Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat
Şemseddin Sami
Yazar, çevirmen ve romancı olan Şemsettin Sami, edebiyatın birçok türleriyle ilgilenmiştir. Türk edebiyatının ilk yerli romanı olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseri önce Hadika gazetesinde yayımlanmaya başlamış, daha sonra kitaplaştırılmıştır. Yazar, Tanzimat Dönemi’nin en önemli eserleri arasında yer alan bu romanıyla, toplumdaki kadın erkek eşitsizliğini özellikle evlenme kurumu üzerinden eleştirmiş; gençlerin birbirini tanımadan evlenmesinin, kadının bir mal, bir eşya gibi görünmesinin ailelerde yol açtığı facialara değinmiştir. Eserde, Talat ve Fitnat’ın aşkı da bu çerçevede işlenmiş, kavuşmak için türlü sıkıntılara göğüs geren bu iki âşık genç trajik bir sona doğru sürüklemiştir. "Bizi hiç insan sırasına koymazlar! Babalarımızın istedikleri adamlara bizi hediye verircesine verirler; o adamların tabiatını sormazlar; biz o adamlarla geçinecek miyiz orasını hiç düşünmezler. Bize bir defa 'Filan adamı koca ister misin?' yahut 'Kimi koca istersin?' diye bir sormak yok. Bize derler: ‘İşte seni filan adama vereceğiz.’ Biz sükût ederiz ama gönlümüz ne der?"

Şemseddin Sami
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat

SÖZE GİRİŞ
Aksaray’da ufacık bir oda. Tantanalı değil, lakin pek temiz döşenmiş bir odada, yüzünde bir güzelliğin harabeleri görünen elli elli beş yaşında bir kadın minder üstüne oturup bir şey dikiyordu. Gözü dikişte, eli iğnede, lakin zihni başka yerde olup bir şey düşünüyor; düşündükçe mahzun ve mükedder olur gibi görünüyordu. Biçare ihtiyarlar geçmiş şeyleri hatırlarına getirdikçe mahzun olurlar. Çünkü ömürlerinde geçirmiş oldukları sevinç günlerini andıkları vakitte o günlerin bir daha avdet etmeyeceğine teessüf ederler ve çekmiş oldukları kederleri yâd ettiklerinde gönüllerinin yaraları tazelenir. Bu kadının karşısında on sekiz on dokuz yaşında, yüzünde hâlâ tüy tüs yok, pek güzel, gecelik esvabıyla giyinmiş bir genç oturup başını eline dayatmış ve yastığın üzerinde bir kitap açmış, fakat gözlerini kitaba değil, karşısındaki duvara dikip derin derin düşünmeye varmış ve hayran hayran bakakalmıştı. Minderin karşısında bir sandalye üzerinde, ne yaşta olduğunu fark edemem, lakin ihtiyarca görünür bir Arap karı oturup yüzünü iki eline ve dirseklerini dizlerine dayatmış ve bir büyük hayret ve taaccüple gözlerini kadından oğlana ve oğlandan kadına gezdirirdi. Kadın, Arap’ın bu türlü bakışını yan gözle gördüğü gibi, başını kaldırıp, Arap ise renk vermemek için gözlerini kapıya doğru çevirip tavana doğru kaldırmaya, velhasıl kadının ve oğlanın yüzüne bakmaya mecbur oldu. Kadın o vakit yüzünü gence çevirip öyle dalmış olduğunu gördüğü gibi “Oğlum Talat, ne oldu sana bugün? Âdetin üzere okuduğun şeylerden bize bir şey söylesene. Baksana, dadı onun için bekliyor. Hem de dadı çok merak etti o hikâyenin sonunu dinlemeye… İşte bir saat var ki bir sana bakıyor ki başlayasın, bir bana bakıyor ki sana söyleyeyim. Lakin kendisi söylemeye utanıyor.” dedi.
Dadı, sandalye üzerinde bir hareket ederek “Ha ha, buyuk hanim iyi söyler, ben şok ister o hikaaye dinlamak. Şok güzel hikaaye… Amma bakar ki, hanım dikmağa dalmış, bey duşunmağa varmış, ben de sukuut eder durur. Kuşluk işun hazır yemak var. Ahşama yabacak, amma vakıt var bende?..” diyerek sözü uzatır.
Talat Bey Arap’ın manasız sözlerini dinlemeyip “Ah anneciğim, bilmem ne oldum, bugün keyfim yok.” dedi.
“Allah’a emanet, oğlum nen var?”
“Bir baş ağrısı, bir sersemlik, bir…”
“Vah vah!.. Oğlum, hastalık şakaya gelmez, kendini bir hekime göstermelisin.”
“Aman buyuk hanim, bu hakimlar! Baş agrisi hakim eyi yabmaz, okutmali ha? Baş iyi olmak ister, baş agrisi gitmak ister, okutmali, ha ne ya hanım. Gaşan sene bana nasil sitma galdi! Uş ay sitma… Hakim galir gıdar, hab verir, hem ne hab! Zehir! Şok defa boğazıma galdi. İlahi ya Rabbi! Ne şakdi ben o hab ile… Hab adamı eyi eder mi? Hab sitmaya ne yabar? Sonra, Allah razi olsun, bizim abla galdi, beni gordi, tanimadi; o kadar ben zaif oldi. Benim boyun ip gibi oldi… Abla aldi habi, attı pencereden… Beni aldi, Kocamustafabaşa’ya goturdi. Orada bir herif var, amma onun nefesi menşur! Heb İstanbul ona gidar. Amma sitma, yalniz sitma iyi eder o. Baş agrisine, başka şeye karişmaz, Beni okudi, bagladi… İşte bag hâlâ kolumda durur. Hiş o vakıttan beri ben sitma görmedi.”
“A dadı, o şeylere sen ben inanırız, şimdiki gençler inanmaz; boşuna yorulma.”
“Aaaa! Ona kim inanmaz? O her kımı okudiysa eyi etti. O, kitabla, heb kitabla, kitabdan okumuş amma nefesi de var. Haa, herkes okur amma nefes başka şey…”
Dadı nefese dair ne kadar söylese doymaz. Lakin ko söylesin! Saliha Hanım bu türlü itikada çok bağlı olmadığından Arap’a yukarıdaki cevabı verdikten sonra, ne o ve ne Talat Bey dadının laklaklarına kulak asmayıp birbiriyle söyleşmeye başladılar:
“Bugün kaleme gitme oğlum. Ayşe Kadın’ı eczaneye gönderelim, bir hekim bulsun getirsin.”
“Aman valideciğim, çok ehemmiyet verdiniz. Bir şeyim yok; kaleme gittiğim gibi açılırım. Ne hekime gerek kalır ne bir şeye.”
Talat Bey kalkıp giyinmeye gider; giyinirken yüz bin hülya zihnine gelir, geçer.

SOHBET
Ayşe Kadın, Talat Bey’in gitmesiyle beraber, Saliha Hanım’a yaklaşıp “İşte hanim, ben sana her gun söyler. Maşallah, Allah emanet, şocuğun yirmi yaşına vardi. Şimdi evlendirmeli, eve galin gatirmeli. Allah koruya şocuğu aldadup da bir yere iş guvaysi alirlarsa biz ne yabar? Bir evde iki ihtiyar kadin… Galin evin şenliğidir. Bu şocuğu evlendirelim.” dedi
“Yok yok dadı, korkma. Benim Talat’ı görmez misin ne kadar usludur? Beni ne kadar sever. Hiç evini bırakıp iç güveyisi olur mu? Hiç sen onu merak etme; o benim bileceğim şeydir. Talat daha çocuk! O yaşta çocuğu evlendirmek hatadır.”
“Ah hanim, bu İstanbul fena. Kizlar, hanimlar incecik birer yaşmakla şıkar, gazar; guzel şocuk gorur, aşnalık eder. Şocuk da ne kadar olsa şocuk, aldanur da ben korkar hanim… Ben şok korkar. Bugün Talat Bey şok duşunur. Hasta değil ha, ben sana soyler hasta değil, amma başinda sevda var. İşte ben bunu hanima söyler. Yine sen bilir; ben böyle anlar.”
“A Dadı, sen de söylediğini bilmezsin, gaipten haber vermek istiyorsun. Oğlum öyle şeylere aldanmaz. Yok yok, Talat’ım usludur. Ah, çok hoşnudum oğlumdan. Allah bağışlasın, zamane gençleri gibi değil. Ah! Merhum pederi can çekişirken Talat’ı iki gözünden öpüp ‘İşte bu çocuğa beraber terbiye verecektik; lakin ne çare, bana kader müsaade etmedi bunun terbiyesi sana kaldı, ihtimamsız davranma.’ diyerek, bir eli çocuğun yüzünde ve diğer eli benim elimde olduğu hâlde canını teslim etti. Talatçığım o vakit altı yedi yaşında idi. Biçare pederi ne kadar severdi; zavallı, hasret gitti. Daima Cenabıhakk’a dua ederdi ki bu çocuğu terbiye edip okutmak için hiç olmazsa çocuk yirmi yaşına varıncaya dek bana ömür ihsan eyle. Ne çare, kaderi öyle imiş, nur içinde yatsın!.. Hele bin kere hamdolsun Talatçığım pederinin istediği üzere terbiye olundu. Ah dadı, Allah’a şükredelim, böyle çocuk İstanbul’da nadir bulunur yahut hiç bulunmaz; sorsana bir defa, komşuların çocukları böyle mi? Her gece evlerine gelirler mi?”
“Allah emanet, Allah bağişlasın, ben onu demez, amma bizim mamlakatta şocuk on beş on altı yaşında evlenir; heb böyle. Bu İstanbul’da otuz yaşinda, kırk yaşinda evlenir. Talat Bey şimdi kaş yaşindadir?”
“İşte şimdi nisan çıksın, mayısın beşinde on dokuza basar.”
“Maşallah! Vakti gaşmiş, bizim mamlakatta olaydi dört sene avvel evlenir. Ah hanim, nasıl gaşiyor zaman, nasıl gaşiyor zaman! Su gıbi gaşiyor zaman! Ben galdi, iki sene gaşdi, Talat Bey dogdi.”
“Demek olur ki senin geldiğinden sekiz sene sonra ben dul kaldım.”
“Yaaa…”
“Talat’ın babasını iyi bilirsin öyleyse.”
“Nasıl bilmez? Rahmet canina, şok eyi ademdi. Ah melek gibi adem! Hişbir vakit bana bir fena soz soylemedi. Kaş sene oldi şimdi hanim ben galdi?”
“İşte, yirmi bir sene oluyor.”
“Yirmi bir sene! Ah ya Rabbi! İhtiyar oldi gitti!”
“Kaç yaşında varsın acaba dadı?”
“Ne bilir ben hanim. Ben ufak kız idi mamlakatta; ana var, baba var, karindaş, buyuk kiz karindaş, ev dolu benim. Bir gun ben, başka kızlar beraber seyre şıkdi kasabadan uzak, uş saat, dört saat uzak… Orada uş adem galdi, ecderha gibi at binmiş, uzun sungu elde, bizi aldi. Amma aldatti bizi; ‘Anaya gider, babaya gider.’ dedi. On gun, on beş gun gitdik, Mısır’a galdik! Ah Mısır! Buyuk kasaba, guzel… Başka kız Mısır’da satti; beni aldi, gamiye kodi, Tunus’a goturdi. Tunus da guzel kasaba. Ah, Tunus’ta beni satti; bir efendi aldi; buyuk efendi. Buyuk saray var, iki yuz halayık Arab… Bayaz… Uşak, kul şok… Atlar, ne kadar, ne kadar… Kırk sofra, elli sofra kurulur her gun. Orada yırmi sene oturdi ben, sonra azad oldi, buraya galdi. Şimdi kaş sene oldi, hanim aman?”
“Peki, yirmi sene Tunus’ta oturdun, yirmi bir sene de burada, oldu kırk bir. Seni esir tuttukları vakitte kaç yaşındaydın?”
“Ah hanim, ben ne bilecak? Ben kiz idi, ufacık bir kiz; ben mamlakati az hatırlar. Amma baba, ana beni şok sever o vakit. Bana gerdanlik yabmiş, kupe yabmiş, bilezik yabmiş, heb gumuş, beyaz. Şok zengin var bizim mamlakatta… Şok mal, deve, goyun… Ne kadar, ne kadar… Amma bu goyun gıbi değil, buyuk goyun, bizde dört okka, beş okka süt bir goyun.”
“Demek olur ki tahminen on on bir yaşında olacaktın.”
“Ha ha, oyle on, dokuz, on bir ne bilir?”
“Öyle olduğu hâlde elli elli iki yaşında olacaksın, dadı. Lakin göstermiyorsun. Genç gibi görünüyorsun, maşallah kuvvetin de var.”
“Şukur, şukur amma ihtiyar ben şimdi hanim, elli yaşinda! Ah ne yabalim, Allah iman bağışlasin, mezara iman ile gıtsin ya Rabbi! Ah bu dünya ruya gibi gaşiyor, ahiret baki. Biz dunyaya dalar, nekir münkiri unutur… Ah, ah ya Rabbi! Ne cevab verecak biz sana!”
Dadı hiçbir defa yaşını hesap etmemiş olmakla, kendini genç bilirken elli elli beş yaşında olduğunu anladığı gibi, meyus olup kendi kendine, “Elli sene… Ah, elli sene! Ne vakit gaşti!” diyerek içini çekmeye ve dualar okumaya ve hanım yine dikişe başladı.
Talat Bey kapıdan girip “İşte ben gidiyorum anne.” diyerek annesinin elini öptü.
“Nasılsın oğlum, baş ağrısı hafifledi inşallah?”
“Demin gibi değil.”
“Oh, hamdolsun!”

EVLİLİK
Talat Bey çıkıp gittiği gibi dadı elli yaşını, mezarını, nekiri, hepsini unutup şu şekilde söze başladı:
“Gal, hanim, bana bir karre gonul yab. Şu şocuğu evlendirelim; bir galin eve gatirelim. Ah ganc adem başka. Talat Bey burada, o güler; Talat Bey gıder, o cehennem olur. Sen ihtiyar, ben ihtiyar, ihtiyar gulmez ki; ah, ihtiyar ne gulsun! Bugun burada, yarın mezarda… Ay, ben de ihtiyar!.. Elli yaşında adem ihtiyar değil mi? Onun işun, ben gorur başimda bayaz saş şok. Aaaa, bugun baş taradim, şok bayaz saç duşdi!”
“Eee, ne yapalım dadı? Gelinler çarşıda satılmaz ki çıkıp bir gelin satın alalım. Her şeyin vakti, saati var.”
“Aaa nişun? Heb âlem nasil yabar, biz de oyle yabar. Sen feraceyi al, ben de başortisi alir, bugun bir mahalle, yarın bir mahalle gazer, gorur, kız bagandi, alir.”
“Aaaa dadı! Beni kızdırırsın. Yirmi bir sene var, beraber yaşıyoruz; tabiatımı anlamadın mı? Hiçbir defa sormadın: Merhum kocam beni öyle mi almıştır? Ben bir kızı bir kere görmekle ne tanıyacağım? Çehresini bile anlayamam. Sonra, gelin yalnız güzel mi olmak lazım? Ben, bir kız, akıllı olmadıkça, iffetli olmadıkça, tabiatı iyi olmadıkça hiç onu kendime gelin yapar mıyım? Sonra, benim beğendiğimi, senin beğendiğini oğlum beğenir mi bakalım? Hep, âlem nasıl yaparsa biz de öyle yapalım, diyorsun; lakin görmez misin ki halkın çoğu bugün evlenir, yarın kocası karısını yahut karısı kocasını bırakır, bin türlü rezalet olur. Olacak a, görmedik bilmedik bir kız alırlar, hiç sormaksızın bilmediği bir kocaya verirler; acaba çocuk o kızla uyuşabilecek mi? Beğenecek mi, sevecek mi, kız da onu isteyecek mi? Babası, anası buralarını hiç düşünmüyorlar.”
“Kız ne bilir, şocuk ne bilir? Onlar cahil; ana, baba onlara nasil emreder, onlar oyle yabar.”
“Aaa, yok dadı, öyle değil… Baba, ana evlatlarının iyiliğini isterler değil mi?”
“Haa oyle ya, ana var ki kendi avladina fenalik ister? Allah esirga!”
“Ha, öyle olduğu vakitte baba, ana evlatlarına nasıl iyi olursa öyle yapmalıdırlar. Koca karısıyla, karı kocasıyla ömür geçirecekler, ev idare edecekler, evlatları olacak, büyütecekler, terbiye verecekler. Birbirleriyle sevişmedikçe, uyuşmadıkça nasıl olur? Bu, bir gün değil, iki gün değil, bir ömürdür. Bir evdeki koca ile karı arasında muhabbet yok, o eve Allah imdat eyleye! Sonra evlatları ne terbiye alacaklar, orasını düşünmeli artık… Hele hamdolsun, yüz bin kere hamdolsun o saate. Ah! Ben de senin dediğin gibi evlenecektim, dadı, ah!.. İşte on üç sene var ki merhum kocamı kaybettim, o vakit ben kırk yaşında bir karıydım, lakin bin kere şükür, yirmi üç yirmi dört sene beraber yaşadık… Ah, o ne yaşayış, o ne yaşayış! Sen gördün a, bir kere o benim gönlümü kırmadı, bir kere ben onun hatırını bozmadım. Bizim eğlencemiz ev idi. Ne onun Kalpakçılar’da gezmeye ne benim Kâğıthane’ye gitmeye hevesim vardı. Biz birbirimizle konuşmakla eğlenirdik, biz kendi sohbetimizden hoşlanırdık. Hele Talat dünyaya geldikten sonra… Ah! O ne saadet, o ne devletmiş! Çocuk ne kadar sevilirmiş! Ama her çocuk öyle değil; her ana ve baba çocuğunu öyle sevemez, birbirini sevmeyen koca, karı çocuklarını mı sevecekler? Talat iki yaşına geldi, başka bir seviş, başka bir eğlence; beş yaşına vardı, bir başka muhabbet! Lakin ah!.. Kader istemedi, kısmet değilmiş… Ah, ne olurdu kocam bir on beş senecik daha yaşasaydı! O vakit kucağında oynattığı Talatçığın bugün okuyup yazdığını, mektebe, kaleme gittiğini, böyle babayiğit olduğunu göreydi, o da memnun olaydı!..”
Saliha Hanım bu noktaya geldiği gibi gözleri yaşla dolar, dudağı titremeye başlar, boğazı tıkanır; mendilini çıkarıp gözlerini siler. Biraz sonra gözlerini silerek, sesi titreyerek:
“Ah Talatçığım, bugün hasta hasta kaleme gitti! Ah oğlum ah!
Ah, çocuğuma bir şey olursa, ah bir hasta düşerse?.. Ah biçare ben!
Allah kerem eyleye!”
“Aaa hanim, nişun oyle soyler? Sen şocuk gibi oldi, Allah emanet! Şocuğun bir şeyi yok, biraz baş agrisi, baş agrisi de değil a gançlik işte, gançlik hukmini yabacak. Ah hanim, heb ben sebeb oldi, seni ağlatti. Amma hanim, ben şok merak etti… Sen heb halk gibi evlenmedi, nasil evlendi? Başka evlenmek nasil? Ben anlamaz.

SALİHA HANIM’IN HİKÂYESİ: ÇOCUKLUK AŞKI
Aşağıda anlatılacak hikâyenin mealinden anlaşılacağına göre aşk ve muhabbet güneşinin henüz ergenlik yaşına varmamış çocukların kalplerine dahi doğabildiği okurların garipsemesine ve hayretine sebep olmasın. Çünkü aşk bir tabii hâldir ki insanoğlunun her bir kısmında, yani erkeğinde dişisinde, ufağında büyüğünde, sabisinde ergeninde, gencinde ihtiyarında, fakirinde zengininde, akıllısında ahmağında, âliminde cahilinde, medenisinde bedevisinde zuhur eder. Herkesin gönlü aşk ile yoğrulmuştur. Beşikte olan çocukların gönülleri dahi aşktan çok uzak değildir. Hele yetişme çağındaki çocukların gönlünde çok kere aşk ve muhabbet galeyan eder. Onlar dahi severler, sevilirler. Gönüllerinde bir duygu hissederler. Lakin biçareler o muhabbetin nedcn geldiğini ve bir güzelliğin gereği olduğunu anlayamazlar. Aşk işitirler ama aşk denilen şeyin hemen hissettikleri duygu olduğunu bilmezler. İşte tabiat bütün insanoğluna aşkı eşitçe taksim edip hiç kimseyi mahrum bırakmamıştır. Akılsız, ilimsiz, hilmsiz,[1 - Hilm: Doğuştan olan huy yumuşaklığı, şiddete tahammül, vakar, sükûn. (e.n.)] faziletsiz, sabırsız, merhametsiz, hayâsız adam bulunur, lakin aşksız adam bulunmaz. Aşk ve muhabbet herkesin kuvvesinde mevcut olup ancak bir çekici kuvve olmadıkça ortaya çıkamaz. İşte bazı kimselerin aşkta şöhretli olduğu ve bazısının tesirsiz gibi göründüğü bu sebebe dayanır. İnsandan başka, bazı sair hayvanların dahi aşktan uzak olduğunu iddia etmeye cesaret edemeyiz.
Şu mülahazayı bırakıp asıl mevzuya gelelim:
Saliha Hanım Ayşe Kadın’ın zorlaması üzerine, aşağıdaki gibi kendi başından geçenleri gâh ağlayarak ve gâh gülerek anlatmaya başladı.
“Babam anam genç evlenmişlerse de birçok zaman Cenabıhak evlat vermedi. Sonra, anam kırk yaşındayken ben dünyaya geldim. Beş yaşına bastığım gibi, babam mektebe götürdü. Dört sene okuduktan sonra, benden iyi bilenler bazısı çıktılar, gittiler; bazısını geçtim, hasılı mektepteki kızların derste birincisi oldum. Babam anam böyle okuyup yazdığımı gördükleri gibi beni o kadar severler idi ki tarif olunmaz. Az zamanda ben mektepteki kızların ikinci hocası oldum.”
Saliha Hanım okuryazar bir kadın olmakla, söylediği söze biraz terim karıştırdığından Ayşe Kadın, hanımının hep söylediğini anlamayıp ancak ikinci hoca olduğunu işittiği gibi “Maşallah hanim, maşallah! Adem ufak akilli, buyuk da akilli. Amma ufak akilli değil buyuk da…” demeye başlar başlamaz, Saliha Hanım, “Sözümü kesme, dinle ne söyleyeceğim.” dedi. “Mektepteki oğlanlardan ise en iyi bilen ve hepsinden büyük Rıfat Bey’di.”
“Kim Rıfat Bey? Bizim merhum efendi?”
“Evet ama sözümü kesme dedim, hepsini söyleyeceğim.”
“Subhanallah!”
“Rıfat Bey ile bir derste idik, beraber okurduk. Ben onu çok severdim. Hiçbir başka kız veyahut çocukla konuşmazdım, onunla konuşmaya can verirdim. Başkalarının söyledikleri sözler bana bütün bütün saçma görünürdü, beni sıkardı. Rıfat Bey’in sözlerini ise pek manalı bulurdum. Hocanın sözlerinden de Rıfat Bey’in sözlerini daha akıllıca bulurdum. Gündüzün onunla söylediğim sözleri gece tekrar tekrar dilime zikir gibi getirirdim. Rıfat Bey’in hayali bir dakika zihnimden eksik olmazdı. Gece daima rüyamda Rıfat Bey’i görürdüm. Kendi kendime ders okumaya başlardım, içim sıkılırdı. Ama Rıfat Bey’le beraber okuduğum vakit ders bana büyük eğlenceydi. Anlamıştım ki Rıfat Bey dahi beni severdi. Çünkü o da hiç başka çocuk, başka kızla konuşmazdı. Sabah bize gelirdi, beni de alırdı; beraber mektebe giderdik. Çok defa mektebe erken giderdik de başka çocuklar gelinceye kadar biz iki üç defa dersimizi okurduk, sonra tenhada tatlı tatlı konuşmaya başlardık. Ah Rıfat Bey’le yalnız konuşmayı ne kadar severdim! Başka çocuklar olduğu vakitte, birisi Rıfat Bey’e bir söz söyleseydi, Rıfat Bey başkasına bir baksaydı, benim içim rahat etmezdi; merakım kalkardı. Cuma günleri gâh Rıfat Bey bana ve gâh ben Rıfat Bey’e gidip bütün gündüzü beraber geçirirdik.”

GÖNÜLDEKİ SIRRIN AÇIĞA ÇIKMASI
Bir cuma günü Rıfat Bey bana gelmişti. Peder de evde bulundu. Rıfat Bey gitti pederimin elini öptü. Peder ne okuduğunu, yazdığını sordu, anladı. Onun güzel hareketini, güzel söylemesini pek çok beğendi, tahsin etti. Rıfat Bey gittikten sonra, akşam, odaya girdim; baktım ki babam anamla konuşuyorlardı ve bir çocuğu methediyorlardı. Anladım ki Rıfat Bey’i methediyorlar, gönlüm tiz tiz vurmaya başladı. Kızardım, sarardım, nihayet oturdum; işitiyorum ki şu konuşmayı ederler. Babam diyor:
“Ah pek güzel çocuk, pek uslu çocuk Allah’a emanet! Öyle babadan öyle çocuk kim umardı? Ah biçare çocukcağız, kim bilir o da o uğursuz babadan ne çekiyor!”
“Babası öyle bir musibet midir? Ah zavallı Kâmile ah!.. Ah biçare kadıncağız! O kadar iyi kadın, o kadar uslu kadın… O kadar akıllı, o kadar güzel, elmas parçası gibi zavallı da öyle bir hayırsız kocası olsun! Vah vah vah!.. Çok keder ettim, çok acıdım biçare Kâmile’ye.”
“Aa, çok hayırsız, pek berbat bir heriftir; gece gündüz sarhoş, müsrif, kumarbaz, hasılı her fenalık üzerinde. Pederinden şu kadar mal buldu, karısından da aldı; hepsini yedi, bozdu. Biraz şey kalmışmış evde karısının sayesinde. Dün kahvede işittim, karısı keseyi almış da kocasına her gün belirli bir şey verirmiş ama geçmiş ola, şimdi bir şey kalmadı ki… Bir de o kadar iyi karısı var. Aaa… Belli… Çocuğuna baksana, terbiye elbette validesindendir. Ah biçare, o çocukla teselli bulur, Allah bağışlasın!”
“Ha, onun için biçare Kâmile bakarsın ki şimdi güler, söyler, lakırtı eder; bir de ansızın bir hüzün ve keder perdesi yüzüne çekilir, düşünmeye dalar. O kırmızı yanaklarında, dudaklarında bir beyaz renk peyda olur, gözlerini bir yere dikip kımıldatmaz, bir şey sorsan da cevap vermez… Ah zavallı!.. Ben çok defa merak etmiştim Kâmile Hanım’ın bu kederini… Vah vah! Lakin bak ne namuslu kadın! Benimle çok teklifsiz konuşur da bir defa kocasından şikâyet etmemiş! Buna ne dersin? Öyle namuslu olmayaydı iş kolay; evlendiği günün ertesi feraceyi alıp babasına giderdi, nasıl ki halkın çoğu yapar, lakin onu kabul edemez: Namusu var, tabiatı öyle alçak değil, onun için o uğursuz çapkının cefalarını çeker. Allah koruya! Allah koruya! Namuslu karı da çapkın kocası olsun, fena kocası olsun, işte onun cehennemi! Ah biçare biz karılar!.. Bizi hiç insan sırasına koymazlar! Babalarımızın istedikleri adamlara bizi hediye verircesine verirler; o adamların tabiatını sormazlar; biz o adamlarla geçinecek miyiz orasını hiç düşünmezler. Bize bir defa ‘Filan adamı koca ister misin?’ yahut ‘Kimi koca istersin?’ diye bir sormak yok. Bize derler: ‘İşte seni filan adama vereceğiz.’ Biz sükût ederiz ama gönlümüz ne der? Ya Rabbi, babamın bu söylediği efendi genç olsun, güzel olsun, iyi tabiatlı olsun. Gerçekten bazı defa öyle çıkar; lakin bazı kere de bütün bütün zıddına… Gider bakarız ki, bize koca olacak adam altmış yaşında yahut bir gözden kör yahut burunsuz yahut sarhoş yahut ahmak… Ah siz erkekler ne zalimsiniz! Bir kızcağızın bir gözü biraz şaşı olsa yahut ayağı azıcık topal olsa biçare evlenmeksizin ihtiyar gider; kimse almaya tenezzül etmez. Amma sizin en fenası, en uğursuzu, en sakatı bakarsın ki kızların en güzelini, uslusunu alır da biçareyi esir eder.”
Babam da anamın bu sözlerine cevap verir. Nihayet bir iki saat bunun üzerine konuştuktan sonra babam bana dedi ki:
“Kızım şu çocuğun adı nedir?”
“Rıfat Bey.” dedim. Ama bu adı söylerken yüzümde ne renkler peyda oldu, bir Allah bilir! Hem de sesim bir türlü titriyordu, kesiliyordu ki ancak üç dört defa söyledim de babam işitebildi.
“Derste nasıl? O senden iyi okur değil mi?”
“Yok, bir dersteyiz, beraber okuyoruz; bizden iyi bilen yok. Hem de çok usludur. Hiçbir vakit biz ikimiz hocayı kızdırmayız; birbirimizle çok sevişiriz. Dersi birlikte okuruz.”
“Sevişiyorsunuz! Sen onu seviyorsun demek olur.”
“Evet, çok severim.”
Babam: “Öyle mi? Maşallah, hiç, bir kız bir çocuğu severim diyebilir mi? Yoksa şimdiden koca mı istiyorsun? Hakkın var a, çünkü sen de ananı dinliyorsun ki öyle diyor: ‘Kız bir güzel beğenmeli, almalı.’ İşte, ananın düşüncesi bu; sen de öyle yapıyorsun, değil mi?”
Ben babamın bu sözünü işittiğim gibi, belime dek pancar kesildim, ter içinde kaldım; ne diyeceğimi bilemedim. Anam beni bu hâlde gördüğü gibi, pederime “Aaaa, bırak şimdi Allah aşkına! Kızımı utandırdın. Niçin sevmeyecek? Beraber mektebe giderler, beraber okurlar da sevmesin mi?.. O zaman hasetçi bir kız, fena bir kız olacak.” diyerek benim yanıma geldi ve beni okşayarak, öperek “Yok kızım yok, sen utanma, baban seni kızdırmak için söyler. Sen mektepteki arkadaşlarını sevmelisin; kız olsun, oğlan olsun, hiçbir zararı yoktur.” dedi.
Ben anamın bu sözlerinden biraz teselli oldum ise de pederimin yüzüne bakmaya cesaret edemem, anamdan da utanırım, gözlerimi dizime dikip dururum; babam anam da sükût ederler. Biraz sonra, yavaş yavaş kalkıp gözlerimi kımıldatmaksızın savuştum. Kapıdan çıktığım gibi o utanmadan kurtuldumsa da gayriihtiyari gözyaşlarını dökülüp hüngür hüngür ağlayarak dadıma gittim.
Dadım ihtiyar bir kadındı. Beni çok severdi. Ağladığımı gördüğü gibi “A kızım, ne oldu, ne var; baban bir şey mi söyledi sana? Hiç böyle olduğun yoktur. Gel bana, ağlama, gözlerini sil. Söyle bana şimdi, ne oldu? Yoksa bir şeyden mi korktun?” diyerek beni kucağına aldı.
“Ah dadı, babam bana neler söyledi!.. Sen işiteydin sen de ağlayacaktın. Baksana terime…”
“Vah vah, kızım terlemiş! Kurban olsun dadı sana! E, ne söyledi efendi baba bakalım?”
“Ne söyleyecek, iftira attı! Bugün Rıfat Bey’i, buraya gelen çocuğu gördüm; işte onun sözü açıldı. Ben ‘Onunla sevişiriz.’ dedim; hem gerçek dadı, sevişiriz. Hele ben onu pek çok severim; işte ben söylerim ki, severim. Birini sevmek ayıp mı? O da beni sever. Evet, pekâlâ bilirim ki sever. Sevmeyeydi, her gün mektebe giderken niçin gelir de beni alır? Niçin ben dersi bilmediğim vakitte o öğretir? İşte o da beni sever, ben de onu severim; ama babam anlamaz. Sen şimdi aşka, sevdaya başladın, diyerek beni utandırdı.”
Dadım, bu sözümü işittiği gibi, bir büyük kahkaha ile gülerek “E, baban fena mı söylemiş, bu aşk değil de nedir? Gidi seniii!.. Onun için yataktan kalkar kalkmaz mektebe koşuyorsun; ben zannederim ki derse hevesin vardır, meğer sen âşığını maşukunu görmek için gidersin. Cuma günü de ya sen onun evine ya o buraya gelecektir; bir gün görüşmeksizin duramazsınız. A, o seni sever haaaa!.. Oh, ne iyi, hem sevmek hem sevdiğin adamdan sevilmek! Ondan iyi şey dünyada yok. Aferin Salihacığım, güzel çocuk seçtin. O da seni sever a? Alacağım malacağım bir şey söylemiş mi sana?” der demez “Aaa dadı! Sen benimle gülmek istiyorsun, ne zannedersin? Yine ağlayayım mı? Yok yok, ben o kadar budala değilim… Gel, yatağımı yap, yatacağım; işte gözlerim kapanıyor.” diyerek nihayet dadımı kandırdım; yatağımı yaptı, yattım. Lakin uyku nerede? Bin türlü efkâr zihnime gelir geçer. Rıfat Bey ileki muhabbetimizin aşk olduğuna hâlâ inanmak istemem. Anamın, kızların evlenmesine dair akşam söylediği sözler dahi zihnimde kalmıştı. Evlenmeme düşleri kurmaya başladım, ama bir türlü karar veremedim. Bir de Rıfat Bey ile evlenmek hususu aklıma geldi. Aniden gönlüm tiz tiz vurmaya başladı. Rıfat Bey’le evlenmek… Rıfat Bey’le gece gündüz beraber olmak, ömrümüz oldukça ayrılmamak!.. Oh o vakit benden daha bahtlı, dünyada kim olabilir? Lakin başkasını almak! Rıfat Bey’den ayrılmak, Rıfat’ı bir daha görmemek! Ah… Ben öyle yaşayabilir miyim? Ah, yok yok, işte iyi diyor dadı: Babanın da hakkı var. Ben Rıfat’ı severmişim, yani Rıfat’a âşıkmışım! İşte şimdi anama hak verdim: Kız sevdiği çocuğu almalı.
Ben hele başkasını alamam. Ah! Gece, ne uzundur bu gece! Ne vakit sabah olacak? Gideyim Rıfat Bey’i göreyim. Ah Rıfatçığım ah! Ayrılırsak ne yapacağız? Nasıl yaşayacağız, diye, düşüne düşüne, ağlaya ağlaya uyumuşum.

SÖZLEŞME
Ertesi sabahleyin mektebe gittim. Baktım ki çocuklardan hâlâ kimse gelmemiş, gittim, yerime oturdum; başımı rahleye koyup düşünmeye başladım. Gözyaşlarım çeşme gibi akıyor. Kapının önünde gezinen tavukların, köpeklerin fışıltısını işittikçe “Rıfat Bey geliyor.” diye kanım donar, hem sevinirim hem korkarım. Sevinmek pek iyi; lakin korkmak neden, titremek neden?.. Nihayet Rıfat Bey de gelir; benim böyle ağladığımı gördüğü gibi boynuma sarılıp:
“Ah canım Saliha’m, ne ağlıyorsun, ne oldu? Ah… Sus… Gözlerini sil… İşte beni de ağlatıyorsun. Yalnızdın da korktun mu yoksa? Niçin ağlıyorsun?”
“Nasıl ağlamayayım… Ah… ben… seni… seviyorum! Bilmem… sen… beni sever misin sevmez misin? Hatta dün pederime de seni sevdiğimi söyledim de… benimle güldüler. O neyse, fakat bir şey hatırıma geldi: Yarın öbür gün beni mektepten alacaklar. Yaşmak, ferace, bilmem ne giydirecekler; o vakit nasıl görüşeceğiz, nasıl yapacağız?..”
“Ah… Onu ben de düşünürüm, ben de böyle bir ayrılmadan korkarım… Ama… Allah kerim… Şimdiden mi ağlayacağız?.. İki üç sene görüşemeyeceğiz. İşte bu bizim çilemiz olsun.”
“Nasıl!.. İki üç sene!.. Ya sonra?.. Sonra nasıl görüşeceğiz? İşte, sen bir zaman sonra evlenirsin… Ben de… Ah, elimizde değil ki!.. Anam dün akşam söylüyordu ki baba ana kızlarını, oğullarını istedikleri gibi evlendirir; hiç onlara sormazlar. Senin baban sana bir kız verirse almayacak mısın?”
“O ne!.. Ben evleneyim, ben senden başka kız alayım, ah, mümkün müdür? İnanır mısın Saliha’m ben sensiz yaşayayım? Ah!.. Sevdiğim kadar sevmezmişsin demek olur.”
“Ah Rıfatçığım, benim muhabbetimden gönlüne sor, nasıl ki ben dahi senin muhabbetinden gönlüme sorarım; ama ne yapalım, elimizde ne var?”
Rıfat Bey bana cevap vermeksizin hokka kalemini aldı, bir parça kâğıt aldı; bir iki satır yazı yazdı, önüme attı. Bir de alır okurum ki “Beşikten mezara muhabbetimiz baki olup birbirimizi almamaya mecbur olduğumuz hâlde kendimizi öldürmez isek sütü bozuk ve beceriksiziz.” yazmış ve kendi imzasını koymuş. Ben de imzamı koydum. Bir daha onun gibi yazdı, ona dahi imzalarımızı koyduk. Birini kendisi aldı, cebine koydu, birini de bana verdi.
Saliha Hanım bu noktaya geldiği gibi, cebinden bir sürü anahtar çıkarır, yanında bulunan bir çekmeceyi açar, içinden altından yapılmış iki kılıf çıkarır, birini açar, içindeki kâğıdı alır, okur. Okurken gözyaşı çeşme gibi akar. Ayşe Kadın, Saliha Hanım okurken öbür kılıfı alıp “Ay, ne guzel!.. Aaa hanim, heb altin bu; elli dirhem var… Kaş bara almiş acaba?”
“İşte dadı, Rıfat Bey’in yazdığı kâğıtlar bunlardır. Bunu kendisi aldı. Aaaah! Sekiz sene cebinde tutmuş!.. O senin elindeki, sekiz sene benim cebimde durmuştur. Her sabah akşam çıkarırdım da üzerine gözyaşı dökerdim… Kan da… Ah, kan da dökecektim!..”
“Aaaa… Kan! Allah koruya! Nişun hanim?”
“İşte bizim nişanlarımız yüzük, çevre, bilmem ne yerine bu iki kâğıt parçalarıdır ki muşamba içine koyup sekiz sene ceplerimizde tutmuşuz, gözyaşlarımızla ıslatmışız; kanımızla dahi boyayacaktık! Sonra, Cenabıhak istedi de altın kılıflara koyduk.”
Saliha Hanım, kılıfları çekmeceye koyduktan sonra, yine hikâyeye başlar:
Rıfat Bey’in bu yazdığını gördüm. Kâğıdı cebime koydum, biraz teselli buldum. Başka hülyalar zihnime gelmeye başladı. Hasılı bir sene daha böyle geçti. Bizim aşk ve muhabbetimiz günden güne artardı. Anam daima bana yaşmak takmayı teklif ederdi. Ama ben “Hâlen ufağım.” diyerek istemezdim. Nihayet beni mektepten çektiler; minimini bir ferace, bir yaşmak hazırladılar. Ben babamın önünde “Mektepten nasıl çekileceğim?.. Nasıl yapacağım?.. Ben cahil kalacağım!” diyerek ağladım sızladımsa da fayda vermedi. Pederim, “Onu merak etme kızım, ağlama kuzum. Bu âdettir: Kız on on bir yaşını geçtiği gibi yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz âdetin haricinde nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bize gülecek… Ama derslerini merak edeceksin. Senin derse sevdan olduğu vakitte kendi kendine de o bildiğini ilerletebilirsin. Ben de sana bazı defa ders verebilirim… Ne yapalım, işte hâlâ kızlar için mahsus mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki… Erkek mektebine on beş yaşında bir kız nasıl gidebilir?” diyerek bana teselli vermek istediyse de benim asıl keder ettiğim şey Rıfat Bey’in ayrılığı olduğundan hiçbir şekilde teselli bulmadım. Tenha bir yere çekildim, ağlamaya başladım. Bir dereceye kadar ağladım ki gözlerim ceviz tanesi gibi fırladı!.. Cihandan bütün bütün meyus oldum. Hatırıma gelirdi ki Rıfat Bey mektebe gidecek, beni bekleyecek, göremeyecek; ne yapacak? Biçare çocukcağız, keder edecek. Çünkü Rıfat Bey’in muhabbetine de hiç şüphem yoktu. İşte buna ziyadesiyle gönlüm sıkılırdı; ama daha birkaç ay, her ne kadar ki mektebe gitmezdim, sokağa çıkamazdım, fakat Rıfat Bey ile gâh gâh görüşürdük. Bir zamandan sonra bu da kesildi!.. Rıfat Bey ile hiç görüşemezdim. Bazı defa geçerken pencereden görürdüm, o vakit daha ziyade sabır ve kararım kalmazdı, bir türlü teselli bulamazdım. Beş altı ay böyle geçti. Ah o beş altı ay!.. Bana beş altı sene gibi görünür.

HABERLEŞME
Bir gün odamda yalnız oturmuşum, Rıfat Bey’in yazdığı ahitnameyi (hani ya şimdi gördüğün kâğıdı) çıkarmışım, okuyorum; bakıyorum, ağlıyorum. Gözyaşlarım üzerime dökülür. Bir de bakarım ki kapı yavaş yavaş açılır; birisi başını sokar, bir şey arar gibi her tarafa bakar. Ben, hemen kâğıdı cebime koydum, gözlerimi sildim.
“Kim o?.. İçeri gelsene!” dediğim gibi Kâmile Hanım’ın (Rıfat Bey’in validesidir.) cariyesi Gülizar girer. Bu cariye on beş yaşında bir kızcağızdır. Pek uslu bir kız… Ben pek çok severdim… Seveceğim a… Rıfat Bey’in cariyesidir.
“Ha, Saliha Hanım burada, hem yalnız!.. İşte benim istediğim…” dedi.
“Gel Gülizar Hanım, gel.” dedim.
Yanıma geldi. Cebinden bir zarfa sarılmış bir mektup çıkardı, bana verdi.
“İşte, Rıfat Bey şu mektubu verdi ve dedi ki, sizi yalnız bulup vereyim de cevabını getireyim, dedi.”
Ellerim titreyerek, gönlüm tiz tiz vurarak mektubu açtım. Şu şekilde idi:
Ruhum Saliha’m!
İşte altı ay oldu ki görüşemiyoruz. Gayet müştakım. Allah vere de bir daha görüşelim, bir daha birbirimizi dünya gözüyle görelim!.. Ah!.. O beraber olduğumuz zamanlar!.. Ah o zamanlar! Nasıl su gibi geçti o günler! Şimdi bizim için bir dakika bin yıldır. Saliha’m, şimdiden sonra, hiç olmazsa mektuplarla görüşelim. Gülizar’la bu mektubun cevabını gönder. Şimdilik bu kadarla kifayet ederim. İnşallah yakında görüşürüz. Allah’a ısmarladım! Ah!.. Ah!.. Ah!..

    Rıfat
Bu mektubu okudum, tekrar okudum; belki ezberledim. Her bir harfini gönlümce, uzun uzadıya inceledim. Biraz teselli buldum. Yüzüm biraz güldü, gönlüm biraz açıldı. Hokka kalemi aldım, şu cevabı yazdım:
Candan Aziz Rıfat’ım,
Mektubunuzu aldım, dünyalarca memnun oldum. Belki taze hayat buldum. Ah! Ne derim, bu memnuniyet ölçü kabul etmez. “Mektuplaşma yarı kavuşmadır.” derler. Kavuşmak ne büyük şey, kavuşmak… Ah, mektuplaşma dahi onun yarısı değil mi ya!.. Ah Rıfat’ım, senden ayrılalı hâlim nedir, hiç tarif istemez; hemen Allah bizi birleştirsin! Başka elimizde ne var? Şimdilik bundan ziyade yazamam. Üç gün dahi yazsam, gönlümün derdini bildiremem, fakat vakit müsait değil. İkinci mektubunuzu beklerim. Allah’a ısmarladım. Ah!.. Ah!..

    Saliha
Şu mektubu büktüm, zarfa koydum, mühürledim, Gülizar’ın eline bıraktım.
“Al elmasım, sakın kimse görmesin haa!..” dedim.
Gülizar gitti. Ben Rıfat Bey’in mektubunu ve yazdığım mektubumun müsveddesini tekrar tekrar okudum. O gün benim için başka gün oldu… İşte ondan sonra Gülizar’ın vasıtasıyla, ikide birde, mektuplarla görüşürdük. Ben bazen Rıfat Bey’i pencereden dahi görürdüm, çünkü vaktin çoğunu pencerede geçirirdim, ama o beni göremezdi. Beş sene daha böyle geçti. Ben on altı yaşına bastım; Rıfat Bey o zaman on sekiz on dokuz yaşında olacaktı.

KEDER
Ben on altı yaşıma bastığımı hatırıma getirdikçe kendi kendime “On altı yaşında bir kızla on sekiz yaşında bir çocuk evlenebilirler, çilemiz bitti inşallah!” diyerek sevinirdim. Hatta bunu Rıfat Bey’e dahi yazmıştım; onun dahi ümidi tazelenmişti. Bir gün odamda yalnız oturup dikiyordum. Bakarım ki annem girdi, kapıyı itiverdi, yanıma geldi, oturdu. Dikişime bakar gibi filan olur; nihayet “Kızım!” dedi. “Sen on altı yaşını geçtin, kocaya varacak vaktindir, bahtın da müsaade etmiş, seni bir büyük evden istiyorlar. Gayet varlıklı, zengin, kişizade bir efendi seni istiyor. Biz pederinle düşündük pek çok münasip gördük… Allah’ın emriyle… seni ona vereceğiz.”
Bu sözü işittiğim gibi iğne elimden düştü, gözlerimde bir duman peyda oldu; benzim nasıl oldu ancak gören bilir… Söz söylemeye mecalim yok, lakin “Şayet şu efendi Rıfat Bey’dir.” diye yine ümidi büsbütün kesmedim. Her ne kadar ki annem “gayet varlıklı” dedi, bu söz bana çok ümit vermezdi. Lakin tabii âdettir, insan ne büyük felaketlere ne de büyük sevinçlere birdenbire inanmaz. Gönül bir müftüdür ki istemediği şey için pek kolay fetva vermez.
“İşte sükût edersin, rızan vardır demek olur. Artık bitti, inşallah hayırlı…”
“Ooo… Ne! Nasıl!.. Ben şimdiden evleneyim! Aaaa, yok… Annem, yok… Ben… ben… ben evlenmem. Beni isteyen?.. Beni… kimse… istemez… Bunları siz kurarsınız… Ben…”
“Aaa kızım!.. Sen çocuk mu oldun! İşte dedim sana ya, bu talih her gün önüne gelmez. Nasıl ‘Beni kimse istemez.’ dersin? Hani ya geçen hafta görücüler gelmedi mi? Senin hiç haberin yokken onlar sana baktılar, beğendiler… İşte iş meydanda… Kocan olacak efendi Ahmet Bey isminde…”
Ben şu Ahmet Bey ismini işittiğim gibi, Rıfat Bey’in olmadığını anladım, meyus oldum. İnsan meyus olduğu vakitte -hem öyle meyusiyet- mahcubiyeti kalkar, korkusu da gider, cesur olur. Pek çok kızdım, ayağa kalktım.
“Aaa… Anne! İşte dedim a, evlenmem vesselam! Zorla beni evlendirmek isterseniz evlendiriniz! Benim rızamı niye sorarsınız? Ben şimdilik evlenmem!” diyerek odadan çıktım. Dadımın odasına gittim, başımı bir yastığa koyup hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bir saat kadar böyle ağladım. Dadı mutfakta idi. Bir de gelir, beni o hâlde görür, biçare kadıncağız şaşar, “Ne oldu!.. Ne oldu!.. Kim öldü? Ne var, a kızım?.. Ne ağlıyorsun?” diyerek çağırır.
Ben başımı kaldırıp:
“Dadı, ne diyorsun? Ne şaştın böyle?.. Kim ölecek? Ah, keşke ben öleydim de… bu olmayaydı. Aaah dadı, ah!..”
“Canım, ne var? Aman söyle çabuk…”
“Ne olacak… Annem… beni evlendirmek… istiyor… Ben şimdi…”
“Ah kızım, Allah’tan bulasın! Ne yaptın bana! Az kaldı bayılıyordum. İnme isabet edecekti. Of… Allah!.. Kalk kız, biraz soğuk su ver bana… Çabuk, çabuk… Bayılıyorum!..”
Dadıyı fena hâle getirdim. Biraz su verdim, içti, kendini topladı:
“A kızım, bunda ağlanacak bir şey var mıdır? Ben zannettim ki, Allah esirgeye, ya efendi ya hanıma bir şey oldu da… Meğer seni evlendirecekler, sen sevinmeliydin a kızım, değil ağlıyorsun. Evlenmeyi fena bir şey mi zannediyorsun? Kocayı umacı mı sanırsın?”
“Yok yok, ah dadı, sen bilmezsin! Ben evlenmek isterim… Ama… Yok yok… Diyemem.”
“Söyle, söyle bakalım, acemi olma.”
“Ne söyleyeyim… Baksana şu kâğıdı okuyayım, sen dinle…”
Böyle diyerek, ağlayarak o mahut ahitnameyi cebimden çıkardım; utanarak, sesim titreyerek okudum. Dadı işitti; bu defa gülmedi. Gördü ki iş gülünecek bir raddede değil.
“Ağlama kızım, gözlerini sil. Ben gider annene söylerim de razı ederiz, haydi korkma.” diyerek kalktı, annemin yanına vardı. Ben yalnız kaldım. Biraz teselli buldum. Dadıyı dört gözle bekliyordum, dadı da geldi.”
“E, anneme söyledin mi? Ne dedi?”
“Söyledim ya… ‘Peki’ dedi. Bakalım, şimdi gitti efendiye danışmaya.”
“Ah, babam da işitecek bunu!.. Ah biçare ben, ah!.. Nasıl çıkayım önüne!” diyerek kalktım, ayaklarımı yavaş yavaş basarak babamın olduğu odanın kapısına gittim; perdenin arkasından işittim ki bu türlü konuşuyorlardı:
“Aaa! Yok, yok… Olmaz, imkânı yok; olur şey mi ya? Çocuk iyi, gerçekten iyi, pek güzel çocuk, ama ne yapayım o pederi var… Hiç öyle adamın evine kız verilir mi? Kızımı öyle bir eve vermektense öldürmek daha iyidir. Sonra, o zavallı çocuğun da bir şeyi kalmadı; pederi malını menalini yedi içti; bir şey kalmamıştır. Çocuk da daha çocuk; ne biliriz yarın o da ne ahlak peyda eder. Hiç o çocuk, Ahmet Bey’den üstün tutulur mu?”
“Hakkın var, hakkın var ama ne yaparsın? Sana dedim a, söz bağlamışlar ki birbirini almazlarsa kendilerini öldüreceklerdir! Haa, şakaya gelmez, bir tane kızım vardır, Allah esirgeye.”
“Adaaam, sözdür o. Ufak çocuk, bir şey yazmış da ne olacak?”
“Öyle deme!.. Sevdadan olmadık şey yok dünyada.”
Ben perdenin arkasında durup bu sözleri dinliyordum ve her saniyede gönlüm bir ümit tarafına sapar ve bir meyusiyete dönerdi. Bir de bakarım ki Gülizar merdivenden çıkıyor; beni gördüğü gibi cebinden bir mektup çıkardı. Koştum, mektubunu elinden kaptım, açtım, okudum: Baktım ki Rıfat Bey’in bu musibetten haberi yok; âdeti üzere yazmış. Hemen odama koştum, kaleme alıp işbu mektubu yazdım:
Rıfat’ım,
Ah!.. Bu mektup ne kara haberler getirecek!.. Ah! Beni evlendirmek istiyorlar… Ah!.. Beni evlendirmek de sana vermemek!.. Demek olur ki ikimizin canına kastediyorlar. Ah!.. Ah Rıfat’ım!.. Ben anneme söyledim ki evlenmem; dadıma ahitnamelerimizi gösterdim, kendimi öldüreceğimi söyledim. Dadı buralarını anneme söyledi. Annem, babamla konuşurlarken ben perdenin arkasından işitiyordum: Seni istiyorlar ama… sizin evinize beni yollamak istemiyorlarmış, Rıfat’ım! Valide hanımı kandırıp da seni evvelemirde iç güveyisi girmeye bırakırsa ve anneme gelip söylerse Hak Taala’mdan ümit ederim ki bir şey olur. İnşallah, Cenabıhak iki genç insanın kanının dökülmesine razı olmaz. Rıfat’ım, Allah’a ısmarladım. Cevabını acele bekliyorum. Ah!.. Ah!.. Ah!..

    Saliha
Bu mektubu temize çekmeksizin Gülizar’ın eline koydum, yolladım: O gün akşama kadar gönlüm karar bulmazdı. Odamda sürekli gezerdim. Akşam, pederim yemeğe çağırdı ise de gitmeye utandım; hem de gözlerim yaş dökmeden bir dakika durmazdı ki… Ah! On senelik bir sevda, bir saat içinde gönülden çıkmaz!.. Ah, ne bir saat, bin yılda da çıkmaz! Sevilen adam unutulmak!.. Ah! İşte, imkânsız şeyler… Nihayet o gece bazısı ümitlendirir ve bazısı meyusiyet getirir bin türlü hayaller kurduktan sonra uyumuşum. Uykumda bazısı tatlı tatlı ve bazısı korkulu korkulu bin türlü rüyalar gördükten sonra sabahleyin uyanırım; bir iki dakika nerede olduğumu, ne hâlde bulunduğumu hatırıma getiremem. Nihayet kendimi topladım, bir büyük felaketin içinde, bir büyük tehlikede bulunduğumu anladım. Bir köşeye çekilirim; düşünürüm, ağlarım. Bir iki saat böyle geçtikten sonra bir de pencereden bakarım ki bir hanım geliyor, gördüğüm gibi Kâmile Hanım’ın olduğunu tanıdım; artık o sevinç, o sevinç!.. Güya hep o kederden kurtuldum, güya beni bir sürü düşmanların elinden kurtarmak için gökten bir yardımcı indi; gönlüm karar bulmaz, bir yerde duramam, kendi kendime söylerim ki: “Elbette o iş için geliyor, evet. Ah… Şüphem yoktur… Aferin Rıfat… Bak annesini kandırdı da… Ah benim de Kâmile Hanım gibi bir anam olaydı, kandırırdım ama… Ah… Bu benim annem, bu benim babam… Hele baba… Ah… Hiç adama söz söyletmezler!” Bin defa kurarım ki gideyim, gittiğim gibi cesaret edemem, söyleyemem; vücudum titremeye başlar… Oh… Olacak inşallah! Bu iş bitecek, Kâmile Hanım annemi kandıracak… Oh… Oh… kurtulduk! Ya Rabbi… şükür… ah… bin kere şükür!..”
Böyle diyerek odanın içinde sürekli geziyordum, bir de bakarım ki Kâmile Hanım çıkıyor, gidiyor. “Ah… Gidiyor! Bir şey yapamadı! Nasıl? Yoksa işi uydurdular da gidiyor mu? Ne bileyim… Ah ya Rabbi!.. Lakin düşünerek… ah, işte işte… düşünerek gidiyor!.. Bir iş yaptılarsa annem gelecek, bana söyleyecek. Hele dur bakalım… Ah, nasıl geçmiyor zaman! Nasıl uzadı saatler!..” diyerek bir iki saat (Bir iki saat, saate bakarak; yoksa bana sorsan bir iki ay!) daha düşünmekle geçirdim. Bakarım ki Gülizar kapıdan giriverir, cebinden bir mektup çıkarır, bana verir. Bu mektubu nasıl aldım, nasıl açtım? Hiç bilmem… İşte nasıl yazıyordu:
Ah!.. Saliha’m… Ah!..
Bu son defadır ki sana yazıyorum!.. Eyvah bu son defadır ki sana hitap ediyorum!.. Sevdiğim, altı senedir ki seni göremiyorum! Beraber konuşamıyoruz! Ah… O mektepte olduğumuz zamanlar, ah o zamanlar! Nasıl çabuk geçti!.. Nasıl kıymetini bilemedik! Her dakikası dünyalar kadar değerdi! Ah… Ah o zamanlar geçti de bir daha dönmeyecek! Bir daha, gözlerim Saliha’yı göremeyecek… Bir daha konuşamayacağız!.. Altı yıldır sabrediyoruz; nasıl ediyoruz, niçin ediyoruz? Bir ümit ile, evet bir ümit ile… Yine görüşmek, bir gün birleşmek ümidi ile… Lakin eyvah!.. Bu ümit bitti… Bu ümit daha yok… Evet, yok! Şimdiden sonra yok artık! Anan, baban… Ah o zalimler!.. Bizi birleştirmek istemiyorlarmış, seni nişanlamışlarmış! Evlendirecek kızları yokmuş artık!.. Ah biçare Rıfat!.. Ah… Ah!.. Zavallı Saliha! Ah, ne yapalım, esiriz… Kendimize malik değiliz, istediğimizi yapamayız, evet, kendimize malik değiliz, lakin hayatımıza, ölümümüze malikiz!.. Kendimizi yokluk çölüne atabiliriz… Orada hür yaşayabiliriz… Bu dünyada hürriyet yokmuş. Dünyanın en ziyade hürleri esir imişler! Hemen bu dünyadan kurtulalım Saliha’m, benim hançer önümde duruyor; ahitnamemiz ve senin gönderdiğin mektuplar koynumda duruyor ki onlar dahi kanla boyansınlar! Gözyaşlarımız üzerlerine düşmüş, kanımız da üzerlerine dökülsün!.. Saliha’m, senden bu mektubun cevabını bekliyorum; bir daha o güzel elinle yazılmış yazıyı göreyim de sonra kendimi öldüreyim!.. Sen de… Saliha’m… sen de… bildiğin… istediğin gibi yap… Ah felek!.. Ah… Bu sözü bana nasıl söyletirsin? Ah, bu vücutlarımız toprak altına girecek… dökülecek… çürüyecek!.. Eyvah, eyvah, senin o nazenin vücudun, o gül gibi yüzün çürüyecek, bir daha göremeyeceğim! Lakin yok… Yok yanlış söyledim, o mezarda çürüyecek şey, etten, kemikten ibaret bir şey; sevişen, ruhlarımızdır. Evet, ruhlarımızdır ki, bu cisim kafesinden kurtuldukları gibi, görüşecekler… Ah, şüphem yok ki görüşecekler. Cenabıhak böyle iki âşığı ayırıp bir daha görüştürmemeye razı olmaz! Ah Saliha’m ah!.. Bu mektubu kapamayı gönlüm istemez… Daha yazmak isterim, lakin elim kaldı, zihnim durdu, gözlerim görmez oldu. Hemen Allah’a ısmarlarım… Ah!.. Ah!.. Ah!..

    Sevdiğin
    Rıfat
İşte, ben bir hayırlı haber beklerken bu mektubu okuduğumda aklım başımdan gitti, vücudum titremeye, gözyaşlarım çeşme gibi akmaya başladı. Nihayet kendimde olmadığım hâlde, mektubu okudum; bitirdiğim gibi mektup elimden düştü. Vücuduma fena hâlde bir titreme geldi. Biçare Gülizar şaştı: Yüzüme bakıyor, bir şey söylemeye cesaret etmez. Hemen kendimi öldürmek istiyordum, lakin vasıtam yoktu. Ah, insanın dünyadan ve dünyada en ziyade sevdiği şeyden ümidini kesmesi ne müşkül şey!.. Nihayet kalemi aldım; elim, vücudum titreyerek, gözyaşlarım aka aka, Rıfat Bey’e son defa olarak bir iki söz yazmaya başladım.
Ah!.. Rıfat’ım… Ah!..
Ecelimizin ve ecelden müşkül olan ilelebet ayrılığımızın haberini getiren mektubunuzu aldım. Ah!.. Ah!.. Bugüne nasıl yetiştik! Bugün ne kara gündür!.. Ah bayılıyorum! Ziyade yazmaya mecalim yoktur… Ben dahi sözleşmemiz üzere, kendimi öldüreceğim!.. Başka vasıtam yok, ancak kendimi kuyuya atıvereceğim… Ah Rıfat’ım ah!.. Allah’a ısmarlarım… Biz bu ömrü böyle ayrılıkla geçirdik! İnşallah öbür dünyada görüşelim… Ah!.. Ah Rıfat’ım! Daha yazmak istiyorum, lakin yazamam. Eyvah, hem de bizim için şimdiden sonra bir dakika yaşamak haramdır… Hemen kendimizi bu dünyadan kurtaralım. Allah’a ısmarlarım… Ah!.. Ah!.. Ah!..

    Sevdiğin
    Saliha

MURAT
Bu mektubu kapamaya, zarfa koymaya mecalim yok. Hemen bitirdiğim gibi Gülizar’ın eline bıraktım. Biçare kız da acemi; mektubu elinde tutarak kapıdan dışarı çıkıyor… Lakin şu kadere bak, şu bahta bak: Annem sofada bulunmasın mı, mektubu kızın elinden kapıp pederime getirmesin mi?.. Ben Gülizar çıktıktan sonra, bulunduğum yerde donmuş gibi kalmışım, aklımı şaşırmışım, gözlerimi bir yere dikmişim. Bir dakika geçer geçmez annem koşarak ve ağlayarak gelir, kapıyı şiddetle itiverir, gelir boynuma sarılır, beni öper, kucaklar, gözyaşları çeşme gibi yüzüme dökülür! Ben ne olduğumu, nerede bulunduğumu anlayamam, daha kendime gelemem, annem, “Ah, kızım… Kızım! Kendine gel! Ah biçare ben, ah zavallı ben!.. Az kaldı öksüz kalırdım! Ah şükürler o dakikaya! Ne hayırlı dakikaymış o ki, ben odadan çıktım da Gülizar’a rast geldim! Ah kızım, korkma, düşünme, muradın gerçekleşecek, senin için korkulacak bir şey yok artık. Pederini de kandırdım; seni Rıfat Bey’e vereceğiz.” dediği gibi kendimi topladım. Artık öyle bir meyusiyetten sonra böyle ümit verici bir söz işitmek! Böyle bir ümide dönmek! Oh… Ne büyük şey!.. Lakin insan kedere dayanamadığı gibi sevince o kadar daha ziyade dayanamaz. Vücudum titremeye başlar, gözyaşlarım çeşme gibi, annemin göğsüne dökülür. Hüngür hüngür ağlamaya başlarım. Biraz sonra, zihnim azıcık karar bulur, vücudum biraz rahat eder. Bir de Rıfat Bey hatırıma gelir, birdenbire benzim değişir:
“Ah… Rıfat Bey… Rıfat Bey… Rıfat Bey kendini öldürmüş, ben ne ümit ederim!”
“Yok kızım, yok! Korkma, Gülizar’a ben söyledim; şimdi gitmiş, söylemiş. O da şimdi sevinmektedir.”
Bu sözü işittiğim gibi, bütün bütün rahatlandım. Gözümü sildim, annemin elini öptüm; yanına aldı.
Nihayet bir aydan sonra, gelin oldum. Lakin Rıfat Bey’in evine geldim çünkü Kâmile Hanım, oğlunun iç güveyisi girmesine razı olmazmış ve hatta Rıfat Bey’in ricası üzere anneme geldiği vakitte dahi orasını teklif etmemişmiş. Nihayet evlendikten bir sene sonra, kayınpederim vefat etti, üç sene sonra Kâmile Hanım dahi öldü.
“Ah biçare Kâmile Hanım ah! Beni ne kadar seviyordu!”
Saliha Hanım kendi başından geçenleri bitirdiği gibi, yine dikişe başlar; Ayşe Kadın “Ah hanim, sen de şok şakmiş, onun işun şabuk ihtiyarlamiş, zavalli hanim!” diyerek kalkıp mutfağa gider.

TALAT BEY
Gelelim Talat Bey’e. Talat Bey, Rıfat Bey ile Saliha Hanım’ın arasındaki aşk ve muhabbetin meyvesi olup gayet güzel ve akıllı bir çocuktu. Saliha Hanım’ın kayınpederi ile kayınvalidesi vefat ettikleri gibi, anası ve babası dahi ölümlü dünyayı terk ettiğinden ve sevgili kocası kalıcı olan öbür dünyayı seçtiğinden biçarenin Talat Bey’den başka kimsesi yoktu. Bu sebepten, Talat Bey’i bir derecede severdi ki, Talat Bey akşam biraz geç kalsa “Aman, oğluma ne oldu? Daha gelmedi!” diye deli olurdu. Her ana oğlunu sevecek a, lakin bizim Saliha Hanım birçok sebepten dolayı oğlunu başka analardan pek çok ziyade severdi. Bununla beraber, Saliha Hanım’ın akıl ve dirayetine bak ki gönlündeki muhabbetini oğluna bildirmez, nazlı alıştırmaz; çünkü malum a, öyle nazlı alışan bazı çocuklar, gençler…
Talat Bey, pederi vefat ettiği vakitte, mahalle mektebine devam ediyordu. Rıfat Bey’in vefatından sonra Saliha Hanım oğlunu bir iki sene daha sıbyan mektebinde ve sonra rüştiyede okuttu. Talat Bey on altı yaşında iken mekteb-i rüştiye imtihanını verip bütün İstanbul gençlerinin yaptıkları gibi, bir dairenin bir kalemine -hangi dairenin hangi kalemi olduğunu zikretmek lüzumsuzdur zannederim- dâhil oldu. İşte iki sene vardı ki o kaleme devam ediyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/semseddin-sami/taassuk-i-talat-ve-fitnat-69428782/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Hilm: Doğuştan olan huy yumuşaklığı, şiddete tahammül, vakar, sükûn. (e.n.)
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat Şemseddin Sami
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat

Şemseddin Sami

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yazar, çevirmen ve romancı olan Şemsettin Sami, edebiyatın birçok türleriyle ilgilenmiştir. Türk edebiyatının ilk yerli romanı olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseri önce Hadika gazetesinde yayımlanmaya başlamış, daha sonra kitaplaştırılmıştır. Yazar, Tanzimat Dönemi’nin en önemli eserleri arasında yer alan bu romanıyla, toplumdaki kadın erkek eşitsizliğini özellikle evlenme kurumu üzerinden eleştirmiş; gençlerin birbirini tanımadan evlenmesinin, kadının bir mal, bir eşya gibi görünmesinin ailelerde yol açtığı facialara değinmiştir. Eserde, Talat ve Fitnat’ın aşkı da bu çerçevede işlenmiş, kavuşmak için türlü sıkıntılara göğüs geren bu iki âşık genç trajik bir sona doğru sürüklemiştir. "Bizi hiç insan sırasına koymazlar! Babalarımızın istedikleri adamlara bizi hediye verircesine verirler; o adamların tabiatını sormazlar; biz o adamlarla geçinecek miyiz orasını hiç düşünmezler. Bize bir defa ′Filan adamı koca ister misin?′ yahut ′Kimi koca istersin?′ diye bir sormak yok. Bize derler: ‘İşte seni filan adama vereceğiz.’ Biz sükût ederiz ama gönlümüz ne der?"

  • Добавить отзыв