Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5

Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5
Arthur Conan Doyle
Aydınlatamadık mı? Eğer aydınlanmadı diyorsan sana söyleyecek sözüm yok! Olayda genç bir adam var ve birdenbire, eğer yaşlı bir insan ölürse onun büyük servetine konacağını öğreniyor. Bunun üzerine ne yapıyor? Hiç kimseye bu konudan bahsetmiyor. Ama bir bahane uydurarak o gece müşterisini görmeye gidiyor. Evin içinde bulunan diğer kişinin yatmasını bekliyor ve sonra da adamcağızı odasında yalnız yakalayarak öldürüyor, kereste yığınında cesedi yakıyor ve o bölgede bulunan herhangi bir otele gidiyor. Odadaki ve bastondaki kan lekeleri oldukça silik. İşlediği cinayetin kansız olduğunu ve cesedi, kullandığı yöntem sayesinde hiçbir iz bırakmadan ortadan kaldırabileceğini düşünmüş olması mümkün. Bütün bunlar açık değil mi? Bana öyle geliyor ki sevgili Lestrade, her şey biraz fazla açık oldu.” dedi Holmes, “Bu muhteşem özelliklerine hiç hayal gücü katmıyorsun. Eğer kendini bu genç adamın yerine bir an için koysaydın cinayeti işlemek için vasiyetin hazırlandığı geceden sonraki geceyi mi seçerdin? İki olay arasında çok güçlü bağlar bulunması tehlikeli olmaz mıydı sence de? Ayrıca seni içeri alan hizmetçinin gördüğünü bile bile cinayet için o geceyi mi seçerdin? Ve son olarak, cesedi saklamak için büyük çabalar harcarken suçlunun sen olduğunu belli edecek olan bastonunu bilerek orada bırakır mıydın? İtiraf et, Lestrade, olayların bu şekilde gelişmesi imkânsız! Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).

Arthur Conan Doyle
Sherlock Holmes’un Dönüşü

Giriş
Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Hemen hemen dünyanın her ülkesinde Holmes’un hikâyelerinin tercümesi bulunabilmektedir ve İncil’den dahi daha çok dile çevrildiği söylenmektedir. 1890’lı yıllarda ilk olarak Avrupa ve Japonya’da tercümeleri bulunabilirken daha sonraki yıllarda tercümelerin sayısı arttı. İlk Holmes filmi 1900’de çekilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Sherlock Holmes’un karikatürleri yapılmış; çizgi romanları yayımlanmış; sahne oyunları, müzikalleri, radyo piyesleri, TV dizileri, komedileri ve hatta bir balesi sahnelenmiştir. Bunun yanı sıra, Conan Doyle dışındaki yazarlar, daha fazlasını isteyen okuyucuları tatmin etmek amacıyla Holmes ve Watson’ı taklit ederek yüzlerce eser ürettiler.
Holmes’un ünü o derece yayılmıştır ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir. Örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak İngilizceye girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221B numaralı eve, onun kendi problemlerine çözüm bulacağı ümidiyle dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Birçok kişi onun gerçek bir insan olduğunu ve kendilerine yardım edeceğini düşünmektedirler. Hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Aynı ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).
Sherlock Holmes hikâyelerinin popüler ve uzun ömürlü olmasının nedeni belki de yazar tarafından çabuk ve gelişigüzel bir şekilde yazılmalarıdır. Yazar, edebî ününü daha ciddi çalışmalarına dayandırıyordu. Arthur Ignatius Conan Doyle (1859-1930) hikâye anlatımı konusunda doğuştan yetenekliydi çünkü herkesin anlayacağı gibi ve Sherlock Holmes’un ifade edeceği gibi “sanat” ailenin kanında akıyordu.
Sanatsal yönü kuvvetli olan Doyle, ailesinden gelen doğal bir yeteneğe sahipti. Büyükbabası John Doyle (Lakabı “H. B.” idi.) politik karikatürler çiziyor ve hiciv sanatıyla uğraşıyordu; amcası Richard Doyle iyi bir ressamdı ve hatıra defteri tutuyordu (“Punch” dergisi için tasarladığı kapaklar ile ünlenmişti.); babası Charles Altamont Doyle ise Edinburgh’nın Holyrood Sarayı’ndaki çeşmelerin yapımında rol almış bir sanatkârdı (her ne kadar çok iyi olmasa da). Genç Conan Doyle, annesinin dizinde saatlerce ataları hakkındaki hikâyeleri dinlerdi. Çok hızlı ve istekli bir okuyucuydu. O kadar hızlıydı ki “Anılar ve Maceralar” (1924) adlı otobiyografisinde ailesinin gittiği küçük bir kütüphanenin, onlara bir günde ikiden fazla kitap değiştiremeyeceklerini bildiren bir yazı gönderdiğini yazmıştı. Zevkleri çok değişkendi. Yeni konuları, yeni yazarları ve yeni kuramları keşfetmekte çok istekli olması yazarlık hayatı boyunca hikâyelerine yansıyordu.
Lancashire’da, Jesuit Stonyhurst Kolejinde eğitim gören Conan Doyle, 1875 Haziranında Londra Üniversitesine kaydolmuş ve 1876’da Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesine girerek 1881’de mezun olmuştur. Maddi sıkıntı çekmeleri nedeniyle ailesine destek olma amacıyla 1880’de, Kuzey Buz Denizi’nde balina avı yapan bir Peterhead gemisi olan Hope’ta doktor olarak görev yapmaya başlamıştır. 1881-1882 yılları arasında da Batı Afrika’ya sefer yapan Mayumba adlı buharlı gemiyle benzer bir görevle yola çıktı. Kurnaz ve komplocu Dr. George Turnavine Budd ile Plymouth’da kötü bir ortaklık kurduktan sonra, Southsea’de kendi özel muayenehanesini açtı. Bush Villaları, No:1’de tabelasını astıktan sonra hastalarını beklerken boş zamanının çoğunu yazarak geçirdi. Bu süre içinde ürettiği kısa hikâyelerinin hepsi başarılı olamadı ama Kraliçe Viktor-ya zamanına ait muhteşem hikâyesi “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” gibi bazılarından magazin dergilerinde övgü ile bahsedilmiştir.
1885 Ağustosunda evlendikten sonra Conan Doyle kendi zihni için şunları söylemiştir: “Hızlandı… Hem hayal gücüm hem de anlatımım oldukça gelişti.” Kısa hikâyelerinin yanı sıra roman (“Girdlestone’daki Ortaklık” gibi) yazmayı denedi ama eseri yayınevlerince geri çevrildi. Conan Doyle daha taze, daha sağlam ve daha ustaca bir şeyler yaratabileceğine inanıyordu. Yıllarca okuduğu Fransız yazarlardan Emile Gaboriau’nun yarattığı Polis Dedektifi Monsieur Lecoq ile Poe’nun başarılı dedektif tiplemesi olan C. Auguste Dupin, onun çocukluk kahramanlarından biri olmuştur. Bu şekilde kendi dedektif hikâyelerini nasıl yaratacağını düşünmeye başlamıştı. Conan Doyle hikâyesini şöyle anlatır:
“Eski bir öğretmenim olan Joe Bell’in kartala benzeyen yüzünü, tuhaf davranışlarını ve ayrıntıları yakalamaktaki ürkütücü ustalığını düşündüm. O bir dedektif olsaydı kontrol edemediği plansız olayları kesinlikle bilimle bağdaştırırdı. Bu etkiyi yaratabilir miyim diye düşündüm. Gerçek hayatta mümkünse bilim kurguda neden mümkün olmasın? Bir insanın zeki olduğunu söylemek kolay ama okuyucu örnekleri görmek istiyor; ki bu örnekleri Bell bize her gün koğuşta gösteriyordu. Bu fikir hoşuma gitti. Bu karaktere ne ad vermeliydim? Hâlâ alternatif isimler yazan defter sayfasını saklıyorum. Biri temel sanata karşı isyan ettiğinde karakterlerin isimlerinde kuşkuya düşer ve Bay Sharps ya da Bay Ferrets gibi adları yaratır. Önce Sherringford Holmes’u sonra Sherlock Holmes’u buldum. Kendi yaptığı kahramanlıkları anlatamayacağına göre bu görevi yapacak sıradan bir arkadaşı olmalıydı, gösterdiği yiğitliklerde rolü olan ve onları aktaran kültürlü bir insan yaratmalıydım. Bu görkemli adamın sıkıcı ve sakin bir adı olmalıydı. Watson adı iyiydi. Artık kuklalarım hazırdı ve ‘Kızıl Soruşturma’yı yazmaya başladım.”
Conan Doyle notlarına başvurduğunda Watson’ı “Afganistanlı Ormond Sacker” olarak tasavvur ettiğini açıkladı. Ayrıca “J. Sherringford Holmes”u muhafazakâr, hep uyuyormuş gibi gözüken, filozof, ender bulunan kemanların koleksiyonunu yapan uzman bir dedektif olarak düşündüğünü söyledi. 221B Yukarı Baker Caddesi de Holmes’un görevini yapacağı yer olarak belirlendi.
Conan Doyle, ilk Holmes hikâyesi olan “Kızıl Soruşturma”yı, “Yapabileceğimin en iyisiydi ve büyük umutlarım vardı.” diyerek nitelendirdi. Ret cevapları üst üste geldiğinde çok üzülmüştü. James Payn kitabı övdü ama hem çok uzun hem de çok kısa bulduğunu söyledi; Arrowsmith Yayınevi, eseri okumadan iki ay sonra iade etti; diğerleri ise “koklayıp” sırtlarını döndüler. En sonunda kitabın müsveddesi Ward, Lock & Co’ya gönderildi. Ucuz ama sansasyon yaratan edebî eserlere meraklıydılar ama cevapları şöyle oldu:

Sayın Bayım,
Hikâyenizi okuduk ve beğendik; şu anda (1886) piyasada bol miktarda ucuz bilim kurgu kitapları bulunduğundan bu yıl eserinizi yayımlayamayız; ama bir yıl beklemeyi kabul ederseniz size telif hakkı olarak 25 dolar ödeme yapmaya hazırız.
Sonunda “Kızıl Soruşturma” için bir yuva bulunmuştu. Artık tüm dikkatini Monmouth İsyanı’nı anlatan “Micah Clarke” adlı romanına verebilirdi. Birkaç ret cevabı aldıktan sonra Andrew Lang’in tavsiyesiyle Longmans, romanı yayımlamayı kabul etti. Conan Doyle başka Holmes hikâyeleri yazmayı düşünmemişti ama “Kızıl Soruşturma”nın Amerika’da elde ettiği başarı nedeniyle, “Lippincott’s Magazin”in temsilciliğini yapan J. M. Stoddart, onu, Londra’da bulunan Langham Otelinde yemeğe davet etti. Bu özel gecede masa arkadaşlarından biri de Oscar Wilde idi ve her ikisinden de “Lippincott’s Magazin” için yazı yazmaları istendi. Wilde’ın katkısı “Dorian Gray’in Portresi” olurken Conan Doyle yine Holmes ile yeni bir maceraya atılmaya karar verdi. Bir ay geçmeden günlüğüne şunları yazdı: “Dörtlerin Yemini” bitti ve gönderildi.
Conan Doyle, Sherlock Holmes’u başka bir kitapta kullanmaya niyetlenmemişti ama “Dörtlerin Yemini” ile bu karaktere daha fazla derinlik ve saygınlık katmaya karar verdi. Yarattığı bu karakteri daha fazla okuyucu kitlesine tanıtmak için karşısına bir fırsat çıkmıştı ve bu nedenle daha sofistike bir sunumla ortaya atılması çok önemliydi. Watson “Kızıl Soruşturma” kitabında Sherlock Holmes’un nitelikleri konusunda şu şekilde yorum yapmıştı:

1. Edebiyat bilgisi: sıfır
2. Felsefe bilgisi: sıfır
3. Astronomi bilgisi: sıfır
4. Politika: zayıf
Tüm bunlar “Dörtlerin Yemini”nde değişmektedir çünkü Holmes, Öklit’i kullanarak “Kızıl Soruşturma” ile alay etmekte; Dedektif Athelney Jones’a Goethe’den söz etmekte ve Filozof Winwood Reade’i, Watson’ı eğitmek için öğütlemektedir.
Sherlock Holmes, “Dörtlerin Yemini”nde daha akıllı ve toparlanmış bir karakter olarak karşımıza çıkmakta ve en önemlisi bir gelişme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Bu hikâyede sadece Holmes’u önemli ve yankı yapan biri olarak görmemeliyiz çünkü Dr. Watson karakteri de Conan Doyle’un artan yaratıcılığından nasibini almaktadır. İki ana karakter arasındaki bağ, hikâyede önemli bir unsur olmakta ve ilerleyen arkadaşlıkları, başarının anahtarını oluşturmaktadır. Sisli ve gaz lambalarıyla aydınlatılmış Londra da “Dörtlerin Yemini”nde önemli bir rol oynamaktadır; ancak Sherlock Holmes, her ne kadar bu şehri çok iyi tanısa da o zamanlarda Conan Doyle’un başkente dair bilgisi pek iç açıcı seviyede değildi. 6 Mart 1890’da J. M. Stoddart’a yazdığı bir mektupta bunu itiraf etmişti: “(…) Bu arada benim Londra hakkındaki engin ve eksiksiz bilgim sanırım seni eğlendiriyordur. Hepsini, postaneden aldığım haritadan öğrendim.”
Göz doktoru olmaya karar veren Conan Doyle, 1890 yılının sonunda Southsea’deki muayenehanesini kapatarak eğitim amacıyla Venedik’e gitti. 24 Mart 1891’de Londra’ya döndü. Mesleğini yapabilmek için 2. Yukarı Wimpole Caddesi’ne taşındı (Conan Doyle “Anılar ve Maceralar” kitabında bu adresi Devonshire Place olarak belirtmiştir ancak bu doğru değildir.). Conan Doyle gerçeği söylüyorsa kendisinin hiç hastası olmamıştır. “Düşünmek ve çalışmak için bundan daha iyi bir ortam sağlanabilir mi? Çok ideal bir yerdi çünkü meslek hayatımda çok başarısızdım. Ancak burada edebî alanda kendimi geliştirmek için her türlü koşul mevcuttu.” İşte bu düşünme ve esinlenme döneminde, iyice şekillenmiş olan Sherlock Holmes karakteri ortaya çıkmıştır. Conan Doyle bundan şöyle bahseder:
“O zamanlarda değişik aylık dergiler çıkıyordu ve editörlüğünü Greenhough Smith’in yaptığı ‘The Strand’ bunların arasında en önemlilerinden biri sayılırdı. Tutarsız hikâyelerle dolu olan bu değişik dergileri ele alacak olursak; tek bir karakteri kullanarak bir dizi yaratıp okuyucunun, bu dergilere bağlanmasını sağlayarak dikkatini çekebilirdik; fakat diğer yandan dizi şeklindeki hikâyeler faydadan çok zarar da getirebilirdi çünkü nihayetinde, okuyucunun bir ay dergiyi almaması hâlinde kaçırdığı bölümden dolayı ilgisi azalabilirdi. Bu nedenle orta yol sürekli aynı karakteri kullanmak ama her ay kendi içinde biten hikâyeler yazmaktı. Sanıyorum bunu fark eden ilk ben oldum ve ‘The Strand’ dergisi de bu fikri ilk olarak hayata geçiren dergi oldu. Ana karakterimi düşünürken daha önce iki kitapta kullandığım Sherlock Holmes’un kendini, bana, başarı elde edeceğim kısa hikâyeler için ödünç vereceğine inanıyordum. Daha sonra bekleme odasındaki uzun bekleyişlerle baş başa kaldım.”
O zamanlarda Conan Doyle’un yaratıcılığı, hikâyelerini yazma hızında gizliydi. 3 Nisan 1891’de temsilcisi A. P. Watt’a “Bohemya’da Skandal”ı gönderdi; 10 Nisanda “Bir Kimlik Vakası” tamamlandı; 20 Nisanda “Kızıl Saçlılar Kulübü” gönderildi; bir hafta sonra 27 Nisanda “Boscombe Vadisi Gizemi” ortaya çıktı. Gribe yakalanmasaydı ilk beş hikâyesi bir ay içinde piyasaya sürülürdü ancak “Beş Portakal Çekirdeği” 18 Mayıs’ta yayımlanabildi. Yeri yerinden oynatan bu hikâyelerin çok kısa bir sürede yazılmaları oldukça etkileyicidir. “Bohemya’da Skandal” adlı eseri 1891 yılının Temmuz ayında “The Strand” dergisinde yayımlandı ve o zamanlar hiç kimse fark etmese de Holmes’un, Conan Doyle’un ve derginin ünlenmesi garantilenmişti.
Artık her evde Conan Doyle’dan söz ediliyordu ancak o, tarihî kitaplar yazarak daha fazla beğeni toplamak istiyordu. Ekim 1891’de “Beyaz Şirket” yayımlanmış ve hemen ardından 1892’de Nisandan Hazirana kadar yazdığı Napolyon’la ilgili ilk kitap “Büyük Gölge” çıkmıştı. “The Strand” ise daha fazla Sherlock Holmes hikâyesi istiyordu; çünkü ilk seriyi halk çok beğenmişti ve dergi iyi para kazanıyordu. Buna rağmen Conan Doyle, Holmes ile uğraşmak istemiyordu ve 1891 Kasımında “Mavi Yakut” biter bitmez annesine şu mektubu yazdı:

Sherlock Holmes hikâyelerinin yeni serisi için beş tane daha hikâye yazdım. İlk serinin standartlarında olduklarını düşünüyorum ve toplam on iki hikâyenin iyi bir kitap olacağına inanıyorum ancak altıncı hikâyede Holmes’u katledip sonsuza kadar işini bitirmeyi düşünüyorum. Daha iyi şeyleri düşünmeme engel oluyor.
Annesi onun bu fikrine karşı geldi ve hakkında yazması için bir konu buldu. Bunun sonucunda “Bakır Sahiller” ortaya çıktı. Aslında sadece idam cezasını erteleme ve bir rahatlama vardı ortada ancak cezayı ertelemek geçiciydi…
Şubat 1892’de “The Strand” dergisi Conan Doyle’dan yine Holmes hikâyeleri istedi ama o “Mülteciler” adlı tarihî kitabı üzerinde çalışıyordu. Başka hikâyeler üretmeye pek niyetli değildi çünkü kısa dedektif hikâyeleri için ilginç konular bulmak, bir roman yazmak kadar zaman alıcı bir şeydi. “Anılar ve Maceralar” kitabında şu açıklama yer alıyordu:

Holmes hikâyelerini yazmaktaki zorluk, uzun bir roman için gerekli olan açık seçik ve orijinal bir konu bulmakla aynıdır. İncelmeye ya da tamamen kopmaya eğilimlidir.
“The Strand”in son isteğinden nasıl kaçınacağını düşündü ve onları vazgeçirmek için yeni yazılacak olan seri için 1.000 pound istemeye karar verdi (İlk serideki her hikâye için otuz sent ve ikinci serideki her hikâye için elli sent almıştı.) “The Strand” hiç tereddüt etmeden şartlarını kabul etti. Böylece Conan’ın planı suya düştü. Artık mecburen yeni hikâyeler için farklı konular düşünmek zorundaydı. Bunun sonucunda “Sherlock Holmes’un Anıları” ortaya çıkacaktı.
Anıların son hikâyesi tamamlandığında Holmes’u öldürme planını gerçekleştirmek gerekiyordu. “The Strand” okuyucuları için 1893 Noel’i çok üzücü geçecekti. Derginin Aralık sayısında “Son Sorun” yayımlandı ve “Sherlock Holmes’un Ölümü” alt yazısıyla Reichenbach Şelalesi’nde Sidney Paget’ın resmettiği Holmes ve Profesör Moriarity’nin dövüşü tasvir edildi. Bu, okuyucular üzerinde o kadar derin bir acı yaratmıştı ki erkeklerin yas tuttuklarını göstermek için ipek şapkalarının üzerini kâğıtla kapladıkları söylenir. Çok sinirli bir okuyucu, Conan Doyle’a “Hayvan!” diye hakaret etmiştir. 1891’de kurulan “The Strand”in sahibi George Newnes, Holmes’un ölümünü “Çok korkunç bir olay!” diye belirtmiştir. Böyle söylemesi çok doğaldı çünkü Sherlock Holmes’un başarısı “The Strand”i çok etkilemişti. Geleceğin neler getireceğini kim bilebilirdi? Bu ölümün, Kraliçe Viktorya’nın bile çok hoşuna gitmediği söylenir.
Görünürde Conan Doyle hiç pişman olmamıştı. 15 Aralık 1900’de “Tit-Bits” adlı dergi, Doyle’un şu sözlerini yayımladı: “Sherlock’u öldürmek için izlediğim yoldan hiç pişmanlık duymadım. Onun ölmüş olması bir daha onun hakkında yazmayacağım anlamına gelmemelidir çünkü eğer ben istersem onun geride bıraktığı notları değerlendirebilirim!” Birkaç ay sonra Conan Doyle, genç bir gazeteci arkadaşı Bertram Fletcher Robinson ile Norfolk’ta golf oynuyordu. Oyun esnasında sohbet ederlerken Robinson, çok vahşi siyah bir köpeğin kırlık alanda hortladığını anlatan bir efsaneden söz etti. Bu hikâye Conan Doyle’un hayal gücünü harekete geçirdi ve her ikisi de ileride adı “Baskerville’lerin Tazısı” olacak kitabın üzerinde birlikte çalışmaya başladılar. İlk başlarda Conan Doyle hikâyeyi “çok ürkütücü” olarak tanımlasa da ileride bir Sherlock Holmes hikâyesine dönüşeceğinden hiç söz etmedi; ancak Doyle, Holmes karakterinin ne kadar beğenildiğini biliyordu ve bu fırsatı kullanarak “The Strand” dergisinin editörünün önüne farklı şartlarla çıktı: “Sadece sizden değil diğer dergilerden de aynı ücreti almaktaydım. Artık belli ki bu çok daha özel bir durum ve anladığım kadarıyla Holmes’un tekrar dirilişi çok ilgi çekecektir. Diyelim ki yöneticilere Holmes olmadan eski ücretimi ya da Holmes ile yüz pound daha fazlasını istiyorum desem hangisini seçerler? Holmes’a şu anda Amerika’da çok ilgi gösteriliyor.”
25 Mayıs’tan önce “Tit-Bits” şunları yazıyordu:

Conan Doyle, “The Strand” için çok önemli bir hikâye yazacak ve bu hikâyenin ana karakteri Sherlock Holmes olacak… 30.000 ile 50.000 kelime arasında bir dizi şeklinde yayımlanacak ve konusu öncekilere göre çok daha ilginç ve çarpıcı olacak.
Olayların devamının bir tarih niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. “Baskerville’lerin Tazısı” önüne geçilemez bir başarı elde etti ve “The Strand” kendi tarihinde bir ilke imza atarak bu kitabın 7. baskısını yayımladı. Hikâyeyi -Amerikan baskısı da ilave edilecek olursa-200.000 adet bastı. Amerika’da kitap hâlinde yayımlandığında on gün içinde 50.000 adet satıldı.
“Baskerville’lerin Tazısı”nın başarısı Holmes’un yeniden dirilişi için önünü açtı ve Atlantik’in öbür tarafında bulunan Amerika çok yüksek miktarda para teklifinde bulundu: Altı hikâye için 25.000 dolar, sekiz hikâye için 30.000 dolar ve on üç hikâye için 45.000 dolar. Kararını veren Conan Doyle, Holmes karakterinin bütünlüğünü asla bozmayacaktı. “İyi bir konusu olmazsa bir Holmes hikâyesi yazmam.” dedi ve devam etti: “Aklımı zorlayacak bir mesele olmalı çünkü başkasının işe karıştırılmaması gerekir.” Yeni seri için hikâyeler tamamlanmıştı ancak Conan Doyle başka konular bulmakta zorlanıyordu. “The Strand”te Greenhough Smith’e “hikâyelere devam etmekte yoğun bir isteksizlik yaşadığını” söyledi. “Hepsinde benzerlik var.” dedi ancak büyük bir azimle devam ederek konuları buldu ve on üç hikâye daha yazabildi. Hepsi de “Sherlock Holmes’un Dönüşü” adlı kitapta toplandı.
Bu tarihten sonra Doyle, daha az kitap yazdı ve dedektifin bir sonraki kitabı olan “Korku Vadisi” 1915’te piyasaya sürüldü. 1917’de “Son Selam” için yeterince hikâye birikmişti ve “Sherlock Holmes’un Dava Kitabı” 1927’de tamamlanmıştı. Holmes’un tüm maceraları dört roman ve elli altı kısa hikâyede toplanmıştı. Bunlar, Conan Doyle’un en iyi eserleri olarak görülmektedir.
Sherlock Holmes’un hikâyelerinin ilk kez yayımlandığında nasıl bir etki yaratacağını kestirmek neredeyse olanaksızdı. Aslında bu dedektiflik hikâyelerini Conan Doyle yaratmadı; bu onur, Edgar Allan Poe’ya aittir. Fakat olağanüstü buluşları, hikâyelerindeki yaratıcılık ve halkın bu polisiyelere gösterdiği ilgi açısından ele alındığında bu, tek başına elde ettiği bir başarıdır. “The Strand”teki Holmes hikâyelerinin başarısı ve halkın da aynı tür eserleri okuma isteği, diğer dergilerin, Holmes’a rakip bir bilim kurgu karakterini ortaya çıkarmaları gerektiği anlamına gelmekteydi. Birçok kadın dedektif, bilimsel dedektif, kaba ve basit dedektif, kör dedektif, komik dedektif ve ruhani dedektif karakterinin ortaya çıkmasına rağmen yalnızca tek bir Holmes vardı ve birçoğu kendi alanlarında iyi olmalarına karşın bu imitasyonlar asla “aslına” bir rakip olamazlardı. 1891 yılına kadar sakin akan sular bu tarihten sonra coşkuyla akmaya başladı ve bu akıntıya kapılan polisiye romanlar birçok ismin su yüzüne çıkmasına neden oldu ki şimdi sayacağım adların hepsinin ve aynı zamanda sayamadığım diğerlerinin Arthur Conan Doyle’a minnet borcu bulunmaktadır: G. K. Chesterton, Agatha Christie, Dorothy L. Sayers, Raymond Chandler, John Dickson Carr, Dashiell Hammett, Erle Stanley Gardner, Ellery Quenn, John D. MacDonald, Mickey Spillane, Robert B. Parker, Rex Stout, Ross Macdonald, P. D. James, Colin Dexter, Elizabeth George.
Dedektifin arkadaşı söz konusu olduğunda bu borç daha da derinleşmektedir; bu nedenle Watson adı âdeta İngilizcede “ana karakterin arkadaşı” ya da “en iyi arkadaşı” kelimeleriyle eş anlamlı olarak düşünülebilir. Conan Doyle, Edgar Allan Poe’ya olan borcunu itiraf etmekte gecikmedi. Doyle’un, Holmes hikâyelerinde, Poe’nun üç hikâyesindeki Dedektif C. Auguste Dupin’dan çok fazla alıntı yaptığı aşikârdı; sevecen arkadaş ve tarihçi, acemi memur, tuhaf ve abartılı suçlar, dedektifin kolayca bulabilmesi için önüne serilen kanıtlar ve açıklama gerektiren sonuçlar gibi. Ancak Poe’nun Watson’ı isim konmayacak kadar önemsizken Conan Doyle, Watson’ının canlı ve gerçekçi olması gerektiğinin önemini anlamakta gecikmedi ve inceleyen, not alan, her şeyi aksettiren, ihtiyaç durumunda asistanlık yapan, en önemlisi okuyucunun aklına gelebilecek soruları sormasını bilen bir kişilik yarattı. Böyle bir karakteri canlı hâle getirmek kolay değildir. Bu onuru Conan Doyle’a vermek gerekir çünkü Holmes’u olduğu kadar Watson’ı da hatırlanmaya değer bir karakter hâline getirmiştir. Watson, herkes tarafından halktan biri gibi görüldü. Ana karakter Sherlock Holmes olabilir ancak Watson daha çok sevilmektedir. Holmes’un öğrencisi Vincent Starrett oldukça iyi bir tespitte bulunmuştu: Issız bir adaya düşseler Watson daha az yorucu olurdu. Dedektif-arkadaş ilişkilerinin aslını araştıracak olursak Holmes-Watson ilişkisine dek inebiliriz; Agatha Christie kendi yarattığı Hercule Poirot’yu bile bunu düşünerek yazdığını itiraf etti. “ACD”de Conan Doyle’dan -ve tabii ki Watson’dan- övgü ile bahsetmiştir. 1963 yılında, “Ölüm Saatleri” adlı romanında değişik bilim kurgu dedektiflerinden söz ederken raftan bir Holmes hikâyesi indirir:

“Sherlock Holmes’un Maceraları” dedi sevgiyle hatta saygıyla diğer kelimeyi bile söyledi: “Maître!”
“Sherlock Holmes mu?” diye sordum.
“Ah, non, non, Sherlock Holmes değil! Ben yazar Sör Conan Doyle’u selamlıyorum. Sherlock Holmes’un hikâyeleri gerçekte zorla yazılmış, aldatmalarla dolu ve çok yapmacıktır ama yazma sanatı… Ah işte o zaman her şey değişir! Dilin verdiği mutluluk ve o muhteşem karakter Dr. Watson’ın yaratılması bambaşka bir şeydir. Ah, işte o gerçek başarıdır!”
Bu pasajda Christie, Holmes’un hikâyelerinde başka bir şeye daha parmak basmaktadır: “Dilin verdiği mutluluk.” 1930’da Arthur Conan Doyle’un ölümünden sonra “The Strand”in editörü Greenhough Smith, Holmes’un hikâyeleriyle ilk karşılaştığı zamanki izlenimlerini anlattı:
“İyi yazarlar çok ender bulunurdu ve bu editör, kötü yazılarla yorulup güçlükle ilerlemeye çalışırken âdeta Tanrı tarafından cennetten bir hediyenin gönderildiğine inanmıştı. Bu bezgin editörün ümitsiz hayatına nihayet mutluluk girmişti. Artık karşısında yeni ve hünerli bir yazar vardı; konular tüm açıklığıyla yazılıyor, stildeki duruluk ile mükemmel bir hikâye ortaya çıkıyordu.”
Holmes ve Watson karakterlerinin yanı sıra, Holmes hikâyelerinin sürekli bir okuyucu kitlesinin olmasının nedeni şudur: Kaç kez okunursa okunsunlar hep taze ve heyecanlı kalıyorlar, renkli karakterlere sahipler, açık yüreklilikle birdenbire değişen konulara rastlanıyor; ayrıca ani ve ürkütücü karanlıklar ve öbür dünyayı hissettirmeleri de hikâyeleri ilginç kılıyor. Ayrıca 221B Baker Caddesi’nin bilindik oturma odasında her zaman yanan şömine ve gaz lambası, pencereden bakıldığında görülen sis ve Holmes ile Watson’ın koltuklarında oturup müşteri beklemeleri okuyucunun güvenini sağlamaktadır. Biliyoruz ki davaları ne kadar saçma ve kötü ya da olaylar ne kadar ürkütücü olursa olsun, her şey sonunda düzelecektir. Yüz yirmi yıldır bu rahatlatıcı sona dayandık ve bir yüz yirmi yıl daha dayanacağımıza inanıyorum. Sherlock Holmes ve Dr. John Watson değişen yıllarda sabit birer noktadır. Kitaplarında 1895 yılında yaşıyor olmalarına rağmen daha çok yaşayacaklar ve insanlar kitaplarını zevkle okumaya devam edecekler.
Christopher ve Barbara Roden
Christopher ve Barbara Roden birer Sherlock hayranıdırlar ve New York’taki Baker Caddesi Aykırıları ve aynı zamanda dünyanın değişik yerlerinde Sherlock Kulüplerine üyedirler. Christopher, Oxford Sherlock Holmes serisi için iki kitap düzenlemiştir ve her ikisi de Sherlock Holmes ve Sör Arthur Conan Doyle için birçok yazı yazmışlardır. Koleksiyonlarında bulunan Conan Doyle’un bilim kurgusu “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” Ash-Tree yayınevi tarafından basılmıştır..

Boş Ev
1894’ün ilkbaharında, saygıdeğer bir bey olan Ronald Adair’in olağan dışı ve nedeni anlaşılamayan bir şekilde katledilmesi olayına tüm Londra ilgi duydu. Bu olay aynı zamanda sosyete dünyasını da dehşete düşürdü. Kamuoyu, polisin araştırmaları neticesinde cinayetin ayrıntılarını öğrenmiş durumdaydı ama buna rağmen olayların büyük bir bölümü gizli tutulmuştu; çünkü bu, öyle hassas bir davaydı ki bütün gerçekleri ifşa etmeye imkân vermiyordu. Ancak şimdi, on yılın sonunda, o hikâyenin eksik yanlarını anlatmama izin verildi. Cinayet kendi içinde ilginçti ama akılalmaz sonu yanında ilginçliği sönük kalırdı ve hayatımda karşılaştığım onca maceranın içinde herhâlde en büyük şoku bu vakada yaşamışımdır. Şimdi, bu kadar aradan sonra bile olayları düşündükçe heyecanlanıyor, bir kez daha o şaşkınlığı ve zihnimi tamamıyla meşgul eden şüpheyi hissediyorum. Beni olağanüstü bir adamın düşüncelerini ve eylemlerini anlattığım zamanlardan tanıyan insanlara şunu söylemek isterim ki bu bilgileri kendileriyle paylaşmamak benim seçimim değildi. Kendisi tarafından konulan ve ancak geçen ayın üçünde kalkan bir yasak sonucu, aslında birinci vazifem olarak gördüğüm bu hikâyeyi anlatmam, bilinçli bir şekilde engellendi.
Sherlock Holmes ile olan dostluğumun suç dünyası ile yakından ilgilenmemi sağladığını tahmin edebilirsiniz. Kayboluşundan sonra basında çıkan çeşitli vakaları daha yakından izlediğimi, hatta kendimi tatmin etmek amacıyla birçok defa onları çözmek için dostumun metotlarını kullandığımı ama yöntemlerimin başarısızlıkla sonuçlandığını söylemeden edemeyeceğim. Bu vakalar arasında en çok Ronald Adair’in trajedisi bende merak uyandırmıştı. Tahkikat sonucunda, mahkeme tarafından Adair’in, bilinmeyen bir kişi ya da kişiler tarafından kasten öldürüldüğü kararının verilmesi neticesinde; toplumun da kabullendiği Sherlock Holmes’un ölümünden duyduğum üzüntüyü daha da derinden hissetmiştim. Bu garip vakada özellikle onun ilgisini çekecek birçok nokta bulunuyordu ve Avrupa’nın bir numaralı dedektifinin gözlemleriyle parlak zekâsının, polisin çalışmalarına büyük yararı dokunacağına emindim. Vizitelerime giderken sürekli bu davayı düşünüyor ama mantıklı bir şey elde edemiyordum. Zaten bilinen bir hikâyeyi bir kez daha anlatmayı göze alarak, soruşturma sonunda kamuoyunun da haberdar olduğu gerçekleri, baştan almak istiyorum:
Bay Ronald Adair, bir zamanlar Avustralya kolonilerinde vali olan Maynooth kontunun ikinci oğludur. Adair’in annesi bir katarakt ameliyatı için Avustralya’dan dönmüş, oğlu Ronald ve kızı Hilda’yla birlikte Park Yolu, 427 numarada yaşamaya başlamıştı. Genç delikanlı cemiyet ortamlarında bulunuyordu ve bilindiği kadarıyla düşmanları ya da kötü alışkanlıkları yoktu. Bay Ronald Adair, Carstairs’li Bayan Edith Woodley ile nişanlanmıştı; ancak olaydan birkaç ay öncesinde ortak bir karar ile nişanı bozmuşlardı. Fakat aralarında hoş olmayan duyguların oluşması için hiçbir sebep yoktu. Genelde çok dar ve geleneksel bir çevre içinde bulunuyordu çünkü sakin ve heyecansız bir yapısı vardı; ancak bu genç aristokrat 30 Mart 1894’te saat on ile on biri yirmi geçe arasında ölümle tanışmıştı.
Ronald Adair kâğıt oynamayı seven biri olarak sürekli oynuyordu; ancak onu zora sokacak miktarlarda değildi bunlar. Baldwin, Cavendish ve Bagatelle gibi kâğıt oynanan kulüplere üyeydi. Elde edilen bilgilere göre, öldüğü gün, akşam yemeğinden sonra, bunların ikincisinde bir el vist oynamıştı. Ayrıca öğleden sonra da oynamıştı aynı kulüpte. Onunla aynı masada olan kişiler -Bay Murray, Sör John Hardy ve Albay Moran- vist oynadıklarını ve herkesin oyunda eşit durumda olduğunu söylediler. Adair’in en fazla beş sterlin kaybettiğini de eklediler. Büyük bir servete sahip olduğu için bu kayıp onu etkilememişti. Neredeyse her gün bu kulüplerden birinde kâğıt oynuyordu; ancak tecrübeli bir oyuncu olduğundan genelde kazanarak masadan kalkıyordu. Öğrenildiğine göre birkaç hafta öncesinde Albay Moran ile eşleşerek, Godfrey Milner ile Lord Balmoral karşısında bir oyunda, 420 sterlin gibi bir para kazanmıştı. Soruşturmada da belirtildiği kadarıyla onun yakın geçmişiyle ilgili bilgiler bu kadardı.
Suçun işlendiği gece kulüpten tam olarak saat onda dönmüş. Annesiyle kız kardeşi bir akraba ziyaretindeymiş. Hizmetçi onun oturma odası olarak kullandığı ikinci kattaki ön odaya girdiğini duymuş. Şömineyi yakmış ve çok duman olunca pencereyi açmış. Bayan Maynooth ve kızı saat on biri yirmi geçe civarında dönene kadar odadan hiç ses gelmemiş. Annesi iyi geceler dilemek niyetiyle oğlunun odasına girmek istemiş. Kapı içeriden kilitliymiş. Tüm bağırmalarına ve kapıyı vurmalarına rağmen içeriden cevap alamamışlar. Yardım çağırarak kapıyı açtırmışlar. Talihsiz genç adamı masanın yanında, yerde bulmuşlar. Bir tabanca mermisi kafasını delip geçmiş; ama odada tabancaya ait hiçbir ize rastlanmamış. Masanın üzerinde iki tane on sterlin ve on yedi sterlin ile on şilini farklı desteler hâlinde bulmuşlar. Bunların yanında duran bir kâğıtta bazı rakamlar ile bu rakamların karşılarında kulüpten olan arkadaşlarının adları yazılıymış. Ölmeden önce kâğıt oyunlarında kazandıklarını ve kaybettiklerini yazmak istediği tahmin ediliyor.
Bir dakikalık bir inceleme sonunda olaylar daha da karmaşık hâl almıştı. İlk olarak, genç adamın kapısını içeriden kilitlemesine bir anlam verilememişti. Bir ihtimal bunu katil yapmıştı ve sonra da pencereden kaçmıştı; ancak yere olan mesafe yirmi fitti ve aşağıda çiçek açmakta olan bir çiğdem tarhı bulunuyordu. Ne çiçeklere ne de toprağa zarar verilmişti ve ayrıca evi yoldan ayıran bir karış çimlerde bile iz bulunamamıştı. Belli ki genç adam kapıyı içeriden kilitlemişti. Ama ölümüyle nasıl yüzleşmişti acaba? Hiç kimse iz bırakmadan pencereden tırmanamazdı. Pencereden ateş edildiği düşünülse bile bir tabanca kurşunuyla o denli ciddi bir yaranın açılmış olması için, gerçekten olağanüstü bir atışın söz konusu olması gerekiyordu. Üstelik Park Yolu çok işlek bir caddenin üzerindeydi ve evin yüz metre ilerisinde bir araba durağı bulunuyordu. Hiç kimse ateş edildiğini duymamıştı ancak ortada ölü bir adam ve onu anında ölüme götürecek yarayı açan bir tabanca mermisi vardı. İşte “Park Yolu Gizemi”nin ayrıntıları bundan ibaretti. Cinayetin bir amaçtan yoksun olması, olayları daha da karmaşık hâle sokuyordu; çünkü daha önce de dediğim gibi genç Adair’in bilinen bir düşmanı yoktu ve ayrıca odasından ne para ne de değerli eşyaları çalınmıştı.
Bütün gün olanları düşündüm durdum; her şeyi bağdaştıracak bir teori ve zavallı arkadaşımın dediği gibi her araştırmanın başlangıç noktasını oluşturan geçirgen yeri bulmaya çalışıyordum. Çok az ilerleme kaydettiğimi itiraf etmeliyim. Akşam Park’ta dolaşmaya çıktım ve saat altı gibi Park Yolu’nun sonunda bulunan Oxford Caddesi’nde buldum kendimi. Kaldırımda durup bir evin penceresine pürdikkat bakan bir grup insan, görmeye gelmiş olduğum evin yerini bana göstermiş oldu. Renkli camlı gözlükleriyle uzun boylu, zayıf bir adam -ki sivil bir dedektif olduğundan şüphelenmiştim-kendi teorisini açıklıyor ve etrafındaki insanlar onu dikkatle dinliyorlardı. Elimden geldiğince ona yaklaşmaya çalıştım ama gözlemleri o kadar saçma idi ki tiksinerek oradan uzaklaştım. Tam dönerken arkamda duran yaşlı ve kambur bir adama çarptım ve elindeki kitapları düşürdüm. Onları toplamasına yardım ederken düşen kitaplardan birinin adının “Ağaçlara Tapınmanın Kökeni” olduğu dikkatimi çekti. Bu zavallı adamın ya satmak için ya da hobi olarak, anlaşılması güç kitapları toplayan bir kitap kurdu olduğunu anlamıştım. Özür dilemeye çalıştım ancak hırpaladığım kitapların, sahibinin gözünde çok değerli olduğu apaçıktı. Aşağılayıcı sözler söyleyerek arkasını dönüp yürümeye başladı. Kamburlaşmış sırtı ve beyazlamış saçlarıyla kalabalığın arasında kayboluvermişti.
Park Yolu, 427 numarada yaptığım incelemeler pek işe yaramamıştı. Ev, en fazla beş fit yükseklikte olan alçak bir duvar ve çit ile yoldan ayrılıyordu. Bu nedenle bahçeye girmek çok kolaydı. Fakat pencereden eve girmek imkânsızdı; çünkü bir su borusu bile yoktu. Bu duvarlardan dünyanın en çevik insanı bile tırmanamazdı; çünkü tutunacak herhangi bir şey yoktu. Her zamankinden daha şaşkın bir vaziyette Kensington’a döndüm. Çalışma odama gireli beş dakika bile olmamıştı ki hizmetçim, birinin beni görmek istediğini söyledi. Ziyaretçimin, yaşlı kitap kurdundan başkası olmadığını görünce hayretler içinde kaldım. Sert, zeki ifadeli yüzüyle bir tutam beyaz saçın altından bana bakıyor ve sayısı bir düzineyi bulan değerli kitaplarını sağ kolunun altına sıkıştırmış hâlde öylece duruyordu.
“Beni gördüğünüze şaşırdınız sanırım efendim.” dedi tuhaf ve çatlak bir sesle.
Gerçekten şaşırmıştım.
“Ah, bende de bir vicdan var efendim… Topallayarak yürürken şans eseri sizin bu eve girdiğinizi gördüm. Kendi kendime düşündüm ki: Neden bu iyi niyetli beyefendiye uğrayıp kaba davranmakla kötü bir niyetimin olmadığını ve kitaplarımı topladığı için ona minnettar olduğumu söylemiyorum?”
“Ufak bir mesele, lütfen büyütmeyin.” dedim, “Beni nasıl tanıdığınızı sorabilir miyim?”
“Ah, efendim saygısızlık olarak görmezseniz sizin bir komşunuz olduğumu söyleyeceğim, Kilise Sokağı’nın köşesinde ufak bir kitapçı dükkânım var. Eğer uğrarsanız çok memnun olurum. Belki siz de kitap biriktiriyorsunuzdur, efendim. Bakın burada ‘Britanya’nın Kuşları’, ‘Catallus’ ve ‘Kutsal Savaş’ var, her biri indirimdedir. Oradaki ikinci rafınızı sadece beş kitapla doldurabilirsiniz. Biraz düzensiz gözüküyor, değil mi efendim?”
Arkamdaki dolaba bakmak için kafamı çevirdim. Tekrar döndüğümde çalışma masamın karşısında Sherlock Holmes’un bana gülümsediğini gördüm. Ayağa kalktım, müthiş bir şaşkınlık içinde ona birkaç saniye bakakaldım ve sonra da hayatımda ilk ve son kez olmak üzere bayıldım. Gri bir sis perdesi gözlerimin önünde döndü ve kendime geldiğimde yakamın açıldığını gördüm. Dudaklarımdaki brendinin tadını alıyordum. Holmes, elinde termosuyla üzerime eğilmiş, bana bakıyordu.
“Sevgili Watson!” dedi o çok iyi hatırladığım sesiyle, “Senden bin kere özür dilemeliyim. Böyle bir şey olacağını hiç tahmin edemezdim!..”
Onu kollarından yakaladım.
“Holmes!” diye bağırdım, “Gerçekten sen misin? Hayatta olma ihtimalin var mı? O korkunç uçurumdan yukarı tırmanmayı başarmış olabilir misin?”
“Bir dakika…” dedi, “Bunları konuşmak için kendini hazır hissediyor musun? Gereksiz bir gösteriyle tekrar ortaya çıkarak sana ciddi bir şok yaşattım.”
“Ben iyiyim. Ama gerçekten Holmes, hâlâ gözlerime inanamıyorum! Tanrı’m! Senin tekrar çalışma odamı ziyaret edeceğine hayatta inanmazdım!” Onu yine kolundan yakaladım ve o ince ama güçlü kolu hissettim. “Her neyse, bir hayalet olmadığını anladım artık.” dedim, “Sevgili dostum, seni gördüğüme ne kadar sevindim. Lütfen oturup o korkunç uçurumdan nasıl sağ çıktığını bana anlat.”
Karşıma geçip oturdu ve her zamanki kayıtsız tavırlarıyla piposunu yaktı. Üstünde hâlâ kitapçının hırpani paltosu vardı. Beyaz saç ve eski kitaplar bir yığın hâlinde masanın üzerinde duruyordu. Holmes eskisinden daha zayıf görünüyordu. Solgun yüzünün her zamankinden daha beyaz oluşu, onun çok da sağlıklı bir hayat sürmediğini gösteriyordu.
“Böyle gerilebildiğim için çok mutluyum Watson.” dedi, “Uzun boylu bir insanın saatler boyunca kısa adam rolüne bürünmesi hiç de kolay değil. Şimdi sevgili dostum, sana anlatacaklarımın dışında, önümüzde çok tehlikeli bir iş var bu gece, senin yardımlarını rica edeceğim. Yaşadıklarımı işimizi bitirdikten sonra sana anlatsam daha iyi olacak sanırım.”
“Beni merakta bırakıyorsun. Şimdi dinlemek isterim.”
“Bu gece benimle gelecek misin?”
“Ne zaman istersen ve nereye istersen gelirim.”
“Bu tam eski günlerdeki gibi oldu. Gitmeden önce bir şeyler yemek için zamanımız olacak. Pekâlâ, şimdilik şu uçuruma dönelim o zaman. Oradan çıkmakta hiç zorlanmadım; çünkü zaten oraya hiç düşmemiştim.”
“Hiç düşmedin mi?”
“Hayır Watson, hiç düşmedim. Sana yazdığım not gerçekti. O dar yolda Profesör Moriarty’nin o sinsi silüetini gördüğüm anda kariyerimin sonuna geldiğime az da olsa kanaat getirmiştim. Gri gözlerindeki merhametsizliği okuyabiliyordum. Onunla biraz konuştuktan sonra, sana bıraktığım o kısa notu yazmak için kendisinden kibarca izin istedim. Notu, sigara tabakamla birlikte değneğimin yanına bıraktıktan sonra, Moriarty peşimde, yolda yürümeye başladım. Yolun sonuna yaklaştığımda tetikte beklemekteydim. Silahını çekmedi, bana doğru koşarak uzun kollarıyla üzerime atıldı. Oyununun bittiğini anlamıştı ve artık tek amacı, benden intikam almaktı. Şelalenin kıyısında boğuşmaya başladık. Bir Japon güreşi olan baritsudan biraz anlarım ve gerektiğinde çok faydasını görmüşümdür. Hemen onun pençelerinden kurtuldum ve o, korkunç bir çığlıkla birkaç saniye debelenip iki eliyle havayı tırmaladı. Ancak tüm çabalarına rağmen dengede duramayıp aşağı düştü. Peşinden aşağıya bakıp o uzun mesafe boyunca onu düşerken izledim. Bir kayaya çarptı ve doğruca suya gömüldü.”
Holmes sigarasını içerken ben de hayretler içinde onun hikâyesini dinliyordum.
“Ama ayak izleri!” diye bağırdım, “İki kişinin yolun sonuna kadar gittiğini ama geri dönmediğini gösteren izleri kendi gözlerimle gördüm!”
“Durum şöyle gelişti: Profesör gözden kaybolur kaybolmaz, kaderin bana ne kadar büyük bir şans sunduğunu fark ettim. Beni öldürmeye yemin edenin bir tek Moriarty olmadığını biliyordum. Liderlerinin ölümüyle benden intikam almak isteyecek en az üç kişi daha tanıyordum. Hepsi çok tehlikeli adamlardı. Biri olmazsa diğeri beni mutlaka yakalardı. Diğer taraftan, eğer tüm dünya benim öldüğüme inanırsa o zaman onlar daha rahat hareket ederlerdi. Bunun sonucunda mutlaka bir açık vereceklerdi ve ben de onları daha kolay bertaraf edecektim. Bu işi bitirdikten sonra ise yaşadığımı daha kolay ilan edecektim. İnsan beyni o kadar çabuk düşünebiliyor ki sanıyorum Profesör Moriarty, Reichenbach Şelaleleri’nin dibine varmadan bunların hepsini planlayabilmiştim.
Neyse ayağa kalkıp arkamdaki kayalık geçidi inceledim. Benim de birkaç ay sonra okuduğum hikâyende duvarın pürüzsüz olduğunu belirtmişsin ama bu tam olarak doğru değildi. Ayağımı koyabileceğim birkaç yer ve daha da yukarıda büyükçe bir çıkıntı olduğunu gördüm. Yamaç o kadar yüksekti ki tırmanmanın imkânı yoktu ve iz bırakmadan ıslak yolda yürümek de bir o kadar imkânsızdı. Bu durumda, daha önce de yaptığım gibi çizmelerimi ters giyebilirdim tabii ama aynı yöne giden üç ayak izi işin içinde hile olduğunu belli ederdi. Bu durumda en çıkar yolun tırmanmak olduğuna karar verdim. Pek kolay bir şey değildi bu Watson. Şelale altımda kükrüyordu. Hayalci bir insan değilimdir ama Moriarty’nin çığlıklarını aşağıdan duyuyor gibiydim sanki. Yapacağım bir hata ölümcül olacaktı. Tutunduğum otlar pek çok kez elimde kalırken ayaklarımın kayanın ıslak zemininde kaydığı oldu ve o anlarda işimin biteceğini sandım. Ama her şeye rağmen tırmanmaya devam ettim ve sonunda birkaç metre genişliğinde, yumuşak yeşil yosunlarla kaplı bir çıkıntıya ulaştım. Orada görünmeden, rahatça saklanabilirdim. Sen, sevgili dostum Watson, diğerleriyle birlikte cinayet yerini iyi niyetli ama yetersiz bir şekilde incelerken ben yukarıdan sizi izliyordum.
Neyse sonunda, siz o kaçınılmaz ve her açıdan yanlış kararınızı verip otele dönünce ben de yalnız kaldım. Maceralarımın sonuna geldiğimi düşünmeye başlamıştım ki beklenmedik bir olay, bana hâlâ sürprizlerin olabileceğini göstermeye yetti. Yukarıdan düşen büyük bir kaya parçası tam önümden geçti, yola çarptı ve oradan doğruca uçuruma düştü. Bir an için bunun bir kaza olduğunu düşündüm ama bir dakika sonra yukarı baktığımda, kararmakta olan havaya rağmen bir adamın başını seçebildim. Sonra benim bir fit uzağıma, bulunduğum çıkıntıya bir kez daha bir kaya parçası düştü. Tabii, bunun ne demek olduğu belliydi… Moriarty yalnız değilmiş. Bir suç ortağı, profesör bana saldırırken nöbet tutmuş. Onu bir anlık görüşümle bile ne kadar tehlikeli bir adam olduğunu anladım. Benim onu göremeyeceğim bir mesafeden arkadaşının ölümüne ve benim kaçışıma şahitlik etmişti. Beklemişti, sonra da yamacın en tepesine çıkmıştı, arkadaşının başaramadığını başarmak niyetindeydi.
Ne yapacağımı düşünmek için pek vaktim yoktu Watson. Yine o zalim yüzü aşağı bakarken gördüm ve bunun, yeni bir kaya parçasının müjdecisi olduğunu anladım. Hızla patikaya geri dönmek için aşağıya inmeye başladım. Bunu soğukkanlı bir şekilde yapabileceğimi sanmıyordum. Bu, yukarı tırmanmaktan yüz kere daha zordu ama tehlikesini düşünecek pek vaktim yoktu; çünkü çıkıntıda ellerimle tutunurken bir kaya parçası daha hızla yanımdan geçti. Yarı yolda kaydım; ama Tanrı’ya şükür yara bere içinde de olsa yere inmeyi başardım. Hemen tabanları yağlayarak karanlıkta dağları geçtim ve bir hafta sonra kendimi Floransa’da buldum. Artık hiç kimse bana ne olduğunu bilmeyecekti.
Bir tane sırdaşım vardı, o da ağabeyim Mycroft’tu. Sana özür borcum var, sevgili Watson ama benim ölmüş olduğumu düşünmeniz çok önemliydi, hem benim talihsiz sonumun doğru olmadığını bilseydin bu kadar inandırıcı bir hikâye yazamayacağından emindim. Son üç yıldır sana yazmak için birkaç defa kalemi elime aldım; ama bana olan sevginden dolayı dayanamayıp boşboğazlık ederek sırrıma ihanet edeceğinden korktum. Onun için bu akşam kitaplarımı düşürdüğünde senden hemen uzaklaştım; çünkü o an tehlikedeydim ve senin göstereceğin herhangi bir şaşkınlık ya da duygusallık, benim gerçek kimliğimi ortaya çıkarabilirdi. Bu da acıklı ve onarılamaz sonuçlar doğururdu. Mycroft’a gelince; ihtiyacım olan parayı alabilmek için ona güvenmek zorundaydım. Londra’daki olaylar ümit ettiğim kadar iyi gitmemişti; çünkü Moriarty’nin suç örgütünün mahkemesi, onun en tehlikeli iki adamını ve benim en kindar düşmanlarımı serbest bırakmıştı. İki yıl Tibet’te gezindim ve sonra da biraz eğlenmek amacıyla Lhasa’ya giderek birkaç günümü baş lama ile geçirdim. Sigerson isimli bir Norveçlinin keşifleriyle ilgili çarpıcı hikâyeleri belki sen de duymuş olabilirsin ama bunların dostundan haberler olduğunu hiçbir zaman anlamadığından eminim. Oradan İran’a gittim, Mekke’ye uğradım, sonra Hartum’da, halifeyi ziyaret ettim ve bu kısa ama ilginç gezinin ayrıntılarını Dışişleri Bakanlığına bildirdim. Fransa’ya dönünce, güneyde, Montpellier’deki bir laboratuvarda, birkaç ay boyunca katran türevleri üzerine bir araştırma yürüttüm. Bu görevimi başarıyla sonuçlandırdıktan ve Londra’da sadece bir tane düşmanımın kaldığını öğrendikten sonra geri dönmeye karar verdim; ama ilginç Park Yolu Gizemi, bu kararımı daha da hızlandırdı. Bunda vakanın sadece ilginç olması değil, benim için kişisel bazı fırsatlar sunuyor olması da etkili oldu. Hemen Londra’ya geldim, şahsen Baker Caddesi’ne uğradım, Bayan Hudson’ın sinir krizleri geçirmesine sebep oldum ve Mycroft’un hem dairemi hem de evraklarımı olduğu gibi koruduğunu öğrendim. Evet, her şey böyle gelişti sevgili Watson ve bugün saat ikide, eski odamda, eski koltuğumda buldum kendimi. Diğer koltukta ise her zaman hayatıma renk katan eski arkadaşım Watson’ı görmek, o anki dileklerimin arasındaydı.”
O nisan gecesinde dinlediğim olağanüstü hikâye bundan ibaretti, bir daha asla göremeyeceğime inandığım o uzun boylu, canı bağışlanmış adam, keskin, hevesli yüzüyle karşımda dikilmeseydi bu olanlara hayatta inanmazdım. Holmes, bir şekilde benim acı kaybımdan haberdar olmuştu[1 - Burada açık olarak belirtilmese de Dr. Watson’ın acı kaybı olarak bahsettiği kişi eşi Mary Watson’dır (Mary Morstan) (e.n.).] ve üzüntüsünü sözleriyle değil, tavırlarıyla belli ediyordu. “Acıyı unutmanın en iyi çaresi çalışmaktır, sevgili Watson.” dedi, “Ve bu gece öyle bir işimiz var ki eğer başarıya ulaştırabilirsek, bu gezegendeki bir adamın hayatını kurtarmış olacağız.” Daha fazlasını anlatması için yalvardım. “Sabah olmadan her şeyi gerektiğince öğrenmiş olacaksın.” diye cevap verdi, “Geçen üç yılı konuşmamız gerekiyor. Dokuz buçuğa, yani boş evle ilgili bu sıra dışı maceraya atılacağımız zamana kadar fazla konuşmaya gerek yok.”
Gerçekten eski günlerdeki gibiydi, tam söylediği saatte, onun yanında bir arabadaydım, cebimde tabancam ve kalbimde yeni bir maceranın heyecanı vardı. Holmes soğukkanlı, ciddi ve sessizdi. Sokak lambalarının ışığı, sert yüz hatlarına vurdukça kaşlarının düşünceli bir şekilde çatılmış, ince dudaklarının sımsıkı kapanmış olduğunu görebiliyordum. Londra’nın karanlık suç dünyasında ne tür bir canavar avlayacağımızı bilmiyordum ama usta avcının görüntüsünden, tehlikeli bir maceraya atıldığımızı anlayabiliyordum. Fakat bu asık suratın ara sıra gevşeyerek gösterdiği alaycı gülümseme, araştırmamızda az da olsa bir umut ışığı olduğunu gösteriyordu.
Baker Caddesi’ne doğru gittiğimizi düşünürken Holmes, arabayı Cavendish Meydanı’nda durdurdu. Arabadan iner inmez sağına soluna dikkatle bakınmaya başladığını, her sokak köşesinde, takip edilmediğinden emin olmak için dikkat kesildiğini fark ettim. Oldukça ilginç bir rotamız vardı. Holmes’un Londra’daki sapa yollar hakkındaki bilgisi müthişti. Aralarından emin adımlarla geçtiği otlaklar ve ahırların varlığından benim haberim bile olmamıştı o zamana kadar. Nihayet Manchester Caddesi’nden Blandford Caddesi’ne açılan eski ve kasvetli evlerle dolu ufak bir sokağa saptık. Buraya gelince dar girişli, ahşap çitlerle çevrili ıssız bir bahçeye girdik ve orada bulunan bir evin arka kapısını anahtarla açtı. Birlikte içeri girdikten sonra arkamızdan kapıyı kapattı.
Her yer zifirî karanlıktı ama boş bir ev olduğu apaçıktı. Çıplak yer döşemesi attığımız her adımda gıcırdıyor, çatırdıyordu ve tutunmak için duvara uzandığımda kâğıdın şeritler hâlinde döküldüğünü hissedebiliyordum. Holmes soğuk, ince parmaklarıyla el bileğimi kavrayarak koridorda bana yol gösterdi. En sonunda belli belirsiz bir kapı üstü penceresi gördük. Buraya gelince Holmes aniden sağa döndü ve büyük, kare, boş bir odada bulduk kendimizi. Köşeler kapkaranlıktı ama sokaktan gelen ışıklar odanın ortasını hafifçe aydınlatıyordu. Yakınlarda bir lamba yoktu ve pencereler bir karış tozla kaplı olduğundan içeride sadece birbirimizin hatlarını ayırt edebiliyorduk. Arkadaşım elini omzuma koydu ve dudaklarını kulaklarıma iyice yaklaştırdı.
“Nerede olduğumuzu biliyor musun?” diye fısıldadı.
“Burası Baker Caddesi olmalı.” diye cevap verdim tozlu pencereden bakarak.
“Aynen öyle. Eski dairemizin tam karşısında bulunan Camden Malikânesi’ndeyiz.”
“Ama neden buradayız?”
“Çünkü buradan çevreyi çok iyi görebiliriz. Kendini belli etmeden pencereye yaklaşmanı rica etsem ve bizim eski dairemize, yani senin hikâyelerinin başlangıç noktasına bakmanı istesem Watson… Üç yıllık yokluğumdan sonra hâlâ seni şaşırtıp şaşırtmadığımı göreceğiz.”
Ayak ucunda yürüyerek o pencereye baktım. Oraya bakar bakmaz nefesim kesildi ve hayretler içinde çığlık attım. Tül kapalıydı ve odada güçlü bir ışık yanıyordu. İçeride oturmuş bir adamın koyu silüeti, aydınlık pencereye vuruyordu. Başını tutuşu, köşeli omuzları ve çehresindeki sertlik beni kesinlikle yanıltmamıştı. Yüzü hafiften pencereye dönüktü ve büyükannelerimizin çerçeveletmeyi sevdiği o koyu, gölgeli resimler gibi bir etki yaratıyordu. Holmes’un muhteşem bir kopyasıydı. O kadar hayretler içinde kaldım ki gerçekten yanımda durduğuna emin olmak için ona dokundum. Sessiz kahkahalar içinde titriyordu.
“Eh?” dedi.
“Tanrı’m!” diye bağırdım, “Muhteşem olmuş!”
“Herhâlde ne yaşlanacağım ne de soyum tükenecek.” dedi. Bir sanatçının kendi eseri karşısında duyduğu mutluluğu ve gururu onun ses tonunda sezinlemiştim. “Bana çok benziyor değil mi?”
“Sen olduğuna yemin edebilirdim!”
“Bütün övgü, kalıbıyla birkaç gün uğraşan Grenoble’li Mösyö Oscar Meunier’ye aittir. Bal mumundan yapılmış bir büst… Geri kalanını bugün Baker Caddesi’ne olan ziyaretim sırasında ayarladım.”
“Neden böyle bir şey yaptın?”
“Çünkü Sevgili Watson, bazı kişilerin benim orada olduğumu düşünmeleri için önemli nedenlerim var.”
“Dairenin izlendiğini mi düşündün?”
“Dairemin izlendiğini biliyordum.”
“Kim tarafından?”
“Eski düşmanlarım tarafından Watson. Liderleri Reichenbach Şelaleleri’nin dibinde yatan adamlar tarafından. Hatırlayacaksın, sadece onlar yaşadığımı biliyorlardı. Er ya da geç daireme döneceğimden emindiler. Sürekli orayı izlediler ve bu sabah döndüğümü gördüler.”
“Nereden biliyorsun?”
“Çünkü pencereden baktığımda gözcülerini tanıdım. Zararsız bir adam, adı Parker, kendisi aslında bir cellat ve muhteşem arp çalıyor. Benim için onun pek önemi yok ama arkasındaki kişi çok önemli. Bu kişi, Moriarty’nin canciğer dostu, yamaçta üzerime kayaları atan adam ve Londra’nın en kurnaz, en tehlikeli suçlusudur. İşte o adam bu gece benim peşimde Watson; ama bizim de onun peşinde olduğumuzun farkında değil.”
Dostumun planları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu güvenli noktadan gözcüler gözleniyor, takipçiler takip ediliyordu. Yanı başımızdaki belli belirsiz gölge avımızdı ve biz de onun avcılarıydık. Karanlıkta sessizce, önümüzde koşuşturan insanları izlemeye başladık. Holmes sessiz ve hareketsizdi; ama onun sürekli tetikte olduğunu ve gözlerini yoldan geçen insanlardan ayırmadığını anlayabiliyordum. Çok kasvetli ve fırtınalı bir geceydi, uzun cadde boyunca rüzgâr, tiz sesiyle ıslık çalıyor gibiydi. Birçok insan, palto ve eşarplarına sarınmış, oradan oraya koşturuyordu. Bir iki defa aynı kişinin oradan geçtiğini hissettim. Kendilerini rüzgârdan korumak amacıyla yolun sonunda bulunan bir evin girişinde iki adam da dikkatimi çekmişti. Arkadaşıma bunu anlatmak istedim ama o, sabırsızca bir şeyler mırıldanarak caddeyi izlemeye devam etti. Durmadan kımıldanıp durdu ve parmaklarıyla duvara vurdu. Planlarının istediği gibi gitmediği için huzursuz olduğunu anlamıştım. En sonunda gece yarısı yaklaşıp da caddedeki insanlar azaldığında kontrol edilemez bir endişeyle odada bir aşağı bir yukarı dolaşıp durdu. Ona bir şey söylemek üzereyken gözlerim aydınlık pencereye takıldı ve daha önce yaşadığım şokun daha büyüğü ile karşı karşıya kaldım. Holmes’un kolunu yakalayarak oraya doğru işaret ettim.
“Gölge hareket etti!” diye bağırdım.
Artık yüzü değil de sırtı bize dönüktü.
Geçen üç yılın, sert mizacından ya da kıvrak zekâsından hiçbir şey kaybettiremediği belliydi.
“Tabii hareket edecek.” dedi, “Oraya hiç hareket etmeyen bir tane cansız manken dikeceğim ve Avrupa’nın en zeki adamlarını onunla kandırabileceğimi mi düşüneceğim!.. O kadar beceriksiz biri miyim Watson? İki saattir bu odadayız ve Bayan Hudson en az sekiz defa, yani her çeyrek saatte bir o mankeni hareket ettirdi. Önden geldiği için kadının gölgesini göremiyoruz. Ah!” Heyecanlanarak tiz bir sesle iç geçirdi. Loş ışıkta kafasını öne doğru eğmişti, tüm dikkatini vermekten kaskatı kesildiğini gördüm. Dışarıdaki cadde artık tamamen boştu. Belki o iki adam kapı girişinde çömeliyorlardı ama onları artık göremiyordum. Ortasında siyah silüetini gördüğümüz figürün sarı stor perdelerin arkasında durması dışında her şey sessiz ve karanlıktı. Holmes’un yoğun heyecanını bastırmaya çalıştığı o zayıf, ıslık gibi nidayı tekrar duydum. Bunu duyar duymaz beni odanın en karanlık köşesine çekti ve ikaz etmek için eliyle ağzımı kapattı. Parmaklarının titrediğini hissedebiliyordum. Arkadaşımın bu kadar heyecanlandığını hiç görmemiştim. Tüm bu olanlara rağmen cadde çok sessiz ve hareketsizdi.
Daha güçlü sezgilere sahip arkadaşımın bir şeyleri fark ettiğini hemen anlamıştım. Alçak, sinsi bir ses duyuldu; bu ses Baker Caddesi’nden gelmiyordu, gizlendiğimiz evin arka tarafından geliyordu. Bir kapı açıldı ve kapandı. Hemen arkasından ayak sesleri duyduk, sessiz olmaya çalışan birinin boş evde şiddetle yankılanan sesleriydi bunlar. Holmes eğilerek sırtını duvara dayadı ve ben de tabancamı kavrayarak onun gibi yaptım. Etrafıma pürdikkat bakınıyorken açık kapının karanlığında, bir ton daha koyu, belli belirsiz bir adamın hatlarını gördüm. Bir an için durdu, sonra da eğilerek ayak uçlarında, âdeta etrafa gözdağı verircesine odaya girdi. Bu meşum adam, artık üç yarda uzağımızdaydı ve üzerime atlayacağını düşünerek tetikte beklemeye başladım. Ama birdenbire bizim varlığımızdan haberi olmadığı aklıma geldi. Çok yakınımızdan geçerek pencereye doğru ilerledi, yavaşça ve sessizce camı yarım fit kadar araladı. Eğildiğinde, ışığın girmesine engel olan tozlu pencere kaldırılmış olduğundan yüzü kabak gibi ortaya çıkmıştı. Adam heyecandan kendinden geçmiş gibiydi. Gözleri yıldızlar gibi parlıyor, yüzü şiddetle titriyordu. Yaşlıca bir adamdı; ince, uzun bir burnu, geniş bir alnı ve kalın, kırlaşmış bir bıyığı vardı. Şapkasını geriye doğru itmişti ve önü açık paltosunun içindeki şık gömleği pırıl pırıl parlıyordu. Çok derin, vahşi çizgileriyle zayıf ve esmer bir yüzü vardı. Elinde baston gibi bir şey taşıyordu; ama yere bıraktığında metalik bir ses çıkarmıştı. Birden paltosunun cebinden bir şey çıkardı ve bir yay ya da vidanın yerine oturması gibi yüksek bir ses çıkana kadar bu nesneyle uğraştı. Dizlerinin üzerinde öne doğru eğilip bütün ağırlığını ve gücünü manivela gibi bir şeye verince yine öncekine benzer uzun bir ses duyuldu. Sonunda tekrar doğrulduğunda elinde, garip bir kabzası olan bir çeşit silah tutmakta olduğunu gördüm. Silahın haznesini açıp içine bir şeyler doldurdu ve hazneyi tekrar kapattı. Eğilerek namlunun ucunu açık pencerenin kenarına yerleştirdi, uzun bıyığının kabzaya değdiğini gördüm ve manzara karşısında gözlerinin parladığını fark ettim. Kabzayı omzuna bastırırken memnuniyetinden iç çektiğini duyduk, sarı zeminin üzerindeki siyah silüete nişan aldığını görünce şaşkınlıktan donakaldım. Bir an kaskatı kesilerek hareketsiz kaldı. Sonra parmağı tetiğe uzandı. Çok tuhaf, yüksek bir gürültüyle duyduğumuz vın sesinden sonra kırılan camın şangırtılarıyla irkildik. Hemen o anda Holmes bir keskin nişancının üzerine bir kaplan gibi atılarak onu yere doğru yüzüstü savurdu; ancak adam hemen harekete geçerek tüm gücüyle Holmes’un boğazına yapıştı. Bunu fırsat bilerek ben tabancamın kabzasıyla onun kafasına vurdum. Adam tekrar yere düştü. Üzerine atladım ve arkadaşım çok tiz ve yüksek sesle bir ıslık çalarken ben de onu sıkıca tuttum. Kaldırımda ayak sesleri duyuldu ve iki üniformalı polis ile bir tane sivil giyimli dedektif ön kapıdan dalarak bizim bulunduğumuz odaya koştular.
“Sen misin Lestrade?” dedi Holmes.
“Evet, Bay Holmes. Bu işi ben üstlendim. Seni tekrar Londra’da görmek ne güzel!”
“Biraz gayriresmî yardıma ihtiyacın varmış gibi görünüyor. Bir yılda üç tane faili meçhul cinayetin olması hiç de iyi değil Lestrade ama Molesey Gizemi’ni çözmekteki başarın fena değildi, yani her zamankinden daha iyiydin.”
Hepimiz ayağa kalkmıştık artık. Tutuklumuz derin derin nefes alıyordu, her iki tarafında da korkusuz birer polis dikilmişti. Şimdiden birkaç meraklı caddede toplanmıştı bile. Holmes açık pencereyi kapattı ve perdeleri indirdi. Lestrade ortaya iki tane mum çıkarmıştı, polisler de fenerlerinin örtülerini kaldırmışlardı. En sonunda tutuklumuzu yakından görme şansına sahip olmuştum.
Bize bakan bu yüz, son derece güçlü ve sinsi hatlara sahipti. Bir düşünürün alnına ve bir zevk düşkününün çenesine sahip olan bu adamın hem doğruya hem de yanlışa sapma eğilimi var gibi görünüyordu. Ama vahşi, mavi gözlere, alaycı göz kapaklarına, gaddar ve saldırgan burnu ile tehdit edici derin çizgili alnına bakıp da doğanın en belirgin tehlike sinyallerini görmemek imkânsızdı. Hiçbirimize aldırmıyordu; nefret ile şaşkınlığın harmanlandığı bir yüz ifadesiyle gözlerini Holmes’a dikmiş bakıyordu. “Seni şeytan!” diye devamlı mırıldanıyordu, “Seni kurnaz, hem de çok kurnaz alçak!”
“Ah, albay!” dedi Holmes bozulmuş yakasını düzeltirken, “O eski oyunda ne derler bilirsiniz: ‘Âşıkların buluşmasıyla yolculuklar biter.’ Reichenbach Şelaleleri’nin yamacında bana ilgi gösterme lütfunda bulunduğunuzdan beri sizinle görüşme şerefine nail olamadım.”
Albay transtaymış gibi hâlâ arkadaşımıza bakıyordu. “Seni kurnaz şeytan!” diyebildi ancak.
“Sizi henüz tanıştırmadım.” dedi Holmes, “Bu bey, Albay Sebastian Moran’dır. Kraliçemizin Hindistan ordularından birinde görev almıştı ve doğu imparatorluğumuzun yarattığı en iyi nişancılardan biridir. Sanırım sizin kaplan çuvalı hâlâ rakipsizdir demekle yanılmış olmam değil mi albay?”
Yaşlı adam hiçbir şey demeden dostuma bakmayı sürdürdü. Vahşi gözleri ve sert bıyıklarıyla adamın kendisi de bir kaplana benziyordu.
“Basit taktiklerimin, sizin gibi tecrübeli bir avcıyı alt etmesi hayret verici!” dedi Holmes. “Siz de bilirsiniz; küçük bir çocuğu bir ağaca bağlayıp, silahınızla ağaçta gizlenerek kaplanın yeme gelmesini bekleyen siz değil miydiniz? Bu boş ev benim ağacım ve siz de kaplanımsınız. Başka kaplanların da gelmesi ya da küçük de olsa hedefi vuramama ihtimallerine karşı yanınızda başka silahlar da bulundururdunuz, değil mi? Bunlar da…” dedi etrafını göstererek, “Benim diğer silahlarım. Benzerlik kusursuz.”
Albay Moran hiddetlenerek öne doğru atılmaya çalıştı ama polis memurları onu geri çektiler. Yüzündeki ifade çok korkunçtu.
“Beni biraz şaşırttığınızı itiraf etmeliyim.” dedi Holmes, “Sizin buradaki boş ev ve onun kullanışlı ön penceresinden faydalanacağınızı ummazdım. Bütün faaliyetlerinizi caddeden yürüteceğinizi düşünmüştüm. Orada Lestrade ve onun neşeli adamları sizi bekliyor olacaktı. Bu ufak ayrıntı dışında her şey yolunda gitti.”
Albay Moran resmî görevliye döndü.
“Beni tutuklamak için bir sebebiniz olabilir ya da olmayabilir.” dedi, “Ama en azından bu adamın alaylarına boyun eğmek zorunda olmadığımı biliyorum. Eğer adaletin elindeysem o zaman her şey yasal olmalı.”
“Ah, oldukça mantıklı!” dedi Lestrade, “Buradan gitmeden önce başka bir şey söylemek ister misin Holmes?”
Holmes yerdeki havalı tüfeği kaldırmış mekanizmasını inceliyordu.
“Takdire şayan ve eşsiz bir silah!” dedi, “Sessiz çalışıyor ve müthiş bir güce sahiptir. Profesör Moriarty’nin emirlerini yerine getirmek amacıyla bunu tasarlayan kör mühendisi, Alman Von Herder’yı tanıyorum. Yıllardır bu silahın varlığından haberdardım ama ona dokunma fırsatım daha önce hiç olmamıştı. Onu sana emanet ediyorum Lestrade ve bunlar da silahın mermileri.”
“Onlara iyi bakacağımıza emin olabilirsin Holmes.” dedi Lestrade bütün grup kapıya doğru ilerlerken, “Başka söylemek istediğin bir şey var mı?”
“Onu hangi suçlamayla yargılayacağınızı merak ediyorum.”
“Suçlama mı efendim? Tabii ki Bay Sherlock Holmes’u öldürmeye teşebbüsten.”
“Öyle olmasın, Lestrade. Bu meselede boy göstermeye hiç niyetim yok. Sonuca vardırdığın bu harikulade tutuklamanın saygınlığı sadece sana aittir. Evet Lestrade, seni tebrik ediyorum! Her zaman gösterdiğin cesaret ve kurnazlığınla onu yakalamayı başardın.”
“Yakaladım mı? Kimi yakaladım, Bay Holmes?”
“Bütün polis kuvvetlerinin harıl harıl aradığı adamı. Sayın Ronald Adair’i, geçen ayın otuzunda Park Yolu 427 numaradaki evin ikinci katının ön penceresinden havalı tüfekle vuran Albay Sebastian Moran. Asıl suçlama bu Lestrade. Pekâlâ Watson, kırık pencereden giren soğuk havaya dayanabilirsen seni yarım saatliğine çalışma odamda birer puro içip bu meseleyi konuşmaya davet ediyorum.”
Mycroft Holmes’un ilgisi ve Bayan Hudson’ın bakımı sayesinde eski dairemizde pek bir değişiklik olmamıştı. Evet, içeri girdiğimde odanın alışılmadık derecede derli toplu olduğu gözümden kaçmadı ama eski hatıralar hâlâ yerli yerindeydi. Kimyasal deneylerini yaptığı köşe ile üzerinde asit lekesi olan ufak masa duruyordu. Yukarıdaki bir rafta, birçok insanın zevkle yakacağı ıvır zıvır kitaplar ve referans kaynakları bulunuyordu. Diyagramlar, keman çantası, pipo koyacağı, hatta içinde tütün sakladığı Acem terlikleri bile etrafıma bakınırken gözüme çarpanların arasındaydı. Odada bizi bekleyen iki kişi vardı; biri biz odaya girerken yüzü sevinçle parlayan Bayan Hudson idi, diğeri ise o geceki maceramızda önemli rol oynayan cansız manken. Arkadaşımın bal mumu modeliydi ve hayranlık uyandıracak derecede iyi yapılmıştı.
“Size tarif ettiğim bütün talimatlara uymuşsunuzdur umarım Bayan Hudson.” dedi Holmes.
“Söylediğiniz gibi dizlerimin üzerinde sürünerek gittim.”
“Harika! Çok iyi bir iş çıkardınız. Merminin nereye isabet ettiğini gördünüz mü?”
“Evet, efendim. Maalesef muhteşem büstünüzü mahvetti; çünkü tam baş kısmından geçerek duvara çarptı. Onu halıda buldum. Bakın burada!”
Holmes mermiyi bana doğru tutarak gösterdi. “Gördüğün gibi basit bir tabanca mermisi Watson. Tam bir deha ürünü. Kim bir havalı tüfekten böyle bir şeyle ateş edilmesini bekler ki! Pekâlâ, Bayan Hudson. Yardımlarınız için size minnettarım. Şimdi, Watson, seni tekrar eski koltuğunda görmek istiyorum. Seninle konuşmak istediğim birkaç nokta var.”
Hırpani paltosunu üstünden çıkarmış, büstün üzerindeki her zaman giydiği gri ropdöşambırını üzerine geçirerek benim tanıdığım eski Holmes olmuştu.
“Eski avcımız, ne sinirlerinin sağlamlığından ne de gözlerinin keskinliğinden bir şey kaybetmemiş.” dedi gülerek, büstün paramparça olmuş alnını incelerken. “Başın arka kısmının ortasından derine inmiş ve tam beyne isabet ettirmiş. Hindistan’ın en iyi nişancılarından biriydi ve onun gibi hünerleri olan birine Londra’da bir daha rastlanacağını sanmıyorum. Onun adını duymamış mıydın?”
“Hayır, duymadım.”
“Ah, ah, işte ünlü olmak zor! Ama yanlış hatırlamıyorsam asrın dehalarından biri olan Profesör James Moriarty adını da duymamıştın. Raftan biyografilerimin bulunduğu indeksi bana uzatır mısın?”
Sandalyesinde yaslanıp purosundan kalın dumanlar üfleyerek yavaşça sayfaları çevirdi.
“Benim M harfindeki koleksiyonum çok iyidir.” dedi, “Moriarty tek başına bu harfi meşhur edebilir. Ah, herkesi zehirleyen Morgan işte burada. Tiksindirici bir anısı olan Merridew ve Mathews, benim sol köpek dişimi Charing Cross’taki bekleme odasında kırmıştı ve işte, sonunda gecemizin yıldızını buldum!”
Bana kitabını uzattı, okumaya başladım:

“Moran, Sebastian, Albay. İşsiz. Eskiden 1. Bangalore İstihkâm
Alayı’nda görev yapmış. 1840 Londra doğumlu. İngiltere’nin
İran büyükelçiliğini de yapmış olan Sör Augustus Moran, C.
B.nin oğlu. Eton ve Oxford’da eğitim görmüş. Jowaki ve Afgan harekâtlarında, Charasiab, Sherpur ve Kabil’de de hizmet vermiş. ‘Batı Himalayalar’ın Av Hayvanları’ (1881) ve ‘Ormanda Üç Ay’ (1884) kitaplarının yazarı. Adresi: Conduit Sokağı. Üye olduğu Kulüpler: Anglo-Hint, Tankerville, Bagatelle Oyun Kulübü.”
Holmes kenarına bizzat not düşmüştü: Londra’nın ikinci en tehlikeli adamıdır.
“Bu çok şaşırtıcı!” dedim kitabını geri verirken, “Çok onurlu bir asker gibi yaşam sürmüş.”
“Doğrudur.” diye cevap verdi Holmes, “Hayatının belli bir dönemine kadar çok başarılıydı. Her zaman çelik gibi sinirlere sahipti ve yaralı bir kaplanın peşine düşüşü Hindistan’da hâlâ anlatılır. Bazı ağaçlar vardır Watson, belirli bir yüksekliğe çıktıktan sonra bazı tuhaflıklar göstermeye başlarlar. Bunu çoğu zaman insanlarda da görebilirsin. Benim bir teorime göre bireyler gelişimleri sırasında atalarıyla benzerlikler gösterirler. Bu yüzden doğruya ya da yanlışa sapma bazı durumlarda tamamen ataların çizgisinden gider. Kişi böylece kendi aile geçmişini temsil eder.”
“Gerçekçilikten çok uzaksın.”
“Ah, bu düşüncelerimin üzerinde ısrar etmiyorum! Sebep her ne olursa olsun Albay Moran kötülüğün pençesindeydi. Aleni bir skandal olmasa da Hindistan’da çok uzun bir süre kalamadığı kesin. Emekli olduktan sonra Londra’ya geldi ve tekrar kötü şöhretini devam ettirdi. İşte bu sırada Profesör Moriarty tarafından aranıp bulundu ve çetenin başına lider olarak geçirildi. Moriarty onu cömertçe paraya boğdu ve herhangi bir suçlunun üstesinden gelemeyeceği birinci sınıf işlerde kullandı. 1887 yılında Lauder’lı Bayan Stewart’ın ölümünü hatırlıyorsundur. Hayır mı? Ah, eminim o olayın arkasında Moran vardı ama kanıtlanamadı. Albay bu cinayeti, o kadar zekice perdelemişti ki Moriarty çetesi dağıtıldıktan sonra bile onu suçlayacak bir şey bulamadık. Senin dairene geldiğim zaman havalı tüfeklerden korktuğum için panjurları kapattığımı hatırlıyor musun? Şüphesiz benim hayal gördüğümü sanmışsındır. Oysa ne yaptığımı çok iyi biliyordum; çünkü bu müthiş tüfekten haberdardım ve arkasında dünyanın en iyi avcılarından birinin olacağını da çok iyi biliyordum. Biz İsviçre’deyken o da Moriarty ile birlikte geldi. Reichenbach yamacındaki o korkunç beş dakikayı bana yaşatan şüphesiz oydu.
Geçici olarak Fransa’da kaldığım sırada gazeteleri büyük bir ihtimamla okuduğuma ve bu adamı yakalamak için her türlü fırsatı kolladığıma inanabilirsin. O Londra’da serbest gezdiği sürece hayatımın bir anlamı yoktu. Gece gündüz onun gölgesini üzerimde hissediyordum ve er ya da geç onu yakalayacağımdan emindim. Ne yapabilirdim? Onu görür görmez vuramazdım; yoksa kendimi sanık sandalyesinde bulurdum. Sulh yargıcına başvurmanın da hiç faydası olmayacaktı. Deli saçması bir şüphe üzerine harekete geçemezlerdi. Bu nedenle hiçbir şey yapamıyordum ama suçlularla ilgili haberleri takip ediyordum ve eninde sonunda yakalanacağını biliyordum. Bunun peşi sıra Ronald Adair’in ölümü meydana çıktı. Sonunda bir şans yakalamıştım. Bu olayın arkasında Albay Moran’ın olduğundan emindim. O gençle kâğıt oynamıştı, sonra kulüpten eve kadar onu takip etmişti ve açık olan pencereden ateş ederek öldürmüştü. Bundan hiç şüphem yoktu. O mermiler tek başına onun beynini ilmik ilmik dağıtmaya yeterdi. Hemen atlayıp Londra’ya geldim. Gözcüleri tarafından fark edildim; varlığımı albaya söyleyeceklerini çok iyi biliyordum. İşlediği suç ile benim ani dönüşümü bağdaştırması an meselesiydi ve bunun üzerine çok endişelenecekti. Beni hemen ortadan kaldırmak için mutlaka bir girişimde bulunacaktı ve bunu yapmak için ölümcül silahını ortaya çıkaracaktı. Pencereden gözükecek şekilde muhteşem büstümü yerleştirdim ve ihtiyaç duyulacağına emin olduğum polislere de haber verdim. Ha, bu arada Watson, kapı girişindeki polisleri inanılmaz gözleminle fark ettiğini söylemeden geçemeyeceğim. Gözlemlemek için oldukça mantıklı bir yer tespit ettim; ama onun da saldırmak için aynı noktayı seçeceğini hiç akıl edemedim. Şimdi, sevgili Watson, sormak istediğin başka bir şey var mı?”
“Evet…” dedim, “Albay Moran’ın, Ronald Adair’i öldürmesindeki amaca pek açıklık getirmedin.”
“Ah sevgili dostum Watson, işte o noktada en mantıklı zihnin bile hataya düşebileceği tahminler dünyasına giriyoruz. Herkes var olan delillere dayanarak kendi hipotezini geliştirebilir ve seninki de en az benimki kadar doğru olabilir.”
“Senin de bir tahminin var ama değil mi?”
“Gerçekleri açıklamakta pek zorlanmayacağımı düşünüyorum. Albay Moran’ın ve genç Adair’in birlikte çok yüklü miktarda para kazandığı biliniyor. Şimdi, şüphesiz Moran hainlik etti, uzun zamandır bunun farkındaydım. Cinayetin işlendiği gün Adair’in, Moran’ın hile yaptığını öğrendiğini sanıyorum. Onu bir kenara çekip baş başa konuştuğuna inanıyorum ve kendi isteği ile kulübün üyeliğinden ayrılmazsa durumu herkese açıklayacağını söylediğini ve bir daha kâğıt oynamayacağına dair söz vermesi için baskı yaptığını tahmin ediyorum. Adair gibi bir gencin kendisinden yaşça büyük ve çevresi olan bir adamın adını kötüye çıkararak iğrenç bir skandala sebep olacağını sanmıyorum. Belki benim dediğim gibi davrandı. Hileli kazancıyla geçinen Moran’ın kulüplerden dışlanması onun yıkımı olurdu. Bunun üzerine, o sırada ortağının hileli oyunuyla kazandığı paranın ne kadarını geri vermesi gerektiğini hesaplamakla meşgul olan Adair’i öldürdü. Eğer evdeki bayanlar ona aniden baskın yapıp isim ve paraların ne olduğunu soracak olurlarsa diye de tedbir olarak kapıyı içeriden kilitlemişti. Bunlar yeterince inandırıcı mı?”
“Böyle olduğundan hiç şüphem yok.”
“Mahkemede ya doğruluğu ya da aksi ispat edilecek. Bu arada ne olursa olsun Albay Moran bizi bir daha rahatsız edemeyecek. Von Herder’nın ünlü havalı tüfeği ise artık Scotland Yard Müzesini süsleyecek. Ve Bay Sherlock Holmes, hayatını, Londra’nın karmaşık yaşantısının yeteri miktarda sunduğu o ilginç, ufak tefek problemlerini yeniden incelemeye adayabilecek!”

Norwood’lu Müteahhit
“Kriminal uzmanın bakış açısına göre…” diye başladı Sherlock Holmes, “Yası tutulan Profesör Moriarty’nin ölümünden beri, özellikle Londra, çekiciliğini kaybetti.”
“Birçok saygıdeğer vatandaşın seninle hemfikir olacağını sanmıyorum.” diye cevap verdim.
“Tamam tamam bencil davranmamalıyım!” dedi gülümseyerek, kahvaltı masasından sandalyesini geriye doğru çekerken. “Toplum kazançlı çıktı ama işsiz kalan bu zavallı uzman dışında hiç kimsenin kaybı olmadı. Oysa Moriarty ortalıktayken sabah gazeteleri, her zaman sonsuz sayıda ihtimalle dolu oluyordu. Çoğu zaman sadece küçücük bir iz olurdu Watson, ufacık bir işaret… Ama o bile tehlikeli dâhinin ortalıkta dolaştığını bana anlatmaya yeterdi; tıpkı bir ağın uçlarındaki en hafif titreşimlerin, ortasında sinsice dolaşan örümceği bize hatırlatması gibi. Küçük hırsızlıklar, keyfî saldırılar, sebepsizce patlak veren isyanlar… İşin aslını bilen adam için bunların birbirine bağlı bir bütün olduğunu anlamak zor değildi. Örgütlü suç dünyası konusunda eğitim alan bir öğrenci için Avrupa’daki hiçbir başkent Londra kadar büyük avantajlar sunamazdı o zamanlar. Oysa şimdi…”
Sonucun bu hâle gelmesinin en büyük sebeplerinden birinin kendisi olduğu gerçeğini bilmezden gelerek alaycı bir ifadeyle omuzlarını silkti.
Size bunları anlattığım sırada, Holmes’un geri dönüşünün üzerinden birkaç ay geçmişti ve ben, onun ricasıyla, muayenehanemi satmış, Baker Caddesi’ndeki dairemizi paylaşmak üzere geri gelmiştim. Verner adında genç bir doktor benim Kensington’daki muayenehanemi satın almıştı ve istemeye cesaret edemediğim yüksek bir fiyatı hiç tereddüt etmeden çok şaşırtıcı bir şekilde kabul etmişti. Bunun sebebi birkaç yıl sonra anlaşılmıştı; Verner, Holmes’un uzaktan akrabasıymış ve parayı aslında arkadaşım temin etmiş.
Onun iddia ettiği gibi beraberliğimiz boyunca çok da az vaka görmemiştik; çünkü notlarıma göz attığımda bu dönemde “Eski Başkan Murillo’nun Kâğıtları” vakası ve neredeyse canımıza mal olan Hollandalı buharlı gemi “Friesland” meselesi gibi vakalarda çalıştığımızı görebiliyordum. Onun soğuk ve gururlu tabiatı, toplumun beğenisini kazanma konusunda daima gönülsüz davranmasına sebep oluyordu. Kendisinden, metotlarından ya da başarılarından söz etmememi isteyip sınırlar çizerek beni müşkül duruma düşürüyordu; ancak daha önce de dediğim gibi bu yasaklamayı yeni kaldırmıştı.
Bay Sherlock Holmes garip iddiasından sonra sandalyesinde geriye doğru yaslandı. O, sabah gazetesini aheste aheste açarken zilin ısrarlı bir biçimde çalması, sonra da birinin kapıyı yumrukluyormuş gibi gürültülü bir sesin gelmesi dikkatimizi o yöne çekmişti. Kapı açılır açılmaz koridorda coşkulu bir koşuşturma, merdivenlerde de hızla yukarı çıkan birinin ayak sesleri duyuldu ve hemen arkasından vahşi bakışlı, solgun, üstü başı darmadağın, heyecandan titreyen, çıldırmış gibi bir adam odamıza daldı. İkimize de baktıktan sonra meraklı bakışlarımız karşısında nezaketsiz bir şekilde odamıza girdiğinin farkına vardı ve bir özür borcu olduğunu anladı.
“Affedersiniz, Bay Holmes!” diye bağırdı, “Beni suçlamayın! Neredeyse çıldırmak üzereyim Bay Holmes, ben çok talihsiz bir adam olan John Hector McFarlane’im.” Sadece isminin, bu ziyareti ve garip tavrını açıklamaya yeteceğini düşünüyormuşçasına söylemişti bunları sanki; ama arkadaşımın tepkisiz ifadesinden bu sözlerin benim için olduğu kadar onun için de bir anlam ifade etmediğini görebiliyordum.
“Bir puro için Bay McFarlane.” dedi kutusunu ona doğru uzatarak, “Sizin durumunuz için arkadaşım Dr. Watson size bir sakinleştirici yazacaktır eminim. Son birkaç gündür havalar ne kadar da güzel gidiyor değil mi? Şimdi, kendinizi toparladıysanız, oradaki sandalyeye oturup sakin bir şekilde kim olduğunuzu ve bizden ne istediğinizi anlatmanızı istiyorum. Adınızı sanki sizi tanıyor olmam gerekiyormuş gibi söylediniz ama emin olun, bekâr bir avukat, bir mason ve aynı zamanda astımlı bir hasta olmanız dışında hakkınızda hiçbir şey bilmediğim konusunda sizi temin edebilirim.”
Arkadaşımın metotlarını artık çok iyi bildiğimden onun tümdengelimlerini takip etmekte zorlanmamıştım. Müşterimizin giyimindeki dağınıklığı, yanındaki yasal evrakları, saatini ve nefes alışını gözlemleyerek bunları doğrulamak benim için zor olmamıştı.
“Evet, söylediğiniz her şey doğrudur, Bay Holmes ve buna ek olarak şu an Londra’nın en talihsiz adamlarından biri olduğumu söyleyebilirim. Tanrı aşkına, beni bir başıma bırakmayın, Bay Holmes! Hikâyemi bitirmeden beni tutuklamaya gelirlerse ne olursunuz tüm gerçekleri anlatmam için bana zaman vermelerini sağlayın. Sizin benim için dışarıda çalıştığınızı bilirsem hapse daha mutlu bir hâlde gideceğim.”
“Tutuklanmak mı?” diye sordu Holmes, “Bu çok, çok ilginç bir durum. Hangi suçlamayla sizi tutuklayacaklar?”
“Aşağı Norwood’lu Bay Jonas Oldacre’yı öldürmekle suçlayacaklar.”
Dostumun yüzünden, içinde memnuniyetin de olduğu bir sevecenlik okunuyordu.
“Bakın işte!” dedi, “Daha bu sabah kahvaltıdayken, ses getiren davaların artık gazetelerde yayımlanmadıklarını arkadaşım Dr. Watson’a söylüyordum.”
Ziyaretçimiz, titreyen elini uzatarak hâlâ Holmes’un dizlerinde duran “Daily Telegraph”ı aldı.
“Eğer gazeteye baksaydınız bu sabah, size hangi amaçla geldiğimi anlardınız. Adımın ve talihsizliğimin herkesin ağzına dolandığını düşünüyorum.” Gazetenin ana sayfasını göstermek için açtı. “İşte burada, izin verirseniz size okumak istiyorum. Bunu dinleyin, Bay Holmes. Başlıklar şöyle:

Aşağı Norwood’daki Gizemli Olay. Ünlü Bir Müteahhidin Kayboluşu. Cinayet ve Kundaklamadaki Şüpheler. Suçluya Ait Bir İpucu.
Bu ipucunun üzerinde duruyorlar, Bay Holmes ve doğrudan beni işaret ettiğini biliyorum. Beni Londra Köprüsü İstasyonu’ndan beri takip ediyorlar ve tutuklamak için sadece tutuklama emrinin çıkmasını bekliyorlar. Annem çok üzülecek, çok üzülecek!”
Endişeyle ellerini sıkmaya başladı ve sonra da sandalyesinde bir ileri bir geri sallandı. Bir cinayete adı karışmış bu adamı ilgiyle incelemeye başladım. Sarışındı, yakışıklıydı, olumsuz bir intiba bırakacak derecede solgundu ve korku dolu mavi gözleri, sinekkaydı tıraşı ile zayıf, hassas bir ağız yapısı vardı. Yirmi yedi yaşında olmalıydı ve üzerindeki giysilerle tam bir beyefendiye benziyordu. Yazlık, hafif pardösüsünün cebinden, mesleğini belli eden dosyalı bir evrak çıkmıştı. “Geri kalan zamanımızı iyi değerlendirmeliyiz.” dedi Holmes, “Watson, sana zahmet olmazsa gazeteyi alıp söz konusu paragrafı okuyabilir misin?”
Müşterimizin okuduğu etkili başlıkların altındaki yazıyı okumaya başladım:

“Dün gece geç saatlerde ya da sabaha karşı, Aşağı Norwood’da bir olay meydana gelmiştir ve maalesef ciddi bir suçun işlendiği ortaya çıkmıştır. Bay Jonas Oldacre, bölgede uzun yıllar boyunca müteahhitlik işiyle uğraşmıştır ve o bölgenin tanınmış sakinlerinden biridir. Elli iki yaşındaki Bay Oldacre bekârdır ve Sydenham’deki Deep Dene Malikânesi’nde yaşamaktadır. Çok tuhaf alışkanlıkları, ketum ve çekingen tavırlarıyla tanınmaktadır. Birkaç yıldır mesleğini yapmıyordu; çünkü dediğine göre oldukça yüklü bir servete sahip olmuştu; ancak ufak bir kereste deposu hâlâ faaliyet göstermekteydi. Evin arka tarafında olan bu yerde, dün gece saat on iki sularında, istiflenmiş yığınların yanmakta olduğu alarmı verilmişti. İtfaiye kısa sürede olay yerine ulaşmıştı; ancak kuru keresteler tutuşmuştu ve yangın itfaiyecilerimiz tarafından güçlükle kontrol altına alınmıştı. Sonuç olarak kereste yığını tamamen ziyan olmuştu.
Bu noktaya kadar olay kaza görünümü veriyordu. Ancak yeni bulgular ciddi bir suçun işlendiğini gösteriyor. Tesis sahibinin olay yerinde bulunmaması merak uyandırdı ve hemen peşinden bir soruşturma başlatılınca bu kişinin ortadan kaybolduğu ortaya çıktı. Odasında yapılan bir tahkikatın sonucunda yatağında hiç yatmadığı, içeride bulunan bir kasanın açık olduğu, önemli evrakların odaya saçıldığı ve son olarak ölümcül bir mücadelenin verildiğine dair ipuçlarına rastlandığı söyleniyor. Odada, meşe kaplamalı bir bastonun sap kısmında da hafif kan izleri görülmüştür. Bay Jonas Oldacre’nın o gece geç saatte odasına bir ziyaretçi kabul ettiği biliniyor ve içeride bulunan bastonun, Graham & McFarlane, 426 Gresham Binaları, E. C.nin genç ortaklarından ve Londralı Avukat yapan John Hector McFarlane’e ait olduğu kanıtlanmış durumdadır. Polis, ellerinde bulunan delillerin yeterli ve inandırıcı olduğunu savunuyor. Bunun yanı sıra, ses getiren gelişmelerin olacağı şüphe götürmüyor.
Sonradan öğrenildiğine göre Bay John Hector McFarlane’in, Bay Jonas Oldacre’yı öldürme suçundan tutuklandığı iddia edilmektedir. En azından bir tutuklama emrinin çıktığı biliniyor. Buna ilaveten Norwood araştırmasında daha kötü gelişmeler yaşanmış. Bu talihsiz müteahhidin odasında bir mücadelenin yaşandığını gösteren izlerin yanı sıra, zemin katta bulunan yatak odasının balkon kapısının açık bırakıldığı ve oldukça büyük bir nesnenin kereste yığınına doğru sürüklenerek götürüldüğü biliniyor. Yangının külleri arasında kömürleşmiş artıkların bulunduğu iddia ediliyor. Polisin teorisi oldukça ses getiren bir suçun işlendiği yönündedir: Kurban odasında öldüresiye dövüldü, evrakları yağmalandı, ceset kereste yığınına doğru sürüklendi ve işlenen cinayetin tüm izlerini örtmek için yakıldı. Soruşturma, Scotland Yard’dan Müfettiş Lestrade’in deneyimli ellerine bırakılmıştır. Kendisinin her zamanki enerjisi ve bilgisi ile ipuçlarının peşine düşeceğini biliyoruz.”
Sherlock Holmes bu olağanüstü hikâyeyi parmak uçlarını birleştirip gözlerini kapatarak dinledi.
“Bu davanın ilginç yönleri var.” dedi her zamanki durgunluğu ile, “İlk olarak şunu sormak istiyorum Bay McFarlane, sizin tutuklanmanızı sağlayacak onca delil varken nasıl oluyor da siz hâlâ özgür dolaşabiliyorsunuz?”
“Ailemle birlikte Torrington Lodge, Blackheath’te yaşıyorum Bay Holmes. Ama dün gece geç saatlere kadar Bay Jonas Oldacre ile çalışmak zorunda kaldım ve bundan dolayı da Norwood’da bir otelde kaldım. İşime oradan gittim. Sizin biraz önce duyduklarınızı ben trende işime giderken öğrendim. Durumumun ne kadar tehlikeli olduğunu anlar anlamaz davamı sizin ellerinize teslim etmek için hemen buraya koştum. Şüphesiz ya şehirdeki ofisimde ya da evimde tutuklanacaktım. Bir adam beni Londra Köprüsü İstasyonu’ndan beri takip ediyor ve eminim… Aman Tanrı’m, bu da ne?”
Zilimiz çalınmıştı ve hemen peşinden merdivenlerde ayak sesleri duyduk. Bir dakika sonra, eski arkadaşımız Lestrade’i kapımızda gördük. Arkasında iki tane üniformalı polisin beklediğini fark ettim.
“Bay John Hector McFarlane siz misiniz?” dedi Lestrade.
Müşterimiz, sapsarı bir yüzle ayağa kalktı.
“Aşağı Norwood’lu Bay Jonas Oldacre’yı taammüden öldürme suçundan sizi tutukluyorum.”
McFarlane bize kederle dönüp baktı, sonra da mahvolmuş bir hâlde sandalyesine yığılıp kaldı.
“Bir dakika, Lestrade!” dedi Holmes, “Tutuklamanın yarım saat önce veya sonra yapılması sizin için pek fark etmeyecek; fakat bu beyefendi bu ilginç olayın ayrıntılarını bize anlatmak üzereydi. Söyleyeceklerinin meseleyi aydınlatması açısından size yardımcı olabileceğine inanıyorum.”
“Bence aydınlatacak bir mesele kalmadı.” dedi Lestrade merhametsizce.
“Yine de izninizle onun anlatacaklarını dinlemek istiyorum.”
“Pekâlâ, Bay Holmes, sana karşı gelirsem haksızlık etmiş olurum; çünkü geçmişte bir iki defa polise yardımın oldu. Sana Scotland Yard olarak bir iyilik borcumuz var.” dedi Lestrade, “Fakat tutuklumun yanında kalmalıyım ve söyleyeceği her şeyin aleyhinde delil olarak mahkemede kullanılabileceğini de ilave etmeliyim.”
“Başka bir şey istemiyorum zaten.” dedi müşterimiz, “Tek istediğim, beni dinlemeniz ve gerçekleri görmeniz.”
Lestrade saatine göz attı. “Sadece yarım saatiniz var.” dedi.
“Önce şunu açıklamak istiyorum.” dedi McFarlane, “Ben Bay Jonas Oldacre’yı tanımıyordum. Ama adı bana aşinaydı. Çünkü yıllar önce ailemin onunla görüştüğünü ancak zamanla aralarındaki bağın koptuğunu biliyorum. Bu nedenle dün öğleden sonra saat üç sularında şehirdeki ofisime pat diye gelince çok şaşırdım. Hatta gelme amacını anlatınca daha da şaşırdım. Elinde, bir defterden koparılarak üstüne bir şeyler karalanmış birkaç sayfa vardı. Bakın buradalar, sonra da o kâğıtları masamın üzerine bıraktı.
‘Size vasiyetimi sunuyorum.’ demişti, ‘Bunu yasal bir hâle getirmenizi istiyorum, Bay McFarlane. Siz bu işlemi yaparken ben de burada oturacağım.’
Ben hemen yazmaya başlamıştım. Birkaç istisna dışında bütün varlığını bana bıraktığını görünce nasıl şaşırdığımı tahmin edebilirsiniz. Tavşan görünümlü tuhaf bir adamdı, beyaz kirpikleri vardı. Kafamı kaldırıp ona göz attığımda o, keskin, gri gözlerini bana dikmiş, eğleniyormuşçasına bakıyordu. Vasiyeti okurken gözlerime inanamamıştım. Bekâr olduğunu, yaşayan akrabasının pek bulunmadığını, çocukluğunda ailemi çok iyi tanıdığını, benim her şeye layık genç bir adam olduğumu duyduğunu, parasının, değerini bilen birinin elinde bulunacağından emin olduğunu anlattı bana. Tabii ben de ancak kekeleyerek teşekkür edebilmiştim. Neyse, vasiyetname hazırlanıp imzalandı ve kâtibim tarafından gözden geçirildi. Bütün bunlar buradaki mavi kâğıtta yazılı ve bu elimdekiler, size de anlattığım gibi vasiyetin taslaklarıdır. Her neyse bunun üzerine Bay Jonas Oldacre, bina kontratları, tapu senetleri, ipotekler, muvakkat senetleri gibi birtakım evrakların daha olduğunu ve onları görüp öğrenmem gerektiğini söyledi. Her şeyi bir karara bağlamadan içinin rahat etmeyeceğini anlattı ve o gece vasiyeti de yanıma alarak maddeleri düzenlemek amacıyla benim Norwood’a gelmem için yalvardı. ‘Unutma, oğlum, her şeyi halletmeden ailene bu mesele hakkında tek kelime etmeyeceksin. Onlara sürpriz yapacağız.’ Bu konuda çok ısrarcıydı ve sadakatle söz vermemi istedi.
Onun isteyebileceği herhangi bir şeyi reddedecek bir durumda olmadığımı tahmin edebilirsiniz, Bay Holmes. O benim velinimetimdi ve onun isteklerini yerine getirmek benim tek arzum olmuştu. Bu sebepten eve bir telgraf çekip çok önemli bir işle meşgul olduğumu, ne kadar gecikeceğimi söylememin imkânsız olduğunu yazdım. Bay Oldacre, saat dokuzda -çünkü o saatten önce evde olamayacağını belirtti- kendisiyle akşam yemeği yememi istedi. Ancak evini bulmakta zorlandım ve oraya ulaşabildiğimde saat dokuz buçuğa yaklaşıyordu. Onu…”
“Bir dakika!” dedi Holmes, “Kapıyı kim açtı?”
“Orta yaşlı bir kadın açtı. Herhâlde hizmetçisiydi.”
“Ve o da herhâlde, size adınızla hitap etti, değil mi?”
“Evet.” dedi McFarlane.
“Lütfen devam edin.”
McFarlane terlemiş alnını sildikten sonra hikâyesine devam etti.
“Bu bayan çok sade bir yemeğin hazırlandığı oturma odasına götürdü beni. Yemeğimiz bittikten sonra Bay Jonas Oldacre ile çok ağır bir kasanın bulunduğu bir yatak odasına gittik. Kasayı açıp bir sürü evrak çıkardıktan sonra bunların üzerinden teker teker geçtik. İşimiz, saat on birle on iki arasında bitmişti. Hizmetçiyi rahatsız etmememiz gerektiğini söyledi. Orada bulunduğum sürece açık olan Fransız pencerelerden çıkmamı söyledi.”
“Stor perdeler kapalı mıydı?” diye sordu Holmes.
“Emin değilim ama sanıyorum yarıya kadar indirmişti. Ah, evet, pencereleri açmak için onları yukarı kaldırdığını şimdi hatırlıyorum. Bastonumu koyduğum yeri bir türlü bulamamıştım ve o da ‘Boş ver oğlum, umarım bundan sonra sık sık görüşeceğiz. Tekrar almaya gelene kadar senin için saklayacağım.’ dedi. Kasa açıkken ve masanın üzeri bir yığın evrakla doluyken onu öylece orada bırakıp gittim. Saat o kadar geç olmuştu ki Blackheath’e dönemeyeceğimi anlayarak geceyi Anerley Arms’da geçirmeye karar verdim. Korkunç olayı bu sabah gazetede okuyana kadar hiçbir şeyden haberim olmamıştı.”
“Başka sormak istediğin bir şey var mı Bay Holmes?” dedi Lestrade. Bu olağanüstü açıklamayı dinlerken onun bile merakla kaşlarını kaldırdığını görmüştüm.
“Blackheath’i araştırana kadar hayır, soracak bir şeyim yok.”
“Norwood demek istedin galiba.” dedi Lestrade.
“Ah, evet, şüphesiz onu demek istemişimdir.” dedi Holmes gizemli gülümsemesiyle. Lestrade’in bundan önce defalarca tecrübe etmiş olduğu bir şey varsa o da bu keskin zekânın, kendisinin göremediği şeylere nüfuz ettiği gerçeğiydi. Arkadaşıma merakla baktığını fark ettim.
“Sanıyorum seninle konuşmam gerekiyor Holmes.” dedi, “Bakın, Bay McFarlane, iki polisim kapıda duruyor ve aşağıda da dört tekerlekli bizi bekliyor.” Perişan olmuş genç adam ayağa kalktı ve odadan çıkmadan önce son bir defa yalvaran gözlerle bize baktı. Polis memurları ona arabaya kadar eşlik ederken, Lestrade geride kalmıştı.
Holmes vasiyetin taslağını eline almış, büyük bir ilgiyle incelemeye başlamıştı bile.
“Bu evraklarla ilgili bazı tuhaf noktalar var Lestrade, öyle değil mi?” dedi ona uzatarak.
Müfettiş kâğıtları şaşırmış bir ifadeyle inceledi.
“İlk birkaç satırını, ikinci sayfanın ortasındakileri ve sondan bir iki cümleyi rahat okuyabiliyorum. Bunlar bayağı okunaklı.” dedi, “Ama aradaki yazılar çok kötü, hatta en az üç yerini hiç okuyamıyorum…”
“Buna ne diyorsun?” dedi Holmes.
“Esas sen ne diyorsun?”
“Trende yazılmışlar. Okunaklı yerler istasyonları, kötü yazılanlar hareket hâlini, hiç okunamayanlar da bazı sarsıntılı yerleri gösteriyor. Bir uzman bunun bir banliyö hattında yazıldığını hemen anlayabilir; çünkü büyük şehirler dışında başka hiçbir yerde bu denli sıklıkta istasyon bulunmaz. Bütün yolculuk boyunca bu vasiyet üzerinde uğraştığını kabul edersek trenin bir ekspres olduğu ve Norwood ile London Bridge arasında sadece bir yerde durduğu sonucunu çıkarabiliriz.”
Lestrade gülmeye başladı.
“Senin teorilerini anlamam için çok daha gelişmiş bir zekâya sahip olmam gerek Bay Holmes.” dedi, “Bunun davayla ne ilgisi var?”
“Bir yere kadar genç adamın hikâyesini destekliyor da ondan. En azından Jonas Oldacre’nın vasiyetini dünkü yolculuğu sırasında hazırladığını biliyoruz. Bu kadar önemli bir evrakı böyle gelişigüzel bir şekilde hazırlaması merak uyandırıyor aslında, değil mi? Fazla önemli olacağını ummadığını getiriyor akla. Eğer bir insan kendisi için önemli bir vasiyetname hazırlayacaksa ona göre davranmaz mı?”
“Ama aynı zamanda kendi ölüm fermanını da hazırlamış oldu.” dedi Lestrade.
“Öyle mi dersin?”
“Sence?”
“Mümkün olabilir ama emin olabilmek için davayı yeterince aydınlatmamız gerekiyor.”
“Aydınlatamadık mı? Eğer aydınlanmadı diyorsan sana söyleyecek sözüm yok. Olayda genç bir adam var ve birdenbire, eğer yaşlı bir insan ölürse onun büyük servetine konacağını öğreniyor. Bunun üzerine ne yapıyor? Hiç kimseye bu konudan bahsetmiyor. Ama bir bahane uydurarak o gece müşterisini görmeye gidiyor. Evin içinde bulunan diğer kişinin yatmasını bekliyor ve sonra da adamcağızı odasında yalnız yakalayarak öldürüyor, kereste yığınında cesedi yakıyor ve o bölgede bulunan herhangi bir otele gidiyor. Odadaki ve bastondaki kan lekeleri oldukça silik. İşlediği cinayetin kansız olduğunu ve cesedi, kullandığı yöntem sayesinde hiçbir iz bırakmadan ortadan kaldırabileceğini düşünmüş olması mümkün. Bütün bunlar açık değil mi?”
“Bana öyle geliyor ki sevgili Lestrade, her şey biraz fazla açık oldu.” dedi Holmes, “Bu muhteşem özelliklerine hiç hayal gücü katmıyorsun. Eğer kendini bu genç adamın yerine bir an için koysaydın cinayeti işlemek için vasiyetin hazırlandığı geceden sonraki geceyi mi seçerdin? İki olay arasında çok güçlü bağlar bulunması tehlikeli olmaz mıydı sence de? Ayrıca seni içeri alan hizmetçinin gördüğünü bile bile cinayet için o geceyi mi seçerdin? Ve son olarak, cesedi saklamak için büyük çabalar harcarken suçlunun sen olduğunu belli edecek olan bastonunu bilerek orada bırakır mıydın? İtiraf et, Lestrade, olayların bu şekilde gelişmesi imkânsız!”
“Bastona gelirsek Bay Holmes, sen de en az benim kadar biliyorsun ki serinkanlı bir adamın kaçınacağı durumlarda, bir suçlu, telaşa kapılıp her şeyi yapabilir. Herhâlde tekrar odaya dönmekten korkmuştur. Bana, delillere uyacak başka bir teori söyleyebilir misin?”
“Sana en az yarım düzine sayabilirim.” dedi Holmes, “Örneğin sana olma ihtimali yüksek bir tanesini söyleyeceğim. Bunu sana hediye ediyorum. Yaşlı adam değeri yüksek olan birtakım evraklar gösteriyor. Oradan geçen bir serseri yarıya kadar açılmış perdelerin arasından bunları görüyor. Avukat oradan ayrılıyor ve serseri içeri giriyor! Orada gözüne çarpan bir bastonu alıyor, Oldacre’yı öldürüyor ve sonra da cesedi yaktıktan sonra oradan kaçıyor.”
“Serseri niye cesedi yaksın ki?”
“Aynı şekilde McFarlane niye yaksın?”
“Delilleri saklamak için.”
“Belki serseri de bir cinayetin işlendiğini örtbas etmek istemiştir.”
“Serseri niye hiçbir şey çalmadı?”
“Çünkü bulduğu tek şey, önemini anlayamadığı bazı belgeler.”
Lestrade başını olumsuz anlama gelecek şekilde salladı; ama o anki ifadesi, önceki kadar emin olmadığını ele veriyordu.
“Eh, Bay Sherlock Holmes, sen serserini arayabilirsin ve onu bulana kadar biz adamımızı bırakmayacağız. Neyin doğru olduğunu ileride göreceğiz. Şu noktaya dikkat edin, Bay Holmes; bildiğim kadarıyla evrakların hiçbiri alınmamış ve tutuklumuz, onları çalmak için sebebi olmayan tek adamdır; çünkü ne de olsa hukuken bütün o malın mülkün tek vârisidir ve eninde sonunda onlara sahip olacak.”
Arkadaşım bu sözler karşısında şaşırmışa benziyordu.
“Elimizdeki delillerin senin teorinin lehinde olduğunu inkâr etmiyorum.” dedi, “Ben sadece başka teorilerin de bulunduğunu anlatmaya çalışıyorum. Dediğin gibi ileride her şey ortaya dökülecektir. İyi sabahlar! Günün ilerleyen saatlerinde mutlaka Norwood’a uğrayıp nasıl bir ilerleme kaydettiğinizi görmeye geleceğim.”
Müfettiş yanımızdan ayrıldığında arkadaşım ayağa kalkıp tetikte bir adam havasıyla, kendisini bekleyen hoş bir görevi varmış gibi günün hazırlıklarına başladı.
“İlk yapacağım şey Watson…” dedi paltosunu giyerken, “Daha önce de dediğim gibi Blackheath’e gitmek olacak.”
“Neden Norwood’a gitmiyorsun?”
“Çünkü bu vakada ilginç olaylar birbirini takip ediyor. Polis, suç içerdiği için dikkatini bu ikinci olaya vermiş durumda; ama bana kalırsa bu vakaya yaklaşmanın en iyi yolu önce ilk olayı aydınlığa kavuşturmak; yani alelacele hazırlanan garip vasiyetname ve beklenmeyen mirasçı… Bu durum ardından gelişen olaylara ışık tutacaktır. Bu arada sevgili dostum, bana yardımının dokunacağını sanmıyorum. Tehlikeli bir durum söz konusu değil; yoksa hayatta sensiz gitmezdim. Bu gece seni tekrar gördüğümde, benden yardım isteyen bu talihsiz genç için bir şeyler yaptığımın müjdesiyle geleceğime eminim.”
Arkadaşım döndüğünde çok geç olmuştu ve onun yorgun, hevesli yüzüne baktığımda yüksek ümitlerle başladığı yolculuğunun istediği gibi gitmediğini anladım. Karmakarışık olmuş duygularını rahatlatmak amacıyla bir saat kadar kemanını çaldı. En sonunda enstrümanı bir kenara bırakarak şanssız geçen gününün ayrıntılarını bana anlatmaya başladı:
“Her şey yanlış gidiyor Watson, olabildiğince yanlış… Lestrade’in karşısında her ne kadar cesur kalmaya çalışsam da ilk defa onun doğru ve bizim de yanlış izin peşinde olduğumuzu gördüm. İçgüdülerim beni bir yöne çekiyor ama gerçekler aslında diğer yönde ve korkarım İngiliz mahkemeleri, Lestrade’in delilleri karşısında benim teorilerime inanacak kadar keskin bir zekâya sahip değil henüz.”
“Blackheath’e gittin mi?”
“Evet Watson, gittim ve merhum Oldacre’nın aslında alçağın teki olduğunu hemen öğrendim. Annesi evdeydi; ufak tefek, tombul, mavi gözlü olan bu bayan, korku ve öfke içindeydi. Tabii, oğlunun suçlu olduğunu asla kabul etmedi. Ancak Oldacre’nın kaderi hakkında ne şaşkınlığını ne de pişmanlığını belirtti. Aksine ondan o kadar nefretle bahsetti ki polis için davayı güçlendirdiğinin farkında bile değildi; çünkü oğlu bu konuşmalarını önceden duymuş olsa Oldacre’ya karşı büyük bir nefret besleyeceği açıktı. ‘O, insan olmaktan çok, uğursuz ve kurnaz bir maymun gibiydi.’ dedi, ‘Zaten gençliğinden beri böyle biriydi.’
‘Onu bir zamanlar tanıyor muydunuz?’ diye sordum.
‘Evet, hem de çok iyi tanıyordum, o taliplerimden biriydi. Tanrı’ya şükür ondan uzaklaşarak belki daha fakir ama daha iyi biriyle evlendim. Onunla nişanlıyken Bay Holmes, onun bir kuşluğa bir kediyi nasıl bıraktığının şok edici hikâyesini duyduğumda zalimliği karşısında o kadar korkmuştum ki onunla bir daha görüşmeme kararı aldım.’ Bir çekmeceyi karıştırdıktan sonra yüzü kesilip çıkarılmış, her tarafı deşilip biçilmiş bir fotoğraf çıkarıp bana gösterdi. ‘Bu benim fotoğrafım.’ dedi. ‘Bu fotoğrafı, beddualarıyla birlikte düğün günümde göndermişti.’
‘Ah!’ dedim, ‘Bütün malını oğlunuza bırakarak sizi affettiğini gösteriyor.’
‘Ne ben ne de oğlum, onun ölüsünden ya da dirisinden bir şey istemiyoruz!’ diye bağırdı kendi ruh hâline yakışır bir biçimde, ‘Cennette bir Tanrı var, Bay Holmes ve o günahkâr adama cezasını veren o Tanrı, aynı şekilde zamanı gelince oğlumun onun kanını akıtmakta suçsuz olduğunu gösterecektir.’
Her neyse bir iki ipucunun peşinden gittim ama hipotezimi destekleyecek bir şey bulamadım, hatta aleyhinde olacak birkaç nokta vardı. En sonunda vazgeçip Norwood’a gitmeye karar verdim.
Deep Dene Malikânesi denilen yer, kendi toprakları içerisinde inşa edilmiş, parlak tuğlalardan yapılma büyük bir villadır ve hemen önündeki bahçesi defne ağaçlarıyla doludur. Yolun sağında ve biraz uzağında yangının meydana geldiği kereste deposu bulunmaktadır. Bak, defterimin bir sayfasına kaba hatlarıyla planını çizdim. Sol taraftaki bu pencere, Oldacre’nın odasına açılıyor. Yoldan baktığında içerisi gözüküyor, anlarsın ya… Bugünkü tek avuntum da bu bilgi oldu zaten. Lestrade orada değildi, onun yerine baş memuru şeref vermişti binaya. Tam da büyük bir hazine bulmuşlardı. Bütün sabahı yanmış odun yığınların arasında bulunan külleri eşeleyerek geçirmişler ve kömürleşmiş organik artıkların yanı sıra, birkaç tane erimiş metal disk bulmuşlar. Onları dikkatle incelediğimde pantolon düğmesi oldukları kanaatine vardım. Bir tanesinin üzerinde ‘Hyams’ adının yazılı olduğunu fark ettim, o da Oldacre’nın terzisinin ismiymiş. Sonra bir işaret ya da iz bulmak amacıyla bahçenin içinde gezindim; ama yaşadığımız bu kuraklık her şeyi demir gibi kaskatı yapmıştı. Çitlerle çevrili çalılıkların arasında bir cesedin ya da çuvalın odun yığınına doğru sürüklendiğini gösteren izlerin dışında pek bir şey bulamadım. Bu da durumun, resmî görevlilerin teorisiyle uyum içinde olduğunu gösteriyordu. Sırtımda ağustos güneşiyle bahçede emekleyerek dolaştım; ama bir saatin sonunda, öncesinden daha bilgili bir adam olarak kalkmadım ayağa.
Bu fiyaskodan sonra yatak odasına giderek orayı da inceledim. Çok hafif kan izleri vardı lekeler hâlinde ve rengi solmuştu; ama şüphesiz tazeydi. Bastonu kaldırmışlardı ama onda da belirsiz izler vardı. Bu bastonun müşterimize ait olduğunu biliyoruz. Zaten bunu itiraf etti. Halıda iki adamın ayak izleri vardı; ama üçüncü bir kişinin yoktu. Bu da karşı tarafın bizi yine faka bastırdığını gösteriyor. Onlar sürekli puan kazanıyor ve biz de olduğumuz yerde sayıyoruz.
Bir ara ufak bir umut ışığı yakalamıştım ama bu da pek bir işe yaramadı. Kasada bulunanları inceledim, çoğu çıkarılmış ve masaya yayılmıştı. Evraklar, bir iki tanesi polis tarafından açılmış, kapalı zarflar hâlindeydi. Anladığım kadarıyla çok değerli görünmüyorlardı, hatta banka defterinden Bay Oldacre’nın sandığımız kadar hâli vakti yerinde biri olmadığını görebiliyorduk. Ancak bence bütün evraklar orada değildi. Başka tapuların olduğuna dair işaretler vardı, herhâlde onlar daha değerliydiler; ama onları bulamadım. Bu da tabii eğer kanıtlayabilirsek Lestrade’in teorisini çürütecekti; çünkü bir insan neden miras yoluyla devralacağı malı çalsın ki?
En sonunda her şeyi araştırıp bir ipucu bulamadıktan sonra hizmetçiyle -adı Bayan Lexington- konuşarak şansımı denemek istedim. Bayan Lexington adlı bu ufak tefek, sessiz kadının karanlık ve şüpheci gözleri vardı. Eminim istese bana bir şeyler anlatabilirdi; ancak ağzından tek kelime alamadım. Evet, Bay McFarlane’i içeri aldığını söylüyor. ‘Elim kırılsaydı da o kapıyı açmasaydım.’ diyor. O gece on buçukta yatağa gitmiş. Odası evin en uzak köşesinde olduğu için olanları duymamış. Bay McFarlane, şapkasını ve yanılmıyorsa bastonunu da holde bırakmış. Sonra yangın alarmı verilene kadar nelerin olduğunu bilmiyor. Zavallı, sevgili patronu kesinlikle cinayete kurban gitmişti. Düşmanları var mıydı? Eh, her adamın mutlaka düşmanı vardır ama Bay Oldacre o kadar içine kapanık biriymiş ki insanlarla sadece iş nedeniyle görüşüyormuş. Düğmeleri görmüş ve dün gece giydiği kıyafetlere ait olduklarından kesinlikle emin. Kereste yığını çok kuruydu çünkü bir aydır yağmur yağmamıştı. Kav gibi yanmıştı ve kendisi olay yerine gelene kadar alevler dışında bir şey görememiş. O ve itfaiyeciler yangından gelen yanık beden kokusunu alabiliyorlarmış. Hizmetçinin ne evraklar ne de Bay Oldacre’nın özel meselelerinden haberi varmış.
Evet, sevgili Watson, bu da benim başarısızlığımın raporudur ama…” dedi yumruklarını büyük bir inançla sıkarak, “Bu işte bir yanlışlık olduğuna eminim. Bunu iliklerime kadar hissediyorum. Ortaya çıkmamış bir şey var ve kâhya bunu biliyor. Gözlerinde, sadece suçluluk hissiyle birlikte görülen karanlık bir inkâr vardı. Neyse, daha fazla konuşmanın anlamı yok Watson. Eğer kader karşımıza talihli bir gelişme çıkarmazsa korkarım Norwood vakası, başarı hikâyelerimiz arasındaki yerini alamayacak.”
“Adamın dış görünüşünün jüriyi etkileyeceğinden eminim.” dedim.
“Bu tehlikeli bir iddia, sevgili Watson. 1887’de son anda yakaladığımız o korkunç katili, Bert Stevens’ı hatırlıyor musun? Bu kadar yumuşak huylu, her pazar kiliseye giden genç bir adamdan bunu bekler miydin?”
“Haklısın.”
“Alternatif bir teori üretmeyi başaramazsak bu adamı kaybederiz. Aleyhine sunulacak dosyada en ufak bir hata bulmak imkânsız görünüyor, ayrıca yapılan her soruşturma bu iddiaları destekler nitelikte. Bu arada yine de o evraklar hakkında ilgi çekici bir şey var ki araştırmamızın başlangıç noktası olarak görülebilir. Banka cüzdanını incelerken düşük miktarda bulunan bakiyesinin sebebinin, geçen sene Bay Cornelius adlı bir beye yüksek miktarda çekler yazması olduğunu fark ettim. Bu Bay Cornelius’un, emekli bir müteahhitle neden bu kadar büyük bir para alışverişinde bulunduğunu öğrenmek istediğimi itiraf etmeliyim. Bu olayda onun da parmağı olabilir mi? Belki Cornelius bir simsardı. Ama bu büyük ödemeleri kanıtlayacak bir makbuza rastlamadık. Elimde başka bulgular yok ama araştırmalarımı, bankaya gidip bu çekleri bozduran beyefendi hakkında bilgiler edinerek devam ettirmeliyim. Ancak korkarım ki sevgili arkadaşım, davamız utanç verici bir şekilde son bulacak ve Lestrade bu adamı asarak Scotland Yard’a bir zafer daha kazandıracak.”
Sherlock Holmes’un o gece ne kadar uyuduğunu bilemiyorum ama sabah kahvaltısına indiğimde onun çok solgun ve bezgin olduğunu gördüm. Etrafındaki koyu halkalara rağmen gözleri, her zamankinden daha parlaktı. Koltuğunun çevresindeki halı, sigara izmaritleri ve sabah gazeteleriyle doluydu. Masanın üzerinde açılmış bir telgraf duruyordu.
“Buna ne diyorsun, Watson?” dedi bana doğru uzatarak.
Norwood’dan geliyordu ve şöyle yazıyordu:

Önemli taze delillere ulaştık. McFarlane’in suçlu olduğu kesinleşti. Bu davayı bırakmanı tavsiye ediyorum.
Lestrade
“Bu çok ciddi.” dedim.
“Lestrade’nin zafer çığlıklarından biri.” dedi Holmes acı acı gülümseyerek, “Ama bence vakayı bırakmak için yine de erken. Sonuçta taze deliller iki ucu keskin bir bıçak gibidir ve Lestrade’in tahmin ettiğinden farklı bir yere saplanabilir. Kahvaltını yap Watson, sonra da birlikte çıkıp neler yapabileceğimize bir bakalım. Bugün senin arkadaşlığına ve manevi desteğine ihtiyacımın olacağını düşünüyorum.”
Arkadaşım kahvaltı yapmamıştı; çok meşgul olduğu zamanlarda kendisine yemek yeme izni vermemesi ilginç özelliklerinden biriydi. Hatta demir gibi güçlü olmasına rağmen yetersiz beslenmekten bir kere bayıldığını hatırlıyorum. “Şu anda yemek ve sindirim için enerji harcayacak durumda değilim.” derdi benim tıbbi uyarılarıma karşılık olarak. Bu nedenle o, sabah kahvaltısına dokunmadan benimle Norwood’a gitmek için hazırlandığında hiç şaşırmamıştım. Trajedi haberlerine ilgi duyan bir grup hâlâ Deep Dene Malikânesi’nin önünde geziniyordu. Benim tam hayal ettiğim gibi bir villaydı. Lestrade bizi kapıda karşıladığında yüzünde muzaffer bir ifade vardı.
“Eh, Bay Holmes, bizim hatalı olduğumuzu kanıtlayabildin mi? Serseriyi bulabildin mi?” diye bağırdı.
“Hiçbir sonuca varamadım.” diye cevap verdi arkadaşım.
“Ama biz dün bu davayı sonuca bağladık ve gerçekliğini de kanıtladık. Bu sefer senin biraz önünde gittiğimizi kabul etmen lazım Holmes.”
“Olağanüstü bir şey olmuş gibi davranıyorsun.” dedi Holmes.
Lestrade yüksek sesle kahkaha attı.
“Sen de en az bizim kadar yenilmek istemiyorsun!” dedi, “Bir insan olayların her zaman kendi istediği gibi gelişmesini beklememeli değil mi, Dr. Watson? Böyle buyurun lütfen beyler ve John McFarlane’in bu suçu işlediğini son defa size kanıtlamama izin verin.”
Koridordan geçerek bizi arka tarafta bulunan karanlık bir hole götürdü.
“Suçu işledikten sonra genç McFarlane, şapkasını almak üzere buraya gelmiş olmalı.” dedi, “Şimdi şuna bir bakın.” Çok etkileyici bir hızla kibriti çaktı ve onun ışığı, badanalı duvardaki kan lekesi ile karşı karşıya bıraktı bizi. Kibriti yaklaştırdıkça bunun kan lekesinden farklı bir şey olduğunu fark ettim. Bu bir başparmağın iziydi.
“Ona büyütecinle daha yakından bak, Bay Holmes.”
“Evet, öyle yapacağım.”
“Başparmak izlerinin herkeste farklı olduğunu biliyorsundur, değil mi?”
“Öyle bir şeyler duymuştum.”
“O zaman oradaki izle, bu sabah emrimle hazırlanan genç Bay McFarlane’in sağ başparmağının bal mumu izini bir zahmet karşılaştırır mısın?”
Bal mumu izi, kan lekesine yaklaştırdığında her ikisinin de kesinlikle aynı başparmak olduğunu görmek için büyütece gerek bile yoktu. Bizim talihsiz müşterimizin davayı kaybettiğini o an anlamıştım.
“Bu iş bitti.” dedi Lestrade.
“Evet, bu iş bitti.” diye tekrarladım isteksizce.
“Bitti.” dedi Holmes.
Ses tonu dikkatimi çekmişti ve hemen ona dönüp baktım. Yüzünde çok ilginç bir ifade sezinledim. İçten içe keyiften kıvranıyordu.
Her iki gözü de yıldızlar kadar parlaktı. Bana öyle geliyordu ki gülme krizine kapılmamak için umutsuzca bir çaba harcıyordu.
“Tanrı’m! Tanrı’m!” diyebildi sonunda, “Bunu niye düşünemedik? Dış görünüşler kesinlikle çok aldatıcı olabiliyor! Ne kadar da yakışıklı bir delikanlıydı! Kendi yargılarımıza güvenmemek gerektiğini gösteren bir ders aldık, değil mi Lestrade?”
“Evet, bazılarımız kendilerine biraz fazla güveniyor, Bay Holmes.” dedi Lestrade. Bu adamın aşağılaması sinir bozucuydu; ama yine de katlanmak zorundaydık.
“Bu genç adamın şapkasını raftan almak için sağ başparmağını duvara bastırmış olması ne kadar büyük bir şans! Ayrıca düşünecek olursan çok da doğal bir davranış.” Holmes çok sakin görünüyordu ama konuşurken bütün vücudu, heyecanını bastırmak için kıpırdayıp duruyordu. “Bu arada, Lestrade, bu müthiş buluşu kim yaptı?”
“Kâhya Bayan Lexington gece nöbette olan polis memuruna haber vermiş.”
“Nöbetçi memur neredeydi?”
“Hiçbir şeye dokunulmaması için suçun işlendiği yatak odasında nöbet tutuyordu.”
“Peki polis bu izi neden dün görmedi?”
“Aslında holde dikkatli bir inceleme yapmak için belirli bir sebebimiz yoktu. Zaten gördüğün gibi pek göze çarpan bir yerde değil.”
“Hayır, hayır, tabii ki değil. Herhâlde bu iz dün de oradaydı, değil mi?”
Lestrade, Holmes’a çıldıracakmış gibi göz attı. Neşeli tavrı ve tuhaf gözlemleri beni de oldukça şaşırtmıştı.
“Herhâlde McFarlane’in gecenin bir yarısında hapisten çıkıp kendisine karşı olan delilleri güçlendirmek için buralara geldiğini düşünmüyorsundur!” dedi Lestrade, “Dünyanın her yerindeki uzmanların bu parmak izinin ona ait olduğu kanaatine varacağına eminim.”
“Onun başparmağının izi olduğu şüphe götürmez.”
“İşte bu da yeterli.” dedi Lestrade, “Ben pratik bir adamım Bay Holmes ve delilleri elde edince hemen sonuçlara bakarım. Eğer söylemek istediğin bir şey varsa ben oturma odasında raporumu yazıyor olacağım.”
Holmes sakinliğini geri kazanmıştı; ama yüz ifadesindeki muzipliğin parıltılarını hâlâ görebiliyordum.
“Tanrı’m, bu çok üzücü bir gelişme, değil mi Watson?” dedi, “Ama çok ilginç noktalar müşterimiz için hâlâ bir ümit kaynağı olabilir.”
“Bunu duyduğuma çok memnun oldum.” dedim içtenlikle, “Onun için her şeyin bittiğini düşünmeye başlamıştım.”
“Bunu söyleyecek kadar ileri gitmezdim, sevgili Watson. Arkadaşımızın çok önem verdiği bu delilde aslında çok ciddi bir kusur olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.”
“Gerçekten mi Holmes? Nedir o?”
“Sadece dün, o holü incelerken o izin orada olmadığından çok eminim. Şimdi Watson, biraz çıkıp güneşte dolaşalım.”
Kafam karışmıştı; ama kalbim yavaş yavaş umut kırıntılarıyla doluyorken arkadaşıma bahçedeki yürüyüşünde eşlik ettim. Holmes evin her karışını büyük bir ilgiyle inceledi. Sonra içeri girerek bodrum katından çatıya kadar bütün binayı tetkik etti. Odaların çoğu eşyasız olmasına rağmen onları da inceden inceye kontrol etti. En sonunda, üç odası bomboş olan en üst kattaki koridora geldiğinde tekrar gülme krizine tutuldu.
“Bu davanın gerçekten olağanüstü özellikleri var Watson.” dedi, “Artık Lestrade’e sırrımızı açıklama zamanının geldiğini düşünüyorum. Önce sevinen o olmuştu ama eğer bu problemi doğru çözmüşsem biz de onun karşısında biraz eğlenebiliriz. Evet, evet, bu duruma nasıl yaklaşacağımızı çok iyi biliyorum.”
Holmes içeri girdiğinde Scotland Yard’ın müfettişi hâlâ oturma odasında raporunu hazırlıyordu.
“Bu davanın raporunu hazırlıyorsun sanıyorum.” dedi.
“Evet öyle.”
“Biraz fazla aceleci davrandığını düşünmüyor musun? Delillerin yeterli olduğunu sanmıyorum.”
Lestrade sözlerini hiçe saymayacak kadar iyi tanıyordu arkadaşımı. Kalemini bırakıp ona merakla baktı.
“Ne demek istiyorsun, Bay Holmes?”
“Sadece henüz görüşmediğin önemli bir tanığın olduğunu söylemek istiyorum.”
“Onu bulabilir misin?”
“Galiba.”
“O zaman bul.”
“Elimden geleni yapacağım. Kaç tane polis memuru var yanında?”
“Çağırdığımda en az üç tanesi gelir.”
“Mükemmel!” dedi Holmes, “Hepsi iri yarı, güçlü kuvvetli ve yüksek sesle bağırabilecek durumdalar mı?”
“Şüphesiz öyledirler ama yüksek sesle bağırabilmelerinin bu işle ne ilgisi var?”
“Biraz sonra onun nedenini, hatta başka şeyleri de anlayacaksın.” dedi Holmes, “Lütfen adamlarını çağırabilir misin? Ben de gerekeni yapmaya çalışacağım.”
Beş dakika sonra üç tane polis memuru holde toplanmıştı.
“Ek binada oldukça yüklü miktarda saman bulacaksınız.” dedi Holmes, “İki yığını içeri getirmenizi isteyeceğim. İhtiyacım olan tanığı çağırmak için bunun çok faydası olacak. Çok teşekkür ederim.
Senin cebinde kibrit olduğunu sanıyorum Watson. Evet, Bay Lestrade, hepinizden bana en üst kata kadar eşlik etmenizi isteyeceğim.”
Dediğim gibi çok geniş bir koridordu ve üç tane boş yatak odası vardı. Koridorun sonuna geldiğimizde Sherlock Holmes hepimizi sıraya dizdi, polis memurları gülümsüyor ve Lestrade, arkadaşıma, peş peşe şaşkınlık, beklenti ve küçümseme dolu ifadelerle gözünü dikmiş bakıyordu. Holmes önümüzde numara yapmak üzere olan bir sihirbaz havasıyla dikiliyordu.
“Zahmet olmazsa memurlarından birini, iki kova su getirmesi için gönderebilir misin? Samanı duvarlara değdirmeden şuradaki zemine bırakın. Sanıyorum artık hepimiz hazırız.”
Lestrade’in yüzü kıpkırmızı kesilmişti ve sinirlenmeye başlamıştı. “Bizimle oyun oynayıp oynamadığınızı bilemiyorum Bay Sherlock Holmes.” dedi, “Eğer bir şey biliyorsanız tüm bu maskaralığa gerek kalmadan anlatabileceğinize inanıyorum.”
“Yaptığım her şey için çok iyi bir nedenim olduğuna seni temin ederim sevgili Lestrade. Birkaç saat önce güneş senin tarafında olduğunda bana takılmadan edemediğini hatırlayacaksın, bu nedenle benden biraz şatafatı ve merasimi esirgemeyeceğini umuyorum. Senden rica etsem Watson, oradaki pencereyi açıp samanın ucuna bir kibrit çakabilir misin?”
Dediğini yapınca, içeri giren havayla birlikte, çıtırdayıp yanmaya başlayan samanlardan gri bir duman yükselip koridora yayıldı.
“Bakalım bu şahidi senin için ortaya çıkartabilecek miyiz Lestrade. Hep beraber ‘Yangın var!’ diye bağırmanızı rica etsem. Haydi bakalım, bir iki üç…”
“Yangın var!” diye bağırdık hep birlikte.
“Teşekkür ederim. Bir kere daha.”
“Yangın var!”
“Bir daha beyler. Hep birlikte!”
“Yangın var!” Bağırışımız bütün Norwood’u çınlatmış olmalıydı.
Sesimiz yavaş yavaş kesilmek üzereyken çok şaşırtıcı bir şey oldu. Koridorun sonundaki çok sağlam gibi duran duvarda aniden bir kapı açıldı; ufak tefek, yaşlı bir adam sığınağından çıkan bir tavşan gibi dışarı fırlayıverdi.
“Mükemmel!” dedi Holmes sakince, “Watson, samanın üzerine bir kova su atabilir misin? Bu kadarı yeterli! Lestrade, seni en önemli kayıp tanığımızla tanıştırayım, Bay Jonas Oldacre!”
Dedektif tam bir şaşkınlık içinde adama gözlerini dikip bakakaldı. Adam koridorun parlak ışığında gözlerini kırpıştırıyor ve bir bize bir de için için yanan ateşe bakıyordu. İğrenç bir yüzü vardı; kurnaz, zalim, kötü niyetli… Beyaz kirpikleri ve açık gri renk gözleriyle pişkin pişkin bize bakıyordu.
“Neler oluyor?” dedi Lestrade en sonunda, “Bunca zamandır neyin peşindeydiniz?”
Oldacre yüzü kıpkırmızı olmuş müfettişin öfkeli bakışlarından kurtulmak için zorlama bir kahkaha attı.
“Kimseye zararım dokunmadı benim.”
“Zararınız dokunmadı mı? Masum bir adamın asılması için elinizden geleni yaptınız, daha ne olsun? Buradaki beyler olmasaydı eminim başarılı olurdunuz.”
Sefil adam sızlanmaya başladı.
“Eminim öyledir, efendim ama sadece bir eşek şakası yapmıştım.”
“Ah! Bir şakaydı, öyle mi? Sizi temin ederim ki buna pek fazla gülemeyeceksiniz. Onu aşağı götürüp ben gelene kadar oturma odasında tutun!”
“Bay Holmes…” dedi herkes dışarı çıktığında, “Polis memurlarının yanında konuşamazdım ama Dr. Watson’ın yanında şunu söylemekten çekinmiyorum: Yaptıkların her ne kadar benim için muamma olarak kalsa da şimdiye kadar giriştiğin vakalar arasında en iyisini çıkardın. Masum bir genç adamın hayatını kurtardın ve bizim merkezde benim şanımın mahvolmasına sebep olabilecek büyük bir skandala engel oldun.”
“Mahvolmuşluğun aksine sevgili bayım, şanının daha da artmış olacağını göreceksin. Hazırladığın raporda bir iki düzenleme yaptıktan sonra Müfettiş Lestrade’e çamur atmanın ne kadar zor olduğunu görecekler.”
“Adından söz edilmesini istemiyor musun?”
“Kesinlikle hayır. Bu işin bu şekilde bitmesi zaten benim için yeterli bir ödül. Belki ileride, bu şevkli tarihçimin olanları kâğıda dökmesine izin verdiğim gün gereken övgüyü alırım, değil mi Watson? Hadi o zaman bu farenin nerede pusuya yattığına bir bakalım.”
Bağdadi kaplamalı ince bir duvar, koridorun sonunda altı fit kadar uzanıyordu ve içinde bayağı kurnazca hazırlanmış gizli bir kapı vardı. Odacık, saçağa açılmış küçük delikler vasıtasıyla dışarıdan aydınlatılıyordu. Birkaç parça eşya, yiyecek ve su dışında kitaplar ile gazeteler vardı.
“İnşaatçı olmanın avantajlarını görebiliriz.” dedi Holmes dışarı çıkarken, “Kimseden yardım almadan gizli yerini kolayca hazırlamış. Yalnız o değerli hizmetçisi ona yardım etti ve onu da suçlular kervanına katarsan iyi edersin Lestrade.”
“Tavsiyelerine uyacağım ama bu yerin varlığından nasıl haberdar oldun Holmes?”
“Bu adamın evin bir yerinde saklandığından emindim. Üst koridorda yürürken oranın, alt koridordan altı adım daha kısa olduğunu anlayınca adamımızın nerede olduğunu anladım. Bir yangın alarmı verilirse sessiz kalabilecek kadar sinirlerine hâkim biri olmadığını düşündüm. Elbette içeri girip onu yakalayabilirdik ama kendi kendini ele vermesi fikri hoşuma gitmişti. Ayrıca senin bu sabahki sohbetinden sonra sana biraz gizem borcum olduğunu düşündüm, Lestrade.”
“Eh, o konuda gerçekten berabere kaldık. Ama evin içinde olduğunu nereden anladın?”
“Başparmağının izinden Lestrade. Bu işin bittiğini söylemiştin, aslında evet bitmişti ama başka bir açıdan. Bir önceki gün duvarda o izin olmadığını çok iyi biliyordum. Fark ettiysen ayrıntılara çok dikkat ederim ve oradaki holü incelediğimde duvarda hiçbir şeyin olmadığını çok iyi hatırlıyorum. Bu nedenle bu iz, gece yapılmış olmalıydı.”
“Ama nasıl?”
“Çok basit. Kâğıt paketleri mühürlenirken Jonas Oldacre, McFarlane’in, parmağıyla yumuşak bal mumuna bastırmasını sağladı. Bu o kadar çabuk ve doğal gerçekleşmiştir ki genç adamın bile hatırladığından şüpheliyim. Olanlar normaldi ve Oldacre’nın bunu hangi amaçla kullanacağını o an düşündüğünü sanmıyorum. Sığınağındayken bu dava hakkında düşüncelere daldığında McFarlane’in başparmağının izini kullanarak ona karşı çok ezici bir delil elde edebileceği geldi aklına birdenbire. Bundan sonra mühürden bal mumu bir kalıp çıkarıp bu kalıbı iğneyle deldiği parmağından gelen biraz kanla ıslatmak ve gece yarısında da izi, kendisi ya da hizmetçisinin yardımıyla duvara çıkarmak zor değildi. İnzivaya çekildiğinde yanına aldığı evrakları incelersen bahse girerim ki üzerinde başparmak izi olan mührü bulabilirsin.”
“Harika!” dedi Lestrade, “Harika! Senin anlatmanla her şey açığa çıktı. Ama herkesi böyle kandırmaktaki amacı neydi, Bay Holmes?”
Dedektifin otoriter tavırlarının, birdenbire küçük bir çocuğun öğretmenine soru soruyormuş gibi değişmesi beni oldukça eğlendirmişti doğrusu.
“Ah, bunun açıklaması hiç de zor değil. Aşağıda bizi bekleyen adam kötü niyetli ve kindar bir insandır. Bir zamanlar McFarlane’in annesi tarafından reddedildiğini biliyor muydunuz? Bilmiyor muydunuz? Size önce Blackheath’e sonra da Norwood’a gitmenizi söylemiştim. Her neyse, kalbi kırılmıştı bir kere ve bu içine dert olmuştu. O kötü, entrika çevirmeye müsait beyni, hayatı boyunca intikam almak için çalışmış ama o şansı hiç yakalayamamış. Son birkaç yıldır işleri pek yolunda gitmemiş ve zor duruma düşmüş. Borçlularını atlatmak için Bay Cornelius adında birine -ki bunun da aslında farklı isim altında yine kendisi olduğunu tahmin ediyorum- yüklü ödemeler yapmış. Bu ödemelerin izini sürmedim ama Oldacre’nın ara sıra farklı bir kişiliğe bürünerek gittiği bir bankaya yatırıldığına dair hiç şüphem yok. İsmini hepten değiştirip bu parayı çekerek ortadan kaybolmayı ve hayata başka bir yerde yeniden başlamayı planlıyor olmalıydı.”
“Evet, bu oldukça mantıklı bir açıklama.”
“Ortadan kaybolarak alacaklılarının takibinden kurtulacaktı ve ayrıca eski sevgilisinin tek çocuğu tarafından öldürüldüğü intibasını vererek aynı zamanda ondan çok büyük ve ezici bir intikam almış olacaktı. Alçaklığın en büyük mimarı oldu ve bunu büyük bir ustalıkla başardı! Vasiyet fikri -ki bu da suçu işlemek için onu harekete geçirmeye yeterli bir nedendi- ailesinin bile bilmediği gizli buluşmaları, bastonu alıkoyması, kan izleri, hayvan ölüleriyle düğmelerini odun yığınına yerleştirmesi, hepsi takdire şayandı. Birkaç saat öncesine kadar kurtuluşun mümkün olmadığını düşündüğüm bir ağ kurmuştu. Ama onda sanatçıların o üstün sezgisi, nerede duracağını bilme yetisi yoktu. Zaten mükemmel olan bir planı daha da iyileştirmek, talihsiz kurbanının boynundaki ilmeği daha da sıkmak istiyordu; ama gördüğünüz gibi sonunda her şeyi berbat etti. Hadi inelim, Lestrade. Ona bir iki soru sormak istiyorum.”
Zalim yaratık her iki yanında birer polis ile kendi oturma odasında oturuyordu.
“Şaka yapmıştım, sevgili bayım. Sadece bir eşek şakasıydı.” diyerek devamlı vızıldayıp duruyordu, “Sizi temin ederim bayım, ortadan kaybolarak nasıl bir etki yaratacağımı görmek istedim. Zavallı genç Bay McFarlene’e zarar gelmesine izin vereceğimi düşünmüş olacağınızı kesinlikle tahmin etmiyorum.”
“Buna jüri karar verecek.” dedi Lestrade, “Her neyse sizi cinayete teşebbüsten olmasa bile komplo kurmakla itham edeceğiz.”
“Alacaklılarınızın Bay Cornelius’un banka hesabına kanuni yollardan el koyacaklarını da bilmenizde fayda var.” dedi Holmes.
Küçük adam aniden sıçrayarak uğursuz gözlerini arkadaşıma dikip baktı.
“Size teşekkür etmemi gerektiren birçok şey yaptınız.” dedi. “Belki bir gün borçlarımı öderim.”
Holmes keyifle gülümsedi.
“Sanıyorum önümüzdeki birkaç yıl oldukça meşgul olacaksınız.” dedi, “Bu arada eski pantolonlarınızın yanı sıra odun yığınına başka ne koymuştunuz? Ölü bir köpek… Bir tavşan… Neydi peki? Söylemeyecek misiniz? Ah, ne kadar da kötü niyetlisiniz! Her neyse sanıyorum bir iki tane tavşan hem kanı hem de kömürleşmiş külleri açıklayacaktır. Eğer bir gün bu meseleyi yazarsan, Watson, kayıtlarına tavşan olarak geçebilirsin.”

Dans Eden Adamlar
Holmes hiç konuşmadan kimya köşesinde, kötü kokulu bir malzemeyle uğraşıp saatlerce durmuştu. Başı göğsüne düşmüş, ince ve uzun gövdesiyle yaptığı işe kaptırmıştı kendini. Bu hâliyle, soluk gri tüyleri ve ibiği olan tuhaf bir kuşa benziyordu.
“Watson…” diye seslendi birden, “Demek Güney Afrika hisselerine yatırım yapmaya niyetin yok ha, öyle mi?”
Şok olmuştum. Holmes’un ilginç yeteneklerine her ne kadar alışık olsam da bu, düşüncelerimi okuyabilmiş olmasının bir açıklaması olamazdı.
“Bunu nasıl bildin?” diye sordum.
Buharı tüten bir tüpü elinde tutarken taburesinde döndüğünde derinlere dalmış gözlerinde neşeli bir pırıltı gördüm.
“Şimdi Watson, tamamen afalladığını itiraf et!” dedi.
“Öyle oldu.”
“Ama şimdi sana bununla ilgili bir kâğıt imzalatmam gerekir.”
“Neden?”
“Çünkü beş dakika sonra ne kadar da basitmiş diyeceksin de ondan.”
“Öyle bir şey demeyeceğime eminim.”
“Bak, sevgili Watson…” diyerek deney tüpünü rafa dayadı ve sınıfına hitap eden bir profesör gibi ders vermeye başladı: “Her biri diğerini takip eden ve her biri kendi içinde son derece basit olan bir dizi akıl yürütmede bulunmak aslında hiç de zor değil. Tabii eğer sonunda, ortadaki süreci atlayıp insanlara sadece başlangıç ve bitiş noktalarını anlatırsan, gereksiz yere abartılı bir tepkiyle karşılaşman da doğaldır. Bu durumda sol işaret parmağınla başparmağın arasındaki aralığa bakıp, birikimlerini altın madenlerine yatırım için kullanmamaya karar vermiş olduğunu anlamamak çok zor olur.”
“Ben hâlâ bir bağlantı kuramıyorum.”
“Kuramazsın zaten. Ama sana aralarındaki ufak bağlantıyı hemen anlatabilirim. Öncelikle bu basit zincirin kayıp halkalarından bahsedeyim: 1. Dün gece kulüpten eve döndüğünde sol işaret parmağınla başparmağın arasında tebeşir izi vardı. 2. Bilardo oynarken sopayı düzgün tutabilmek için tebeşiri tam oraya sürersin. 3. Thurston’dan başka kimseyle bilardo oynamazsın. 4. Dört hafta önce, Thurston’ın Güney Afrika’daki madenlerin hisselerine sahip olduğunu ve bunu seninle de paylaşmak istediğini söylemiştin. 5. Çek karnen çekmecemde kilitli ve benden anahtarı istemedin. 6. Demek ki paranı yatırmak istemiyorsun.”
“Ne kadar basitmiş!” diye bağırdım.
“Aynen öyle!” dedi biraz imalı bir şekilde, “Bir kere anlatılınca nedense bütün problemler sana çocuk oyuncağı gibi geliyor. Sana açıklamasını henüz yapmadığım bir problem daha var elimde. Bundan ne anlam çıkartacaksın bakalım Watson?” Masanın üzerinde duran bir kâğıt parçasını bana doğru uzatarak tekrar kimyasal analizine döndü.
Kâğıttaki anlamsız şekillere şaşkınlık içinde baktım.
“Ah, Holmes, bunlar çocuk çizimleri gibi!” diye bağırdım.
“Sen öyle san!”
“Başka ne olabilir ki?”
“Norfolk’taki Riding Thorpe Malikânesi’nden Bay Hilton Cubitt de bunu öğrenmeye çok hevesli. Bu ufak bilmece ilk posta servisiyle geldi ve o da bir sonraki tren ile gelecek. Zil çalıyor, Watson. Eğer gelen Bay Hilton değilse çok şaşırırım.”
Merdivenlerde ayak sesleri duyuldu ve hemen arkasından uzun boylu, al yanaklı, sinekkaydı tıraşlı bir beyefendi göründü. Berrak gözleriyle sağlıklı yanakları onun, Baker Caddesi’nin sisli havasından çok uzaklarda yaşadığını gösteriyordu. İçeri girerken doğu sahillerinin güçlü, taze, temiz ve sağlıklı havasını da yanında getirmişti sanki. Her ikimizle de tokalaştıktan sonra tam oturacaktı ki benim inceleyip masaya bıraktığım o tuhaf işaretlerle dolu olan kâğıda gözü ilişti.
“Eh, Bay Holmes, bunlara ne diyorsunuz?” diye sordu, “Sizin ilginç, gizemli olaylarla uğraşmayı sevdiğinizi söylemişlerdi ve sanırım bundan daha tuhafına rastlamanız mümkün değil. Ben gelmeden önce inceleme fırsatınız olsun diye kâğıdı önceden postaya vermiştim.”
“Gerçekten çok ilgimi çekti.” dedi Holmes, “İlk bakışta bir çocuğun elinden çıkmış gibi görünüyor. Çizildikleri sayfa boyunca dans eden bir dizi garip adamdan oluşuyor. Neden böyle gülünç bir şeye bu kadar çok önem veriyorsunuz?”
“Normalde önem vermezdim, Bay Holmes ama eşimi çok etkilemiş durumda. Bu olay onu ölesiye korkutuyor. Hiçbir şey söylemiyor ama gözlerindeki dehşeti okuyabiliyorum. Onun için bu meselede sonuna kadar gidilmesini istiyorum.”
Holmes daha yakından inceleyebilmek için kâğıdı güneşe doğru tuttu. Bir defterden koparılmış bir sayfaydı. Üzerindeki işaretler kurşun kalemle çizilmişti ve şuna benziyordu:


Holmes şekli bir süre inceledikten sonra kâğıdı dikkatle katlayarak cep defterinin arasına yerleştirdi.
“Bu durum oldukça ilginç bir davayla karşı karşıya kaldığımızı gösteriyor.” dedi, “Mektubunuzda birkaç ayrıntıdan söz etmiştiniz zaten Bay Cubitt ama olanları bir kez de arkadaşım Dr. Watson için anlatırsanız size minnettar kalacağım.”
“Ben pek hikâye anlatmayı beceremem.” dedi ziyaretçimiz büyük, güçlü ellerini heyecandan bir kenetleyip bir açarak, “Benim atladığım noktaları siz bana sorabilirsiniz. Anlatmaya, geçen sene evlenmeye karar verdiğim günden başlayacağım. Ancak her şeyden önce şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Zengin bir adam olmasam da atalarım beş asırdır Riding Thorpe’ta yaşıyor ve Norfolk’ta onlardan daha iyi tanınan ikinci bir aile yoktur. Geçen sene yıl dönümü kutlamaları için Londra’ya gelmiştim ve Russell Meydanı’nda bir misafirhanede kalmaya başladım; çünkü bizim kilisenin papazı Bay Parker da aynı yerde kalıyordu. Orada Amerikalı bir genç kız vardı, adı Patrick, Elsie Patrick. Bir şekilde arkadaşlığımız başladı ve bir ayın sonunda ona, hiç kimsenin âşık olamayacağı kadar âşık olmuştum. Bir nikâh dairesinde sessizce evlendik ve Norfolk’a evli bir çift olarak döndük. Bunun çılgınca olduğunu düşünmüşsünüzdür, Bay Holmes. Yani iyi bir aileden gelen bir adamın kızın geçmişiyle ya da ailesiyle ilgili hiçbir bilgisi olmadan gidip bu şekilde evlenmesini yadırgamışsınızdır. Ama onu tanısaydınız neden böyle davrandığımı daha iyi anlardınız.
Bu konuda Elsie açık davranmayı tercih etti. Eğer vazgeçmek istersem bana gereken her türlü imkânı tanımıştı. ‘Hayatımda çok kötü arkadaşlıklarım oldu.’ demişti, ‘Hepsini unutmak istiyorum. Geçmişimden bahsetmek istemiyorum; çünkü bana çok acı veriyor. Eğer benimle evlenirsen Hilton, kişisel olarak kendinden hiçbir şekilde utanç duymayan bir kadın alacaksın. Ama sözüme güvenmelisin ve senin eşin olduğum zamandan önceki yaşantım hakkımda beni konuşturmaya çalışmayacağına dair söz vermelisin. Eğer bu şartlar sana çok ağır geliyorsa o zaman Norfolk’a geri dön ve beni içinde bulduğun yalnız hayatımla tekrar baş başa bırak.’ Bu sözleri evlenmemizden bir gün önce sarf etmişti. Şartlarına razı olduğumu söyledim ve o günden beri sözümü hiç bozmadım.
Her neyse bir yıldır evliyiz ve bu süre zarfında çok mutlu olduk. Ancak yaklaşık bir ay önce, haziranın sonlarında, ilk defa sorunlar yaşamaya başladık. Bir gün eşim Amerika’dan bir mektup aldı. Amerikan pulunu zarfın üzerinde görmüştüm. Bembeyaz kesildi, sonra mektubu okudu ve şöminenin içine fırlattı. Daha sonra bu konudan hiç bahsetmedi ve ben de o bahsi hiç açmadım; çünkü ne de olsa söz vermiştim. Fakat o günden beri asla eski huzuruna kavuşamadı. Yüzünde sürekli bir korku ifadesiyle dolaşıyordu, sanki bir şeyler olacakmış gibi beklenti içindeydi. Bana güvenseydi daha iyi olurdu. Benim onun en yakın arkadaşı olduğumu görecekti. Ama o konuşmaya karar verene kadar ben bir şey yapamazdım. Bu arada Bay Holmes, benim eşim çok açık yürekli bir kadındır. Geçmişinde ne gibi sorunlar yaşamışsa yaşasın eminim onun suçu yoktur. Ben sıradan bir Norfolk’luyum ama İngiltere’de ailesinin onuruna benim kadar önem veren bir başka adam daha yoktur. Bunu hem şimdi hem de benimle evlenmeden önce gayet iyi biliyordu. Asla şerefime leke sürecek bir şey yapmaz, bundan çok eminim.
Her neyse, hikâyemin ilginç yanına geldim nihayet. Yaklaşık bir hafta önce; aslında geçen hafta salı günüydü, o kâğıttaki gibi, tuhaf, ufak, dans eden adam figürlerini pencere kenarında gördüm. Tebeşir ile çizmişlerdi. Onları seyis yamağının çizdiğini düşündüm ama çocuk bu konuda bir şey bilmediğine dair yemin etti. Bir şekilde gecenin bir vakti oraya çizilmişlerdi. Hemen temizlettirdim ve sonra da olanları eşime anlattım. Çok ciddiye aldığını görünce şaşırdım; eğer bir daha öyle bir şey görürsem ona da göstermem için yalvardı. Yaklaşık bir hafta kadar hiç ses seda çıkmadı. Ama dün sabah bu kâğıdı bahçedeki güneş saatinin altında buldum. Bunu Elsie’ye gösterir göstermez hemen bayılıverdi. O andan itibaren sanki yarı uyanıkmış gibi dolaşıyordu. Gözlerinde gizlenmiş korkuyu çok iyi görebiliyorum. İşte bunun üzerine size mektup yazıp o kâğıdı gönderdim Bay Holmes. Bu durumu polise bildiremezdim çünkü bana gülerlerdi. Ama siz benim ne yapabileceğimi söyleyebilirsiniz. Ben zengin bir adam değilim; ancak herhangi bir şey eşimi tehdit ediyorsa bu işi çözmek için son kuruşuna kadar her şeyimi harcamaya hazırım.”
İyi niyetli bir insandı, karşımızda oturan bu köklü İngiliz beyefendisi. Samimi mavi gözleri ve geniş, sağlıklı yüzüyle; basit, dürüst ve kibar bir adamdı. Eşine olan aşkı ve güveni hemen göze çarpıyordu. Holmes onun hikâyesini pürdikkat dinlemişti ve şimdi de oturup sessizce düşüncelere dalmıştı.
“Sizce Bay Cubitt…” dedi en sonunda, “Eşinizi karşınıza alıp ondan sırrını paylaşmasını istemeniz en iyi çıkar yol değil midir?”
Hilton Cubitt koca kafasını salladı.
“Söz sözdür, Bay Holmes. Eğer Elsie bana söylemek isteseydi çoktan söylerdi. Eğer istemiyorsa ben onun güvenini sarsmak niyetinde değilim. Ancak ben, istediğim şekilde bu meseleye yaklaşmakta özgürüm ve gerekeni yapmakta kararlıyım.”
“O zaman size tüm kalbimle yardım edeceğim. Mahallenizde dolaşan yabancılar olduğu hakkında herhangi bir şey duydunuz mu?”
“Hayır.”
“Sanıyorum çok sessiz sakin bir yerde yaşıyorsunuz. Yeni birinin ortaya çıkması hemen dedikoduya sebep olurdu, değil mi?”
“Evin hemen civarında görülse evet. Ancak bizim evden pek uzakta olmayan birkaç tane kaplıcamız vardır. Ayrıca çiftçilerimiz evlerine pansiyonerler alıyorlar.”
“Belli ki bu şekillerin bir anlamı var. Eğer bunlar rastgele seçilmiş resimler ise o zaman bu meseleyi çözmemiz imkânsızlaşır. Ancak diğer taraftan, bu şekiller belli bir sisteme oturtulmuş ise şüphesiz her şeyi en yakın zamanda öğreniriz. Ne var ki elimizdeki bu örnek yeteri kadar uzun olmadığı için şimdilik bir şey yapamam. Üstelik anlattığınız şeyler o kadar belirsiz ki bir araştırmanın başlatılması için gerekli temeli sağlamaya yetmiyor. Benim size önerim, Norfolk’a geri dönmeniz ve etrafı iyice gözetleyerek dans eden adamlar hakkında yeni bir şey ortaya çıkarsa mutlaka bir kopyasını almanızdır. Pencere kenarındaki tebeşir ile çizilmiş olanların bir kopyasının elimizde bulunmaması çok yazık. Mahallenizde yabancıların dolaşıp dolaşmadığı konusunda da gizli bir araştırma yapın. Yeni deliller elde ettiğinizde bana tekrar gelin. Size şimdilik verebileceğim en iyi tavsiye budur Bay Hilton Cubitt. Eğer yeni gelişmeler olursa acilen yanınıza gelip sizi Norfolk’taki evinizde ziyaret etmeye hazır olacağım.”
Bu görüşmeden sonra Sherlock Holmes derin düşüncelere daldı. Sonraki günlerde cep defterinden o kâğıt parçasını çıkarıp incelediğine birkaç defa şahit oldum. Üzerine çizilmiş ilginç figürlere uzun uzun, büyük bir ciddiyetle bakıyordu. Bu konuda pek konuşmuyordu. Ancak yaklaşık iki hafta sonra bir öğlen vakti bana laf atmıştı. Tam evden çıkacakken beni geri çağırıp:
“Kalsan iyi olur Watson.” dedi.
“Neden?”
“Çünkü bu sabah Bay Hilton Cubitt’ten bir telgraf aldım; onu hatırlıyorsun değil mi? Hani şu dans eden figürler için gelmişti bize. Saat biri yirmi geçe Liverpool Caddesi’nde olacakmış. Her an buraya gelebilir. Gönderdiği telgrafa bakılırsa önemli gelişmeler meydana gelmiş olmalı.”
Çok uzun süre beklememize gerek kalmamıştı; çünkü atlı arabayla gelinebilecek en kısa sürede gelmişti Bay Cubitt. Endişeli ve bitkin görünüyordu. Alnındaki kırışıklar, gözlerindeki yorgunluğu daha da belirgin bir hâle sokmuştu sanki.
“Bu iş benim sinirlerime dokunmaya başladı Bay Holmes…” dedi hayattan bıkmış bir hâlde koltuğa otururken, “Size kötülük yapmak isteyen, görünmeyen insanların etrafınızda dolaştığını bilmeniz yetmiyormuş gibi bir de eşinizi günbegün daha kötü bir hâle soktuklarını görmeniz… İşte o zaman tüm bunlar tahammül edilemez bir hâl alıyor… Eşim bu olanların altında ezilip tükeniyor, gözlerimin önünde eriyip gittiğini görüyorum.”
“Size hâlâ bu konudan söz etmedi mi?”
“Hayır, Bay Holmes, hiç konuşmadı. Bazen zavallı kadıncağızın konuşmak istediği anlar oluyor ama bir türlü konuya girme cesaretini kendinde bulamadı. Ona yardım etmeye çalıştım ama doğrusunu söylemek gerekirse pek beceremedim ve onu korkuttum. Benim atalarımdan, kasabamızdaki itibarımızdan ve tertemiz şerefimizden bahsetti ve tam konuya girecek diye seviniyorken korkup başka şeylerden bahsetmeye başladı.”
“Ama siz bir şey buldunuz, öyle değil mi?”
“Hem de birçok şey buldum Bay Holmes. Size incelemeniz için birkaç tane daha dans eden adam resimleri getirdim. Ayrıca daha da önemlisi, bunu yapan adamı gördüm.”
“Ne? Bunları çizen adamı mı gördünüz?”
“Evet, onu iş başında yakaladım. Ama size her şeyi sırasıyla anlatacağım. Size olan ziyaretimden sonra eve döndüğümde ertesi sabah ilk gördüğüm şey, yeni çizilmiş dans eden adam resimleri oldu. Barakanın siyah ahşap kapısına tebeşir ile çizilmişti. Ön taraftaki pencerelerden baktığınız zaman tam gözünüzün önünde, bahçenin hemen yanında duruyor. Aynen kopyalayıp size getirdim. Buyurun.”
Kâğıdı açarak masanın üzerine bıraktı. Şekillerin kopyası şuna benziyordu:


“Mükemmel!” dedi Holmes, “Mükemmel! Lütfen devam edin.”
“Kopyasını alır almaz oradaki resimleri sildim; ama iki gün sonra aynı yerde yeni bir resim daha gördüm. Bu da onun kopyası:”


Holmes ellerini ovuşturarak memnuniyetten kıkırdıyordu.
“Malzememiz hızla birikiyor…” dedi.
“Üç gün sonra kâğıda çizilmiş bir başka dans eden adamlar resmi buldum; güneş saatinin üstündeki bir taşın altına sıkıştırılmıştı. Gördüğünüz gibi karakterler bir öncekiyle aynı. Bunun üzerine pusuya yatmaya karar verdim ve tabancamı çıkararak çimleri ve bahçeyi çok rahat görebileceğim çalışma odamda beklemeye başladım. Her taraf karanlıktı, sadece ay ışığı vardı. Saat gecenin ikisi gibi pencerede oturuyorken arkamdan gelen ayak sesleri duydum; dönüp baktığımda eşimi geceliği içinde karşımda dikiliyorken buldum. Yatağa gelmem için yalvardı. Ona açıkça bu oyunları kimin oynadığını görmek istediğimi söyledim. O da bunların, saçma sapan bir şaka olduğunu ve dikkate almamamı söyledi.
‘Eğer gerçekten bunlardan çok rahatsız olduysan Hilton, kurtulmak için bir seyahate çıkabiliriz; sadece sen ve ben.’ ‘Nasıl yani? Biri saçma sapan şakalar yapıyor diye kendi evimden mi uzaklaşacağım?’ dedim, ‘Bunu duysa herhâlde bütün âlem bize kahkahalarla güler…’
‘O zaman yatağa gel.’ dedi eşim, ‘Bunu sabah konuşuruz.’
O konuşurken, ay ışığında, renginin daha da attığını fark ettim. Omzumu sımsıkı kavramıştı. Barakanın gölgesinde bir şey hareket ediyordu. Karanlıkta sürünen bir figür gördüm, köşeden dolanarak barakanın kapısına geldiğinde çömeliverdi. Hemen tabancamı aldım ve tam yerimden çıkacakken eşim tüm gücüyle kollarını bedenime dolayarak beni sıkıca tuttu. Onu üzerimden atmaya çalıştım ama umutsuzca bana yapışmıştı. En nihayet ondan kurtulabildim; ama kapıyı açıp barakaya ulaştığımda o yaratık çoktan gitmişti; ancak bir iz bırakmıştı. Kapının üzerinde, daha önce iki defa çizdiği aynı tarzdaki tuhaf, dans eden adamların figürleri duruyordu. Sizin için kâğıda kopyaladım bunları. Her yeri inceden inceye aramama rağmen adama ait başka hiçbir iz yoktu. Üstelik işin ilginç yanı, bütün o süre boyunca orada bir yerlere saklanmış olmalıydı; çünkü ertesi sabah kapıyı tekrar incelediğimde daha önce çizmiş olduklarının altına bir sıra daha karalamıştı.”
“En son çizilen yanınızda mı?”
“Evet, çok kısa ama yine de kopyaladım. İşte buyurun.”
Yeni bir kâğıt ortaya çıkardı. Bu seferki figürler şu şekildeydi:


“Söyler misiniz?” dedi Holmes; gözlerinden ne kadar heyecanlı olduğunu anlayabiliyordum, “Bu resim, sadece ilk resme yapılan bir ilave miydi yoksa tamamen ondan ayrıymış gibi mi görünüyordu?”
“Kapının diğer tarafındaydı.”
“Mükemmel! İşte bu en önemli ayrıntıydı! Yeni ümitlerle doluyorum. Şimdi, Bay Hilton Cubitt, lütfen ilginç hikâyenize devam edin.”
“Söylenecek pek bir şey kalmadı Bay Holmes, sadece o gece beni engelleyen eşime çok kızgınım, yoksa kötü niyetle gizlenen o serseriyi mutlaka yakalardım. Eşim bana zarar geleceğinden korktuğunu söyledi. Aslında bir ara, asıl o adama bir zarar gelmesinden korktuğunu düşündüm; çünkü şüphesiz onun kim olduğunu ve o tuhaf şekillerin ne anlama geldiğini biliyordu. Ancak Bay Holmes, eşimin ses tonu ve gözlerindeki bakış böyle düşünmeme engel oldu. İşte o zaman sadece benim can güvenliğimin onun için önemli olduğunu anladım. İşte bütün hikâye bu kadar ve bundan sonra ne yapmam gerektiği konusunda tavsiyelerinize ihtiyacım var. Bana kalsa çiftliğimde çalışanların yarım düzinesini çalılıkların arasına yerleştireceğim ve bu adam tekrar geldiğinde ona öyle bir dayak attıracağım ki bizi bir daha asla rahatsız etmeye cesaret etmeyecek.”
“Maalesef böyle basit çözümler üretmek için fazla derin bir konu.” dedi Holmes, “Londra’da ne kadar kalabilirsiniz?”
“Bugün geri dönmeliyim. Hiçbir şey için eşimi bütün gece yalnız bırakamam. Çok korkuyor, bu yüzden hemen geri dönmem için bana yalvardı.”
“Çok haklısınız. Burada kalabilseydiniz bir iki gün sonra sizinle geri dönebilirdim. Bu arada o kâğıtları bana bırakın, ben de en kısa sürede yanınıza gelip bu davayı aydınlatacağımı düşünüyorum.”
Ziyaretçimiz gidene kadar Sherlock Holmes sakin ve profesyonel tavırlarını korumuştu; ama ben onu çok iyi tanıdığımdan son derece heyecanlı olduğunu görebiliyordum. Zaten Hilton Cubitt iri yarı gövdesiyle kapıdan uzaklaşır uzaklaşmaz arkadaşım masaya koştu, dans eden adam figürlerinin bulunduğu bütün kâğıt parçalarını önüne yaydı; ardından karmaşık ve ayrıntılı bir hesaba girişti.
İki saat boyunca peş peşe, sayfaların üzerlerini sayılarla ve harflerle doldurdu. Görevine kendini o kadar kaptırmıştı ki benim varlığımı bile unutmuştu. İlerleme kaydettikçe ıslık çalıp şarkılar söyledi; tıkanıp kaldığında ise uzun bir süre kaşlarını çatıp boş boş baktı. En sonunda bir memnuniyet çığlığı atarak sandalyesinden fırladı ve ellerini ovuşturarak odada bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Sonra çok uzun bir telgraf yazmaya başladı. “Umduğum gibi bir cevap alırsam koleksiyonuna katacağın çok güzel bir dava olacak Watson.” dedi, “Yarın Norfolk’a gidebiliriz. Arkadaşımıza, sıkıntısının kaynağı hakkında kati haberler verebileceğimizi umuyorum.”
Merakla dolduğumu itiraf etmeliyim. Ama Holmes’un, açıklamalarını kendi istediği zamanda ve tarzda yaptığını çok iyi bildiğimden beni sırdaşı olarak kabul edene kadar beklemek zorundaydım.
Ancak telgrafın cevabı hemen gelmedi ve iki gün süren sabırsız bir bekleyiş başladı. Holmes zilin her çalışında kulak kabartıyordu. İkinci günün akşamında Hilton Cubitt’ten beklenen cevap geldi. O sabah güneş saatinin altına öncekilere benzer şekillerin bırakılması dışında her şeyin normal olduğunu yazıyordu. Figürlerin bir örneğini telgrafa eklemişti ve şuna benziyordu:


Holmes birkaç dakika bu tuhaf figürleri inceledikten sonra şaşkınlık ve dehşet nidalarıyla aniden ayağa fırladı. Yüzü, duyduğu endişeden dolayı bitkin görünüyordu.
“Bu olayın fazla ileri gitmesine izin verdik.” dedi, “Bu gece Kuzey Walsham’e bir tren bulabilir miyiz acaba?”
Tren saatlerine baktım. En son tren yeni hareket etmişti.
“O hâlde sabah kahvaltımızı erkenden yapıp ilk trenle gideriz.” dedi Holmes. “Acilen orada bulunmamız gerekiyor. Ah! İşte beklediğimiz telgraf da geldi! Bir dakika Bayan Hudson; bir cevap gelebilir. Hayır, tam beklediğim gibi… Bu mesaj, hiç vakit kaybetmeden Hilton Cubitt’e ne durumda olduğunu bildirmemizin önemini daha da vurguluyor. Norfolk’lu beyefendi benzersiz ve tehlikeli bir tuzağa düşmüş durumda.”
Gerçekten de öyle olduğu ortaya çıkacaktı. Bana çok çocukça ve garip gelen bu hikâyenin sonuna yaklaştıkça içimde biriken dehşet ve korkuyu bir kez daha hissettim. Keşke okurlarıma daha mutlu bir son aktarabilmek elimde olsaydı ama ne yazık ki gerçekleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermek ve sonraki günlerde Riding Thorpe Malikânesi’ni bütün İngiltere’nin diline düşüren bu garip olaylar zincirini anlatmak gerekiyor.
Henüz Kuzey Walsham’e inmiş ve gideceğimiz yerden bahsetmeye başlamıştık ki istasyon şefi koşturarak yanımıza geldi. “Londra’dan gelen dedektifler sizsiniz sanıyorum.” dedi.
Holmes’un yüzü sıkıntılı bir ifadeye büründü.
“Bunu nereden çıkardınız?”
“Çünkü Norwich’ten Müfettiş Martin az önce geldi. Yoksa siz beklenen doktorlar mısınız? Bayan henüz ölmedi ya da azından en son durum böyleydi. Belki onu kurtarabilirsiniz; gerçi son anlarını yaşadığı kesin.”
Holmes endişeyle kaşlarını çatmıştı.
“Riding Thorpe Malikânesi’ne gideceğiz.” dedi, “Ancak orada ne olduğu konusunda hiçbir bilgimiz yok.”
“Çok kötü şeyler oldu!” dedi istasyon şefi, “Hem Bay Hilton Cubitt hem de eşi vuruldu. Bayan önce kocasını sonra da kendisini vurmuş, en azından hizmetkârlar böyle söylüyorlar. Adamcağız öldü, kadının hayatından da umudu kesmişler. Ah, zavallılar! Norfolk’un en köklü, en onurlu ailelerinden biriydi onlar…”
Holmes tek kelime etmeden arabaya koştu ve yedi millik yolculuğumuz boyunca bir kere bile ağzını açmadı. Moralinin bozuk olduğunu çok nadiren görmüşümdür. Yolculuk boyunca huzursuzdu; sabah gazetelerini endişeyle inceledikten sonra en kötü korkularının gerçekleştiğini görmüş, derin bir hüzne kapılmıştı. Koltuğunda arkasına yaslanıp karanlık düşüncelere daldı. Oysaki etrafımızda ilgimizi çekebilecek manzaralar vardı; çünkü ne de olsa İngiltere’nin en güzel kasabalarından birinden geçiyorduk. Etrafa serpilmiş birkaç ev günümüzün yerleşimini yansıtırken; ara sıra görünen heybetli, sivri kuleli kiliseler, Doğu Anglia’nın bütün görkemini ve refah seviyesini ortaya koyuyordu. En sonunda Norfolk sahilinin yeşilliği arasında Kuzey Denizi’nin mavi kıyıları göründü ve sürücü, kamçısıyla, ağaçlarla dolu bahçelerin arasındaki üçgen çatıya işaret etti. “Orada gördüğünüz Riding Thorpe Malikânesi’dir.” dedi.
Verandası olan ön kapıya yaklaşırken ön taraftaki tenis kortunun hemen yanında ilginç hikâyemizi süsleyen baraka ile güneş saatini görüverdim. Uyanık tavırlı, bıyıklı, ufak tefek, çevik bir adam, iki tekerlekli at arabasından iniyordu. Kendisini Norfolk Polis Teşkilatından Müfettiş Martin olarak tanıttı ve arkadaşımın adını duyunca çok şaşırdı.
“Ah, Bay Holmes, cinayet sabaha karşı üç gibi işlenmiş! Peki nasıl oluyor da bunun haberini Londra’dan aldığınız hâlde olay mahalline benimle aynı vakitte geliyorsunuz?”
“Olacakları tahmin etmiş ve engellemek ümidiyle gelmiştim.”
“Bu durumda bizim bilmediğimiz önemli ipuçlarınız olmalı; çünkü çok mutlu mesut bir çift olduklarını söylüyorlar.”
“Benim tek ipucum dans eden adamlardır.” dedi Holmes, “Size olanları sonra anlatacağım. Bu arada, trajediyi engellemek için çok geç kaldığıma göre, sahip olduğum bilgiyi anlatarak adaletin yerini bulması için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım. Soruşturmayı birlikte mi yürütmek istersiniz, yoksa benim bağımsız olarak çalışmamı mı tercih edersiniz?”
“Birlikte çalıştığımızı düşünmek benim için gurur verici olacaktır Bay Holmes.” dedi müfettiş tüm samimiyetiyle.
“O hâlde olanları öğrenip gereksiz bir gecikme yaşamadan olay mahallini incelemek isterim.”
Müfettiş Martin, arkadaşımın kendi tarzıyla hareket etmesine izin vererek oldukça sağduyulu davrandı ve sonuçları dikkatle not alıp kendi kendini hoşnut etti. Yaşlı ve beyaz saçlı olan doktor, Bayan Hilton Cubitt’in odasından yeni iniyordu ve yaralarının ciddi olduğunu ama ölümcül olmadığını rapor etti. Kurşun beyninin ön kısmından geçmişti ve kadın tekrar kendine gelene kadar büyük ihtimalle çok zaman geçecekti. Doktor, kadının, kendisi tarafından mı yoksa başkası tarafından mı vurulduğuyla ilgili sorumuza cevap veremeyeceğini belirterek, merminin çok yakından ateşlenmiş olduğunun kesin olduğunu söyledi. Belli ki tabancayla çok yakın mesafeden ateş edilmişti. Odada sadece tek bir tabanca bulunmuştu; ama içindeki iki mermi de kullanılmıştı. Bay Hilton Cubitt kalbinden vurulmuştu. Tabanca her ikisinin tam ortasında bulunduğu için Bay Cubitt’in önce eşini sonra da kendisini vurduğu iddiası daha akla yatkındı ya da tam tersi… Yani eşi suçlu olabilirdi.
“Beyefendiyi hareket ettirdiniz mi?” diye sordu Holmes.
“Yalnızca Bayan Cubitt’i yerinden oynattık. Zaten onu yaralı bir hâlde yerde bırakamazdık.”
“Ne zamandır buradasınız doktor?”
“Saat dörtten beri.”
“Burada başkası da var mıydı?”
“Evet, bir polis memuru vardı.”
“Hiçbir şeye dokunmadınız değil mi?”
“Hayır.”
“Oldukça tedbirli davranmışsınız. Sizi kim çağırdı?”
“Hizmetçileri Saunders çağırdı.”
“Olanları o mu bildirdi?”
“O ve aşçıları Bayan King.”
“Şimdi neredeler?”
“Sanıyorum mutfaktalar.”
“O hâlde olanları bir de onların ağzından dinleyelim.”
Meşe kaplamalı ve yüksek pencereli eskimiş hol, sorgulama mahkemesine dönüştürülmüştü. Bitkin hâline rağmen gözlerindeki değişmeyen parıltıyla Holmes, büyük, eski tip bir koltuğa oturmuştu. Kurtaramadığı müşterisinin öcünü, hayatını adama pahasına da olsa almak için gösterdiği kararlılığı gözlerinden okuyabiliyordum. Yakışıklı Müfettiş Martin; yaşlı, beyaz saçlı kasaba doktoru, ben ve ağırkanlı bir polis memuru, bu ilginç misafir grubunun geri kalanını oluşturuyorduk.
İki bayan olanları oldukça açık ve net bir şekilde anlattılar. Bir silah sesiyle uykularından uyanmışlar ve bir dakika sonra ikincisini duymuşlardı. Odaları yan yanaydı ve Bayan King hemen Saunders’ın yanına koşmuştu. Birlikte merdivenlerden inmişler, çalışma odasının kapısı açıkmış ve masanın üzerinde bir mum yanıyormuş. Evin beyi odanın tam ortasında cansız bir hâlde yüzüstü yatıyormuş. Pencere kenarında yere oturmuş eşi ise kafası duvara dayalı bir vaziyetteymiş. Çok korkunç bir şekilde yaralanmış ve yüzünün bir tarafından kanlar akıyormuş. Derin derin nefes almasına rağmen tek bir kelime bile söyleyememiş. Koridor ve aynı zamanda odaları duman içindeymiş ve barut kokusu varmış. Pencere kesinlikle kapalıymış ve iç tarafından kilitliymiş. Her iki kadın da bundan eminmiş. Hemen bir doktor ve bir polis memuru çağırmışlar. Sonra seyis ve seyis yamağının yardımlarıyla yaralı hanımı odasına taşımışlar. Karı kocanın yataklarında yatmış oldukları belliymiş. Hanımın üstünde geceliği, beyin üstündeyse pijamasının üzerine giymiş olduğu sabahlık varmış. Çalışma odasındaki hiçbir şey yerinden hareket ettirilmemiş. Bildikleri kadarıyla, karı koca arasında hiç tartışma yaşanmamış. Onlara hep birbirlerine çok bağlı bir çift gözüyle bakmışlar.
Hizmetkârların anlattıkları genel hatlarıyla bu şekildeydi. Müfettiş Martin’in sorusu üzerine, bütün kapıların içeriden kilitlenmiş olduğunu ve hiç kimsenin kolay kolay evden kaçamayacağına emin olduklarını söylediler. Holmes’un sorusuna ise üst kattaki odalarından fırladıklarında barut kokusunu fark ettiklerini çok iyi hatırladıklarını söyleyerek karşılık verdiler. “Bunu dikkatinize saygıyla sunmak istiyorum.” dedi Holmes profesyonel meslektaşına dönerek, “Artık odayı ayrıntılı bir biçimde inceleyebiliriz.”
Küçük olan çalışma odasının üç köşesinde birer kitaplık bulunuyordu ve bahçeye bakan pencerenin hemen önünde bir yazı masası vardı. Dikkatimizi ilk çeken, talihsiz Bay Cubitt olmuştu; çünkü iri yarı vücudu odaya boylu boyunca serilmişti. Dağınık kıyafetleri, uykusundan aceleyle uyandırıldığını gösteriyordu. Ona tabancayla ön tarafından ateş edilmişti ve mermi kalbine isabet ederek vücudunun içinde kalmıştı. Aniden ve çok acı çekmeden öldüğü kesindi. Ne giysilerinde ne de ellerinde barut izine rastlanmadı. Doktorun söylediğine göre bayanın yüzünde bu lekelerden varmış; ama ellerinde hiçbir şey yokmuş.
“Ellerinde ize rastlanmaması bir anlam ifade etmiyor; ama eğer olsaydı o zaman her şey değişebilirdi.” dedi Holmes, “İyi oturmayan bir kurşun söz konusu olduğunda barut geriye sıçrayabilir; ama aksi takdirde hiç iz bırakmadan defalarca ateş edilebilir. Bay Cubitt’in cesedini artık yerinden kaldırmanızı önereceğim. Sanıyorum doktor, bayanın yaralanmasına sebep olan mermiyi henüz çıkartmadınız.”
“Bunu yapabilmek için ciddi bir ameliyat gerekir. Ancak tabancada hâlâ dört tane mermi var. İkisi ateşlenip iki yaraya sebep olduğuna göre kullanılmış mermilere açıklık getirmiş olduk.”
“Öyle görünüyor, değil mi?” dedi Holmes, “O hâlde pencere kenarını delip geçen mermi için de bir açıklamanız olacaktır.”
Aniden dönerek uzun, ince parmağı ile pencere çerçevesinin alt kısmının yaklaşık bir inç üzerindeki mermiyle açılmış deliğe işaret etti.
“Aman Tanrı’m!” diye bağırdı müfettiş, “Bunu nasıl gördünüz?”
“Çünkü onu aradım.”
“Harika!” diye bağırdı doktor, “Gerçekten haklısınız efendim. O zaman üçüncü kez ateş edilmiş; demek ki üçüncü bir kişi mevcutmuş odada. Ama o kim olabilir ve buradan nasıl kaçtı?”
“Birazdan bu problemi çözeceğiz.” dedi Sherlock Holmes, “Hatırlıyor musunuz, Müfettiş Martin, hizmetkârlar odalarından ilk çıktıkları anda bir barut kokusu duyduklarını söylemişlerdi ve ben de size bunun çok önemli bir ayrıntı olduğundan bahsetmiştim?”
“Evet, efendim ama ne demek istediğinizi pek anlamamıştım doğrusu.”
“Şu anlama geliyordu: Ateş edildiği sırada sadece pencere değil aynı zamanda kapıları da açıktı. Yoksa barut kokusu evin geri kalan kısmına bu kadar hızlı yayılmazdı. Bunun için cereyana ihtiyaç vardır; ancak hem kapı hem de pencere çok kısa bir süreliğine açık tutulmuştu.”
“Bunu nasıl kanıtlayabilirsiniz?”
“Çünkü mum akmamış.”
“Mükemmel!” diye bağırdı müfettiş, “Mükemmel!”
“Pencerenin bu talihsiz olay sırasında açık olduğundan emin olduktan sonra o açıklıkta durup ateş eden üçüncü bir kişinin varlığından şüphelendim. Bu kişiye doğru ateşlenmiş bir kurşunun pervaza çarpması beklenebilir bir şeydir. Bunun üzerine pervazı inceledikten sonra aradığım merminin izini buldum!”
“Peki daha sonra pencere ve kapıyı nasıl kilitlediler?”
“Kadının ilk hareketi içgüdüsel olarak pencereyi kapatıp kilitlemek olmuştur. Ama ah! Bu da ne?”
Çalışma masasının üzerinde bir kadın çantası duruyordu; gümüş rengi, timsah derisinden yapılmış, ufacık, süslü bir çanta… Holmes çantayı hemen açarak içindekileri boşalttı. Lastikle bir arada tutulan yirmi adet elli sterlinlik İngiltere Bankası banknotundan başka bir şey yoktu.
“Bunu koruma altına almalıyız çünkü mahkemede delil olarak kullanılacak.” dedi Holmes içindekilerle beraber çantayı müfettişe uzatarak. “Şimdi, artık ahşap pervaza bakıp odanın içinden atıldığı anlaşılan üçüncü kurşuna açıklık getirmenin zamanı geldi. Aşçı Bayan King ile tekrar görüşmek istiyorum.”
“Bayan King, çok yüksek bir patlama sesiyle uyandığınızı söylediniz. Bunu söylerken birinci sesin ikinciye göre daha şiddetli olduğunu mu ifade etmek istemiştiniz?”
“Aslında efendim, uykudan uyandığım için pek emin olamıyorum. Ama çok yüksek bir ses olduğunu söyleyebilirim.”
“Aynı anda iki farklı silahtan ateş edilme ihtimali var mıdır sizce?”
“Pek emin olamıyorum efendim.”
“Şüphesiz böyle olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum bu odada her şeyi yeterince tetkik ettik Müfettiş Martin. Eğer benimle gelme nezaketinde bulunursanız bahçenin bize sunacağı yeni ipuçlarını birlikte arayabiliriz.”
Çalışma odasının penceresinin altında bir çiçek tarhı uzanıyordu ve ona doğru yaklaşırken hepimiz, şaşkınlıktan ufak bir çığlık attık. Çiçekler çiğnenmişti ve yumuşak toprağın üstü ayak izleriyle doluydu. Garip bir şekilde uzun parmakları olan, büyük bir erkek ayağının izleriydi. Holmes çimenlerin ve yaprakların arasında, yaralı bir kuşu arayan av köpeği misali dolanıp durdu. Sonra memnun bir ifadeyle öne eğilip yerden küçük, pirinç bir silindir aldı.
“Tam düşündüğüm gibi!” dedi, “Tabancanın bir ejektörü varmış, üçüncü kovan da burada. Sanıyorum Müfettiş Martin, davamızın sonuna epey yaklaştık.”
Holmes’un araştırmalarında hızlı ve zekice ilerlemesi karşısında, kasaba müfettişinin yüzü çok yoğun bir şaşkınlık ifadesine büründü. İlk başta kendi pozisyonunu düşünüp tavır takınmıştı; ancak şimdi hayranlıkla dolup taşıyor ve Holmes’un söylediklerini harfi harfine yerine getirmeye çalışıyordu.
“Kimden şüpheleniyorsunuz?” diye sordu.
“Bunu sonra konuşuruz. Bu davanın birkaç noktasını henüz size açıklayamayacağım. Bu nedenle artık kendim devam etmeliyim ve meseleyi aydınlığa kavuşturmalıyım.”
“Nasıl isterseniz Bay Holmes, yeter ki adamımızı yakalayabilelim.”
“Gizem yaratmak niyetinde değilim ama harekete geçmemiz gereken bir anda uzun ve karmaşık açıklamalara girmem imkânsız. Bu meselenin bütün ipuçları şu an elimdedir. Bayan tekrar bilincine kavuşmasa bile dün geceki olayların ayrıntılarına inip parça parça inceleyerek adaletin yerini bulmasını sağlayabiliriz. Şimdi, ilk olarak bu civarda ‘Elrige’s’ adında bir hanın bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyorum.”
Tekrar sorgulanan hizmetkârlar böyle bir yeri daha önce hiç duymadıklarını söylediler. Ancak seyis yamağı olayı biraz aydınlatarak birkaç mil ötede, Doğu Ruston tarafında, bu isimde bir çiftçinin yaşadığını hatırladı.
“Issız bir yer midir bu çiftlik?”
“Çok ıssızdır efendim.”
“Belki oradakiler dün gece olanları henüz duymamışlardır.”
“Belki efendim.”
Biraz düşündükten sonra Holmes’un yüzünü muzip bir gülümseme kapladı.
“Atı eyerle evlat!” dedi, “Senin Elrige’s Çiftliği’ne bir mesaj götürmeni isteyeceğim.”
Üzerlerine dans eden adamların çizildiği kâğıt parçalarını çıkardı cebinden. Bunları önüne sererek bir süre çalışma masasında uğraştı. En nihayetinde kâğıtları oğlana uzatarak sadece üstünde adı yazılı kişiye iletmesini söyledi ve sorulan sorulara asla cevap vermemesini istedi. Nota göz attığımda, Holmes’un her zamanki düzenli el yazısı yerine dağınık ve düzensiz harfler kullandığını gördüm. Elrige’s Çiftliği, Doğu Ruston, Norfolk’a, Bay Abe Slaney adına yazılmıştı.
“Sanıyorum müfettiş…” dedi Holmes, “Yardım istemek için bir telgraf çekseniz iyi olacak çünkü hesaplarım doğru çıkarsa oldukça tehlikeli bir mahkûmu kasaba hapishanesine nakletmek zorunda kalacaksınız. Bu notu götüren çocuk şüphesiz sizin telgrafınızı da gönderebilir. Eğer öğleden sonra şehre bir tren varsa Watson, ona binsek iyi olacak; çünkü ilgilendiğim bir kimyasal analizi bitirmek istiyorum, zaten buradaki dava da hızla sona yaklaşıyor.”
Notu verip çocuğu gönderdikten sonra Sherlock Holmes hizmetkârlara birkaç talimat verdi. Eğer bir ziyaretçi gelip de Bayan Hilton Cubitt’i soracak olursa onun durumu hakkında bilgi verilmeyecekti ve o kişi derhâl oturma odasına alınacaktı. Büyük bir ciddiyetle bu noktanın üzerinde ısrarla durdu. Holmes, en sonunda bu mesele için yapacağı bir şey kalmadığını ve beklerken zamanımızı en iyi şekilde değerlendirmemiz gerektiğini söyleyerek hepimizi oturma odasına doğru götürdü. Doktor diğer hastalarını görmeye gitmişti. Sadece müfettiş ve ben kalmıştık.
“Sanıyorum bir saati ilginç ve kârlı bir biçimde nasıl değerlendirebileceğimizi biliyorum.” dedi Holmes, bir sandalyeyi masaya doğru sürükleyip dans eden tuhaf adamların resimlerinin olduğu kâğıtları önümüze sererek. “Watson, yoğun merakına rağmen bunca süredir sessizce beklediğin için sana teşekkür borçluyum. Ve size müfettiş, bütün bu olaylar garip, profesyonel bir inceleme gibi gelmiş olmalı. Neyse, öncelikle Bay Hilton Cubitt’le Baker Caddesi’ndeki görüşmelerimizden çıkan ilginç sonuçlardan bahsedeyim.”
Bunun üzerine daha önce kayda geçirmiş olduğum olayları yeniden özetlemeye başladı.
“Şu an önümde oldukça ilginç çizimler duruyor; böyle korkunç bir trajedinin habercisi olmasalardı biri bunlara baktığında gülüp geçerdi muhtemelen. Her türlü gizli yazıya aşina olmama, hatta yüz altmış ayrı şifreyi analiz ettiğim naçizane bir çalışmaya sahip olmama rağmen bu yazının bana da tamamen yabancı geldiğini itiraf etmeliyim. Bu sistemi icat edenlerin amacı belli ki bu karakterlerin aslında bir mesajı ifade ettiğini gizlemek ve bunların, çocukların rastgele çizdiği resimler olduğu fikrini vermekti.
Ancak bu sembollerin her birinin bir harf olduğunu anladığımda ve her türlü şifreli yazıda bize rehberlik eden kuralları uyguladığımda, çözümün aslında çok basit olduğunu anladım. Bana teslim edilen ilk resim o kadar kısaydı ki yapabileceğim pek bir şey yoktu. Ancak şu sembolün (


) E harfi olabileceği konusunda az çok emindim. Bildiğiniz gibi E harfi İngiliz alfabesinde en çok kullanılan harftir ve o kadar baskındır ki en kısa cümlede bile sık sık karşımıza çıkmaktadır. Bana takdim edilen ilk mesajda on beş sembol vardı ve dördü aynıydı, bu nedenle bunların E harfi olma ihtimali çok yüksekti. Bazen figürün elinde bir bayrak varken bazen de yoktu ve bayrakların dağılım biçiminden bunların, cümleyi kelimelere böldükleri kanaatine vardım. Bunu bir varsayım olarak kabul ettim ve şu sembolün de
(


) E harfi olabileceğini aklımda tuttum.
Artık incelemelerimin en zor kısmına gelmiştim. E’den sonra alfabenin diğer harflerinin dağılımı çok düzenli değildir. Bir sayfalık herhangi bir yazıdaki bir düzen kısa bir cümlede geçerli olmayabilir. Kabaca; T, A, O, I, N, S, H, R, D ve L harflerinin sıklık sıralaması sayılabilir ama T, A, O ve I birbirlerine çok yakın oldukları için anlamlı bir parça bulana kadar her bir kombinasyonu denemek sonu olmayan bir çalışma olurdu. Bay Hilton Cubitt’le ikinci görüşmemiz bana iki kısa cümle ve arada bayrak olmadığı için tek bir kelime olduğunu tahmin ettiğim bir mesaj sundu. Semboller şu gördüğünüz kâğıttaki gibiydi. Artık elimdeki beş harflik kelimede ikinci ve dördüncü harfin E olduğunu kabul edebilirdim. Bunlar ‘sever’, ‘lever’ ya da ‘never’[2 - İngilizcede söz konusu kelimeler şu anlamlara gelir: “sever”: kesmek, ayırmak; “lever”: kaldıraç; “never”: asla (ç.n.).] olabilirdi. Bunlardan sonuncusunun, bir isteğe cevap olduğu düşünülürse doğru olma ihtimali daha yüksekti ve şartlar da cevabın evin hanımı tarafından yazılmış olduğunu gösteriyordu. Bunu doğru kabul ettiğimizde şu sembollerin, sırayla N, V ve R harflerine karşılık geldiği sonucunu çıkarabilirdik.
Bu noktada bile işimiz hiç kolay değildi tabii ama aklıma gelen bir fikir sayesinde birkaç harf daha bulabildim. Bu mesajların, bayanın geçmiş yaşamında tanımış olduğu birinden geldiğini düşündüğümde iki E arasında üç harfin bulunduğu kombinasyonun ‘ELSIE’ ismine karşılık gelebileceğini fark ettim. Kâğıtları dikkatle incelediğimde bu kombinasyonun, üç kez tekrarlanan bir mesajın sonunda yer aldığını gördüm. Mesajda Bayan Elsie’den bir şey istendiği kesindi. Böylece L, S ve I harflerini bulmuştum. Peki ama mesajın içeriği neydi? ‘Elsie’den önce gelen kelimeler dört harften oluşuyordu ve son harfleri E’ydi. Bunun ‘COME’[3 - İngilizcede söz konusu kelime şu anlamlara gelir: “come”: gel (ç.n.).] olması gerektiğini düşündüm. Sonu E’yle biten diğer bütün dört harfli kelimeleri denedim ama hiçbiri vakamıza uymuyordu. Böylece C, O ve M’yi de bulmuştum ve ilk mesaja yeniden bakıp onu kelimelere ayıracak duruma gelmiştim. Bilinmeyen harflerin yerine çizgi koyduğumda şöyle bir sonuca ulaştım: -M -ERE –E SL-NE
İlk harf sadece ve sadece A olabilirdi. Bu kısa cümlede üç kez daha tekrarlandığı için önemli bir buluş oldu. Ayrıca ikinci kelimede de H olduğu belliydi. Böylece mesajın yeni hâli şöyle olmuştu: AM HERE A-E SLANE

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-konan-doyle/sherlock-holmes-un-donusu-butun-maceralari-5-69428773/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Burada açık olarak belirtilmese de Dr. Watson’ın acı kaybı olarak bahsettiği kişi eşi Mary Watson’dır (Mary Morstan) (e.n.).

2
İngilizcede söz konusu kelimeler şu anlamlara gelir: “sever”: kesmek, ayırmak; “lever”: kaldıraç; “never”: asla (ç.n.).

3
İngilizcede söz konusu kelime şu anlamlara gelir: “come”: gel (ç.n.).
Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5 Артур Конан Дойл
Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5

Артур Конан Дойл

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Aydınlatamadık mı? Eğer aydınlanmadı diyorsan sana söyleyecek sözüm yok! Olayda genç bir adam var ve birdenbire, eğer yaşlı bir insan ölürse onun büyük servetine konacağını öğreniyor. Bunun üzerine ne yapıyor? Hiç kimseye bu konudan bahsetmiyor. Ama bir bahane uydurarak o gece müşterisini görmeye gidiyor. Evin içinde bulunan diğer kişinin yatmasını bekliyor ve sonra da adamcağızı odasında yalnız yakalayarak öldürüyor, kereste yığınında cesedi yakıyor ve o bölgede bulunan herhangi bir otele gidiyor. Odadaki ve bastondaki kan lekeleri oldukça silik. İşlediği cinayetin kansız olduğunu ve cesedi, kullandığı yöntem sayesinde hiçbir iz bırakmadan ortadan kaldırabileceğini düşünmüş olması mümkün. Bütün bunlar açık değil mi? Bana öyle geliyor ki sevgili Lestrade, her şey biraz fazla açık oldu.” dedi Holmes, “Bu muhteşem özelliklerine hiç hayal gücü katmıyorsun. Eğer kendini bu genç adamın yerine bir an için koysaydın cinayeti işlemek için vasiyetin hazırlandığı geceden sonraki geceyi mi seçerdin? İki olay arasında çok güçlü bağlar bulunması tehlikeli olmaz mıydı sence de? Ayrıca seni içeri alan hizmetçinin gördüğünü bile bile cinayet için o geceyi mi seçerdin? Ve son olarak, cesedi saklamak için büyük çabalar harcarken suçlunun sen olduğunu belli edecek olan bastonunu bilerek orada bırakır mıydın? İtiraf et, Lestrade, olayların bu şekilde gelişmesi imkânsız! Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).

  • Добавить отзыв