Sherlock Holmes′un Vaka Kitabı Bütün Maceraları 9

Sherlock Holmes'un Vaka Kitabı Bütün Maceraları 9
Arthur Conan Doyle
“Varsayımlarımı şu şekilde elde ederim.” diye başlamıştım söze, “Mümkün olmayan her şeyi eledikten sonra geriye kalan, her ne kadar imkânsız gözükse de gerçeğin ta kendisidir diye düşünüyorum. Bazı durumlarda birden fazla açıklama kalabilir. O zaman peş peşe deneme yanılma yolunu izleyerek en güçlü varsayımı ortaya çıkarmaya çalışırsınız. Şimdi bu ilkeden yola çıkarak bunu elimizdeki davaya uygulayacağız. Mesele bana ilk anlatıldığında, bu beyefendinin, babasının malikânesi dışında, başka bir ek binada inzivaya çekilmesi veya hapsedilmesi aklıma sadece üç tane sebep getiriyordu. Ya bir suç işlediği için saklanıyordu, ya delirmişti ve ailesi onu bir hastaneye yatırmak istemiyordu ya da bir hastalığa yakalanmıştı ve onu herkesten tecrit etmek zorunda kalmışlardı. Bunlardan başka ihtimal bulamamıştım. Bundan sonra, bu saydıklarımı gözden geçirip sonuca ulaşana dek elemek için uğraşmalıydım. Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.)

Arthur Conan Doyle
Sherlock Holmes’un Vaka Kitabı

Ön Söz
Bay Sherlock Holmes’un ünlü tenorlara benzemesinden korkuyorum. Bu kimselerin, ateşli hayranlarına tekrar tekrar veda ettikleri hâlde onların ayartmalarıyla gereğinden fazla sahnede kaldıklarını düşünüyorum. Ama artık bu duruma bir son vermeli ve herkes gibi -gerçek veya hayalî olsun- ait olduğu dünyada kendi yolunda yürümeyi bilmeli. İnsan, hayal ürünü çocukların gittiği bir fantastik limbo[1 - Limbo: Vaftiz edilmeden ölen çocuklarla İsa’dan önce yaşamış olanların ruhlarının bulunduğuna inanılan cennet ile cehennem arasındaki sınır.] olduğunu düşünmeden edemiyor; sanki bu tuhaf, imkânsız yerde Fielding’in şövalyeleri, Richardson’ın dilberleriyle aşk yaşamaya devam ediyor. Bir bakıyorsunuz ki Scott’ın kahramanları hâlâ çalım atarak yürümekte; sonra Dickens’ın sevimli Cockney’lerinin[2 - Cockney: Doğu Londralılar.] hâlâ kahkahalar attığını ve Thackeray’nin dünya işlerine dalmış kahramanlarının ayıplanacak işler yapmaya devam ettiklerini görüyorsunuz. Sahnedeki yerlerini terk ettiklerinde belki daha keskin zekâlı bir dedektif ile daha az akıllı yoldaşı bu ikilinin boşalttığı yeri doldurabilir ve Valhalla’nın[3 - Valhalla: İskandinav mitolojisine göre savaşta şerefiyle ölen cengâverlerin evi.] mütevazı bir köşesinde belki Sherlock ve Watson belli bir süreliğine de olsa yer edinebilirler.
Holmes’un çok uzun bir meslek hayatı oldu. Gerçi biraz abartıyorsam da haksız sayılmam. Eli ayağı tutmayan beyefendiler yanıma gelip çocukluklarının Holmes’la geçtiğini söylediklerinde benden umdukları gibi bir karşılık göremiyorlar. Açıkçası insan, özel geçmişine bu kadar düşüncesizce yaklaşılmasından pek de hoşnut olmuyor.
Aslında gerçek tüm çıplaklığıyla şöyle gelişti:
Holmes, 1887 ile 1889 yılları arasında yayımlanan iki küçük kitapçıkla, yani “Kızıl Soruşturma” ve “Dörtlerin Yemini” ile ilk defa ortaya çıktı. Uzun bir seri olan kısa hikâyelerinin ilki olan “Bohemya’da Skandal” ise “The Strand” dergisinde ilk defa 1891 yılında yayımlandı. Değerbilir halk daha fazlası için arzulu görünüyordu. Bu nedenle o tarihten itibaren, yani otuz dokuz yıl önce, elli altı hikâyeden az olmamak üzere farklı seriler oluşturdum. Bunlar “Maceraları”, “Anıları”, “Dönüşü” ve “Son Selam” adlı başlıklar altında yeniden yayımlandılar. Ve son olarak da son birkaç yıl içerisinde basılan ve on iki hikâyeden oluşan “Sherlock Holmes’un Vaka Kitabı” bulunmaktadır.
Holmes’un maceraları, Viktorya Dönemi’nin sonlarında başlayarak Edward’ın kısa süren saltanatı boyunca da devam etti. Bu hummalı günlerde bile kendine yer edinmeyi başarabilmiştir. Dolayısıyla onu ilk olarak gençliklerinde okuyanlar, aynı maceraları aynı dergiden okuyan çocuklarını görecek kadar yaşamışlardır. Bu durum, İngiliz halkının sabrı ve sadakati için çarpıcı bir örnektir. “Anıları” kitabının sonunda Holmes’u bitirmeye kesin kararlıydım; çünkü edebî enerjimi tek bir karakter üzerinde yoğunlaştırmamam gerektiğini hissediyordum. Bu soluk tenli, keskin yüz hatlarına sahip kurnaz adam, hayal gücümün önemli bir kısmını harcıyordu. Gerekeni yaptım ama şükürler olsun ki hiçbir müfettiş, Holmes’un kalıntılarına ulaşamadığından aradan uzun bir süre geçtiği hâlde, insanların beklentilerine cevap verip cüretkâr davranışımın sebebini açıklamak zor olmadı benim için. Bundan asla pişman olmadım; çünkü bu hafif hikâyeler; tarih, şiir, tarihî romanlar, psişik araştırmalar ve drama gibi edebiyatın çeşitli dallarından beni alıkoymak şöyle dursun, yeteneklerimi keşfetmemde yardımcı oldular. Holmes olmasaydı bundan daha fazlasını yapamazdım ama yine de daha ciddi edebî eserleri ortaya çıkartmamda az da olsa engel teşkil etmiş olabilir.
Böylece sevgili okuyucum, Sherlock Holmes’a uğurlar olsun! Geçmişte bana gösterdiğin bağlılığa teşekkür ediyor ve seni hayatın endişelerinden uzaklaştırarak ancak serüvenlerin büyülü âleminde bulabileceğin heyecan verici düşlere geri dönmeye teşvik edeceğimi ümit ediyorum.

    Arthur Conan Doyle

Giriş
Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Hemen hemen dünyanın her ülkesinde Holmes’un hikâyelerinin tercümesi bulunabilmektedir ve İncil’den dahi daha çok dile çevrildiği söylenmektedir. 1890’lı yıllarda ilk olarak Avrupa ve Japonya’da tercümeleri bulunabilirken daha sonraki yıllarda tercümelerin sayısı arttı. İlk Holmes filmi 1900’de çekilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Sherlock Holmes’un karikatürleri yapılmış; çizgi romanları yayımlanmış; sahne oyunları, müzikalleri, radyo piyesleri, TV dizileri, komedileri ve hatta bir balesi sahnelenmiştir. Bunun yanı sıra, Conan Doyle dışındaki yazarlar, daha fazlasını isteyen okuyucuları tatmin etmek amacıyla Holmes ve Watson’ı taklit ederek yüzlerce eser ürettiler.
Holmes’un ünü o derece yayılmıştır ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir. Örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak İngilizceye girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221B numaralı eve, onun kendi problemlerine çözüm bulacağı ümidiyle dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Birçok kişi onun gerçek bir insan olduğunu ve kendilerine yardım edeceğini düşünmektedirler. Hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Aynı ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).
Sherlock Holmes hikâyelerinin popüler ve uzun ömürlü olmasının nedeni belki de yazar tarafından çabuk ve gelişigüzel bir şekilde yazılmalarıdır. Yazar, edebî ününü daha ciddi çalışmalarına dayandırıyordu. Arthur Ignatius Conan Doyle (1859-1930) hikâye anlatımı konusunda doğuştan yetenekliydi çünkü herkesin anlayacağı gibi ve Sherlock Holmes’un ifade edeceği gibi “sanat” ailenin kanında akıyordu.
Sanatsal yönü kuvvetli olan Doyle, ailesinden gelen doğal bir yeteneğe sahipti. Büyükbabası John Doyle (Lakabı “H. B.” idi.) politik karikatürler çiziyor ve hiciv sanatıyla uğraşıyordu; amcası Richard Doyle iyi bir ressamdı ve hatıra defteri tutuyordu (“Punch” dergisi için tasarladığı kapaklar ile ünlenmişti.); babası Charles Altamont Doyle ise Edinburgh’nın Holyrood Sarayı’ndaki çeşmelerin yapımında rol almış bir sanatkârdı (her ne kadar çok iyi olmasa da). Genç Conan Doyle, annesinin dizinde saatlerce ataları hakkındaki hikâyeleri dinlerdi. Çok hızlı ve istekli bir okuyucuydu. O kadar hızlıydı ki “Anılar ve Maceralar” (1924) adlı otobiyografisinde ailesinin gittiği küçük bir kütüphanenin, onlara bir günde ikiden fazla kitap değiştiremeyeceklerini bildiren bir yazı gönderdiğini yazmıştı. Zevkleri çok değişkendi. Yeni konuları, yeni yazarları ve yeni kuramları keşfetmekte çok istekli olması yazarlık hayatı boyunca hikâyelerine yansıyordu.
Lancashire’da, Jesuit Stonyhurst Kolejinde eğitim gören Conan Doyle, 1875 Haziranında Londra Üniversitesine kaydolmuş ve 1876’da Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesine girerek 1881’de mezun olmuştur. Maddi sıkıntı çekmeleri nedeniyle ailesine destek olma amacıyla 1880’de, Kuzey Buz Denizi’nde balina avı yapan bir Peterhead gemisi olan Hope’ta doktor olarak görev yapmaya başlamıştır. 1881-1882 yılları arasında da Batı Afrika’ya sefer yapan Mayumba adlı buharlı gemiyle benzer bir görevle yola çıktı. Kurnaz ve komplocu Dr. George Turnavine Budd ile Plymouth’da kötü bir ortaklık kurduktan sonra, Southsea’de kendi özel muayenehanesini açtı. Bush Villaları, No:1’de tabelasını astıktan sonra hastalarını beklerken boş zamanının çoğunu yazarak geçirdi. Bu süre içinde ürettiği kısa hikâyelerinin hepsi başarılı olamadı ama Kraliçe Viktor-ya zamanına ait muhteşem hikâyesi “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” gibi bazılarından magazin dergilerinde övgü ile bahsedilmiştir.
1885 Ağustosunda evlendikten sonra Conan Doyle kendi zihni için şunları söylemiştir: “Hızlandı… Hem hayal gücüm hem de anlatımım oldukça gelişti.” Kısa hikâyelerinin yanı sıra roman (“Girdlestone’daki Ortaklık” gibi) yazmayı denedi ama eseri yayınevlerince geri çevrildi. Conan Doyle daha taze, daha sağlam ve daha ustaca bir şeyler yaratabileceğine inanıyordu. Yıllarca okuduğu Fransız yazarlardan Emile Gaboriau’nun yarattığı Polis Dedektifi Monsieur Lecoq ile Poe’nun başarılı dedektif tiplemesi olan C. Auguste Dupin, onun çocukluk kahramanlarından biri olmuştur. Bu şekilde kendi dedektif hikâyelerini nasıl yaratacağını düşünmeye başlamıştı. Conan Doyle hikâyesini şöyle anlatır:
“Eski bir öğretmenim olan Joe Bell’in kartala benzeyen yüzünü, tuhaf davranışlarını ve ayrıntıları yakalamaktaki ürkütücü ustalığını düşündüm. O bir dedektif olsaydı kontrol edemediği plansız olayları kesinlikle bilimle bağdaştırırdı. Bu etkiyi yaratabilir miyim diye düşündüm. Gerçek hayatta mümkünse bilim kurguda neden mümkün olmasın? Bir insanın zeki olduğunu söylemek kolay ama okuyucu örnekleri görmek istiyor; ki bu örnekleri Bell bize her gün koğuşta gösteriyordu. Bu fikir hoşuma gitti. Bu karaktere ne ad vermeliydim? Hâlâ alternatif isimler yazan defter sayfasını saklıyorum. Biri temel sanata karşı isyan ettiğinde karakterlerin isimlerinde kuşkuya düşer ve Bay Sharps ya da Bay Ferrets gibi adları yaratır. Önce Sherringford Holmes’u sonra Sherlock Holmes’u buldum. Kendi yaptığı kahramanlıkları anlatamayacağına göre bu görevi yapacak sıradan bir arkadaşı olmalıydı, gösterdiği yiğitliklerde rolü olan ve onları aktaran kültürlü bir insan yaratmalıydım. Bu görkemli adamın sıkıcı ve sakin bir adı olmalıydı. Watson adı iyiydi. Artık kuklalarım hazırdı ve ‘Kızıl Soruşturma’yı yazmaya başladım.”
Conan Doyle notlarına başvurduğunda Watson’ı “Afganistanlı Ormond Sacker” olarak tasavvur ettiğini açıkladı. Ayrıca “J. Sherringford Holmes”u muhafazakâr, hep uyuyormuş gibi gözüken, filozof, ender bulunan kemanların koleksiyonunu yapan uzman bir dedektif olarak düşündüğünü söyledi. 221B Yukarı Baker Caddesi de Holmes’un görevini yapacağı yer olarak belirlendi.
Conan Doyle, ilk Holmes hikâyesi olan “Kızıl Soruşturma”yı, “Yapabileceğimin en iyisiydi ve büyük umutlarım vardı.” diyerek nitelendirdi. Ret cevapları üst üste geldiğinde çok üzülmüştü. James Payn kitabı övdü ama hem çok uzun hem de çok kısa bulduğunu söyledi; Arrowsmith Yayınevi, eseri okumadan iki ay sonra iade etti; diğerleri ise “koklayıp” sırtlarını döndüler. En sonunda kitabın müsveddesi Ward, Lock & Co’ya gönderildi. Ucuz ama sansasyon yaratan edebî eserlere meraklıydılar ama cevapları şöyle oldu:

Sayın Bayım,
Hikâyenizi okuduk ve beğendik; şu anda (1886) piyasada bol miktarda ucuz bilim kurgu kitapları bulunduğundan bu yıl eserinizi yayımlayamayız; ama bir yıl beklemeyi kabul ederseniz size telif hakkı olarak 25 dolar ödeme yapmaya hazırız.
Sonunda “Kızıl Soruşturma” için bir yuva bulunmuştu. Artık tüm dikkatini Monmouth İsyanı’nı anlatan “Micah Clarke” adlı romanına verebilirdi. Birkaç ret cevabı aldıktan sonra Andrew Lang’in tavsiyesiyle Longmans, romanı yayımlamayı kabul etti. Conan Doyle başka Holmes hikâyeleri yazmayı düşünmemişti ama “Kızıl Soruşturma”nın Amerika’da elde ettiği başarı nedeniyle, “Lippincott’s Magazin”in temsilciliğini yapan J. M. Stoddart, onu, Londra’da bulunan Langham Otelinde yemeğe davet etti. Bu özel gecede masa arkadaşlarından biri de Oscar Wilde idi ve her ikisinden de “Lippincott’s Magazin” için yazı yazmaları istendi. Wilde’ın katkısı “Dorian Gray’in Portresi” olurken Conan Doyle yine Holmes ile yeni bir maceraya atılma karar verdi. Bir ay geçmeden günlüğüne şunları yazdı: “Dörtlerin Yemini” bitti ve gönderildi.
Conan Doyle, Sherlock Holmes’u başka bir kitapta kullanmaya niyetlenmemişti ama “Dörtlerin Yemini” ile bu karaktere daha fazla derinlik ve saygınlık katmaya karar verdi. Yarattığı bu karakteri daha fazla okuyucu kitlesine tanıtmak için karşısına bir fırsat çıkmıştı ve bu nedenle daha sofistike bir sunumla ortaya atılması çok önemliydi. Watson “Kızıl Soruşturma” kitabında Sherlock Holmes’un nitelikleri konusunda şu şekilde yorum yapmıştı:
1. Edebiyat bilgisi: sıfır
2. Felsefe bilgisi: sıfır
3. Astronomi bilgisi: sıfır
4. Politika: zayıf
Tüm bunlar “Dörtlerin Yemini”nde değişmektedir çünkü Holmes, Öklit’i kullanarak “Kızıl Soruşturma” ile alay etmekte; Dedektif Athelney Jones’a Goethe’den söz etmekte ve Filozof Winwood Reade’i, Watson’ı eğitmek için öğütlemektedir.
Sherlock Holmes, “Dörtlerin Yemini”nde daha akıllı ve toparlanmış bir karakter olarak karşımıza çıkmakta ve en önemlisi bir gelişme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Bu hikâyede sadece Holmes’u önemli ve yankı yapan biri olarak görmemeliyiz çünkü Dr. Watson karakteri de Conan Doyle’un artan yaratıcılığından nasibini almaktadır. İki ana karakter arasındaki bağ, hikâyede önemli bir unsur olmakta ve ilerleyen arkadaşlıkları, başarının anahtarını oluşturmaktadır. Sisli ve gaz lambalarıyla aydınlatılmış Londra da “Dörtlerin Yemini”nde önemli bir rol oynamaktadır; ancak Sherlock Holmes, her ne kadar bu şehri çok iyi tanısa da o zamanlarda Conan Doyle’un başkente dair bilgisi pek iç açıcı seviyede değildi. 6 Mart 1890’da J. M. Stoddart’a yazdığı bir mektupta bunu itiraf etmişti: “(…) Bu arada benim Londra hakkındaki engin ve eksiksiz bilgim sanırım seni eğlendiriyordur. Hepsini, postaneden aldığım haritadan öğrendim.”
Göz doktoru olmaya karar veren Conan Doyle, 1890 yılının sonunda Southsea’deki muayenehanesini kapatarak eğitim amacıyla Venedik’e gitti. 24 Mart 1891’de Londra’ya döndü. Mesleğini yapabilmek için 2. Yukarı Wimpole Caddesi’ne taşındı (Conan Doyle “Anılar ve Maceralar” kitabında bu adresi Devonshire Place olarak belirtmiştir ancak bu doğru değildir.). Conan Doyle gerçeği söylüyorsa kendisinin hiç hastası olmamıştır. “Düşünmek ve çalışmak için bundan daha iyi bir ortam sağlanabilir mi? Çok ideal bir yerdi çünkü meslek hayatımda çok başarısızdım. Ancak burada edebî alanda kendimi geliştirmek için her türlü koşul mevcuttu.” İşte bu düşünme ve esinlenme döneminde, iyice şekillenmiş olan Sherlock Holmes karakteri ortaya çıkmıştır. Conan Doyle bundan şöyle bahseder:
“O zamanlarda değişik aylık dergiler çıkıyordu ve editörlüğünü Greenhough Smith’in yaptığı ‘The Strand’ bunların arasında en önemlilerinden biri sayılırdı. Tutarsız hikâyelerle dolu olan bu değişik dergileri ele alacak olursak; tek bir karakteri kullanarak bir dizi yaratıp okuyucunun, bu dergilere bağlanmasını sağlayarak dikkatini çekebilirdik; fakat diğer yandan dizi şeklindeki hikâyeler faydadan çok zarar da getirebilirdi çünkü nihayetinde, okuyucunun bir ay dergiyi almaması hâlinde kaçırdığı bölümden dolayı ilgisi azalabilirdi. Bu nedenle orta yol sürekli aynı karakteri kullanmak ama her ay kendi içinde biten hikâyeler yazmaktı. Sanıyorum bunu fark eden ilk ben oldum ve ‘The Strand’ dergisi de bu fikri ilk olarak hayata geçiren dergi oldu. Ana karakterimi düşünürken daha önce iki kitapta kullandığım Sherlock Holmes’un kendini, bana, başarı elde edeceğim kısa hikâyeler için ödünç vereceğine inanıyordum. Daha sonra bekleme odasındaki uzun bekleyişlerle baş başa kaldım.”
O zamanlarda Conan Doyle’un yaratıcılığı, hikâyelerini yazma hızında gizliydi. 3 Nisan 1891’de temsilcisi A. P. Watt’a “Bohemya’da Skandal”ı gönderdi; 10 Nisanda “Bir Kimlik Vakası” tamamlandı; 20 Nisanda “Kızıl Saçlılar Kulübü” gönderildi; bir hafta sonra 27 Nisanda “Boscombe Vadisi Gizemi” ortaya çıktı. Gribe yakalanmasaydı ilk beş hikâyesi bir ay içinde piyasaya sürülürdü ancak “Beş Portakal Çekirdeği” 18 Mayıs’ta yayımlanabildi. Yeri yerinden oynatan bu hikâyelerin çok kısa bir sürede yazılmaları oldukça etkileyicidir. “Bohemya’da Skandal” adlı eseri 1891 yılının Temmuz ayında “The Strand” dergisinde yayımlandı ve o zamanlar hiç kimse fark etmese de Holmes’un, Conan Doyle’un ve derginin ünlenmesi garantilenmişti.
Artık her evde Conan Doyle’dan söz ediliyordu ancak o, tarihî kitaplar yazarak daha fazla beğeni toplamak istiyordu. Ekim 1891’de “Beyaz Şirket” yayımlanmış ve hemen ardından 1892’de Nisandan Hazirana kadar yazdığı Napolyon’la ilgili ilk kitap “Büyük Gölge” çıkmıştı. “The Strand” ise daha fazla Sherlock Holmes hikâyesi istiyordu; çünkü ilk seriyi halk çok beğenmişti ve dergi iyi para kazanıyordu. Buna rağmen Conan Doyle, Holmes ile uğraşmak istemiyordu ve 1891 Kasımında “Mavi Yakut” biter bitmez annesine şu mektubu yazdı:

Sherlock Holmes hikâyelerinin yeni serisi için beş tane daha hikâye yazdım. İlk serinin standartlarında olduklarını düşünüyorum ve toplam on iki hikâyenin iyi bir kitap olacağına inanıyorum ancak altıncı hikâyede Holmes’u katledip sonsuza kadar işini bitirmeyi düşünüyorum. Daha iyi şeyleri düşünmeme engel oluyor.
Annesi onun bu fikrine karşı geldi ve hakkında yazması için bir konu buldu. Bunun sonucunda “Bakır Sahiller” ortaya çıktı. Aslında sadece idam cezasını erteleme ve bir rahatlama vardı ortada ancak cezayı ertelemek geçiciydi…
Şubat 1892’de “The Strand” dergisi Conan Doyle’dan yine Holmes hikâyeleri istedi ama o “Mülteciler” adlı tarihî kitabı üzerinde çalışıyordu. Başka hikâyeler üretmeye pek niyetli değildi çünkü kısa dedektif hikâyeleri için ilginç konular bulmak, bir roman yazmak kadar zaman alıcı bir şeydi. “Anılar ve Maceralar” kitabında şu açıklama yer alıyordu:

Holmes hikâyelerini yazmaktaki zorluk, uzun bir roman için gerekli olan açık seçik ve orijinal bir konu bulmakla aynıdır. İncelmeye ya da tamamen kopmaya eğilimlidir.
“The Strand”in son isteğinden nasıl kaçınacağını düşündü ve onları vazgeçirmek için yeni yazılacak olan seri için 1.000 pound istemeye karar verdi (İlk serideki her hikâye için otuz sent ve ikinci serideki her hikâye için elli sent almıştı.) “The Strand” hiç tereddüt etmeden şartlarını kabul etti. Böylece Conan’ın planı suya düştü. Artık mecburen yeni hikâyeler için farklı konular düşünmek zorundaydı. Bunun sonucunda “Sherlock Holmes’un Anıları” ortaya çıkacaktı.
Anıların son hikâyesi tamamlandığında Holmes’u öldürme planını gerçekleştirmek gerekiyordu. “The Strand” okuyucuları için 1893 Noel’i çok üzücü geçecekti. Derginin Aralık sayısında “Son Sorun” yayımlandı ve “Sherlock Holmes’un Ölümü” alt yazısıyla Reichenbach Şelalesi’nde Sidney Paget’ın resmettiği Holmes ve Profesör Moriarity’nin dövüşü tasvir edildi. Bu, okuyucular üzerinde o kadar derin bir acı yaratmıştı ki erkeklerin yas tuttuklarını göstermek için ipek şapkalarının üzerini kâğıtla kapladıkları söylenir. Çok sinirli bir okuyucu, Conan Doyle’a “Hayvan!” diye hakaret etmiştir. 1891’de kurulan “The Strand”in sahibi George Newnes, Holmes’un ölümünü “Çok korkunç bir olay!” diye belirtmiştir. Böyle söylemesi çok doğaldı çünkü Sherlock Holmes’un başarısı “The Strand”i çok etkilemişti. Geleceğin neler getireceğini kim bilebilirdi? Bu ölümün, Kraliçe Viktorya’nın bile çok hoşuna gitmediği söylenir.
Görünürde Conan Doyle hiç pişman olmamıştı. 15 Aralık 1900’de “Tit-Bits” adlı dergi, Doyle’un şu sözlerini yayımladı: “Sherlock’u öldürmek için izlediğim yoldan hiç pişmanlık duymadım. Onun ölmüş olması bir daha onun hakkında yazmayacağım anlamına gelmemelidir çünkü eğer ben istersem onun geride bıraktığı notları değerlendirebilirim!” Birkaç ay sonra Conan Doyle, genç bir gazeteci arkadaşı Bertram Fletcher Robinson ile Norfolk’ta golf oynuyordu. Oyun esnasında sohbet ederlerken Robinson, çok vahşi siyah bir köpeğin kırlık alanda hortladığını anlatan bir efsaneden söz etti. Bu hikâye Conan Doyle’un hayal gücünü harekete geçirdi ve her ikisi de ileride adı “Baskerville’lerin Tazısı” olacak kitabın üzerinde birlikte çalışmaya başladılar. İlk başlarda Conan Doyle hikâyeyi “çok ürkütücü” olarak tanımlasa da ileride bir Sherlock Holmes hikâyesine dönüşeceğinden hiç söz etmedi; ancak Doyle, Holmes karakterinin ne kadar beğenildiğini biliyordu ve bu fırsatı kullanarak “The Strand” dergisinin editörünün önüne farklı şartlarla çıktı: “Sadece sizden değil diğer dergilerden de aynı ücreti almaktaydım. Artık belli ki bu çok daha özel bir durum ve anladığım kadarıyla Holmes’un tekrar dirilişi çok ilgi çekecektir. Diyelim ki yöneticilere Holmes olmadan eski ücretimi ya da Holmes ile yüz pound daha fazlasını istiyorum desem hangisini seçerler? Holmes’a şu anda Amerika’da çok ilgi gösteriliyor.”
25 Mayıs’tan önce “Tit-Bits” şunları yazıyordu:

Conan Doyle, “The Strand” için çok önemli bir hikâye yazacak ve bu hikâyenin ana karakteri Sherlock Holmes olacak… 30.000 ile 50.000 kelime arasında bir dizi şeklinde yayımlanacak ve konusu öncekilere göre çok daha ilginç ve çarpıcı olacak.
Olayların devamının bir tarih niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. “Baskerville’lerin Tazısı” önüne geçilemez bir başarı elde etti ve “The Strand” kendi tarihinde bir ilke imza atarak bu kitabın 7. baskısını yayımladı. Hikâyeyi -Amerikan baskısı da ilave edilecek olursa-200.000 adet bastı. Amerika’da kitap hâlinde yayımlandığında on gün içinde 50.000 adet satıldı.
“Baskerville’lerin Tazısı”nın başarısı Holmes’un yeniden dirilişi için önünü açtı ve Atlantik’in öbür tarafında bulunan Amerika çok yüksek miktarda para teklifinde bulundu: Altı hikâye için 25.000 dolar, sekiz hikâye için 30.000 dolar ve on üç hikâye için 45.000 dolar. Kararını veren Conan Doyle, Holmes karakterinin bütünlüğünü asla bozmayacaktı. “İyi bir konusu olmazsa bir Holmes hikâyesi yazmam.” dedi ve devam etti: “Aklımı zorlayacak bir mesele olmalı çünkü başkasının işe karıştırılmaması gerekir.” Yeni seri için hikâyeler tamamlanmıştı ancak Conan Doyle başka konular bulmakta zorlanıyordu. “The Strand”te Greenhough Smith’e “hikâyelere devam etmekte yoğun bir isteksizlik yaşadığını” söyledi. “Hepsinde benzerlik var.” dedi ancak büyük bir azimle devam ederek konuları buldu ve on üç hikâye daha yazabildi. Hepsi de “Sherlock Holmes’un Dönüşü” adlı kitapta toplandı.
Bu tarihten sonra Doyle, daha az kitap yazdı ve dedektifin bir sonraki kitabı olan “Korku Vadisi” 1915’te piyasaya sürüldü. 1917’de “Son Selam” için yeterince hikâye birikmişti ve “Sherlock Holmes’un Dava Kitabı” 1927’de tamamlanmıştı. Holmes’un tüm maceraları dört roman ve elli altı kısa hikâyede toplanmıştı. Bunlar, Conan Doyle’un en iyi eserleri olarak görülmektedir.
Sherlock Holmes’un hikâyelerinin ilk kez yayımlandığında nasıl bir etki yaratacağını kestirmek neredeyse olanaksızdı. Aslında bu dedektiflik hikâyelerini Conan Doyle yaratmadı; bu onur, Edgar Allan Poe’ya aittir. Fakat olağanüstü buluşları, hikâyelerindeki yaratıcılık ve halkın bu polisiyelere gösterdiği ilgi açısından ele alındığında bu, tek başına elde ettiği bir başarıdır. “The Strand”teki Holmes hikâyelerinin başarısı ve halkın da aynı tür eserleri okuma isteği, diğer dergilerin, Holmes’a rakip bir bilim kurgu karakterini ortaya çıkarmaları gerektiği anlamına gelmekteydi. Birçok kadın dedektif, bilimsel dedektif, kaba ve basit dedektif, kör dedektif, komik dedektif ve ruhani dedektif karakterinin ortaya çıkmasına rağmen yalnızca tek bir Holmes vardı ve birçoğu kendi alanlarında iyi olmalarına karşın bu imitasyonlar asla “aslına” bir rakip olamazlardı. 1891 yılına kadar sakin akan sular bu tarihten sonra coşkuyla akmaya başladı ve bu akıntıya kapılan polisiye romanlar birçok ismin su yüzüne çıkmasına neden oldu ki şimdi sayacağım adların hepsinin ve aynı zamanda sayamadığım diğerlerinin Arthur Conan Doyle’a minnet borcu bulunmaktadır: G. K. Chesterton, Agatha Christie, Dorothy L. Sayers, Raymond Chandler, John Dickson Carr, Dashiell Hammett, Erle Stanley Gardner, Ellery Quenn, John D. MacDonald, Mickey Spillane, Robert B. Parker, Rex Stout, Ross Macdonald, P. D. James, Colin Dexter, Elizabeth George.
Dedektifin arkadaşı söz konusu olduğunda bu borç daha da derinleşmektedir; bu nedenle Watson adı âdeta İngilizcede “ana karakterin arkadaşı” ya da “en iyi arkadaşı” kelimeleriyle eş anlamlı olarak düşünülebilir. Conan Doyle, Edgar Allan Poe’ya olan borcunu itiraf etmekte gecikmedi. Doyle’un, Holmes hikâyelerinde, Poe’nun üç hikâyesindeki Dedektif C. Auguste Dupin’dan çok fazla alıntı yaptığı aşikârdı; sevecen arkadaş ve tarihçi, acemi memur, tuhaf ve abartılı suçlar, dedektifin kolayca bulabilmesi için önüne serilen kanıtlar ve açıklama gerektiren sonuçlar gibi. Ancak Poe’nun Watson’ı isim konmayacak kadar önemsizken Conan Doyle, Watson’ının canlı ve gerçekçi olması gerektiğinin önemini anlamakta gecikmedi ve inceleyen, not alan, her şeyi aksettiren, ihtiyaç durumunda asistanlık yapan, en önemlisi okuyucunun aklına gelebilecek soruları sormasını bilen bir kişilik yarattı. Böyle bir karakteri canlı hâle getirmek kolay değildir. Bu onuru Conan Doyle’a vermek gerekir çünkü Holmes’u olduğu kadar Watson’ı da hatırlanmaya değer bir karakter hâline getirmiştir. Watson, herkes tarafından halktan biri gibi görüldü. Ana karakter Sherlock Holmes olabilir ancak Watson daha çok sevilmektedir. Holmes’un öğrencisi Vincent Starrett oldukça iyi bir tespitte bulunmuştu: Issız bir adaya düşseler Watson daha az yorucu olurdu. Dedektif-arkadaş ilişkilerinin aslını araştıracak olursak Holmes-Watson ilişkisine dek inebiliriz; Agatha Christie kendi yarattığı Hercule Poirot’yu bile bunu düşünerek yazdığını itiraf etti. “ACD”de Conan Doyle’dan -ve tabii ki Watson’dan- övgü ile bahsetmiştir. 1963 yılında, “Ölüm Saatleri” adlı romanında değişik bilim kurgu dedektiflerinden söz ederken raftan bir Holmes hikâyesi indirir:

“Sherlock Holmes’un Maceraları” dedi sevgiyle hatta saygıyla diğer kelimeyi bile söyledi: “Maître!”
“Sherlock Holmes mu?” diye sordum.
“Ah, non, non, Sherlock Holmes değil! Ben yazar Sör Conan Doyle’u selamlıyorum. Sherlock Holmes’un hikâyeleri gerçekte zorla yazılmış, aldatmalarla dolu ve çok yapmacıktır ama yazma sanatı… Ah işte o zaman her şey değişir! Dilin verdiği mutluluk ve o muhteşem karakter Dr. Watson’ın yaratılması bambaşka bir şeydir. Ah, işte o gerçek başarıdır!”
Bu pasajda Christie, Holmes’un hikâyelerinde başka bir şeye daha parmak basmaktadır: “Dilin verdiği mutluluk.” 1930’da Arthur Conan Doyle’un ölümünden sonra “The Strand”in editörü Greenhough Smith, Holmes’un hikâyeleriyle ilk karşılaştığı zamanki izlenimlerini anlattı:
“İyi yazarlar çok ender bulunurdu ve bu editör, kötü yazılarla yorulup güçlükle ilerlemeye çalışırken âdeta Tanrı tarafından cennetten bir hediyenin gönderildiğine inanmıştı. Bu bezgin editörün ümitsiz hayatına nihayet mutluluk girmişti. Artık karşısında yeni ve hünerli bir yazar vardı; konular tüm açıklığıyla yazılıyor, stildeki duruluk ile mükemmel bir hikâye ortaya çıkıyordu.”
Holmes ve Watson karakterlerinin yanı sıra, Holmes hikâyelerinin sürekli bir okuyucu kitlesinin olmasının nedeni şudur: Kaç kez okunursa okunsunlar hep taze ve heyecanlı kalıyorlar, renkli karakterlere sahipler, açık yüreklilikle birdenbire değişen konulara rastlanıyor; ayrıca ani ve ürkütücü karanlıklar ve öbür dünyayı hissettirmeleri de hikâyeleri ilginç kılıyor. Ayrıca 221B Baker Caddesi’nin bilindik oturma odasında her zaman yanan şömine ve gaz lambası, pencereden bakıldığında görülen sis ve Holmes ile Watson’ın koltuklarında oturup müşteri beklemeleri okuyucunun güvenini sağlamaktadır. Biliyoruz ki davaları ne kadar saçma ve kötü ya da olaylar ne kadar ürkütücü olursa olsun, her şey sonunda düzelecektir. Yüz yirmi yıldır bu rahatlatıcı sona dayandık ve bir yüz yirmi yıl daha dayanacağımıza inanıyorum. Sherlock Holmes ve Dr. John Watson değişen yıllarda sabit birer noktadır. Kitaplarında 1895 yılında yaşıyor olmalarına rağmen daha çok yaşayacaklar ve insanlar kitaplarını zevkle okumaya devam edecekler.
Christopher ve Barbara Roden
Christopher ve Barbara Roden birer Sherlock hayranıdırlar ve New York’taki Baker Caddesi Aykırıları ve aynı zamanda dünyanın değişik yerlerinde Sherlock Kulüplerine üyedirler. Christopher, Oxford Sherlock Holmes serisi için iki kitap düzenlemiştir ve her ikisi de Sherlock Holmes ve Sör Arthur Conan Doyle için birçok yazı yazmışlardır. Koleksiyonlarında bulunan Conan Doyle’un bilim kurgusu “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” Ash-Tree yayınevi tarafından basılmıştır..

Ünlü Müşteri
Biraz sonra anlatacağım hikâyeyi yazmak için bunca yıl boyunca en az on defa Bay Sherlock Holmes’tan izin istedim ve en sonunda “Artık kimseye zararı olmaz.” diyerek buna razı oldu. Böylece, arkadaşımın meslek hayatında, bazı yönlerden doruk noktası sayılabilecek bu vakayı, kayıt altına alabilmek için gerekli izni koparmıştım.
Holmes ve ben Türk hamamına dayanamazdık. Kurulanma odasında, keyifli bir yorgunluk içinde birlikte sigara içerken onun daha az ketum ve insani değerlerinin daha baskın olduğunu görebiliyordum. Northumberland Caddesi’ndeki bu hamamın üst katında, kuytu bir köşede, yan yana iki tane koltuk bulunur. Hikâyemiz 3 Eylül 1902’de ikimiz bu koltuklarda uzanırken başlar. Hayatında renkli bir şeylerin olup olmadığını sorduğumda, sarındığı havludan uzun, ince, titrek kolunu çıkararak hemen yanında asılı duran paltosunun iç cebindeki bir zarfa uzandı.
“Bu, kılı kırk yaran, kendini beğenmiş birinin oyunu veya gerçekten de bir ölüm kalım meselesi.” dedi bana notu uzatırken, “Burada yazılanlardan daha fazlasını bilmiyorum.”
Not, Carlton Kulübünden geliyordu ve üzerindeki tarih bir önceki geceyi gösteriyordu. Şöyle yazıyordu:

Sör James Damery, Bay Sherlock Holmes’a saygılarını sunar ve yarın saat 4.30’da kendisine uğrayacağını bildirir. Sör James, Bay Holmes’a danışmayı arzuladığı konunun çok hassas ve önemli olduğunu da belirtmek ister. Bu nedenle kendisi, Bay Holmes’un bu görüşmeyi kabul edeceğini umuyor ve Carlton Kulübüne telefon ederek bunu teyit edeceğine inanıyor.
“Bu görüşmeyi kabul ettiğimi söylememe gerek yok herhâlde Watson.” dedi Holmes notu okuyup kafamı kaldırdığımda, “Bu Damery denen adam hakkında bir şey biliyor musun?”
“Sosyetede adını her gün duyuyorum, sadece bu.”
“Neyse, ben sana daha fazlasını anlatabilirim. Gazetelere yansımaması gereken hassas konuları hallederek kazanmış şöhretini. Hammerford Will davasında Sör George Lewis ile yaptığı pazarlığı hatırlayacaksın. Görmüş geçirmiş biri ve diplomasi konusunda oldukça maharetli. Umarım yanlış bir izin peşinde değilizdir ve gerçekten de bizim yardımlarımıza ihtiyacı vardır.”
“Bizim mi?”
“Bana yardım etmeyi kabul edersen evet, bizim, Watson.”
“Onur duyarım.”
“O hâlde saati biliyorsun; 4.30’da. O zamana kadar başka şeylerle meşgul olabiliriz.”
O sıralar Queen Anne Caddesi’ndeki kendi dairemde kalıyordum ama kararlaştırdığımız saatten önce Baker Caddesi’ne gittim. Tam 4.30’da Albay Sör James Damery içeri buyur edilmişti. Onu tarif etmeme gerek yok; çünkü birçoğunuz kendisinin oldukça samimi, dürüst kişiliğini; o geniş, sinekkaydı tıraşlı yüzünü ve en önemlisi o tatlı, boğuk sesini hatırlayacaktır. İrlandalılara has gri gözlerinden, açık yürekliliği okunabiliyordu ve daimî gülümsemesi, ne kadar da hoş bir mizaca sahip olduğunu gösteriyordu. Parlak silindir şapkası, koyu renk paltosu, hatta siyah saten atkısındaki inci iğneden; cilalı ayakkabılarındaki eflatun tozluklara kadar her ayrıntı, kıyafetlerine gösterdiği özeni yansıtıyordu. Bu iri yarı, otoriter aristokrat bir anda ufak odaya hâkim olmuştu.
“Elbette Dr. Watson’ı da görmeyi bekliyordum.” demişti nazikçe reverans yaparak, “Onunla iş birliği içinde bulunmamız iyi olabilir; çünkü uğraştığımız adam şiddet yanlısı biri Bay Holmes. Her şeyi göze alacaktır mutlaka. Avrupa’da ondan daha tehlikeli bir adam yoktur herhâlde.”
“Kendilerini böyle şatafatlı sözlerle tanımlayan birkaç rakibim olmuştu.” dedi Holmes gülümseyerek, “Sigara içmiyor musunuz? Pipomu yakarsam rahatsız olmazsınız umarım. Eğer sizin söz ettiğiniz adam gerçekten merhum Profesör Moriarty veya hâlâ hayatta olan Albay Sebastian Moran’dan daha tehlikeliyse kendisiyle tanışmaya değer. Onun adını öğrenebilir miyim?”
“Baron Gruner’yı duydunuz mu?”
“Şu Avusturyalı katil mi?”
Albay Damery bir kahkaha atarak keçi derisi eldivenlerini havaya fırlatmıştı. “Sizi alt etmek zor, Bay Holmes! Mükemmel! Demek ki onun bir katil olduğunu çoktan öğrenmişsiniz.”
“Avrupa’da işlenen suçlara dair ayrıntıları takip etmek benim işim. Prag’da olanları okuyup da bu adamın suçlu olduğundan şüphe edecek biri var mı? Onu kurtaran, sadece yasal bir boşluk ve tanığın şüpheli ölümü! Eşinin Splugen Geçidi’ndeki ani ölümünün -olayın bir ‘kaza’ olduğu yazılmıştı- sorumlusunun da o olduğuna adım gibi eminim. İngiltere’ye geleceği ve er veya geç onun peşine düşeceğim içime doğmuştu. Her neyse, Baron Gruner bu sefer ne yaptı? Şu eski olayın tekrar su yüzüne çıktığını sanmıyorum.”
“Hayır, bu sefer daha ciddi bir mesele. İntikam almak önemlidir ama suça engel olmak daha da önemlidir. Korkunç, hatta acımasız bir olayın gözlerinizin önünde cereyan etmesi gerçekten çok iğrenç bir şey Bay Holmes. Üstelik durumun nereye varacağını bilmek ve bunu önleyememek daha kötü. İnsanoğlu daha zorlayıcı bir durum ile karşı karşıya kalabilir mi?”
“Muhtemelen hayır.”
“O hâlde temsil ettiğim müşterime hak vereceksiniz.”
“Sizin sadece bir aracı olduğunuzu bilmiyordum. Müşteriniz kim?”
“Bay Holmes, bu konuyu fazla üstelememenizi rica edeceğim. Onu, şerefli isminin hiçbir şekilde bu meseleye karışmayacağına dair temin ettim. Bu çok önemli. Niyeti son derece saygın ve mertçedir ama yine de bilinmek istemiyor. Ücretinizin ödeneceğini ve size tam yetki verileceğini söylememe gerek bile yok. Müşterinizin kim olduğu konu dışı sayılmaz mı sizce?”
“Üzgünüm…” dedi Holmes, “Üstlendiğim davaların bir ucunun muammalı oluşuna alışkınım ama her iki ucunun böyle olması fazlasıyla kafa karıştırıcı. Korkarım ki Sör James, bu davayı reddetmek zorundayım.”
Ziyaretçimiz oldukça rahatsız olmuştu. İri, hassas yüzü, bir anda hissettiklerinden ve yaşadığı hayal kırıklığından dolayı kararmıştı.
“Söylediklerinizin neye yol açacağının farkında değilsiniz Bay Holmes.” dedi, “Beni çok ciddi bir ikilem içinde bırakıyorsunuz. Size olanları anlatabilseydim eminim büyük bir gururla bu davayı üstlenirdiniz; ancak vermiş olduğum bir söz her şeyi açıklamama engel oluyor. En azından size olanları kabaca anlatabilir miyim?”
“Elbette. Yeter ki henüz hiçbir şeyi üstlenmediğimi bilin.”
“Anlıyorum… İlk olarak şunu söyleyeyim: General de Merville adını şüphesiz duymuşsunuzdur, öyle değil mi?”
“Ünlü Hayberli de Merville mi? Evet, tabii ki onu duydum.”
“Onun bir kızı var, adı Violet de Merville; genç, zengin, güzel, başarılı bir kız. Her bakımdan olağanüstü vasıflara sahip. İşte bu tatlı, masum kızı bir zebaninin pençelerinden kurtarmaya çabalıyoruz.”
“Bu durumda, herhâlde Baron Gruner onu tehdit ediyor.”
“Bir kadının tehdit edilebileceği en güçlü şey ile, yani aşk ile tehdit ediyor. Belki duymuşsunuzdur. Bu adam olağanüstü yakışıklı ve çok kibar. Şefkatli ses tonuyla her kadını etkileyebilir. Romantik ve aynı zamanda da gizemli biri. Karşı cins âdeta onun insafına kalmış. O da bundan fazlasıyla faydalanıyor.”
“Ama nasıl oluyor da böyle bir adam, Bayan Violet de Merville’nin konumunda olan bir hanım ile tanışabiliyor?”
“Akdeniz’de bir yat gezisi sırasında tanışmışlar. Pasaportlarını şirket ayarlamış. Organizatörler baronun gerçek kişiliğini biraz geç anlamışlar muhakkak. Alçak, kadının kalbini tamamen kazanana kadar peşini bırakmamış. Bayanın onu sevdiğini söylemek az kalır. Onun üzerine titriyor ve bu, artık bir saplantı hâline gelmiş. Hayatının tek amacı bu adam olmuş. Onun aleyhinde söylenen sözlere kulak asmıyor bile. Bu çılgınlığına engel olmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar ama nafile. Sözün kısası, gelecek ay evlenmek niyetindeler. Artık reşit ve bu konuda çok kararlı olduğu için ona nasıl engel olunacağını kimse bilmiyor.”
“Avusturya olayını da mı bilmiyor?”
“O kurnaz şeytan; geçmişte başına gelen bütün olayları bir bir anlatmış; ancak öyle anlatmış ki kendisini mağdur gibi göstermiş. Kız da onun söylediklerine inanıyor ve başka hiç kimseyi dinlemiyor.”
“Hay aksi! Dikkatsizlik ederek müşterinizin adını ağzınızdan kaçırdığınızın farkında mısınız? Şüphesiz General de Merville.”
Ziyaretçimiz sandalyesinde kıpırdanmaya başladı.
“Öyle olduğunu söyleyerek sizi kandırabilirim Bay Holmes. Ama o zaman sizi aldatmış olurum. De Merville mahvolmuş durumda. O güçlü kuvvetli askerin morali bu olaydan dolayı iyice bozuldu. Savaş alanında asla yıpranmayan çelik gibi sinirleri, artık berbat bir hâlde. Zayıf, eli ayağı tutmayan bir adam olup çıktı. Bu Avusturyalı, çok zeki ve güçlü bir hergele. Artık ona karşı mücadele etmek elinden gelmez. Benim müşterim ise generalin eski bir arkadaşı, onunla yıllardır çok samimi ilişkiler içinde ve kızına karşı çocukluğundan beri babacan duygular besliyor. Bu felaketi engellemek için ne gerekiyorsa yapılmasını istiyor. Bu dava Scotland Yard’a göre değil. Sizinle görüşmemiz onun fikriydi. Ama daha önce de söylediğim gibi, bu meselede adının geçmemesini şart koşuyor. Eminim ki Bay Holmes, sizde bu yetenek varken, müşterimin adını öğrenmeniz an meselesi olurdu; ama sizden rica ediyorum, kimliğini gizli tutmaya devam edelim; çünkü bu, onun için bir onur meselesi.”
Holmes garip bir şekilde gülümsedi. “Sanıyorum buna söz verebilirim.” dedi, “Sorununuz ilgimi çekti ve bu davayı üstlenmeye karar verdim. Sizinle gerektiğinde nasıl irtibata geçeceğim?”
“Carlton Kulübü bana mesajınızı ulaştırır. Ama acil bir durum olursa özel bir numaram var: XX.31.”
Holmes numarayı not aldı. Oturduğu yerde hâlâ gülümsüyordu. Telefon defteri de dizlerinin üzerinde açık kalmıştı.
“Baronun adresini de verir misiniz lütfen?”
“Kingston yakınlarında Vernon Köşkü. Büyük bir ev. Bazı karanlık borsa oyunlarında şansı yaver gitti, şimdi zengin bir adam. Bu da onu daha da tehlikeli bir düşman yapıyor.”
“Şu an evde mi?”
“Evet.”
“Anlattıklarınızın dışında bu adam hakkında başka bilgi verebilir misiniz?”
“Çok pahalı zevkleri var. Atlara çok düşkün. Hurlingham’de kısa bir süre polo oynamış ama bu Prag olayı ortaya çıkınca bırakmak zorunda kalmış. Kitap ve tablo koleksiyonu var. Doğasında çok sanatsal bir yan var yani. Sanıyorum, aynı zamanda Çin çömlekçiliği üzerine oldukça tanınmış bir uzman; hatta bu konuda bir kitabı bile var.”
“Karmaşık bir zihne sahip.” dedi Holmes, “Bütün büyük suçlularda olduğu gibi. Benim eski arkadaşım Charlie Peace de bir keman virtüözüydü. Wainwright da bir sanatçı sayılırdı. Daha bir sürü isim sıralayabilirim. Her neyse Sör James, müşterinize Baron Gruner üzerinde yoğunlaşacağımı söyleyebilirsiniz. Daha fazla ayrıntıya giremeyeceğim şimdi. Benim de bilgi edinmek için kendimce yollarım var ve eminim bu meseleyi kısa sürede açıklığa kavuşturacağız.”
Ziyaretçimiz yanımızdan ayrıldıktan sonra Holmes o kadar uzun bir süre düşüncelere daldı ki benim varlığımı unuttuğunu sandım; ancak en sonunda, canlanarak harekete geçmişti.
“Eh, Watson, bu konuda fikrini beyan edecek misin?” diye sordu.
“Bence, şu genç bayanla bir de sen görüşmelisin.”
“Sevgili Watson, zavallı, kalbi kırık babası bile onu vazgeçiremezken ben bir yabancı olarak kendisini nasıl yola getirebilirim ki? Yine de bütün çabalarımız boşa giderse son çare olarak onunla görüşebilirim. Ancak konuya farklı bir açıdan yaklaşmalıyız. Sanırım Shinwell Johnson’ın bize bir faydası dokunabilir.”
Anılarımda Shinwell Johnson’dan söz etme fırsatını bulamamıştım; çünkü arkadaşımın meslek hayatının son dönemlerindeki davalarını çok nadiren kaleme almıştım. Yüzyılın ilk yıllarında Johnson denen bu adamın çok değerli katkıları olmuştu bize. Ancak üzülerek şunu da belirtmeliyim ki adını ilk duyurduğunda çok tehlikeli bir suçluydu ve iki defa Parkhurst Hapishanesi’ne girmişti. En sonunda tövbe ederek Holmes ile iş birliği yapmış ve Londra’nın büyük suç dünyasında onun ajanı olarak çalışmıştı. Oldukça önemli bilgiler elde etmişti bizim için. Johnson, polis muhbiri olsaydı bu kısa sürede ortaya çıkardı ama doğrudan mahkemeye yansımayan davalarla ilgilendiğinden, arkadaşları yaptıklarını asla fark etmemişti. İki defa hüküm giymenin ona sağladığı cazibeyle şehirdeki her gece kulübüne, batakhaneye ve kumarhaneye girebiliyordu. Gözlem yeteneği ve zekâsı, onu bilgi toplamak için uygun bir ajan hâline getiriyordu. Sherlock Holmes işte bu adama başvurmamızı önermişti.
Arkadaşımın atacağı her adımı takip etmem imkânsızdı, ne de olsa benim de aciliyeti olan işlerim vardı; ama o gece sözleşerek Simpson’s’ta buluşmuştuk. Ön taraftaki ufak bir masada oturup Strand’de hızla akıp giden hayatı seyrederken olanları bir çırpıda anlatıverdi bana.
“Johnson etrafı kolaçan ediyor.” dedi, “Yeraltı dünyasının en karanlık noktalarından bize bir miktar bilgi verebilir. Bu adamın sırlarını suç dünyasının kök saldığı bir yerde bulabiliriz ancak.”
“Ama hanımefendi herkesin bildiği şeyleri bile kabullenmiyorsa senin elde edeceğin yeni bilgileri niye kabullensin ki?”
“Kim bilir Watson? Kadın kalbi ve aklı, erkekler için çözülmesi zor bir bilmece gibidir. Cinayet hoş görülebilir, hatta ona bir açıklama bile getirilebilir ama daha ufak kusurların affedilmediği olur… Baron Gruner bana dedi ki…”
“Siz konuştunuz mu?”
“Ah, sana planlarımdan bahsetmemiştim değil mi? Her neyse Watson, peşine düştüğüm adamla yakın ilişki içinde olmayı severim. Onunla göz göze gelmeyi ve nasıl bir yapıda olduğunu görmeyi isterim. Johnson’a talimatlarımı verdikten sonra bir arabayla Kingston’a gittim. Baron bana karşı oldukça nazik davrandı.”
“Seni tanıdı mı?”
“Bunda pek zorluk yaşamadı; çünkü kartvizitimi göndermiştim. Müthiş bir düşman… Soğukkanlı, kadife gibi bir sesi var. Senin şu şık mütehassısların kadar rahatlatıcı… Ama bir kobra gibi zehir saçıyor aynı zamanda. Suç dünyasındaki gerçek bir aristokrat gibi davranıyor, âdeta soyunda var bu özellik. Bana çay içme teklifinde bulunduğunda, ondaki yapmacıklığı ve içten gelen zalimliği görecektin. Gerçekten de dikkatimin Baron Adelbert Gruner’ya yöneltilmesinden hoşnutum.”
“Nazik davrandığını söylemiştin.”
“Biraz sonra fareyi yakalayacağına inanan uysal bir kedi gibiydi. Bazı insanların nezaketi diğerlerinin şiddetinden daha ölümcüldür. Kendine has tarzıyla beni buyur etti. ‘Sizi er ya da geç göreceğimi biliyordum Bay Holmes.’ dedi, ‘Şüphesiz kızı Violet ile olan evliliğimi engellemek için sizi General de Merville tuttu. Bu doğru, öyle değil mi?’
Haklı olduğunu söyledim.
‘Sevgili dostum…’ dedi, ‘Sadece hak ettiğin itibarlı unvanını bir felakete sürüklemiş olursun. Başarıyla sonuçlandırabileceğiniz bir dava değil bu. Maruz kalacağınız tehlike bir yana, boşuna çabalamış olacaksınız. Gerçekten de bu davadan geri çekilmenizi tavsiye edeceğim.’
‘Çok ilginç…’ dedim, ‘Ben de size aynı tavsiyede bulunacaktım. Zekânıza saygım sonsuz baron ve gördüğüm kadarıyla kişiliğiniz de bu düşüncemi destekliyor. Sizinle erkek erkeğe konuşalım. Hiç kimse geçmişinizi ince ince araştırıp sizi gereksiz yere rahatsız etmek istemiyor. Geçmiş geçmişte kaldı ve artık serin sularda sayılırsınız. Ama bu evlilikte ısrar ederseniz İngiltere’yi sizin için yaşanmayacak bir hâle getirmek isteyen bir sürü güçlü düşmanınız ortaya çıkacaktır. Bu oyuna değer mi? Hanımefendiyi terk ederek çok daha akıllıca davranmış olacaksınız. Geçmişiniz onun dikkatine sunulursa tabii ki sizin için hoş bir durum olmaz.’
Baronun burnunun altında uzanan bıyıkları, bir böceğin kısa antenlerine benziyordu. Beni dinlerken bıyıkları keyifle titredi. En sonunda dayanamayarak kıkırdamaya başladı.
‘Neşemi bağışlayın Bay Holmes.’ dedi, ‘Ama düzgün bir eliniz olmadığı hâlde kâğıt oynamaya çalıştığınızı görmek beni bayağı keyiflendirdi. Bunu sizden daha iyi kimse yapamazdı. Ama yine de acınacak bir hâlde olduğunuzu düşünüyorum. Elinizdeki kâğıt en ufağın da ufağı sayılır Bay Holmes.’
‘Öyle mi diyorsunuz?’ ‘Öyle olduğunu biliyorum. Bir konuyu açıklığa kavuşturayım; çünkü benim elim o kadar iyi ki size gösterebilirim. Bu bayanın bütün sevgisini kazanacak kadar büyük bir şansa sahibim. Geçmişte yaşadığım bütün tatsız olayları kendisine anlattığım hâlde yine de sevgisi azalmadı. Ona bazı gaddar ve düzenbaz insanların -bu arada kendinizi de bu insanlardan biri sayılabilirsiniz- kendisine geleceğini ve bazı şeyler anlatacağını söyledim. Onlara karşı nasıl davranması gerektiği konusunda kendisini ikaz ettim. Hipnotizma sonrası telkinleri duymuşsunuzdur Bay Holmes. Her neyse, adi numaralara veya maskaralıklara başvurmadan kişilik sahibi bir beyefendinin hipnotizma yoluyla neler elde edebileceğini göreceksiniz. Sözün kısası, sizi görmeye hazır. Hiç şüphem yok ki sizinle görüşmeyi kabul edecektir. Çünkü babasının isteklerine karşı boynu kıldan incedir. Sadece bizim ufak meselemiz dışında tabii.’
Evet, Watson, söyleyecek başka söz kalmamıştı, bu nedenle elimden geldiğince asil davranarak oradan ayrılmaya karar verdim. Ama kapıya yönelir yönelmez beni durdurdu.
‘Bu arada Bay Holmes…’ dedi, ‘Fransız ajanı Le Brun’ı tanır mıydınız?’
‘Evet.’ dedim.
‘Onun başına gelenleri de duydunuz mu?’
‘Montmartre bölgesinde bazı kabadayılar tarafından fena hâlde dövüldüğünü ve kötürüm kaldığını duymuştum.’
‘Doğrudur, Bay Holmes. Çok ilginç bir tesadüftür ki ondan daha bir hafta öncesinde benim işlerime burnunu sokuyordu. Yapmayın Bay Holmes, sizin için iyi olmaz. Birkaç kişi bunu daha önce öğrendi. Size söyleyecek son sözüm, kendi yolunuza gitmenizdir. Hoşça kalın!’
İşte durum bu Watson. Artık her şeyi biliyorsun.”
“Adam çok tehlikeli görünüyor.”
“Oldukça tehlikeli. Ben kabadayılık taslayanlara pek aldırmam ama bu adam dediklerini yapacak türden.”
“Bu işe karışmak zorunda mısın? Bu kızla evlenip evlenmemesi çok mu önemli senin için?”
“Son eşini öldürdüğüne dair şüphemiz olmadığına göre önemli olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca müşterimizi de unutma! Her neyse, bu konuya girmemize gerek yok. Kahveni bitirdiğinde benimle daireme gelsen iyi olur; çünkü bizim gamsız Shinwell, raporunu vermek üzere orada hazır bulunacak.”
Gerçekten de eve ulaştığımızda bizi bekliyordu. İri yarı, kaba, kırmızı yüzlüydü. İskorbüt hastalığına yakalanmıştı. Bir çift kopkoyu siyah göz, kurnazlığını dışarı vuran tek özelliğiydi. Belli ki krallığı denilebilecek yeraltı dünyasına hemen dalmıştı. Hemen yanında oturan zayıf, solgun, ciddi bir yüze sahip bir kadın oturuyordu. Hâlâ genç olan bu kadın, geride bıraktığı o korkunç yılların günahları ve acı dolu izleriyle yıpranmıştı. Üstelik cüzzamlı bir kadındı.
“Bu, Bayan Kitty Winter.” dedi Shinwell Johnson tombul eliyle işaret ederek, “Onun bilmediği… Her neyse, kendi adına konuşsun… Mesajınızı alır almaz Bay Holmes, onu bir saat içinde buldum.”
“Beni bulmak kolay zaten.” dedi genç kadın, “Kahrolası Londra! Beni her arayan buluyor! Şişko Shinwell için de adres aynı. Biz eski arkadaş sayılırız şişko, sen ve ben. Ama vay canına! Şu dünyada adalet olsaydı, cehennemin dibine kadar yolu olan bir herif daha var! İşte siz de o adamın peşindesiniz Bay Holmes.”
Holmes gülümsedi. “İyi dileklerinize katılıyorum Bayan Winter.”
“Onu ait olduğu yere sokmayı başarabilirseniz sonsuza kadar emrinize amadeyim.” dedi ziyaretçimiz büyük bir öfke patlamasıyla. Kadınlarda çok nadir görülen ama erkeklerin asla sahip olamayacağı nefret yoğunluğunu o beyaz, kararlı yüzünde ve alev saçan gözlerinde görebiliyorduk.
“Geçmişimi araştırmanıza gerek yok Bay Holmes. Zaten pek bir geçmişim de yok. Ben sadece Adelbert Gruner’nın yarattığı bir kişiyim. Onu cehenneme bir gönderebilsem!..” Elleriyle havaya çıldırmışçasına yumruklar savurdu. “Birçok insanı düşürdüğü çukura bir de ben onu itebilsem!”
“Durumun ne olduğunu biliyorsunuz.”
“Şişko Shinwell bana olanları anlattı. Başka bir zavallının peşinde ve bu sefer de onunla evlenmek istiyormuş. Siz de buna engel olmak istiyorsunuz. O adamla kilisede evlenmek isteyen terbiyeli bir bayanın bunu yapmasını engellemek gerektiğini bilecek kadar tanımışsınız o şeytanı.”
“Bu kız mantıklı düşünemiyor. Delice âşık ona. Bu adam hakkında bilmesi gereken her şey anlatıldı ama umurunda değil.”
“İşlediği cinayeti de anlattınız mı?”
“Evet.”
“Vay be, bayağı sağlam sinirlere sahipmiş desenize!”
“Hepsinin iftira olduğuna inanıyor.”
“Onun o aptal gözlerinin önüne hiçbir delil sermediniz mi?”
“Bu konuda sizin yardımcı olmanızı isteyeceğiz.”
“Ben tek başına bir delil sayılmaz mıyım? O kızın yanına gidip beni nasıl kullandığını anlatsam…”
“Bunu gerçekten yapar mıydınız?”
“Yapar mıyım? Elbette yaparım!”
“Her neyse, denemeye değer. Ancak adam, günahlarının çoğunu ona anlatarak af dilemiş. Anladığım kadarıyla kız bu konu üzerinde bir daha durmayacak.”
“Her şeyi anlatmadığına bahse girerim.” dedi Bayan Winter, “Onca yaygarası koparılan cinayetin dışında bir iki tanesine de ben şahit oldum. O kadife ses tonuyla bir cinayetten bahseder, sonra da bana gözlerini dikip, ‘Bir ay içinde ölüverdi.’ derdi. Palavra da değildi ama pek umursamıyordum; ne de olsa ben de ona o zamanlar sırılsıklam âşıktım. Ne yapsa umrumda değildi, tıpkı bu zavallı kızcağızın umrunda olmadığı gibi! Sadece bir şey beni çok sarsmıştı. Evet, öyle… Her şeye bir açıklama getirip beni sakinleştiren o zehirli, yalanlar saçan dili olmasaydı, inanın bana, onu o gece terk ederdim. Onun bir defteri var; kilidi olan, kahverengi, deri bir defter. Dış kısmında da altın renginde bir arması var. Sanıyorum o gece biraz sarhoş olmuştu, yoksa hayatta bana göstermezdi.”
“Neydi o peki?”
“Size şunu söyleyeyim Bay Holmes, bu adam kadın koleksiyonu yapıyor. Bazı erkekler güve veya kelebek koleksiyonu yapıp bundan nasıl gurur duyuyorsa o pislik de kendi koleksiyonundan gurur duyuyor. Her şey o defterde yazılı. Şipşak fotoğraflar, isimler, ayrıntılar, kızlar hakkında her şey yazılı orada. Çok iğrenç bir defter; hiçbir erkek, sokaklardan gelse bile öyle bir defter tutmayı akıl edemez. Ama bu Adelbert Gruner’nın defteri işte. ‘Mahvettiğim Ruhlar.’ Biraz düşünceli olsaydı kabına bunu yazardı. Ama onu ortalık yerde göremezsiniz, zaten işinize de yaramaz. Yarasa bile ona kolay kolay ulaşamazsınız.”
“Defter nerede?”
“Artık nerede olduğunu bilemem. Bir yıldan fazla oldu ondan ayrılalı. O zamanlar nerede sakladığını biliyorum ama. Birçok yönden düzenli ve titizdir. O yüzden defter, hâlâ çalışma odasındaki eski masasının çekmecesinde duruyor olabilir. Evi daha önceden gördünüz mü?”
“Çalışma odasını gördüm.” dedi Holmes.
“Gerçekten mi? İşe bu sabah başladığınıza göre pek de yavaş sayılmazsınız. Galiba bu sefer Adelbert dengi olan bir adama rastladı. Çalışma odasının dış kısmında Çin porselenleri var, pencerelerin arasındaki büyük camekânın içinde. Sonra, masanın hemen arkasındaki kapıdan iç kısma geçiyorsunuz. Ufak bir oda, orada belgelerini falan saklıyor.”
“Hırsızlardan korkmuyor mu?”
“Adelbert bir korkak değildir. En zalim düşmanı bile bunu söyleyebilir. Kendini koruyabilir. Geceleri hırsızlara karşı bir alarm kuruyor. Zaten bir hırsız için ne var ki o odada? Onun süslü porselenlerini mi çalacaklar?”
“İşe yaramaz onlar.” dedi Shinwell Johnson kararlı bir uzman edasıyla, “Çalıntı mal satıcısı, satamayacağı veya eritemeyeceği bir şey istemez.”
“Aynen öyle.” dedi Holmes, “Evet, Bayan Winter, eğer yarın akşamüstü saat beş gibi buraya gelirseniz iyi olur. Bu arada, hanımefendiyle yüz yüze bir görüşme ayarlamaya çalışacağım. Yardımlarınız için size fazlasıyla minnettarım. Müşterimin size karşı oldukça cömert davranacağını söylememe gerek…”
“Kesinlikle gerekmez, Bay Holmes!” diye haykırdı genç kadın, “Ben para peşinde değilim. Bu adamın çamura battığını göreyim başka bir şey istemem! Çamura battığında o lanet olası yüzünü bir de ben ayağımla ezeceğim. İşte bu benim ödülüm olacak. Onun peşine düştüğünüz sürece hep yanınızda olacağım. Beni nerede bulacağınızı bizim şişko size söyler.”
***
Holmes’u ertesi akşama kadar görmemiştim. Daha önce yemek yediğimiz Strand’de bir kez daha buluşmuştuk. Görüşmenin nasıl gittiğini sorduğumda omuz silkmekle yetinmişti. Sonrasında, size anlatacağım şekilde hikâyeyi aktardı bana. Ancak kullandığı bazı sert ve tatsız kelimeleri biraz yumuşatarak nakletmekte kararlıyım.
“Görüşmeyi ayarlamakta pek zorluk çekmedim.” dedi Holmes, “Nişanlanmalarını istemeyen babasına karşı çirkin davrandığı için kız, bir evlada yakışır biçimde, babasına olan bağlılığını göstermek ve gönlünü almak niyetindeydi. Her şeyin hazır olduğunu söylemek için general beni aradı, ateşli Bayan Winter ise söylenen saatte hazır bulundu, böylece saat beş buçukta bir araba bizi, yaşlı askerin yaşadığı Berkeley Meydanı’ndaki evin önüne bıraktı. Burası yanında bir kilisenin bile havai kalacağı o çirkin, gri Londra şatolarından biriydi. Bir uşak bizi büyük, sarı perdeleri olan oturma odasına buyur etti. Kız bizi orada bekliyordu. Ölçülü, solgun, içine kapanıktı ve dağların üzerindeki karlar kadar sert ve mesafeli davranıyordu.
Onu nasıl anlatacağımı bilemiyorum Watson. Belki bu iş bitmeden onunla tanışır ve kendi kelimelerinle tasvir edersin. Çok güzel bir kız ama âdeta öbür dünyaya ait ruhani bir güzelliği var. Buna benzer yüzleri ancak Orta Çağ’a ait eski tablolarda görmüştüm. Böylesine ilahi bir güzelliğe nasıl oluyor da bir canavar o iğrenç pençeleriyle dokunabiliyor anlayamıyorum. Zıt kutupların birbirini çektiğini bilirsin: Ruhani ile hayvaninin veya bir mağara adamıyla bir meleğin birbirini çekmesi gibi. Ama bu durumdan daha beterini hiç görmemiştim.
Tabii neden geldiğimizi gayet iyi biliyordu. O hain bize karşı onu zehirlemekte gecikmemişti. Bayan Winter’ın gelmesi onu biraz şaşırttı sanıyorum. Yine de iki cüzzamlı dilenciyi karşılayan saygıdeğer bir başrahibe gibi bize oturmamız için iki ayrı sandalyeyi işaret etti. Başın şişti mi sevgili Watson? Bayan Violet de Merville’nin dediklerini duymalısın.
‘Evet, efendim…’ dedi buzdağından esen bir rüzgâr gibi, ‘Adınız tanıdık geliyor. Anladığım kadarıyla nişanlım Baron Gruner’ya çamur atmak için buradasınız. Sadece babam rica ettiği için sizinle görüşmeyi kabul ettim. Ama anlatacaklarınızın en ufak bir biçimde bile beni etkilemeyeceğini önceden söylemeliyim.’
Onun için çok üzüldüm Watson. Bir an için onu kendi kızım olarak hayal ettim. Ben pek etkili ve güzel sözler söyleyemem. Aklımı kullanırım, kalbimi değil. Ama bulabildiğim bütün içten kelimeleri bir araya getirip ona yalvardım. Evlendikten sonra kocasının gerçek kişiliğini gören bir kadının düştüğü durumu kafasında canlandırmaya çalıştım. Kana bulanmış eller ve şehvet düşkünü dudaklarla okşanmaya teslim olmuş bir kadını anlattım. Ondan hiçbir şey gizlemedim. Yaşayacağı utancı, korkuyu, acıyı, ümitsizliği anlattım. Öfke dolu bu sözlerim o fildişi yanaklarına bir renk ya da o soyutlanmış gözlerine bir duygu kıvılcımı getirmedi. O canavarın hipnotizmayla ilgili söyledikleri geldi aklıma. Âdeta kendinden geçmişti. Bir rüyada olduğunu söyleyebilirim. Yine de verdiği cevaplarda bir belirsizlik yoktu.
‘Sizi sabırla dinledim Bay Holmes.’ dedi, ‘Ancak söyledikleriniz, daha önce de dediğim gibi beni etkilemedi. Adelbert’in, yani nişanlımın daha önceki fırtınalı hayatında, kendisinden nefret edenler tarafından haksız karalamalara maruz kaldığının farkındayım. Karşıma birçok iftirayla çıkan bir sürü insanın sadece sonuncususunuz. Belki iyi niyetli olabilirsiniz ama bunun için ücret alıyorsunuz. Şu an barona karşısınız fakat belli bir ücret alarak onun tarafında da olabilirdiniz. Her neyse şunu anlamanızı istiyorum, ben onu seviyorum ve o da beni seviyor. Diğer insanların düşünceleri, şu pencerenin dışındaki kuşların cıvıltısı kadar bile umurumda değil. Eğer bu asil adam bir an için çöküntüye uğramışsa onu gerçek ve ulvi seviyesine tekrar ulaştırmak için gönderilmiş olabilirim.’
‘Bu arada…’ diyerek arkadaşıma döndü, ‘Bu bayanın kim olduğunu öğrenmek isterim.’
Tam cevap verecekken Bayan Winter bir kasırga gibi eserek lafımı böldü. Eğer ateşle buzu yan yana görmediysen diyeceğim şu ki; işte bu kadınlar aynen öylelerdi.
‘Kim olduğumu söyleyeyim.’ diye haykırarak sandalyesinden fırladı. Öfkeden ne yapacağını şaşırmıştı. ‘Ben onun son sevgilisiyim. Kanına girdiği, kullandığı, mahvettiği ve bir çöp torbası gibi bir kenara fırlattığı yüz kişiden biriyim. Sana da aynı şeyi yapacak ama senin sonun, büyük bir ihtimalle mezar olacak. Belki de öyle olması en iyisi! Sana söylüyorum aptal kadın, eğer bu adamla evlenirsen ölüm fermanını imzalamış olursun. Belki kalbini kırar, belki de boynunu! Ama ikisinden biri mutlaka olacaktır. Bunları seni sevdiğim için anlatmıyorum. Yaşaman veya ölmen benim hiç umurumda değil. Yaptıklarım ona olan nefretimden dolayıdır. Ona kin güdüyorum ve bana yaptıklarının intikamını almak istiyorum. Bana öyle bakmana gerek yok sevgili bayan. Seninle işi bittiğinde benden daha aşağı bir konuma düşebilirsin.’
‘Böyle konuları konuşmamayı tercih ederim.’ dedi Bayan de Merville soğuk bir şekilde, ‘Size ilk ve son defa söylüyorum, nişanlımın hayatındaki üç kadından da haberim var. Ona karşı entrika çeviren kadınlarla ilişkiye girdiğini biliyorum ancak daha önce yapmış olduğu kötülüklerden dolayı tövbe etmiştir.’
‘Üç mü?’ diye bağırdı yanımdaki, ‘Seni aptal! Seni sersem!’
‘Bay Holmes, lütfen artık görüşmemizi sona erdirelim.’ dedi buz gibi bir sesle, ‘Sizinle görüşmemi babam istedi ama bu insanın deli saçması sözlerini dinlemek zorunda olduğumu sanmıyorum.’
Bayan Winter küfür ederek ok gibi fırladı ve eğer onu bileğinden yakalamasaydım sinirlendirdiği kadını kesinlikle saçlarından yakalardı. Onu sürükleyerek kapıya götürdüm ve bir rezalet çıkarmadan arabaya bindirdim. Gerçekten öfkeden kudurmuştu. Aslında bir bakıma ben de öfkeliydim Watson, kurtarmaya çalıştığımız kadının sakin, mesafeli ve her şeye göz yuman tavırlarını, ben de tarif edilemez bir şekilde sinir bozucu bulmuştum. Evet, artık başımıza gelenleri biliyorsun. Bir an önce başka planlar yapmam gerekiyor. Bizim hesaplı hareketimiz işe yaramadı. Seni arayacağım Watson. Büyük bir ihtimalle bir sonraki adımımızda senin de rolün olacak. Gerçi bir sonraki adım bizden değil de karşı taraftan gelebilir.”
Ve öyle de oldu. Karşılık vermeleri; daha doğrusu adamın karşılık vermesi gecikmedi. Hanımefendinin onunla iş birliği yapabileceğini hayal bile edemezdim. Sanırım afişi gördüğüm an, ruhuma işleyen dehşeti yaşarken üzerinde durduğum kaldırım taşını size gösterebilirim. Grand Otel ile Charing Cross İstasyonu arasında, tek bacaklı bir gazete satıcısının akşam gazetelerini sergilediği yerdeydi. Onunla son konuşmamızın üzerinden sadece iki gün geçmişti. Gazetenin sarı sayfasının üzerinde siyah puntolarla şu dehşet verici başlık vardı:

SHERLOCK HOLMES’A YAPILAN ÖLÜMCÜL SALDIRI
Sanıyorum afallayıp birkaç dakika boyunca öylece kalakalmıştım. Sonra hayal meyal bir gazete kaptığımı, parasını ödemediğim için adamın itirazlarını duyduğumu ve son olarak bir eczanenin kapısında durarak o korkunç paragrafı okuduğumu hatırlıyorum. Şöyle yazıyordu:

Ünlü dedektif Bay Sherlock Holmes’un bu sabah kanlı bir saldırının kurbanı olduğunu ve henüz hayati tehlikeyi atlatamadığını üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz. Henüz elimizde ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır ama olayın Regent Caddesi’ndeki Cafe Royal’in hemen önünde, saat on iki sularında cereyan ettiği bilinmektedir. Eli sopalı iki adam, Bay Holmes’a saldırarak kafasında ve vücudunda yaralar açmıştır. Doktorlar durumunun kritik olduğunu söylüyorlar. Kendisi Charing Hastanesine kaldırılmış ancak ısrarları üzerine Baker Caddesi’ndeki dairesine götürülmüştür. Ona saldıran hainlerin oldukça iyi giyimli beyler oldukları anlaşılmıştır. Bu adamların, görgü tanıklarının arasından geçerek Cafe Royal’e girdikleri, oradan da arka tarafta bulunan Glasshouse Caddesi’nden kaçtıkları anlaşılmıştır. Şuna hiç şüphe yok ki yaralının can çekişmesinden ve feryatlarından yararlanarak kaçmayı başarmışlardır.
Paragrafı hızla okuduktan sonra hemen bir arabaya atlayarak Baker Caddesi’ne gittiğimi söylememe gerek yok. Ünlü cerrah Sör Leslie Oakshott’ın arabasını kaldırımda, kendisini de koridorda beklerken buldum.
“Şimdilik hayati bir tehlikesi yok.” diye rapor verdi bana, “Kafasında iki yarık ve oldukça ciddi yaralar var. Birkaç dikiş atmak zorunda kaldık. Morfin enjekte ettik. Dinlenmesi şart ama yine de onunla birkaç dakika görüşebilirsiniz.”
İzini koparır koparmaz hızla karanlık odasına girdim. Hastanın gözleri fal taşı gibi açıktı, boğuk bir sesle adımı fısıldadı. Perdelerin dörtte üçü kapalıydı ama aradan sızan güneş ışığı, yaralı arkadaşımın kafasındaki bandajın üzerine vuruyordu. Beyaz bez kompresin üzerinde kıpkırmızı bir kan lekesi vardı. Hemen yanına oturarak başımı öne doğru eğdim.
“Sorun değil, Watson. O kadar korkmana gerek yok.” diye mırıldandı çok cılız bir sesle, “Göründüğüm kadar kötü değilim.”
“İşte buna çok sevindim!”
“Bildiğin gibi ben de eskrimde usta sayılırım. Kendimi iyi savundum; ama ikinci bir adamın varlığı bana fazla geldi.”
“Senin için ne yapabilirim Holmes? Tabii o lanet olası adam onları senin peşine saldı. Senin tek bir sözünle gidip dünyayı dar ederim ona!”
“Sevgili dostum Watson! Hayır, biz bir şey yapamayız. O adamı ancak polisler yakalamalı. Fakat kaçışları çok iyi planlanmıştı. Buna emin olabilirsin. Biraz bekle. Benim de planlarım var. İlk olarak, aldığım yaraları biraz abartmalıyım. Mutlaka haber almak için sana gelecekler. O yüzden olanları iyice abartmalısın. Eğer haftayı çıkarırsam şanslı olduğumu, beyin sarsıntısı geçirdiğimi, ne istersen onu söyle! İyice aşırıya kaçmalısın.”
“Ya Sör Leslie Oakshott?”
“Ah, ondan yana sorun yok. Ona ne kadar kötü olduğumu anlatırım. O işi bana bırak.”
“Başka bir şey istiyor musun?”
“Evet. Shinwell Johnson’a kızı uzaklaştırmasını söyle. O adamlar onun peşinde olacaklar. Bu davada benimle iş birliği yaptığını biliyorlar artık. Bana bunu yapanlar onu da ihmal etmeyeceklerdir. Bu çok acil. Mutlaka bu akşam halletmelisin.”
“Hemen giderim. Başka bir şey var mı?”
“Pipomu ve tabii ki tütünü masanın üzerine bırakıver. Harika! Harekâtımızı planlamak için her sabah mutlaka yanıma uğramalısın.”
O akşam tehlike geçene kadar gizlenmesi için Bayan Winter’ı, sessiz sakin bir banliyöye yerleştirdik Johnson ile beraber.
Altı gün boyunca insanlara Holmes’un ölüm döşeğinde olduğu izlenimini vermiştik. Bültenler durumun ciddiyetinden, gazeteler ise ne kadar kötü olduğundan söz ediyordu; ancak daimî ziyaretlerimden durumun o kadar da fena olmadığını biliyordum. Onun kararlılığı ve dayanıklı yapısı, mucizeler yaratıyordu. Hızla iyileşiyordu, hatta normalden çabuk iyileşmesi bana rol yaptığını bile düşündürüyordu bazen. Garip bir şekilde ağzını bıçak açmıyordu; bu da en yakın arkadaşını bile planlarının ne olduğu konusunda tahminler yürütmeye sürüklüyordu. Bir komplonun, sadece onu tasarlayan kişi tarafından bilinmesinin en güvenli yol olduğuna inanıyordu. Ona herkesten daha yakındım ama yine de aradaki boşlukları dolduramıyordum.
Yedinci gününde akşam gazeteleri, onun yılancık hastalığına yakalandığını yazmıştı. Aslında sadece dikişleri alınmıştı. Aynı akşam gazetesinde bir haber daha okumuştum ve bunu arkadaşıma söylemek zorundaydım. Cuma günü Liverpool’dan Ruritania’ya[4 - Ruritania: İngiliz yazar Anthony Hope tarafından kurgulanmış, Orta Avrupa’da yer alan bir hayalî ülkedir.] hareket edecek olan Cunard gemisinin yolcuları arasında Baron Adelbert Gruner da vardı ve Bayan Violet de Merville ile ikisinin yaklaşmakta olan düğünlerinden önce baronun Amerika’da halletmesi gereken bazı finansal meseleleri olduğu yazıyordu. Holmes okuduğum habere konsantre olmuş, ciddi bir şekilde dinlemişti. Bu da onun ne kadar etkilendiğini gösteriyordu.
“Cuma!” diye haykırdı, “Sadece üç gün. Belli ki o hain başına gelebilecek tehlikelerden uzak kalmak istiyor. Ama öyle olmayacak Watson! Kesinlikle olmayacak! Şimdi, Watson, benim için bir şey yapmanı istiyorum.”
“İstediğini yapmaya hazırım Holmes.”
“Madem öyle, bundan sonraki yirmi dört saatini Çin çömlekçiliği üzerine yoğun bir çalışma yaparak geçireceksin.”
Başka açıklama getirmedi, ben de bir şey sormadım. Uzun deneyimlerim bana itaat etmenin faydasını öğretmişti çoktan. Ama onun odasından ayrılıp Baker Caddesi’nde yürürken bu tuhaf emri nasıl yerine getireceğimi düşünüp durdum. En sonunda St. James Meydanı’ndaki Londra Kütüphanesine giderek arkadaşım olan kütüphane memuruna durumu anlattım ve daireme doğru yol aldığımda kolumun altında epeyce kitap vardı.
Aşırı derecede yoğun çalışan dava vekilinin, pazartesi sorguladığı tanığa ait bütün bilgileri cumartesi olmadan unuttuğu söylenir. Elbette çömlekçilik üzerine bir uzman olmama imkân yoktu ama yine de ufak bir dinlenme dışında, bütün akşamüstünü, geceyi ve ertesi sabahı, gerekli bilgileri ve isimleri ezberleyerek geçirdim. Ünlü dekoratörlerin özelliklerini, çevrimsel tarihlerin gizemlerini, Hung-wu’nun özelliklerini ve Yung-lo’nun güzelliklerini, Tang-ying’in yazıtlarını, Sung ve Yuan’ın ilkel dönemlerindeki eserlerini öğrenerek geçirdim zamanımı. Ertesi akşam Holmes’a uğradığımda bütün bu bilgilere sahiptim. Artık yataktan kalkmış, en sevdiği koltuğuna gömülmüş, sargılarla dolu kafasına ellerini dayamıştı. Yayımlanan gazete haberlerine bakılsa böyle kalkıp oturabileceğini hayal bile edemezdiniz.
“Ah, Holmes!..” dedim, “Gazetelere göre sen ölmek üzeresin.”
“Benim yaratmak istediğim izlenim de bu.” dedi, “Ve şimdi Watson, derslerine iyi çalıştın mı?”
“En azından denedim.”
“Çok iyi. Konuyla ilgili mantık dışına çıkmayan bir sohbet yapabilir misin?”
“Sanıyorum başarabilirim.”
“O hâlde şömine rafındaki o ufak kutuyu bana uzatıver.”
Kutunun kapağını açarak çok kaliteli bir ipek kumaşa dikkatle sarılmış küçük bir şey çıkardı. Bunun da içinden çok narin, lacivert renkte ufak bir tabak çıktı ortaya.
“Dikkatli tutmalısın Watson. Bu, Ming Hanedanı’na ait gerçek bir eser. Christies’de bundan daha iyi bir parça bulamazsın. Bunun tam takımıyla kralı kurtaracak fidyeyi bile ödeyebilirsin. Hatta Pekin’in görkemli sarayı dışında bunun takımını bulabilme ihtimalin yok denilecek kadar az. Bunu görmek bir uzmanı bile çıldırtmaya yeter.”
“Bununla ne yapacağım peki?”
Holmes bana bir kart uzattı. Üzerinde “Dr. Hill Barton, Half Moon Caddesi, 369 numara” yazıyordu.
“Bu gece senin adın bu olacak Watson. Baron Gruner’ya gideceksin. Onun alışkanlıklarını biraz olsun öğrendim; saat sekiz buçuk gibi boş olacağını düşünüyorum. Senin kendisine uğrayacağını ve Ming porselenine ait oldukça nadide bir örnek getireceğini yazan bir notu önceden göndereceğiz. Bir tıp adamı olacaksın; ne de olsa bu rolü düzenbazlık yapmadan rahatlıkla oynayabilirsin. Sen bir koleksiyoncusun, bu parça eline geçti, baronun bu konuya meraklı olduğunu biliyorsun, iyi bir fiyata satmak istediğini söyleyeceksin.”
“Ne kadara?”
“İyi bir soru Watson. Eğer kendi malının değerini bilmezsen gerçekten kötü tökezlemiş olursun. Sör James bu tabağı benim için temin etti ve anladığım kadarıyla o da müşterisinin koleksiyonundan almış. Dünyada bunun eşi benzeri olmadığını söylersek abartmış sayılmayız.”
“Bir uzmanın değer biçmesini önerebilirim.”
“Harika, Watson! Bugün kıvılcımlar saçıyorsun. Christie ya da Sotheby’yi önerebilirsin. Bu konudaki hassasiyetinin fiyat biçmeye engel olduğunu söyleyebilirsin.”
“Ya beni görmek istemezse?”
“Tabii ki seni görmek isteyecektir. Aşırı derecede bir koleksiyon tutkusu var, özellikle uzman sayıldığı bu konuda. Buraya gel ve otur Watson, sana yazman gerekenleri söyleyeceğim. Cevap vermesi gerekmiyor. Sadece onunla görüşmek istediğini ve nedenini yazacaksın.”
Takdire şayan bir mektup olmuştu. Kısa, nazik ve meraklısını tahrik eder nitelikte… Yerel bir ulak mektubu sahibine ulaştırdı. Aynı gece, elimde tabak ve cebimde Dr. Hill Barton’ın kartvizitiyle, yeni macerama atılmak üzere yola koyuldum.
Evin ve özel arazisinin muhteşemliği, Sör James’in de dediği gibi Baron Gruner’nın ne kadar varlıklı olduğunu gösteriyordu. Her iki tarafında nadide bitkilerle çevrelenmiş uzun, sarmal giriş; heykellerle bezenmiş, çakıllarla döşenmiş bir meydana açılıyordu. Bu yer, bolluk günlerinde, Güney Afrikalı bir altın kralı tarafından yaptırılmıştı. Uzun, köşelerinde kuleleri olan alçak ev, her ne kadar mimari bir kâbusa benzese de yine de büyüklük ve sağlamlık bakımından oldukça görkemli sayılırdı. Bir piskopos kadar süslü bir başuşak beni içeri almıştı ve tüylü kadife elbiseler giymiş başka bir uşağa teslim etmişti. O da beni baronun huzuruna çıkarmıştı.
Pencerelerin arasında, içinde porselen koleksiyonun bir kısmı bulunan açık bir camekânın önünde duruyordu. İçeri girerken elinde ufak, kahverengi bir vazoyla bana doğru döndü.
“Lütfen oturun doktor.” dedi, “Ben de kendi hazinelerimi gözden geçiriyordum ve aralarına bir tane daha eklemeye gücümün yetip yetmeyeceğini düşünüyordum. VII. yüzyıla ait bu Tang parçasının ilginizi çekebileceğini düşünüyorum. Bundan daha iyi bir işçilik, daha ince ve şeffaf bir tabaka görmediğinize eminim. Sözünü ettiğiniz Ming tabağı yanınızda mı?”
Kutuyu dikkatle açarak parçayı ona uzattım. Masasına oturdu, lambayı yanaştırdı -çünkü hava kararmak üzereydi- ve incelemeye başladı. Bunu yaparken sarı ışık yüzüne vuruyor ve onu incelememi kolaylaştırıyordu.
Gerçekten de olağanüstü derecede yakışıklı bir adamdı. Güzellik bakımından kazandığı ünü tamamıyla hak ediyordu. Orta boyluydu belki ama oldukça zarif hatlara sahipti. Neredeyse bir Doğulu kadar esmerdi ve kocaman, koyu renk gözleri vardı. Baygın bakışları kolaylıkla kadınların ilgisini çekebilecek nitelikteydi. Saçları ve bıyığı kuzguni siyah idi. Bıyığı kısa, sivriydi. Üstelik bal mumu ile şekillendirilmişti. Dümdüz, ince ağzı dışında, hatları genel olarak muntazam ve hoş görünüyordu. Eğer bir katilin ağzı nasıl olur diye sorsalar herhâlde onunkini tarif ederdim; yüzündeki bir bıçak yarası gibi zalim, sert, sımsıkı, merhametsiz ve korkunç duruyordu. Onu bıyığı ile gizlemeyerek hata ediyordu. Kurbanlarını ikaz etmek istercesine doğanın verdiği bir tehlike sinyali gibiydi âdeta. Ses tonu çok çekiciydi, tavırları ise mükemmel. Onun otuzlu yaşlarında olduğunu söyleyebilirdim ama daha sonra kırk iki yaşında olduğunu öğrendim.
“Çok iyi, gerçekten de eşsiz!” dedi en sonunda, “Bunların altı eşinin daha sizde olduğunu mu söylüyorsunuz? Bu kadar olağanüstü parçaların bulunduğunu bilmemem, beni hayrete düşürdü doğrusu. İngiltere’de bunlardan bir tane olduğunu biliyorum ama onun da piyasaya düşmesi mümkün değil. Bunu nasıl elde ettiğinizi sorarak patavatsızlık etmiş sayılır mıyım Dr. Hill Barton?”
“Gerçekten önemli mi?” diye sordum elimden geldiğince kayıtsız davranmaya çalışarak. “Parçanın gerçek olduğunu siz de biliyorsunuz ama değerine gelince; bir uzmandan yardım almakta fayda var.”
“Oldukça gizemli bir durum…” dedi sonra, koyu renk gözlerinde bir anlık şüpheyle, “Böyle değerli parçalar söz konusuyken insan doğal olarak her şeyi öğrenmek ister. Bunun gerçek olduğu kesin. Hiç şüphem yok ama her şeyi hesaba katarak konuşmak istiyorum; diyelim ki bunu satmaya hakkınızın olmadığı daha sonra ispatlandı…”
“Böyle bir şeyin olmayacağını her bakımdan garanti edebilirim.”
“Bu da ne tür bir garanti vereceğiniz sorusunu getiriyor akla.”
“Bankacılarım buna cevap verebilir.”
“Anlıyorum, ama yine de bu alışveriş bana biraz tuhaf geliyor.”
“Bu fırsatı ister değerlendirin ister değerlendirmeyin.” dedim renk vermeyerek, “İlk teklifimi size yaptım çünkü bir uzman olduğunuzu biliyorum. Diğer alıcılarla böyle bir sorun yaşamayacağımdan eminim.”
“Bir uzman olduğumu size kim söyledi?”
“Bu konu üzerine bir kitap yazdığınızı biliyorum.”
“Kitabımı okudunuz mu?”
“Hayır.”
“Olur şey değil! Bu işi anlamak benim için gitgide zorlaşıyor! Bir uzmansınız ve koleksiyonunuzda çok değerli bir parça var ama buna rağmen elinizdekinin gerçek değerini kavramanızı sağlayacak tek kitabı okuma zahmetinde hiç bulunmadınız. Haksız mıyım? Buna nasıl bir açıklama getireceksiniz?”
“Yoğun çalışıyorum. Ben bir doktorum.”
“Bu bir cevap değil. Eğer bir adamın hobisi varsa diğer ilgi alanları ne olursa olsun, onunla sonuna kadar meşgul olur. Notunuzda bir uzman olduğunuzu yazmışsınız.”
“Evet, öyleyim.”
“Sizi sınamak için birkaç soru sorabilir miyim? Şunu da eklemek istiyorum doktor -tabii, eğer gerçekten doktorsanız- bu iş gitgide daha da şüpheli bir hâl alıyor. İmparator Shomu hakkında ne biliyorsunuz ve onu Nora yakınlarındaki Shoso-in ile nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Aman Tanrı’m, bu soru sizi şaşırttı mı? O hâlde, Kuzey Wei Hanedanı’nı ve çinicilik tarihindeki yerini anlatın bana.”
Sinirlenmiş numarası yaparak sandalyemden fırladım. “Buna tahammül edemem bayım!” dedim, “Ben buraya size iyilik yapmak için geldim, bir ilkokul çocuğu gibi sınava tabi tutulmak için değil. Bu konulardaki bilgim belki sizinki kadar iyi olmayabilir ama hakaret edercesine sorduğunuz sorulara kesinlikle cevap vermek niyetinde değilim.”
Bana dik dik baktı. Gözlerindeki sükûnet gitmişti. Bana alev saçan gözlerle bakmaya başladı. O zalim dudaklarının arasından dişlerinin parıltısını görebiliyordum.
“Bana nasıl bir oyun oynuyorsunuz? Buraya casus olarak geldiniz. Siz Holmes’un gizli ajanısınız. İkiniz beni kandırmaya çalışıyorsunuz. Adamın ölmek üzere olduğunu duydum, yine de beni gözetlemek için adamlarını gönderiyor. Buraya elinizi kolunuzu sallaya sallaya girdiniz belki; ama girdiğiniz kadar kolay çıkamayacağınızı göreceksiniz.”
Adam kendinden geçercesine büyük bir öfkeyle ayağa fırlamıştı ve ben de gelecek saldırıya karşı kendimi sağlama almak amacıyla bir adım geri atmıştım. Belki benden en başta şüphelenmişti. Beni sınayarak da gerçeği öğrenmişti. Onu hâlâ aldatmayı ummam gerçekten de büyük bir hata olurdu. Yanındaki çekmeceye elini daldırarak çılgınca karıştırmaya başlamıştı. Sonra birdenbire sessiz kalarak etrafı dinlemeye koyuldu ve işte o an olanlar olmuştu. Kulağına bir darbe inmişti.
“Ah!” diye bağırdı, “Ah!” Ve hemen arkasındaki odaya fırladı.
İki adımda açık olan kapıya ulaştım; gördüğüm manzarayı hayatımın sonuna kadar unutmayacağım. Bahçeye açılan pencere ardına kadar açıktı. Hemen yanında kafası kanlı bandajlarla sarılı, yüzü kireç gibi bembeyaz, yorgun, korkunç bir hayalete benzeyen Sherlock Holmes duruyordu. Bir sonraki hamlesi dışarı atlamak oldu ve dışarıdaki çalılara çarparken çıkan sesi duydum. Öfkeyle hırlayan ev sahibi, hemen peşinden açık pencereye doğru koştu.
Ve sonrası!.. Her şey bir anda olup bitmişti ama olanları tamamıyla görmüştüm. Bir kol -bir kadın kolu- çalılıkların arasından ortaya çıkmıştı. Aynı anda da baron iğrenç bir çığlık atmıştı. Hafızama kazınan bir çığlıktı. Yüzünü iki eliyle kavrayarak odada bir aşağı bir yukarı koşmaya başlamıştı, kafasını da duvarlara vuruyordu. Sonra halının üzerine kapaklandı, çığlıkları evinin içinde yankılanırken bir taraftan da debelenip kıvranıyordu.
“Su! Tanrı aşkına su!” diye haykırıyordu.
Ufak masadan sürahiyi kaparak yardımına koştum. Aynı anda başuşak ve diğer hizmetkârlar koridordan koşarak geldiler. Yaralı adamın yanına eğilip o korkunç yüzü lambaya doğru çevirdiğimde içlerinden bir tanesinin bayıldığını hatırlıyorum. Kezzap kulaklarından çenesine kadar her tarafına işliyordu. Gözlerinden bir tanesi çoktan beyazlaşmış ve cam gibi olmuştu. Diğeri ise kızarmış ve iltihaplanmıştı. Birkaç dakika önce büyük bir beğeni ile baktığım yüz hatları, bir ressamın güzel bir tablosunun üzerinde ıslak ve pis bir süngeri gezdirmesi misali mahvolmuştu. Bulanık, soluk, insanlıktan çıkmış, korkunç bir durumdaydı.
Kezzaplı saldırıyı size birkaç kelimeyle anlatmaya çalıştım. Bazıları pencereden tırmanmış, diğerleri de bahçeye koşmuştu ama hava iyice kararmış ve yağmur yağmaya başlamıştı. Kurban iyice öfkelenerek, çığlıkları arasında sövüp sayıyordu. “O şirret kadın Kitty Winter’dı!” diye haykırıyordu, “O ne dişi şeytan o! Bunu ödeyecek! Bunu ödeyecek! Ah, Tanrı’m, ben bu acıya daha fazla dayanamayacağım!”
Yüzünü sildim, yaralarına pamukla tampon yaptım ve deri altından morfin enjekte ettim. Geçirdiği şok yüzünden bana duyduğu şüpheleri bir anda yok olup gitmişti ve ellerime sıkı sıkı yapışmıştı. O ölü balık gibi gözleriyle sanki her şeyi düzeltecek güce sahipmişim gibi bana bakıyordu. Böyle iğrenç bir değişime sebep olan onun o aşağılık yaşantısı aklıma gelmeseydi, yaşadığı yıkım karşısında belki ben bile ağlayabilirdim. Alev gibi yanan elleriyle beni sıkı sıkı tutması çok tiksindiriciydi ve aile doktoru, peşinden de bir uzman geldiğinde, sorumluluğu üzerimden aldıkları için çok rahatlamıştım. Bir polis müfettişi de gelmişti, ona gerçek kartvizitimi uzatmıştım. Başka türlü davranmam saçma, aynı zamanda da boşuna olurdu. Ne de olsa Holmes’u Yard’da tanıdıkları gibi beni de simaen tanıyorlardı. Bunun üzerine o kasvetli ve korku dolu evden ayrıldım. Bir saat içinde Baker Caddesi’ndeydim.
Holmes her zamanki koltuğuna oturmuş, solgun ve bitkin görünüyordu. Yaralarından ayrı olarak, o gece yaşanan olaylar karşısında, çelik gibi sinirleri de yıpranmıştı. Baronun geçirdiği korkunç değişimi anlatırken beni dehşet içinde dinlemişti.
“Günahlarının bedeli bu Watson, günahların bedeli!” dedi, “Er veya geç bunu ödeyeceksin. Tanrı biliyor ya onun çok günahı vardı.” diye ekledi masanın üzerinde duran kahverengi defteri alarak. “Kadının söz ettiği defter bu. Eğer bu, o evliliğe engel olmazsa hiçbir şey olamaz. Ama engel olacak Watson. Engel olmalı! Kendine saygısı olan hiçbir kadın bunu kabul edemez.”
“Sevgililerini anlatan bir günlük mü?”
“Daha çok şehvetini anlatan bir günlük. Nasıl istersen öyle de. Bayan Winter bundan söz ettiği an, eğer elimize geçirebilirsek ne kadar müthiş bir silahımızın olacağını anlamıştım. Ama o sırada düşüncelerimi açığa vurmadım, yoksa bu kadın her şeyi mahvedebilirdi. Yine de aklımdan çıkaramadım. Sonra bana yapılan bu saldırı sayesinde, baronu bana karşı önlem almaması gerektiğine inandırdım. Her şey yolunda gidiyordu. Belki biraz daha beklerdim; ama onun şu Amerika yolculuğu, elimi çabuk tutmama neden oldu. Böyle riskli bir defteri kesinlikle arkasında bırakmazdı. Bu yüzden bir an önce harekete geçmeliydim. Gece için bir soygun düzenlemek imkânsız gözüküyordu. Çünkü soygunculara karşı önlem alıyordu. Ama akşamüstü bir şansım vardı, sadece onun dikkatini başka yöne çekmeliydim. İşte tam bu noktada, sen ve mavi tabağın devreye girdi. Fakat kitabın yerinden emin olmalıydım; çünkü harekete geçmek için sadece birkaç dakikam vardı ve senin Çin çömlekçiliği hakkındaki sınırlı bilgin beni engelliyordu. Bu yüzden son anda kızı da yanıma aldım. Pelerinin altında titizlikle taşıdığı paketin ne olduğunu nereden bilebilirdim ki? Tamamıyla bana yardımcı olmak için geldiğini sanmıştım. Ama onun aklından başka şeyler geçiyormuş.”
“Beni senin gönderdiğini tahmin etti.”
“Öyle düşüneceğinden korkmuştum. Defteri rahatça elde edene kadar onu oyaladın sayılır, gerçi bu görünmeden kaçmama yetmedi. Ah, Sör James, gelmenize çok sevindim!”
Nazik arkadaşımız önceden gönderdiğimiz bir davet üzerine gelmişti. Holmes olanları anlatırken pürdikkat dinlemişti.
“Mucizeler yaratmışsınız, mucizeler!” diye bağırdı hikâyemiz bittiğinde, “Ama yarası Dr. Watson’ın dediği kadar kötüyse bu iğrenç defteri kullanmaya gerek kalmadan evliliklerine zaten engel olmuş sayılabiliriz belki.”
Holmes kafasını salladı. “De Merville gibi kadınlar öyle davranmazlar. Onu bir mağdur gibi görerek üzerine daha çok titreyebilir. Hayır, hayır, yıkmamız gereken bu adamın ahlaki yönü, fiziksel yönü değil. Bu defter kızı kendine getirecektir ve bunu yapabilecek başka bir şeyin olduğunu sanmıyorum. İçindekiler adamın kendi el yazısıyla yazılmış. Hanımefendi artık bunu da inkâr edemez.”
Sör James yanımızdan ayrılırken hem defteri hem de değerli tabağı yanında götürmüştü. Ben işime geciktiğim için onunla birlikte çıkmıştım. Bir araba onu bekliyordu. Hemen içine atladı, şapkası armalı arabacıya aceleyle bir emir verdi ve hızla yola koyuldular. Paltosunu camdan sarkıtarak hanedan armasını kapatmaya çalıştı ama yine de sokak ışığında ne olduğunu görebildim. Şaşkınlık içinde nefesim kesildi. Sonra hemen geri dönerek Holmes’un odasına çıktım.
“Müşterimizin kim olduğunu öğrendim!” diye haykırdım olayın heyecanıyla, “Holmes, o…”
“O vefalı bir dost ve yürekli bir beyefendi.” dedi Holmes daha fazla konuşmama engel olmak için elini kaldırarak, “Aramızda sonsuza kadar sır olarak kalsın.”
O defterin nasıl kullanıldığını bilmiyorum. Sör James her şeyi ayarlamış olmalıydı veya büyük bir ihtimalle, böylesine hassas bir görevi kızın babasına havale etmişti. Ne şekilde olduysa oldu ama yine de istenilen sonuç elde edilmişti. Üç gün sonra “The Morning Post”ta yayımlanan bir haberde, Baron Adelbert Gruner ile Bayan Violet de Merville’nin arasında gerçekleşmesi beklenen düğünün iptal edildiği yazıyordu. Aynı gazetede, Bayan Kitty Winter’a karşı yürütülen davaya ait ilk mahkeme celsesinden de söz ediliyordu. Barona kezzap atmakla suçlanıyordu ve duruşma sırasında ortaya konan hafifletici sebepler doğrultusunda verilen karar, verilebilecek cezaların en hafifi olarak hatırlanacaktı. Sherlock Holmes’a hırsızlık suçundan bir soruşturma açılmıştı ama bunu iyi bir amaç için yaptığı ortaya çıkınca ve müşterisi ünlü biri olunca, en katı İngiliz yasaları bile daha insani ve esnek olabiliyordu. Arkadaşım henüz sanık koltuğuna oturmuş değildir.

Solgun Asker
Arkadaşım Watson, haddini bilmekle beraber oldukça azimli olduğunu da her zaman göstermiştir. Uzun süredir kendi deneyimlerimi kaleme almamda ısrar ediyordu. Galiba bu meşakkati ister istemez üstlenmek zorunda kaldım; çünkü ona sık sık hikâyelerinin ne kadar yüzeysel olduklarını söyleyip durdum. Anlattıklarının ne kadar yüzeysel olduğunu, gerçeklere bağlı kalmaktansa halkın beğenisine daha fazla önem verdiğini her fırsatta belirttiğim göz önüne alınırsa bu belayı kendi başıma yine kendimin açtığını düşünebilirsiniz. “O zaman kendin yaz Holmes!” diye sert bir cevap vermişti bana. İtiraf etmek zorundayım ki elime kalemi aldığımda, hikâyelerimi okuyucunun ilgisini çekecek şekilde sunmam gerektiğini anladım. Biraz sonra anlatacağım davanın ilginizi çekmemesi gibi bir durum söz konusu bile değil; çünkü başıma gelen en ilginç olaylardan biridir. Ancak tesadüf bu ya Watson bu davayı hiç kayıtlarına geçirmemiş. Hazır biyografi yazarım ve eski dostumdan söz açılmışken, bunu fırsat bilip şunu söylemek isterim: Eğer çeşitli, ufak tefek araştırmalarımda arkadaşımdan yardım etmesini istediysem bunu duygusallık veya bir kapristen dolayı yapmadım. Watson’ın kendine özgü olağanüstü özellikleri vardır ve benim başarılarımı abartıp, kendi yaptıklarını dikkate almayarak alçak gönüllülük göstermiştir. Kararlarını ve izleyeceğin yolu önceden tahmin edebilen bir yandaş tehlikeli sayılır ama her yeni gelişme biri için şaşkınlık yaratıyor ve o kişi sonucu tahmin edemiyorsa işte o zaman ideal bir can yoldaşı bulmuşsunuz demektir.
Defterime baktığımda tarihin Ocak 1903 olduğunu gördüm. Boer Savaşı’nın hemen bitiminden sonraydı. İri yarı, dinç, esmer, namuslu bir İngiliz olan Bay James M. Dodd beni ziyarete gelmişti. O sıralar, iyi niyetli Watson beni bir eş için terk etmişti; dostluğumuz boyunca yaptığı tek bencilce davranış buydu. Yapayalnız kalmıştım.
Sırtımı pencereye vermek, ziyaretçimi de karşıma oturtmak alışkanlığımdı; böylece bütün ışık onun yüzüne düşüyordu. Bay James M. Dodd konuşmasına nasıl başlayacağını bilemiyordu. Ona yardımcı olmak için bana hiçbir girişimde bulunmadım; çünkü onun sessiz kalışı kendisini gözlemlemem için daha çok vakit kazandırıyordu. Gücümü hissetmelerini sağlayarak müşterilerimi etkilemeyi hep akıllıca bulmuşumdur. Bu nedenle, çıkardığım bazı sonuçları ona sıralamaya başladım.
“Güney Afrika’dan geldiniz sanıyorum efendim.”
“Evet, efendim.” diye cevap verdiğinde şaşkınlığını gizleyememişti.
“İmparatorluğun gönüllü süvari alayındansınız galiba.”
“Aynen öyle.”
“Şüphesiz Middlesex Bölüğü’ndensiniz.”
“Haklısınız Bay Holmes. Siz bir sihirbazsınız!”
Şaşkın ifadesi karşısında gülümsemiştim. “Mert görünüşlü, İngiliz güneşinin asla veremeyeceği bir bronzluğa sahip, mendilini cebi yerine elbise kolunda taşıyan bir bey odama girerse onun neyle meşgul olduğunu tahmin etmek hiç de zor olmaz. Kısa bir sakalınız var, bu da sıradan bir asker olmadığınızı gösteriyor. Her hâlinizden süvari alayına mensup olduğunuz anlaşılıyor. Middlesex’e gelince;
kartvizitinizden Throgmorton Caddesi’nde borsa simsarlığı yaptığınız açıkça görülüyor. Eh, sizin yapınızda biri, bundan başka hangi birliğe katılabilir ki?”
“Her şeyi görebiliyorsunuz…”
“Sizden daha fazlasını görmüyorum, sadece gördüklerime dikkatle bakmak için kendimi eğittim. Ancak Bay Dodd, sabah sabah gözlemlerimi konuşmak için bana uğramadığınızı biliyorum. Tux-bury Old Park’ta neler oluyor, anlatın bakalım?”
“Bay Holmes!..”
“Sevgili bayım, bunda gizemli bir şey yok ki! Mektubunuzun üzerinde yazıyordu ve bu randevuyu ayarlarken çok acil olduğunu söylediğinizde belli ki çok ani ve önemli bir olay meydana gelmiş.”
“Elbette öyle ama mektubu öğleden sonra yazdım ve o zamandan beri birçok şey yaşandı. Eğer Albay Emsworth beni dışarı atmasaydı…”
“Sizi dışarı mı attı?”
“Yani, en azından öyle oldu denilebilir. Zor bir adam bu Albay Emsworth. Zamanında ordudaki en otoriter yöneticilerden biriydi, ayrıca çok da kabaydı. Eğer Godfrey’nin hatırı olmasaydı albaya kesinlikle tahammül edemezdim.”
Pipomu yakarak sandalyeme yaslanmıştım.
“Lütfen tam olarak neyden söz ettiğinizi açıklayın.”
Müşterim haylaz haylaz gülümsemişti.
“Size söylenmeden her şeyi anladığınızı düşünmeye başlamıştım.” dedi, “Size olanları aktaracağım ve ne anlama geldiklerini bana söylemenizi isteyeceğim. Bütün gece bu mesele kafamı kurcalayıp durdu ve düşündükçe daha da karmaşık bir hâl aldı.
Ocak 1901’de orduya yazıldığımda -yani iki yıl önce- genç Godfrey Emsworth de aynı bölüğe katılmıştı. Kendisi, Albay Emsworth’ün tek oğlu -yani Kırım Fatihi Emsworth’ün- ve damarlarında savaşçı kanı dolaştığından orduya gönüllü katılması şaşırtıcı değil. Alayda ondan daha iyisi yoktu. Onunla arkadaşlık kurdum. Ancak aynı hayatı yaşayan, aynı sevinçleri ve üzüntüleri paylaşan iki kişi kurabilirdi böyle bir dostluğu. Can yoldaşımdı ve orduda böyle biriyle karşılaşmak çok önemliydi. Bir yıl süren zorlu bir savaşta iyi ve kötü günlerimiz oldu. Sonra Pretoria yakınlarındaki Diamond Tepesi’nde bir eylem sırasında vuruldu. Cape Town ve Southampton’daki hastanelerden birer mektup gönderdi bana. O zamandan beri ondan haber alamıyorum. Altı ay belki de daha fazla bir süredir ondan haber alamıyorum Bay Holmes. O benim en yakın arkadaşım…
Her neyse, savaş bitmişti ve geri döndüğümüzde Godfrey’nin nerede olduğunu soran bir mektup yazdım babasına. Bana cevap yazmadı. Bir süre bekledikten sonra ona tekrar yazdım. Bu sefer kısa ve kaba bir cevap yolladı. Godfrey’in dünya turuna çıktığını ve en erken bir yıl sonra geri döneceğini yazmıştı. Bundan başka da hiçbir şey belirtmemişti.
Cevabından tatmin olmamıştım Bay Holmes. Bütün olanlar bana çok tuhaf gelmişti. İyi bir arkadaştı ve beni hayatta habersiz bırakmazdı. Onun yapacağı bir davranış değildi bu. Ayrıca büyük bir servetin vârisi olduğunu ve babasıyla arasının pek iyi olmadığını da biliyorum. Adam ona bazen eziyet ediyordu ve genç Godfrey buna sabırla göğüs germeye çalışıyordu. Hayır, kesinlikle tatmin olmamıştım ve meselenin köküne kadar inmeye kararlıydım. Fakat benim de işlerim vardı ve onlarla ilgilenmek zorundaydım. O yüzden ancak iki yıl gibi bir aradan sonra Godfrey meselesini tekrar ele alabildim. Ama her şeyi bir kenara bırakıp sonuna kadar gitmeye kararlıyım.”
Bay James M. Dodd, düşmanınız olmasını istemeyeceğiniz bir adamdı. Mavi gözleri çok haşin bakıyordu ve karemsi çene yapısı konuşurken oldukça merhametsiz bir manzara sergiliyordu.
“Peki neler yaptınız?” diye sormuştum.
“İlk işim, Bedford yakınlarında Tuxbury Old Park’taki evlerine gitmek oldu. Durumun ne olduğunu kendi gözlerimle görmek istedim. Bu yüzden annesine yazdım -babasından yeterince aksi cevaplar almıştım çünkü- ve cepheden taarruza geçtim. Godfrey arkadaşımdı; ortak geçmişimize dair bir sürü şey anlatabileceğimi, o sıralarda evlerinin yakınlarında bulunduğumu ve bir ara onlara uğrayıp uğrayamayacağımı sordum. Oldukça samimi bir cevap aldım annesinden; beni o gece misafir etmek istediğini yazdı. Bunun üzerine pazartesi onlara gittim.
Tuxbury Old Malikânesi ulaşılması zor bir yerdeydi; malikâneye en yakın yer beş mil uzaklıktaydı. İstasyonda araba yoktu ve elimde çantamla yürümek zorunda kaldım. Oraya vardığımda hava kararmak üzereydi. Gezinti yerleri bol olan bir ev; kocaman bir bahçesi var. Tahminlerime göre, birçok dönemi ve stili yansıtan bir evdi. Elizabeth Dönemi’nin ahşap yapılarından Victoria Dönemi’nin sütunlu girişlerine kadar her şeyi görebilirdiniz. İçerisi duvar kâğıtları ile kaplıydı ve solmaya yüz tutmuş eski tablolar vardı. Çok gizemli ve kasvetli bir yerdi. Bir uşak vardı -yaşlı Ralph- herhâlde o da ev ile aynı yaştaydı. Sonra ondan da yaşlı görünen bir karısı vardı. Zamanında Godfrey’nin dadısıymış. Annesinden sonra en fazla şefkat gösteren kişinin o olduğunu söyler dururdu Godfrey. Bu yüzden tuhaf görünüşüne rağmen kendimi ona yakın hissetmiştim. Annesini de sevdim; nazik, ufak tefek, fareye benzeyen bir kadındı. Çekindiğim tek kişi albaydı.
Gider gitmez onunla münakaşa etmiştim, hatta neredeyse istasyona geri dönecektim. Ama onun da istediğinin bu olduğu geldi aklıma. Vazgeçtim ve kaldım. Beni hemen onun çalışma odasına buyur ettiler; karmakarışık masasının arkasında otururken buldum onu. İri yarı, kambur bir adamdı, soluk tenliydi ve birbirine karışmış kır rengi bir sakalı vardı. Bir akbabanın gagasını andıran kırmızı damarlı burnu çıkıntılık yapıyordu. İki tane zalim, gri göz, gür kaşlarının altından nefretle bana bakıyordu. Godfrey’nin, babasından neden pek söz etmediğini daha iyi anlamıştım.
‘Evet, efendim…’ dedi kulak tırmalayıcı bir ses tonuyla, ‘Ziyaretinizin gerçek sebebini öğrenmek için sabırsızlanıyorum.’
Eşine yazdığım mektupta her şeyi açıkladığımı söyledim.
‘Evet, evet… Godfrey ile Afrika’da tanıştığınızı yazmışsınız. Tabii, bu konuda bir tek sizin sözünüz var…’
‘Onun mektupları cebimde.’
‘Onları rica edebilir miyim?’
Ona uzattığım iki mektuba şöyle bir baktıktan sonra bana geri fırlatmıştı.
‘O hâlde şimdi ne olacak?’ diye sormuştu.
‘Oğlunuz Godfrey’yi çok severim. Bizi birbirimize bağlayan birçok anımız var. Onun aniden susmasını merak ederek nelerin döndüğünü öğrenmek istemem normal değil mi sizce?’
‘Yanlış hatırlamıyorsam bayım, onun şu an neler yaptığını daha önce size mektupla bildirmiştim. Dünya turuna çıktı. Afrika’da yaşadıklarından sonra sağlığı kötüye gitti ve hem annesi hem de ben, onun dinlenmesi gerektiğine ve bir hava değişikliğine ihtiyacı olduğuna karar verdik. Bu meseleyle ilgilenen diğer arkadaşlarına da bunu iletirseniz çok sevinirim, inanın.’
‘Elbette.’ diye cevap verdim, ‘Ama belki bana, seyahat ettiği geminin adıyla hangi rotayı izlediğini ve ne zaman yola çıktığını söyleme nezaketinde bulunursunuz. Hiç şüphem yok ki ona bu yolla bir mektup gönderebilirim.’
Ricam karşısında ev sahibim hem şaşırdı hem de sinirlendi. O kocaman gür kaşlarını çatarak, parmaklarını masanın üzerinde sabırsızca tıkırdatıp durdu. Satrançta tehlikeli bir hamle yapmak üzere olan rakibine nasıl karşılık vereceğini kestirmeye çalışan biri gibi aniden kafasını kaldırıp bana baktı.
‘Birçok insan, Bay Dodd…’ dedi, ‘Sizin bu bitmek bilmeyen ısrarlarınız karşısında incinebilir ve küstahlaştığınızı düşünebilir.’
‘Bunu oğlunuzu gerçekten sevdiğim için yaptığıma inanmalısınız efendim.’
‘Elbette… Ben de olayı böyle değerlendiriyorum. Ancak sizden bu araştırmalarınızı bırakmanızı isteyeceğim. Her ailenin kendine ait bir özel hayatı ve amaçları vardır ve her ne kadar iyi niyetli olsalar da yabancılara bunları yansıtmak zorunda değillerdir. Eşim Godfrey’nin geçmişiyle ilgili bir şeyler öğrenme hevesinde ve bunları ona ancak siz anlatabilirsiniz. Ama sizden rica ediyorum, günümüzü ve geleceği artık bir kenara bırakın. Bu şekilde araştırmanızın hiçbir yararı olmayacak bayım. Bizi hassas ve aynı zamanda zor bir duruma sokuyorsunuz.’
Böylece, çıkışı olmayan bir yola sapmış oldum Bay Holmes. Yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Durumu kabullenmiş gibi yaptım. Ama arkadaşıma neler olduğunu öğrenmeden huzur bulamayacaktım. Sonuna kadar gitmeye yemin ettim. Çok sıkıcı bir gece geçirdik. Üçümüz kasvetli, donuk, eski bir odada sessizce yemek yedik. Kadıncağız oğlu hakkında hevesle bana bir sürü soru sordu; ama ihtiyarın morali bozuktu ve somurtarak oturmuştu. Yaşadıklarımdan o kadar sıkılmıştım ki en uygun zamanı kollayarak bir bahane buldum ve odama çekildim. İlk katta büyük, sade bir odaydı, en az evin geri kalanı kadar kasvetliydi; ama bir yıl boyunca bozkırlarda uyuyan biri olarak yattığım yerin pek önemi yoktu Bay Holmes. Perdeleri açarak bahçeye baktım, güzel bir geceydi ve ayın pırıl pırıl parladığını hatırlıyorum. Yanan şöminenin yanına oturdum, bir tarafımda üzerinde lambası olan bir masa vardı ve aklımı başka bir şeyle meşgul etmek amacıyla bir roman okumaya çabaladım. Ancak yaşlı uşak Ralph elinde bir kova kömürle çıkageldi.
‘Geceleyin yakıtınızın tükeneceğini düşündüm efendim. Hava çok keskin ve bu odalar soğuk oluyor.’
Odadan çıkmadan önce biraz duraksamıştı, ona dönüp baktığımda kırış kırış olmuş yüzünün hüzün dolu olduğunu fark ettim.
‘Affedersiniz efendim, ama akşam yemeğinde genç efendim Godfrey hakkında söylediklerinize ister istemez kulak misafiri oldum. Biliyorsunuz efendim, eşim ona dadılık yaptı. Ben de bir bakıma onun manevi babası sayılırım. O yüzden ilgilenmemiz çok doğal. İyi bir asker olduğunu söylediniz değil mi, efendim?’
‘Alayda ondan daha cesuru yoktu. Bir keresinde Boer’lerle savaşırken beni kurtarmıştı. Şu an hayatta olmayabilirdim.’
Yaşlı uşak ince ellerini ovuşturmuştu.
‘Evet efendim, evet, Bay Godfrey öyle biridir. O hep cesurdu. Bahçede tırmanmadığı ağaç kalmamıştı. Onu hiçbir şey durduramazdı. İyi bir çocuktu ve tabii ki çok iyi bir adamdı efendim.’
Hemen ayağa fırlamıştım.
‘Bana bak!’ diye haykırmıştım, ‘Hep olanlar geçmişte kalmış gibi konuşuyorsun. O ölmüş gibi davranıyorsun. Nedir bu gizem? Godfrey Emsworth’e ne oldu?’
Yaşlı adamı omzundan yakalamıştım. Ama hemen uzaklaştı.
‘Ne demek istediğinizi anlamıyorum efendim. Bay Godfrey’yi ancak efendimden öğrenebilirsiniz. O bilir. Bana karışmak düşmez.’
Odadan çıkmak üzereyken onu kolundan yakaladım.
‘Beni dinle!’ dedim, ‘Seni bütün gece burada tutmam gerekse bile bir soruma cevap istiyorum: Godfrey öldü mü?’
Gözlerimin içine bakamadı. Âdeta hipnotize edilmiş gibiydi. Zorla cevap almıştım ondan. Ama korkunç ve beklenmedik bir cevaptı bu.
‘Keşke ölmüş olsaydı!’ diye haykırarak kolunu benden kurtardı ve odadan fırladı.
Herhâlde o anki ruh hâlimin pek de iyi olmadığını tahmin edebilirsiniz Bay Holmes. Yaşlı adamın sözleri aklıma sadece bir tek açıklama getiriyordu: Belli ki zavallı arkadaşım bir suça karışmış ya da ailenin onurunu zedeleyecek çok rezil bir olaya sebep olmuştu. O yaşlı, sert adam oğlunu başka bir yere göndermiş ve ortaya çıkabilecek bir skandaldan dolayı onu saklamıştı. Godfrey çok umursamaz bir delikanlıydı. Etrafındaki insanlardan kolayca etkilenebilirdi. Şüphesiz kötü kişilerle tanışmış ve yıkımına sebep olabilecek yanlış bir yola sapmıştı. Yürekler acısı bir durumdu bu. Ama eğer düşündüklerim doğruysa onu kurtarmak ve yardımcı olmak benim görevimdi. Endişe içinde durumu aklımda ölçüp tartarken kafamı kaldırdım. Bir de ne göreyim? Karşımda Godfrey Emsworth’ün ta kendisi duruyordu.”
Meseleden çok etkilenen müşterim biraz duraksamıştı.
“Lütfen devam edin.” dedim, “Anlattıklarınız çok ilginç.”
“Pencerenin hemen dışındaydı Bay Holmes, yüzünü iyice cama yapıştırmıştı. O gece dışarıyı seyrettiğimi söylemiştim. Sonra da perdeleri biraz aralık bırakmıştım. İşte arkadaşımı bu aralıktan görmüştüm. Pencereler yere kadar olduğundan onu boydan görebiliyordum. Ama esas yüzü dikkatimi çekmişti. Ölü gibi solgundu; bu kadar beyaz birini hiç görmemiştim. Herhâlde hayalet böyle bir şeydir. Ne var ki göz göze gelmiştik ve inanın bana onlar yaşayan bir insanın gözleriydi. Ona baktığımı fark eder etmez geriye doğru sıçrayarak karanlıkta kaybolmuştu.
Onda şok tesiri yapan bir şey vardı Bay Holmes ve bu şey, karanlıkta ölü gibi bembeyaz parlayan yüzü değildi sadece. Hemen göze çarpmayan bir şeydi; âdeta sinsi bir şey, şüphe uyandıran… Suçluluk duygusuyla doluydu ve benim tanıdığım o açık yürekli adamla ilgisi yoktu. Dehşet içinde kalmıştım.
Ama bir adam Boer’lerle bir iki yıl boyunca sürekli savaşınca çelik gibi sinirlere sahip oluyor ve hızlı hareket ediyor. Godfrey’nin görüntüsü henüz yok olmuştu ki ben pencerenin yanındaydım. Tuhaf bir kilit vardı ve onu açıncaya kadar biraz zaman geçmişti. Sonra aralıktan geçerek onun gitmiş olabileceği yöne doğru bahçe patikasından koşmaya başlamıştım.
Uzun bir patikaydı, ışık da pek iyi sayılmazdı ama önümde bir şeyin ilerlediğini hissedebiliyordum. Koşarak ona seslendim fakat nafileydi. Patikanın sonuna geldiğimde değişik yönlerde bulunan ek binalara uzanan farklı yolları gördüm. Tereddüt içinde öylece kalakalmıştım ki çok belirgin bir şekilde bir kapının kapandığını duydum. Bu duyduğum, arkamda kalan evin kapısı değildi. Önümdeki karanlığın içinden bir yerden gelmişti. Biraz önce gördüğümün bir hayal olmadığına inanmam için bu yeterliydi Bay Holmes. Godfrey benden kaçmıştı ve arkasından da bir kapıyı kapatmıştı. Bundan çok emindim.
Yapabileceğim başka bir şey kalmamıştı ama bütün gece gerçeklerle örtüşebilecek bir teori üretmeye çalışıp durmuştum. Albay ertesi gün biraz daha hoşgörülü davranmıştı ve karısı civarda gezilebilecek değişik yerlerin olduğunu söyleyince ben de bunu fırsat bilip bir gece daha kalmamın onlar için sıkıntı yaratıp yaratmayacağını sormuştum. Yaşlı adam gönülsüzce rıza göstermişti. Artık etrafı gözlemlemek için önümde bütün bir gün vardı. Godfrey’nin çok yakınlarda bir yerlerde gizlendiğine iyice ikna olmuştum. Ama ‘Nerede?’ ve ‘Neden?’ sorularının cevabını bulmalıydım.
Malikâne o kadar büyük ve düzensiz bir yapıya sahipti ki koca bir alay orada gizlenebilir ve kimsenin ruhu bile duymazdı. Bu yüzden evin içini araştırmam çok zor olacaktı; ancak duyduğum kapı sesi, kesinlikle evin içinden gelmemişti. Bu nedenle, bahçeyi iyice kolaçan etmeliydim. Karşıma çıkabilecek bir engel yoktu, ne de olsa yaşlı çiftin kendilerine göre meşguliyetleri vardı. Beni de kendi hâlime bırakmışlardı.
Birkaç ufak tefek ek bina vardı ama bahçenin en sonunda bulunan biraz daha büyük bir yapı ilgimi çekmişti daha çok. Bir bahçıvanın veya avlak bekçisinin kalabileceği boyutlardaydı. Yoksa kapısı kapanan yer burası mıydı diye düşündüm. Arazide amaçsızca geziniyormuş gibi yaptım ve oraya doğru yaklaştım. O sırada kesinlikle bir bahçıvana benzemeyen, ufak tefek, hareketli, canlı, siyah paltolu ve melon şapkalı bir adam kapıdan dışarı çıkmıştı. Arkasından kapıyı kilitleyip anahtarı cebine atınca çok şaşırmıştım. Beni fark edince o da şaşırmıştı.
‘Ziyarete mi gelmiştiniz?’ diye sordu.
‘Evet.’ deyip Godfrey’nin bir arkadaşı olduğumu söyledim. ‘Seyahatte olması ne kötü, yoksa mutlaka benimle görüşmek isteyecekti.’ diye de ekledim.
‘Evet, haklısınız.’ demişti. Yüzünde bir suçluluk duygusu sezinlemiştim. ‘Daha uygun bir zamanda mutlaka tekrar gelmelisiniz.’
Yanımdan geçip gitmişti ama dönüp arkasından baktığımda bahçenin en sonunda bulunan defne ağaçlarının arasından gizlenerek bana baktığını fark etmiştim.
Yanından geçerken eve dikkatle bakmıştım; ama pencereleri kalın perdelerle örtülmüştü. Gördüğüm kadarıyla da boş gözüküyordu. Fazla cesur davransaydım mutlaka her şeyi berbat ederdim; hatta beni oradan kovabilirlerdi bile; çünkü hâlâ izlendiğimin farkındaydım. Bu yüzden eve döndüm ve araştırmalarıma devam etmek için akşam olmasını bekledim. Hava kararınca ve her yer sessizleşince penceremden gizlice çıkıp dikkatle o esrarengiz eve doğru gittim.
Pencerelerin kalın perdelerle örtülü olduğunu size daha önce söylemiştim, bu sefer panjurları da kapatmışlardı. Ancak birinin arasından ışık sızıyordu, tüm dikkatimi bunun üzerine yoğunlaştırdım. Şanslı sayılırdım çünkü perdeleri tamamen kapatmamışlardı ve panjurda ufak bir yarık vardı. Oradan odanın içini görebiliyordum. Hoş bir yere benziyordu, pırıl pırıl bir lamba, alev alev yanan bir şömine gözüküyordu. Tam karşımda o sabah gördüğüm adam oturuyordu. Pipo içiyor, gazete okuyordu.”
“Hangi gazeteyi okuyordu?” diye sormuştum.
Hikâyesini böldüğüm için müşterim biraz bozulmuştu.
“Ne önemi var ki?” diye sormuştu.
“Sandığınızdan da önemli olabilir.”
“Pek dikkat etmedim.”
“Geniş sayfalı bir gazete miydi yoksa şu haftalık dergiler gibi küçük müydü? Bunu hatırlıyor musunuz?”
“Aslında şimdi düşünüyorum da geniş sayfalı sayılmazdı. Belki ‘The Spectator’ idi. Ancak böyle ufak tefek ayrıntılar üzerinde duracak hâlde değildim; çünkü sırtı pencereye dönük bir adam daha vardı içeride. Yemin edebilirim ki o kişi Godfrey idi. Yüzünü göremiyordum ama geniş omuzlarının kıvrımı bana tanıdık gelmişti. Şömineye doğru dönmüş, dirseklerini masaya dayamıştı. Büyük bir üzüntü içindeymiş gibiydi. Ne yapacağımı düşünürken birdenbire biri omzuma sert bir şekilde dokunmuştu. Yanımda Albay Ems-worth duruyordu.
‘Bu taraftan, bayım!’ demişti alçak bir sesle. Eve girene kadar sessizce yürümüştük. Onu odama kadar takip ederken koridor masasının üzerinde duran tarifeyi de hemen kapıvermişti.
‘Sekiz buçukta Londra’ya bir tren varmış.’ dedi, ‘Sekizde sizi kapıda bir araba bekliyor olacak.’
Öfkeden bembeyaz kesilmişti ve gerçekten kendimi o kadar kötü hissetmiştim ki ancak birkaç tutarsız özür sözü kekeleyebilmiştim. Mazeret olarak arkadaşıma duyduğum endişeden söz etmiştim.
‘Bu konuyu konuşmamıza gerek yok.’ demişti sözümü bölerek, ‘Ailemizin özel hayatına zorla girdiniz. Buraya bir misafir olarak geldiniz, şimdi de bir casus olarak çıkıyorsunuz. Size söyleyecek bir şey bulamıyorum bayım. Ama sizi bir daha asla etrafımda görmek istemediğimi söyleyebilirim.’
Artık ben de çileden çıkmıştım Bay Holmes ve birkaç öfkeli söz sarf etmiştim:
‘Oğlunuzu gördüm; bir nedenden dolayı onu bütün dünyadan saklıyorsunuz. Ona bu şekilde davranmaktaki amacınızın ne olduğunu bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var: O artık özgür bir insan değil. Sizi ikaz ediyorum Albay Emsworth: Arkadaşımın güvenliğinden ve sağlığının yerinde olduğundan emin olana kadar, bu gizemli olayı çözmek için elimden gelen her şeyi yapacağım. Ayrıca söyleyeceğiniz veya yapacağınız hiç bir şey gözümü korkutmayacak.’
Yaşlı adam bir an için şeytanın etkisi altına girmiş gibi oldu, gerçekten de bana saldıracağını düşünmüştüm. Acımasız, ihtiyar bir dev olduğunu söylemiştim size. Ben de pek güçsüz sayılmadığım hâlde kendimi ondan koruyabileceğimden pek emin değildim. Neyse ki bana uzun süre öfke içinde baktıktan sonra arkasını dönüp odadan çıkmıştı. Bana gelince… Kararlaştırılan trene sabah bindim, tek amacım doğruca size gelip yardımlarınızı ve tavsiyelerinizi istemekti. Bu yüzden sizden randevu talep ettim.”
Ziyaretçimin bana sunduğu problem bundan ibaretti. Keskin zekâlı okuyucularımın da anlayacağı gibi, üstesinden gelmem gereken sadece birkaç zorluk vardı. Elimdeki birkaç alternatif metot sayesinde olayın köküne inmem an meselesiydi. Yine de her ne kadar basit gözükse bile tuhaf olaylar dönüyordu. Bu nedenle her şeyi kaleme alamayacağım için beni mazur göreceğinizi umuyorum. Artık ihtimal dâhilindeki çözümleri sınırlamak için mantık analizinde her zaman kullandığım metotlara başvurmalıydım.
“Evde kaç hizmetkâr var?” diye sormuştum.
“Anladığım kadarıyla yaşlı uşak ve eşinden başka kimse yok. O ailenin çok sade bir yaşantısı var.”
“Bu durumda, o ek binada hizmetkâr yok?”
“Hayır, yok. Eğer o ufak tefek, sakallı adam hizmetkâr değilse tabii. Ama onda amirane bir hava var.”
“Bu çok ilginç… Bir evden diğerine yiyecek götürüldüğünü gördünüz mü?”
“Aslına bakarsanız, yaşlı Ralph’in bahçe patikasından o eve bir sepet götürdüğünü görmüştüm. O an onun yiyecek olabileceği aklıma gelmemişti.”
“Etrafta hiç araştırma yaptınız mı?”
“Evet, yaptım. İstasyon şefi ve han sahibiyle konuştum. Eski arkadaşım Godfrey Emsworth hakkında bir şey bilip bilmediklerini sordum doğrudan doğruya. Her ikisi de onun bir dünya turuna çıktığına inanıyor. Eve gelir gelmez tekrar yola koyulduğunu söylediler. Belli ki bu yalanı herkes kabullenmiş.”
“Şüphelerinizden söz ettiniz mi?”
“Hayır.”
“Çok akıllıca davranmışsınız. Bu meseleyi gerçekten araştırmamız gerekiyor. Sizinle Tuxbury Old Park’a geleceğim.”
“Bugün mü?”
Ancak o sıralarda, arkadaşım Watson’ın “Manastır Okulu” olarak adlandırdığı ve Greyminster dükünün de bulaştığı bir davayla ilgileniyordum. Bunun yanı sıra, Osmanlı padişahı tarafından görevlendirilmiştim. Bu konuda acilen harekete geçmeliydim; ihmal edildiği takdirde çok ciddi politik sonuçlar doğurabilirdi. Dolayısıyla ancak bir sonraki haftanın başında, Bay James M. Dodd ile Bedfordshire’deki yeni görev yerime gidebilmiştim. Euston’a doğru arabayla giderken yolda -daha önceden gerekli ayarlamaları da yaparak- esmer, ciddi ve sessiz bir beyefendiyi de yanımıza almayı ihmal etmedik.
“Eski bir arkadaşım.” demiştim Dodd’a, “Onun varlığı çok önemli olabilir. Ama diğer taraftan da olmayabilir de… Bu aşamada size daha fazla bilgi vermem gereksiz gibi gözüküyor.”
Bir dava üzerinde çalışırken boş yere konuşmayışıma veya düşüncelerimi pek açığa vurmayışıma şüphesiz Watson’ın hikâyelerinden alışıktır okuyucular. Bu nedenle Dodd biraz şaşırmıştı. Ama tek bir söz dahi etmemişti ve üçümüz de yolculuğumuzu sürdürmüştük. Trendeyken arkadaşımın da cevabını duymasını istediğim bir soru daha sormuştum Dodd’a.
“Penceredeyken arkadaşınızın yüzünü çok iyi gördüğünüzü söylüyorsunuz, hatta onu o kadar net görmüşsünüz ki o olduğuna eminsiniz, değil mi?”
“Hiç şüphem yok. Burnunu pencereye iyice yapıştırmıştı. Lambanın ışığı da yüzünü iyice aydınlatıyordu.”
“Ona benzeyen biri olamaz mıydı?”
“Hayır, hayır… Kesinlikle oydu.”
“Ama değişmiş olduğunu söylüyorsunuz.”
“Sadece rengi. Yüzü… Nasıl tarif etsem?.. Bembeyazdı. Çok solgundu.”
“Her tarafı eşit beyazlıkta mıydı?”
“Sanmıyorum. Ama yine de pencereye iyice yaklaştığından çehresini çok net görebildim.”
“Ona seslendiniz mi?”
“O an fazlasıyla şaşkınlık ve dehşet içindeydim. Sonra size de söylediğim gibi onu takip ettim ama çabam boşunaydı.”
Davam neredeyse tamamlanmak üzereydi, sadece ufak bir kısmını açıklığa kavuşturmam gerekiyordu. Uzun bir araba yolculuğundan sonra müşterimin tarif ettiği o tuhaf ve biçimsiz eve ulaşabilmiştik. Kapıyı bize yaşlı uşakları Ralph açmıştı. Arabayı bir günlüğüne tutmuştum, yaşlı arkadaşıma onu çağırmadığımız sürece arabada beklemesini söyledim. Yüzü buruş buruş olmuş yaşlı uşak Ralph, siyah paltosu ve siyah beyaz kırçıllı pantolonuyla bilindik uşak elbiseleri içindeydi. Ancak bir şey göze çarpıyordu. Ellerinde kahverengi deri eldivenler vardı ve bizi görür görmez onları hemen çıkararak koridordaki masanın üzerine bırakıvermişti. Arkadaşım Watson’ın da daha önce söylediği gibi benim olağanüstü keskin duyularım vardır. İçeri girerken hafif ama belirgin bir koku almıştım. O kokunun kaynağı sanki koridordaki masaydı. O tarafa yöneldim, şapkamı masanın üzerine bıraktım, sonra yere düşürdüm ve almak için eğildim. Böylece burnumu o eldivenlerin bir fit kadar yakınına getirmeyi başarmıştım. Evet, o ilginç katran kokusu kesinlikle onlardan geliyordu. Böylelikle davamı sonuçlandırmış bir hâlde çalışma odasına geçmiştim. Hikâyemi anlatırken bazı şeyleri saklı tutamamam ne kadar da üzücü! Zincirdeki bu halkaları gizli tuttuğum için Watson oldukça cafcaflı sonlar üretebiliyordu.
Albay Emsworth odasında değildi ama Ralph ile gönderdiğimiz mesajı alır almaz bir hışım yanımıza gelmişti. Hızlı ve şiddetli adımlarını koridorda duymuştuk. Kapıyı sonuna kadar açan, sakallı ve çarpık yüz hatlarına sahip adam içeri dalmıştı. Böylesine korkunç bir adamı pek az görmüşümdür. Elinde kartvizitim vardı. Onu hemen yırtarak yere fırlatmış, sonra da üstünde tepinmişti.
“Seni melun, işgüzar adam! Daha önce sana, buraya bir daha gelmemeni söylememiş miydim? Şu lanet olası yüzünü bir daha görmek istemiyorum! Eğer buraya bir daha iznim olmadan girersen şiddet uygulayacağım ve hukuken haklı sayılacağımı biliyorsun. Sana ateş etmekten çekinmem bayım! Tanrı biliyor ya yaparım!”
“Size gelince…” diyerek bana dönmüştü, “Aynı şeyler sizin için de geçerli. Sizin o rezil mesleğinizi biliyorum. Ama alın o meşhur hünerlerinizi de başka kapıyı çalın. Burada onları kullanmanıza izin vermeyeceğim!”
“Buradan hiçbir yere gitmeyeceğim.” demişti müşterim sertçe, “Zorla alıkoyulmadığını Godfrey’nin kendi ağzından duymak istiyorum.”
Gönülsüz ev sahibimiz zili çaldı.
“Ralph!” dedi, “Hemen polise telefon et ve müfettiş beyden iki memur göndermesini söyle. Evde hırsız olduğunu eklemeyi de ihmal etme!”
“Bir dakika…” demiştim, “Bay Dodd, Albay Emsworth tamamen haklı ve yasal olarak onun evinde bulunmamamız gerekiyor. Ancak diğer taraftan, sizin yaptıklarınızın tamamen oğlu için duyduğunuz endişeden kaynaklandığını da fark etmiştir herhâlde. Eğer beş dakika sizinle konuşmama izin verirseniz Albay Emsworth, eminim bu olaya bakış açınız değişecektir.”
“Benim bakış açım kolay kolay değişmez!” demişti yaşlı asker, “Ralph, söyleneni yapsana! Daha neyi bekliyorsun? Çabuk polisi ara!”
“Öyle bir şey yapmanıza gerek yok.” demiştim sırtımı kapıya yaslayarak, “Eğer polis olaya karışırsa işte o zaman korktuğunuz felaket başınıza gelecektir.” Defterimi çıkararak içindeki boş bir sayfaya tek bir kelime karalamıştım. “Buraya gelmemizin tek nedeni budur.” diyerek Albay Emsworth’e uzatmıştım.
Şaşkınlık dışında her ifadenin yok olduğu bir yüzle kâğıda öylece bakakalmıştı.
“Nereden biliyorsunuz?” diyebilmişti yavaşça sandalyesine oturarak.
“Her şeyi bilmek benim görevim. İşim bu çünkü.”
O sıska eliyle karışık sakalını çekiştirerek bir süre derin düşüncelere dalmıştı. Sonra da boyun eğdiğini gösteren bir tavır takınmıştı.
“Eğer gerçekten Godfrey’yi görmek istiyorsanız buyurun görün…
Artık olay benden çıktı. Beni siz zorladınız. Ralph, Bay Godfrey ve
Bay Kent’e beş dakika içinde yanlarında olacağımızı söyle.”
Daha sonra bahçe patikasından geçerek kendimizi o gizemli evin önünde bulduk. Kapıda şaşkınlığını gizleyemeyen ufak tefek, sakallı bir adam duruyordu.
“Bu çok ani oldu Albay Emsworth!” demişti, “Bütün planlarımız altüst oldu.”
“Elimde değildi Bay Kent. Beni mecbur ettiler. Bay Godfrey bizimle görüşebilecek mi?”
“Evet, içeride bekliyor.” Arkasını dönüp bizi oldukça sade döşenmiş odalardan birine götürmüştü. Şömineye sırtını vermiş bir adam ayakta duruyordu. Müşterim onu görür görmez kollarını iki yana açarak ona doğru koşmuştu.
“Ah, Godfrey, eski dostum, seni görmek ne güzel!”
Ama diğeri elini kaldırarak onun yaklaşmasını engelledi.
“Bana dokunma Jimmie! Uzak dur benden. Evet, bana öyle bakabilirsin! B Bölüğü’nün hızlı piyade onbaşısı Emsworth’e pek benzemiyorum artık değil mi?”
Gerçekten de dış görünüşü pek hoş değildi. Eskiden, Afrika güneşinde bronzlaşmış, yakışıklı, düzgün hatlı bir delikanlı olduğu belliydi ama esmer teninin üzerinde benek benek beyazlıklar vardı, cildi sanki ilginç bir şekilde ağarmıştı.
“İşte bu yüzden ziyaretçilerle pek haşır neşir olmuyorum.” demişti, “Senden yana bir kaygım yok Jimmie ama arkadaşın gelmeseydi daha iyiydi. Eminim iyi bir nedenin vardır. Fakat beni zor bir duruma düşürdün.”
“Seninle ilgili her şeyin yolunda gittiğine emin olmak istedim Godfrey. Seni o gece penceremden içeri bakarken gördüm. Bu meseleyi çözmeden huzur bulamayacaktım.”
“İhtiyar Ralph senin orada olduğunu söyleyince dayanamayıp bir bakayım dedim. Beni fark etmeni beklemiyordum. Pencereyi açtığını duyunca mecburen saklandığım yere koşmuştum.”
“Ama Tanrı aşkına neler oluyor?”
“Aslında uzun bir hikâye değil.” demişti bir sigara yaktıktan sonra, “Hani Pretoria dışında, Buffelsspruit’taki sabah çatışmasını hatırlıyor musun? Doğu demir yolları hattındaydık. Benim vurulduğumu duymuştun.”
“Evet, doğru ama ayrıntıları hiç öğrenememiştim.”
“Biz üç kişiydik, sizin yanınızdan ayrılmak zorunda kalmıştık. Çok engebeli bir arazi olduğunu hatırlayacaksın. Simpson vardı; hani ona Kel Simpson derdik. Sonra Anderson ve ben vardım. Boer’lerle savaşıyorduk. Ama onlar pusuya yatarak üçümüzü bulmuşlardı. Diğer iki arkadaşım öldürüldü. Ben omzumdan bir kurşun ile yaralanmıştım. Ancak bir şekilde atıma binebilmiştim. Bayılıp eyerimden düşmeden önce herhâlde atım birkaç mil kadar dörtnala koşmuştu.
Kendime geldiğimde hava kararmıştı, kendimi çok güçsüz ve hasta hissediyordum. Ama yine de yavaşça doğrulmaya çalıştım. Hemen yakınlarda bir evin olduğunu görünce çok şaşırdım. Bir sürü penceresi ve geniş bir verandası olan kocaman bir evdi bu. Hava çok soğuktu. Akşamları adamı âdeta hissizleştiren o soğuğu hatırlıyor musun? Bizim alışık olduğumuz ayazlardan farklıydı. Öldürücü, hasta edici bir ayazdı. Her neyse, iliklerime kadar donmuştum ve tek ümidim o eve ulaşmaktı. Ne yaptığımın bilincinde olmayarak zar zor ayağa kalktım ve kendimi o yöne doğru sürüklemeye çabaladım. O merdivenlerden yavaşça çıktığımı, sonuna kadar açık olan bir kapıdan içeri girdiğimi, birkaç yatağı bulunan büyük bir odaya geçtiğimi ve memnuniyet nidasıyla kendimi o yataklardan birine attığımı hayal meyal hatırlıyorum. Yatak yapılmamıştı ama o an bu umurumda bile değildi. Tir tir titreyen vücudumdan kıyafetlerimi çıkardım. Bir dakika içinde derin bir uykuya dalmıştım.
Uyandığımda sabah olmuştu ve ruh sağlığı yerinde olan bir dünya yerine korkunç bir kâbusa uyanmıştım. Büyük ve perdesiz pencerelerden Afrika güneşinin ilk ışıkları içeri süzülüyordu ve o kocaman, bomboş, beyaz badanalı yatakhanenin her ayrıntısı net ve belirgin bir şekilde göze çarpıyordu. Hemen yanımda ufak tefek, cüce bir adam duruyordu, kafası ampul gibiydi, heyecanlı bir şekilde Almanca konuşuyor ve kahverengi süngerlere benzeyen korkunç ellerini sürekli havada sallayıp duruyordu. Hemen arkasında, bu durumu oldukça eğlenceli bulan bir grup insan vardı. Onlara baktığımda içimden bir ürperti geçmişti. Hiçbiri normal bir insana benzemiyordu. Her biri tuhaf bir şekilde ya eğri büğrüydü ya şişkindi ya da biçimi bozulmuştu. Bu hilkat garibelerinin kahkahaları oldukça tüyler ürperticiydi.
Öyle görünüyordu ki hiçbiri İngilizce konuşamıyordu ama meseleye bir şekilde çözüm getirilmesi gerekiyordu. Bu arada o koca kafalı yaratık gitgide sinirleniyor ve vahşi bir hayvan gibi çığlıklar atıyordu. Yaramdan sızan kanlara aldırmaksızın biçimsiz elleriyle beni yakalayıp sürükleyerek yataktan çıkarmaya çalışıyordu. O küçük canavar, bir boğa kadar güçlüydü. Eğer yetkili olan yaşlıca bir adam, odadaki şamatayı duyup gelmeseydi kim bilir bana neler yapacaktı! Ona sertçe Almanca bir şeyler söyledikten sonra bana zulmeden adam sessizleşti. Sonra yeni gelen adam bana dönüp şaşkın şaşkın baktı.
‘Siz buraya nasıl geldiniz?’ diye sordu hayretler içinde, ‘Durun bir dakika! Siz çok bitap düşmüşsünüz ve omzunuzdaki yarayla ilgilenmemiz gerekir. Ben bir doktorum, birazdan çaresine bakarız. Ama inanın bana, savaş alanında olsaydınız daha iyi olurdu, burada daha büyük bir tehlikedesiniz! Siz bir cüzzam hastanesindesiniz ve bir cüzzamlının yatağında yattınız.’
Daha fazla söze gerek var mı Jimmie? Yaklaşmakta olan savaş haber alınır alınmaz bütün bu zavallı yaratıklar bir önceki gün tahliye edilmiş. Sonra İngilizler savaş alanlarında ilerledikçe o tıp doktoruyla birlikte geri dönmüşler. Ayrıca o hastalığa karşı olan bağışıklığına rağmen benim yaptığıma asla cesaret edemeyeceğini de söylemişti. Beni hemen özel bir odaya alarak yaramı tedavi etti ve yaklaşık bir hafta içinde de Pretoria’daki hastaneye nakledildim.
Evet, benim trajedim bundan ibaret… Günlerimi ümit ederek geçirdim ama eve gelip de yüzümün bu şekilde değiştiğini görünce bu illetten kaçamadığımı anladım. Ne yapmalıydım? Bu ıssız evin içindeydim. Her zaman güvenebileceğimiz iki tane hizmetkârımız vardı. Ayrıca kalabileceğim bir de ev. Cerrah olan Bay Kent, bunu sır olarak saklamak şartıyla benimle kalmayı kabul etti. Her şey buraya kadar basit görünüyordu. Ama başıma gelebilecekler korkunçtu: Yabancılar arasında tecrit edilecektim ve kurtulma şansım hiç olmayacaktı. Her şeyin gizli kalması çok önemliydi, yoksa bu sessiz sakin yerde bile büyük protestolarla karşılaşabilir ve korkunç sonuma doğru sürüklenebilirdim. Sen bile Jimmie… Sen bile hiçbir şeyi bilmemeliydin. Babamın nasıl insafa geldiğini tahmin bile edemiyorum…”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-konan-doyle/sherlock-holmes-un-vaka-kitabi-butun-maceralari-9-69428776/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Limbo: Vaftiz edilmeden ölen çocuklarla İsa’dan önce yaşamış olanların ruhlarının bulunduğuna inanılan cennet ile cehennem arasındaki sınır.

2
Cockney: Doğu Londralılar.

3
Valhalla: İskandinav mitolojisine göre savaşta şerefiyle ölen cengâverlerin evi.

4
Ruritania: İngiliz yazar Anthony Hope tarafından kurgulanmış, Orta Avrupa’da yer alan bir hayalî ülkedir.
Sherlock Holmes′un Vaka Kitabı Bütün Maceraları 9 Артур Конан Дойл
Sherlock Holmes′un Vaka Kitabı Bütün Maceraları 9

Артур Конан Дойл

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Varsayımlarımı şu şekilde elde ederim.” diye başlamıştım söze, “Mümkün olmayan her şeyi eledikten sonra geriye kalan, her ne kadar imkânsız gözükse de gerçeğin ta kendisidir diye düşünüyorum. Bazı durumlarda birden fazla açıklama kalabilir. O zaman peş peşe deneme yanılma yolunu izleyerek en güçlü varsayımı ortaya çıkarmaya çalışırsınız. Şimdi bu ilkeden yola çıkarak bunu elimizdeki davaya uygulayacağız. Mesele bana ilk anlatıldığında, bu beyefendinin, babasının malikânesi dışında, başka bir ek binada inzivaya çekilmesi veya hapsedilmesi aklıma sadece üç tane sebep getiriyordu. Ya bir suç işlediği için saklanıyordu, ya delirmişti ve ailesi onu bir hastaneye yatırmak istemiyordu ya da bir hastalığa yakalanmıştı ve onu herkesten tecrit etmek zorunda kalmışlardı. Bunlardan başka ihtimal bulamamıştım. Bundan sonra, bu saydıklarımı gözden geçirip sonuca ulaşana dek elemek için uğraşmalıydım. Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.)

  • Добавить отзыв