Efendi ile Uşak

Efendi ile Uşak
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoy’un öykülerinde para hırsı, kazanma arzusu önemli bir yer tutar. Bu öykülerin kahramanları, üç beş kuruş daha fazla kazanmak veya bir toprağı kapatmak için en olmadık şeylere katlanır, büyük bir emek ve çaba harcar, hatta bu uğurda canlarından bile olur. Efendi’de de böyle bir hırs ve arzu vardır. Bu yüzden o kar kış kıyamette Uşak’ı da yanına alarak bir ormanı ucuza kapatmak için yola çıkar. Ama bu sefer aşılması gereken çok büyük bir engel vardır: Doğa. Ve doğa karşısında, Efendi ile Uşak eşittir… Efendinin kendisine seslendiğini duymuş, cevap vermemişti; çünkü canı ne kımıldamak ne de konuşmak istiyordu. İçtiği çayların ve kar yığınları içinde çabalamalarının verdiği sıcaklık henüz devam etmekle beraber bu sıcaklığın daha çok sürmeyeceğini ve hareketler yaparak yeniden ısınmaya kuvvet bulamayacağını biliyordu. Kendisinin takatten düşerek nihayet durup ayak direyen, yediği kamçılara boyun eğip ilerleyemeyen bir beygir gibi bitkin olduğunu duyuyordu.

Lev Tolstoy
Efendi İle Uşak

Lev Tolstoy, 1828’de doğdu. Kont Nikolay Tolstoy’un oğluydu. Kazan Üniversitesinde okurken Rousseau’yu kendine kılavuz olarak seçti; göğsünde, madalyon içinde, resmini taşırdı. Rousseau’nun fikirleriyle işlenen kafasında yeni yeni ufuklar açılıyor, insanları ve hayatı yakından tanımak, insanlığın yararına çalışmak için can atıyordu.
Kırım Savaşı çıktığı vakit, üniversiteyi bıraktı, orduya yazıldı. Kurmay subayı olarak çarpışmalara katıldı, Sivastopol hengâmesinde oradaydı.
Sonra ordudan ayrıldı, bir ara Petersburg’un kibarları arasında, edebiyat çevrelerinde yaşadı, genç sanatkârlar arasında tanındı.
Tolstoy ilk kez 1857’de, ikinci kez de 1860’ta birçok Avrupa ülkesine seyahatlerde bulundu, oradaki yeni fikir akımlarıyla yakından temasa geçti. Bu arada “serbest eğitim” usulünü benimsedi. Rusya’ya dönünce Yasnaya Polyana’da bu yöntem üzerine eğitim yapan bir okul açtı. Bütün amacı “insanlara öbür dünyada değil, bu dünyada mutluluk getirecek bir din” kurmaktı.
Bir ara yazı yazmayı da bıraktı. Bu, kendisini sevenleri üzüyordu. Bunlardan biri -Turgenyev- ölüm döşeğindeyken, ona yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
Sana bunları senin çağdaşın olmakla duyduğum sevinci belirtmek, içten gelen son isteğimi bildirmek için yazıyorum. Yeniden edebiyata dön azizim. Bu vergi sana bütün öteki vergilerin geldiği yerden gelmiş. Bu isteğimin senin üzerinde etkisi olacağını bilsem ne kadar mutlu olacağım!
1910 yılının 28 Ekim gecesi evinden kaçtı. Yalnız bindiği tren onu sonsuz bir yolculuğa doğru götürüyordu. Tolstoy yolda zatürreye tutuldu, Astapova’da onu trenden indirerek istasyon memurunun evine yatırdılar. Büyük romancı, 7 Kasım’da, orada öldü. Naaşını Yasnaya Polyana’ya getirip çocukluğunda “yeşil dal”ı aradığı topraklara gömdüler.

I
Kış günlerinden Saint Nikola’nın ertesi günü kasaba kilisesinin yortusu vardır. İkinci sınıf tüccarlardan Vasili o gün kiliseden ayrılamazdı. Vakıf işlerine o bakardı. Sonra evinde de bulunmak, akraba ve dostları kabul ve her birine ikram etmek lazımdı.
Fakat evinden son misafirler de ayrılınca yola çıkmak üzere hemen hazırlığa başladı. Yakınlarında oturan bir toprak sahibine gidip ondan çoktan beri pazarlığını etmekte olduğu bir ormanı alacaktı.
Acele ediyordu; çünkü civar şehir tüccarlarının daha evvel davranıp bu kelepiri kapmalarından korkuyordu. Kendisinin topu topu yedi bin ruble vermesine karşı ormanın toy sahibi on bin ruble istiyordu. Hâlbuki yedi bin ruble ormanın hakiki kıymetinin ancak üçte birini tutar tutmaz bir şeydi. Delikanlının istediğini belki de daha kırdırmak kabil olacaktı; çünkü orman Vasili’nin toprakları tarafına düşüyordu ve kasaba âyanı aralarında her birinin toprakları civarına düşen bu gibi satılacak yerleri ötekilerin artırmaması çoktan kararlaştırılmış bir şeydi; fakat işte o, şehirli odun tüccarlarının pazarlığa karışıp işi kapatıvermeye hazırlandıklarını duymuştu.
Bu şekilde kasabada yortu töreni biter bitmez kasasından yedi yüz ruble aldı, buna elinde olan kilise kasasından da iki bin üç yüz ruble kattı. Bu üç bin rubleyi gözlerini dört açarak bir daha saydı. Cüzdanına yerleştirerek yol hazırlığına başladı.
Hizmetçilerinden o gün biricik sarhoş olmayanı, çiftlik uşağı Nikita, atı koşmaya seğirtti.
Nikita o gün sarhoş değildi. Çünkü öteden beri içkiye pek düşkünlük göstermiş, bu uğurda yeni esvaplarını, çizmelerini de satmış ve en son artık içmemeye ahdetmiş ve gerçekten iki aydır da içmemekte bulunmuştu; o kadar ki her tarafından içkinin sular gibi aktığı şu yortu günlerinde bile kendini tutmuştu.
Ellisine basmış olan Nikita yakın köylerden birinden olup ömrünün en büyük kısmını başkalarının evlerinde, başkalarının topraklarında çalışmakla geçirmişti. Onun için “Yeryüzünde dikili ağacı yoktur.” denirdi.
İşe aşk ile sarılması, becerikliliği, kuvveti, hele güzel kalbi, iyi huyu itibarıyla her yerde sevilirdi. Fakat onun yine ortada çok görüldüğü olmazdı; çünkü yılda iki defa, bazen de daha çok içmeye başlar, o kadar içerdi ki, bu uğurda elinde avucunda ne varsa deve olur gider; iş bu kadarla da kalmaz, bu münasebetle kavgacı, geçimsiz bir şey olurdu. Kendisini Vasili de kaç kereler kapı dışarı etmişti. Ama döner, gene alırdı; çünkü dürüst, yumuşak bir adamdı; hususiyle hayvanları severdi, her şeyden üstün olarak da boğazı tokluğuna gibi bir bedelle çalışırdı. Böyle bir işçinin seksen ruble hakkı olduğu hâlde Vasili ancak kırk ruble verir, onu da parça parça verir ve çok kere de para yerine kat kat yüksek fiyatlarla dükkânından eşya verirdi. Adamcağızın bir zamanlar güzel olan çevik, becerikli ve idareli karısı bir oğlan ve iki kız çocuklarıyla evinde çalışıp yaşıyor ve kocasının yanı başlarında bulunmasında ayak diremiyordu. Çünkü herif içmediği zaman kadının elinde mum gibi olduğu hâlde sarhoş olur olmaz ele avuca sığmaz, önünü ardını aramaz bir afet olur, kadının ödü kopardı. Bir sarhoşluğunda, belki de ayıkken, kadına ettiği köleliklerin öcünü almak için kadının sandığını kırmış, süslü püslü nesi varsa ortaya saçmış, bir balta kaparak fistanlarını, etekliklerini, bluzlarını bir tomruk üstüne sıralayıp hepsini birden kıyma hâline koymuştu. Hak ettiği para doğrudan doğruya karısına verilir, kendisi de buna ağız açmazdı. Bu sefer de böyle olmuştu; yortudan iki gün önce kadın, Vasili’nin dükkânına gitmiş, topu birden üç ruble tutan halis un, çay, şeker, yarım şişe içki gibi öteberi şeyler ve beş ruble de para almış ve sanki kendisine bir ihsanda bulunmuş gibi efendiye teşekkürler ederek ayrılmıştı. Hâlbuki kendisine en aşağı hesapla yirmi ruble vermek lazım gelirdi.
Efendisi adamcağıza “Aramızda bir teklif tekellüf yok, değil mi? Her neye ihtiyacın olursa dükkândan al. İşler, parasını ödersin. Bende öyle başkaları gibi kontrat, ceza kesmek falan filan yoktur. Bende her şey sözle olur biter. Sen benim hizmetime gelmişsin, benim için de seni bırakmak yoktur.” derdi.
Efendi böyle söylerken uşağı için kendisinin sahiden bir velinimet olduğuna içinden inanırdı. Kandırmak meyli bir hadde idi ki, bu uşağı gibi, kendi parasıyla geçinen bütün diğer adamlarının da onun kimseleri aldatmadığı ve bilakis herkesi lütuflarına, ihsanlarına boğduğu fikrini besliyorlar sanır, hâlbuki buna yalnız kendisi inanmış bulunurdu.
Uşak: “Evet, Vasili öyle diyordu; fakat sanıyorum ki, ben de çalışıyorum, elimden geleni yapıyorum, sanki babamın işindeymiş gibiyim.”
Uşak hem böyle söylüyor hem de kendisini efendinin aldattığını pek iyi biliyor; fakat onunla hesaba kitaba kalkmasından bir şey çıkmayacağını, eline iyice bir yer düşünceye kadar ne verirse onu alıp burada çile doldurmakta devamın münasip olacağını düşünüyordu.
Şimdi hayvanı koşmak emrini almış, her zamanki gibi güler yüzle ve içinden gelen bir istekle arabalığa doğru seğirtmişti. Kazlar gibi ayaklarını içeri içeri attığı hâlde âdeti işe uçarak gitmekti. Çividen, sorguçlu ağır dizginleri aldı, gemin suluğunun seslerini çıkartarak ahıra girdi. Efendinin koşulmasını emrettiği hayvan orada bulunuyordu. Kendi başına ayrı bir ahırda bulunan orta boylu, sağlam yapılı, sağrısı biraz düşük aygır, uşağı görür görmez sevincinden kişneyerek selamlamış, o da “Ulan, Nassin, canın mı sıkılıyordu?” diye hatırını sormuş ve “Ey rahat dur, acele yok, sana ilk önce azıcık su vereyim…” demişti. Hayvana, sanki insanlarla konuşuyormuş gibi sözler söylerdi. Kaputunun eteğiyle hayvanın ortası tüysüz, tozlu dar bir oluk hâlinde çizgili olan yağlı sırtını sildi; taze ve güzel başına dizginliği geçirdi, kulaklarını ve yelesini dışarı aldı, suya götürdü.
Hayvan gübre ile dolu ahırdan tetik adımlarla çıkar çıkmaz çark yapıyor, kuyuya doğru kendisiyle birlikte koşmakta olan adamcağıza tekme atmak istiyormuş gibi tavırlar takınıyordu. Onun arka ayaklarıyla yolladığı tekmelerin can yakmak için kıyasıya bir düşmanlık eseri değil, bilakis kendisinin kürek kemiğine ancak ihtiyatla dokunup çekmekten, şakalaşmak kabilinden bir cilve yapmaktan ibaret olduğunu bilen ve bu hâle katılıp bayılan uşak “Kırıt çapkın, kırıt!” diyor, kendisi de dörtnala koşuyordu.
Hayvan buzlu sudan kana kana içerek, aralarından yalağa şeffaf damlalar düşen sık dudaklarını kımıldatarak içini çekti, sonra derin düşüncelere dalmış gibi bir an hareketsiz durdu ve birden gürültü ile aksırdı.
Uşak bu sefer gayet ciddi “Ya, artık istemiyor musun? Onu da keyfin bilir! Fakat sonra istemeye kalkmayasın…” diyerek ona ne yapacağını etrafıyla tembih ederek baş başa, şen şakrak koşar ayak arabalığa döndüler. Hayvan eşiniyor, avluyu gürültüye boğuyordu. Hizmetçilerden kimseler yoktu. Koca avluda yalnız aşçı kadının, o da yortu münasebetiyle dışarıdan gelmiş olan, kocası bulunuyordu. Uşak ona seslendi:
“Kardeş git şuna sor, aygırı hangi kızağa koşayım? Büyüğe mi, küçüğe mi?”
Aşçının kocası yüksek temeller üstüne kurulu demir çatılı eve girdi. Ve az sonra hayvanın küçük kızağa koşulması emrini getirdi. Uşak o gelinceye kadar hayvana başlığını takmış, çivili takımlarını geçirmişti. Bir eliyle hafif başlığı, öbür eliyle hayvanı çekerek içinde iki kızağın bulunduğu arabalığa girdi.
“Âlâ!.. Ufağa koşalım!” diyerek şimdi de ısırmak istiyormuş gibi cilveler yapan şen hayvanı okların arasına soktu.
Her şey bitip de sıra yalnız dizginleri takmaya gelince aşçının kocasına seslenerek ambardan bir bağ saman getirmesini söyledi.
Getirilen taze yulaf demetini kızağa yerleştiriyor ve hayvana “Halt etme, bu akıl işidir!” diyordu.
Sonra “Ey, bir de setre giymelisin… Ha şöyle, tamam…” diyerek hayvanın üstüne kanaviçeden yapılma bir örtüyü seriyor ve kızağın oturulacak yerindeki bölmeye yulafları tıkıyordu. Aşçının kocasına dönerek, “Eyvallah arkadaş, dört elin şakırtısı daha çok çıkıyor, bak hemen her şeyi bitirdik!” dedi.
Döndü, bir halkada asılı duran terbiyeleri çözerek kızağın pervazına ilişti ve tırısa kalkmak için bahane arayan hayvanı donmuş gübre ile örtülü olan avludan evin araba kapısına sürdü.
Siyah kürklü, kürk kalpaklı, temiz ayakkabılar giyinmiş, evden koşup gelen yedi yaşlarında bir çocuğun keskin sesi uşağa “Amca, amcacığım…” diyordu.
Çocuk kısa kürkünü ilikleyerek “Beni de al!” diye yalvarıyordu.
Uşak “Koş, benim minik efendim!” cevabıyla atı durdurdu. Efendisinin oğlunu kızağa bindirdi, çocuğun saman benzi bir an içinde sevinç dalgalarına bürünüvermişti.
Saat ikiyi geçiyordu. Hava soğuktu; sisli idi; rüzgâr esiyordu. Göğün yarısı basık, kara bir bulutla örtülü idi. Avluda sükûn vardı; fakat sokakta rüzgâr kuvvetlice uluyor, çatının üstünde birikmiş karları yakındaki arabalığın üstüne atıyor, köşede banyoların yanında kasırgalar yapıyordu.
Kızak araba kapısından henüz geçmiş, evin taş merdiveninin önünde durmuştu ki, efendi, dudaklarının arasında bir sigara, sırtında, aşağı tarafında bir kuşakla iyice sarılmış koyun postundan bir kürk olduğu hâlde, taş merdivenleri sarmış ve pekleşmiş bulunan kar tabakalarını çizmeleri ile çatırdatarak çıktı. Durdu, sigarasını bir defa daha çekerek attı, ezdi. Dumanını bıyıklarının arasından savurarak gözünün ucu ile hayvanı muayene etti; kürkünün yakasını, bıyıklarından başka her yeri gayet tıraşlı yüzünün iki tarafından, nefesiyle ıslatmayacak şekilde düzeltecekti. Oğlunu görerek “Çapkına bakın, ne de kurulmuş!” dedi.
Dostlarıyla birlikte fazlaca kaçırdığı içki başına vurmuştu. Kendine mahsus şeyleri görmekten, kendi hâl ve hareketinden her zamandan daha memnun bulunuyordu. Öteden beri Veliaht diye çağırdığı oğlunun her hâli pek hoşuna giderdi. Göz kapaklarını kırıştırması, uzun dişlerini meydana çıkarması buna işaret idi.
Başını ve omuzlarını örten yün şaldan yalnız gözleri görünen evin zayıf hanımı, hayatta kocasının arkasında duruyordu.
Ürkek bir hâl ile ilerleyerek “Nikita’yı yanına alırsan sahiden çok iyi edersin.” dedi.
Efendi hazretleri besbelli hiç hoşuna gitmeyen bu söze cevap vermedi. Suratını astı, yere tükürdü.
Kadın inlemeyi andırır aynı sesle konuştu:
“Üstünde para var. Sonra… Hava büsbütün bozulabilir, sahi söylüyorum.”
Efendi hazretleri satıcılarla, alıcılarla konuştuğu zamanlarki edası ile heceleri uzatarak “Canım benim kılavuza ihtiyacım mı var? Yolu bilmiyor muyum?” dedi.
Kadın şalı omuzlarının üstüne doğru az daha çekti: “Hayır, çok yalvarıyorum, onu al.”
“Yapışan zifte benzersin. Nasıl alırım, canım?..”
Uşak atıldı: “Ben hazırım…” Hanıma baktı: “Yalnız ben yokken biri hayvanlara yemlerini verse…”
Hanım: “Onu bana bırak, o işi ben gördürürüm…”
Uşak, efendisine dönerek sordu:
“Ne diyorsun? Gelecek miyim?”
“Kocakarıyı hoşnut etmek lazım… Fakat geleceksen (gülerek ve gözünün ucu ile adamcağızın kısa, yağlı, etekleri tel tel olmuş, arkası ve koltuk altı pırtıl gocuğuna bakarak) az daha sıcak tutar bir şey giymelisin.” dedi.
Uşak, aşçının kocasına seslendi:
“İki gözüm, gel, az şu hayvanı tut.”
Çocuk tiz bir sesle “Ben tutayım, ben…” diye fırladı, soğuktan kıpkırmızı olmuş ellerini cebinden çıkararak dizgine sarıldı.
Efendi (eğlenerek uşağa) “Fakat uzun boylu süslenmeye kalkma. Çabuk ol.” dedi.
Uşak “Göz açıp kapayıncaya kadar buradayım!” diyerek hizmetçilere mahsus daireye koştu.
Orada aşçı kadına “Güzelim, aman benim şu paltomu yetiştir, sobanın yanında asılı, kuruyor. Efendi ile gidiyoruz.” dedi.
Bir yandan bunu söylüyor, öbür yandan bir çividen sarkan kuşağını kapıyordu.
Yemekten sonra biraz uyumuş ve şimdi kocasıyla karşı karşıya içmek üzere çay semaverini ısıtmış olan kadın, uşağı güler yüzle karşıladı, kendini onun rüzgârına vererek büyük bir çabuklukla paltoyu yakaladı ve silkmeye başladı.
Uşak “Şimdi kocanla kekâh,[1 - Kekâh: Kekâ; keyifli bir durumu anlatırken “ne güzel, ne iyi” anlamlarında söylenen bir söz. (e.n.)] kim bilir ne keyifler edeceksiniz…” diyordu.
Adamcağız kiminle baş başa kalsa hemen havadan bir laf bulur, herkesin iyi, rahat ve zevkte olması temennilerini sunardı. Şimdi kuşağını sıkı sıkı sarmış, bir türlü düzelmek bilmeyen karnını biraz bastırmıştı.
Bu sefer kadına değil, kuşağına seslendi:
“Âlâ… Haspa ne de yakışır!.. Hem şimdi çözülmek değil, gevşeyemezsin bile!”
Kollarını serbestletmek için omuzlarını kaldırdı, indirdi, paltosunu geçirdi, arkasını gerdi, hareketlerinde kolaylık temin etmek istiyordu. Yerden parmaksız eldivenlerini aldı ve “Her şey yolunda!..” dedi.
Aşçı kadın: “Çizmelerini de değiştirmeliydin, ayağındakiler pek berbat…”
Adamcağız biraz düşündü.
“Evet, iyi olurdu… Fakat bunlar da olur, uzağa gitmiyoruz.” diyerek seğirtti.
Kızağın yanına gelince evin hanımı sordu:
“Oğlum üşümeyecek misin?”
O, “Neden üşüyecekmişim!” diyerek samanları çekti, onlarla ayaklarını örteceğini anlattı ve güzel hayvan için lüzum görülmesi âdet olmayan kamçıyı da alt tarafa soktu.
Efendi kızağa yerleşti. Birbiri üstüne iki kürk ile örtülü olan arkası, kızağı kaplamış gibiydi. Dizginleri aldı, hayvana yol verdi. Uşak harekete geçmiş olan kızağa atladı ve bir ayağını sarkık bırakarak öbürünü altına aldı.

II
Kızak ayaklarını gıcırdatarak sarsıldı, dinç hayvan katılaşmış bir kar tabakasıyla örtülü olan yola girdi.
Veliahdının kızağın arkasında asılmış olduğunu gören efendi şakrak bir eda ile -çocuğa- “Çapkın, ne yapıyorsun?” -uşağına- “Sen şu kamçıyı bana uzat!” diyor, -çocuğa dönerek- “Haydi ananın yanına!” emrini veriyordu. Çocuk yere atladı. Hayvan yürüyüşünü artırdı, rahvandan tırısa geçti.
Oturdukları köyde topu topu altı ev vardı. En sondaki demircinin evini de geçer geçmez rüzgârın sandıklarından çok daha kuvvetli olduğunu gördüler. Yol hemen hemen seçilmiyordu. Kızağın ayaklarının açtığı izler rüzgârların savurduğu karlarla hemen kapanıyor, yolu ancak geçtikleri ovadan daha yüksekte olmasıyla ayırt edebiliyorlardı.
Tarlaların üstünde kar kasırgaları koşuşuyor, yerle göğün kavuştukları çizgi ayırt olunmuyordu. Her zaman çok iyi seçilen orman, toz hâlinde savrulan karlardan zaman zaman ancak siyah bir leke gibi görünüyordu. Rüzgâr soldan esiyor ve Toru atın yelesini ve büyük bir düğüm yapılmış olan sık kuyruğunu hep sağa doğru uçuruyordu. Rüzgârın altında uşağın büyük yakası burnuna, yanaklarına yapışıyordu.
Hayvanıyla da gurur duyan efendi: “Toru tam yürüyüşüyle gidemiyor, kar fazla. Onunla bir kere P…’ ye gittim. Beni yarım saat içinde götürmüştü…” dedi.
Yakasının kalkıklığı yüzünden bir şey işitememiş olan uşak sordu: “Ne?”
Efendi bu sefer bağırdı:
“Beni P…’ye yarım saat içinde götürmüştü…”
Uşak “Diyecek yoktur, emsalsiz bir attır…” dedi.
Bir an sustular; fakat efendi konuşmak sevdasında idi.
“Eh evlat, bahara bir beygir alacak mısın?”
Uşak paltosunun yakasını indirerek cevap verdi:
“Çaresiz alınacak. Oğlan büyüdü. Artık çift sürmelidir…”
“Âlâ, bizim kemikliyi al, sana ucuz veririm.”
Uşağın o cevabı üzerine efendinin tamah damarları kabarmıştı. Satılık malının kusurlarını örtmek hususunda yüksek bir dereceye varınca bütün hünerlerini kullanmaya hazırlandı; fakat beygirin ancak yedi rublelik bir yadigâr olduğunu bilen ve efendisinin kendisine yirmi beş rubleye satacağını, sonra altı ay beş para koklatmayacağını bilen uşak, efendisini önleyerek: “Bana on beş ruble verirseniz daha iyi edersiniz. At pazarından bir şey seçerim.” dedi.
“Kemikli iyi bir beygirdir. Ben senin iyiliğini isterim. Zaten vicdanım rahattır, ömrümde kimselere fenalık etmemişimdir. Sana zararına bile veririm. (mal satar veya alırken kullandığı tavrı ile ve yüksek sesle) Şerefim hakkı için ben başkalarına benzemem! Sahiden iyi bir beygirdir!”
Uşak içini çekti: “Ona ne şüphe!”
Efendisinin susmasından istifade ederek hemen yakasını yeniden kaldırdı, yüzünü tamamen örtmüş oldu.
Bu şekilde hiç konuşmayarak yarım saat kadar gittiler. Uşak elinin üstünde, kürkünün yırtık olduğu kol tarafında rüzgârın tesirini duyuyordu. Büzülüyor, ağzını örten yakasının içine nefes veriyordu. Vücudunun üşüdüğü yoktu.
Karamihevo’ya geçen yol daha işlekti, iki yanında yolu gösteren levhalı kazıklar vardı; fakat daha uzundu. Doğru giden yol daha kestirme olmakla beraber o kadar işlek değildi; yolları gösteren kazıkları daha seyrekti, hem karla örtülmüşlerdi.
Uşak biraz düşündükten sonra “Karamihevo uzun tutar; fakat yol daha iyidir.” dedi.
Doğru yoldan gitmek isteyen efendi reddetti:
“Dosdoğru gidersek dereyi keseriz, şaşırmak imkânı yoktur, sonra da orman…”
Uşak “Siz bilirsiniz!” diyerek yakasını yeniden örttü.
Efendi dediğini yaptı. Yarım kilometre kadar daha ilerleyince sola saptı, orada birkaç kurumuş yapraklarıyla bir meşe dalı sallanıyordu. Bu dönüm noktasından sonra rüzgâr üzerlerine tam karşıdan diklemesine geldi. Kar yağmaya başladı.
Kızağı hep efendi kullanıyordu. Yanaklarını şişirtiyor, bıyıklarına nefes veriyordu. Uşak uyukluyordu. Böylece on dakika sessiz geçti. Efendi birden bir şeyler söyledi. Uşak gözlerini açarak sordu:
“Ne?”
Efendi cevap vermedi. Eğiliyor; ileriye, geriye bakıyordu. Hayvan ilerliyor, ter içinde kalmış olan tüyleri boynunda ve bacakları arasında kıvrılıyordu.
Uşak tekrarladı:
“Ne var? Nedir?”
Efendi, hiddetli hiddetli onu taklit etti:
“Ne var? Nedir? Ne olacak, hiç kazık yok, yol işareti yok, demek yoldan çıkmışız…”
Uşak “Sen biraz dur. Ben bir bakayım…” diyerek kızaktan hafifçe atladı, kırbacı samanın altından çekerek hayvanın soluna, oturduğu tarafa doğru yürüdü. O yıl kar bol değildi. Güçlük çekmeyerek yürünebiliyordu. Öyle olmakla beraber bazı yerlerde dizlerine kadar batıyordu. Kısa bir zamanda çizmelerinin içi karla doldu. Ayağıyla, kırbacın sapı ile yeri yokluyor, yolu bir türlü bulamıyordu. Geri döndüğü zaman efendi sordu:
“Peki, ne olacak?”
“Bu tarafta bir şey bulamadım, şuralara da gidip bakmalı!”
“Önümüzdeki şu donuk leke nedir, oraya bir bak…”
Uşak gösterilen tarafa gitti ve kara lekeye yaklaştı. Bu çıplak bir tarla idi ki, rüzgârın önüne kattığı hafif toprakları âdeta karı siyaha boyamıştı. Sağına da baktı, yokladı, üstünü başını kaplayan karları silkti, çizmelerini salladı, kızağa bindi.
Kati bir sesle “Sağa gitmeli, rüzgâr solumuzda idi, şimdi dosdoğru yüzüme vuruyor, (amirane) sağa döndür!” dedi.
Efendi uşağa itaat ederek kızağı sağa döndürdü; fakat yoldan eser yoktu… Bu şekilde de bir zaman gittiler. Rüzgâr dinmiyordu, kar yağıyordu.
Uşak bu hâllerden memnun bir hâlde “Efendi, besbelli ki, yolu kaybettik.” dedi.
Efendi karın altından beliren karamsı kamışları göstererek sordu:
“Şunlar ne?”
Ter içinde kalmış ve nefes alırken iki böğrü atmakta olan atı durdurarak yeniden sordu:
“Şunlar ne? Neredeyiz?”
“Zaharof’un tarlalarındayız. Yani yoldan çıkmışız.”
“Yalan söylüyorsun!”
“Yok ben yalan söylemem. Doğru söylüyorum. Zaten kızağın çıkardığı ses de bunu söylüyor. Meşhur patates tarlalarından geçiyoruz. İşte şu yapraklar, dallar da bunu gösteriyor.”
“Amma da çile ha! Peki, şimdi ne yapacağız?”
“Dosdoğru önümüze gideceğiz. Yapacak başka şey yok. Elbette bir yere varacağız, ya çiftliğe yahut da tarla sahibinin binalarına…”
Efendi gene itaat etti, hayvanı uşağın dediği yolda kullanmaya başladı. Bu şekilde de yeniden epey yol aldılar. Bazen çıplak çayırlıklardan geçiyorlar, o zaman kızağın tekerlekleri donmuş toprak yığınları üzerinde gıcırdıyordu; bazen saman kökleri dolu tarlalardan aşıyorlar, buralarda zaman zaman karlar altından başını çıkarmış kuru saman dalları gözüküyordu; bazen de üzerinde hiçbir şey görülmeyen bembeyaz derin bir kar tabakasına dalıyorlardı.
Kar yukarıdan yağıyor; fakat arada bir de kasırga hâlinde yerden göğe doğru kalkıyordu. Görülüyordu ki, Toru çok yorulmuştu; ter içinde kalan tüyleri kıvrım kıvrım oluyor, gene donla örtülüyordu. Artık yavaş gidiyordu. Birden ayağı sürçtü veya bir hendeğe yahut da bir batağa düştü. Efendi hayvanı durdurmak istedi, uşak bağırdı:
“Ne yapıyorsun, serbest bırak ki kendini kurtarsın.”
Uşak kızaktan atladı, kara bata çıka “Deh güzelim, deh! Güzel Toru deh!” diye dostça seslendi.
Hayvan kendini toparladı ve bir hamlede donla katılaşmış olan yığına sıçradı. Bir hendeğe düştükleri anlaşıldı.
Efendi “Neredeyiz yahu!” diye sordu.
“Elbette öğreneceğiz, hele bir ilerleyelim, elbet bir yere varacağız.”
Efendi karların arkasından donuk bir yığın hâlinde görünen bir yeri işaret etti: “Şurası Goriaçkino Ormanı olmasın?”
“Gidelim, ne olduğunu görürüz.”
Uşak o taraftan rüzgârın kuru kavak yaprakları getirdiğini fark etmiş ve o itibarla görünen yerin orman değil bir köy, oturulan bir yer olduğuna hükmetmişti. Her nedense bunu söylemek istememişti. Gerçekten bir kilometre bile ilerlemeden kavak silüetlerini görmüşlerdi.
Uşak iyi akıl yürütmüştü. O karalık, orman değil, bir sıra dikilmiş yüksek kavak ağaçları idi ki, ötelerinden berilerinden ölü yapraklar ses veriyorlardı. Bunlar besbelli bir hendek boyuna, bir samanlığın istikametine dikilmiş olacaklardı. Kuruntular içinde ses veren ağaçlara yaklaştıkları zaman hayvan birden ön ayaklarını kızaktan daha yükseğe kaldırdı, bir yığının üstüne atıldı, sola döndü. Yola çıkmışlardı. Uşak “Nereye olduğu belli değil ama işte bir yere geldik!” dedi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lev-tolstoy/efendi-ile-usak-69428794/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kekâh: Kekâ; keyifli bir durumu anlatırken “ne güzel, ne iyi” anlamlarında söylenen bir söz. (e.n.)
Efendi ile Uşak Лев Толстой
Efendi ile Uşak

Лев Толстой

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Tolstoy’un öykülerinde para hırsı, kazanma arzusu önemli bir yer tutar. Bu öykülerin kahramanları, üç beş kuruş daha fazla kazanmak veya bir toprağı kapatmak için en olmadık şeylere katlanır, büyük bir emek ve çaba harcar, hatta bu uğurda canlarından bile olur. Efendi’de de böyle bir hırs ve arzu vardır. Bu yüzden o kar kış kıyamette Uşak’ı da yanına alarak bir ormanı ucuza kapatmak için yola çıkar. Ama bu sefer aşılması gereken çok büyük bir engel vardır: Doğa. Ve doğa karşısında, Efendi ile Uşak eşittir… Efendinin kendisine seslendiğini duymuş, cevap vermemişti; çünkü canı ne kımıldamak ne de konuşmak istiyordu. İçtiği çayların ve kar yığınları içinde çabalamalarının verdiği sıcaklık henüz devam etmekle beraber bu sıcaklığın daha çok sürmeyeceğini ve hareketler yaparak yeniden ısınmaya kuvvet bulamayacağını biliyordu. Kendisinin takatten düşerek nihayet durup ayak direyen, yediği kamçılara boyun eğip ilerleyemeyen bir beygir gibi bitkin olduğunu duyuyordu.

  • Добавить отзыв