Küçük Lord Fauntleroy

Küçük Lord Fauntleroy
Frances Hodgson Burnett
Amerika’nın yoksul bir semtinde yaşayan küçük Cedric, güzel kalpli annesi ile beraber İngiltere’ye doğru yola çıkar. Küçük yaşta kaybettiği soylu babasının ailesi, muazzam bir servetin vârisi olarak onu beklemektedir. Artık o küçük Cedric değil, küçük bir lorddur. Soyu bu unvanı ona bağışlasa da tam bir lord olabilmesi için her şeyden önce, çevrede sertliğiyle ün yapan, bencilliği yalnızlığını besleyen büyükbabasının gözüne girmelidir. Peki, hayata masumiyetin pencerelerinden ve acılar sarmalında yaşamını sürdürmeye çalışan insanların gözünden bakan bu çocuk, sevgiyi tüm hisleriyle hatırlatan bu küçük beden, yalnızlığın ve bencilliğin kalın duvarlarını yıkabilecek midir?

Frances Hodgson Burnett
Küçük Lord Fauntleroy

I
Cedric’in hiçbir şeyden haberi yoktu. Kimse ona bir şey anlatmamıştı. Babasının İngiliz olduğunu biliyordu; annesi ona öyle söylemişti; ama sonra, daha küçük bir çocukken babası hayatını kaybettiği için, onun hakkında pek bir şey bilmiyordu; iri yarı bir adam, gözlerinin mavi ve omuzları üstünde odada gezmenin harika bir şey olduğunu hatırlıyordu sadece. Babasının vefatından sonra, Cedric annesiyle onun hakkında konuşmamasının daha iyi olduğunun farkına vardı. Babası hastayken, Cedric evden başka bir yere gönderilmişti ve geri döndüğünde her şey olup bitmişti; çok hasta olan annesi pencerenin yanındaki sandalyesine yeni yeni oturabiliyordu. Rengi solgundu ve zayıflamıştı, güzelim yüzündeki gamzeler kaybolmuştu, kocaman kocaman olmuş gözleri hüzünle bakıyordu ve siyahlar içindeydi.
“Canımın içi.” dedi Cedric (Babası ona her zaman böyle seslenirdi, küçük Cedric de bunu ondan öğrenmişti.). “Canımın içi, babam iyileşti mi?”
Annesinin kollarının titrediğini hissetti; kıvırcık saçlı başını kaldırıp onun yüzüne baktı. Yüzünde bir şey vardı; öyle ki ağlayacağını hissetti. “Canımın içi!” dedi. “O iyi mi?”
Sonra birden sevgi dolu küçük kalbi ona, annesinin boynuna sarılıp onu tekrar tekrar öpmesi ve yumuşacık yanaklarını onunkilere dayamasını söyledi; öyle de yaptı ve annesi de yüzünü onun omuzlarına gömdü ve sanki onu hiç bırakmayacakmış gibi sarılarak doyasıya ağladı.
“Evet, baban iyi.” diyerek içini çekti. “Pek, pek iyi, ama bizim… bizim birbirimizden başka kimsemiz kalmadı. Hem de hiç kimsemiz.”
Cedric, küçük yaşına rağmen iri yarı, yakışıklı, genç babasının bir daha geri gelmeyeceğini, başka insanlarda olduğunu duyduğu gibi onun da öldüğünü anladı; ama tüm bu üzgün havayı yaratan tuhaf şeyin ne olduğunu tam olarak kavrayamamıştı. Çünkü annesi babasından bahsederken sürekli ağlıyordu, o da annesiyle babası hakkında pek konuşmamanın ve annesinin hareketsiz veya konuşmadan sabit oturup ateşe veya pencereden dışarı bakmasına izin vermemenin daha iyi olacağını fark etti.
Çok az kimseyi tanıyorlardı ve çok yalnız sayılabilecek bir hayat yaşıyorlardı, gerçi Cedric büyüyüp de evlerine neden kimsenin gelmediğini öğrenene kadar yalnız yaşamlarının farkına varmadı. Sonra ona annesinin bir yetim ve babası ile evlenene kadar dünyada bir başına olduğu söylendi. Annesi çok güzel bir kızmış ve ona hiç de iyi davranmayan yaşlı, zengin bir kadının bakıcısıymış; bir gün kadının evine uğrayan Captain Cedric Errol kızın gözlerinde yaşlarla merdivenlerden koşarak çıktığını görmüş. Kız o kadar tatlı, masum ve hüzünlü görünüyormuş ki Captain’ın aklından bir türlü çıkmamış. Birkaç tuhaf olay birbirini kovalamış, birbirlerini çok iyi tanımışlar ve gönülden sevmişler, birçok kişinin itirazına rağmen evlenmişler. Evliliklerine en çok karşı çıkan, Captain’ın İngiltere’de yaşayan, son derece zengin ve asil, ama Amerika ve Amerikanlara karşı öfkeli ve aksi olan babasıymış. Captain Cedric’ten büyük iki oğlu daha varmış ve kanunlara göre zengin ve ihtişamlı olan bu ailenin adı ve mülkleri büyük olana kalırmış; büyük oğul hayatını kaybederse sonraki oğul vâris olurmuş; yani -büyük bir ailenin mensubu olsa da- Captain Cedric’in çok zengin olması küçük bir ihtimalmiş.
Fakat tabiat ana en genç oğula, diğerlerine bahşetmediği armağanlar vermiş. Güzel bir yüzü, hoş, güçlü ve zarif bir bedeni, ışıltılı bir gülümsemesi ve tatlı, neşeli bir sesi varmış; cesur ve cömertmiş, dünyadaki en yufka yüreğe ve herkese kendini sevdirme kabiliyetine sahipmiş. Ama ağabeyleri hiç de böyle değilmiş; hiçbirinde yakışıklılık, kibarlık veya akıllılık yokmuş. Eton’daki delikanlılık çağlarında popüler değillermiş; kolejdeyken ders çalışmak umurlarında olmazmış, zaman ve paraları boşa gidiyormuş ve gerçek arkadaşlarının sayısı çok azmış.
Babaları yaşlı kont sürekli onlar yüzünden hayal kırıklığına uğruyor ve küçük düşüyormuş; vârisleri soylu adına layık değilmiş ve yiğitlikten, soyluluktan nasibini almamış, bencil, savruk, silik adamlar olacakları belli gibiymiş. Yaşlı kont, çok az bir servete malik olacak olan üçüncü oğlunun tüm yetenek, cazibe, kabiliyet ve güzelliği kendinde toplamasının çok acı bir durum olduğunu düşünüyormuş. Bazen de yakışıklı genç adamdan neredeyse nefret ediyormuş, çünkü en genç oğlu yüce isimlerine ve görkemli konağa yakışan iyi niteliklere sahipmiş ancak gururlu, inatçı ve yaşlı kalbinin derinliklerinde onu umursamadan da yapamıyormuş. Aksi bir anında onu Amerika’ya göndermiş; böylece bir süreliğine olsun onu uzaklara yollayarak sürekli baş belası diğer erkek kardeşleriyle kıyaslayıp sinirlenmeyeceğini düşünmüş.
Ancak altı ay kadar sonra, kendini yalnız hissetmeye başlamış ve gizliden gizliye oğlunu yeniden görmek istemiş, böylece Captain Cedric’e yazarak eve dönmesini istemiş. Captain da babasına Amerikalı tatlı bir kıza âşık olduğunu ve onunla evlenmek istediğini anlatan bir mektup yazmış. Mektup eline ulaştığında kont küplere binmiş. Hayatında hiçbir şeye Captain’ın mektubuna sinirlendiği kadar sinirlenmemiş. O sırada odada olan uşağı efendisini öylesine çıldırmış görünce inme ineceğini zannetmiş. Kont bir saat boyunca kaplan gibi kudurmuş, sonra oturup oğluna yazmaya başlamış; bir daha evinin yakınına bile uğramamasını, ne kendisine ne de kardeşlerine bir daha yazmamasını emretmiş. İstediği gibi yaşayabileceğini ve istediği yerde ölüp gidebileceğini, artık ailesinden sonsuza kadar koptuğunu, yaşadığı sürece babasından bir daha asla yardım istememesini söylemiş.
Captain mektubu okuduğunda çok üzülmüş; İngiltere burnunda tütüyormuş ve doğduğu güzel evi çok seviyormuş; hatta yaşlı ve aksi babasını bile seviyor ve onun hayal kırıklıklarını anlıyormuş; ama gelecekte ondan şefkat beklememesi gerektiğinin de farkındaymış. Başlarda ne yapacağını bilememiş; o, iş yapmak için yetiştirilmemiş ve hiçbir iş deneyimi yokmuş; ama cesaretli ve son derece kararlıymış. İngiliz ordusundaki rütbesini satmış ve birkaç zorlu durumdan sonra New York’ta bir iş bulup evlenmiş. Yeni hayatı İngiltere’deki hayatına göre çok farklıymış ama hâlâ genç ve mutluymuş, çok çalışmanın gelecekte ona güzel şeyler kazandıracağını umuyormuş.
Sakin bir caddede küçük bir evi varmış ve minik oğlu bu evde doğmuş. Her şey tıkırında ve çok keyifli gidiyormuş; kısacası, zengin ve yaşlı kadının tatlı bakıcısıyla sadece çok şirin bir kız olduğu ve birbirlerini sevdikleri için evlenmiş olmasından zerre kadar pişmanlık duymuyormuş. Karısı, gerçekten de çok tatlı bir kızmış ve minik oğlu da tıpkı anne ve babasına benziyormuş. Her ne kadar sakin, mütevazı ve küçük bir evde doğmuş olsa da dünyanın en şanslı bebeği gibiymiş. Öncelikle, her zaman uslu duruyormuş ve kimseye sorun çıkarmıyormuş; ikincisi, öyle iyi huylu ve öyle cana yakınmış ki herkesin sevgilisiymiş; üçüncü olarak, bir tablo gibi öyle güzelmiş ki insan bakmaya doyamıyormuş. Doğduğunda kel kafalı bir bebek değilmiş; yumuşak, ince telli, uçları kıvrık, altın rengi saçları varmış, altı aylık olduğundaysa saçlarının uçları lüle lüle olmaya başlamış; kocaman kahverengi gözleri ve uzun kirpikleri, sevimli bir yüzü varmış; sırtı öyle sağlam, bacakları öylesine sağlıklıymış ki dokuz aylıkken birden yürümeye başlamış; çok iyi huylu bir bebekmiş, onu tanımak büyük bir zevkmiş. Herkesi arkadaşı olarak görüyormuş, birisi onunla konuşurken veya sokakta bebek arabasındayken yabancılara kahverengi gözleriyle tatlı ve ciddi bir bakış attıktan sonra, sevimli ve içten bir gülücük fırlatırmış; sonuç olarak o sakin caddede yaşayan herkes -yeryüzünün en huysuz adamı olan o manav bile- onu görmekten ve onunla konuşmaktan keyif alırmış. Her ay biraz daha büyüdükçe daha bir yakışıklı oluyor ve daha ilgi çekici bir çocuk hâline geliyormuş.
Dadısı olmadan yürüyecek kadar büyüyen Cedric küçük bir oyuncak araba sürdüğünde, kısa, beyaz bir İskoç eteği giydiğinde, sarı kıvırcık saçlarının üstüne beyaz bir şapka taktığında öyle yakışıklı, gürbüz ve elma yanaklı görünüyordu ki herkesin ilgisini çekiyordu; eve gelince dadısı annesine onu görmek ve konuşmak için bebek arabalarını durduran kadınları ve ufaklık onları tanıyormuşçasına tüm tatlılığıyla konuştuğunda ne kadar keyiflendiklerini anlatıyordu. En büyüleyici özelliği; neşeli, korkusuz, ilgi çekici havasıyla insanlarla hemen dost olabilmesiydi. Galiba bu, güven verici bir doğası, herkesi anlamaya çalışan merhametli bir kalbi olmasından ve başkalarını da kendisi gibi huzurlu etmeye çalışmasından kaynaklanıyordu. Etrafındaki insanların duygularını hemen anlayıveriyordu. Belki de böyle alışmıştı, çünkü her zaman sevgi dolu, düşünceli, kibar ve soylu bir anne babayla büyümüştü. Evde hiç kaba veya nezaketsiz bir kelime söylendiğini duymamıştı; her zaman sevilmiş, sarılıp sarmalanmış ve kendisine kibar davranılmıştı; böylece çocuk ruhu nezaket ve masum, sıcak duygularla dolmuştu. Annesinin tatlı, sevgi dolu sözlerle çağrıldığını işitmişti, bu yüzden o da annesiyle o şekilde konuşurdu; babasının her zaman onu koruduğunu, onunla çok iyi bir şekilde ilgilendiğini gördüğü için o da annesine karşı düşünceli davranmayı öğrenmişti.
Böylece artık babasının dönmeyeceğini anladığında ve annesinin ne kadar üzgün olduğunu gördüğünde, güzel, küçük yüreğine zamanla annesini mutlu edecek şeyleri yapma düşüncesi geldi. Neredeyse bebek sayılırdı, ama annesinin dizlerine tırmanıp onu öptüğünde ve kıvırcık saçlı kafasını onun boynuna dayadığında, oyuncaklarını ve resimli kitaplarını göstermek için ona getirdiğinde ve annesi kanepede uzanırken sessizce onun yanına kıvrıldığında aklında hep bu düşünce vardı. Başka şeyler düşünecek kadar büyük değildi, bu yüzden kendince elinden geleni yapıyor ve annesine idrak edebileceğinden daha fazla moral oluyordu.
Bir keresinde annesinin, “Ah, Mary!..” dediğini duydu yaşlı hizmetkârına. “Masum masum kendince bana yardım etmek istediğini düşünüyorum; eminim yardım etmek istiyor. Bana bazen öyle sevgi dolu, öyle merak eden gözlerle bakıyor ki, sanki benim için üzülüyor gibi, sonra gelip beni öpüp kokluyor veya bir şeyler gösteriyor. Büyümüş de küçülmüş gibi, bence gerçekten anlıyor.”
Büyüdükçe insanları son derece şaşırtan ve onların ilgisini çeken bir sürü ilginç özellikler edindi. Annesiyle öyle ilgiliydi ki başkaları pek de umurunda değildi. Birlikte yürür, birlikte konuşur, birlikte oynarlardı. Henüz küçükken okumayı öğrendi; akşamları şömine önündeki halıya uzanıp dışından kitap okurdu, bazen hikâyeler, bazen daha büyük insanların okuyacağı türden büyük kitaplar, bazen de gazete… Genelde böyle zamanlarda Mary mutfaktan Bayan Errol’ın çocuğun söylediği ilginç şeylere neşeyle güldüğünü duyardı.
“İşin aslı…” dedi Mary manava, “millet bunun bir değişik hâllerine gülmekten kırılıyor, bir de o koca adam gibi laflarına! Yeni başkan aday gösterildiği akşam mutfağa gelip ocağın önünde durdu, resim gibiydi, ellerini küçük ceplerine sokmuş, masum suratı hâkim gibi ciddi. Sonra bana dedi ki, ‘Mary!’ dedi. ‘Seçimler oldukça ilgimi çekiyor.’ dedi. ‘Ben cumhuriyetçiyim, canımın içi de öyle. Peki, sen cumhuriyetçi misin Mary?’ ‘Kusura bakma.’ dedim. ‘Ben tam bir demokratım!’ Sonra bana insanın içine işleyen bir bakış attı ve dedi ki, ‘Mary!’ dedi. ‘Ülke mahvolacak.’ Sonra da hiçbir zaman gelip de fikrimi değiştirmek için benimle tartışmadı.”
Mary ona çok düşkündü ve onunla gurur duyuyordu. O doğduğundan beri annesiyle birlikteydi ve babasının ölümünden sonra evin aşçısı, hizmetçisi, bakıcısı, kısacası her şeyi olmuştu. Onun endamlı, güçlü bedeniyle ve incelikli hâlleriyle gurur duyuyordu; özellikle alnına düşen parlak kıvırcık saçlarıyla ve omuzlarına düşen büyüleyici lüleleriyle. Annesinin ona küçük elbiseler yapmasına ve onları tertipleyip düzenlemesine yardım etmek için sabahtan akşama kadar memnuniyetle uğraşıyordu.
“Asil, değil mi?” derdi. “İnan ki, bu çocuğu Beşinci Cadde’de görmek isterdim, böyle tüm yakışıklılığıyla arzıendam ederken. Onu hanımın eski robundan yapılmış siyah kadife eteğinin içinde, başı havada, kıvırcık parlak saçları uçuşurken gören ne kadar adam, kadın, çocuk varsa dönüp de bakardı. Küçük lordlara benziyor.”
Cedric küçük lordlara benzediğini bilmiyordu; lordun ne demek olduğunu bile bilmiyordu. En büyük arkadaşı köşedeki manavdı; ona asla huysuzluk yapmayan huysuz manav. Adı Bay Hobbs’tı ve Cedric ona hayrandı, çok saygı duyuyordu. Onun çok zengin ve nüfuzlu biri olduğunu düşünüyordu, dükkânında bir sürü şey vardı, -erikler, incirler, portakallar, kurabiyeler- ayrıca bir atı ve at arabası. Cedric sütçüyü, fırıncıyı ve elmacı kadını da seviyordu, ama en sevdiği Bay Hobbs’tı, ona kendini çok yakın hissettiği için onu her gün görmeye gidiyordu ve genellikle onunla uzun saatler oturup havadan sudan konuşuyorlardı. Konuşacak bu kadar konu bulmaları gerçekten şaşırtıcıydı; örneğin, Dört Temmuz. Dört Temmuz lafı bir açıldı mı konuşmaları bitmek bilmezdi. Bay Hobbs “İngilizler” hakkında pek iyi şeyler düşünmezdi ve Devrim macerasının tamamını düşmanın hainliği hakkında müthiş ve vatansever hikâyelerle ve Devrim kahramanlarının yiğitlikleriyle bezeyerek anlatırdı, hatta Özgürlük Bildirgesi’nden bölümleri tekrar ederdi.
Cedric öyle heyecanlanırdı ki gözleri parlar, yanakları al al olur, kendini eve nasıl attığına şaşırırdı. Eve varınca akşam yemeğini bitirmeyi bile zor bekler, konuştuklarını annesine anlatmak için can atardı. Belki de onun politikaya ilgi duymasında birinci amil Bay Hobbs olmuştu. Bay Hobbs gazete okumayı severdi, bu sayede Cedric Washington’da olup bitenlerden haberdar olurdu ve Bay Hobbs ona başkanın görevlerini yerine getirip getirmediğini anlatırdı. Bir keresinde, seçim zamanında, olayı gözünde öyle büyütmüştü ki, büyük ihtimalle Bay Hobbs ve Cedric olmasa ülke felakete sürüklenecekti!
Bay Hobbs onu büyük bir fener alayını izlemeye götürdü. Fener taşıyan adamların çoğunun zihninde, lamba direğinin yanında duran gürbüz adam ve omuzlarında taşıdığı, şapkasını havada sallayıp bağıran yakışıklı küçük çocuk olarak kaldı.
O seçimden sonra, Cedric yedi sekiz yaşlarındayken, hayatında harika bir değişiklik yaratan o tuhaf şey gerçekleşti. Çok da ilginçti; o gün Bay Hobbs ile İngiltere ve kraliçe hakkında konuşuyorlardı ve Bay Hobbs aristokrasi hakkında sert yorumlarda bulunmuştu, özellikle kontlara ve markilere karşı öfkeliydi. Sıcak bir sabahtı; birkaç arkadaşıyla askercilik oynadıktan sonra Cedric dükkâna dinlenmeye gitti ve Bay Hobbs’ı saltanat töreninin bir resminin olduğu Resimli Londra Gazetesi’ne öfkeyle bakarken buldu.
“Ah!” dedi. “Aynen böyle devam edin; ama bir gün gelecek ve bıkacaklar, ezip geçtikleri insanlar yükselip onları alaşağı edecek, kontları, markileri, hepsini! Vakitleri daralıyor, gözlerini dört açsalar iyi ederler!”
Cedric her zamanki gibi yüksek tabureye yerleşti, şapkasını geri itti, ellerini ceplerine soktu.
“Çok fazla marki tanıdığınız var mı Bay Hobbs?” diye sordu. “Veya kont?”
“Hayır.” diye cevapladı Bay Hobbs öfkeyle. “Sanırım yok. Hele onlardan birini burada yakalayayım!.. Hiçbir açgözlü zorba gelip benim bisküvi kutularımın üstünde oturamaz!”
Bu duyarlılıktan öyle iftihar ediyordu ki etrafa gururla baktı ve alnını sildi.
“Belki ellerinden gelse kont olmazlardı.” dedi Cedric, onların mutsuz durumlarına karşı belli belirsiz bir sempati duyarak.
“Sen öyle san!” dedi Bay Hobbs. “Bununla gurur duyarlar! Hepsinin içinde var. Hiçbirinin ciğeri beş para etmez!”
Mary geldiğinde sohbetlerinin ortasındaydılar.
Cedric onun şeker falan almaya geldiğini düşündü, ama sandığı gibi değildi. Beti benzi atmıştı, sanki bir şeyler onu çok heyecanlandırmıştı.
“Haydi, tatlım.” dedi. “Hanımım seni bekliyor.”
Cedric taburesinden indi.
“Onunla dışarı çıkmamı mı istiyor Mary?” diye sordu. “İyi günler Bay Hobbs. Sonra görüşürüz.”
Mary’nin ona şaşırmış gibi bakması garibine gitmişti ve neden başını sallayıp durduğunu merak etti.
“Ne oldu Mary?” diye sordu. “Sıcak hava mı çarptı?”
“Hayır.” dedi Mary. “Ama başımıza ilginç şeyler geliyor.”
“Güneş canımın içinin başını mı ağrıttı?” diye sordu endişeyle Cedric.
O da değildi. Eve vardığında kapının önünde bir araba gördü ve salonda biri annesiyle konuşuyordu. Mary onu üst kata çıkardı, en güzel yazlık kıyafetini, beli kırmızı kuşaklı krem renk flanel takımını giydirdi ve lülelerini taradı.
Onun “Lord muymuş?” dediğini duydu. “Soylular ve üst tabaka. Amanın! Çok fena! Lord falan, kötü talih.”
Kafası gerçekten karışmıştı ama annesinin bütün bu telaşın nedenini söyleyeceğinden emindi, bu yüzden Mary’nin kendi kendine söylenip durmasına ses çıkarmadı. Giyinince alt kata koştu ve salona girdi. Uzun boylu, ince, yaşlı, keskin yüz hatları olan bir beyefendi koltukta oturuyordu. Annesi solgun bir yüzle ayakta duruyordu, gözlerini yaşlı gördü.
“Ah! Ceddie!” diye haykırdı ve küçük oğlunun yanına koştu, onu kollarının arasına alıp ürkek ve tedirgin bir şekilde öptü. “Ah! Ceddie, tatlım!”
Uzun boylu yaşlı beyefendi yerinden kalktı ve keskin gözleriyle Cedric’e baktı. Ona bakarken ince çenesini kemikli elleriyle ovuşturuyordu.
Hiç de hoşnutsuz görünmüyordu.
“Demek öyle.” dedi sonunda yavaşça. “Demek küçük Lord Fauntleroy bu.”

II
Ertesi hafta boyunca Cedric kadar şaşkın bir çocuk yoktu; o hafta kadar tuhaf ve gerçek dışı bir hafta da yoktu. İlk olarak, annesinin anlattığı hikâye çok ilginçti. Anlayana kadar iki üç defa dinlemesi gerekti. Bay Hobbs’ın bunun hakkında ne düşüneceğini tahmin bile edemiyordu. Hikâye kontlarla başlamıştı; hiç görmediği büyükbabası konttu; attan düşüp vefat etmeseydi büyük amcası da zamanı geldiğinde kont olacaktı ve onun ölümünden sonra diğer amcası Roma’da hummadan aniden vefat etmeseydi o da kont olacaktı. Kendi babası da eğer hayatını kaybetmeseydi, kont olacaktı, fakat hepsi vefat ettiği ve geride sadece Cedric kaldığı için görünüşe göre büyükbabasının vefatından sonra o kont olacaktı ve kendisi şimdilik Lord Fauntleroy’du.
Bunu ilk duyduğunda beti benzi attı.
“Ah! Canımın içi!” dedi. “Keşke kont olmasam. Çocuklardan hiçbiri kont değil. Ben de olmasam olmaz mı?”
Ama bu durum kaçınılmaz görünüyordu. O akşam açık pencerenin önünde oturup harabe sokağa bakarken, o ve annesi bu konuyu uzun uzun konuştular. Cedric ayaklı taburesinde en sevdiği şekilde bir dizini kavrayarak, düşünmekten kıpkırmızı olmuş şaşkın yüzüyle oturuyordu. Büyükbabası onu İngiltere’ye çağırıyordu ve annesi gitmesi gerektiğini düşünüyordu.
“Çünkü…” dedi annesi üzgün gözlerle pencereden dışarı bakarken, “baban da böyle olsun isterdi Ceddie. Vatanını çok severdi ve küçük bir çocuğun anlayamayacağı, düşünülmesi gereken bir sürü şey var. Seni göndermezsem bencil bir anne olurum. Büyüyüp koca adam olduğunda bunu daha iyi anlayacaksın.”
Ceddie başını kederle iki yana salladı.
“Bay Hobbs’ı bırakıp gittiğim için çok üzüleceğim.” dedi. “Korkarım ki beni özler, ben de onu özlerim. Hem herkesi özlerim!”
Ertesi gün Dorincourt kontunun aile avukatı olan ve Lord Fauntleroy’u İngiltere’ye götürmekle görevlendirilen Bay Havisham geldi ve Cedric bir sürü şey duydu. Fakat bir şekilde, büyüyünce çok zengin biri olacağını, şurada burada şatoları, kocaman koruları, derin madenleri, bir sürü malı mülkü olacağını duymak onu rahatlatmıyordu. Aklı, arkadaşı Bay Hobbs’taydı ve kahvaltıdan sonra kafası karışık bir vaziyette dükkâna, onu görmeye gitti.
Bay Hobbs’ı sabah gazetesini okurken buldu ve ağır ağır yanına yanaştı. Başına gelenleri duyunca onun çok şaşıracağını hissediyordu, dükkâna giderken yol boyunca bu haberi nasıl vereceğini düşünmüştü.
“Merhaba!” dedi Bay Hobbs. “Günaydın!”
“İyi sabahlar.” dedi Cedric.
Her zaman yaptığı gibi yüksek tabureye tırmanmadı; bisküvi kutusunun üstüne oturdu ve bir dizini kavradı; bir süre o kadar sessiz kaldı ki Bay Hobbs sonunda gazetesinin üstünden soru sorar gibi ona baktı.
“Merhaba!” dedi yeniden.
Cedric tüm gücünü topladı.
“Bay Hobbs!” dedi. “Dün sabah konuştuğumuz konuyu hatırlıyor musunuz?”
“Tabii.” diye cevap verdi Bay Hobbs. “İngiltere’den bahsediyorduk.”
Bay Hobbs başının arkasını kaşıdı.
“Kraliçe Victoria ve aristokrasiden bahsediyorduk.”
“Evet.” dedi Cedric, tereddüt ederek devam etti: “Ve… Ve kontlardan, hatırladınız mı?”
“Şey, evet.” diye cevapladı Bay Hobbs. “Onlara biraz dokundurduk, aynen öyle!”
Cedric alnındaki kâküllere kadar kızardı. Hayatında başına bundan daha utanç verici bir şey gelmemişti. Bu Bay Hobbs için de biraz utanç verici olabilir diye korkuyordu.
“Demiştiniz ki…” diye devam etti, “onların gelip de bisküvi kutularınıza oturmasına hayatta izin vermezmişsiniz.”
“Aynen öyle dedim!” dedi Bay Hobbs kendinden emin bir şekilde. “Ciddiyim. Hadi bir denesinler de görsünler!”
“Bay Hobbs!” dedi Cedric. “Şu anda bir tanesi kutunun üstünde oturuyor.”
Bay Hobbs neredeyse sandalyesinden fırlayacaktı.
“Ne!” diye haykırdı.
“Evet.” dedi Cedric, olabildiğince alçakgönüllülükle, “Ben onlardan biriyim ya da olacağım. Sizi kandıracak değilim.”
Bay Hobbs tedirgin olmuş gibiydi. Birden ayağa kalktı ve termometreye bakmaya gitti.
“Başına güneş geçmiş senin!” diye haykırdı, genç arkadaşının yüzünü kontrol etmek için geri geldi. “Sıcak bir gün! Nasıl hissediyorsun? Ağrın falan var mı? Ne zamandır kendini böyle hissediyorsun?”
Kocaman elini küçük çocuğun saçlarına koydu. Bu çok utanç vericiydi.
“Teşekkür ederim.” dedi Ceddie. “İyiyim. Kafamla ilgili bir sorun yok. Ne yazık ki bu gerçek Bay Hobbs. Mary beni bu yüzden almaya gelmiş. Bunu anneme Bay Havisham anlatıyordu, o bir avukat.”
Bay Hobbs sandalyesine çöktü ve mendiliyle alnını sildi.
“Birimizi güneş çarpmış!” diye haykırdı.
“Hayır.” diye cevapladı Cedric. “Kimseyi çarpmadı. Bay Havisham bize bunu söylemek için kalkıp ta İngiltere’den gelmiş. Büyükbabam göndermiş onu.”
Bay Hobbs önündeki masum ve ciddi küçük surata delirmiş gibi baktı.
“Kim senin büyükbaban?” diye sordu.
Cedric elini cebine soktu ve dikkatle kendi yuvarlak, yamuk elleriyle yazılmış bir kâğıt parçası çıkardı.
“Kolay hatırlayamam diye buraya yazdım.” dedi. Yavaşça okumaya başladı: “John Arthur Molyneux Errol, Earl of Dorincourt. Bu onun adı ve bir şatoda yaşıyor, iki veya üç şatoda, sanırım. Ölen babam onun en küçük oğluymuş, babam ölmeseymiş lord veya kont olamazmışım ve iki kardeşi ölmese babam kont olamazmış. Ama hepsi ölmüş ve geride benden başka kimse, hiçbir erkek evlat kalmamış, bu yüzden ben olmalıymışım. Büyükbabam beni İngiltere’ye çağırıyormuş.”
Bay Hobbs’ı sıcak bastı. Alnını ve kel kafasını siliyor, zar zor nefes alıp veriyordu. Olağanüstü bir şey olduğunu anlamaya başladı; ama bisküvi kutusunun üstünde masum yüzü ve çocuksu gözlerinde endişeli bir ifadeyle oturan küçük çocuğa bakınca ve aslında onun hiç de değişmediğini, tıpkı bir önceki günkü mavi takım ve kırmızı boyun bağı ile yakışıklı, neşeli, cesur küçük dostu olduğunu görünce soyluluk ile ilgili tüm bildikleri onu afallatmıştı. Cedric bu olayın ne kadar muazzam bir şey olduğunun farkına bile varmadan son derece kusursuz bir sadelikle konuştuğu için daha da afallamıştı.
“Ad… adım ne demiştin?” diye sordu Bay Hobbs.
“Adım Cedric Errol, Lord Fauntleroy.” diye cevapladı Cedric. “Bay Havisham öyle dedi. Odaya girince dedi ki: ‘Demek küçük Lord Fauntleroy bu!’ ”
“Şey…” dedi Bay Hobbs, “anladıysam Arap olayım!”
Çok şaşırdığında veya heyecanlandığında hep bu ifadeyi kullanırdı. Böyle karışık durumlarda diyecek başka bir şey bulamazdı.
Cedric bunun gayet uygun ve yerinde bir tepki olduğunu düşündü. Bay Hobbs’a karşı olan saygı ve sevgisi öylesine büyüktü ki onun her ifadesine hayrandı ve hepsini onaylıyordu. Bay Hobbs’ın bazen pek de alışılagelmiş bir tip olmadığını fark edecek kadar insan tanımamıştı. Elbette onun annesinden farklı olduğunun biliyordu, ama neticede annesi bir kadındı ve kadınların her zaman erkeklerden farklı olduğunu düşünüyordu.
Bay Hobbs’a kederli gözlerle baktı.
“İngiltere buraya çok uzak, değil mi?” diye sordu.
“Atlantik Okyanusu’nun diğer tarafında.” diye cevapladı Bay Hobbs.
“Bu çok kötü.” dedi Cedric. “Belki sizi uzun bir süre göremeyeceğim. Bunu düşünmek bile istemiyorum Bay Hobbs.”
“Yakın dostlar ayrılmaz.”
“Uzun yıllardır arkadaşız, değil mi?”
“Doğduğundan beri.” diye cevap verdi Bay Hobbs. “Bu sokağa ilk çıktığında altı haftalıktın.”
“Ah.” dedi Cedric içini çekerek. “O zamanlar kont olacağım aklıma gelir miydi hiç!”
“Ne diyorsun!” dedi Bay Hobbs. “Bu işten kaçarın yok mu?”
“Maalesef.” diye cevapladı Cedric. “Annem diyor ki babam da böyle olsun istermiş. Kont olmam gerekiyorsa yapabileceğim tek bir şey var: İyi bir kont olmak. Zorbanın teki olmayacağım. Eğer Amerika ile yeniden savaş çıkarsa onu durdurmak için elimden geleni yaparım.”
Bay Hobbs ile uzun ve ciddi bir konuşma yaptılar. Bay Hobbs ilk şoku atlattıktan sonra beklendiği kadar da hiddetli bir tavır göstermedi; durumu kabullenmeye çalıştı ve en sonunda bir sürü soru sordu. Cedric bu soruların bir kısmını cevaplayabildiği için kendi sorularını kendi cevaplamaya başladı ve kontlar, markiler, büyük malları mülkleri hakkında öyle şeyler söyledi ve bunları öyle bir açıkladı ki Bay Havisham duysaydı ağzı açık kalırdı.
Zaten Bay Havisham’ı şaşırtan bir sürü şey vardı. Hayatını İngiltere’de sürdürmüştü, Amerikalılara ve Amerikan âdetlerine alışkın değildi. Yaklaşık kırk yıldır Dorincourt kontunun ailesi ile bağı profesyonelceydi ve tüm büyük mülklerini, büyük servetini ve bunların önemini biliyordu; gelecekte bunların tamamının yöneticisi ve sahibi olacak olan küçük çocukla, müstakbel Dorincourt kontuyla, soğuk duygularla ve iş icabı ilgileniyordu. Yaşlı kontun büyük oğullarıyla ilgili hayal kırıklıklarını, Captain Cedric’in bir Amerikalı ile evlenmesine duyduğu öfkeyi, hâlâ o küçük, narin, dul kızdan nefret ettiğini ve ondan daima iğneli acı sözlerle bahsedeceğini biliyordu. Onun, bir kont çocuğu olduğunu bildiği için ne yapıp edip oğlunu kendisiyle evlenmeye ikna eden basit bir Amerikalı kız olduğu konusunda ısrarcıydı. Yaşlı avukat da buna az çok inanıyordu. Hayatında birçok bencil, paragöz insan görmüştü ve Amerikalıları da gözü hiç tutmamıştı. O basit sokağa girdiğinde ve arabası o basit küçük evin önünde durduğunda gerçekten afallamıştı. Dorincourt Şatosu’nun, Wyndham Kuleleri’nin, Chorlworth’un ve diğer görkemli mülklerin müstakbel sahibinin, köşesinde manav bulunan bir sokakta, böylesine derme çatma bir evde doğup büyüdüğünü düşünmek onu dehşete düşürmüştü. Kim bilir çocuk ve annesi neye benziyorlardır, diye düşünmüştü. Yüzlerini bile göresi yoktu. Uzun yıllar yasal işleriyle ilgilendiği hanedan ile gurur duyuyordu; görgüsüz ve servet düşkünü olarak gördüğü, merhum kocasının ülkesine ve adının itibarına saygısı olmayan bir kadınla ilgileneceği düşüncesi onu rahatsız ediyordu. Onlarınki çok eski ve haşmetli bir addı ve her ne kadar kendisi sadece soğuk, zeki, ciddi ve yaşlı bir avukat olsa da Bay Havisham’ın bu ada sonsuz saygısı vardı.
Mary onu küçük salona aldığında etrafına eleştiren gözlerle bakmıştı. Sade bir şekilde döşenmişti, ama sıcak bir havası vardı; ucuz, basit süsler ve pahalı olmayan, cafcaflı resimler yoktu; duvardaki birkaç dekor zevkle seçilmişti ve odada bir kadının elinden çıkmış olması muhtemel bir sürü güzel şey bulunuyordu.
O kadar da fena değilmiş! dedi kendi kendine. Ama belki de çoğu Captain Cedric’in zevkidir. Fakat Bayan Errol odaya girince bunlara onun da elinin değmiş olabileceğini düşündü. Az konuşan ve katı bir adam olmasaydı muhtemelen onu görünce irkilirdi. İnce bedenini saran sade siyah elbisesinin içinde yedi yaşındaki bir çocuk annesi olmaktan ziyade genç bir kıza benziyordu. Güzel ve mahzun bir yüzü, narin ve masum bakışlı kocaman kahverengi gözleri vardı; o üzgün bakışlar kocasının vefatından beri onu terk etmemişti. Cedric o bakışlara alışmıştı; o bakışların kaybolduğu tek zaman onunla oynadığı veya konuştuğu, büyük adam gibi laflar ettiği, gazeteden veya Bay Hobbs ile yaptığı konuşmalardan seçtiği uzun kelimeleri kullandığı zamanlardı. Uzun kelimelere bayılırdı ve bu kelimeler annesini güldürdüğünde mutlu olurdu; gerçi onun neden güldüğünü bir türlü çözemezdi, çünkü bunlar onun için önemli konulardı. Deneyimleri avukata insanların karakterlerini becerikli bir şekilde incelemeyi öğretmişti ve Cedric’in annesini görür görmez kontun onun görgüsüz, servet düşkünü bir kadın olduğunu düşünmekle hata ettiğini fark etti. Bay Havisham hiç evlenmemişti, âşık dahi olmamıştı, ancak tatlı sesli ve üzgün bakışlı bu sevimli küçük yaratığın Captain Errol ile yalnızca onu tüm kalbiyle sevdiği için evlendiğini ve onun bir kontun oğlu olmasının sağlayacağı menfaatleri aklından bile geçirmediğini hissetti. Onunla hiçbir sorun yaşamayacağını düşündü ve belki de küçük Lord Fauntleroy hanedanın başına dert olmazdı. Captain yakışıklı bir adamdı, genç anne de çok güzeldi, kim bilir belki çocuğun da eli yüzü düzgündü.
Bayan Errol’a neden geldiğini anlattığında kadının rengi soldu.
“Ah!” dedi. “Onu benden koparıp götürecek misiniz? Birbirimizi çok seviyoruz! O benim mutluluk kaynağım! Ondan başka hiç kimsem yok. Daima ona iyi bir anne olmaya çalıştım.” Sonra tatlı, genç sesi titredi ve gözlerinden yaşlar boşandı. “Onun benim için ne demek olduğunu bilemezsiniz!” dedi.
Avukat boğazını temizledi.
“Size söylemeliyim ki…” dedi. “Dorincourt kontu size karşı pek dostane duygular beslemiyor. O yaşlı bir adam ve ön yargıları oldukça kuvvetli. Özellikle Amerika ve Amerikalılardan hiç hazzetmez ve oğlunun evliliği onu iyice çileden çıkardı. Böyle nahoş bir haberleşmede aracı olduğum için üzgünüm, ancak sizi katiyen görmek istemiyor. Lord Fauntleroy’un kendi kontrolü altında eğitim almasını ve kendisiyle yaşamasını planlıyor. Kontun yeri Dorincourt Şatosu, vaktinin çoğunu orada geçirir. İltihabik gut hastası ve Londra’dan pek hazzetmez. Kont size gayet hoş bir yerde olan ve şatonun da uzağında bulunmayan Saltanat Köşkü’nü sunuyor. Aynı zamanda da münasip bir gelir. Lord Fauntleroy sizi ziyaret edebilecek; bir tek kural var, siz onu ziyaret etmeyecek ve koru kapısını geçmeyeceksiniz. Gördüğünüz üzere aslında oğlunuzdan ayrılmıyorsunuz, sizi temin ederim hanımefendi, kurallar o kadar da sert değil. Eminim siz de takdir edersiniz ki Lord Fauntleroy müthiş bir çevreye ve eğitime sahip olacak.”
Avukat, birçok kadının yapacağı gibi ağlayıp olay çıkaracak diye biraz huzursuzlandı. Kadınları ağlarken görmek onu utandırır ve rahatsız ederdi.
Ama öyle olmadı. Pencereye yürüdü, bir süre yüzü dönük bir şekilde durdu, kendini toparlamaya çalıştı.
“Captain Errol, Dorincourt’u çok severdi.” dedi sonunda. “İngiltere’yi ve İngiltere ile ilgili her şeyi severdi. Evinden uzaklaştırılmış olmak onu daima üzerdi. Yurduyla ve adıyla gurur duyardı. Eminim o da oğlunun o eski güzelim yerleri öğrenmesini, gelecekteki konumu için en uygun şekilde yetiştirilmesini isterdi.”
Sonra masaya doğru geldi ve Bay Havisham’a kibarca bakarak durdu.
“Eşim böyle olsun isterdi.” dedi. “Küçük oğlum için en iyisi bu olacaktır. Biliyorum, hatta eminim kont ona benden nefret etmeyi öğretecek kadar kalpsiz değildir ve biliyorum ki -bunu denese bile-küçük oğlum da babası gibi güçlüdür. Onun sıcak, vefalı bir doğası ve kocaman bir kalbi var. Beni görmese de sevmeye devam eder ve birbirimizi görmeye devam ettiğimiz sürece çok acı çekmem.”
Bencillik etmiyor, diye düşündü avukat. Kendinden hiç bahsetmiyor.
“Hanımefendi!” dedi yüksek sesle. “Oğlunuzu düşünmenize saygı duyuyorum. Büyüdüğünde size teşekkür edecektir. Sizi temin ederim ki Lord Fauntleroy’a çok iyi bakılacak ve onun mutlu olması için tüm imkânlar sağlanacaktır. Dorincourt kontu onun rahatı ve iyiliği için en az sizin kadar duyarlı olacaktır.”
“Umarım…” dedi şefkatli küçük anne oldukça üzgün bir sesle, “büyükbabası, Ceddie’yi sever. Ufaklığın çok sevecen bir doğası var ve sevgiyle büyüdü.”
Bay Havisham yeniden boğazını temizledi. Yaşlı, gut hastası ve barut gibi olan kontun birini çok da sevebileceğini hayal edemiyordu; fakat vârisi olacak çocuğa, asabi tarzıyla, nazik davranmanın kendi yararına olacağını biliyordu. Ceddie de adına layık olursa büyükbabasının onunla gurur duyacağından emindi.
“Eminim, Lord Fauntleroy rahat edecektir.” diye cevapladı. “Kont da onun mutluluğu için sizin onu sık sık görebileceğiniz kadar yakında olmanızı arzuluyor.”
Kontun pek de kibar ve candan olmayan kelimelerini tam olarak kullanmanın uygunsuz olacağını düşündü.
Bay Havisham asil efendisinin teklifini daha ılımlı ve daha nazik bir dille ifade etmeyi tercih etti.
Bayan Errol’ın küçük oğlunu bulup ona getirmesini istediği Mary onun nerede olduğunu söylediğinde Bay Havisham ufak bir şaşkınlık daha geçirdi.
“Onu elimle koymuş gibi bulurum hanımefendi.” dedi Mary. “Şu anda Bay Hobbs’ın yanındadır, tezgâhın yanındaki yüksek tabureye oturmuş, muhtemelen siyasetten bahsediyorlardır veya sabunların, mumların, patateslerin falan arasında tüm tatlılığıyla keyfine bakıyordur.”
“Bay Hobbs onu küçüklüğünden beri tanır.” dedi Bayan Errol avukata. “Ceddie’ye karşı çok kibardır ve aralarında sağlam bir dostluk var.”
Bay Havisham yanından geçerken dükkâna şöyle bir baktığında gördüklerini hatırladı -patates ve elma çuvallarını, tüm o ıvır zıvırları-ve endişeleri yeniden canlandı. İngiltere’de, beyefendilerin çocukları manavlarla ahbaplık yapmazdı. Çocuğun kötü huyları varsa ve ayaktakımını sevmeye eğilimliyse durum biraz zor olacaktı. Kontun hayatı boyunca yaşadığı en büyük utanç iki büyük oğlunun, ayaktakımına düşkünlüğüydü. Acaba, diye düşündü, bu çocuk da babasının iyi özellikleri yerine amcalarının kötü özelliklerini mi taşıyor?
Bayan Errol’la konuşurken bir yandan da sıkıntılı bir şekilde bunları düşünüyordu, derken çocuk odaya girdi. Kapı açıldığında Cedric’e bakmadan önce bir an tereddüt etti. Belki de onu tanıyan birçok insan, annesinin kollarına koşan çocuğa bakarken Bay Havisham’ın içinden geçen meraklı duyguları bilseler, bunu garipseyebilirlerdi. Avukat, çok şaşırtıcı bir duygu değişimi yaşadı. Hemen o anda onun, hayatında gördüğü en güzel ve en yakışıklı çocuk olduğunu düşündü.
Güzelliği sıra dışıydı. Güçlü, esnek, zarif, küçük bir gövdesi ve erkeksi, ufak bir yüzü vardı; çocuksu başı dikti ve cesur bir edayla yürüyordu; babasına şaşılacak derecede benziyordu; onun altın saçlarını ve annesinin kahverengi gözlerini almıştı, fakat o gözlerde üzüntü veya çekingenlik yoktu. Masumane bir şekilde korkusuz gözlerdi bunlar; hayatında hiç korkmamış veya hiçbir şeyden şüphelenmemiş gibi bakıyorlardı.
Hayatımda gördüğüm en iyi yetiştirilmiş ve en yakışıklı çocuk! diye düşündü Bay Havisham. Sesli olaraksa yalnızca, “Demek küçük Lord Fauntleroy bu.” dedi.
Sonrasında, Lord Fauntleroy’u izledikçe daha da şaşırdı. Çocuklar hakkında fazla bir bilgisi yoktu, gerçi İngiltere’de bir sürü çocuk görmüştü; güzel, yakışıklı, al yanaklı kız ve erkek çocuklar, özel öğretmenleri ve mürebbiyeleri tarafından bakılan, kimi zaman sessiz kimi zaman biraz gürültücü olan, ama asla resmî, katı ve yaşlı bir avukat için ilginç olmayan çocuklardı bunlar. Belki de Lord Fauntleroy’un servetine olan şahsi ilgisi Ceddie’ye diğer çocuklardan daha fazla dikkat etmesine sebep olmuştu; ancak ne olursa olsun onun kesinlikle dikkatini daha fazla çektiğini fark etti.
Cedric gözlemlendiğinin farkında değildi ve nasılsa öyle davranıyordu. Tanıştırıldıklarında Bay Havisham ile dostane bir şekilde tokalaştı ve sorularına Bay Hobbs’ınkilere olduğu gibi tereddütsüz bir çabuklukla cevap verdi. Ne sessiz ne de cüretkârdı, Bay Havisham annesiyle konuşurken onun bir yetişkinmiş gibi ikisinin sohbetini ilgiyle dinlediğini fark etti.
“Ufaklık son derece olgun görünüyor.” dedi Bay Havisham anneye.
“Sanırım bazı konularda öyle.” diye cevapladı Bayan Errol. “Çok çabuk öğrenir, yetişkinlerle çok yaşadı. Kitaplardan okuduğu veya başkalarından duyduğu uzun kelimeleri ve ifadeleri kullanmak gibi küçük komik bir huyu vardır, ama çocukça oyunlara da bayılır. Bence oldukça akıllı, ama bazen de son derece çocuksu, ufak bir oğlan çocuğu.”
Bay Havisham onunla tekrar karşılaştığında bu son şeyin doğru olduğunu gördü. Arabası köşeyi dönünce bir grup heyecanlı küçük erkek çocuğu gördü. İkisi yarışmak üzereydi ve onlardan biri onun genç lorduydu, arkadaşları gibi patırtı yapıyordu. Diğer çocukla yan yanaydılar, kırmızı bir bacak adım attı.
“Bir, yerini al!” diye bağırdı başlatıcı. “İki, hazır ol. Üç, başla!”
Bay Havisham kendini arabasının penceresinden merakla sarkmış hâlde buldu. İşaret verildiğinde lordunun asil, küçük kırmızı bacaklarının pantolonunun arkasında yeri yırtarcasına uçtuğunu görünce daha önce böyle bir şey gördüğünü hatırlamadığını fark etti. Küçük ellerini yumruk yapmış ve yüzünü rüzgâra vermişti; parlak saçları geriye doğru dalgalanıyordu.
Çocuklar, “Haydi, Ced Errol!” diye heyecanla dans ederek avaz avaz bağırıyorlardı. “Haydi, Billy Williams! Haydi, Ceddie! Haydi, Billy! Haydi! Bastır! Bastır!”
“Eminim o kazanacak.” dedi Bay Havisham. Kırmızı bacakların uçuşu ve bir aşağı bir yukarı hareketleri, çocukların bağrışması, kahverengi bacakları hiç de küçümsenmeyecek Billy Williams’ın çabası ve kırmızı bacakları yakından takip etmesi onu heyecanlandırmıştı. “Gerçekten, gerçekten onun kazanmasını istiyorum!” dedi özür diler gibi bir sesle. O anda, dans edip, hoplayıp zıplayan çocuklardan çığlıklar yükseldi. Son bir gayretli sıçrayışla müstakbel Dorincourt kontu blokun sonundaki lamba direğine nefes nefese kalan Billy Williams’tan sadece iki saniye önce ulaşıp dokunmuştu.
“Ceddie Errol için üç kere!” diye bağırdı çocuklar. “Oley Ceddie Errol!”
Bay Havisham başını arabasının penceresinden içeri soktu ve yavan bir gülümsemeyle arkasına yaslandı.
“Aferin, Lord Fauntleroy!” dedi.
Arabası Bayan Errol’ın kapısının önünde dururken, kazanan ve kaybeden bağırıp çağıran kalabalıkla oraya doğru geliyordu. Cedric, Billy Williams ile yürüyerek sohbet ediyordu. Sevinçli küçük yüzü kıpkırmızı olmuştu, lüleleri terli alnına yapışmıştı, elleri cebindeydi.
“Görüyorsun ya…” diyordu, belli ki başarısız rakibine mağlubiyeti makul göstermeye çalışarak, “bence bacaklarım seninkilerden biraz daha uzun olduğu için kazandım. Bence sebebi bu. Görüyorsun ya, senden üç gün daha büyüğüm, bu da bana avantaj sağlıyor. Üç gün daha büyüğüm.”
Duruma bu açıdan bakmak Billy Williams’ın moralini yerine getirdi ve çocuk dünyaya yeniden gülümsemeye, sanki yarışı kendi kazanmış gibi yeniden kasılarak yürümeye başladı. Ceddie Errol insanların içini bir şekilde rahatlatmanın bir yolunu buluyordu. Zaferin ilk coşkusunda bile kaybeden kişinin kendini pek iyi hissetmeyeceğini ve farklı şartlar altında kendisinin de kazanan olabileceği ihtimalini düşünmek istediğini hatırlardı.
O sabah Bay Havisham galiple uzun bir sohbete daldı; bu sohbet onun yavan gülümsemesiyle sırıtmasına ve kemikli elleriyle çenesini defalarda ovmasına sebep oldu.
Bayan Errol dışarıdan çağırılınca avukat ve Cedric baş başa kaldılar. Başlarda Bay Havisham küçük dostuna ne diyeceğini bilemedi. Belki de büyükbabasıyla tanışmadan ve yakında yaşayacağı büyük değişiklikten önce onu hazırlayacak bir şeyler söylemek iyi olur diye düşündü. Cedric, İngiltere’ye adım attığında nelerle karşılaşacağını veya kendisini nasıl bir evin beklediğini bilmiyordu. Henüz annesinin onunla aynı evde yaşamayacağını dahi bilmiyordu. Ona söylemeden önce ilk şoku atlatmasının en iyisi olduğunu düşünmüşlerdi.
Bay Havisham açık pencerenin bir tarafında koltukta oturuyordu, diğer taraftaysa Cedric daha büyük bir koltukta oturmuş Bay Havisham’a bakıyordu. Büyük koltuğa gömülmüş, kıvırcık kafası arka yastığa dayanmış, bacak bacak üstüne atmış ve elleri ceplerine gömülmüş, bir nevi Bay Hobbs gibi oturuyordu. Annesi odadayken Bay Havisham’ı gözünü kırpmadan izliyordu; o odadan çıktıktan sonra da saygılı bir düşüncelilikle bakmaya devam etti. Bayan Errol çıktıktan sonra kısa bir sessizlik oldu; Cedric, Bay Havisham’ı inceliyor gibiydi ve Bay Havisham da şüphesiz Cedric’i inceliyordu. Galip ve sırtını koltuğa dayadığında aşağı sarkacak kadar uzun olmayan bacaklarına kısa pantolon ve kırmızı çorap giyen küçük bir çocuğa bir yetişkinin ne demesi gerektiğini bulmaya çalışıyordu.
Fakat Cedric birden sohbeti başlatarak onu rahatlattı.
“Biliyor musunuz?..” dedi. “Kont ne demek bilmiyorum.”
“Bilmiyor musunuz?” dedi Bay Havisham.
“Hayır.” diye cevap verdi Ceddie. “Bence bir çocuk günün birinde kont olacaksa ne anlama geldiğini bilmeli. Sizce?”
“Şey, evet.” diye cevapladı Bay Havisham.
“Acaba…” dedi Ceddie saygılı bir ifadeyle. “Acaba bana açıklatabilir misiniz? (Bazen uzun kelimeler kullandığında yanlış telaffuz ederdi.) Kim onu kont yapar?”
“Öncelikle, kral veya kraliçe.” dedi Bay Havisham. “Genel olarak, kişi hükümdara bazı hizmetlerde bulunduğu veya büyük işler yaptığı için kont ilan edilir.”
“Ah!” dedi Cedric. “Başkan gibi.”
“Öyle mi?” dedi Bay Havisham. “Başkanlarınız bu yüzden mi seçiliyorlar?”
“Evet.” diye cevapladı Ceddie neşeyle. “Bir adam çok iyiyse ve her şeyi biliyorsa başkan seçilir. Fener alayı ve bandoları olur, herkes konuşma yapar. Belki başkan olurum diye düşünmüştüm ama kont olmak aklıma hiç gelmemişti. Kontlardan haberim yoktu bile.” dedi aceleyle, Bay Havisham kont olmak istemediğini zannedip gücenmesin diye. “Eğer haberim olsaydı eminim kont olmayı düşünürdüm.”
“Başkanlıktan bayağı farklıdır.” dedi Bay Havisham.
“Öyle mi?” diye sordu Cedric. “Nasıl? Fener alayı olmaz mı?”
Bay Havisham bacak bacak üstüne attı ve parmaklarının ucunu dikkatle birleştirdi. Belki de bazı konuları netleştirmenin vakti geldi, diye düşündü.
“Kont çok önemli bir şahsiyettir.” diye başladı.
“Başkan da öyle!” dedi Ceddie. “Fener alayı sekiz kilometre uzunluğundadır, havai fişek atarlar ve bando çalar! Bay Hobbs beni onları izlemeye götürdü.”
“Kont…” diye devam etti Bay Havisham, nasıl söyleyeceğinden emin olmadan, “genelde çok eski bir zürriyetten gelir.”
“O ne demek?” diye sordu Ceddie.
“Çok eski, son derece eski bir aile demek.”
“Ah!” dedi Cedric ellerini ceplerine iyice sokarak. “Parkın yanındaki elmacı kadın gibi. Kesin o da eski bir züriyetten. O kadar yaşlı ki nasıl ayağa kalktığına şaşarsınız. Herhâlde yüz yaşında falan vardır ama yağmur yağsa bile dışarıdadır. Ona çok üzülüyorum, diğer çocuklar da öyle. Billy Williams’ın bir keresinde neredeyse bir doları vardı ve ondan hepsini bitirene kadar her gün beş sentlik elma almasını istemiştim. Bu yirmi gün yapıyordu ve bir hafta sonra elmalardan sıkıldı; ama sonra -tesadüfe bakın ki- bir beyefendi bana elli sent verdi ve onun yerine ben elma almaya başladım. O kadar fakir ve eski züriyetten biri için insanın için acıyor. Kemiklerinin gittiğini ve yağmurun daha da beter yaptığını söyler.”
Bay Havisham dostunun masum, ciddi ve küçük suratına bakınca kendini çaresiz hissetti.
“Korkarım beni tam olarak anlamadınız.” diye açıkladı. “Eski zürriyet derken yaşlı demek istemedim; demek istediğim, bir ailenin adı o kadar uzun bir süredir dünyaca tanınıyordur ki, belki de yüzlerce yıldır o soyadı taşıyan insanlar vardır ve ülkenin tarihinde adları geçiyordur.”
“George Washington gibi.” dedi Ceddie. “Doğduğumdan beri adını duyuyorum ve daha öncesinden beri tanınıyor. Bay Hobbs onun asla unutulmayacağını söylüyor. Biliyorsunuz, Özgürlük Bildirgesi ve Dört Temmuz yüzünden. Gördüğünüz gibi, o çok cesur bir adammış.”
“İlk Dorincourt kontu…” dedi Bay Havisham ağırbaşlılıkla, “dört yüz yıl önce kont ilan edildi.”
“Vay canına!” dedi Ceddie. “Amma da uzun zaman önceymiş! Canımın içine söylediniz mi bunu? Çok ilgisini çekecektir. Gelince anlatalım. İlginç şeyleri duymaya bayılır. Bir kont, kont ilan edilmekten başka ne yapar?”
“Çoğu, İngiltere’nin yönetilmesine yardımcı olmuştur. Kimisi yiğitti ve eski zamanlardaki büyük savaşlarda çarpıştılar.”
“Ben de böyle bir şey yapmak isterim.” dedi Cedric. “Babam askermiş ve çok yiğitmiş, George Washington kadar yiğitmiş. Belki de yiğit olmasının sebebi kont olabilecek olmasıydı. Kontların yiğit olmasına sevindim. Bu büyük avataj, yiğit adam olmak. Eskiden bazı şeylerden korkardım, karanlıktan falan, anlarsınız ya, ama Devrim’deki askerleri ve George Washington’ı düşününce bana iyi gelirdi.”
“Kont olmanın başka bir avantajı daha var.” dedi Bay Havisham yavaşça ve zeki gözlerini meraklı bir ifadeyle küçük çocuğa sabitledi. “Bazı kontların çok parası vardır.”
Küçük dostunun paranın gücünü bilip bilmediğini merak ediyordu.
“Ne güzel.” dedi Ceddie masumane. “Keşke benim de çok param olsa.”
“Öyle mi?” dedi Bay Havisham. “Peki neden?”
“Şey…” diye açıkladı Cedric, “bir insan parayla bir sürü şey yapabilir. Mesela elmacı kadın… Çok zengin olsaydım tezgâhını koyması için küçük bir çadır alırdım, küçük bir ocak da alırdım ve her yağmur yağdığında ona bir dolar verirdim, böylece evinde kalabilirdi. Sonra, ah! Ona bir şal verirdim. Böylece kemikleri o kadar kötü olmazdı. Onun kemikleri bizimkiler gibi değil; hareket ettiğinde canı yanıyor. Kemiklerinizin ağrıması çok fenadır. Ona bunları yapacak kadar zengin olsaydım, kemikleri iyileşirdi.”
“Öhöm! Peki, zengin olsaydınız başka neler yapardınız?”
“Ah! Bir sürü şey yapardım. Elbette canımın içine bir sürü güzel şey alırdım; iğnelik, yelpazeler, altın yüksük ve yüzükler, bir ansiklopedi, bir araba, böylece tramvayı beklemek zorunda kalmazdı. Pembe elbise sevseydi alırdım ama o en çok siyah sever. Fakat onu büyük mağazalara götürüp istediğini seçmesini söylerdim. Sonra da Dick…”
“Dick kim?” diye sordu Bay Havisham.
“Dick ayakkabı boyacısı.” dedi genç lord, ilginç planları onu gittikçe daha çok heyecanlandırıyordu. “Görüp göreceğiniz en iyi ayakkabı boyacısıdır. Çarşıdaki bir sokağın köşesinde durur. Onu yıllardır tanırım. Bir keresinde ben küçükken, canımın içiyle yürüyordum, bana zıplayan çok güzel bir top almıştı, onu taşırken arabaların ve atların olduğu sokağın ortasına doğru zıpladı, çok üzülmüştüm ve ağlamaya başladım, çok küçüktüm. İskoç eteği giyiyordum. Dick de bir adamın ayakkabılarını boyuyordu ve ‘Merhaba!’ deyip atların arasına koştu, topu benim için yakaladı, ceketiyle sildi ve topu bana verip, ‘Sorun yok delikanlı.’ dedi. Canımın içi ona hayran oldu, ben de öyle, o zamandan beri ne zaman çarşıya insek onunla konuşuruz. ‘Merhaba!’ der ve ben de ‘Merhaba!’ derim, sonra biraz yürürüz ve bana işlerinden bahseder. İşleri son zamanlarda pek iyi gitmiyor.”
“Onun için ne yapmak isterdiniz?” diye sordu avukat, çenesini ovuşturup garip bir şekilde gülümseyerek.
“Şey.” dedi Lord Fauntleroy, koltukta bir iş adamı havasıyla oturarak. “Jake’in hissesini satın alırdım.”
“Jake de kim?” diye sordu Bay Havisham.
“Dick’in ortağı ve bir insanın sahip olabileceği en kötü ortak! Dick böyle söylüyor. Hiçbir işe yaramıyor ve dürüst değil. Hile hurda yapıyor ve bu, Dick’i çileden çıkarıyor. Bir insan ayakkabıları elinden geldiğince iyi boyamaya çalışırken ve daima dürüst olurken ortağı dürüst olmazsa sinir olur. İnsanlar Dick’i sever ama Jake’i sevmezler, bu yüzden ikinci defa uğramazlar. Bunun için, zengin olsaydım Jake’in hissesini satın alır ve Dick’e ‘patron’ tabelası yaptırırdım; ‘patron’ tabelasının çok etkili olduğunu söyler; sonra ona yeni kıyafetler ve yeni fırçalar alırdım ve ona adil bir başlangıç sağlardım. Hep adil bir başlangıç istediğini söyler.”
Küçük lordun, içtenlikle arkadaşı Dick’ten alıntı yaparak anlattığı küçük hikâyeden daha saf ve daha masum bir şey olamazdı. Bu konunun kendisi kadar, büyük dostunun da ilgisini çektiğinden en ufak bir şüphesi yoktu. Gerçekten Bay Havisham’ın da ilgisini çekmeye başlamıştı; fakat Dick ve elmacı kadından ziyade, kıvırcık sarı saçlarının altındaki kafası dostları için iyi niyetli planlarla meşgul olurken kendini tamamen unutan onun kibar küçük lordu ilgisini çekmişti.
“Peki, kendiniz için…” diye başladı. “Zengin olsaydınız kendiniz için ne yapardınız?”
“Bir sürü şey!” diye cevap verdi Lord Fauntleroy anında. “Ama ilk önce Mary’ye Bridget için biraz para veririm. Bridget onun on iki çocuğu ve işsiz bir kocası olan kız kardeşi. Buraya gelip ağlar, canımın içi ona sepetin içinde bir şeyler verir, o yine ağlar ve şöyle der: ‘Tanrı sizden razı olsun güzel hanım.’ Sanırım Bay Hobbs’a benden hatıra olsun diye altın bir saat ve zincir ve lüle taşı bir pipo alırdım. Sonra da bir topluluk kurardım.”
“Topluluk!” diye haykırdı Bay Havisham.
“Cumhuriyetçi mitingi gibi.” diye açıkladı Cedric heyecanlanarak. “Meşaleler, üniformalar, kendim ve çocuklar için eşyalar alırdım. Birlikte yürür ve talim yapardık. Zengin olsam kendim için bunu isterdim.”
Kapı açıldı ve Bayan Errol içeri girdi.
“Sizi bu kadar süre yalnız bıraktığım için özür dilerim.” dedi Bay Havisham’a. “Fakat başı dertte zavallı bir kadıncağız beni görmeye gelmiş.”
“Bu genç beyefendi…” dedi Bay Havisham, “bana arkadaşlarından ve zengin olsaydı onlar için neler yapacağından bahsediyordu.”
“Bridget arkadaşlarından biridir.” dedi Bayan Errol. “Mutfakta onunla konuşuyordum. Eşinde ateşli romatizma olduğundan zor zamanlar geçiriyorlar.”
Cedric büyük koltuğundan aşağı kaydı.
“Gidip ona bir baksam iyi olacak.” dedi. “Kocasının durumunu sorarım. Sağlığı yerindeyken iyi bir adamdır. Bana tahtadan bir kılıç yaptığı için ona minnettarım. Çok yetenekli bir adam.”
Odadan çıkınca Bay Havisham koltuğundan kalktı. Bir şeyler söylemek ister gibi bir hâli vardı.
Bir an tereddüt etti, sonra Bayan Errol’a dönerek şöyle dedi:
“Dorincourt Şatosu’ndan ayrılmadan önce kont ile bir görüşme yaptım ve bana bazı talimatlarda bulundu. Torununun ve aynı zamanda eş dostunun İngiltere’deki hayatı çok arzu edeceğini umuyor. Lord hazretlerinin hayatının değişmesiyle para ve çocukların hoşuna gidecek şeyler elde edeceğini anlamasını sağlamamı söyledi; bir dileği varsa onu yerine getirip büyükbabasının onun dileğini gerçekleştirdiğini söylemeliyim. Kontun böyle bir beklenti içinde olmadığının farkındayım ancak bu zavallı kadına yardım etmek Lord Fauntleroy’u memnun edecekse eğer bunu yapmamak kontun hoşuna gitmeyecektir.”
İkinci kez kontun sözlerini tam olarak aktarmamıştı. Kont hazretleri aslında şöyle demişti:
“Çocuğun ona istediği her şeyi verebileceğimi anlamasını sağla. Dorincourt kontunun torunu olmak ne demekmiş anlasın. Hoşuna giden her şeyi al; cebine para koy ve onları oraya büyükbabasının koyduğunu söyle.”
Bunları pek de iyi niyetle söylemiyordu ve Küçük Lord Fauntleroy yerine daha az sevecen ve daha soğuk kalpli bir çocuk olsaydı, büyük zarar görebilirdi. Cedric’in annesi de bir zarar geleceğini düşünmeyecek kadar naifti. Çocuklarını kaybetmiş, yalnız, mutsuz yaşlı bir adamın belki de onun küçük oğluna iyi davranmak, onun sevgi ve güvenini kazanmak istediğini düşündü. Ceddie’nin Bridget’a yardım edebileceği düşüncesinden de mutlu oldu. Oğlunun başına konan bu garip talihin ilk olarak ihtiyaç sahiplerine yardım etme imkânı doğurduğunu görünce sevindi. Genç, sevimli yüzüne renk geldi.
“Ah!” dedi. “Kont çok nazik; Cedric çok sevinecek! Bridget ve Michael’a çok düşkündür. Onlar değerli insanlar. Hep onlara daha fazla yardım edebilmek istemişimdir. Michael sağlığı yerinde olduğunda çok çalışkandır, ama uzun zamandır hasta ve pahalı ilaçlara, sıcak tutan kıyafetlere, besleyici yemeklere ihtiyacı var. Bridget ile ikisi kendilerine verilen şeyin kıymetini bilir.”
Bay Havisham ince elini göğüs cebine soktu ve geniş bir cüzdan çıkardı. Keskin hatlı yüzünde garip bir bakış vardı. Aslında torununun yerine getirilen ilk dileğini duyduğunda Dorincourt kontunun ne düşüneceğini geçiriyordu aklından. Aksi, dünya zevklerine düşkün, bencil, yaşlı bir asilzadenin bu durum hakkındaki düşüncelerini merak ediyordu.
“Farkında mısınız bilemiyorum ancak…” dedi, “Dorincourt kontu son derece zengindir. Her türlü şımarıklığı yerine getirmeye gücü yeter. Sanırım Lord Fauntleroy’un dilediğini yapmasından hoşnut olacaktır. Kendisini çağırabilirseniz, izninizle ona bu insanlar için beş sterlin vereceğim.”
“Bu yirmi beş dolar yapar!” diye haykırdı Bayan Errol. “Onlar için bir servet! Bunun gerçek olduğuna inanamıyorum.”
“Gayet gerçek.” dedi Bay Havisham yavan gülümsemesiyle. “Oğlunuzun hayatında büyük değişiklikler oluyor, eline büyük bir güç geçecek.”
“Ah!” diye feryat etti annesi. “Öylesine küçük, o kadar küçük bir çocuk ki! Bu gücü doğru şekilde kullanmayı ona nasıl öğreteceğim? Bu beni biraz korkutuyor. Benim tatlı Ceddie’m!”
Avukat boğazını hafifçe temizledi. Onun kahverengi gözlerinde o hassas, ürkek bakışı görmek maddiyatçı, yaşlı, katı kalbine dokunmuştu.
“Sanıyorum ki hanımefendi…” dedi. “Lord Fauntleroy ile bu sabah yaptığım görüşmeden çıkardığım kadarıyla, müstakbel Dorincourt kontu kendileri kadar başkalarını da düşünecekler. Henüz küçük olabilir ancak zannımca güvenilir bir çocuk.”
Sonra annesi Cedric’e bakmak için çıkıp onu salona geri getirdi. Bay Havisham onun odaya girmeden önce söylediklerini duydu.
“Onunki ateşli romatizma.” diyordu. “Ve bu çok fena bir romatizma türü. Kira ödenemediği için üzgün ve Bridget üzüntünün ateşlenmeyi iyice artırdığını söylüyor. Pat’in üstüne başına giyecek bir şeyleri olsaydı dükkânın birinde iş bulabilirdi.”
İçeri girdiğinde küçük suratı endişeliydi. Bridget için çok üzülüyordu.
“Canımın içi beni çağırdığınızı söyledi.” dedi Bay Havisham’a. “Bridget ile konuşuyordum.”
Bay Havisham ona bir an baktı. Kendini biraz tuhaf ve kafası karışmış hissetti. Annesinin dediği gibi, o henüz küçük bir çocuktu.
“Dorincourt kontu…” diye başladı ve gayriihtiyari Bayan Errol’a baktı.
Küçük Lord Fauntleroy’un annesi birden oğlunun yanına diz çöküp narin kollarını onun çocuksu bedenine doladı.
“Ceddie!” dedi annesi. “Kont senin büyükbaban, yani babanın babası. Çok ama çok iyi bir adam ve seni çok seviyor, senin de onu sevmeni istiyor, çünkü bir zamanlar küçük olan oğulları ölmüş. Senin mutlu olmanı ve başka insanları mutlu etmeni istiyor. O çok zengin ve senin istediğin her şeye sahip olmanı arzu ediyor. Bay Havisham’a böyle söylemiş ve senin için ona bir sürü para vermiş. Bir kısmını şimdi Bridget’a verebilirsin; kiralarını ödeyecek ve Michael’a gerekenleri almaya yetecek kadarını. Bu harika, değil mi Ceddie? Büyükbaban çok iyi biri, değil mi?”
Sonra çocuğun heyecandan rengi canlanan yuvarlak yanaklarını öptü.
Bakışlarını annesinden Bay Havisham’a çevirdi.
“Şu anda alabilir miyim?” diye haykırdı. “Ona şimdi verebilir miyim? Gitmek üzere.”
Bay Havisham ona parayı verdi. Rulo yapılmış yeni, tertemiz bir paraydı.
Ceddie parayı alıp odadan fırladı.
“Bridget!” diye bağırdığını duydular mutfağa daldığında. “Bridget, bekle bir dakika! Al bu parayı. Senin için, böylece kirayı ödeyebilirsin. Büyükbabam verdi bana. Sen ve Michael için!”
“Ah, Ceddie Efendi!” diye haykırdı Bridget şaşkın bir ses tonuyla. “Burada yirmi beş dolar var. Hanımım nerede?”
“Sanırım gidip durumu ona açıklasam iyi olacak.” dedi Bayan Errol.
Bayan Errol da odadan çıktı, böylece Bay Havisham bir süre odada tek başına kaldı. Pencereye doğru yürüdü ve ayakta durup dalgın bir şekilde sokağı izledi. Şatodaki muazzam, görkemli, kasvetli kütüphanesinde oturan gut hastası, yalnız, ihtişam ve lükse boğulmuş, fakat uzun ömrü boyunca kendinden başka kimseyi sevmediği için kendisi de kimse tarafından gerçekten sevilmeyen yaşlı Dorincourt kontunu düşündü. Bencil, rahatına düşkün, kibirli ve hırslıydı; Dorincourt kontunu ve onun zevklerini o kadar önemsemişti ki başkalarını düşünecek zamanı kalmamıştı; tüm serveti, gücü, soylu adının ve mevkisinin sağladığı tüm faydalar sanki yalnızca Dorincourt kontunun zevki ve keyfine amadeydi; artık yaşlandığından tüm o heyecan ve rahatına düşkünlük, sadece hastalık, asabiyet ve onu sevmediği aşikâr olan dünyadan nefrete yol açıyordu. Tüm ihtişamına rağmen Dorincourt kontundan daha az sevilen ve onun kadar yalnız olan bir asilzade daha yoktu. İstediğinde şatosunu davetlilerle doldurabilirdi. Büyük ziyafetler ve av partileri düzenleyebilirdi; ama onun davetlerini kabul edenlerin asık, yaşlı suratından ve iğneleyici, alaycı konuşmalarından korktuklarını gizliden gizliye biliyordu. Acımasız bir dili ve sert bir mizacı vardı; alıngan, mağrur veya ürkek oldukları için eline geçen her fırsatta insanları aşağılamaktan ve tedirgin etmekten zevk alırdı.
Bay Havisham kontun sert, acımasız hâllerini çok iyi biliyor ve dar, sessiz sokağa bakarken onu düşünüyordu. Sonra, onun tam tersi olan neşeli, yakışıklı ufaklık ve büyük koltuğunda oturup dostlarının, Dick’in, elmacı kadının hikâyelerini tüm o cömert, masum ve dürüst hâliyle anlatışı geldi aklına. Ardından zamanı geldiğinde Küçük Lord Fauntleroy’un ceplerine gömdüğü minik, tombul ellerine kalacak olan sınırsız geliri, güzel ve haşmetli mülkleri, serveti, iyi veya kötü yönde kullanılabilecek o gücü düşündü.
“Her şey çok farklı olacak.” dedi kendi kendine. “Her şey bambaşka olacak.”
Cedric ve annesi geri geldiler. Cedric’in neşesi yerindeydi. Annesinin ve avukatın arasındaki koltuğuna oturdu ve garip hâllerinden birini takınıp ellerini dizlerine koydu. Bridget’ın rahata ermesi ve sevincinin neşesiyle yüzü parlıyordu.
“Ağladı!” dedi. “Mutluluktan ağladığını söyledi! Hiç mutluluktan ağlayan birini görmemiştim. Büyükbabam çok iyi bir insan olmalı. Onun bu kadar iyi biri olduğunu bilmiyordum. Artık kont olmak düşündüğümden çok, hem de daha çok makbul bir şey. Neredeyse memnunum, kont olacağım için neredeyse çok memnunum.”

III
Cedric’in kont olmanın avantajları ile ilgili olumlu düşünceleri ertesi hafta daha da arttı. Yapmayı isteyip de kolaylıkla yapamayacağı hiçbir şey olmadığını fark etmesi neredeyse imkânsız gibiydi; aslında bu durumu tam olarak anladığı söylenemezdi. Ancak en azından Bay Havisham ile yaptığı birkaç konuşmadan sonra öncelikli dileklerini gerçekleştirebileceğini anladı ve Bay Havisham’a şaşkınlık veren bu dileklerini sade bir şekilde ve tatlılıkla yerine getirmeye başladı. İngiltere’ye gitmek için denize açılmadan önceki hafta bir sürü ilginç şey yaptı. Avukat, daha sonra Dick’i ziyaret etmek için birlikte çarşıya gittikleri o sabahı, “eski zürriyetten” elmacı kadının tezgâhının önünde durup çadır, soba, şal ve bir miktar para sahibi olacağını söyleyerek onu heyecanlandırdıkları ikindi vaktini hatırlamıştı.
“İngiltere’ye gidip lord olacağım için…” diye açıklamıştı Cedric tatlılıkla, “her yağmur yağdığında aklım senin kemiklerinde kalmasın. Benim kemiklerim ağrımıyor, o yüzden insanın kemikleri ne kadar acır bilemiyorum, ama seni çok iyi anlıyorum ve umarım daha iyi olursun.”
“Çok iyi bir elmacıdır.” demişti Bay Havisham’a, nutku tutulan ve başına konan talih kuşuna inanamayan tezgâh sahibesinin yanından uzaklaşırlarken. “Bir keresinde, düşüp dizimi yaraladığımda bana elma vermişti. Bunu hiç unutmam. İnsan kendisine iyi davranan insanları daima hatırlar.”
Dürüst, basit, küçük kalbinden, yapılan iyiliği unutan insanlar olabileceği hiç geçmemişti.
Dick ile olan sohbet oldukça eğlenceliydi. Çocuğun başı Jake ile büyük dertteydi ve onu gördüklerinde keyfi pek yerinde değildi. Cedric sakin bir şekilde ona kendisi için çok büyük görünen ve tüm sorunlarını çözecek şeyi vereceklerini anlattığında heyecandan donakaldı. Lord Fauntleroy’un ziyaret sebeplerini anlatış şekli son derece sade ve samimiydi. Bay Havisham çocuğu dinlerken onun netliğine hayran kaldı. Eski dostunun lord olduğunu ve yeterince uzun yaşarsa kont olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını öğrenen Dick’in ağzı ve gözleri öyle açık kaldı ki şapkası kafasından düştü. Onu eğilip aldığında garip bir ses çıkardı. Bay Havisham bunun garip olduğunu düşündü ama Cedric bu sesi daha önce duymuştu.
“Ohoy!” dedi. “Ne veriyormuşsun bize?”
Bu, lord hazretlerini biraz utandırdı ama kendini cesurca ifade etti.
“Herkes ilk başta bunun doğru olmadığını düşündü.” dedi. “Bay Hobbs başıma güneş geçtiğini zannetti. Başta ben de bu durumdan hoşlanmayacağımı düşünüyordum ama alıştım ve artık hoşuma gitmeye başladı. Şu anda büyükbabam kont ve canımın çektiğini yapmamı istiyor. Bir kont olmasına rağmen çok iyi kalpli biri; bana Bay Havisham ile bir sürü para göndermiş ve ben de sana Jake’in hissesini almak için birazını getirdim.”
Sonunda Dick gerçekten Jake’in hissesini satın aldı, kendi işinin ve birkaç yeni fırça, harika bir tabela ve kıyafetin sahibi oldu. Eski zürriyetten elmacı kadının kendi talihine inanamadığı gibi o da inanamıyordu; rüya âlemindeki bir ayakkabı boyacısı gibi yürüyordu; genç yardımsevere baktı ve her an bu rüyadan uyanabileceğini hissetti. Kendine, Cedric gitmeden önce tokalaşmak için elini uzattığında geldi.
“Şey, hoşça kal.” dedi, ne kadar duraksamadan konuşmak istese de sesi titredi, büyük kahverengi gözlerini kırpıştırdı. “Umarım işlerin yolunda gider. Seni bırakıp gittiğim için üzgünüm ama belki bir gün kont olunca geri gelirim. Umarım bana yazarsın, çünkü biz hep iyi arkadaştık. Bana yazacak olursan şu adrese gönderebilirsin.” Ona bir kâğıt parçası verdi. “Artık benim adım Cedric Errol değil, Lord Fauntleroy ve… Ve hoşça kal Dick.”
Dick de gözlerini kırpıştırdı, kirpikleri ıslanmıştı. Mürekkep yalamış bir ayakkabı boyacısı değildi ve denese bile neler hissettiğini söylemekte zorluk çekebilirdi; belki de bu yüzden denemedi ve yalnızca gözlerini kırpıştırarak yutkundu.
“Keşke bizi bırakıp gitmeseydin!” dedi boğuk bir sesle. Sonra yeniden gözlerini kırpıştırdı. Bay Havisham’a baktı ve şapkasına dokundu. “Sağ olun efendim, onu buraya getirdiğiniz ve yaptıklarınız için teşekkürler. O… O çok başka bir çocuktur.” diye ekledi. “Gözü pek bir çocuktur ve… Ve çok başkadır.”
Geriye dönüp şaşkın bir hâlde onlara baktı; uzun boylu, dimdik duran refakatçisinin yanında neşeyle yürüyen küçük yürekli küçük bedeni izlerken gözleri hâlâ nemliydi ve boğazındaki düğüm hâlâ çözülmemişti.
Lord hazretleri gideceği güne kadar dükkânda Bay Hobbs ile mümkün olduğunca çok zaman geçirdi. Bay Hobbs’a hüzün çökmüştü; hiç keyfi yoktu. Küçük dostu neşeyle ona ayrılık hediyesi olarak altın bir saat ve zincir getirdiğinde hediyesine çok dikkat edemedi. Kutuyu dizinin üzerine koydu ve burnunu birkaç defa kuvvetlice sildi.
“Üstünde bir şey yazıyor.” dedi Cedric. “Kutunun içinde. Adama yazacağı şeyi ben söyledim. ‘En eski dostu Lord Fauntleroy’dan Bay Hobbs’a. Bakınca buna, beni hatırla.’ Beni unutmanızı istemiyorum.”
Bay Hobbs burnunu yine yüksek sesle sildi.
“Unutmayacağım!” dedi Dick gibi hafif boğuk bir sesle. “Sen de gidip İngiliz aristokrasisine karışınca beni unutayım deme.”
“Kim olursam olayım sizi unutmayacağım.” diye cevapladı lord hazretleri. “En mutlu saatlerimi sizinle geçirdim; en azından en mutlu saatlerimin bazılarını. Umarım bir ara beni ziyaret etmeye gelirsiniz. Eminim büyükbabam çok memnun olur. Belki ona sizden bahsedince size yazıp gelmenizi ister. Siz… Siz onun kont olmasını önemsemezsiniz değil mi, yani sizi davet ederse sırf kont olduğu için ondan uzak durmazsınız değil mi?”
“Seni görmeye gelirim.” diye cevapladı Bay Hobbs zarif bir şekilde.
Görünüşe göre konttan Dorincourt Şatosu’na gelip birkaç ay geçirmesi için ısrarcı bir davet alırsa cumhuriyetçi ön yargılarını bir yana bırakıp valizini toplayacaktı.
Sonunda tüm hazırlıklar tamamlandı; sandıkların gemiye götürüleceği gün ve arabanın kapının önünde beklediği saat geldi çattı. Derken, ufaklığa garip bir yalnızlık hissi çöktü. Annesi bir süredir sessizce odasında duruyordu; merdivenlerden inerken kocaman olmuş gözleri nemliydi, tatlı ağzı titriyordu. Cedric onun yanına gitti, annesi ona doğru eğildi, çocuk kollarını onun boynuna doladı ve birbirlerini öptüler. Hem annesini hem kendisini üzen bir şeylerin olduğunu biliyor ama bunun ne olduğunu bir türlü çözemiyordu; ama dudaklarından küçük, nazik kelimeler döküldü.
“Bu evi çok sevdik canımın içi, değil mi?” dedi. “Onu her zaman seveceğiz, değil mi?”
“Evet, evet.” diye cevap verdi annesi, tatlı ve kısık bir sesle. “Evet, hayatım!”
Sonra kendilerini birden geminin içinde, tam bir karmaşa ve telaşenin ortasında buldular; arabalar gelip yolcuları bırakıyordu; yolcular gelmeyen bagajları yüzünden iyiden iyiye telaşlanıyor ve geç kalacaklar diye endişeleniyorlardı; büyük sandıklar ve valizler oradan oraya sürükleniyordu; denizciler ipleri çözüyor, ileri geri koşuşturuyorlardı; görevliler emir veriyorlardı; kadınlar, erkekler, çocuklar ve bakıcılar gemiye biniyorlardı; kimisi gülüyor ve neşeli görünüyor, kimisi sessiz ve üzgün duruyordu, bir iki tanesi ağlıyor ve ellerindeki mendillerle gözlerini siliyordu. Cedric nereye baksa ilgisini çeken bir şeyler buldu; ip yığınlarına, sarılı yelkenlere, neredeyse sıcak, mavi gökyüzüne değecek upuzun direklere baktı; denizcilerle sohbet edip onlardan korsanlar hakkında biraz bilgi edinme planları yapmaya başladı.
Sonunda, üst güvertenin korkuluklarına dayanmış son hazırlıkları seyredip denizcilerin ve iskele görevlilerinin heyecanlarının ve bağrışmalarının keyfini çıkarırken yakınındaki bir kalabalıkta hafif bir telaş dikkatini çekti. Biri bu kalabalığı yararak geçip aceleyle kendisine doğru gelmeye çalışıyordu. Elinde kırmızı bir şey vardı. Gelen Dick’ti. Cedric’in yanına nefes nefese vardı.
“Koşarak geldim.” dedi. “Seni uğurlamak istedim. İşler tıkırında! Dünkü kazancımla sana bunu aldım. Kodamanların yanında bunu takabilirsin. Aşağıdakilerin arasından geçmeye çalışırken hediye kâğıdı kayboldu. Bir mendil.”
Hepsini bir nefeste söyledi. Çan çaldı ve Cedric konuşmaya vakit bulamadan Dick fırlayıp gitti.
“Hoşça kal!” dedi soluk soluğa. “Kodamanların yanında tak.”
Koşarak gitti ve gözden kayboldu.
Birkaç saniye sonra onu alt güvertede kalabalıkla boğuşurken gördüler, gemi demir almadan önce iskeleye varabilmişti. İskelede durup şapkasını salladı.
Cedric mendili eline aldı. Üzerinde mor at nalları ve at başları olan parlak kırmızı ipek bir mendildi.
Büyük bir gürültü ve kargaşa vardı. İskeledeki insanlar arkadaşlarına ve gemidekiler de onlara bağırıyordu:
“Hoşça kal! Hoşça kal! Hoşça kal eski dostum!” Herkes aynı şeyi söylüyor gibiydi. “Bizi unutma. Liverpool’a varınca bize yaz. Güle güle! Güle güle!”
Küçük Lord Fauntleroy öne doğru eğildi ve kırmızı mendili salladı.
“Hoşça kal Dick!” diye bağırdı tüm gücüyle. “Teşekkürler! Hoşça kal Dick!”
Büyük gemi uzaklaştı ve insanlar yeniden kaynaştı; Cedric’in annesi başındaki örtüyü gözlerinin üstüne indirdi, kıyıda büyük bir karmaşa vardı; ama Lord Fauntleroy doğduğu topraklardan ağır ağır uzaklaşıp bilmediği atalarının diyarına giderken, Dick onun parlak çocuksu suratı, güneşte parlayan ve rüzgârla uçuşan parlak saçlarından başka hiçbir şey görmüyor, “Hoşça kal, Dick!” diye seslenen sevimli çocuksu sesinden başka hiçbir şey duymuyordu.

IV
Yolculuk sırasında Cedric’in annesi onunla aynı evde kalmayacağını söyledi; çocuk bunu ilk duyduğunda o kadar çok üzülmüştü ki Bay Havisham, kontun, annesine sık sık ziyaret edebileceği kadar yakında bir yer ayarlamakla isabetli bir karar aldığını gördü; yoksa bu ayrılığa katlanamazdı. Ancak annesi ufaklığı öyle tatlılıkla ve sevgiyle idare etti, ona çok yakın olacağını hissettirdi ki çocuk, bir süre sonra gerçek bir ayrılık korkusuyla kahrolmayı bıraktı.
“Evim şatoya yakın Ceddie.” diye tekrarladı konu her açıldığında. “Seninkiyle arasında pek bir mesafe yok, hem her gün gelip beni görebilirsin ve bana anlatacak bir sürü şeyin olur! Birlikte çok mutlu oluruz! Çok güzel bir yer. Baban bana hep bahsederdi. Orayı çok severdi, sen de seveceksin.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/frensis-eliza-bernett-55941/kucuk-lord-fauntleroy-69428767/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Küçük Lord Fauntleroy Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт
Küçük Lord Fauntleroy

Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Amerika’nın yoksul bir semtinde yaşayan küçük Cedric, güzel kalpli annesi ile beraber İngiltere’ye doğru yola çıkar. Küçük yaşta kaybettiği soylu babasının ailesi, muazzam bir servetin vârisi olarak onu beklemektedir. Artık o küçük Cedric değil, küçük bir lorddur. Soyu bu unvanı ona bağışlasa da tam bir lord olabilmesi için her şeyden önce, çevrede sertliğiyle ün yapan, bencilliği yalnızlığını besleyen büyükbabasının gözüne girmelidir. Peki, hayata masumiyetin pencerelerinden ve acılar sarmalında yaşamını sürdürmeye çalışan insanların gözünden bakan bu çocuk, sevgiyi tüm hisleriyle hatırlatan bu küçük beden, yalnızlığın ve bencilliğin kalın duvarlarını yıkabilecek midir?

  • Добавить отзыв