Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3

Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Arthur Conan Doyle

/ Arthur Conan Doyle
Sherlock Holmes’un Maceraları

Giriş
Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Hemen hemen dünyanın her ülkesinde Holmes’un hikâyelerinin tercümesi bulunabilmektedir ve İncil’den dahi daha çok dile çevrildiği söylenmektedir. 1890’lı yıllarda ilk olarak Avrupa ve Japonya’da tercümeleri bulunabilirken daha sonraki yıllarda tercümelerin sayısı arttı. İlk Holmes filmi 1900’de çekilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Sherlock Holmes’un karikatürleri yapılmış; çizgi romanları yayımlanmış; sahne oyunları, müzikalleri, radyo piyesleri, TV dizileri, komedileri ve hatta bir balesi sahnelenmiştir. Bunun yanı sıra, Conan Doyle dışındaki yazarlar, daha fazlasını isteyen okuyucuları tatmin etmek amacıyla Holmes ve Watson’ı taklit ederek yüzlerce eser ürettiler.
Holmes’un ünü o derece yayılmıştır ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir. Örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak İngilizceye girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221B numaralı eve, onun kendi problemlerine çözüm bulacağı ümidiyle dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Birçok kişi onun gerçek bir insan olduğunu ve kendilerine yardım edeceğini düşünmektedirler. Hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Aynı ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).
Sherlock Holmes hikâyelerinin popüler ve uzun ömürlü olmasının nedeni belki de yazar tarafından çabuk ve gelişigüzel bir şekilde yazılmalarıdır. Yazar, edebî ününü daha ciddi çalışmalarına dayandırıyordu. Arthur Ignatius Conan Doyle (1859-1930) hikâye anlatımı konusunda doğuştan yetenekliydi çünkü herkesin anlayacağı gibi ve Sherlock Holmes’un ifade edeceği gibi “sanat” ailenin kanında akıyordu.
Sanatsal yönü kuvvetli olan Doyle, ailesinden gelen doğal bir yeteneğe sahipti. Büyükbabası John Doyle (Lakabı “H. B.” idi.) politik karikatürler çiziyor ve hiciv sanatıyla uğraşıyordu; amcası Richard Doyle iyi bir ressamdı ve hatıra defteri tutuyordu (“Punch” dergisi için tasarladığı kapaklar ile ünlenmişti.); babası Charles Altamont Doyle ise Edinburgh’nın Holyrood Sarayı’ndaki çeşmelerin yapımında rol almış bir sanatkârdı (her ne kadar çok iyi olmasa da). Genç Conan Doyle, annesinin dizinde saatlerce ataları hakkındaki hikâyeleri dinlerdi. Çok hızlı ve istekli bir okuyucuydu. O kadar hızlıydı ki “Anılar ve Maceralar” (1924) adlı otobiyografisinde ailesinin gittiği küçük bir kütüphanenin, onlara bir günde ikiden fazla kitap değiştiremeyeceklerini bildiren bir yazı gönderdiğini yazmıştı. Zevkleri çok değişkendi. Yeni konuları, yeni yazarları ve yeni kuramları keşfetmekte çok istekli olması yazarlık hayatı boyunca hikâyelerine yansıyordu.
Lancashire’da, Jesuit Stonyhurst Kolejinde eğitim gören Conan Doyle, 1875 Haziranında Londra Üniversitesine kaydolmuş ve 1876’da Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesine girerek 1881’de mezun olmuştur. Maddi sıkıntı çekmeleri nedeniyle ailesine destek olma amacıyla 1880’de, Kuzey Buz Denizi’nde balina avı yapan bir Peterhead gemisi olan Hope’ta doktor olarak görev yapmaya başlamıştır. 1881-1882 yılları arasında da Batı Afrika’ya sefer yapan Mayumba adlı buharlı gemiyle benzer bir görevle yola çıktı. Kurnaz ve komplocu Dr. George Turnavine Budd ile Plymouth’da kötü bir ortaklık kurduktan sonra, Southsea’de kendi özel muayenehanesini açtı. Bush Villaları, No:1’de tabelasını astıktan sonra hastalarını beklerken boş zamanının çoğunu yazarak geçirdi. Bu süre içinde ürettiği kısa hikâyelerinin hepsi başarılı olamadı ama Kraliçe Viktor-ya zamanına ait muhteşem hikâyesi “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” gibi bazılarından magazin dergilerinde övgü ile bahsedilmiştir.
1885 Ağustosunda evlendikten sonra Conan Doyle kendi zihni için şunları söylemiştir: “Hızlandı… Hem hayal gücüm hem de anlatımım oldukça gelişti.” Kısa hikâyelerinin yanı sıra roman (“Girdlestone’daki Ortaklık” gibi) yazmayı denedi ama eseri yayınevlerince geri çevrildi. Conan Doyle daha taze, daha sağlam ve daha ustaca bir şeyler yaratabileceğine inanıyordu. Yıllarca okuduğu Fransız yazarlardan Emile Gaboriau’nun yarattığı Polis Dedektifi Monsieur Lecoq ile Poe’nun başarılı dedektif tiplemesi olan C. Auguste Dupin, onun çocukluk kahramanlarından biri olmuştur. Bu şekilde kendi dedektif hikâyelerini nasıl yaratacağını düşünmeye başlamıştı. Conan Doyle hikâyesini şöyle anlatır:
“Eski bir öğretmenim olan Joe Bell’in kartala benzeyen yüzünü, tuhaf davranışlarını ve ayrıntıları yakalamaktaki ürkütücü ustalığını düşündüm. O bir dedektif olsaydı kontrol edemediği plansız olayları kesinlikle bilimle bağdaştırırdı. Bu etkiyi yaratabilir miyim diye düşündüm. Gerçek hayatta mümkünse bilim kurguda neden mümkün olmasın? Bir insanın zeki olduğunu söylemek kolay ama okuyucu örnekleri görmek istiyor; ki bu örnekleri Bell bize her gün koğuşta gösteriyordu. Bu fikir hoşuma gitti. Bu karaktere ne ad vermeliydim? Hâlâ alternatif isimler yazan defter sayfasını saklıyorum. Biri temel sanata karşı isyan ettiğinde karakterlerin isimlerinde kuşkuya düşer ve Bay Sharps ya da Bay Ferrets gibi adları yaratır. Önce Sherringford Holmes’u sonra Sherlock Holmes’u buldum. Kendi yaptığı kahramanlıkları anlatamayacağına göre bu görevi yapacak sıradan bir arkadaşı olmalıydı, gösterdiği yiğitliklerde rolü olan ve onları aktaran kültürlü bir insan yaratmalıydım. Bu görkemli adamın sıkıcı ve sakin bir adı olmalıydı. Watson adı iyiydi. Artık kuklalarım hazırdı ve ‘Kızıl Soruşturma’yı yazmaya başladım.”
Conan Doyle notlarına başvurduğunda Watson’ı “Afganistanlı Ormond Sacker” olarak tasavvur ettiğini açıkladı. Ayrıca “J. Sherringford Holmes”u muhafazakâr, hep uyuyormuş gibi gözüken, filozof, ender bulunan kemanların koleksiyonunu yapan uzman bir dedektif olarak düşündüğünü söyledi. 221B Yukarı Baker Caddesi de Holmes’un görevini yapacağı yer olarak belirlendi.
Conan Doyle, ilk Holmes hikâyesi olan “Kızıl Soruşturma”yı, “Yapabileceğimin en iyisiydi ve büyük umutlarım vardı.” diyerek nitelendirdi. Ret cevapları üst üste geldiğinde çok üzülmüştü. James Payn kitabı övdü ama hem çok uzun hem de çok kısa bulduğunu söyledi; Arrowsmith Yayınevi, eseri okumadan iki ay sonra iade etti; diğerleri ise “koklayıp” sırtlarını döndüler. En sonunda kitabın müsveddesi Ward, Lock & Co’ya gönderildi. Ucuz ama sansasyon yaratan edebî eserlere meraklıydılar ama cevapları şöyle oldu:

Sayın Bayım,
Hikâyenizi okuduk ve beğendik; şu anda (1886) piyasada bol miktarda ucuz bilim kurgu kitapları bulunduğundan bu yıl eserinizi yayımlayamayız; ama bir yıl beklemeyi kabul ederseniz size telif hakkı olarak 25 dolar ödeme yapmaya hazırız.
Sonunda “Kızıl Soruşturma” için bir yuva bulunmuştu. Artık tüm dikkatini Monmouth İsyanı’nı anlatan “Micah Clarke” adlı romanına verebilirdi. Birkaç ret cevabı aldıktan sonra Andrew Lang’in tavsiyesiyle Longmans, romanı yayımlamayı kabul etti. Conan Doyle başka Holmes hikâyeleri yazmayı düşünmemişti ama “Kızıl Soruşturma”nın Amerika’da elde ettiği başarı nedeniyle, “Lippincott’s Magazin”in temsilciliğini yapan J. M. Stoddart, onu, Londra’da bulunan Langham Otelinde yemeğe davet etti. Bu özel gecede masa arkadaşlarından biri de Oscar Wilde idi ve her ikisinden de “Lippincott’s Magazin” için yazı yazmaları istendi. Wilde’ın katkısı “Dorian Gray’in Portresi” olurken Conan Doyle yine Holmes ile yeni bir maceraya atılmaya karar verdi. Bir ay geçmeden günlüğüne şunları yazdı: “Dörtlerin Yemini” bitti ve gönderildi.
Conan Doyle, Sherlock Holmes’u başka bir kitapta kullanmaya niyetlenmemişti ama “Dörtlerin Yemini” ile bu karaktere daha fazla derinlik ve saygınlık katmaya karar verdi. Yarattığı bu karakteri daha fazla okuyucu kitlesine tanıtmak için karşısına bir fırsat çıkmıştı ve bu nedenle daha sofistike bir sunumla ortaya atılması çok önemliydi. Watson “Kızıl Soruşturma” kitabında Sherlock Holmes’un nitelikleri konusunda şu şekilde yorum yapmıştı:
1. Edebiyat bilgisi: sıfır
2. Felsefe bilgisi: sıfır
3. Astronomi bilgisi: sıfır
4. Politika: zayıf
Tüm bunlar “Dörtlerin Yemini”nde değişmektedir çünkü Holmes, Öklit’i kullanarak “Kızıl Soruşturma” ile alay etmekte; Dedektif Athelney Jones’a Goethe’den söz etmekte ve Filozof Winwood Reade’i, Watson’ı eğitmek için öğütlemektedir.
Sherlock Holmes, “Dörtlerin Yemini”nde daha akıllı ve toparlanmış bir karakter olarak karşımıza çıkmakta ve en önemlisi bir gelişme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Bu hikâyede sadece Holmes’u önemli ve yankı yapan biri olarak görmemeliyiz çünkü Dr. Watson karakteri de Conan Doyle’un artan yaratıcılığından nasibini almaktadır. İki ana karakter arasındaki bağ, hikâyede önemli bir unsur olmakta ve ilerleyen arkadaşlıkları, başarının anahtarını oluşturmaktadır. Sisli ve gaz lambalarıyla aydınlatılmış Londra da “Dörtlerin Yemini”nde önemli bir rol oynamaktadır; ancak Sherlock Holmes, her ne kadar bu şehri çok iyi tanısa da o zamanlarda Conan Doyle’un başkente dair bilgisi pek iç açıcı seviyede değildi. 6 Mart 1890’da J. M. Stoddart’a yazdığı bir mektupta bunu itiraf etmişti: “(…) Bu arada benim Londra hakkındaki engin ve eksiksiz bilgim sanırım seni eğlendiriyordur. Hepsini, postaneden aldığım haritadan öğrendim.”
Göz doktoru olmaya karar veren Conan Doyle, 1890 yılının sonunda Southsea’deki muayenehanesini kapatarak eğitim amacıyla Venedik’e gitti. 24 Mart 1891’de Londra’ya döndü. Mesleğini yapabilmek için 2. Yukarı Wimpole Caddesi’ne taşındı (Conan Doyle “Anılar ve Maceralar” kitabında bu adresi Devonshire Place olarak belirtmiştir ancak bu doğru değildir.). Conan Doyle gerçeği söylüyorsa kendisinin hiç hastası olmamıştır. “Düşünmek ve çalışmak için bundan daha iyi bir ortam sağlanabilir mi? Çok ideal bir yerdi çünkü meslek hayatımda çok başarısızdım. Ancak burada edebî alanda kendimi geliştirmek için her türlü koşul mevcuttu.” İşte bu düşünme ve esinlenme döneminde, iyice şekillenmiş olan Sherlock Holmes karakteri ortaya çıkmıştır. Conan Doyle bundan şöyle bahseder:
“O zamanlarda değişik aylık dergiler çıkıyordu ve editörlüğünü Greenhough Smith’in yaptığı ‘The Strand’ bunların arasında en önemlilerinden biri sayılırdı. Tutarsız hikâyelerle dolu olan bu değişik dergileri ele alacak olursak; tek bir karakteri kullanarak bir dizi yaratıp okuyucunun, bu dergilere bağlanmasını sağlayarak dikkatini çekebilirdik; fakat diğer yandan dizi şeklindeki hikâyeler faydadan çok zarar da getirebilirdi çünkü nihayetinde, okuyucunun bir ay dergiyi almaması hâlinde kaçırdığı bölümden dolayı ilgisi azalabilirdi. Bu nedenle orta yol sürekli aynı karakteri kullanmak ama her ay kendi içinde biten hikâyeler yazmaktı. Sanıyorum bunu fark eden ilk ben oldum ve ‘The Strand’ dergisi de bu fikri ilk olarak hayata geçiren dergi oldu. Ana karakterimi düşünürken daha önce iki kitapta kullandığım Sherlock Holmes’un kendini, bana, başarı elde edeceğim kısa hikâyeler için ödünç vereceğine inanıyordum. Daha sonra bekleme odasındaki uzun bekleyişlerle baş başa kaldım.”
O zamanlarda Conan Doyle’un yaratıcılığı, hikâyelerini yazma hızında gizliydi. 3 Nisan 1891’de temsilcisi A. P. Watt’a “Bohemya’da Skandal”ı gönderdi; 10 Nisanda “Bir Kimlik Vakası” tamamlandı; 20 Nisanda “Kızıl Saçlılar Kulübü” gönderildi; bir hafta sonra 27 Nisanda “Boscombe Vadisi Gizemi” ortaya çıktı. Gribe yakalanmasaydı ilk beş hikâyesi bir ay içinde piyasaya sürülürdü ancak “Beş Portakal Çekirdeği” 18 Mayıs’ta yayımlanabildi. Yeri yerinden oynatan bu hikâyelerin çok kısa bir sürede yazılmaları oldukça etkileyicidir. “Bohemya’da Skandal” adlı eseri 1891 yılının Temmuz ayında “The Strand” dergisinde yayımlandı ve o zamanlar hiç kimse fark etmese de Holmes’un, Conan Doyle’un ve derginin ünlenmesi garantilenmişti.
Artık her evde Conan Doyle’dan söz ediliyordu ancak o, tarihî kitaplar yazarak daha fazla beğeni toplamak istiyordu. Ekim 1891’de “Beyaz Şirket” yayımlanmış ve hemen ardından 1892’de Nisandan Hazirana kadar yazdığı Napolyon’la ilgili ilk kitap “Büyük Gölge” çıkmıştı. “The Strand” ise daha fazla Sherlock Holmes hikâyesi istiyordu; çünkü ilk seriyi halk çok beğenmişti ve dergi iyi para kazanıyordu. Buna rağmen Conan Doyle, Holmes ile uğraşmak istemiyordu ve 1891 Kasımında “Mavi Yakut” biter bitmez annesine şu mektubu yazdı:

Sherlock Holmes hikâyelerinin yeni serisi için beş tane daha hikâye yazdım. İlk serinin standartlarında olduklarını düşünüyorum ve toplam on iki hikâyenin iyi bir kitap olacağına inanıyorum ancak altıncı hikâyede Holmes’u katledip sonsuza kadar işini bitirmeyi düşünüyorum. Daha iyi şeyleri düşünmeme engel oluyor.
Annesi onun bu fikrine karşı geldi ve hakkında yazması için bir konu buldu. Bunun sonucunda “Bakır Sahiller” ortaya çıktı. Aslında sadece idam cezasını erteleme ve bir rahatlama vardı ortada ancak cezayı ertelemek geçiciydi…
Şubat 1892’de “The Strand” dergisi Conan Doyle’dan yine Holmes hikâyeleri istedi ama o “Mülteciler” adlı tarihî kitabı üzerinde çalışıyordu. Başka hikâyeler üretmeye pek niyetli değildi çünkü kısa dedektif hikâyeleri için ilginç konular bulmak, bir roman yazmak kadar zaman alıcı bir şeydi. “Anılar ve Maceralar” kitabında şu açıklama yer alıyordu:

Holmes hikâyelerini yazmaktaki zorluk, uzun bir roman için gerekli olan açık seçik ve orijinal bir konu bulmakla aynıdır. İncelmeye ya da tamamen kopmaya eğilimlidir.
“The Strand”in son isteğinden nasıl kaçınacağını düşündü ve onları vazgeçirmek için yeni yazılacak olan seri için 1.000 pound istemeye karar verdi (İlk serideki her hikâye için otuz sent ve ikinci serideki her hikâye için elli sent almıştı.) “The Strand” hiç tereddüt etmeden şartlarını kabul etti. Böylece Conan’ın planı suya düştü. Artık mecburen yeni hikâyeler için farklı konular düşünmek zorundaydı. Bunun sonucunda “Sherlock Holmes’un Anıları” ortaya çıkacaktı.
Anıların son hikâyesi tamamlandığında Holmes’u öldürme planını gerçekleştirmek gerekiyordu. “The Strand” okuyucuları için 1893 Noel’i çok üzücü geçecekti. Derginin Aralık sayısında “Son Sorun” yayımlandı ve “Sherlock Holmes’un Ölümü” alt yazısıyla Reichenbach Şelalesi’nde Sidney Paget’ın resmettiği Holmes ve Profesör Moriarity’nin dövüşü tasvir edildi. Bu, okuyucular üzerinde o kadar derin bir acı yaratmıştı ki erkeklerin yas tuttuklarını göstermek için ipek şapkalarının üzerini kâğıtla kapladıkları söylenir. Çok sinirli bir okuyucu, Conan Doyle’a “Hayvan!” diye hakaret etmiştir. 1891’de kurulan “The Strand”in sahibi George Newnes, Holmes’un ölümünü “Çok korkunç bir olay!” diye belirtmiştir. Böyle söylemesi çok doğaldı çünkü Sherlock Holmes’un başarısı “The Strand”i çok etkilemişti. Geleceğin neler getireceğini kim bilebilirdi? Bu ölümün, Kraliçe Viktorya’nın bile çok hoşuna gitmediği söylenir.
Görünürde Conan Doyle hiç pişman olmamıştı. 15 Aralık 1900’de “Tit-Bits” adlı dergi, Doyle’un şu sözlerini yayımladı: “Sherlock’u öldürmek için izlediğim yoldan hiç pişmanlık duymadım. Onun ölmüş olması bir daha onun hakkında yazmayacağım anlamına gelmemelidir çünkü eğer ben istersem onun geride bıraktığı notları değerlendirebilirim!” Birkaç ay sonra Conan Doyle, genç bir gazeteci arkadaşı Bertram Fletcher Robinson ile Norfolk’ta golf oynuyordu. Oyun esnasında sohbet ederlerken Robinson, çok vahşi siyah bir köpeğin kırlık alanda hortladığını anlatan bir efsaneden söz etti. Bu hikâye Conan Doyle’un hayal gücünü harekete geçirdi ve her ikisi de ileride adı “Baskerville’lerin Tazısı” olacak kitabın üzerinde birlikte çalışmaya başladılar. İlk başlarda Conan Doyle hikâyeyi “çok ürkütücü” olarak tanımlasa da ileride bir Sherlock Holmes hikâyesine dönüşeceğinden hiç söz etmedi; ancak Doyle, Holmes karakterinin ne kadar beğenildiğini biliyordu ve bu fırsatı kullanarak “The Strand” dergisinin editörünün önüne farklı şartlarla çıktı: “Sadece sizden değil diğer dergilerden de aynı ücreti almaktaydım. Artık belli ki bu çok daha özel bir durum ve anladığım kadarıyla Holmes’un tekrar dirilişi çok ilgi çekecektir. Diyelim ki yöneticilere Holmes olmadan eski ücretimi ya da Holmes ile yüz pound daha fazlasını istiyorum desem hangisini seçerler? Holmes’a şu anda Amerika’da çok ilgi gösteriliyor.”
25 Mayıs’tan önce “Tit-Bits” şunları yazıyordu:

Conan Doyle, “The Strand” için çok önemli bir hikâye yazacak ve bu hikâyenin ana karakteri Sherlock Holmes olacak… 30.000 ile 50.000 kelime arasında bir dizi şeklinde yayımlanacak ve konusu öncekilere göre çok daha ilginç ve çarpıcı olacak.
Olayların devamının bir tarih niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. “Baskerville’lerin Tazısı” önüne geçilemez bir başarı elde etti ve “The Strand” kendi tarihinde bir ilke imza atarak bu kitabın 7. baskısını yayımladı. Hikâyeyi -Amerikan baskısı da ilave edilecek olursa-200.000 adet bastı. Amerika’da kitap hâlinde yayımlandığında on gün içinde 50.000 adet satıldı.
“Baskerville’lerin Tazısı”nın başarısı Holmes’un yeniden dirilişi için önünü açtı ve Atlantik’in öbür tarafında bulunan Amerika çok yüksek miktarda para teklifinde bulundu: Altı hikâye için 25.000 dolar, sekiz hikâye için 30.000 dolar ve on üç hikâye için 45.000 dolar. Kararını veren Conan Doyle, Holmes karakterinin bütünlüğünü asla bozmayacaktı. “İyi bir konusu olmazsa bir Holmes hikâyesi yazmam.” dedi ve devam etti: “Aklımı zorlayacak bir mesele olmalı çünkü başkasının işe karıştırılmaması gerekir.” Yeni seri için hikâyeler tamamlanmıştı ancak Conan Doyle başka konular bulmakta zorlanıyordu. “The Strand”te Greenhough Smith’e “hikâyelere devam etmekte yoğun bir isteksizlik yaşadığını” söyledi. “Hepsinde benzerlik var.” dedi ancak büyük bir azimle devam ederek konuları buldu ve on üç hikâye daha yazabildi. Hepsi de “Sherlock Holmes’un Dönüşü” adlı kitapta toplandı.
Bu tarihten sonra Doyle, daha az kitap yazdı ve dedektifin bir sonraki kitabı olan “Korku Vadisi” 1915’te piyasaya sürüldü. 1917’de “Son Selam” için yeterince hikâye birikmişti ve “Sherlock Holmes’un Dava Kitabı” 1927’de tamamlanmıştı. Holmes’un tüm maceraları dört roman ve elli altı kısa hikâyede toplanmıştı. Bunlar, Conan Doyle’un en iyi eserleri olarak görülmektedir.
Sherlock Holmes’un hikâyelerinin ilk kez yayımlandığında nasıl bir etki yaratacağını kestirmek neredeyse olanaksızdı. Aslında bu dedektiflik hikâyelerini Conan Doyle yaratmadı; bu onur, Edgar Allan Poe’ya aittir. Fakat olağanüstü buluşları, hikâyelerindeki yaratıcılık ve halkın bu polisiyelere gösterdiği ilgi açısından ele alındığında bu, tek başına elde ettiği bir başarıdır. “The Strand”teki Holmes hikâyelerinin başarısı ve halkın da aynı tür eserleri okuma isteği, diğer dergilerin, Holmes’a rakip bir bilim kurgu karakterini ortaya çıkarmaları gerektiği anlamına gelmekteydi. Birçok kadın dedektif, bilimsel dedektif, kaba ve basit dedektif, kör dedektif, komik dedektif ve ruhani dedektif karakterinin ortaya çıkmasına rağmen yalnızca tek bir Holmes vardı ve birçoğu kendi alanlarında iyi olmalarına karşın bu imitasyonlar asla “aslına” bir rakip olamazlardı. 1891 yılına kadar sakin akan sular bu tarihten sonra coşkuyla akmaya başladı ve bu akıntıya kapılan polisiye romanlar birçok ismin su yüzüne çıkmasına neden oldu ki şimdi sayacağım adların hepsinin ve aynı zamanda sayamadığım diğerlerinin Arthur Conan Doyle’a minnet borcu bulunmaktadır: G. K. Chesterton, Agatha Christie, Dorothy L. Sayers, Raymond Chandler, John Dickson Carr, Dashiell Hammett, Erle Stanley Gardner, Ellery Quenn, John D. MacDonald, Mickey Spillane, Robert B. Parker, Rex Stout, Ross Macdonald, P. D. James, Colin Dexter, Elizabeth George.
Dedektifin arkadaşı söz konusu olduğunda bu borç daha da derinleşmektedir; bu nedenle Watson adı âdeta İngilizcede “ana karakterin arkadaşı” ya da “en iyi arkadaşı” kelimeleriyle eş anlamlı olarak düşünülebilir. Conan Doyle, Edgar Allan Poe’ya olan borcunu itiraf etmekte gecikmedi. Doyle’un, Holmes hikâyelerinde, Poe’nun üç hikâyesindeki Dedektif C. Auguste Dupin’dan çok fazla alıntı yaptığı aşikârdı; sevecen arkadaş ve tarihçi, acemi memur, tuhaf ve abartılı suçlar, dedektifin kolayca bulabilmesi için önüne serilen kanıtlar ve açıklama gerektiren sonuçlar gibi. Ancak Poe’nun Watson’ı isim konmayacak kadar önemsizken Conan Doyle, Watson’ının canlı ve gerçekçi olması gerektiğinin önemini anlamakta gecikmedi ve inceleyen, not alan, her şeyi aksettiren, ihtiyaç durumunda asistanlık yapan, en önemlisi okuyucunun aklına gelebilecek soruları sormasını bilen bir kişilik yarattı. Böyle bir karakteri canlı hâle getirmek kolay değildir. Bu onuru Conan Doyle’a vermek gerekir çünkü Holmes’u olduğu kadar Watson’ı da hatırlanmaya değer bir karakter hâline getirmiştir. Watson, herkes tarafından halktan biri gibi görüldü. Ana karakter Sherlock Holmes olabilir ancak Watson daha çok sevilmektedir. Holmes’un öğrencisi Vincent Starrett oldukça iyi bir tespitte bulunmuştu: Issız bir adaya düşseler Watson daha az yorucu olurdu. Dedektif-arkadaş ilişkilerinin aslını araştıracak olursak Holmes-Watson ilişkisine dek inebiliriz; Agatha Christie kendi yarattığı Hercule Poirot’yu bile bunu düşünerek yazdığını itiraf etti. “ACD”de Conan Doyle’dan -ve tabii ki Watson’dan- övgü ile bahsetmiştir. 1963 yılında, “Ölüm Saatleri” adlı romanında değişik bilim kurgu dedektiflerinden söz ederken raftan bir Holmes hikâyesi indirir:

“Sherlock Holmes’un Maceraları” dedi sevgiyle hatta saygıyla diğer kelimeyi bile söyledi: “Maître!”
“Sherlock Holmes mu?” diye sordum.
“Ah, non, non, Sherlock Holmes değil! Ben yazar Sör Conan Doyle’u selamlıyorum. Sherlock Holmes’un hikâyeleri gerçekte zorla yazılmış, aldatmalarla dolu ve çok yapmacıktır ama yazma sanatı… Ah işte o zaman her şey değişir! Dilin verdiği mutluluk ve o muhteşem karakter Dr. Watson’ın yaratılması bambaşka bir şeydir. Ah, işte o gerçek başarıdır!”
Bu pasajda Christie, Holmes’un hikâyelerinde başka bir şeye daha parmak basmaktadır: “Dilin verdiği mutluluk.” 1930’da Arthur Conan Doyle’un ölümünden sonra “The Strand”in editörü Greenhough Smith, Holmes’un hikâyeleriyle ilk karşılaştığı zamanki izlenimlerini anlattı:
“İyi yazarlar çok ender bulunurdu ve bu editör, kötü yazılarla yorulup güçlükle ilerlemeye çalışırken âdeta Tanrı tarafından cennetten bir hediyenin gönderildiğine inanmıştı. Bu bezgin editörün ümitsiz hayatına nihayet mutluluk girmişti. Artık karşısında yeni ve hünerli bir yazar vardı; konular tüm açıklığıyla yazılıyor, stildeki duruluk ile mükemmel bir hikâye ortaya çıkıyordu.”
Holmes ve Watson karakterlerinin yanı sıra, Holmes hikâyelerinin sürekli bir okuyucu kitlesinin olmasının nedeni şudur: Kaç kez okunursa okunsunlar hep taze ve heyecanlı kalıyorlar, renkli karakterlere sahipler, açık yüreklilikle birdenbire değişen konulara rastlanıyor; ayrıca ani ve ürkütücü karanlıklar ve öbür dünyayı hissettirmeleri de hikâyeleri ilginç kılıyor. Ayrıca 221B Baker Caddesi’nin bilindik oturma odasında her zaman yanan şömine ve gaz lambası, pencereden bakıldığında görülen sis ve Holmes ile Watson’ın koltuklarında oturup müşteri beklemeleri okuyucunun güvenini sağlamaktadır. Biliyoruz ki davaları ne kadar saçma ve kötü ya da olaylar ne kadar ürkütücü olursa olsun, her şey sonunda düzelecektir. Yüz yirmi yıldır bu rahatlatıcı sona dayandık ve bir yüz yirmi yıl daha dayanacağımıza inanıyorum. Sherlock Holmes ve Dr. John Watson değişen yıllarda sabit birer noktadır. Kitaplarında 1895 yılında yaşıyor olmalarına rağmen daha çok yaşayacaklar ve insanlar kitaplarını zevkle okumaya devam edecekler.
Christopher ve Barbara Roden
Christopher ve Barbara Roden birer Sherlock hayranıdırlar ve New York’taki Baker Caddesi Aykırıları ve aynı zamanda dünyanın değişik yerlerinde Sherlock Kulüplerine üyedirler. Christopher, Oxford Sherlock Holmes serisi için iki kitap düzenlemiştir ve her ikisi de Sherlock Holmes ve Sör Arthur Conan Doyle için birçok yazı yazmışlardır. Koleksiyonlarında bulunan Conan Doyle’un bilim kurgusu “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” Ash-Tree yayınevi tarafından basılmıştır.

Bohemya’da Skandal
O, her zaman Sherlock Holmes için “o kadın” olarak kaldı. Başka bir isimle ondan hiç bahsetmedi. Holmes’a göre hemcinslerinden daha üstündü. Hem de onları gölgede bırakacak kadar… Irene Adler’a aşk benzeri duygular beslediğini söyleyemeyeceğim; çünkü onun duygusuz ve kusursuz, aynı zamanda takdire şayan aklı, bu tür hislere zıt düşüyordu. Bence, dünyanın en mükemmel tümdengelim inceleme makinesiydi. Bir sevgili olarak ise kendisini oldukça güvenilmez görüyordu. Daha yumuşak ihtiraslardan; ancak alaylı bir üslupla ve küçümseyerek bahsederdi. Bir gözlemci için, bunlar takdir edilecek şeylerdi -insanın güdü ve davranışlarının altında yatan gerçeği gizlemesi için mükemmel bir yoldu- ama eğitimli bir mantıkçı için kendi hassas ve iyi programlanmış yaradılışında böyle şeylerin yer işgal ettiğini itiraf etmesi, zihnini başka tarafa çeken ve ruh sağlığı konusunda şüphe uyandıran bir faktördür. Hassas aletlerinden birinin gıcırdaması ya da güçlü merceklerinden birinin çatlaması bile onun mizacında biri için bu tür duygular kadar rahatsız edici olamazdı. Onun için ancak tek bir kadın vardı: belirsiz, şüpheli anısıyla, merhum Irene Adler.
“Dörtlerin Yemini” başlığı altında iddialıca anlattığım gibi olağanüstü olaylar zincirinden sonra Holmes’u pek sık göremedim. Evlenmiş olmam bizi birbirimizden biraz uzaklaştırmıştı. Mutluluğumun yanı sıra kendimi evin reisi olarak gördüğümden kabaran duygularım, ev ağırlıklı ilgi alanlarımın ortaya çıkmasına, tüm dikkatimin buna yönelmesine yol açtı. O ise bohem ruhuyla her türlü sosyallikten nefret eden Holmes idi. Eski kitaplarına gömülü vaziyette, haftalar geçtikçe kokainle hırsı arasında gidip gelerek, uyuşturucunun rehavetiyle, hevesli yapısının aşırı enerjisiyle, Baker Caddesi’ndeki evimizde kalmayı yeğledi. Ancak suç bilimiyle hâlâ çok ilgileniyor, ipuçlarını gözlemlerken engin yeteneğiyle olağanüstü gücünden faydalanıyor ve polisin ümitsiz olarak gördüğü davaların gizemini çözüyordu. Ara sıra yaptıkları hakkında bazı söylentiler kulağıma geliyordu: Trepoff cinayetinde Odesa’ya çağrılması, Trincomalee’de Atkins Kardeşler’in olağanüstü trajedisinin aydınlatılmasındaki rolü ve en sonunda Hollanda’da hüküm süren kraliyet ailesi için büyük bir titizlikle başardığı görev gibi… Günlük gazete okurlarıyla çok azını paylaştığım tüm bu başarıları dışında eski arkadaşımı ve dostumu yeterince iyi tanımadığımı anladım.
Bir gece -aslına bakarsanız 20 Mart 1888 gecesi- bir hastamdan çıkmış eve dönüyordum -artık mesleğimi icra ediyordum- ve yolum Baker Caddesi’ne düştü. Çok iyi bildiğim kapının önünden geçerken -ki burayı hep sevgiyle ve karanlık olaylarla bağdaştırmışımdır-Holmes’u tekrar görmek ve olağanüstü güçleriyle hâlâ meşgul olup olmadığını öğrenmek için güçlü bir isteğe kapıldım. Odaları çok iyi ışıklandırılmıştı ve yukarı baktığımda, onun uzun boylu figürünün perdenin arkasından, karanlık bir silüet olarak iki kez geçişini gördüm. Kafası eğik, elleri arkasında, hızla ve hevesle odada dolaşıyordu. Her hareketini, her huyunu iyi bildiğimden bu hâlini görünce neler olduğunu hemen anladım. Yine iş başındaydı. Uyuşturucunun hülyalı etkisinden sıyrılmış, yeni bir problemin izini sürüyordu. Zile bastım ve bir zamanlar benimle paylaştığı odalara yöneldim.
Çok coşku ile karşılanmadım. Zaten bu, onda nadir gördüğüm bir tepkiydi; ama sanıyorum beni gördüğüne sevinmişti. Tek kelime etmeden samimi bir bakışla koltuğa oturmamı işaret etti, purolarını uzattı ve köşede duran içkileri gösterdi. Sonra ateşin yanında durarak her zamanki iç gözlemsel tarzıyla beni süzdü.
“Evlilik sana yaramış.” dedi. “Seni en son gördüğümden beri sanıyorum üç buçuk kilo almışsın.”
“Üç kilo.” dedim.
“Haklısın, biraz daha düşünmeliydim… Sadece birazcık daha… Watson, tekrar çalışıyorsun gördüğüm kadarıyla. Yine üniforma giymeye niyetlendiğini bana söylememiştin.”
“Peki, nereden anladın?”
“Görüyorum ve sonuç çıkarıyorum. Son zamanlarda yağmurda kalıp iliklerine kadar ıslandığını, çok sakar ve pervasız bir hizmetçiniz olduğunu da anlıyorum.”
“Sevgili Holmes…” dedim. “Bu biraz fazla oldu. Birkaç yüzyıl önce yaşasaydın seni kesin ateşe atarlardı. Perşembe günü şehir dışında yürüyüşe çıktığım ve korkunç bir vaziyette eve geldiğim doğru ama elbiselerimi değiştirdiğim hâlde böyle bir sonuca nasıl vardığını aklım almıyor. Mary Jane’e gelince; iflah olmaz biri o ve bu yüzden eşim onu ikaz etti; ama yine de bunu nasıl başarabildiğini anlayamıyorum.”
Kendi kendine kıkırdayarak uzun parmaklı ellerini ovuşturdu.
“Çok basit.” dedi. “Şömine ateşinin üzerine doğru parladığı sol ayakkabının iç kısmındaki deride yaklaşık altı tane çizik var. Tabakalaşmış çamuru çıkarmak için tabanın kenarlarının çok dikkatsiz biri tarafından kazındığı aşikâr. Gördüğün gibi iki sonuca birden ulaştım. Kötü havada dışarı çıktığını ve Londra hizmetçilerinden birinin çizmeni kötü bir şekilde temizlediğini anladım. Çalışıyor olmana gelince; eğer biri odama iyodoform kokarak girerse, sağ işaret parmağında gümüş nitrattan oluşan siyah bir leke varsa ve stetoskobunu gizlediği silindir şapkasının sağ tarafında bir pırtlama görünüyorsa o kişinin, tıp mesleğini icra etmediğini söylemem için kör olmam gerekir.”
Yaptığı tümdengelim işlemini anlatırkenki rahatlığı karşısında gülmeye başladım. “Nasıl yaptığını anlatınca…” dedim. “O kadar basit geliyor ki benim de kolaylıkla başarabileceğimi düşünüyorum ama sonucu nasıl çıkardığını söyleyene kadar hep şaşkınlık içindeyim. Buna rağmen benim gözlerimin seninki kadar keskin olduğunu düşünüyorum.”
“Aynen öyle!” dedi ve sigarasını yakarak koltuğa oturdu. “Yalnız sen gözlemlemiyorsun. Bunun farkında olman gerekir. Örneğin, koridordan bu odaya kadar çıkan merdivenleri pek çok defa gördün.”
“Evet, pek çok defa.”
“Ne sıklıkta peki?”
“Eh, yüzlerce defa olmalı.”
“O zaman kaç basamak var?”
“Kaç tane mi? Bilmiyorum.”
“Düşündüğüm gibi. Gördün ama gözlemlemedin. Anlatmak istediğim nokta bu. Ben on yedi basamak olduğunu biliyorum çünkü hem gördüm hem gözlemledim. Bu arada, böyle ufak tefek meselelerle ilgilendiğin ve bir iki tane önemsiz deneyimimi kaleme aldığın için bunun da ilgini çekeceğini sanıyorum.” Masanın üzerinde duran kalın, pembe renkli bir kâğıdı bana uzattı. “Son postayla geldi.” dedi. “Yüksek sesle oku.”
Kâğıdın üzerinde ne tarih ne imza ne de adres vardı.
“Bu akşam saat 7.45’te bir ziyaretçiniz olacak.” diye yazıyordu. “Bir beyefendi size çok önemli bir konu için danışmak istiyor. Avrupa’da, kraliyet ailelerinden biri için yapmış olduğunuz hizmetten dolayı abartılmayacak kadar önemli meseleler konusunda size güvenilebileceğini göstermiş bulunuyorsunuz. Sizinle ilgili söylentileri etraftan öğrenmiş bulunuyoruz. O saatte dairenizde bulunun ve eğer ziyaretçiniz maske giymiş olursa lütfen kusuruna bakmayın.”
“Oldukça gizemli.” dedim. “Sence bu ne anlama geliyor?”
“Henüz elimde hiçbir veri yok. Eğer elinde veri yoksa teoriler kurmak çok büyük bir hatadır. Genelde insanlar acımasızca gerçekleri saptırarak teorilerine uydurmaya çalışırlar. Oysa teoriler gerçeklere uydurulmalıdır. Evet, bu mesajın kendisine bir göz atalım. Nasıl bir sonuç çıkarıyorsun?”
Dikkatle yazıyı ve yazının bulunduğu kâğıdı inceledim.
“Bunu yazan kişinin maddi durumu iyi olmalı.” dedim arkadaşımın yöntemlerini taklit etme çabasıyla. “Kâğıdın paketi iki üç şilinden daha az değildir, tuhaf bir şekilde oldukça sağlam ve kalın.”
“Tuhaf… İşte aradığım kelime!” dedi Holmes. “Kesinlikle İngiliz kâğıtlarına benzemiyor. Işığa doğru tutar mısın?”
Dediğini yaptım ve kâğıdın dokusuna işlenmiş büyük “E” ve yanında küçük “g”, bir “P” ve büyük “G” ile küçük “t” harflerini gördüm.
“Bundan ne anlam çıkarıyorsun?” diye sordu Holmes.
“Üreticinin adı şüphesiz ya da onun monogramı.”
“Hayır, öyle değil. ‘G’ ve ‘t’, ‘Gesellschaft’ demek yani Almancada ‘şirket’ anlamında. Bizde de alışıldığı üzere kısaltması var. ‘P’ yani ‘Papier’, ‘kâğıt’ anlamındadır. ‘Eg’ için coğrafya indeksine bakalım.”
Raftan ağır ve kalın bir cilt indirdi. “Eglow, Eglonitz, işte burada, Egria! Almanca konuşan bir ülkeymiş; Bohemya’da, Carlsbad’tan fazla uzakta değilmiş. Wallenstein’ın ölüm yeri olması, sayısız cam ve kâğıt fabrikalarının bulunması ile meşhur, ilginç bir yerdir. Ha, ha oğlum, buna ne diyorsun?” Gözleri parlayarak sigarasından büyük, mavi ve mükemmel bir duman üfledi havaya.
“Kâğıt, Bohemya’da imal edilmiş.” dedim.
“Aynen öyle ve bu mesajı bir Alman yazdı. Cümle yapısındaki tuhaflığı fark ettin mi? ‘Sizinle ilgili söylentileri etraftan öğrenmiş bulunuyoruz.’ Bir Fransız ya da Rus bu şekilde yazmaz; ancak Almanlar fiillerinde nezaketsiz davranırlar. Geriye sadece Bohemya kâğıdı üzerine yazan ve yüzünü göstermektense maskeyle gizlemeyi tercih eden bu Alman’ın ne istediğini öğrenmek kalıyor. İşte geliyor ve yanılmıyorsam şüphelerimize açıklık getirecektir.”
Biz konuşurken; at nallarının şiddetli sesi sonrasında kaldırım kenarında duran tekerleklerin gıcırdaması ve akabinde zil sesi duyuldu. Holmes ıslık çaldı.
“Anladığım kadarıyla çift olmalılar.” dedi. “Evet.” diye devam etti camdan bakarak. “Evet, güzel bir kupa arabasının önünde iki tane güzellik var. Tanesi yüz elli gine eder! Bu işte para var Watson, para var!..”
“Gitsem iyi olur, Holmes.”
“Kesinlikle olmaz doktor! Olduğun yerde kal! Boswell’im[1 - James Boswell, 1740-1795. İskoç avukat, yazar ve anı yazarıdır. Boswell adı, İngiliz dilinde; Boswell, Boswellian, Boswellizm terimlerinde kullanılır. Bu terim, “daimî refakatçi / arkadaş / yoldaş ve gözlemci” anlamlarına gelir (e.n.).] olmadan ben mahvolurum. Ayrıca bu, ilginç bir olaya benziyor. Eğer kaçırırsan yazık olur.”
“Ama müşterin…”
“Onu boş ver! Yardımına ihtiyaç duyabilirim ve belki o da yardımını isteyebilir. İşte geliyor. Koltuğa oturuver doktor ve bizi iyice dinle.”
Merdivenlerde ve koridorun orada duyulan yavaş adımların sesi, adam kapının önüne geldiğinde durdu. Sonra sert bir kapı vuruşu duyuldu.
“Buyurun!” dedi Holmes.
Boyunun 1.85’ten daha kısa olması imkânsız görünen, Herkül gibi göğüs ve kollara sahip bir adam içeri girdi. Pahalı giysiler giyiyordu; ancak İngiltere’de onu gören herkes bir zevksizlik abidesi olduğunu söylerdi. Çift düğmeli paltosunun kollarında ve ön kısmında astragandan yapılmış kalın şeritler vardı. Omzuna attığı koyu mavi, kıpkırmızı ipekten bir astarı olan pelerini parlak, beril taşlı bir broşla, boyun kısmında tutturulmuştu. Baldırlarına kadar uzanan çizmelerinin üst kısmında kalın, kahverengi bir kürk vardı ve böylece görünüşü barbar bir varlık izlenimi uyandırıyordu. Elinde geniş kenarlı bir şapka vardı. Diğer eliyle de yüzünün üstünden elmacık kemiklerine kadar uzanan ve yüzünü gizleyen siyah maskeyi düzeltiyordu. Büyük bir ihtimalle kapıdayken takmıştı çünkü içeri girerken eli hâlâ havadaydı. Yüzünün görünen alt kısmından güçlü bir karaktere sahip olduğunu, kalın sarkık dudağı ile uzun ve çıkık çenesindense inatçılık derecesine varacak kadar kararlı olduğunu anlayabiliyorduk.
“Notumu aldınız mı?” dedi Alman aksanıyla ve derinden gelen, nahoş bir sesle konuşarak.
“Geleceğimi söylemiştim.” Hangimize hitap edeceğini bilemediğinden sırayla ikimize de baktı.
“Lütfen oturun.” dedi Holmes. “Bu, benim arkadaşım ve meslektaşım Dr. Watson. Fırsat buldukça davalarımda bana yardımcı oluyor. Biz kiminle tanışma şerefine nailiz?”
“Ben Bohemyalı bir asilzadeyim. Adım Kont von Kramm. Anladığım kadarıyla bu bey, yani arkadaşınız, onurlu ve ağzı sıkı biri; çünkü benim için bunun çok önemli olduğunu bilmenizi isterim. Eğer düşündüğüm gibi biri değilse sizinle tek başıma konuşmayı tercih ederim.”
Gitmek için ayağa kalktığımda Holmes beni bileğimden yakalayarak tekrar koltuğuma doğru itti. “Ya ikimiz ya hiç!” dedi. “Bana söyleyeceğiniz her şeyi bu beyin yanında da anlatabilirsiniz.”
Kont geniş omuzlarını silkti. “O zaman öncelikle şunu söylemeliyim…” dedi. “İki yıl boyunca her şey gizli kalmalı, bu sürenin sonunda olacaklar önemli değil. Ve bunun Avrupa tarihini çok etkileyecek bir olay olabileceğini söylememde bir sakınca yoktur.”
“Söz veriyorum gizli kalacak.” dedi Holmes.
“Ben de.”
“Maskenin kusuruna bakmayın.” dedi ilginç ziyaretçimiz. “Beni işe alan saygıdeğer kişi, kim olduğumun bilinmesini istemiyor ve hemen itiraf etmeliyim ki kendimi tanıttığım unvan, aslında benim gerçek adım değil.”
“Farkındayım.” dedi Holmes soğuk bir edayla.
“Durum çok hassas. Avrupa’nın kraliyet ailelerinden birini büyük bir skandal ve ciddi bir tehlikeden korumak amacıyla her türlü önlemi almalıyız. Açıkçası bu mesele, Ormstein Hanedanı’ndan olan Bohemya krallarının soyu ile ilgilidir.”
“Bunu zaten anlamıştım.” dedi Holmes koltuğuna yerleşip gözlerini kapatarak.
Ziyaretçimiz şaşkınlığını gizlemeyerek bu durgun, tembelce oturan figüre baktı. Şüphesiz, Holmes’u ona, Avrupa’nın en zeki mantıkçısı ve enerjik ajanı olarak tasvir etmişlerdi. Holmes yavaşça gözlerini açıp devasa müşterisine sabırsızlıkla baktı.
“Majesteleri olayı anlatmayı lütfederse…” dedi. “Size daha iyi tavsiyelerde bulunabilirim.”
Adam sandalyesinden fırlayıp kontrol edilemeyen bir heyecanla odada bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Sonra da umutsuzluğunu gösterircesine yüzündeki maskeyi çıkarıp yere fırlattı. “Haklısınız!” diye bağırdı. “Ben kralım. Bunu gizlemek için niye uğraşıyorum ki?”
“Hakikaten neden?” diye mırıldandı Holmes. “Majesteleri daha konuşmaya başlamadan Bohemya Krallığı soyundan, Cassel-Felstein’ın grandükü, Wilhelm Gottsreich Sigismond von Ormstein olduğunuzu biliyordum.”
“Ama beni anlamalısınız!” dedi tuhaf ziyaretçimiz, tekrar oturup elini geniş, beyaz alnına götürerek. “Böyle işleri kendi başıma yapmaya alışık olmadığımı anlamalısınız; ancak durum o kadar hassas ki başka birine güvenip size gönderemezdim. Size danışmak için kimliğimi gizleyerek Prag’dan geldim.”
“O zaman lütfen danışın.” dedi Holmes bir kez daha gözlerini kapatarak.
“Kısaca olaylar şöyle: Yaklaşık beş yıl önce Varşova’ya yaptığım oldukça uzun bir gezi sırasında tanınmış, maceraperest bir kadın ile ahbaplık ettim. Adı Irene Adler idi. Bu isim size tanıdık geliyordur şüphesiz.”
“Sana zahmet, fihristime bakar mısın doktor?” dedi Holmes gözlerini açmadan. Yıllardır, dava listelerini kaydetmek gibi bir sistem edinmişti Holmes. Böylece bir konu ya da isim söylendiğinde gerekli bilgilere hemen ulaşabiliyordu. Bu kadın hakkındaki bilgiyi, Yahudi bir haham ile bir kurmay yüzbaşının deniz balıkları üzerine yazdığı konu incelemesinin arasına sıkışmış hâlde buldum.
“Bakalım şimdi…” dedi Holmes. “Hımm! 1885’te New Jersey’de doğmuş. Kontralto… Hımm! La Scala… Hımm! Prima Donna Imperial Varşova Operası! Evet! Operadan emekli. Ha! Londra’da yaşıyor. Evet! Majesteleri, anladığım kadarıyla sizin bu genç bayanla bir münasebetiniz olmuş, şerefinizi tehlikeye atacak mektuplar yazmışsınız ve şimdi de o mektupları geri almayı arzuluyorsunuz.”
“Aynen öyle. Ama…”
“Gizli bir evlilik var mıydı?”
“Hayır.”
“Resmî belgeler veya sertifikalar?”
“Hayır.”
“Sizi anlamakta zorlanıyorum, majesteleri. Bu genç bayan şantaj ya da başka bir sebeple bu mektupları ortaya çıkarırsa bunların doğruluğunu nasıl kanıtlayacak?”
“Benim el yazım…”
“Öf, öf! Sahte yazı!” “Benim özel kâğıtlarım.”
“Çalındı!”
“Benim özel mührüm.”
“Taklit edildi!”
“Fotoğrafım.”
“Satın alındı!”
“O fotoğrafta ikimiz de vardık.”
“Oh, Tanrı’m! Bu çok kötü! Majesteleri gerçekten düşüncesizlik etmişler.”
“Çıldırmıştım, deliye dönmüştüm!”
“Şerefinizi gerçekten tehlikeye atmışsınız.”
“O zamanlar veliahttım. Gençtim. Şimdi otuz yaşındayım.”
“Fotoğrafı tekrar ele geçirmeliyiz.”
“Denedik ama başaramadık.”
“Majesteleri biraz para harcamak zorunda. Satın almalıyız.”
“Satmıyor.”
“Çalınsa?”
“Beş kere denedik. İki defa, para karşılığı, hırsızlar evinin altını üstüne getirdi. Bir keresinde gezi sırasında bavullarını değiştirdik. İki defa yolunu kestik ama sonuç alamadık.”
“İzine bile rastlamadınız mı?”
“Hem de hiç.”
Holmes güldü. “Oldukça zorlu bir problem.” dedi.
“Ama benim için ciddi bir problem.” dedi kral serzenişle.
“Kesinlikle. Peki, fotoğrafla ne yapacağını söylüyor?”
“Beni mahvedeceğini.”
“Ama nasıl?”
“Evlenmek üzereyim.”
“Biliyorum.”
“İskandinav kralının ikinci kızı olan Clotilde Lothman von Saxe-Meningen ile evleneceğim. Ailesinin katı kurallarını biliyorsunuzdur. Kendisi çok hassas bir ruha sahip. Davranışlarımdan duyacağı en ufak bir şüphe bu evliliğin sonu anlamına gelir.”
“Ya Irene Adler?”
“Onlara fotoğrafı göndermekle tehdit ediyor beni. Yapar da… Yapacağından eminim. Onu tanımıyorsunuz; çelik gibi bir kalbi var. Bir kadının sahip olabileceği en güzel yüze ve en cesaretli erkeğin zekâsına sahiptir. Artık başka bir kadınla evleniyor olmama rağmen yine de istediği şeyi yapmaktan kaçınmaz.”
“Bu fotoğrafı henüz göndermediğine emin misiniz?”
“Eminim.”
“Nasıl emin oluyorsunuz?”
“Çünkü nişanın resmen ilan edildiği gün göndereceğini söyledi. Bu da gelecek pazartesi demektir.”
“Demek önümüzde üç günümüz var.” dedi Holmes esneyerek. “Bu yönden şanslıyız; çünkü şu an halletmem gereken bir iki mesele var. Elbette, majesteleri bir süre Londra’da kalacak değil mi?”
“Pek tabii. Beni Langham’de Kont von Kramm adıyla bulabilirsiniz.”
“O hâlde gelişmeleri size posta yoluyla bildiririm.”
“Lütfen öyle yapın. Heyecanla bekliyor olacağım.”
“Peki, ya para?”
“Açık krediniz var.”
“Tamamen mi?”
“İnanın, o fotoğraf için krallığımın bir bölgesini vermeye hazırım.”
“Ya şimdi gerekli olan harcamalar?”
Kral, pelerininin altından ağır, güderi bir torba çıkararak masanın üstüne bıraktı.
“Burada üç yüz pound’luk altın, kâğıt para olarak da yedi yüz pound var.” dedi.
Holmes, defterinden bir sayfaya makbuzu yazarak ona uzattı.
“Peki matmazelin adresi nedir?” diye sordu.
“Briony Lodge, Serpentine Caddesi, St. John’s Wood.”
Holmes bunu not ettikten sonra, “Bir sorum daha olacak.” dedi. “Fotoğraf biraz büyük bir boyutta mıydı?”
“Evet.”
“O hâlde iyi geceler, majesteleri. Yakında size iyi haberler vereceğimize inanıyorum.”
“Sana da iyi geceler, Watson!” diye ekledi, kraliyet arabasının tekerlekleri hızla caddede ilerlerken. “Yarın öğleden sonra saat üçte gelirsen bu meseleyi seninle konuşmayı çok isterim.”
***
Saat tam üçte Baker Caddesi’ndeydim ama Holmes henüz dönmemişti. Ev sahibi onun sabah saat sekizi biraz geçerken evden ayrıldığını söyledi. İşi ne kadar uzun sürerse sürsün onu bekleme niyetiyle şöminenin yanına oturdum. Yazıya döktüğüm diğer iki araştırma gibi karanlık ve tuhaf özelliklere sahip olmamasına rağmen bu soruşturmayla çok derinden ilgileniyordum; çünkü davanın tabiatı ve müşterinin asilzade oluşu ayrı bir nitelik katıyordu olaya. Elbette arkadaşımın şu an ilgilendiği araştırmanın doğasından apayrı olarak onun olayları ustalıkla idrak edişi ve zekice mantık yürütmelerini, metotlarını incelerken en karışık gizemleri bile hızlı ve kurnaz yollarla çözmesini takip etmenin bana verdiği hazzı kelimelerle anlatmakta zorlanıyorum. Daimî başarısına o kadar alışmıştım ki aksini düşünmek aklıma bile gelmiyordu.
Kapı açıldığında saat dörde geliyordu. Sarhoş görünümlü, dağınık saçlı, uzun favorileri olan ve rezil kıyafetli bir seyis içeri girdi. Arkadaşımın kılık değiştirmedeki yeteneklerini çok iyi bildiğimden o olduğuna emin olmak için üç defa bakmak zorunda kaldım. Kafasıyla selam verdikten sonra yatak odasına geçti ve beş dakika sonra yünlü bir takım giymiş saygıdeğer, yaşlıca bir bey olarak tekrar karşıma çıktı. Ellerini ceplerine sokarak bacaklarını şömineye doğru uzattı ve uzun uzun kahkahalarla gülmeye başladı.
“Aman Tanrı’m!” diye bağırdı. Sonra nefesi kesildi, yine gülmeye başladı; ta ki çaresizce yorgun düşüp kendini koltuğa atana kadar.
“Ne oldu?”
“Çok komik bir şey oldu. Sabahımı nasıl geçirdiğimi, neler yaptığımı tahmin bile edemezsin!”
“Tahmin edemiyorum. Herhâlde Bayan Irene Adler’ın alışkanlıklarını gözlemliyor, belki de evini izliyordun.”
“Aynen öyle ama sonuç biraz değişik oldu. Sana anlatacağım. Bu sabah saat sekizi biraz geçerken işsiz kalmış bir seyis olarak evden ayrıldım. Ata meraklı erkekler arasında müthiş bir yardımseverlik vardır. Onlardan biri gibi davranırsan öğrenmek istediğin her şeyi öğrenebilirsin. Briony Lodge’ı hemen buldum. Arka tarafta bahçesi olan ama yola çok yakın inşa edilmiş iki katlı, küçük ve zarif bir villaydı. Sağ tarafında, üzerlerinde bir çocuğun bile kolaylıkla açabileceği o saçma sapan İngiliz kilitlerinden olan pencereleriyle, güzel döşenmiş bir oturma odası vardı. Arka tarafta pek bir şey yoktu ama garajın üstünden koridora açılan pencereye ulaşmak çok kolaydı. Her açıdan dikkatle inceledim ama kayda değer bir şey yoktu.
Sonra caddede yürürken -tam tahmin ettiğim gibi- bahçenin duvarlarından birine bitişik, dar bir yol üzerinde bir ahır gördüm. Seyislere atlarını tımar etmekte yardımcı oldum ve karşılığında iki peni, yarım bardak içecek, iki sarımlık tütün ve Bayan Adler hakkında istediğim kadar bilgi aldım. Bunun dışında mahallede oturan ve hiç ilgimi çekmeyen yarım düzine insanın biyografilerini dinlemek zorunda kaldım.”
“Irene Adler hakkında neler öğrendin?” diye sordum.
“Ah onun için bütün erkekler kırılıp döküldü! Bu gezegendeki o şapkanın altında bulunan en zarif varlıkmış. Serpentine Ahırları’ndaki erkekler böyle konuşuyor. Sakin bir hayatı var, konserlerde şarkı söylüyor, her gün beşte çıkıp saat yedide akşam yemeğine dönüyor. Şarkı söylemeye gitmezse çok nadiren dışarı çıkıyor. Bir tane erkek ziyaretçisi var ama o da çok sık uğruyor. Bu esmer ve yakışıklı arkadaşı günde en az bir kere ama genelde iki kere onu arıyor. Inner Temple’dan Bay Godfrey Norton. Arabacıyla sırdaş olmanın avantajlarını görebiliyor musun? Birçok defa onu evine götürmüş ve her şeyi öğrenmiş. Anlattıkları her şeyi dinledikten sonra Briony Lodge’da bir kez daha dolaşıp planımı düşündüm.
Bu Godfrey Norton denen adam belli ki meselede önemli bir etken. O bir avukat. Kaygı verici, değil mi? Aralarındaki ilişki neydi ve neden sürekli ziyarete geliyordu? Bu kadın onun müşterisi mi arkadaşı mı yoksa metresi miydi? Eğer müşterisiyse kadın, saklaması için fotoğrafı ona vermiş olmalı ama öyle değilse böyle yapması daha düşük bir ihtimal. Bunun cevabını bulduğumda ya Briony Lodge’da araştırmaya devam edecek ya da Temple’da beyefendinin odasına yoğunlaşacaktım. Hassas bir noktaydı ve araştırmamın genişlemesine sebep oluyordu. Detaylarla seni sıktığımı biliyorum ama durumu anlaman için bu ufak sorunları bilmen gerekiyor.”
“Seni dikkatle dinliyorum.” dedim.
“Olayları kafamda tartarken Briony Lodge’a bir fayton geldi ve bir beyefendi dışarı fırladı. Çok yakışıklı, esmer, gaga burunluydu ve bıyıklıydı; bahsedilen adamın ta kendisi olmalıydı. Acelesi varmış gibi görünüyordu, arabacıya beklemesini söyledi ve kendi evine giren bir adam edasıyla hizmetçi kapıyı açar açmaz içeri daldı.
Yaklaşık yarım saat kadar evde kaldı; onu oturma odasının penceresinden bir aşağı bir yukarı yürürken, heyecanla bir şeyler anlatırken ve kollarını sallarken görebiliyordum. Kadın ise görünürlerde yoktu. Biraz sonra dışarı çıktığında öncekinden daha telaşlı bir hâldeydi. Arabaya binerken cebinden altın bir saat çıkarıp büyük bir ciddiyetle baktı. ‘Çok hızlı sürmeni istiyorum!’ diye bağırdı. ‘Önce Regent Caddesi’nde Gross & Hankey’s’e, sonra da Edgeware yolunda St. Monica Kilisesi’ne gideceğiz. Eğer yirmi dakikada beni oraya ulaştırırsan sana yarım şilin vereceğim!’
Hızla ilerliyorlardı ve ben peşlerinden gidip gitmemeyi düşünürken ufak bir lando yaklaştı. Arabacının paltosu yarıya kadar düğmelenmiş, kravatı kulağının arkasına savrulmuş ve atın tokasındaki madenî parçalar dışarı çıkmıştı. Yaklaşınca kadın kapıdan fırlayıp arabanın içine atladı. Onu bir anlığına görebildim ama çok güzel bir kadın olduğunu fark ettim; her erkeğin uğruna ölebileceği bir yüze sahipti.
‘St. Monica Kilisesi’ne John!’ diye bağırdı. ‘Ve yirmi dakika içinde ulaşırsan sana yarım altın vereceğim!’
Bu fırsatı kaçırmamalıydım Watson. Peşinden koşmayı ya da lando arabanın arkasına tünemeyi düşünürken bir başka arabanın geldiğini gördüm. Sürücü, paspal hâlime iki kere baktı ama itiraz edemeden hemen atladım. ‘St. Monica Kilisesi’ne!’ dedim. ‘Ve yirmi dakikada gidersen sana yarım altın vereceğim.’ Saat 11.35 idi ve nelerin döndüğü çok belliydi.
Şoför âdeta uçuyordu. Ben bundan daha hızlı araba sürdüğümü hiç hatırlamıyorum ama yine de diğerleri bizden önce gelmişlerdi. Enerjileri tükenmiş atlarla hem araba hem de lando kapıdaydı. Adama hemen parasını ödeyip kiliseye koştum. Takibe aldığım iki kişi ve onlara sitem ediyormuş gibi görünen cübbeli bir rahip dışında tek bir insan bile yoktu. Bu üçü, kilise mihrabının önünde düğümlenmiş gibi öylece duruyorlardı. Kiliseye uğramış herhangi bir vatandaş gibi sıraların arasında yürüdüm. Aniden üçü birden, mihrabın oradan dönüp bana baktılar ve ben şaşırmaya fırsat bile bulamadan Godfrey Norton son sürat bana doğru koşmaya başladı.
‘Tanrı’ya şükür!’ diye bağırdı. ‘Çok iyi. Gel buraya! Gel!’
‘Ne oldu?’ diye sordum.
‘Gel, be adam, gel! Sadece üç dakika sürecek yoksa yasal sayılmayacak.’
Mihraba neredeyse sürüklenerek götürülüyordum ve kendimi ne olduğunu anlamadan kulağıma fısıldananlara cevap verirken, bilmediğim şeyleri doğrularken ve hiç evlenmemiş Irene Adler ile bekâr Godfrey Norton’ın beraberliğini sağlamlaştırmada yardımcı olurken buldum. Her şey bir anda olup bitti. Bir tarafımda beyefendi, diğer tarafımda Bayan Adler bana teşekkür ediyordu. Öbür yandan gözleri parlayan rahip bana bakıyordu. Hayatım boyunca böyle akılalmaz bir durumda bulmamıştım kendimi ve sadece bunu düşünerek kahkahalar atıyorum şimdi. Sanıyorum evlilikle ilgili belgelerini geçersiz kılan bir şey varmış ve papaz, bir şahit olmadan onları evlendirmeyi reddetmiş. Benim şans eseri orada bulunmam damadın dışarı fırlayıp bir şahit aramasını son anda engellemiş. Gelin hanım bana bir altın verdi ve ben de bu olayın anısı olarak onu saatimin zincirine takmaya karar verdim.”
“Bu beklenmedik olaylar gidişatı değiştirmiş.” dedim. “Şimdi ne yapacaksın?”
“Eh, planlarım çok ciddi bir tehdit altına girmiş oldu. Çiftin hemen ortadan kaybolacağını düşündüm. Bu yüzden çok acil tedbirler almak icap ediyordu; ancak kilise kapısında ayrıldılar ve beyefendi Temple’a, bayan da eve doğru yöneldi. Ayrılırlarken ‘Her zamanki gibi beşte parkta dolaşacağım.’ dedi kadın. Bundan başka bir şey duymadım. İkisi farklı yönlere giderken ben de planlarımı düzenlemek için ayrıldım.”
“Peki, nedir onlar?”
“Biraz soğuk et ve bir bardak bira.” diye cevap verdi zili çalarak. “Yemek yemeyi düşünecek hâlim kalmadı ve bu akşam daha da meşgul olacağımı sanıyorum. Ah, bu arada doktor, beraber çalışmamız gerekebilir.”
“Çok memnun olurum.”
“Kanunları çiğnemek pahasına bile mi?”
“Hiç önemli değil.”
“Ya tutuklanman gerekirse?”
“İyi bir neden için olacağına eminim.”
“Ah, çok mükemmel bir nedenim var!”
“O hâlde seninleyim.”
“Sana güvenebileceğimi biliyordum.”
“Peki, ne yapmamı istiyorsun?
“Bayan Turner, tepsimi getirdikten sonra sana açıklayacağım. Şimdi…” diyerek ev sahibinin getirdiği sade yiyecekler üzerine odaklandı. “Çok fazla vaktim olmadığı için yemeğimi yerken açıklayacağım. Saat beşe yaklaşıyor. İki saat içinde harekete geçmeliyiz. Bayan Irene -ya da madam mı demeliyim- gezisinden yedide dönüyor. Onu karşılamak için Briony Lodge’da olmalıyız.”
“Sonra ne yapacağız?”
“İşin o kısmını bana bırak. Ben hepsini önceden ayarladım. Ancak bir noktada ısrar etmeliyim. Ne olursa olsun hiçbir şekilde karışmayacaksın. Anlıyor musun?”
“Tarafsız mı kalacağım yani?”
“Hiçbir müdahalede bulunmayacaksın. Biraz tatsızlık yaşanabilir. Sakın bir şey yapma! Olanlar, sonuçta eve girmemi sağlayacak. Dört beş dakika sonra da oturma odasının penceresi açılacak. Sen o pencereye yakın bir yerlerde duracaksın.”
“Evet.”
“Beni izleyeceksin, beni görebileceğin bir yerde olacağım.”
“Evet.”
“Elimi kaldırdığımda sana içeri atman için verdiğim şeyi atacaksın ve ‘Yangın var!’ diye bağıracaksın. Anlatabiliyor muyum?”
“Kesinlikle.”
“Yapılacak şey çok zor değil.” dedi cebinden puro şeklinde bir silindir çıkararak. “Bildiğimiz sis bombası ve uçlarında ışık saçacak bir kapak bulunuyor. Senin görevin bu kadar. ‘Yangın var!’ diye bağırdığında bu, kalabalığın dikkatini çekecektir. Sonra sokağın sonuna yürüyebilirsin, ben de on dakika sonra yanında olacağım. Her şeyi açık seçik anlatabildim mi?”
“Normal davranacağım, pencerenin kenarında duracağım, seni izleyeceğim, sinyal geldiğinde bunu atıp ‘Yangın var!’ diye bağıracağım ve sokağın köşesinde seni bekleyeceğim.”
“Aynen öyle.”
“Bana tamamıyla güvenebilirsin.”
“Harika! O zaman oynayacağım rol için hazırlık yapmalıyım.”
Yatak odasına gidip birkaç dakika sonra samimi, kendi hâlinde, toplumun din adamı algısına uymayan bir papaz görünümüyle karşıma çıktı. Geniş kenarlı siyah şapkası, bol pantolonu, beyaz kravatı, sempatik gülüşü, dikkatli bakışı ve iyiliksever görünümüyle tıpkı Bay John Hare gibiydi. Holmes sadece kostümünü değil, aynı zamanda ifadesini, davranışlarını, ruhunu da değiştirmiş gibi görünüyordu. O, suç bilimindeki uzmanlık alanında kendini geliştirirken sahneler çok iyi bir aktörü, bilim ise çok zeki bir mantıkçıyı kaybetmişti.
Baker Caddesi’nden ayrıldığımızda saat altıyı çeyrek geçiyordu ve Serpentine Caddesi’ne vardığımızda daha on dakikamız vardı. Hava hafif karanlıktı.Biz Briony Lodge’ın önünde mesken sahibini beklerken caddedeki lambalar daha yeni yakılıyordu. Sherlock Holmes’un kısa ve öz anlatımından sonra gördüğüm ev, tam hayal ettiğim gibiydi ama semt beklediğimden daha çok hareketliydi. Sessiz bir mahalledeki küçük bir cadde için oldukça hayat doluydu. Bir köşede sigara içip kahkahalar atan bir grup pejmürde giyimli erkek, bir bileyci, bir hemşireyle flört eden iki bekçi, ağızlarında purolarıyla gezinen iyi giyimli birkaç adam vardı.
“Görüyor musun?” dedi Holmes, evin önünde dolaşarak. “Bu evlilik her şeyi daha da kolaylaştırıyor. Fotoğraf iki uçlu bir silaha dönüşüyor. Bizim müşterimizin, fotoğrafı prensesin görmesinden memnun olmayacağı gibi Bayan Adler da Bay Godfrey Norton’ın görmesinden hoşnut olmayacaktır. Şimdi sorumuz şu: Fotoğrafı nerede bulacağız?”
“Gerçekten nerede acaba?”
“Yanında taşıma olasılığı çok düşük. Biraz büyükçe bir boyutta çünkü. Kadın elbisesinin içinde gizlemek de zor. Kralın, önünü kesip arattırabileceğini de biliyor. Zaten bu şekilde iki girişimde bulunulmuş. O hâlde yanında taşımadığı sonucuna varabiliriz.”
“O zaman nerede?”
“Ya bankerine ya da avukatına verdi. İki olasılığımız var; ama ben onlara verdiğini de sanmıyorum. Kadınlar genelde ketumdur ve her şeyi gizlilikle halletmeyi severler. Niye başkasına versin ki? Ayrıca birkaç gün içinde fotoğraf, ortaya çıkarma kararını da unutmayalım. Bu yüzden kolayca ulaşabileceği bir yerde olmalı. Büyük ihtimalle evinde bir yerlerdedir.”
“Ama iki kez evine girilmiş.”
“Öf! Nasıl aramaları gerektiğini bilmiyorlar.”
“Sen nasıl arayacaksın?”
“Aramayacağım.”
“O zaman ne yapacaksın?”
“Onun bana göstermesini sağlayacağım.”
“Kabul etmez.”
“Öyle bir şansı olmayacak… Ama tekerlek sesleri duyuyorum. Arabası geldi. Şimdi söylediklerimi harfiyen uygulamalısın.”
Arkadaşım konuşurken caddenin dönemecinde, bir arabanın yan ışıklarının parıltısı gözüktü. Küçük, şirin bir lando arabasıydı ve takırdayarak Briony Lodge’ın kapısına kadar geldi. Yaklaşırken serseri adamlardan biri, biraz para almak amacıyla arabanın kapısına koşturdu; ama aynı niyetle koşan başka biri onu dirsekleriyle ittirdi. Bunun üzerine kavga etmeye başladılar ve serserilerden birinin tarafını tutan iki bekçiyle, diğerinin tarafını tutan bileycinin sayesinde ortalık daha da kalabalıklaştı. Anında arabadan inen kadın, birbirlerine yumruklarıyla, sopalarla vahşice girişen, yüzleri kızarmış hâlde mücadele eden erkeklerin arasında buldu kendini. Holmes kadını korumak amacıyla fırladı ama tam ona uzanacakken kadın çığlık attı ve Holmes, yüzü kanlar içinde yere düştü. O düşer düşmez bekçiler ve serseriler tabana kuvvet oradan kaçıp farklı yönlere dağıldılar. Olayı izleyip hiçbir şeye karışmayan daha iyi giyimli insanlar hemen yanlarına gidip hem kadına hem de yaralı adama yardımcı olmak istediler. Irene Adler -ki ona bu şekilde hitap etmeyi tercih ediyorum- hemen merdivenlerden koşmaya başladı ama en yukarı çıkınca durdu ve holden gelen ışığın yansımasıyla o muhteşem hatlarını sergileyerek tekrar caddeye baktı.
“Zavallı beyefendi, yarası ağır mı?” diye sordu.
“Ölmüş!” diye bağırdı birkaç kişi.
“Hayır, hayır, hâlâ yaşıyor!” dedi bir diğeri. “Ama hastaneye yetiştiremeden ölebilir.”
“Çok cesur bir adam.” dedi bir kadın. “O olmasaydı kadının cüzdanıyla saatini çoktan almışlardı. Onlar bir çeteydi, hem de çok zorlu bir çete. Ah, şimdi nefes alıyor!”
“Caddede böyle yatmamalı. İçeri getirelim mi bayan?”
“Tabii ki. Oturma odasına taşıyalım. Orada rahat bir kanepe var. Bu taraftan lütfen!”
Yavaşça ve büyük bir ciddiyetle onu Briony Lodge’a getirip büyük odaya yatırdılar. Ben ise olanları pencere kenarındaki nöbet yerimden izliyordum. Lambalar yakılmıştı; ama perdeler kapatılmadığından Holmes’u kanepede yatarken çok net görebiliyordum. Oynadığı oyundan dolayı vicdan azabı çekip çekmediğini bilmiyordum ama komplo kurduğumuz bu muhteşem kadını gördüğüm an, özellikle de yaralı adamın başında büyük bir lütuf ve hayırseverlikle dururken hayatımda hiç utanmadığım kadar utanmıştım. Ancak Holmes’un bana güvenerek verdiği görevden geri çekilirsem ona en büyük ihanetlerden birini yapmış olacaktım. Duygularımı bir kenara bırakıp paltonun içinden sis bombasını çıkardım. Ne de olsa ona zarar vermiyoruz, diye düşündüm. Sadece onun başkasına zarar vermesine engel oluyorduk.
Holmes koltukta oturarak biraz havaya ihtiyacı varmış gibi ellerini salladı. Bir hizmetçi koşturarak camı açtı. Tam o sırada Holmes’un elini kaldırdığını gördüm ve sinyali alır almaz sis bombasını içeri fırlatıp “Yangın var!” diye bağırdım. Kelimeler ağzımdan dökülür dökülmez etraftakiler, iyi ve kötü giyimlisiyle adamlar, seyisler ve hizmetçiler, “Yangın var!” diye hep bir ağızdan bağırmaya başladılar. Kalın duman bulutları odayı kaplayıp açık camdan dışarı yayıldı. Bir an için koşuşturan figürler gördüm ve bir dakika sonra da Holmes’un bunun yanlış bir alarm olduğunu söyleyen teskin edici sözlerini duydum. Bağıran kalabalığın arasından çıkarak köşeye doğru yöneldim, on dakika sonra arkadaşım yanıma geldi ve kol kola bu karmaşadan uzaklaştık. Edgeware yoluna sapan sakin sokaklardan birine gelene kadar arkadaşım, yaklaşık birkaç dakika hızlıca ve sessizce yürüdü.
“Çok iyiydin doktor!” dedi. “Bundan daha iyi olamazdı! Her şey yolunda.”
“Fotoğrafı aldın mı?”
“Nerede olduğunu biliyorum.”
“Nasıl öğrendin?”
“Sana söylediğim gibi bana gösterdi.”
“Hâlâ bir şey anlamadım.”
“Bunu bir gizem hâline getirmek istemiyorum.” dedi gülerek. “Olay çok basitti. Sokaktaki herkesin suç ortağım olduğunu anladın tabii… Hepsini bu akşam için tutmuştum.”
“O kadarını tahmin etmiştim.”
“Kavganın çıktığı sırada avcumda biraz kırmızı boya vardı. Oraya koştum, kendimi yere attım, elimle yüzüme dokundum ve merhamet uyandıran bir görüntü sergiledim. Bu, eski bir numaradır.”
“Bunu da anlamıştım.”
“Sonra beni içeri taşıdılar. O kadın beni içeri almaya mecburdu. Başka ne yapabilirdi ki? Tam şüphelendiğim odaya, yani oturma odasına buyur edildim. Ya orası olacaktı ya da yatak odası ve inan bana, ikisini de görmeden o evden dışarı adımımı atmazdım. Beni bir kanepeye yatırdılar, biraz temiz hava almak istedim ve böylece pencereyi açmak zorunda kaldılar. Bunun üzerine sen devreye girdin.”
“Benim nasıl bir yardımım dokundu?”
“Yardımın çok önemliydi. Bir kadın, evinde yangın çıktığını sandığında içgüdüsel olarak en değer verdiği şeye doğru koşar. Bu, üstesinden gelinemeyecek bir dürtüdür ve bu avantajdan birden fazla kez yararlanmışımdır. Darlington Substitution Skandalı’nda ve Arnsworth Kalesi işinde bana çok yararı dokunmuştur. Evli bir kadın, bebeğine yönelir; bekâr olanı ise mücevher kutusuna. Şimdi, belli ki bugünkü kadın, bizim aradığımız şeyden daha değerli bir varlığa sahip değildi evinde. O yüzden onu güvenceye almalıydı. Yangın alarmı takdire şayandı. Duman ve çığlıklar, herkesin sinirini bozacak nitelikteydi. O da tam beklediğim gibi davrandı. Fotoğraf, çan ipinin hemen üzerinde bulunan sürgülü panelin gizli bir yerinde duruyor. Bir saniye içinde oradaydı, hatta fotoğrafın yarısını gördüm. Yanlış alarm olduğunu söylediğimde onu yerine koydu, sis bombasına göz attı ve odadan fırladı. Sonra onu bir daha görmedim. Ayağa kalkıp bahaneler bularak evden kaçtım. Fotoğrafa el koyma girişiminde bulunup bulunmama arasında bocaladım; ama o sırada arabacı içeri girmişti ve bana göz ucuyla baktığından biraz daha beklemenin güvenli olacağına karar verdim. Aceleci davranırsam her şeyi mahvedebilirdim.”
“Peki, şimdi ne olacak?”
“Araştırmamız neredeyse bitti. Yarın kral ve seninle birlikte Irene Adler’a gideceğim ve eğer gelmek istersen tabii… Kadını beklememiz için bizi oturma odasına alacaklar ama sanıyorum o gelene kadar ne bizden ne de fotoğraftan eser kalacak. Majestelerinin fotoğrafı kendi elleriyle alması, kendisini yeterince tatmin edecektir sanıyorum.”
“Saat kaçta orada oluruz?”
“Sabah sekizde. Muhtemelen uyanmıştır. Ortalık da pek kimse olmaz. Ayrıca çabuk olmalıyız çünkü evliliği, hayatında ve alışkanlıklarında değişiklikler yaratmış olabilir. Gecikmeden krala telgraf çekmeliyim.”
Baker Caddesi’ne ulaştığımızda kapının önünde biraz oyalandık. Holmes, cebindeki anahtarları aradığı sırada yanımızdan geçen biri.
“İyi geceler, Bay Sherlock Holmes!” dedi.
O sırada kaldırımda birçok kişi vardı; ama selam verenin yanımızdan hızla geçen paltolu, zayıf bir delikanlı olduğunu sanıyorum.
“Ben o sesi daha önce duydum.” dedi Holmes loş caddeye bakarak. “Merak ettim şimdi. Acaba kimdi?”
***
O gece Baker Caddesi’nde kaldım, sabah tost ve kahvemizle meşgul olurken Bohemya kralı aniden içeri girdi.
“Gerçekten ele geçirdiniz mi?” diye bağırdı Sherlock Holmes’u iki omzundan kavrayıp gözlerinin içine sabırsızlıkla bakarken.
“Henüz değil.”
“Ama ümitlisiniz, değil mi?”
“Ümitliyim.”
“O zaman gidelim. Bir an önce oraya gitmek için sabırsızlanıyorum.”
“Araba çağırmalıyız.”
“Hayır gerek yok, benim arabam aşağıda bekliyor.”
“Gidelim o hâlde.”
Dışarı çıkıp bir kez daha Briony Lodge’a doğru yola koyulduk.
“Irene Adler evlendi.” dedi Holmes.
“Evlendi mi? Ne zaman?”
“Dün.”
“Ama kiminle?”
“Norton adında İngiliz bir avukatla.”
“Ama o adamı seviyor olamaz.”
“Sevmesini ümit edelim.”
“Neden ümit edelim?”
“Çünkü böylece majesteleri, ileride başına gelebilecek her türlü beladan kurtulmuş olacak. Eğer bu bayan, kocasını seviyorsa o zaman majestelerini sevmiyor demektir. Eğer majestelerini sevmiyorsa o zaman majestelerinin planlarını altüst etmesi için hiçbir sebep yok demektir.”
“Haklısınız. Ama… Ya… Keşke benim karım olsaydı! Ne kadar da güzel bir kraliçe olurdu!” Yeniden umutsuz bir sessizliğe büründü ve Serpentine Caddesi’ne kadar konuşmadı.
Briony Lodge’ın kapısı açıktı ve yaşlıca bir bayan merdivenlerde duruyordu. Arabadan inerken bize alaylı bir şekilde bakıyordu.
“Bay Sherlock Holmes siz misiniz?” diye sordu kadın.
“Evet, Bay Holmes benim.” diye cevap verdi arkadaşım, sorgulayıcı ve şaşkın bakışlarla.
“Elbette! Hanımım sizin geleceğinizi söylemişti. Bu sabah eşiyle birlikte saat 5.15 treniyle Charing Cross’tan Amerika’ya hareket ettiler.”
“Ne!” Sherlock Holmes hüsran ve şaşkınlıktan bembeyaz kesilerek arkaya doğru sendeledi. “Yani İngiltere’den ayrıldıklarını mı söylemek istiyorsunuz?”
“Hem de geri dönmemek üzere!”
“Peki ya belgeler?” diye sordu kral kısık sesle. “Hepsi gitti!”
“Göreceğiz…” dedi Holmes. Hizmetçinin yanından hızla oturma odasına koştu. Kral ve ben de peşinden gittik. Her yer etrafa saçılmış eşyalarla doluydu. Sanki kadın, kaçmadan önce her tarafı yağmalamıştı, raflar boşaltılmıştı ve çekmeceler açıktı. Holmes çan ipine koştu, küçük bir sürgüyü şiddetle çekti ve elini daldırarak bir fotoğraf ile mektup çıkardı. Fotoğrafta gece elbisesi giymiş Irene Adler’ın ta kendisi vardı ve mektubun üstünde “Sayın Sherlock Holmes, almaya geldiğinde elden verilecek.” yazılıydı. Arkadaşım hemen yırtarak zarfı açtı, hep birlikte okuduk. Üzerinde bir önceki gece yarısının saati ve tarihi yazıyordu. Mektup şöyleydi:

Sevgili Sherlock Holmes,
Gerçekten çok başarılıydınız. Beni iyi kandırdınız. Yangın alarmı çıkana kadar hiç şüphelenmemiştim. Sonra planlarımı nasıl bozduğumu fark edince düşünmeye başladım. Aylar önce sizin hakkınızda beni ikaz etmişlerdi. Bana, eğer kral bir ajan tutarsa bunun kesinlikle siz olacağını söylediler. Adresinizi bana vermişlerdi. Fakat her şeyden şüphelenmeme rağmen, tatlı, şeker bir papaz hakkında kötü şeyler düşünemedim; ama biliyorsunuz, ben aktris olarak yetiştim. Erkeklerin kılık değiştirmesi benim için yeni bir şey değil. Hatta sık sık bu kıyafetlerin verdiği özgürlükten ben de yararlanıyorum. Sizi izlemesi için arabacı John’u gönderdim ve sonra da yukarı, elbise dolabıma koştum. Siz ayrılırken ben aşağı iniyordum.
Kapınıza kadar sizi takip ettim ve meşhur Sherlock Holmes’un ilgi alanında olup olmadığıma emin oldum. Sonra, biraz düşüncesizlik edip size iyi geceler diledim ve kocamı görmek için Temple’a doğru yola koyuldum.
Böyle zorlu bir rakip bizi takibe aldığına göre en iyi çözümün kaçmak olacağına karar verdik. Böylece yarın geldiğinizde evimin boş olduğunu göreceksiniz. Fotoğrafa gelince; müşterinizin içi rahat olsun. Ondan daha iyi bir adamı seviyor ve seviliyorum. Kral, zalimlik yaptığı kişinin artık ayak bağı olmayacağını bilsin. Fotoğrafı, kendimi güvenceye almak için yanımda taşıyorum. İleride bana verilebilecek herhangi bir zarardan korunmak istiyorum. Kralın saklamak isteyeceği bir fotoğraf bırakıyorum. Hoşça kalın Sevgili Bay Sherlock Holmes…
Saygılarımla,
Irene Norton,
Kızlık soyadıyla Adler
“Ne kadın ama ne kadın!” diye bağırdı Bohemya kralı mektubu okuduktan sonra. “Size ne kadar hızlı ve azimli olduğunu söylemiş miydim? İyi bir kraliçe olmaz mıydı? Benimle aynı statüde olmaması çok yazık!”
“Bayan Adler tanıdığım kadarıyla gerçekten de majesteleri ile aynı seviyede değil.” dedi Holmes soğuk bir şekilde. “Majesteleri için bu işi daha başarılı bir şekilde halledemediğim için çok üzgünüm.”
“Aksine, sevgili bayım!” diye bağırdı kral. “Bundan daha başarılı olamazdınız. Onun, sözünü asla çiğnemeyeceğini biliyorum. Şu an fotoğraf, ateşe atılmış kadar güvendeyiz.”
“Majestelerinin bu şekilde konuşmasına sevindim.”
“Size çok şey borçluyum. Lütfen sizi nasıl ödüllendirebileceğimi söyleyin. Bu yüzük…” Yılan şeklindeki zümrüt yüzüğünü çıkarıp arkadaşımın avcuna bıraktı.
“Majesteleri, bundan daha çok değer vereceğim bir şeye sahip.” dedi Holmes.
“Söyleyin yeter ki!”
“Bu fotoğraf!”
Kral şaşkınlık içinde bakakaldı.
“Irene’in fotoğrafı!” diye bağırdı. “Tabii, eğer dileğiniz buysa…”
“Çok teşekkür ederim, majesteleri. Artık yapabileceğimiz başka bir şey kalmadı. Size iyi günler diliyorum.” dedi ve kralın önünde eğildi. Kendisine uzanan ele dikkat etmeden arkasını dönüp beni de beraberinde sürükleyerek evine doğru yola koyuldu.
Anlattıklarım, Bohemya Krallığı’nı tehdit eden büyük bir skandalı ve bir kadının ince zekâsının, Bay Sherlock Holmes’u nasıl yendiğini gösteren bir hikâyeydi. Holmes, eskiden kadınların zekâsıyla çok eğlenirdi ama bir süredir ondan böyle şeyler duymuyorum. Irene Adler’dan veya fotoğrafından söz açılınca “o kadın”dan hep saygıyla bahseder…

Kızıl Saçlılar Kulübü
Geçen senenin sonbaharında bir gün, dostum Sherlock Holmes’a uğramaya karar verdim; fakat iri yarı, kırmızı yüzlü, kıpkızıl saçlı yaşlıca bir bey ile derin bir sohbete dalmış hâlde buldum kendisini. Davetsiz geldiğim için özür diledim ve tam ayrılacakken Holmes beni sertçe odaya çekip kapıyı kapadı.
“Bundan daha iyi bir zamanda gelemezdin, sevgili Watson!” dedi içtenlikle.
“Meşgul olmanızdan korktum.”
“Öyleyim. Hem de fazlasıyla.”
“O zaman yan odada bekleyebilirim.”
“Kesinlikle olmaz! Bu bey, başarılı olduğum birçok davada hem ortağım hem de yardımcım olmuştur, Bay Wilson. Sizin meselenizde de bana çok yardımı dokunacağından hiç şüphem yok.”
İri yarı adam beni selamlamak için sandalyesinden hafifçe kalkarken sorgulayıcı, küçük, torbalı gözleriyle bana baktı.
“Kanepeye geç.” dedi Holmes. Tekrar koltuğuna oturdu ve eleştirme havasında olduğu zamanlarda yaptığı gibi parmak uçlarını birleştirdi. “Biliyorum sevgili Watson, günlük hayatın alışkanlıkları ve monotonluğu dışında olan her türlü gariplikten benim gibi sen de hoşlanıyorsun. Bu yaşantımızdan aldığın hazzı ve coşkunluğu, maceralarımızı yazıya dökerek gösterdin ve söylememe izin verirsen küçük maceralarımızda bu özelliğimizi biraz abartarak ifade ettin.”
“Senin araştırmaların elbette bende büyük merak uyandırdı.” dedim.
“Geçen gün Bayan Mary Sutherland bize basit meselesini anlatmadan önce konuştuklarımızı hatırlıyor musun? Alışılmamış sonuçlar ve olağanüstü uyuşmaların hayatın içinde olduğunu ancak bunları görmek için hayal gücünden çok cesaret gerektiğini söylemiştim.”
“Şüphe etmeye cesaret ettiğim bir düşünce.”
“Evet doktor, ama yine de biraz sonra benim bakış açıma geleceğine inanıyorum. Böyle olmasaydı üst üste bir sürü gerçeği sıralardım; ta ki kendi söylediklerinin altında ezilip benimkileri kabul edene kadar. Her neyse, Bay Jabez Wilson, tüm iyi niyetiyle bu sabah bana uğradı ve öyle bir hikâye anlattı ki uzun zamandır böylesine rastlamamıştım. Daha önce de söylediğim gibi en tuhaf ve en ilginç olayları büyük suçlarla değil, ufak suçlarla bağdaştırabiliriz ve tabii ki kesinleşmiş suçlarda her zaman şüphe için yer vardır. Dinlediğim kadarıyla şu anki davanın bir suçla ilgisi olup olmadığını söylemem zor; ama olaylar zinciri, bunun, dinlediğim en ilginç hikâyelerden biri olduğunu ortaya koyuyor. Belki, Bay Wilson, hikâyenizi yeniden anlatma lütfunda bulunursunuz. Sadece arkadaşım Dr. Watson giriş bölümünü kaçırdığı için değil, ben de oldukça tuhaf hikâyenizi sizin ağzınızdan hevesle tekrar dinlemek istiyorum. Alışkanlığım gereği, olayların en ufak ayrıntılarını dinlerken aklıma gelen binlerce benzer davayı göz önüne alıp onları sonuca ulaşmak için rehber olarak kullanıyorum. Oysa itiraf etmeliyim ki şimdiki olayda anlattıklarınızın eşi benzeri yoktur.”
Bu iri yarı müşteri, söylenenlerden gururlanarak göğsünü biraz kabarttı ve paltosunun iç cebinden pis ve buruşuk bir gazete çıkardı. İlanı bulup gazete sayfasını düzeltti ve dizlerinin üzerine koydu. Arkadaşımı taklit ederek adamı iyice incelemeye çalıştım ve kıyafetiyle dış görünüşünün sunduğu ipuçlarını yorumlamakla uğraştım.
Ancak pek ilerleme kaydedemedim. Ziyaretçimiz ortalama bir İngiliz eşrafı gibi şişman, görkemli ve yavaştı. Bol, gri kareli çoban pantolonu, düğmeleri açık ve çok temiz olmayan bir redingot ile açık kahverengi bir yelek giymişti. Yeleğinin cebindeki Albert zincirinin ucundan, sivri uçlu pirinçten yapılmış kare bir metal parçası sarkıyordu. Yıpranmış bir şapka ile buruşuk kadife yakalı, solmuş kahverengi bir palto, yanındaki sandalyede duruyordu. Kıpkırmızı saçları ve çok üzüntülü, memnuniyetsiz yüz ifadesi dışında pek belirgin bir özelliği yoktu.
Sherlock Holmes keskin gözleriyle ne yapmaya çalıştığımı hemen anladı ve inceleyen bakışlarımı fark edince gülümseyerek kafasını salladı. “Müşterimizin bir ara işçi olarak çalışması, enfiye çekiyor olması, Mason oluşu, Çin’e gitmiş olması ve son zamanlarda bol bol yazı yazması dışında bir şey bulamadım.”
Bay Jabez Wilson sandalyesinde doğruldu, parmağı hâlâ gazetede olduğu hâlde arkadaşıma bakakaldı.
“Tanrı aşkına bütün bunları nereden bildiniz, Bay Holmes?” diye sordu. “Örneğin benim işçilik yaptığımı nereden bildiniz? Bu söylediğiniz İncil kadar gerçek ve iş hayatına da gemide doğramacı olarak başladım!”
“Elleriniz sevgili bayım. Sağ eliniz, sol elinizden gözle görülür ölçüde daha büyük. O elinizle çalıştınız ve dolayısıyla kasları daha gelişmiş.”
“Peki ya enfiye çekmem, masonluk?”
“Onları nasıl anladığımı zekânıza hakaret etmiş gibi olmamak için anlatmayacağım, özellikle koyduğunuz katı kurallardan sonra. Ama şunu belirteyim ki yay ve pusula şeklinde bir kravat iğnesi kullanıyorsunuz.”
“Ah, tabii, bunları unuttum! Peki, çok yazı yazdığıma dair öngörünüze nasıl bir açıklama getireceksiniz?”
“Yaklaşık beş inç boyunca sağ manşetiniz pırıl pırıl; ama masada dinlendirdiğiniz sol kolunuzda dirseğinize yakın, düzgün bir leke var. Bundan başka nasıl bir anlam çıkarabilirdim ki?”
“Ya Çin?”
“Sol el bileğinizin hemen üzerindeki balık dövmesi ancak Çin’de yapılabilirdi. Dövme konusunda ufak bir çalışma yaptım ve hatta bununla ilgili bir yazılı eserle edebiyata katkıda bulunmuşluğum bile var. Balığın pullarını hafif pembeye boyama tekniği yalnızca Çin’de kullanılıyor. Ayrıca saatinizin zincirinde Çin bozuk parasının sallandığını görünce bu çıkarımı yapmak daha da kolay oldu.”
Bay Jabez Wilson uzun uzun güldü. “Çok hoş!” dedi. “Başta çok zekice bir şeyler yaptığınızı sanmıştım ama görüyorum ki pek de abartılacak bir şey yokmuş.”
“Düşünüyorum da Watson…” dedi Holmes. “Anlatarak hata yapıyorum. ‘Omne ignotum pro magnifico.’[2 - “Bilinmeyen her şey mükemmel zannedilir.” anlamında Latince bir cümle (e.n.).] Biliyorsun benim zaten az olan şanım, böyle dobra dobra konuştuğum için yok olup gidecek. İlanı bulabildiniz mi Bay Wilson?”
“Evet, şimdi buldum.” diye cevap verdi, kalın kırmızımsı parmağını gazetenin ortasına bastırarak. “İşte burada! Her şey bunun sayesinde başladı. Buyurun, kendiniz okuyun efendim.”
Gazeteyi elime alarak okumaya başladım.

“KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜNE
Lebanon, Pensilvanya, Amerika’dan merhum Ezekiah Hopkins’in vasiyeti gereği, kulüp üyeliği için bir kişilik kontenjan açılmıştır. Kabul edilecek kişiye sembolik hizmetler karşılığında haftada dört pound verilecektir. Sağlıklı, akli dengesi yerinde, yirmi bir yaşın üzerindeki tüm kızıl saçlı erkekler bu pozisyon için uygundur. Pazartesi saat 11’de, Duncan Ross ile görüşmek için kulüp ofisine, Pope’s Court, Fleet Caddesi, No:7’ye kişinin bizzat kendisinin müracaat etmesi gerekmektedir.”
“Tanrı aşkına bu ne demek oluyor?” diye haykırdım, bu ilginç ilanı iki kez okuduktan sonra.
Holmes neşelendiği zaman hep yaptığı gibi kıkırdadı ve koltuğunda bir yandan diğer yana sallandı. “Biraz alışılmışın dışında değil mi?” dedi. “Ve şimdi Bay Wilson, baştan başlayarak bize kendinizi, ev yaşantınızı ve bu ilanın sizde yaptığı etkileri anlatır mısınız? Yalnız önce gazeteye ve yayımlandığı tarihe bakar mısınız doktor?”
“ ‘The Morning Chronicle’, 27 Nisan, 1890. İki ay öncesinin bu.”
“Pekâlâ. Şimdi Bay Wilson?”
“Size anlattığım gibi Bay Sherlock Holmes.” dedi Jabez Wilson alnını silerken. “Coburg Meydanı’nda şehre yakın küçük bir tefeci dükkânım var. Öyle büyük bir şey değil, hatta son yıllarda karın tokluğuna çalışıyorum bile diyebilirim. Eskiden iki yardımcım vardı ama artık bire düşürdüm. Hatta onun maaşını bile ödeyecek gücüm yok ama işi öğrenmek için yarı ücretle çalışmaya razı olduğunu söyledi.”
“Bu yardımsever gencin adı nedir?” diye sordu Holmes.
“Adı Vincent Spaulding ve o kadar da genç sayılmaz. Yaşını tahmin etmek biraz zor. Ondan daha akıllı bir adamla çalışmayı dileyemezdim, Bay Holmes. Kendisini geliştirirse benim verdiğim maaşın iki katını kazanabileceğini çok iyi biliyorum; ama o mutluysa kafasına böyle şeyleri neden sokayım ki?”
“Elbette. Niye sokasınız ki? Piyasadan daha düşük bir ücrete çalışacak birini bulduğunuz için kendinizi şanslı saymalısınız. Hele bu dönemde bu durum, işverenler için çok sık rastlanan bir şey değilse. Yardımcınızın bahsettiğiniz kadar olağanüstü olup olmadığını bilmiyorum.”
“Ah, tabii ki onun da kusurları var!” dedi Bay Wilson. “Fotoğrafçılığa bu kadar düşkün olan birini görmemiştim. Zekâsını geliştirmesi gerekirken gidip fotoğraf çekiyor, sonra da deliğine giren bir tavşan gibi doğruca bodruma koşturup fotoğraflarını banyo ediyor. Onun en büyük suçu bu ama genel olarak iyi çalışıyor. Ahlaksızlığını da hiç görmedim.”
“Sanıyorum hâlâ sizinle çalışıyor.”
“Evet efendim. O ve yemekle temizliğe bakan on dört yaşlarında bir kız.Evde başka kimsem yok çünkü ben dulum, ailem de yok. Üçümüz çok sakin bir yaşantı sürüyoruz. En azından başımızı sokacak bir evimiz ve borçlarımızı ödeyecek paramız var.
Bizi ilk rahatsız eden şey o ilandı. Tam sekiz hafta önce Spaulding elinde bu gazeteyle ofise geldi ve şöyle dedi:
‘Keşke kızıl saçlı olsaydım Bay Wilson!’
‘Neden?’ diye sordum.
‘Çünkü…’ dedi. ‘Kızıl Saçlılar Kulübü için bir iş ilanı var. Bu işe sahip olacak adam iyi para alacak ve anladığım kadarıyla erkekler için boş pozisyonlar var. Keşke saçım renk değiştirseydi. Ben de hemen bu ilana başvururdum.’
‘Mesele tam olarak nedir?’ diye sordum.
Görüyorsunuz ya Bay Holmes, ben evde kalmayı tercih eden biriyim ve iş benim ayağıma gelir, ben onun ayağına gitmem. Haftalarca adımımı dışarı atmadığım olur. Bu nedenle dışarıda olup bitenlerden haberdar değildim ama ara sıra biraz haber almaktan memnundum.
‘Hiç Kızıl Saçlılar Kulübünü duymadınız mı?’ diye sordu bana gözlerini iyice açarak.
‘Hayır.’
‘Ah, şaşmamak gerek. Bu pozisyona çok uygun nitelikleriniz var!’
‘Parası nasıl?’ diye sordum.
‘Ah, yılda yaklaşık iki yüz pound ama iş çok ağır değil ve insanın asıl mesleğine çok da engel olmuyor.’
Eh, böyle bir şeye kulak kabartacağımı düşünmüşsünüzdür çünkü birkaç yıldır işler pek iyi gitmiyordu ve ek olarak alacağım iki yüz pound da pek iyi olacaktı.
‘Anlat bakalım.’ dedim.
‘Bakın…’ dedi bana ilanı göstererek. ‘Kulübün ilanına kendi gözlerinizle bakın; detayları öğrenmek isteyenler için orada adres de yazıyor. Bildiğim kadarıyla kulüp, bir Amerikan milyoneri olan Ezekiah Hopkins tarafından kurulmuş. Çok tuhaf biriymiş. Kendisi de kızıl saçlıymış ve bütün kızıl saçlı erkeklere sempati duyarmış. Öldüğünde mutemetlerine çok yüklü miktarda miras kalmış ondan. Ayrıca onlara, saçları kıpkızıl olan erkeklere basit işler vermeleri için talimat bırakmış. Bildiğim kadarıyla çok az iş yapmana rağmen çok iyi para veriyorlar.’
‘Ama…’ dedim. ‘Başvuracak milyonlarca kızıl saçlı adam var.’
‘Sandığınız kadar çok değil.’ diye cevap verdi. ‘Yani ilan, Londralı ve yetişkin erkeklerle sınırlı. Bu Amerikalı, gençken Londra’da iş hayatına atılmış ve burası için bir iyilik yapmak istemiş. Ayrıca, eğer saçın açık kızıl ya da koyu kızılsa başvurmanın hiçbir anlamının olmadığını duydum. Pırıl pırıl alev kızılı olması gerekiyormuş. Başvurmak istiyorsanız Bay Wilson, tek yapmanız gereken oraya gitmek; ama belki birkaç yüz pound için kendinizi yormak istemiyor olabilirsiniz.’
Gerçek şu ki beyler, siz de görüyorsunuz, saçım çok koyu olmayan güzel bir tonda ve bu alanda herhangi bir yarış düzenlenirse benim şansımın çok yüksek olduğu apaçık ortada. Vincent Spaulding bu konuya o kadar hâkimdi ki bana faydalı olur diye düşündüm ve bir günlüğüne kepenkleri kapatıp benimle gelmesini istedim. Kısa bir mola için çok hevesli görünüyordu ve sonuç olarak kapımızı kapatıp gazete ilanında verilen adrese gitmek üzere yola koyulduk.
Böyle bir manzarayı bir daha hiç görmek istemem, Bay Holmes. Saçında bir parça kırmızılık olan her erkek, güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan ilana cevap vermek için şehre doluşmuştu. Fleet Caddesi, kızıl saçlı insanlarla doluydu ve Pope’s Court, portakal satan bir seyyar satıcının tezgâhına benziyordu. Tek bir ilanla bu kadar çok insanın gelebileceğini düşünememiştim. Her tondan saç vardı -saman, limon, portakal, kiremit, kil rengi tonlarında- ama Spaulding’in dediği canlı, alev tonu hiç kimsede yoktu. Bunca insanın beklediğini görünce vazgeçmeye karar verdim ama Spaulding bunu kesinlikle kabul etmedi. Nasıl yaptığını anlamadım bile ama itekledi, çekiştirdi, tosladı ve bir şekilde kalabalığı yardı. Beni de ofise götüren merdivenlerin başına getirdi. Orası inen ve çıkanların kalabalığı ile doluydu. Kimi ümitle içeri girerken kimi de karamsarlıkla dışarı çıkıyordu. Nihayet aralarına iyice sıkışarak kendimizi ofiste bulduk.”
“Çok eğlenceli bir deneyim yaşamışsınız.” dedi Holmes, müşterisi konuşmasına ara verip hafızasını tazelemek için bir tutam enfiye çekerken. “Lütfen ilginç hikâyenize devam edin.”
“Ofiste iki ahşap sandalye ve bir masadan başka eşya yoktu. İçeride saçları benimkinden de kızıl ufak tefek bir adam oturuyordu. Adaylara birkaç kısa söz söyledikten sonra onları eleyecek bir eksikliği mutlaka buluyordu. Bu işe girmek sandığımdan da zor görünüyordu. Her neyse, benim sıram geldiğinde bana karşı davranışı diğerlerinden daha olumlu oldu ve bizimle özel konuşabilmek için kapıyı hemen arkamızdan kapattı.
‘Bu, Bay Jabez Wilson.” dedi yardımcım. ‘Ve kulüpteki boş kadro için geldi.’
‘Belli ki çok uygun bir aday.’ dedi diğer adam. ‘Aradığımız özelliği görebiliyorum onda. Bundan daha iyisini gördüğümü hatırlamıyorum.’ Geriye doğru bir adım attı, kafasını yana eğdi ve ben rahatsızlık duyana kadar saçlarımı inceledi. Sonra birdenbire öne doğru atıldı, elime sarıldı ve beni tebrik etti.
‘Tereddüt etmek size haksızlık yapmak olur.’ dedi. ‘Ancak bir tedbir alacağım için kusura bakmayın.’ Bunun üzerine iki eliyle saçlarıma yapışıp ben çığlık atana kadar çekiştirdi. ‘Gözleriniz sulandı.’ dedi saçlarımı bırakarak. ‘Her şeyin yolunda gittiğini anlıyorum; ama dikkatli olmalıyız çünkü iki kez peruk ve bir kez de boya ile bizi kandırmaya çalıştılar. Size ayakkabı boyasıyla ilgili iğreneceğinize emin olduğum ne hikâyeler anlatabilirim bir bilseniz…’ Sonra da pencerenin kenarına gidip kadronun dolduğunu yüksek sesle ilan etti. Aşağıdan hayal kırıklıklarını ifade eden haykırışlar geldi ve insanlar değişik yönlere dağıldılar. Ben ve yöneticiden başka kızıl saçlı kalmamıştı ortalıkta.
‘Benim adım Duncan Ross.’ dedi. ‘Asil hayırseverimizin bıraktığı sermayeden yararlanan emeklilerden biriyim. Evli misiniz Bay Wilson? Aileniz var mı?’
Olmadığını söyledim.
Yüzü hemen düştü.
‘Çok fena!’ dedi ciddi bir şekilde. ‘Hem de çok fena! Buna çok üzüldüm. Bu fon, kızıl saçlıların hem devamını hem de çoğalmalarını sağlamak içindi. Bekâr olmanız çok büyük bir talihsizlik!’
Hâliyle benim de yüzüm düştü, Bay Holmes çünkü bu işi bana vermeyeceklerini anladım ama birkaç dakika düşündükten sonra bunun bir problem olmayacağını söyledi.
‘Başka biri söz konusu olsaydı…’ dedi. ‘İtiraz ederdik ama sizin gibi saçları olan bir beyefendi için kuralları biraz esnetmekte zarar görmüyorum. Yeni görevinize ne zaman başlayabilirsiniz?’
‘Aslında durum biraz tuhaf çünkü benim zaten bir işim var.’ dedim.
‘Oh, onu boş ver, Bay Wilson!’ dedi Vincent Spaulding. ‘Ben işin başında dururum.’
‘Çalışma saatleri nasıl?’ diye sordum.
‘Saat ondan ikiye kadar.’
Bir tefeci daha çok akşamları çalışır, Bay Holmes. Özellikle de perşembe ve cuma akşamları; çünkü bu günler ödeme zamanından hemen öncedir. Bu işte sabahları biraz para kazansam hiç fena olmayacaktı. Ayrıca yardımcımın iyi çalıştığını ve her türlü sorunla baş edeceğini çok iyi biliyordum.
‘Benim için uygun.’ dedim. ‘Peki, maaşı nasıl?’
‘Haftada dört pound.’
‘Ya iş?’
‘Önemsiz şeyler…’
‘Önemsiz dediğiniz şeyler nedir?’
‘Bu süre içinde ofisinizde, en azından binanın içinde bulunmalısınız. Eğer dışarı çıkarsanız işinizi sonsuza dek kaybedersiniz. Vasiyette bu husus çok önemli bir nokta olarak belirtiliyor. Bu sürede eğer ofisinizden kımıldarsanız o zaman koşullara razı olmadığınızı göstermiş olursunuz.’
‘Günde sadece dört saat olduktan sonra ofisten bir yere ayrılmayı düşünmem!’ dedim.
‘Burada hiçbir bahane affedilmez.’ dedi Bay Duncan Ross. ‘Ne hastalık ne de iş için. Binada kalmalısınız yoksa işinizden olursunuz.’
‘Peki, iş nedir?’
‘Britannica Ansiklopedisi’ni kopyalayacaksınız. Şuradaki baskıda ilk cildi var. Kendi mürekkep, kalem ve kurutma kâğıdınızı getireceksiniz, biz de size bu masa ile sandalyeyi vereceğiz. Yarın başlamaya ne dersiniz?’ ‘Memnuniyetle!’ dedim.
‘O zaman iyi günler, Bay Jabez Wilson. Bu görevi elde edecek kadar şanslı olduğunuz için sizi bir kez daha tebrik ediyorum.’ Başını eğdiğinde odadan çıkmam gerektiğini anladım ve yardımcımla beraber eve gittik. Ne söyleyeceğimi ya da ne yapacağımı bilemiyordum; ama şansımın iyi gitmesinden dolayı çok mutluydum.
Bütün gün bu olayı düşündüm, akşam olduğunda ise iyice kederlenmiştim. Çünkü bunun bir hile ya da sahtekârlık olduğu konusunda kendimi ikna etmiştim. Amaçlarının ne olduğunu tahmin edemiyordum. Böyle bir vasiyetin olması inanılacak gibi değildi ve ‘Britannica Ansiklopedisi’ni kopyalamak gibi basit bir işe bu kadar çok para vermeleri tuhaftı. Vincent Spaulding, beni neşelendirmek için elinden geleni yaptı ama ben gece yatmadan önce bu işten vazgeçmeye çoktan karar vermiştim. Fakat sabah olduğunda gidip bakmaya niyetlendim ve ufak bir şişe mürekkep, tüylü bir kalem ve yedi tane büyük kâğıt alarak Pope’s Court’a doğru yola koyuldum.
Şaşkınlığıma rağmen her şeyin yolunda gitmesine çok memnun oldum. Benim için bir masa hazırlanmıştı ve işe tam olarak hazır olmam için Bay Duncan Ross bana yardımcı olmuştu. A harfiyle başlamamı söyledikten sonra beni yalnız bıraktı ama ara sıra uğrayarak her şeyin yolunda gidip gitmediğine bakıyordu. Saat ikide bana iyi günler diledi, yazdıklarım için iltifatlar yağdırdı ve arkamdan kapıyı kilitledi.
Her gün böyle devam etti, Bay Holmes ve cumartesi günü yönetici gelip bir haftalık maaşım olan dört pound’u önüme koydu. Bu birkaç hafta daha sürdü. Her gün saat onda oradaydım ve ikide ayrılıyordum. Zaman geçtikçe Bay Duncan Ross sadece sabahları uğrar oldu ve bir süre sonra da hiç uğramamaya başladı. Ama yine de odamdan ayrılmaya hiç cesaret edemedim; çünkü ne zaman geleceği hiç belli olmazdı ve bu iş o kadar iyi, bana o kadar uygundu ki kaybetmeyi göze alamazdım.
Bu şekilde sekiz hafta geçti; başrahiplik, okçuluk, silahlar, mimarlık[3 - İngilizceleri “A” harfiyle başlamaktadır (ç.n.).] ve Attica hakkında yazmıştım ve bir an önce B harfine geçmeyi ümit ediyordum. Kâğıda bayağı bir para vermiştim ve yazılarım neredeyse bir rafı doldurmuştu. Derken birdenbire her şey sona erdi.”
“Sona mı erdi?”
“Evet efendim. Bu sabah sona erdi. Her zamanki gibi saat onda işe gittim ama kapı kapalı ve kilitliydi. Küçük kare bir kartonu panelin ortasına çiviyle asmışlardı. İşte buyurun kendiniz okuyun.”
Bir kâğıt sayfası büyüklüğünde beyaz bir kartonu havaya tuttu. Şöyle yazıyordu:

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ FESHEDİLDİ
9 Ekim,1890
Sherlock Holmes ile ben bu kısa ilanı ve arkasındaki hüzünlü yüzü inceledik; ancak birdenbire olayın komik yönü üstün geldi ve ikimiz de kahkahalara boğulduk.
“Burada komik olan hiçbir şey göremiyorum!” diye bağırdı müşterimiz saç diplerine kadar kızararak. “Eğer gülmekten başka bir işe yaramayacaksanız başka yere giderim!”
“Hayır, hayır!” diye bağırdı Holmes onu oturduğu yere tekrar itekleyerek. “Sizin bu davanızı hayatta kaçırmam. Oldukça ilginç ama eğer söylememe izin verirseniz, biraz komik bir yanı var. Kartonu kapıda bulduğunuzda ne yaptığınızı anlatır mısınız lütfen?”
“Sersem gibi olmuştum, efendim. Ne yapacağımı bilemedim. Sonra civardaki ofislere sordum ama hiç kimse bir şey bilmiyor gibiydi. En sonunda giriş katında yaşayan ev sahibine gittim, kendisi bir muhasebecidir. Ondan Kızıl Saçlılar Kulübü hakkında bilgi istedim. Böyle bir kulübü hiç duymadığını söyledi. Sonra Duncan Ross’ın kim olduğunu sordum. Bu ismi de ilk defa duyduğunu söyledi.
‘Yani…’ dedim. ‘4 numarada oturan beyefendi.’ ‘Ne? O kızıl saçlı adam mı?’
‘Evet.’
‘Ah!’ dedi. ‘Onun adı William Morris. O bir avukat ve yeni ofisi hazır olana kadar benim odalarımın birini geçici olarak kullanıyordu. Dün taşındı.’
‘Onu nerede bulabilirim?’
‘Yeni ofisinde. Bana adresini verdi evet, King Edward Caddesi, No:17, St. Paul’e yakındır.’
Oraya gittim Bay Holmes ama bu adreste protez diz kapağı yapan bir atölye vardı ve hiç kimse, ne William Morris ne de Duncan Ross ismini duymuştu.”
“Bunun üzerine ne yaptınız?” diye sordu Holmes.
“Eve, Saxe-Coburg Meydanı’na gittim ve yardımcımın tavsiyelerini dinledim; ama onun da bana pek faydası dokunmadı. Tek söyleyebildiği, beklediğim takdirde bana posta yoluyla ulaşacaklarıydı. Bu benim için yeterli değildi, Bay Holmes. Böyle bir işi mücadele etmeden kaybetmek istemiyordum ve sizin zavallı insanlara tavsiyeler verecek kadar iyi niyetli olduğunuzu duyar duymaz hemen atlayıp geldim.”
“Çok akıllıca bir iş yaptınız.” dedi Holmes. “Anlattıklarınız aşırı derecede ilginç ve size yardım etmekten mutluluk duyarım. Anlattıklarınıza bakılırsa göründüğünden daha ciddi olayların olduğunu tahmin ediyorum.”
“Yeterince ciddi!” dedi Bay Jabez Wilson. “Haftada dört pound kaybediyorum.”
“Kişisel olarak endişeleniyorsunuz.” dedi Holmes. “Ama bu olağanüstü kulübe karşı pek de şikâyetiniz olmamalı. Aksine, anladığım kadarıyla otuz pound kazandınız ve ansiklopedide A harfinin altında bulunan bilgileri öğrenmiş bulunuyorsunuz. Yani fazla bir kaybınız yok.”
“Hayır efendim ama onlar hakkında bilgi edinmek istiyorum. Kim onlar? Böyle bir eşek şakasını -eğer eşek şakasıysa- neden yaptıklarını öğrenmek istiyorum. Onlara bayağı pahalıya patlayan bir şaka oldu; tam tamına otuz iki pound.”
“Bunları öğrenmek için gayret edeceğiz. Bir iki sorum daha olacak, Bay Wilson. Bu ilana ilk olarak dikkatinizi çeken yardımcınız ne zamandır sizin için çalışıyor?”
“O zamanlar, yaklaşık bir aydır benimle çalışıyordu.”
“Nasıl işe başladı?”
“İlan vasıtasıyla.”
“Tek başvuran o muydu?”
“Hayır, yaklaşık bir düzine aday vardı.”
“Onu neden seçtiniz?”
“Çünkü pratik zekâlı biri gibi görünüyordu ve aynı zamanda daha ucuza çalışacaktı.”
“Tam olarak yarım maaş kadar ucuz.”
“Evet.”
“Bu Vincent Spaulding nasıl biri?”
“Ufak tefek, güçlü yapılı, kendince hızlı, yüzünde hiç kıl yok ama otuz yaşından küçük değildir. Alnında beyaz bir asit lekesi var.”
Holmes heyecanlanarak sandalyesinde doğruldu. “Ben de öyle tahmin etmiştim.” dedi. “Kulaklarının delik olduğu hiç dikkatinizi çekti mi?”
“Evet efendim. Küçükken bir Çingene’nin deldiğini söylemişti.”
“Hımm…” dedi Holmes koltuğuna gömülüp derin düşüncelere dalarak. “Hâlâ sizinle çalışıyor mu?”
“Ah, tabii efendim. Biraz önce onun yanından ayrıldım.”
“Siz yokken işleri idare edebiliyor mu?”
“Evet, şikâyetim yok efendim. Zaten sabahları pek iş olmuyor.”
“Bu, yeterli Bay Wilson. Bir iki gün içinde sizi aydınlatmaktan mutluluk duyacağım. Bugün cumartesi, sanıyorum pazartesi gününe kadar bir sonuca varırız.”
“Ee, Watson…” dedi Holmes misafirimiz ayrıldıktan sonra. “Ne diyorsun bu işe?”
“Pek bir şey anlamadım.” dedim açık konuşarak. “Oldukça gizemli görünüyor.”
“Sana bir kural söyleyeyim.” dedi Holmes. “Bir şey ne kadar tuhaf ise gizemi o kadar azdır. Alelade, niteliksiz suçlar esasen daha anlaşılmaz olur, tıpkı alelade bir yüzü tasvir etmeye çalışmak gibi zordur. Yalnız bu meselede hemen harekete geçmeliyim.”
“Ne yapacaksın?” diye sordum.
“Pipo içeceğim.” diye cevap verdi. “Bu en az üç pipoluk bir sorun. Benimle elli dakika kadar konuşmamanı rica ediyorum.” Dizlerini atmaca gibi burnuna doğru çekerek koltuğuna kıvrıldı gözleri kapalı bir hâlde. Piposu tuhaf bir kuşun gagası gibi duruyordu ağzında. Uykuya daldığını düşündüm hatta ben de uyukluyordum ki aniden karar veren bir adam edasıyla koltuğundan fırladı ve piposunu şömine rafına koydu.
“Sarasate, St. James Salonu’nda çalacak bu öğleden sonra.” dedi. “Ne diyorsun, Watson? Hastaların seni birkaç saatliğine bana bağışlarlar mı?”
“Bugün yapacak bir işim yok. Benim mesleğim çok fazla merak uyandırmıyor.”
“O zaman şapkanı al ve benimle gel. Önce şehre uğramam gerekiyor. Yolda bir şeyler yeriz. Programda çok fazla Alman müziği olduğunu gördüm, İtalyan ya da Fransız müziğine tercih ederim. İçe bakışa dayalı bir müzik ve ben de biraz içe bakış yapmak istiyorum. Haydi gidelim!”
Metro ile Aldersgate’e kadar gittik. Kısa bir yürüyüş sonrasında sabah dinlediğimiz o tuhaf hikâyenin geçtiği yere, Saxe-Coburg Meydanı’na ulaştık. Avuç içi kadar, fakir ama temiz bir yerdi. Pis, iki katlı, kiremitli evler; parmaklıklarla çevrili küçük alanlara bakıyordu. Çimlerle kaplı yerler ve birkaç tane solmuş defne ağacı, sisli ortamla büyük bir savaş veriyor gibiydi. Üç yaldızlı top ile süslü, beyaz renkle yazılmış, kahverengi üzerinde “JABEZ WILSON” yazan tabela, köşedeki evde asılıydı. Kızıl saçlı müşterimiz işlerini burada yürütüyordu. Sherlock Holmes evin önünde durup kafasını hafifçe yana eğdi. Göz kapaklarını kısarak pırıl pırıl gözleriyle evi incelemeye başladı. Sonra sokağın bir ucundan diğer ucuna kadar evleri inceleyerek yürüdü. En sonunda tefecinin evine gelip bastonunu iki üç kez kaldırıma kuvvetlice bastırarak sapladı ve sonra kapıyı çaldı. Pırıl pırıl temiz yüzlü bir delikanlı kapıyı hemen açtı ve onu içeriye buyur etti.
“Teşekkür ederim.” dedi Holmes. “Buradan Strand’e nasıl gidebileceğimi soracaktım.”
“Sağdan üçüncü sokağa sapın, sonra oradan da dördüncü sokağa girin.” diye cevap verdi delikanlı ve kapıyı kapattı.
“Akıllı bir çocuk.” dedi Holmes uzaklaşırken. “Bence Londra’nın en akıllı dördüncü adamı, hatta üçüncüsü olduğunu bile iddia ederim. Onunla ilgili bir şeyler biliyorum.”
“Bu belli oluyor.” dedim. “Bay Wilson’ın yardımcısının, Kızıl Saçlılar Kulübü gizeminde bir parmağı olduğunu varsayabiliriz. Sırf onu görebilmek için adres sorduğuna eminim.”
“Onu değil.”
“O hâlde?”
“Pantolonunun diz kısmını.”
“Peki, ne buldun?”
“Görmek istediğimi.”
“Kaldırımı niye eşeledin?”
“Sevgili doktor, şimdi gözlem yapma zamanı, konuşmanın sırası değil. Biz, düşmanın ülkesindeki iki gizli ajanız. Saxe-Coburg Meydanı hakkında bir şeyler biliyoruz. Şimdi gizli kalan diğer şeyleri keşfedelim.”
Bir resmin önü ile arkası birbirine ne kadar zıt ise Saxe-Coburg Meydanı’ndan döndüğümüzde karşımıza çıkan yol da meydanla o kadar tezatlık arz ediyordu. Şehrin trafiğini kuzeyden batıya taşıyan ana caddelerden biriydi. Ticaret merkezleri bölgede yoğun olduğu için buranın geleni gideni çoktu. Patika yollar, akın akın yürüyen yayaların ayak izlerinden dolayı siyahlaşmıştı. Lüks dükkânlarla görkemli iş merkezlerinin biraz önce ayrıldığımız sönük ve durgun meydana bitişik olduğunu görmek çok ilginçti.
“Bakalım şimdi…” dedi Holmes köşede durup etrafına bakınarak. “Buradaki evleri sırasıyla hatırlamak istiyorum. Londra hakkında bilgi edinmek benim hobilerimden biri. Tütün dükkânı Mortimer’s, ufak gazete bayisi, City ve Suburban Bankasının Coburg Şubesi, Vejetaryen Lokantası, McFarlane’ın araba garajı… Bunun sonunda da öbür sokağa geçiliyor. Evet doktor, işimizi yaptık ve artık şov zamanı! Önce bir sandviç yiyip kahve içelim, sonra bizi muammalarıyla sinirlendirecek kızıl saçlı müşterilerin olmadığı; tatlılığın, inceliğin ve uyumun bulunduğu keman dinletisine gidelim.”
Arkadaşım çok istekli bir müzisyendi ve sadece yetenekli bir icracı değil, aynı zamanda çok hünerli bir besteciydi. Bütün öğleden sonra bölmesinde mutluluk içinde oturarak dalıp gitmişti ve uzun, ince parmaklarını müziğin ritmine göre sallıyordu. Hafifçe gülümseyen yüzü ve baygın, romantik gözleri ile kendisini müziğe vermişti. Keskin zekâlı dedektif Holmes’tan çok farklıydı. Olağanüstü karakterindeki çift mizacı sırasıyla kendini gösterdi. Uç noktalara varacak kadar dürüst ve kurnaz oluşunun, ara sıra içinde ağır basan romantik ve düşünceli hâli temsil ettiğini düşünmüşümdür hep. Doğasındaki büyük değişimler, onu durgun bir adamdan aşırı enerji dolu biri hâline getirirdi. Bazı zamanlar -daha önceleri de pek çok kez gördüğüm gibi- kemanını ve ciltli, Gotik harfli kitaplarını alıp koltuğundan günlerce kalkmazken bazen de oldukça çetin bir ruh hâline girerdi. Aniden kovalama arzusuyla dolup taşar ve muhteşem mantık gücü, sezgisel bir seviyeye yükselirdi. Onun yöntemlerine alışık olmayan biri, sanki diğer ölümlülerle aynı bilgi dağarcığına sahip değilmiş gibi onu beğenmez, ona aşağılayıcı bir gözle bakardı. O öğleden sonrasında Holmes’u, St. James Salonu’nda, kendini müziğe o denli vermiş hâlde gördüğümde yakalamayı kafasına koyduğu insanları çok şanssız zamanların beklediğini hissettim.
“Şüphesiz eve gitmek istiyorsundur doktor.” dedi salondan ayrılırken.
“Evet, çok iyi olur.”
“Benim de birkaç saat sürecek bir işim var. Coburg Meydanı’ndaki mesele oldukça ciddi.”
“Neden ciddi?”
“Büyük bir suç işlemeyi tasarlıyorlar. Onları zamanında durdurabilmek için elimde her türlü delil var; ancak bugünün cumartesi oluşu durumu zorlaştırıyor. Bu gece yardımlarına ihtiyacım olacak.”
“Saat kaçta?”
“Gece saat onda gelmen yeterli.”
“Onda Baker Caddesi’nde olacağım.”
“Pekâlâ, bu arada doktor, biraz tehlikeli olabilir. O yüzden tabancanı yanına alsan iyi olur.” El sallarken bir anda dönüp kalabalığa karıştı.
Komşularımdan daha kalın kafalı olmadığıma inanıyorum ama Sherlock Holmes ile münasebetlerimizdeki aptallığım canımı sıkmaya başlamıştı. Onun duyduklarını duyuyor, onun gördüklerini görüyordum. Ama her şey bana karmaşık ve garip gelirken o sadece olmuş olanları değil, aynı zamanda olacakları da görebiliyordu. Kensington’daki evime giderken her şeyi gözden geçirdim; ansiklopediyi kopyalayan kızıl saçlının hikâyesinden Saxe-Coburg’e olan gezimize ve benden ayrılırken söylediği o uğursuz sözlere kadar her şeyi… Bu geceki gezimiz neyin nesiydi ve neden silahlı gidecektim? Nereye gidiyorduk ve orada ne yapacaktık? Tefecinin bu düzgün yüzlü yardımcısının çok dehşet verici bir adam olduğunu, Holmes’un üstü kapalı sözlerinden anlamıştım ve bu adam kötü şeyler yapacaktı. Parçaları birleştirmeye çalıştım ama bir süre sonra bundan ümitsizce vazgeçtim. En iyisi ne olup bittiğini öğrenene kadar meseleyi bir kenara bırakmaktı.
***
Saat dokuzu çeyrek geçe evden çıktım, Park’tan geçtim ve Oxford Caddesi’nden geçerek Baker Caddesi’ne ulaştım. İki arabacı kapıda duruyordu ve koridora girerken yukarıdan sesler duydum. Odaya girdiğimde Holmes, iki adamla hararetli bir şekilde sohbet ediyordu. Polis memuru olan Peter Jones’u hemen tanıdım. Diğeri uzun boylu, zayıf, hüzünlü bir yüz ifadesi olan bir adamdı. Çok parlak bir şapkayla insana kasvet verecek kadar düzgün bir redingot giymişti.
“Ah! Artık herkes geldi!” dedi Holmes, çift düğmeli gemici ceketini ilikleyip raftan avcı kırbacını alırken. “Watson, sanıyorum Scotland Yard’dan Bay Jones’u tanıyorsun. Seni Bay Merryweather ile tanıştırayım. Bu geceki maceramızda bize eşlik edecek.”
“Yine çiftler hâlinde avcılığa çıkıyoruz doktor.” dedi kibirli tavrıyla. “Bu arkadaşımız avı başlatmak için mükemmel bir aday. Tek istediği bütün koşuşturmaları yapacak bir köpek.”
“Çılgın bir kaz kafalı bu koşuşturmaları sona erdirmez umarım.” dedi Bay Merryweather canı sıkılmış bir şekilde.
“Bay Holmes’a güvenebilirsiniz efendim.” dedi polis memuru mağrurca. “Kendine has yöntemleri var ve eğer kusura bakmazsa bu yöntemleri biraz fazla teorik ve gerçeklerden uzak bulduğumu söyleyeceğim. Yine de onda bir dedektif ruhu olduğunu kabul etmeliyim. Sholto cinayetinde ve Agra hazinesinde olduğu gibi, birkaç kez neredeyse polis memurlarından bile daha iyi sonuçlar elde etti.”
“Eğer öyle diyorsanız Bay Jones, doğrudur.” dedi yabancı kayıtsızca. “Yine de itiraf etmeliyim ki iskambil kâğıtlarımı özledim. Yirmi yedi yıldır ilk defa cumartesimi kâğıt oynamadan geçiriyorum.”
“Sanıyorum…” dedi Sherlock Holmes. “Hayatında oynamadığın kadar büyük bir miktarla oynayacaksın ve oyun da çok heyecanlı olacak bu gece. Bay Merryweather, ortaya konan para otuz bin pound ve sen de uzun zamandır yakalamak istediğin adamı yakalayacaksın Jones.”
“John Clay; katil, hırsız, şiddet yanlısı ve sahtekâr bir genç adamdır Bay Merryweather ama çok profesyoneldir ve Londra’da herhangi bir suçludan ziyade, kelepçeleri en çok onun bileklerine geçirmek istiyorum. Müthiş bir adamdır bu John Clay. Dedesi bir dük idi. Eton ve Oxford’da bulunmuş. Beyni, parmakları kadar hızlı çalışır. Her köşede onun izine rastlamamıza rağmen kendisini nerede yakalayacağımızı tespit edemiyoruz. Onu bir hafta İskoçya’da dolandırıcılık yaparken diğer hafta ise Cornwall’da yetimhane inşa etmek için para toplarken görebilirsiniz. Yıllardır izini sürüyorum ve bir kere bile onu göremedim.”
“Ümit ederim ki bu gece sizi tanıştırma fırsatına nail olurum. Benim de Bay John Clay ile yaşadığım birkaç olay var ve profesyonelliğin doruğunda olduğunu kabul ediyorum. Saat onu geçmiş, bir an önce işe koyulsak iyi olur. Siz ikiniz ilk arabaya binersiniz. Biz de Watson ile arkadakini alırız.”
Uzun yolculuğumuz boyunca Holmes pek konuşmadı, onun yerine arkasına yaslanıp öğleden sonra dinlediği parçaları mırıldandı. Farrington Caddesi’ne girene kadar, gaz lambaları yanan, dolambaçlı caddelerden geçtik at arabamızla.
“Yaklaştık.” dedi arkadaşım. “Merryweather denen adam bir banka müdürü ve bu olayla kişisel olarak ilgileniyor. Jones’un da bizimle gelmesinde bir sakınca görmedim. Mesleğinde tam bir aptal olmasına rağmen fena bir adam değil. Onun bir olumlu yanı var. Bir buldok köpeği kadar cesurdur ve âdeta bir yengeç gibi tuttuğunu bırakmaz. İşte geldik. Bizi bekliyorlar.”
O sabahki kalabalık yola yeni gelmiştik. Arabalarımızı gönderdik ve Bay Merryweather önderliğinde dar bir koridordan geçtik. Yan kapıya geldiğimizde bize kapıyı açtı. Sonunda çok büyük demir kapısı olan küçük bir koridora girdik. Bu kapı, sarmal merdivenlerin olduğu bir yere açıldı ve burası da çok büyük bir kapıyla sonlandı. Bay Merryweather feneri yakmak için duraksadıktan sonra bizi karanlık, toprak kokulu bir yere yönlendirdi. Üçüncü bir kapıyı açtıktan sonra da sandıklarla ve çok büyük kutularla dolu olan mahzen gibi bir yere soktu.
“Yukarıdan bir zarar gelecek gibi durmuyor.” dedi Holmes feneri kaldırıp etrafı süzerken.
“Aşağıdan da öyle…” dedi Bay Merryweather yerdeki kaldırım taşlarını bastonuyla itekleyerek. “Aman Tanrı’m, bunun içi boş gibi!” dedi sonra yukarıya şaşkınlıkla bakarak.
“Biraz daha sessiz olmanızı isteyeceğim!” dedi Holmes kızarak. “Görevimizin başarıyla sonuçlanması ihtimalini yeterince tehlikeye attınız. Lütfen o sandıklardan birinin üzerine oturun ve hiçbir şeye karışmayın!”
Bay Merryweather sandıklardan birine tünedi vakurca. Yüz ifadesinden çok incindiği anlaşılıyordu. Bu arada Holmes, fener ve büyüteciyle taşların arasındaki çatlakları titizlikle incelemeye başladı çömelmiş bir vaziyette. Birkaç saniye ona yeterli oldu ve tekrar ayağa fırlayarak merceği cebine yerleştirdi.
“En az bir saatimiz var.” dedi. “Çünkü iyi niyetli tefecimiz, güvenle yatağına girmeden önce hiçbir şey yapamazlar; ancak ondan sonra bir dakika bile kaybetmeyeceklerdir; çünkü işlerini ne kadar çabuk bitirirlerse kaçmak için o kadar çok zamanları olacak. Şu an, doktor -gerçi anladığından kuşkum yok- büyük bankaların birinin Londra’daki şubesinin kasasındayız. Bay Merryweather şubenin müdürü ve sana Londra’nın korkusuz suçlularının bu kasayla neden çok ilgilendiklerini anlatacak.”
“Fransız altınlarımız var.” diye fısıldadı müdür. “Bunları çalmak için birtakım girişimlerde bulunulacağı ihbarı geldi.”
“Fransız altını mı?”
“Evet. Birkaç ay önce kaynaklarımızı güçlendirme fırsatımız oldu ve bu imkândan yararlanarak Fransız Bankasından otuz bin Napolyon altını borç aldık. Bu altınları bankada istifleme olanağımızın olmadığını ve bu kasada tuttuğumuzu öğrendiler. Şu an üzerinde oturduğum sandığın içinde iki bin Napolyon altını var. Genelde tek bir şubede bulundurduğumuz külçe altın rezervinden çok daha fazlası var burada ve müdürlerimiz bu konuda kuşkulanmakta haklılar.”
“Ve çok doğru düşünüyorlar.” dedi Holmes. “Artık küçük planımızı hazırlama zamanı geldi. Bir saat içinde olayların başlayacağını sanıyorum. Bu arada, Bay Merryweather, o fenerin üzerini örtmeliyiz.”
“Karanlıkta mı oturacağız?”
“Maalesef öyle. Cebimde bir deste kâğıt var. Dörtlüyü oluşturduğumuza göre yine kâğıt oynama şansına sahip olacaksınız! Ancak anladığım kadarıyla düşmanın hazırlıkları o kadar ileri bir seviyeye ulaştı ki bir ışığın yanmasıyla her şeyi berbat edebiliriz. İlk olarak pozisyonlarımızı ayarlamalıyız. Bunlar korkunç insanlar ve zayıf bir anlarında onları yakalasak bile dikkatsiz davranmamız hâlinde bize zarar verebilirler. Ben bu sandığın arkasına gizleneceğim. Siz de aynısını yapın. Ben ışığı birdenbire onlara doğrultunca siz de üzerlerine atlayın. Eğer ateş ederlerse Watson, sen de ateş etmek için hiç tereddüt etme!”
Tabancamı ateş etmeye hazır bir hâlde, arkasına saklandığım tahta sandıklardan birinin üzerine yerleştirdim. Holmes fenerin üzerini örterek hepimizi zifirî karanlıkta bıraktı -daha önce hiç şahit olmadığım mutlak bir karanlık… Bize hâlâ fenerin orada olduğu güvencesini veren sıcak metal kokusunu duyabiliyorduk. Beklemekten sinirlerim iyice gerilmişti. Her yer aniden kararınca banka kasasının soğuk ve rutubetli havası çok kasvetli gelmeye başlamıştı.
“Tek çıkış yolları var.” diye fısıldadı Holmes. “Evin arkasından Saxe-Coburg Meydanı’na… Senden istediğimi yapmışsındır umarım, Jones?”
“Bir müfettiş ve iki memur ön kapıda bekliyorlar.”
“O zaman bütün delikleri kapadık. Şimdi sessiz olup beklemeliyiz.”
Zaman geçmek bilmedi! Notlarımızı karşılaştırdıktan sonra ancak bir saat on beş dakika gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen sanki bütün gece bitmiş de hava aydınlanıyor sanmıştım. Pozisyonumu değiştirmeye korktuğumdan tüm uzuvlarım yorulmuş, kaskatı kesilmişti. Gerginliğim de had safhaya gelmişti. Fakat işitme duyum o kadar keskinleşmişti ki arkadaşlarımın hafif hafif nefes alışlarını bile duyabiliyordum. İri yarı Jones’un daha derin ve ağır nefesi ile banka müdürünün zayıf, iç çeker gibi aldığı nefesi farklıydı. Durduğum yerden zemine bakarken birdenbire gözüme bir ışık pırıltısı çarptı.
Başta kızıl alev renginde ufacık bir kıvılcımdı. Sonra uzayarak sarı bir çizgiye dönüştü. Hiçbir ikaz ya da ses duyulmadan aniden yerde bir boşluk oluştu ve bir el görüldü. Beyaz, bir kadınınkini andıran el, ışığın olduğu küçük alanda etrafı yokladı. Bir iki dakika içinde bu el, oynak parmaklarıyla yerden dışarı pırtladı. Görünmesiyle kaybolması bir oldu ve taşlar arasındaki o ufacık pırıltının dışında her yer kapkaranlık oldu.
Yok olması bir anlıktı. Sonra, beyaz taşlardan birinin yan tarafa doğru itilmesiyle kare şeklinde bir delik oluştu ve bir fenerin yoğun ışığı her tarafı aydınlattı. Temiz, çocuksu bir yüz içeriye, heyecanla etrafa baktı ve bu yüzün sahibi, elleriyle deliğin her iki tarafına tutunarak önce omuz hizasına, sonra beline kadar göründü. Bir dizini kenara dayayana kadar dışarı çıkmaya çabaladı. Bir dakika sonra deliğin kenarında duruyordu ve kendisi gibi ufak tefek kıvrak arkadaşına çıkması için yardım ediyordu. Arkadaşının soluk yüzü ve kıpkırmızı saçları vardı.
“Kimse yok.” diye fısıldadı. “Keski ve çantaları aldın mı? Aman Tanrı’m! Atla, Archie, atla, ben seni korurum!”
Sherlock Holmes öne doğru atlamış davetsiz misafiri yakasından yakalamıştı. Diğeri deliğe doğru atlarken Jones, onu paltosunun alt tarafından tuttu fakat yakalayamadı. Bu, paltosunun yırtılmasına neden oldu. Işık, tabanca namlusunun üzerinde parladı; ama Holmes avcı kırbacını adamın bileğine indirdi ve tabanca taş zemine düştü.
“İşe yaramaz, John Clay!” dedi Holmes yumuşak bir şekilde. “Hiç şansın yok!”
“Görüyorum.” dedi öteki serinkanlılıkla. “Ama sanıyorum arkadaşım iyi durumda, gerçi paltosunun etek kısmını yakalamışsınız ama…”
“Onu kapıda üç adamımız bekliyor.” dedi Holmes.
“Ah elbette! Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüşsünüz. Sizi tebrik ederim!”
“Ben de sizi.” dedi Holmes. “Kırmızı saç fikri hiç görülmemiş, etkileyici bir fikirdi.”
“Yakında arkadaşınızı göreceksiniz.” dedi Jones. “Deliklere girmek konusunda benden daha hızlı. Kelepçeleri ayarlarken biraz bekleyin.”
“Yalvarıyorum o pis ellerinizle bana dokunmayın!” dedi kelepçeler bileklerine geçirilirken. “Damarlarımda asil bir kanın aktığının farkında mısınız acaba? Ayrıca bana bir iyilik yapın ve benimle konuşurken ‘efendim’ ve ‘lütfen’ sözcüklerini kullanın.”
“Peki!” dedi Jones alaylı alaylı. “Lütfen efendim merdivenlerden çıkar mısınız! Orada ekselanslarını karakola götürmek üzere bir araba bekliyor.”
“Bu daha iyi oldu.” dedi John Clay sakince. Eğilip üçümüze de selam verdikten sonra dedektifin nezaretinde merdivenlerden sessizce çıktı.
“Gerçekten Bay Holmes…” dedi Bay Merryweather onları takip ederken. “Bankanın sana nasıl teşekkür edeceğini ya da borcunu nasıl ödeyeceğini bilemiyorum. Daha önce hiç karşılaşmadığım bu olay, banka soygunlarının bu en kararlı girişimini, en mükemmel şekilde ortaya çıkardın ve suçluları bozguna uğrattın.”
“Bay John Clay ile benim de halletmem gereken bir iki mesele vardı.” dedi Holmes. “Bu olayı çözmek için biraz masraf ettim. Bankanın bunu karşılayacağından eminim ama bunun dışında bu ilginç deneyimi yaşayarak ve Kızıl Saçlılar Kulübü hikâyesini dinleyerek her şeyin karşılığını fazlasıyla aldım.”
***
“Görüyor musun Watson?” dedi Holmes, sabahın ilk ışıklarında Baker Caddesi’nde oturmuş viski sodasını yudumlarken. “Kulüp adına verilen ilan ile ansiklopediyi kopyalamanın amacı en başından beri belliydi. Bu çok zeki olmayan tefeciyi günde birkaç saatliğine ayak altından uzaklaştırmak gerekiyordu. İlginç bir yöntemdi ama daha iyisini bulamazlardı. Şüphesiz bu yöntemi kullanmayı Clay’in aklına getiren, suç ortağının ilginç saç rengi olmuştu. Haftada dört pound’la onun ilgisini çekti. Ayrıca kaz gelecek yerden tavuğu neden esirgesinler ki? Gazeteye ilan verdiler. Bir dolandırıcı, geçici olarak kullandıkları ofiste olacaktı. Diğer dolandırıcı ise başvuru yapması için onu teşvik edecekti ve böylece her sabah onu uzaklaştırarak durumu güvence altına almış olacaklardı. Yardımcının yarım maaşa çalıştığını duyduğum andan itibaren bir amacı güvenceye aldıklarını anlamıştım.”
“Amaçlarının ne olduğunu nasıl anladın?”
“Evde bir kadın olsaydı bunun sadece basit bir dalavere olduğunu düşünürdüm ama bu mümkün değildi. Adamın anca kendine yeten bir işi vardı ve evin içinde böyle büyük hazırlıklar gerektiren bir şey yoktu, üstelik yapılan harcamalar da az buz değildi. O zaman evin dışında bir şey olmalıydı. Ama ne? Yardımcının fotoğraf çekme merakını ve sonra da bodrumda kaybolmasını düşündüm. Bodrum! Karmaşık ipucunun sonu burasıydı. Sonra bu esrarengiz yardımcı hakkında biraz tahkikat yaptırdım ve öğrendim ki Londra’nın en serinkanlı ve cesur suçlularından biriyle karşı karşıyayım. Bodrum katında bir şeyler yapıyor olmalıydı -aylar boyunca ve her gün saatlerce süren bir şeydi. Tekrar ne olabileceğini düşündüm. Aklıma gelen tek şey başka bir binaya tünel kazıyor olmasıydı.
Olayın geçtiği yere gittiğimizde ancak bu kadarını düşünebilmiştim. Kaldırıma bastonumla vurduğumda seni şaşırtmıştım. Bodrum katının ön tarafa mı yoksa arka tarafa mı uzandığını anlamaya çalışıyordum. Sonra zile bastım ve tam ümit ettiğim gibi kapıyı yardımcısı açtı. Onunla aramızda birtakım çekişmeler yaşanmıştı ama daha önce birbirimizi hiç görmemiştik. Yüzüne doğru dürüst bakmadım bile. Asıl amacım dizlerini görmekti. Sende fark etmişsindir ne kadar eski, buruşuk ve lekeli olduklarını. Tünel kazdıklarının kanıtıydı bu. Geriye sadece neden tünel kazdıklarını bulmak kalmıştı. Köşeyi döndüğümde arkadaşımızın evinin hemen bitişiğinde City ve Suburban Bankasının olduğunu görür görmez problemi çözmüştüm. Sen konserden eve gittikten sonra Scotland Yard’ı ve banka müdürünü aradım. Geri kalanını biliyorsun zaten.”
“Peki, bu gece girişimde bulunacaklarını nereden anladın?” diye sordum.
“Kulüp ofislerini kapatarak artık Bay Jabez Wilson’a gerek kalmadığını gösterdiler; diğer bir deyişle tüneli tamamladılar. Ancak hemen işe başlamak zorundaydılar. Aksi hâlde tünel bulunabilirdi ya da altın külçeler nakledilebilirdi. Onlar için en uygun gün cumartesiydi; çünkü kaçmak için iki günleri olacaktı. Bütün bu nedenlerden dolayı bu gece geleceklerinden emindim.”
“Çok güzel mantık yürütmüşsün.” dedim memnuniyetimi gizlemeden. “Çok uzun bir zincir ama her halkası gerçek.”
“Beni can sıkıntısından kurtardı.” dedi esneyerek. “Yazık ki her şey üstüme üstüme geliyor yine! Hayatım, var olmanın monotonluğundan kaçma çabasıyla geçti. Bu küçük meseleler bana bu konuda yardımcı oluyor.”
“Sen ırkımızın velinimetisin!” dedim.
Omuzlarını silkti. “Eh, belki biraz faydam oluyordur…” dedi. “Gustave Flaubert’in George Sand’e yazdığı gibi, ‘L’homme c’est rien-l’oeuvre c’est tout.’[4 - “İnsan hiçbir şeydir, yaratı her şeydir.”]

Kimlik Davası
“Sevgili arkadaşım…” dedi Sherlock Holmes Baker Caddesi’ndeki odanın şöminesinin önünde karşılıklı otururken. “Hayat, insan aklının keşfedebileceğinden çok daha tuhaftır. Varoluşun sıradanlıklarını bile anlamaya cesaret edemeyiz. Eğer el ele şu pencereden dışarı uçup, bu muhteşem şehrin üzerinde dolaşabilseydik; çatıları hafifçe kaldırıp olan bitenlerin garipliklerine şöyle bir göz atabilseydik; şahit olacaklarımız: tuhaf rastlantılar, yapılan planlar, aykırı amaçlar, büyük olayların olağanüstü sıralanışı, en acayip sonuçlara yol açan nesiller boyunca yapılmış çalışmalar… Bunlar, alışkanlıklara bağlı tüm hayal gücünü ve onun öngörülen sonuçlarını sönük ve işe yaramaz hâle getirirler.”
“Ama ben bundan pek emin değilim.” diye cevap verdim. “Gazetelerde açıklığa kavuşturulmuş davalar genellikle sıradan ve kaba bir şekilde yer alıyorlar. Polis raporlarında en üst düzeyde realizm yer alıyor; ama itiraf etmek gerekirse olaylar ne ilginç ne de sanatsal.”
“Gerçekçi bir etki yaratmak için belirli bir seçme ve ayırt etme yapılmalıdır.” dedi Holmes. “Polis raporlarında bunlar gerekli; belki de bir gözlemciye göre, bütün meselenin asıl özünü içeren ayrıntılardan daha çok, yargıçların boş lafları stres yaratıyor. Bu bağlamda sıradanlık kadar olağanüstü bir şey yoktur.”
Gülümseyerek kafamı salladım. “Düşünce tarzını anlayabiliyorum.” dedim. “Resmî olmayan bir danışman ve herkese yardım eden birisisin. Üç kıtada sorunları olanlara yardım ederek tuhaf ve olağan dışı olaylarla karşılaştın ama…” diyerek sabahki gazeteyi yerden aldım. “Bunu pratik bir yolla test edelim. İlk gördüğüm başlığı okuyacağım: ‘Bir Kocanın Eşine Yaptığı Zalimlik’. Yarım sütunu dolduran bir yazı var ama ben daha okumadan nelerle karşılaşacağımı biliyorum. Tabii başka bir kadın var, alkol, itiş kakış, yaralanma, yardımsever abla ya da ev sahibi. En acemi yazar dahi bundan daha acemice yazamaz.”
“Hakikaten de tartışmamız için biraz talihsiz bir örnek seçtin.” dedi Holmes gazeteyi alıp göz atarak. “Bu Dundas’ların boşanma davası ve tesadüf bu ya davaya benim de ufak tefek yardımlarım dokundu. Bu olayda koca hiç içki içmiyor, başka kadın da yok; sadece adamın her yemekte takma dişlerini çıkarıp eşine fırlatmak gibi bir alışkanlığı var ve senin de kabul edeceğin gibi acemi bir gazetecinin bu kadar geniş bir hayal gücü olamaz. Biraz enfiye çek doktor, senin örneğinde bile ben puan kazandım.”
Altından imal edilmiş ve kapağın ortasında büyük bir ametist taşı olan enfiye kutusunu çıkardı. İhtişamı, sade hayatıyla öyle tezatlık yaratıyordu ki laf atmadan duramadım.
“Ah!” dedi. “Seni birkaç haftadır görmediğimi unutmuşum; Irene Adler davasında yardımlarıma karşılık Bohemya kralından ufak bir armağan.”
“Ya yüzük?” dedim parmağındaki pırıl pırıl parlayan muhteşem taşa bakarak.
“Hollanda kraliyet ailesinin hediyesi; ama onlara yardım ettiğim konu o kadar hassastı ki sana bile anlatamayacağım; üstelik bir iki ufak davamı yazıya geçirmiş olmana rağmen.”
“Şu anda elinde herhangi bir dava var mı?” diye sordum ilgiyle.
“Yaklaşık on on iki kadar dava var elimde ama pek ilgi uyandıran cinsten değiller. Tabii ki önemliler ama ilginç değiller. Aslına bakarsan önemsiz olaylarda da gözlem yapma fırsatı ve soruşturmaya çekicilik kazandıracak etki tepki analizleri olduğunu görüyorum. Büyük suçlar daha basit olma eğilimindedir; çünkü kural olarak, ne kadar büyük bir suç işlenirse amaç o kadar belli olur. Marsilya’dan gelen oldukça karışık olay dışında bu davalar bana hiç ilginç gelmiyorlar ama birkaç dakika içinde ilgimizi çekebilecek bir davayla karşılaşabiliriz. Yanılmıyorsam müşterilerimden biri geliyor.”
Sandalyesinden kalktı; kasvetli, renksiz Londra sokaklarına, aralanmış perdeden gözlerini dikerek baktı. Yanına gidip omzunun üzerinden baktığımda boynuna tüylü bir kürk dolamış, Devonshire düşesi tarzı, kulağının hemen üstünde yan yatırdığı kırmızı tüylü, geniş kenarlı bir şapka giyen oldukça iri yarı bir kadını karşı kaldırımda gördüm. Tam takım giyinmiş bu kadın heyecanla ve tereddütle penceremize bakıyordu. Bir taraftan ileri geri sallanıyor diğer taraftan da eldiveninin düğmeleriyle sinirli bir şekilde oynuyordu. Yarışmalarda yüzücülerin aniden suya dalışları gibi aceleyle karşıya geçip zilimize şiddetle bastı.
“Bu belirtileri çok iyi bilirim.” dedi Holmes sigarasını ateşe atarken. “Kaldırımda ileri geri sallanması gizli bir ilişki içinde olduğu anlamına gelir. Bizden tavsiye isteyecek ama bu mesele konuşmaya değer mi bilemiyorum. Şimdilik bir istisna yapabiliriz. Eğer bir kadın, bir erkekten büyük bir darbe yemişse artık ileri geri sallanma biter. Bunun belirtisi zilin şiddetle çalınmasıdır. Burada bir aşk hikâyesi var ama bu kadının zihni karışmış ya da ızdırap çekiyor gibi bir hâli yok. Her neyse şüphelerimizi doğrulamak için kendisi bizzat geliyor.”
Konuşurken kapı çalındı ve yardımcımız olan çocuk, Bayan Mary Sutherland’ı takdim etmek için içeri girdi. Minicik bir kayığın arkasında duran kocaman bir nakliye gemisi gibi bu kadın da ufak tefek, kara kuru çocuğun arkasında çok büyük ve ihtişamlı duruyordu. Sherlock Holmes her zamanki kibarlığı ile onu içeri buyur etti ve kapıyı kapatarak bir koltuğa oturması için yer gösterme nezaketini ihmal etmedi. Ona uymayan bir şekilde, âdeta dalgınmış gibi kadına yaklaşık bir dakika kadar baktı.
“Pek iyi göremediğiniz hâlde nasıl bu kadar çok daktilo kullanıyorsunuz?” dedi.
“Başlarda zorlanıyordum.” diye cevap verdi. “Ama artık harflerin yerlerini ezberledim.” Fakat söylenenleri idrak eder etmez geniş, iyi niyetli yüzünde korku ve şaşkınlık belirtileri görüldü. “Benim hakkımda bir şeyler duymuşsunuz, Bay Holmes!” diye bağırdı. “Yoksa bunları nereden bilebilirdiniz?”
“Boş verin…” dedi Holmes gülerek. “Benim işim bu. Başkalarının görmediğini görmek için eğittim kendimi. Böyle olmasaydı danışmak için bana gelmezdiniz değil mi?”
“Size, Bayan Etherege tavsiye ettiği için geldim efendim. Polisin ve herkesin öldüğünü sandığı kocasını siz çok kolay bir şekilde buldunuz. Ah, Bay Holmes, umarım bana da yardım edersiniz! Zengin değilim ama yılda yüz pound gelirim var ve bunun dışında daktiloyla yazarak kazandığım az bir miktar daha var. Bay Hosmer Angel’a ne olduğunu öğrenmek için hepsini vermeye hazırım.”
“Neden bu kadar telaşlı bir hâlde bana danışmak için geldiniz?” diye sordu Sherlock Holmes parmak uçlarını birleştirip gözlerini tavana dikerek.
Bayan Mary Sutherland’ın boş bakışları tekrar şaşkın birinin bakışlarına dönüştü. “Evet evden aceleyle çıktım.” dedi. “Ama Bay Windibank’ın rahat tavırları beni sinirlendirdi; kendisi babam olur. Polise gitmiyordu, size de gelmiyordu. Hiçbir şey yapmadığı ve ısrarla hiçbir sorunun olmadığını söylediği için en sonunda iyice sinirlendim, hazırlanıp doğruca size geldim.”
“Babanız…” dedi Sherlock Holmes. “Sanıyorum üvey babanız çünkü soyadlarınız farklı.”
“Evet, üvey babam. Ona baba diyorum ama biraz komik oluyor çünkü benden sadece beş yıl, iki ay büyük.”
“Anneniz hayatta mı?”
“Ah, evet, annem hayatta ve gayet iyi! Babamın ölümünden kısa bir süre sonra evlenmesi hiç hoşuma gitmedi Bay Holmes, üstelik kendisinden on beş yaş küçük biriyle. Babam Tottenham Court Yolu’nda tesisatçılık yapıyordu ve öldüğünde arkasında güzel bir iş bıraktı. Annem Başkalfa Bay Hardy ile işi sürdürüyordu; ama Bay Windibank aramıza katılınca annemi iş yerini satmaya zorladı. Onun durumu iyiydi; şarap satıyordu. Hisseler ve faiz için 4.700 pound aldılar. Yaşasaydı babam bu kadarını hayatta kazanamazdı.”
Kadının konudan konuya atlaması ve bu önemsiz hikâye karşısında Sherlock Holmes’un sabırsızlanacağını düşünmüştüm ama aksine onu pürdikkat dinliyordu.
“Siz gelirinizi çalışarak mı kazanıyorsunuz?” diye sordu.
“Ah, hayır efendim! O ayrı bir hikâye. Gelirimin kaynağı, Auckland’daki Ned amcamdan kalan hisseler. Hisseler yüzde dört buçuk faizle Yeni Zelanda borsasında. Miktar tam olarak 2.500 pound ama ben sadece faizini alabiliyorum.”
“Çok ilgimi çektiniz.” dedi Holmes. “Yüz pound oradan alıyorsunuz bir de kendi kazancınız var. Şüphesiz biraz seyahat edip kendinizi şımartıyorsunuzdur. Bence bekâr bir kız, altmış pound’luk bir gelirle çok rahat hayatını sürdürebilir.”
“Ben onun çok daha azıyla bile yetinebilirim Bay Holmes ama o evde yaşadığım sürece kimseye yük olmak istemiyorum. Bu nedenle onlarla kaldığım sürece bu parayı kullanıyorlar. Tabii bu, geçici bir süre için. Bay Windibank senede dört kez paramı çekip anneme veriyor, ben de daktilo yazarak pekâlâ geçimimi sağlayabiliyorum. Sayfasına iki peni alıyorum ve günde on beş yirmi sayfa yazıyorum.”
“Durumunuza tam bir açıklık getirdiniz.” dedi Holmes. “Bu benim arkadaşım Doktor Watson. Benim yanımda nasıl rahat konuşuyorsanız onun yanında da öyle konuşabilirsiniz. Bay Hosmer Angel ile aranızdaki ilişkiyi lütfen bize açıklar mısınız?”
Bayan Sutherland’ın yüzü pembeleşti ve heyecanla ceketinin kenarıyla oynamaya başladı. “Onunla tesisatçıların balosunda tanıştım.” dedi. “Babam hayattayken dernek ona bilet gönderiyordu ve o öldükten sonra da bizi yine hatırlayarak anneme göndermeye başladılar. Bay Windibank oraya gitmek istemiyordu. Zaten bizim hiçbir yere gitmemizi istemiyor. Bir pazar günü küçük bir eğlenceye gitmek istesem hemen kızardı. Bu defa kafama koymuştum ve gidecektim. Hangi hakla karşı gelebilirdi ki? Babamın bütün arkadaşları orada olacağı için huzursuz olduğunu söyledi. Ayrıca benim giyebileceğim doğru dürüst bir şeyin olmadığını da söyledi. Oysa çekmeceden pek çıkarmadığım mor bir pelüşüm vardı. Sonunda o, şirketinin bir işi için Fransa’ya gittiğinde annem, ben ve eskiden başkalfamız olan Bay Hardy oraya gittik. Bay Hosmer Angel ile orada tanıştım.”
“Herhâlde…” dedi Holmes. “Fransa’dan döndüğünde Bay Windibank’in sizin oraya gittiğinizi duyunca canı sıkılmıştır.”
“Ah, aslında hoş karşıladı! Hatırladığım kadarıyla gülüp omuz silkmiş ve bir kadını herhangi bir şeyden mahrum bırakmamak gerektiğini çünkü eninde sonunda istediğini elde ettiğini söylemişti.”
“Anlıyorum. O hâlde tesisatçılar balosunda Bay Hosmer Angel adında bir beyle tanıştınız.”
“Evet, efendim, o gece onunla tanıştım ve ertesi gün beni arayarak evimize sağ salim ulaşıp ulaşmadığımızı sordu. Ondan sonra buluştuk, daha doğrusu Bay Holmes, beraber iki kere yürüyüşe gittik ama babam başka bir iş gezisinden dönünce Bay Hosmer Angel bizim evimize bir daha gelemedi.”
“Gelemedi mi?”
“Biliyorsunuz babam öyle şeylerden hoşlanmıyordu. Ona kalsa hiç ziyaretçimiz olmamalıydı. ‘Bir kadın kendi ailesiyle mutlu olmayı bilmeli.’ derdi ama anneme de söylediğim gibi bir kadın, arkadaş çevresi edinmek ister ve benim hiç çevrem yoktu.”
“Peki ya Bay Hosmer Angel? Sizinle görüşebilmek için hiç girişimde bulunmadı mı?”
“Babam bir hafta sonra tekrar Fransa’ya gidecekti ve Hosmer Angel, bana, babam gidene kadar görüşmememizin daha iyi ve güvenli olacağını yazdı. Bu arada birbirimize yazıyorduk. Bana her gün yazıyordu. Sabahları mektupları içeriye ben getiriyordum. Böylece babamın görmesine fırsat vermiyordum.”
“Bu beye bağlanmış mıydınız?”
“Ah, evet, Bay Holmes! İlk yürüyüşümüzde birbirimizi beğenmiştik. Hosmer -Bay Angel- Leadenhall Caddesi’nde bir ofiste veznedarlık yapıyor ve…”
“Hangi ofiste?”
“En kötüsü bu Bay Holmes, hiçbir fikrim yok!”
“Peki o zaman, nerede yaşıyordu?”
“Çalıştığı yerde kalıyordu.”
“Ve siz adresini bilmiyor musunuz?”
“Hayır, sadece Leadenhall Caddesi’nde olduğunu biliyorum.”
“Mektuplarınızı nereye gönderiyordunuz o zaman?”
“Leadenhall Caddesi Postanesine bırakıyordum. O da oradan alıyordu. Eğer ofise gönderirsem bir bayandan mektup aldığı için memurlar tarafından kendisinin alaya alınacağını söyledi. Ben de onun gibi mektupları daktiloyla yazmayı önerdim ama bunu kesinlikle kabul etmedi; çünkü elle yazdığım zaman mektubun benden geldiğini anlıyordu ama daktiloyla yazdığım zaman sanki aramızda bir makine varmış gibi hissettiğini söylemişti. Bana ne kadar düşkün olduğunu görüyorsunuz, Bay Holmes ve küçük ayrıntılara ne kadar önem verdiğini de…”
“Evet, çok anlamlı.” dedi Holmes. “Küçük şeylerin sonsuz derecede önemli olduklarını hep kabul etmişimdir. Bay Hosmer Angel ile ilgili başka küçük ayrıntıları hatırlıyor musunuz?”
“Çok çekingen bir adamdı Bay Holmes. Benimle gündüzleri yerine geceleri yürüyüşe çıkmayı seviyordu çünkü dikkat çekmekten hoşlanmadığını söylüyordu. Çok utangaç biriydi. Sesi bile yumuşacıktı. Gençken bademcik iltihabı geçirdiğini, bu nedenle boğazının güçsüz olduğunu söylemişti bana. Fısıltıyla ve arada sırada duraksayarak konuşuyordu. Her zaman temiz, sade ve iyi giyimliydi ama benim gibi gözleri bozuk olduğundan göz kamaştıran parlaklıkta hafif renklendirilmiş bir gözlük kullanıyordu.”
“Peki, üvey baban Bay Windibank Fransa’ya gittikten sonra ne oldu?”
“Bay Hosmer Angel eve gelip babam iş gezisinden dönmeden önce evlenme teklif etti. Çok ciddiydi. Ellerimi İncil’in üzerine koydurarak ne olursa olsun ona her zaman itaat edeceğime dair yemin ettirdi. Annem onun yemin ettirmesinin bana olan tutkusunun bir göstergesi olduğunu söyledi. Annem onu en başından beri seviyordu, hatta ona benden daha fazla düşkündü. O hafta içinde evlilikten söz açtıklarında babama ne diyeceğimizi sormaya başladım; ama ikisi de onu boş vermemi, evlendikten sonra durumu ona açıklayacaklarını söylediler. Annem onu razı edeceğini söyledi ama bu pek de hoşuma gitmemişti. Gerçi babamın iznini istemek komiğime gidiyordu; ne de olsa benden sadece birkaç yaş büyüktü; ama gizli kapaklı bir şey yapmak istemediğimden şirketin Fransa’daki ofislerinin bulunduğu Bordeaux’ya mektup yazdım fakat nikâh sabahı mektup bana geri geldi.”
“Mektup ona ulaşmadı demek.”
“Evet efendim, çünkü oradan İngiltere’ye geçmiş.”
“Ah, büyük şanssızlık! Evlilik cuma günüydü. Kilisede mi olacaktı?”
“Evet efendim. Sessiz sakin bir nikâh olacaktı. King’s Cross yakınlarında St. Saviours’da gerçekleşecekti ve daha sonra St. Pancras Otelinde kahvaltı yapacaktık. Hosmer bir arabayla bizi almaya gelmişti ancak iki kişi olduğumuzdan bizi ona bindirdi. Caddede bulunan diğer arabayı çevirip kendisi de ona bindi. Kiliseye ilk giden bizdik. Onun arabası geldiğinde inmesini bekledik ama inmedi. Arabacı inip kapıyı açarak içeriye baktığında kimseyi göremedi! Arabacı ona ne olduğu konusunda hiçbir fikrinin olmadığını, arabaya bindiğini kendi gözleriyle gördüğünü söyledi. Bunlar geçen cuma oldu, Bay Holmes. Ona ne olduğuna ışık tutacak ne bir şey gördüm ne de duydum.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-konan-doyle/sherlock-holmes-un-maceralari-butun-maceralari-3-69428779/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
James Boswell, 1740-1795. İskoç avukat, yazar ve anı yazarıdır. Boswell adı, İngiliz dilinde; Boswell, Boswellian, Boswellizm terimlerinde kullanılır. Bu terim, “daimî refakatçi / arkadaş / yoldaş ve gözlemci” anlamlarına gelir (e.n.).

2
“Bilinmeyen her şey mükemmel zannedilir.” anlamında Latince bir cümle (e.n.).

3
İngilizceleri “A” harfiyle başlamaktadır (ç.n.).

4
“İnsan hiçbir şeydir, yaratı her şeydir.”
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3 Артур Конан Дойл
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3

Артур Конан Дойл

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3, электронная книга автора Артур Конан Дойл на турецком языке, в жанре зарубежные детективы

  • Добавить отзыв