukça memnunum yalnızca hava çok sıcak ve çok susadım.” diye karşılık verdi.
Kraliçe güzel bir dille “Ben ne istediğini biliyorum senin.” deyip çantasından küçük bir kutu çıkardı. “Bisküvi ister misin?”
Alice’in canı istemese de Şimdi hayır demek ayıp olur, diye düşündü ve bir tane aldı fakat bisküvi çok kuru olduğu için yerken neredeyse boğuluyordu.
Kraliçe, “Sen dinlenirken ben de şurayı ölçeyim bari.” deyip cebinden bir kurdele çıkardı ve kurdeleyi santim santim kesti. Yerde ölçü alarak oraya buraya küçük kazıklar çakmaya başladı. “İki metre sonra sana yolu göstereceğim. Biraz daha bisküvi ister misin?” diye sordu.
Alice teşekkür edip “Bir tane yeter.” dedi.
Kraliçe, “Umarım susuzluğunu gidermiştir.” deyince Alice ne diyeceğini bilemedi ama neyse ki Kraliçe herhangi bir cevap beklemeden “Unutmandan korktuğum için üç metre sonra söylediğimi tekrar edeceğim. Dört metreden sonra hoşça kal diyeceğim. Beş metreden sonra da gideceğim.” dedi.
Kraliçe, bütün kazıkları çaktıktan sonra, yavaş yavaş yürüyerek kazıkların sırasını takip etti.
İki metre sonraki kazığa gelince “Piyon, ilk hamlesinde iki kare gidebilir. Bu yüzden tren yoluyla Üçüncü Kare’ye çok çabuk gidersin ve bir anda kendini Dördüncü Kare’de bulursun. İşte o kare Tombik ve Tombak’a[3 - Bu isimler, eserin orijinalinde “Tweedledum ve Tweedledee” olarak geçer Birbirine tıpatıp (ikiz gibi) benzeyen iki şeye verilen ad anlamına gelir (e.n.).] aittir. Beşincide genellikle su bulunur. Altıncı da Rafadan Kafadan’a[4 - Rafadan Kafadan: Bu isim eserin orijinalinde “Humpty Dumpty” olarak geçer; Humpty Dumpty aslında İngiltere’de bodur insanlarla dalga geçmek için kullanılan bir tabirdir. Kitapta bu tabirle neyin kastedildiğine dair pek çok varsayım olmakla birlikte geçerli olabileceklerden biri şudur: Bahse konu tekerlemedeki Humpty Dumpty İngiliz iç savaşı sırasında (1643) kral yanlılarınca Colchester’ın savunulmasında kullanılan büyük bir toptur. (1648 yılında Colchester dört bir yanı duvarlarla çevrelenmiş, kalesi ve bir sürü kilisesi olan bir kasabaydı.) Halkın Humpty Dumpty diye isim verdiği bu top, şehrin surlarının hemen yanında bulunan St. Mary Kilisesi’nin ihata duvarına bitişik olarak yerleştirilmişti. Parlamento yanlılarının açtığı top ateşi sonucunda duvar yıkılır ve Humpty Dumpty düşer. Top o kadar ağırdır ki kralın askerleri topu kaldırmaya çalışsalar da başarılı olamazlar (“All the king’s horses and all the king’s men couldn’t put humpty dumpty together again!”). Kral yanlıları, kapıları açıp şehri teslim etmek zorunda kalırlar (e.n.).] aittir.” dedi. Sonra da bulunur. bakıp “İyi de sen hiçbir tepki vermedin bu söylediklerime?” dedi.
Alice bir an duraksayıp “Bir şey söylemem gerektiğini bilmiyordum.” diye cevap verdi.
Kraliçe, “Bir şey söylemen gerekiyordu. ‘Tüm bunları anlatmanız büyük incelik.’ demen gerekirdi. Neyse söylediğini varsayalım. Yedinci Kare’nin tamamı ormandır ama merak etme, Şövalyelerden biri sana yolu gösterir. Sekizinci Kare’de diğer Kraliçe ile buluşup eğleniriz.” dedikten sonra Alice yine ayağa kalkıp saygıyla eğildi ve sonra yine yerine oturdu.
Diğer kazığa gelince Kraliçe dönüp “Eğer bir şeyin İngilizcesi aklına gelmiyorsa Fransızca konuş. Yürürken ayak ucunda yürü ve kim olduğunu asla unutma!” dedi. Bu sefer Alice’in saygıyla eğilmesini beklemeden hızla diğer kazığa doğru ilerledi. “Hoşça kal!” deyip sonuncuya doğru koştu ve hızla uzaklaştı.
Alice nasıl oldu anlayamadı ama Kraliçe sonuncu kazığa geldiğinde gözden kaybolmuştu. Havaya mı uçtuğu yoksa hızla ormana doğru mu kaçtığı konusunda hiçbir fikri yoktu ama gitmişti işte! Alice o anda bir Piyon olduğunu ve hamle yapma sırasının kendisine geldiğini hatırladı.
3. BÖLÜM
Ayna Böcekleri
Elbette ki Alice’in yapacağı ilk şey, seyahat edeceği bu ülkeyi karış karış incelemekti. Biraz daha uzağı görme umuduyla, ayak ucunda yükselip şöyle bir baktı ve Bu, coğrafya öğrenmek gibi bir şey, diye düşündü. “Başlıca nehirleri… Yok ki! Başlıca dağları… Tek bir tane var; onun da üzerindeyim şu an, ama bir ismi olduğunu hiç sanmıyorum. Belli başlı şehirleri… Peki orada bal yapan yaratıklar da neyin nesi? Arı olamazlar çünkü bir kilometre uzaktan kimse bir arıyı göremez.” diye kendi kendine konuştu. Bir süre sessiz sessiz oturdu. Sonra bir arının, dilini, çiçeğin üzerinde gezdirdiğini görüp Sanki normal bir arı, diye düşündü.
Normal bir arıydı işte. Yok yok! Aslında arı değil de fildi sanki. Alice bu duruma çok şaşırsa da bunun bir fil olduğuna karar verdi en sonunda. Demek ki çiçekler de kocaman! diye düşündü.“Şu kulübe gibi görünen şeylerin çatılarını çıkarıp yerine bitki saplarını koymuşlar ne ilginç! Kim bilir ne kadar çok bal yapıyorlardır bunlar! Gidip baksam mı acaba? Yok yok, bakmayayım en iyisi.” diyerek konuşmaya devam ederken birden kendini tepeden aşağıya doğru koşarken buldu. “Onları öteye savuracak, uzun bir dal bulmadan gitmek olmaz şimdi! Bana yürüyüşten zevk alıp almadığım konusunda soru sorduklarında cevaplamak ne kadar da zevkli olacak. Çok zevk aldım. Sadece hava çok sıcaktı o kadar. Filler de rahat bırakmadılar sağ olsunlar.” derim.
Biraz düşündükten sonra kendi kendine, “Diğer taraftan gitsem daha iyi olur. Filleri de sonra ziyaret ederim. Bir an evvel Üçüncü Kare’ye varmak istiyorum.” dedi.
Böylece tepeden aşağıya doğru koşup altı küçük dereciğin ilkini zıplayarak geçti.
***
Kondüktör, başını cama yaslayarak “Biletler lütfen!” diye bağırınca herkes biletlerini çıkardı. Vagondaki herkes aynı boydaydı ve ağzına kadar doluydu vagon.
Kondüktör sinirli sinirli Alice’e bakarak “Evet küçük hanım, biletinizi gösterir misiniz lütfen?” diye sordu. Bütün herkes bir anda (tıpkı bir koro gibi) “Haydi, bekletmesene adamı. Onun bir dakikası bin hamle değerinde!”[5 - “Pound” kelimesi, İngilizcede hem “İngiliz para birimi” hem de “hamle” anlamına gelir. Normal dünyada pek çok şey para karşılığında kazanılırken burada hamle (satranç hamlesi) ile kazanıldığından hamle, para gibi değerli bir şey olmaktadır (e.n.).] diye söylendi.
Alice ürkek bir ses tonuyla “Korkarım ki benim biletim yok. Bindiğim yerde bir bilet gişesi yoktu ki!” deyince yine hep bir ağızdan “Geldiğin yerde boş yer de yoktu. Oturduğun yerin bir santimetrekaresi bin hamle değerinde!” diye söylendiler.
Kondüktör, “Mazeret bulma! Bileti makinistten alabilirdin.” deyince yine hep bir ağızdan, “Treni süren adamdan yani! Bu trenin sadece dumanı bile bin hamle eder!” diye bağırdılar.
Alice kendi kendine Hep bir ağızdan konuşurlarken benim açıklama yapmamın hiçbir anlamı yok, diye düşündü ve hiç cevap vermedi. Alice cevap vermeyince bütün sesler kesildi. Sonra “koro hâlinde düşünceler”in (Umarım “koro hâlinde düşünce”nin ne demek olduğunu anlıyorsundur -ama itiraf etmeliyim ki ben anlamadım.) hepsi birden, “Hiçbir şey söylemezsen daha iyi olur çünkü dilin tek bir kelimesi bile bin hamle eder!” deyince Alice çok şaşırdı.
Alice, Bu gece “bin hamle”yi rüyamda görürüm. Evet, kesin görürüm, diye düşündü.
Bu arada Kondüktör sürekli Alice’e bakıyordu. İlk olarak teleskopla, ardından mikroskopla, sonra da opera gözlüğüyle baktı. En sonunda da “Yanlış yöne doğru gidiyorsun sen.” deyip pencereyi kapattı ve gitti.
Yanında oturan ve üzerine beyaz kâğıttan bir elbise giymiş olan adam, “Bu yaşta bir çocuğun adını bilmiyor olsa bile gideceği yeri biliyor olması gerekir.” dedi.
Beyazlı adamın yanında oturan Keçi de gözlerini kapatıp bağırarak “Gideceği yeri bilmiyor olsa bile bilet gişesinin yolunu biliyor olmalıydı.” dedi. Keçi’nin yanında oturan Böcek de sırayla konuşulması gerektiğini biliyormuş gibi araya girerek “Tıpkı bir bavul gibi nereden geldiyse oraya geri dönmeli.” dedi.
Alice, Böcek’ten sonra kimin oturduğunu göremiyordu fakat ardından kaba bir ses söz aldı: “Lokomotifleri değiştirin!” O sırada vagon hareket edip gitmeye başladı.
Alice duyduğu kaba ses için Bir at sesine benziyor, diye düşündü. Ardından biri yanına gelip ince bir sesle kulağına “Şaka yapıyorsun herhâlde. ‘At’ mı demek istedin yoksa ‘kart’ mı?” diye fısıldadı.
Daha sonra uzaktan gelen nazik bir ses, Alice’i kastederek “ ‘Genç kıza dikkat edin, kırılır!’ diye etiketlenmeli. Bilirsiniz işte…” dedi. Ardından da başka sesler konuşmaya katılınca Vagonda ne kadar çok insan varmış meğer! diye düşündü Alice. Biri, “Aklı olduğuna göre posta yoluyla gidebilir.” deyince bir diğeri “Telgraf mesajı olarak gönderilmiş olmalı.” dedi. Bir başkası da “Yolun geri kalan kısmında treni onun çekmesi lazım.” dedi.
Fakat kâğıttan elbise giymiş adam, öne doğru eğilip kulağına “Söylediklerine kulak asma ama tren durur durmaz dönüş bileti al kendine.” deyince Alice, “Alamam ki! Aslında benim bu, yolculukla hiç ilgim yok. Ben sadece ormanda yürüyordum bir anda burada buldum kendimi ve umarım yine oraya dönebilirim.” diye karşılık verdi.
İnce sesli şey yine kulağına eğilip “Şaka yapıyorsun herhâlde. İstedin mi yaparsın!” deyince sesin nereden geldiğini anlamaya çalışan Alice, “Dalga geçme ama! İlle de şaka yapmak istiyorsan neden kendinle dalga geçmiyorsun?” diye sordu.
İnce sesli şey, derin bir nefes aldı. Üzgün olduğu çok belliydi. Alice de onu teselli etmeye çalıştı. Küçük bir ses, kulağının dibinde diğer insanlardan oldukça farklı şekilde iç çekince bu Alice’in çok hoşuna gitmiş, onu, içinde bulunduğu mutsuzluktan alıp uzaklaştırmıştı.
İnce sesli şey konuşmaya devam etti: “Senin iyi bir arkadaş olduğunu biliyorum. Ben bir böcek olmama rağmen senin beni incitmeyeceğini de biliyorum.”
Alice merakla Ne tür bir böcek acaba? diye düşündü. Bunu gerçekten bilmek istiyordu çünkü ısırır mı ısırmaz mı diye merak ediyordu ama tabii bunu ona soramazdı.
Tam ince sesli şey “O hâlde sen…” diye konuşmaya başlamıştı ki trenin motorundan tiz bir ses geldi ve herkes bir anda yerinden zıpladı.
Başını pencereden dışarıya doğru çıkarmış olan At, içeriye geçip “Merak etmeyin, sadece bir dereydi!” deyince herkes rahatladı. Oysa Alice trenin dereden atlamasından dolayı biraz endişelenmişti ama kendi kendine Yine de bizi Dördüncü Kare’ye rahatlıkla götürür! diye düşündü. Daha sonra, vagonun havaya doğru çıktığını fark edince hemen birinin elini tutma ihtiyacı hissetti fakat o telaşla Keçi’nin sakalını tuttuğunu fark etti.
***
Alice sakala dokununca sakal bir anda erimeye başladı ve birden Alice, kendini, bir ağacın altında otururken buluverdi. Konuştuğu böcek olan Sivrisinek de kafasının üzerinde doğrulmaya çalışıyor bir yandan da kanatlarıyla Alice’i yellendiriyordu.
Gerçekten de oldukça büyük bir Sivrisinek’ti. Neredeyse bir tavuk büyüklüğünde, diye düşündü Alice. Onunla pek çok şey konuştuktan sonra artık kendini eskisi gibi gergin hissetmemeye başladı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/luis-kerroll/aynanin-icinden-69428800/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kardelen: Beyaz kediciğin adı.
2
İngilizcede satranç oyunundaki “Şah” taşına “Kral” (King); “Vezir” taşına ise “Kraliçe” (Queen) denmektedir. Yani “Kral” ve “Kraliçe” kelimeleri, Türkçede “Şah” ve “Vezir” olarak adlandırılan satranç taşlarıdır (e.n.).
3
Bu isimler, eserin orijinalinde “Tweedledum ve Tweedledee” olarak geçer Birbirine tıpatıp (ikiz gibi) benzeyen iki şeye verilen ad anlamına gelir (e.n.).
4
Rafadan Kafadan: Bu isim eserin orijinalinde “Humpty Dumpty” olarak geçer; Humpty Dumpty aslında İngiltere’de bodur insanlarla dalga geçmek için kullanılan bir tabirdir. Kitapta bu tabirle neyin kastedildiğine dair pek çok varsayım olmakla birlikte geçerli olabileceklerden biri şudur: Bahse konu tekerlemedeki Humpty Dumpty İngiliz iç savaşı sırasında (1643) kral yanlılarınca Colchester’ın savunulmasında kullanılan büyük bir toptur. (1648 yılında Colchester dört bir yanı duvarlarla çevrelenmiş, kalesi ve bir sürü kilisesi olan bir kasabaydı.) Halkın Humpty Dumpty diye isim verdiği bu top, şehrin surlarının hemen yanında bulunan St. Mary Kilisesi’nin ihata duvarına bitişik olarak yerleştirilmişti. Parlamento yanlılarının açtığı top ateşi sonucunda duvar yıkılır ve Humpty Dumpty düşer. Top o kadar ağırdır ki kralın askerleri topu kaldırmaya çalışsalar da başarılı olamazlar (“All the king’s horses and all the king’s men couldn’t put humpty dumpty together again!”). Kral yanlıları, kapıları açıp şehri teslim etmek zorunda kalırlar (e.n.).
5
“Pound” kelimesi, İngilizcede hem “İngiliz para birimi” hem de “hamle” anlamına gelir. Normal dünyada pek çok şey para karşılığında kazanılırken burada hamle (satranç hamlesi) ile kazanıldığından hamle, para gibi değerli bir şey olmaktadır (e.n.).