Siyah İnci
Anna Sewell
Siyah İnci, güzel, siyah bir attır. Olgunluk çağında hayat öyküsünü yazmaya başlar. İlk evinden ayrılışından itibaren yaşadığı dönüm noktalarına şahit oluruz. Yaşamı zaman zaman çok iyi gider: Ona değer veren, onu seven, ona gerektiği gibi özenle, şefkatle bakan, onu gerektiği kadar çalıştıran sahipleri olur. Bazen de güzel zamanlarını arar: Hayvanların, atların dilinden anlamayan düşüncesiz seyislerle, sahiplerle karşılaşır. Arkadaşları olur, onların da hayat öykülerini yazar kendi öyküsünün içerisinde. O atların yaşadıklarına da şahit oluruz Siyah İnci’ninkiyle beraber. Anna Sewell, Siyah İnci adlı romanında atlarla ve hayvanlarla ilgili gözlemlerini kullanarak onların iç dünyalarını yansıtır. Romanı, hayvanları anlamamız için bir sözlük gibidir. Sewell, iyi bir hayvanın, iyi bir sahibi olacağı fikrinden yola çıkarak hayvanların sahiplerine de değinmiştir. Böylece kitap, iyi bir insanın nasıl yetiştirilmesi gerektiği ve insanın nasıl erdemli olabileceği konusunda da okurlarına fikir verir. Anna Sewell’in ilk ve tek romanı olan Siyah İnci, tüm zamanların en çok satan kitaplarından biridir: Böylece, insanların hem birbirlerine hem de hayvanlara daha duyarlı yaklaşmaları gerektiğini bize hatırlatan bu roman, kendisine verilen değeri hak ettiğini göstermiştir.
Anna Sewel
Siyah İnci
1. BÖLÜM
İlk Evim
İyi hatırlayabildiğim ilk yer, berrak sulu bir göleti olan geniş, güzel bir çayırdı. Çayırda bazı ağaçlar eğilmiş, gölge yapıyordu ve çayırın sonunda sazlar ile nilüferler vardı. Çitin arkasında bir tarafta, sürülmüş bir tarla görüyorduk ve diğer tarafta da sahibimizin, yolun yanında yer alan evinin bir kapısını görüyorduk. Çayırın yukarısında köknar tarlası ve aşağısında da dik bir yamacın üzerine doğru eğildiği bir dere vardı.
Ben gençken, çim yiyemediğim için annemin sütüyle besleniyordum. Gündüzleri onun yanında koşuyor, geceleri de yanında uzanıyordum. Hava sıcak olduğunda gölün yanında, ağaçların gölgesinde dururduk ve hava soğukken, çiftliğin yanındaki sıcak, güzel bir kulübeye girerdik.
Çim yiyecek kadar büyüdüğümde gündüzleri annem işe giderdi ve akşamları eve dönerdi.
Benim dışımda, çayırda altı genç tay daha vardı, bu taylar, benden büyüktü: Bazıları büyük atlar kadar iriydiler. Onlarla koşardım ve birlikte çok eğlenirdik. Arazinin etrafında birlikte, tüm gücümüzle, dörtnala koştururduk. Bazen de tehlikeli oyunlar oynardık çünkü o taylar, çoğu zaman, dörtnala koşturmanın yanında ısırırlar ve tekmelerlerdi.
Bir gün, birbirimizi çok kötü tekmelerken annem yanına gitmem için kişnedi ve sonra bana:
“Sana söyleyeceğim şeyi, dikkatli dinlemeni istiyorum. Burada yaşayan taylar çok iyi taylar; ama bu taylar, yük arabasını çeken atların çocukları ve tabii ki iyi bir terbiye almamışlar. Sen iyi yetiştirildin ve soylu bir ailen var. Babanı buralarda tanımayan yok ve deden, Newmarket yarışlarında, iki kere kupa kazandı; anneannen tanıdığım en güzel huylu attı ve sanırım beni tekmelerken ya da ısırırken hiç görmedin. Umarım çok nazik ve iyi bir at olarak büyürsün ve hiç kötü huy edinmezsin. İşini gurur duyarak yap, tırıs giderken ayaklarını iyi kaldır ve asla ısırma ya da tekmeleme; oyun oynarken bile!” dedi.
Annemin öğüdünü hiç unutmadım. Onun bilge, yaşlı bir at olduğunu biliyordum ve sahibimiz onu gerçekten önemserdi. Adı Düşes’ti ama sahibimiz onu genelde Pet diye çağırırdı.
Sahibimiz, iyi, nazik bir adamdı. Bize güzel yemekler, kalacak güzel bir yer verdi ve bize karşı hep nazik davrandı. Bizimle kendi çocuklarıyla konuştuğu gibi konuştu. Hepimiz ona çok düşkündük ve annem onu çok severdi. Annem, onu kapıda gördüğünde neşeyle kişner ve ona tırıs giderdi. Sahibimiz de annemi, ona eliyle hafifçe vurarak sever, okşardı ve “Yaşlı Pet, küçük oğlun Darkie nasıl bakalım?” derdi. Benim rengim mat siyahtı, bu yüzden beni “Darkie” diye çağırırdı; sonra bana tadı çok güzel olan bir parça ekmek verirdi ve bazen annem için de bir havuç getirirdi. Tüm atlar onun yanına gelirdi ama bence, annem ve ben, onun en sevdiği atlardık. Annem, onu, pazar kurulduğunda kasabaya iki tekerlekli, hafif bir arabayla götürürdü.
Adı Dick olan bir çiftçi yamağı vardı ve arada bir bizim çayıra gelip çitten böğürtlen toplardı. İstediği kadar yedikten sonra “taylarla eğlenmek” dediği şeyi yapardı: Dörtnala koşsunlar diye onlara taşlar ve sopalar atardı. Koşup uzaklaşabildiğimiz için bu delikanlıyı pek umursamazdık ama bazen bir taş isabet ederdi ve canımızı çok yakardı.
Bir gün, yine bizimle eğleniyordu ve sahibimizin yan çayırda olduğunu bilmiyordu. Ama sahibimiz oradan neler olup bittiğini izliyordu. Hemencicik çitin üzerinden atladı ve Dick’i kolundan tuttu. Kulağına ağaç dalıyla öyle bir vurdu ki delikanlı acıdan ve şaşkınlıktan bağırmaya başladı. Ustayı görür görmez neler olup bittiğini anlayabilmek için daha yakına gittik.
“Kötü çocuk!” dedi. “Tayları kovaladığın için kötü bir çocuksun! Bu, bunu ilk kez yapışın değil, ikinci de değil ama sonuncu olacak! Al, paranı al ve eve git! Seni bir daha çiftliğimde görmek istemiyorum!” Bu yüzden Dick’i bir daha görmedik. Atlara bakan yaşlı Daniel bizim sahibimiz gibi yumuşak huyluydu, bu yüzden durumumuz iyiydi.
Av
Hiç unutmadığım o olay olduğunda iki yaşındaydım. Baharın başlarıydı; gece ayazı vardı; çiftlik ile çayırların üzerini hafif bir sis kaplamıştı. Ben ve diğer taylar, uzaklardan gelen, köpek sesine benzeyen sesler duyduğumuzda, arazinin aşağısında otluyorduk. Tayların en büyüğü kafasını kaldırdı, kulaklarını dikti ve “Tazılar geldi!” dedi. Arazinin yukarısına, çitin ötesine bakabildiğimiz ve çayırları görebildiğimiz yere doğru gitti ve biz de onu takip ettik. Annem ile ustamızın eski binek atlarından biri, yakında duruyorlardı ve her şeyi biliyor gibi görünüyorlardı.
“Yabani bir tavşan buldular.” dedi annem. “Ve eğer bu tarafa doğru gelirlerse avı görebiliriz.”
Çok geçmeden, köpekler, yanımızdaki körpe buğday tarlasından koşarak geçti. Onların çıkardığı sese benzer bir sesi daha önce hiç duymamıştım. Onlar ne havlıyordu ne uluyordu ne de kişniyordu ama en yüksek sesleriyle “Yo! Yo, o, o! Yo! yo, o, o!” diyordu. Onlardan sonra, at üstünde bir grup adam geldi, bazıları yeşil bir kaban giyiyordu, hepsi de tüm kuvvetiyle dörtnala gidiyordu. Yaşlı at, horuldadı ve arkalarından içi giderek baktı. Biz genç taylar, onlarla beraber dörtnala koşmak istiyorduk ama onlar çoktan aşağıdaki tarlalara gitmiştiler bile. Köpekler sanki buraya soluklanmak için uğramıştı, havlayarak uzaklaştı ve burunları yerde, dört bir yana doğru koşturdu.
Yaşlı at: “Köpekler, kokuyu kaybetti.” dedi. “Belki de yabani tavşan kaçar.”
“Hangi yabani tavşan?” dedim.
“Hangi yabani tavşan olduğunu bilmiyorum, çiftliğin dışındaki bizim yabani tavşanlardan biri de olabilir pekâlâ: Hangi yabani tavşan olursa olsun köpekler ve adamlar peşine düşerler.” Çok geçmeden köpekler “Yo! Yo, o, o!”larına tekrar başladı ve bizim çayıra, yamacın ve çitin dereye sarktığı yere doğru, tüm hızlarıyla geri döndü.
“İşte şimdi tavşanı görebiliriz.” dedi annem. Tam da o an yaban tavşanı korkudan çıldırmış bir şekilde koşturdu ve çiftliğe doğru gitti. Sonra köpekler geldi. Köpekler yamaçtan indi, dereden sıçradı ve araziyi ezerek geçti. Avcılar, köpeklerini takip ediyorlardı. Altı veya sekiz adam atlarıyla güzelce çitten atladılar ve köpeklerine yaklaştı. Yaban tavşanı çitten geçmeye çalıştı: Çit çok kalındı ve o, yola doğru gitmek için arkasına döndü ama artık çok geçti: Köpekler vahşi bağrışlarıyla tavşanın yanına çoktan gelmişti. Bir çığlık duyduk ve bu, tavşanın son çığlığıydı. Avcılardan biri, atını köpeklerin yanına sürdü, köpekleri kırbaçladı ve köpekler kısa bir sürede tavşanı parçalarına ayırdı. Avcı, tavşanı bacağından tutup kaldırdı, tavşan kanlar içinde ve paramparçaydı ve tüm beyefendiler çok memnun görünüyordu.
Bense öyle şaşırmıştım ki derenin yanında ne olup bittiğini ilk başta anlayamadım ama daha dikkatli baktığımda çok üzücü bir görüntü fark ettim. İki iyi at yerdeydi; birisi derede çırpınıyordu ve diğeri çimde inliyordu. Binicilerden biri, çamurla örtülü sudan çıkmaya çalışıyordu, diğeri sessizce duruyordu.
“Boynu kırık.” dedi annem.
“Boynu çok işine yaradı ama avlanırken” dedi taylardan biri.
Ben de aynısını düşünmüştüm ama annem bize katılmadı.
“Hayır!” dedi annem. “Böyle söylememelisin, ama her ne kadar yaşlı bir at olsam ve bir sürü şey görüp duymuş olsam da erkeklerin bu spordan neden bu kadar hoşlandığını anlamış değilim. Genelde kendilerinin de canı yanıyor, iyi atlarını mahvediyorlar ve çayırları ezip geçiyorlar. Bunların hepsi başka yollarla da elde edebilecekleri bir yabani tavşan, bir tilki ya da erkek geyik için, ama biz, sadece atız ve esas sebebi bilemeyiz.”
Annem bunu söylerken durduk ve baktık. Binicilerin çoğu, genç adamın yanına gitti ama onu kaldıran ilk kişi, neler olup bittiğini izlemiş olan sahibimdi. Genç adamın başı, arkaya ve elleri, yanına düştü; herkes çok ciddi görünüyordu. Şimdi hiç ses yoktu; köpekler bile sessizdi, bir şeylerin yanlış gittiğini anlamış gibiydi. Onu, sahibimizin evine taşıdılar. Sonra duydum ki binici, George Gordon’dı. Squire ailesinin tek oğluydu; yakışıklı, uzun boylu bir adamdı ve ailesinin gururuydu.
Biniciler şimdi dört bir yana gidiyorlardı: doktora, nalbanta ve tabii ki oğlunun haberini vermek için Squire Gordon’a… Nalbant Bay Bond, çimde inleyerek yatan siyah ata bakmaya geldiğinde onu iyice inceledi ve başını salladı: Bacaklarından biri kırılmıştı. Sonra birisi, sahibimizin evine koştu ve bir silahla geri döndü. Birden yüksek bir ses ve korkunç bir çığlık duyuldu ve sonrası, tam bir sessizlik oldu… Siyah at, artık hareket etmiyordu.
Annem telaşlanmış gözüküyordu. Bu atı senelerdir tanıdığını, adının Rob Roy olduğunu söyledi: Çok iyi, cesur bir attı ve içinde kötülük yoktu. Annem, daha sonra, arazinin o tarafına hiç gitmedi.
Kısa süre sonra, kilise çanının uzun süre çaldığını işittik: Kapıdan bakınca, siyah örtüyle kaplı, siyah atlar tarafından çekilen uzun, garip, siyah bir fayton gördük; bundan sonra başka bir tane ve başka bir tane daha ve bir diğeri geldi ve hepsi siyahtı, bir yandan da kilisenin çanı çalıp duruyordu. Genç Gordon’ı, kilisenin bahçesine gömmek için taşıyordular. Genç Gordon, bir daha asla ata binemeyecekti. Rob Roy’a ne yaptılar hiç bilmiyorum ama hepsi, sadece küçük bir yaban tavşanı içindi.
Benim Eğitimim
Yakışıklı olmaya başlamıştım: Postum güzel, yumuşak ve parlak siyahtı. Ayaklarımdan biri beyazdı ve alnımda parlak, beyaz bir yıldızım vardı. Çok yakışıklı olduğumu söylerlerdi. Sahibim, ben dört yaşına gelene kadar beni satmadı: O, tam olarak büyümeden gençlerin yetişkin erkekler ve tayların da atlar gibi çalıştırılmaması gerektiğini söylemişti.
Dört yaşındayken, Squire Gordon bana bakmaya geldi. Gözlerimi, ağzımı ve bacaklarımı inceledi; hepsine iyice baktı ve sonra, onun önünde yürümek, tırıs gitmek ve dörtnala koşmak zorunda kaldım. Beni sevmiş gibi gözüküyordu ve şöyle demişti: “İyice eğitildiğinde çok iyi çalışacak.” Sahibim, korkmamı ya da zarar görmemi istemediği için beni kendisinin eğitebileceğini söyledi ve hiç vakit kaybetmeden ertesi gün beni eğitmeye başladı.
Herkes, atı eğitmenin ne demek olduğunu bilmeyebilir; bu yüzden tarif edeceğim. Bir atı eğitmek, ona, yular ve dizgin başlığı taşımasını, sırtında bir adam, kadın ya da çocuk götürmesini, üstündeki kişinin istediği yönde ve sessizce gitmesini öğretmektir. Bunun yanı sıra, at, yaka, paldum ve eyer kayışı taşımayı ve bunlar kendisine giydirilirken sakin durmayı;
sonra, arkasına bağlanmış bir yük arabası ya da gezinti arabasıyla çalışmayı öğrenmek zorunda, çünkü yürürken ya da tırıs giderken arabayı da çekecek. Bunların yanında, hızlı ya da yavaş gitmeli; sürücüsü nasıl isterse. Asla gördüğü yere gitme meli, diğer atlarla konuşmamalı, ısırmamalı, tekmelememeli ya da nasıl istiyorsa öyle davranmamalı, aksine her zaman sahibi nasıl istiyorsa öyle davranmalı; aç ya da yorgun olsa da. Ama en kötüsü, koşumları takılıyken asla neşeyle sıçrayamaması ya da yorgunluktan yere çökememesidir. O yüzden anladığınız gibi bu eğitim hiç de kolay bir şey değildir.
Tabii ki uzun süre yular ve dizgin başlığı kullanmak ve arazilerde, yeşil alanlarda sessizce gezinmek zorunda kalmıştım ama şimdi gem ve başlık takmak zorundaydım. Sahibim her zamanki gibi bana biraz yulaf verdi ve bayağı bir dil döktükten sonra, gemi ağzıma vurdu ve dizgini sabitledi; iğrenç bir şeydi! Ağızlarında hiç gem taşımamış olanlar, nasıl kötü bir his olduğunu tahmin edemezler. Bir adamın parmağı kadar kalın, büyük bir parça, soğuk, sert çelik, dişlerin arasına, dilin üzerine yerleştiriliyor. Uçları ağzın köşelerinden çıkıyor ve kafanın üzerinden, boğazının altından, burnunun köşesinden ve çenenin altından kayışlarla bağlanıyor, bu yolla hiçbir şekilde bu berbat şeyden kurtulamıyorsun. Çok kötü! Evet, çok kötü! En azından ben böyle düşünüyorum ama biliyorum ki her dışarı çıktığında annem bundan bir tane takardı ve tüm atlar büyüdüğünde bunu giyerdi ve bu yüzden tadı güzel yulaf, sahibimin dokunuşları, kibar sözleri ve nazik tavrı sebebiyle gem ve başlık takmak zorundaydım.
Sonra sıra eyere geldi ama bu gem ve başlığın yanında hiçbir şeydi. Yaşlı Daniel kafamı tutarken sahibim eyeri sırtıma yavaşça yerleştirdi. Okşayarak benimle konuşurken vücudumun altındaki kayışları bağladı. Sonra biraz yulaf yedim, dolandım; yulaf ve eyeri kendim istemeye başlayıncaya kadar bunu her gün yaptım. Sonunda bir gün sahibim sırtıma bindi, beni çayırın etrafında, yumuşak çimen üzerinde gezdirdi. Gerçekten garip hissettim ama söylemeliyim ki sahibimi taşıdığım için gurur duydum ve o, bana, her gün, biraz biraz binmeye devam ettikçe ben de duruma alıştım.
Sonraki sıkıcı şey, demir ayakkabıları giymekti. Bu da başlangıçta çok zordu. Sahibim yaralanmayayım ya da korkmayayım diye benimle nalbandın dükkânına geldi. Nalbant, ayaklarımı sırayla eline aldı ve toynakların birazını kesti. Canımı yakmadı, bu yüzden hepsini bitirene kadar üç ayağım üzerinde bekleyebildim. Sonra ayağımın şeklinde bir parça demir aldı, onu ayağıma koydu ve ayakkabının içerisinden toynağıma çiviler çaktı; bu yüzden ayakkabı gayet iyi oldu. Ayaklarım çok gerginleşmiş ve ağırlaşmıştı ama zamanla alıştım.
Bu aşamalardan sonra sahibim bana koşum taktı, takılacak yeni birkaç şey daha vardı. İlki, boynuma takılan sert, ağır bir yaka ve gözlerimin yanına denk gelen, at gözlüğü diye adlandırılan büyük parçaları olan bir başlıktı. Gerçekten de bu parçalar bir çeşit gözlüktü ama bu gözlükle yan tarafları göremiyordum, sadece önümü görebiliyordum. Sırada, çirkin gergin kayışı, kuyruğumun altına kadar gelen küçük bir eyer vardı. Bu kayışın adı paldumdu. Paldumdan nefret ediyordum! Kuyruğumun katlanıp bu kayışın içerisinden geçirilmesi neredeyse gem kadar kötüydü. Hiç o anda olduğu kadar çifte atmak istememiştim, ancak tabii ki böyle bir sahibe çifte atmazdım, bu yüzden zamanla her şeye alıştım ve işimi annem kadar iyi yapabildim.
Her zaman, eğitimimin olumlu tarafı olarak düşündüğüm şeyden bahsetmeyi unutmamalıyım. Sahibim beni, iki haftalığına, tren yolunun bir tarafında çayırı olan komşu çiftçiye gönderdi. Burada, bazı koyunlar ve inekler vardı ve onların arasında uyudum.
Geçen ilk treni hiç unutmayacağım. Uzaktan gelen garip sesi duyduğumda çayırı demir yolundan ayıran sınırda sessizce otluyordum. Daha sesin nereden geldiğini anlayamadan hızla ve gürültüyle ve dumanlarını üfleyerek uzun, siyah bir çeşit tren yanımdan geçiverdi ve ben kafamı kaldırana kadar gitmişti bile. Döndüm ve çayırın en uzak ucuna, elimden geldiğince hızlı bir şekilde dörtnala koştum ve orada, şaşkınlık ve korkudan burnumdan soluyarak durdum. Gün içerisinde, pek çok başka tren geçti, bazıları daha yavaştı. Bunlar yakındaki istasyonda durdu ve bazen, durmadan önce, iğrenç bir çığlık ve homurtu çıkardı. Olayın çok korkunç olduğunu düşünüyordum ancak inekler sessizce yemeye devam etti ve siyah, korkunç şey üfleyip takırdayarak geçerken başlarını kaldırmadılar bile.
İlk birkaç gün yemeğimi huzur içinde yiyemedim ama bu korkunç yaratığın arazinin içine hiç gelmeyeceğini ya da bize zarar vermeyeceğini anladığımda onu görmezlikten geldim. Kısa bir süre sonra, ben de inekler ve koyunlar gibi trenin geçişi yüzünden korkmamaya başladım.
O zamandan beri lokomotifin sesinden ya da kendisinden ürken ve çekinen pek çok at gördüm ama becerikli sahibimin özeninin sayesinde, tren istasyonlarında, ahırımda olduğum kadar rahattım.
Bu kadar. Eğer birisi, genç bir atı eğitmek isterse yolu budur.
Sahibim, genelde, çift koşum kullanarak annemle beni birlikte götürürdü çünkü annem sakindi ve nasıl gidileceğini bana yabancı bir attan daha iyi öğretebilirdi. Bana etrafıma daha güzel davranırsam bana da daha güzel davranılacağını ve sahibimi mutlu etmek için her zaman elimden gelenin en iyisini yapmamın en akıllıca şey olacağını söyledi. “Ancak…” dedi. “Çeşit çeşit, her atın hizmet etmekten gurur duyacağı, sahibimiz gibi iyi, düşünceli adamlar var ama benim diyecekleri bir ata ya da köpeğe bile sahip olmamaları gereken kötü, zalim adamlar da var. Ayrıca, düşünmeye bile zahmet etmeyen, pek çok aptal, kibirli, cahil ve dikkatsiz adam da… Bunlar, atları herkesten fazla mahveder, sadece cahillerdir: Hareketlerini özellikle yapmazlar ama öylesine yapıverirler. Umarım iyi ellere düşersin ama bir at, hiçbir zaman, onu kimin alacağını ya da ona kimin bineceğini bilmez. Bu, hepimiz için şans meselesidir. Yine de şunu söylemeliyim, nereye gidersen git, elinden gelenin en iyisini yap ve adını kötü ata çıkarma.”
Birtwick Çiftliği
Eğitimimden sonra ahırda dururdum ve postum, karganın kanadı gibi parlayıncaya kadar her gün fırçalanırdı. Squire Gordon’dan birisi beni Hall’a götürmek için geldiğinde mayısın başlarıydı. Sahibim “Güle güle Darkie, iyi bir at ol ve her zaman elinden gelenin en iyisini yap.” dedi. “Hoşça kal!” diyemezdim, bu yüzden burnumu eline koydum. O da beni nazikçe sevdi ve ilk evimden ayrıldım. Squire Gordon’da seneler geçirdiğim için o yer hakkında bir şeyler söyleyebilirim.
Squire Gordon’ın arazisi, Birtwick köyünün kenarında yer alıyordu. Araziye, büyük demir bir kapıdan giriliyordu. Girişte bahçıvan kulübesi vardı. Sonra büyük yaşlı ağaç kümelerinin arasındaki düzgün yolda tırıs gidiyordunuz, ardından başka bir kulübe daha ve başka bir kapı… Bunlar sizi eve ve bahçelere getiriyordu. Bunların arkasında evin çayırı, eski meyvelik ve ahırlar vardı. Çok sayıda at ve araba için yer vardı ama ben götürüldüğüm ahırı anlatsam yeterli. Ahır, atlar için dört büyük odası olan, oldukça geniş bir yerdi; geniş, çift kanatlı bir pencere, avluya açılıyordu ve bu pencere, ahırın hoş ve havadar olmasını sağlıyordu.
İlk oda, geniş ve kare bir yerdi, tahta bir kapısı vardı; diğer odalar, idare ederdi, iyiydi ancak ilki kadar geniş değildi. Saman için alçak bir rafı ve mısır için alçak bir yemliği vardı. İlk odaya “rahat kulübe” denirdi çünkü içeri konulan at, istediği gibi davransın diye bağlanmazdı, serbest bırakılırdı. Rahat bir kulübeye sahip olmak müthişti!
Seyis beni bu odanın içine bıraktı. Oda, temiz, şirin ve havadardı. Bundan daha iyi bir odada olmamıştım ve yanlar o kadar yüksek değildi ama tepedeki demir tırabzanlardan ne olup bittiğini görebiliyordum.
Seyis, bana çok iyi yulaf verdi; beni sevdi, benimle nazikçe konuştu ve sonra gitti.
Mısırımı yediğimde etrafa baktım. Benim odamın yanında, kalın yeleli ve kuyruklu; güzel başlı ve kalkık, küçük burunlu; ufak, şişman, gri bir midilli duruyordu.
Odamın üstündeki tırabzanlara doğru başımı kaldırdım ve “Nasılsın?” dedim. “İsmin nedir?”
Yularının izin verdiği ölçüde arkasına döndü, kafasını kaldırdı ve “Benim adım Merrylegs. Çok yakışıklıyım, genç hanımları sırtımda taşırım ve bazen hanımefendiyi alçak bir sandalyede dışarı çıkarırım. Beni çok severler, James de sever. Kulübede benim yanımda mı kalacaksın?” dedi.
Ben “Evet.” dedim.
“Tamam, o zaman.” dedi. “Umarım iyi huylusundur, yanımda ısıran birisini istemem.”
Tam o esnada uzaktaki odadan bir atın kafası uzandı, kulakları arkaya yatmıştı, gözleri kötü kötü bakıyordu. Bu, uzun boylu, kestane renginde; uzun, güzel boyunlu bir kısraktı. Bana baktı ve “Demek beni kutumdan eden sensin, senin gibi bir tayın gelmesi ve bir bayanı yerinden yurdundan etmesi gerçekten çok garip.” dedi.
“Anlamadım.” dedim. “Kimseyi yerinden yurdundan etmedim. Beni getiren adam, beni buraya koydu ve benim bununla hiçbir ilgim yok. Tay olmam konusuna gelince de dört yaşına bastım ve ben artık yetişkin bir atım. Şu ana kadar beygirlerle ya da kısraklarla sorun yaşamadım ve benim dileğim huzur içinde yaşamak.”
“İyi.” dedi. “Göreceğiz. Tabii ki senin gibi genç bir şeyle sorun yaşamak istemem. Son sözüm de budur.”
Öğleden sonra, o gittiğinde Merrylegs bana her şeyi anlattı:
“Durum şu…” dedi Merrylegs. “Zencefil’in ısırma ve koparma gibi kötü bir alışkanlığı var. O yüzden ona Zencefil diyorlar ve o rahat kulübedeyken çok fazla ısırıp koparırdı. Bir gün James’i kolundan ısırdı ve kolunu kanattı. Bana çok düşkün olan Bayan Flora ve Bayan Jessie ahıra gelmeye korktular. Bana yiyecek güzel şeyler getirirdiler; bir elma, bir havuç ve bir parça ekmek. Ancak Zencefil, bu kulübede durmaya başladıktan sonra gelmeye cesaret edemediler ve ben onları çok özledim. Sen ısırıp koparmıyorsan umarım şimdi tekrar gelirler.”
Ona çim, saman ve mısır dışında hiçbir şeyi ısırmadığımı ve Zencefil’in başka şeyleri ısırmaktan ne zevk aldığını anlamadığımı söyledim.
“Hımm, zevk aldığını sanmıyorum.” dedi Merrylegs. “Bu sadece kötü bir alışkanlık. O, kimsenin ona şimdiye kadar kibar davranmadığından bahseder ve bu yüzden ısırmanın neresinin kötü olduğunu sorar. Tabii ki çok kötü bir alışkanlık ama eminim ki eğer söylediği her şey doğruysa buraya gelmeden önce çok kötü çalıştırılmış. John, onu mutlu etmek için elinden geleni yapıyor ve James de öyle ve sahibimiz, eğer bir at doğru davranırsa asla kamçı kullanmaz. Bu yüzden burada huyu düzelebilir. Anladın mı?” dedi zekice bir bakışla. “Ben on iki yaşındayım. Bir sürü şey biliyorum ve sana diyebilirim ki tüm ülkede bir at için buradan daha iyi bir yer olamaz. John gelmiş geçmiş en iyi seyis: On dört senedir burada. Ayrıca James gibi kibar bir çocuk daha görmemişsindir. O yüzden o kulübede olmamak tamamen Zencefil’in hatası.”
Güzel Bir Başlangıç
Arabacının adı John Manly’ydi, bir karısı ve küçük bir çocuğu vardı. O ve ailesi, ahırların yakınındaki arabacı kulübesinde kalıyorlardı.
Ertesi sabah beni avluya götürdü ve güzelce tımarladı. Tam da yumuşak ve parlak postumla kulübeme giriyorken Squire bana bakmaya geldi; mutlu görünüyordu.
“John.” dedi. “Aslında bu sabah yeni atı denemeyi düşünüyordum ama başka bir işim çıktı. Sen onu kahvaltıdan sonra şöyle bir dolaştırabilirsin. Otlağın ve Highwood’un yanından geçin ve değirmenin ve nehrin oradan dönün: Bu rota onun yürüyüş hızını gösterir.
John: “Tabii efendim.” dedi.
Kahvaltıdan sonra John yanıma geldi ve başlığımı taktı. Kafamı rahat ettirebilmek için kayışları takıp çıkarırken çok titizdi. Sonra eyeri getirdi, eyer sırtım için yeterince büyük değildi. John bunu hemen anladı ve daha çok uyan bir başkasını getirmeye gitti. Beni önce yavaşça sürdü, sonra tırıs ardından eşkin gittik. Biz çayırdayken kamçısına şöyle bir dokundu ve dörtnala müthiş bir koşu yaptık.
“Ho! Ho! Oğlum!” dedi beni durdururken.
“Sanırım tazıları takip etmek istiyorsun.”
Çayırdan geri dönerken Squire ve Bayan Gordon’ı yürürken gördük. Onlar durdular, John indi.
“Pekâlâ John, nasıldı?”
“Mükemmel efendim.” dedi John. “Bir geyik kadar çevik ve huyu da iyi ve dizginlere azıcık dokunmak ona rehberlik edecektir. Çayırın sonunda, aşağıda, bir gezinti arabasıyla karşılaştık, arabanın her tarafında sepetler, kilimler ve bunun gibi şeyler asılıydı. Bilirsiniz efendim pek çok at bu arabaların yanından sessizce geçmez. Arabaya iyice baktı ve sonra sessizce, usul usul yanından geçti. Highwood’un yakınlarında tavşanları vuruyordular ve bir silah yakından geçti. At, biraz çekildi ve baktı ama sağa ya da sola bir adım bile oynamadı. Dizginleri düzgünce tuttum ve onu acele ettirmedim. Benim fikrimce gençken korkutulmamış ya da kötü kullanılmamış.”
“Çok iyi.” dedi Squire. “Yarın onu ben de bir denerim.”
Ertesi gün sahibim için kulübeden çıkartıldım. Annemin ve eski, iyi sahibimin öğüdünü hatırladım; sahibim benden ne istiyorsa yapmaya çalıştım. Çok iyi bir binici ve atını gerçekten düşünen bir sahip olduğunu anladım. Eve geldiğinde yukarı doğru çıkarken karısı koridorun kapısındaydı.
“Eee, canım.” dedi karısı. “Beğendin mi onu?”
“Tam da John’ın anlattığı gibi…” diye cevap verdi. “Binmeye bile kıyamayacağın harika bir şey! Ona ne isim versek dersin?”
“Abanoz diyelim mi?” dedi karısı. “Abanoz gibi siyah o da.”
“Yok. Abanoz olmaz.”
“Amcanın eski atının ismi olsun mu: Siyah Kuş?”
“Yok. O, yaşlı Siyah Kuş’tan çok daha güzel.”
“Evet.” dedi. “Gerçekten de tam bir güzellik: Çok şirin, iyi huyu yüzüne yansımış ve çok keskin, zekice bakan gözleri var. Ona ‘Siyah İnci’ demeye ne dersin?”
“Siyah İnci. Ooo!.. Bu bence, gerçekten güzel bir isim. Sen de istersen ona Siyah İnci diyelim.” Böylece adım Siyah İnci oldu.
John, ahıra gittiğinde James’e, hanımefendinin ve beyefendinin bana, çok güzel, mantıklı bir İngilizce ad verdiğini; Marengo, Kanatlı At ya da Abdallah gibi bir isim vermediğini söyledi. İkisi de güldüler ve James şöyle dedi: “Eğer geçmişi hatırlatmayacağını bilsem, ona Rob Roy derdim çünkü daha önce birbirine bu kadar benzeyen iki at daha görmedim.”
John “Çok doğal bu.” dedi. “Çiftçi Grey’in yaşlı Düşes’inin, ikisinin de annesi olduğunu bilmiyor muydun?”
Bunu bilmiyordum! Demek avda ölen zavallı Rob Roy benim ağabeyimdi! Annemin neden o kadar üzüldüğünü şimdi anlıyorum. Atların akrabalık ilişkileri olmaz diye düşünürdüm hep; en azından, satıldıktan sonra birbirlerini tanımazlar zannederdim.
John, benimle gurur duyuyor gibiydi. Yelemi ve kuyruğumu bir hanımefendinin saçı gibi dümdüz yapardı ve hep benimle konuşurdu. Tabii ki her dediğini anlamazdım ama zamanla ne demek istediğini ve benden ne yapmamı istediğini öğrenmeye başladım. Onu çok sevmeye başlamıştım. Çok dikkatli ve nazikti. Bir atın nasıl hissettiğini biliyor gibiydi. Beni temizlediği zaman hassas ve gıdıklanan yerleri biliyordu. Başımı fırçalarken gözlerimin üstüne sıra gelince kendi gözleriymiş gibi dikkat etti ve beni asla üzmedi.
Ahırdaki yardımcı çocuk James Howard, aynı onun gibi dikkatli, nazik ve hoş birisiydi. O yüzden durumum gayet iyiydi.
Avluda yardım eden başka bir adam daha vardı ama onun Zencefil’le ya da benimle çok işi yoktu.
Bundan birkaç gün sonra, arabayı Zencefil’le birlikte sürmek zorunda kaldım. Birlikte nasıl anlaşacağımızı merak ediyordum ama ben öncülük ederken kulaklarını geriye atmak dışında çok iyi davrandı. İşini dürüstçe yaptı ve payına düşeni gerçekleştirdi. Çifte koşumda yanımda daha iyi bir arkadaş bulamazdım. Tepeye geldiğimizde adımlarını yavaşlatmak yerine ağırlığını yakaya verdi ve geriye doğru çekildi. İkimiz de aynı derecede cesurduk işimizde. John, bizi teşvik etmek yerine zapt etmeye çalışıyordu. İkimizde de hiç kırbaç kullanmak zorunda kalmadı. Adımlarımız birbirleriyle uyumluydu. Tırıs giderken Zencefil’e ayak uydurmak çok kolaydı ve bu işi daha da güzelleştiriyordu. Sahibimiz ve John, adımlarımızın bu kadar uyumlu olmasından çok memnundu. İki ya da üç kez birlikte dışarı çıktıktan sonra birbirimize çok alıştık, arkadaş olduk. Bu da beni, evimdeymiş gibi hissettirdi.
Merrylegs’e gelince onunla da çok geçmeden arkadaş olduk. O neşeli, cesur, iyi huylu küçük arkadaşımızdı, herkesin en sevdiği arkadaştı. Özellikle Bayan Jessie ve Flora onu çok severlerdi. Bayanlar ona meyvelikte binerler, onunla ve küçük köpekleri Frisky’le kibarca oynarlardı.
Sahibimizin başka bir ahırda duran iki atı daha vardı. Biri, binek atı olarak ya da eşya arabasına sürülmek için kullanılan demir kırı bir at olan Adalet, diğeri, Beyefendi Oliver adlı yaşlı kahverengi bir avcı attı. Artık çalışmıyordu ama hâlâ sahibimizin sevdiği atlardan biriydi. Sahibimiz onunla arazide koşardı. Bazen, arazide, hafif araba taşırdı ya da babalarıyla gezmek isteyen bayanlardan birini… Çünkü Beyefendi Oliver çok kibardı ve çocukları taşıma konusunda en az Merrylegs kadar güvenilirdi. Demir kırı at, güçlü, iyi yetiştirilmiş, iyi huylu bir attı ve bazen otlakta onunla biraz sohbet ederdik ama tabii ki onunla, benimle aynı ahırda kalan Zencefil’le olduğum kadar samimi olamazdım.
Özgürlük
Yeni yerimde çok mutluydum ve eğer anlatmayı unuttuğum bir şey varsa bu mutsuz olduğum için değildi. Benimle ilgilenen herkes çok iyiydi, güneş alan, havadar bir ahırım vardı ve çok iyi yemekler yiyordum. Daha ne isteyebilirdim? Tabii ki özgürlük! Hayatımın üç buçuk senesi boyunca dilediğimce özgürdüm, ama şimdi, haftalarca, aylarca, hatta senelerce, lazım olmadığım zamanlarda, bir ahırda, gece gündüz durmalıyım. Lazım olduğumda da yirmi sene çalışmış yaşlı bir at kadar dikkatli ve sessiz olmalıyım. Oraya kayış, buraya kayış, ağzıma gemlik, gözüme gözlük… Şimdi şikâyet etmiyorum çünkü öyle olması gerektiğini biliyorum. Demek istediğim şu ki kafasını istediği gibi savurabileceği, kuyruğunu sallayabileceği, tüm hızıyla dörtnala koşabileceği, dört bir yanı dolaşacağı sonra arkadaşlarına hava atacağı geniş arazilere ya da düzlüklere alışkın, gücü kuvveti yerinde capcanlı genç bir at için istediğiniz gibi davranamamak, biraz daha özgür olamamak çok zordur. Bazen her zamankinden daha az çalıştırıldığımda o kadar canlı ve hayat dolu hissediyorum ki John beni dışarıda egzersiz yapmaya çıkardığında sessiz olamıyorum, ne istersem onu yapıyorum, atlıyorum, dans ediyorum, zıplayıp oynuyorum… Biliyorum, John’ı özellikle başlangıçta bayağı sarsmışımdır ama bana karşı her zaman iyi ve sabırlıydı.
“Sakin, sakin oğlum.” derdi. “Biraz bekle. İyi bir tempo tutturacağız ve ayaklarındaki gıdıklanma hissi geçecek.” Köyden çıkar çıkmaz birkaç mil boyunca bayağı hızlı tırıs giderdi ve sonra beni önceki kadar genç ve taze geri getirirdi; onun tabiriyle huzursuzluktan kurtulmuş bir şekilde. Canlı ve hareketli atlar, yeterince egzersiz yapmadıklarında delişmen diye çağrılırlardı, bu canlılık sadece bir oyundu ve bazı seyisler, bu atları cezalandırırdı. Ancak John cezalandırmazdı: Bu delişmenliğin sadece canlılık olduğunu bilirdi. Yine de ileri gittiğimi ses tonuyla ya da dizginlere dokunarak bana anlatırdı. Ciddi ya da azimli olduğunda sesinden anlardım. Ses tonu üzerimde başka her şeyden çok etkiliydi çünkü John’a çok düşkündüm.
Diyebilirim ki bazen iki üç saatliğine özgür olurduk: Bu, yazın güneşli pazar günlerinde, gerçekleşirdi. Araba pazar günleri yola çıkmazdı çünkü kilise çok yakındı.
Evin çayırına ya da eski meyveliğe salınmak çok güzel bir histi. Çim çok serin ve yumuşaktı, ayaklarımıza güzel geliyordu, hava çok tatlıydı, istediğimiz şeyi yapabilme özgürlüğü çok hoştu: Dörtnala koşmak, yere uzanmak, sırtüstü yuvarlanmak, güzel çimi yemek… Bu, aynı zamanda konuşmak için de iyi bir fırsattı çünkü hepimiz, büyük kestane ağacının gölgesinde dururduk.
Zencefil
Bir gün, Zencefil ve ben, gölgede birlikte dururken bayağı konuşma fırsatı bulduk. Benim yetiştirilmem ve eğitilmem hakkındaki her şeyi öğrenmek istedi ve ben de anlattım.
“Vayy!” dedi. “Eğer ben de böyle yetiştirilseydim senin gibi iyi huylu olabilirdim. Bundan sonra iyi huylu bir ata dönüşebileceğimi hiç sanmıyorum.”
“Neden?” diye sordum.
“Çünkü benim yetiştirilmem bambaşkaydı.” diye cevap verdi. “Bana nazik davranan ve mutlu etmeyi gönülden istediğim at ya da adam, hiç kimsem olmadı. Bir kere, her şeyden önce, sütten kesilir kesilmez annemden alındım ve diğer genç tayların yanına gönderildim. Hiçbiri benimle ilgilenmedi ve ben de hiçbiriyle ilgilenmedim. Bana bakacak, benimle konuşacak ve yemek için güzel şeyler getirecek, seninki gibi kibar bir sahibim olmadı. Bize bakmakla görevli adam, hayatım boyunca, bana kibar bir kelime etmedi. Beni kötü çalıştırdı demiyorum ama kışın yatacak yerimiz ve yiyecek yemeğimizi vermekten başka bir şeyle ilgilenmedi. Arazinin içinden patika geçiyordu ve genellikle oradan geçen delikanlılar dörtnala koşalım diye taş atarlardı. Bana hiç taş isabet etmedi ama genç, iyi bir atın yüzü, taş yüzünden çok kötü kesildi. Sanırım o yaranın izini hayatı boyunca taşır. Onları umursamadık ama tabii ki bu durum bizi iyice vahşileştirdi ve kafamıza bu delikanlıların bizim için düşman olduğunu yerleştirdik. Çayırlarda aşağı yukarı dörtnala koşturarak arazinin etrafında birbirimizi kovalayarak sonra ağaçlarının gölgesinde durarak çok iyi vakit geçirirdik. Ancak iş eğitilmeye gelince benim için durum çok kötü olmuştu. Birkaç adam beni yakalamaya geldi ve nihayet beni arazinin bir köşesinde kıstırdıklarında biri, beni perçemimden, diğeri de burnumdan yakaladı ve öyle çok sıktı ki nefes bile alamadım. Bir diğeri alt çenemi eline aldı ve ağzımı iyice sıktı ve açtı. Yularla gemi zorla ağzıma taktı. Birisi beni yularımdan çekti, diğeri arkamdan kırbaçladı ve bu olay, insanların kibarlığına dair yaşadığım ilk deneyimdi. Hepsini zorla yaptılar; bana, ne yapmayı düşündüklerini anlama şansı bile vermediler. Soylu bir attım ve çok canlıydım. Hiç şüphesiz çok vahşiydim ve diyebilirim ki tam anlamıyla başlarına bela oldum. Sonra, özgür olmak yerine, bir odada günlerce tıkılı kalmak çok korkunçtu ve çok sıkıldım, üzüldüm ve serbest olmak istedim. Sen de bilirsin, kibar bir sahip ve onun tatlı dilli konuşması varken bile özgür olmamak zordur ki bende bunlar da yoktu.”
“Beni sakinleştirip ikna edebilecek ve istediğini yaptırabilecek bir adam vardı; yaşlı sahip Bay Ryder. Ancak yetiştirilme işinin zor tarafını oğluna ve deneyimli başka bir adama bıraktı, kendisi sadece arada bir izlemeye geldi. Oğlu, güçlü, uzun boylu, cesur bir adamdı. Onu Samson diye çağırıyorlardı ve Samson kendisini fırlatıp atacak atın daha anasından doğmadığını söyler dururdu. Babasındaki kibarlık onda yoktu; güçlü bir sesi, keskin gözleri, kaba bir eli vardı. Daha ilk bakışta yapmak istediği şeyin beni gerçekten dermansız bırakmak ve beni sessiz, alçak gönüllü, uysal bir at parçasına dönüştürmek olduğunu anladım. ‘At parçası!’ Evet. Düşündüğü tek şey buydu.” Sanki düşünmek Zencefil’i çok kızdırmıştı çünkü ayağını hızla yere vurdu. Sonra devam etti: “Eğer tam olarak benden istediği şeyi yapmasaydım çok kızardı ve beni yorgunluktan bitkin düşene kadar alıştırma sahasında uzun dizginlerle koştururdu. Bence çok içiyordu ve çok eminim ki o ne kadar içerse benim için durum o kadar kötü oluyordu. Bir gün, beni, olabilecek her şekilde kötü çalıştırdı, uzandığımda çok yorgun, üzgün ve sinirliydim ve her şey, o an, çok zor gelmişti. Ertesi sabah, beni almak için erken geldi ve yine sahanın etrafında uzun süre koşturdu. Sonraki sefer elinde eyer, başlık ve yeni bir çeşit gemle beni almaya geldiğinde daha bir saat bile dinlenmemiştim. Nasıl olduğunu tam olarak anlatamayacağım: Onu kızdıracak şeyi yaptığımda bana alıştırma sahasında biniyordu. Kızınca dizginleri savurdu. Yeni gem çok acıtıyordu ve aniden geriye doğru irkildim. Bu, onu, daha da kızdırdı ve beni kamçılamaya başladı. O an, tüm ruhumun ondan nefret ettiğini hissettim, daha önce hiç yapmadığım gibi tekmelemeye, öne, arkaya doğru gitmeye başladım ve resmen kavga ettik. Uzunca bir süre eyere tutundu ve beni kırbaçla ve mahmuzla cezalandırdı ama sinirim tepeme çıkmıştı. Tek düşündüğüm ne pahasına olursa olsun onu yere atmaktı. Sonunda, berbat bir kavgadan sonra, onu arkaya doğru fırlattım. Çime çok kötü düştüğünü duydum ve arkama bile bakmadan arazinin öbür ucuna doğru dörtnala koştum. Orada arkama döndüm ve bana eziyet eden o adamın yavaşça yerden kalktığını ve ahıra gittiğini gördüm. Bir meşe ağacının altında durdum ve izledim ama kimse beni yakalamaya gelmedi. Zaman geçti, hava çok sıcaktı, sinekler etrafımda uçuşuyor ve yan taraflarımda, kamçı yüzünden kanayan yerlere konuyordu. Sabahtan beri bir şey yemediğim için çok açtım ama çayırda bir kaza yetecek kadar bile çim yoktu. Uzanıp dinlenmek istedim ama eyer sıkıca bağlandığı için rahat değildim ve içecek bir damla suyum bile yoktu. Öğlen oldu ve sonra güneş alçaldı. Diğer tayların içeri girdiğini gördüm, iyi bir yemek yiyeceklerini biliyordum.”
“Sonunda, güneş battıktan sonra, yaşlı sahibin elinde bir elekle geldiğini gördüm. Ak saçlı, iyi, yaşlı bir beyefendiydi; sesini bin ses arasından seçerdim: Yüksek ya da alçak değildi; tam anlamıyla yeterli şiddette, sakin ve kibardı. Emir verdiğinde sesi, öyle kararlı ve sakin olurdu ki herkes, atlar ve adamlar, bilirdi ki yaşlı sahip kendisine itaat edilmesini bekliyordu. Sessizce yaklaştı, arada bir elindeki içinde yulaf olan eleği sallıyordu. Benle kibarca ve neşeyle konuşuyordu: ‘Gel kızım, gel kızım, gel, gel!’ Durdum ve yanıma gelmesini bekledim. Yulafı bana tuttu ve korkusuzca yemeye başladım. Sesi, tüm korkumu alıp götürmüştü. Yanımda durdu, yerken beni seviyor ve okşuyordu. Yan tarafımda pıhtılaşmış kanı görünce kızdı ve üzüldü. ‘Zavallı kızım! Çok kötü bir işti, çok kötü!’ Sonra yavaşça dizginleri eline aldı ve beni ahıra götürdü. Samson kapıda duruyordu. Kulaklarımı arkaya yatırdım ve ona doğru horuldadım. Sahip, Samson’a, ‘Çekil.’ dedi. ‘Yolumdan çekil! Bu kısrağı çok kötü çalıştırmışsın!’ Vahşi zalim gibi bir şey söyledi. ‘Tabi ya!’ dedi babası. ‘Kötü huylu bir adam, asla iyi huylu bir atı çalıştıramaz. Daha işin ustası olamadın Samson.’ Sonra beni kulübeme götürdü, eyeri ve başlığı kendi elleriyle çıkardı ve beni bağladı, ardından bir kova sıcak su ve bir sünger istedi. Kabanını çıkardı ve ahırdaki çalışan kovayı tutarken yan taraflarımı süngerle uzun uzun sildi. Öyle güzel sildi ki yaraların ne kadar kötü olduğunu ve çok acıdığını bildiğine emindim. ‘Ooo canım benim!’ dedi. ‘Sakin dur. Rahat dur.’ Sesi bana iyi gelmişti ve silişi de çok rahatlatıcıydı. Derim ağzımın kenarlarında öyle kötü olmuştu ki samanı yiyemedim. Saplar canımı acıttı. Ağzıma iyice yakından baktı, kafasını salladı ve adama içine yemek katılmış iyi bir kepek lapası getirmesini söyledi. Öyle lezzetli bir lapaydı ki!.. Ağzım için de yumuşacık ve iyileştirici gelmişti. Ben yemek yerken hep yanımda bekledi, beni sevdi, bir yandan da adamla konuşuyordu. ‘Böyle canlı ve atak bir hayvan…’ dedi. ‘İyi davranışla eğitilemezse asla hiçbir iş için iyi bir at olamaz.’ Sonrasında beni sık sık ziyarete geldi ve ağzım iyileştiğinde diğer eğitmen Job, beni eğitmeye devam etti. Adam ciddi ve düşünceliydi ve çok geçmeden ne anlatmak istediyse hepsini öğrenmiştim.”
Zencefil’in Öyküsü Devam Ediyor
Bir gün, yine Zencefil’le beraber çayırdayken bana, ilk evini anlattı.
“Eğitimimden sonra…” dedi. “Bir satıcı, kestane rengi bir atla birlikte arabaya sürmek için beni satın aldı. Birkaç hafta, adam, o atla beni birlikte sürdü sonra kibar bir beyefendiye satıldık ve Londra’ya gönderildik. Satıcı bana taşıma dizgini takmıştı ve bana öyle binmişti. Bundan nefret etmiştim ama bu yerde çok daha sıkı dizginlendik. Arabacı ve sahibi, bu şekilde modaya daha çok uyduğumuzu düşünüyorlardı. Daha çok Park’ta ve diğer son moda yerlerde gezerdik. Senin gibi taşıma dizgini takmamış olan bir at bunun ne demek olduğunu bilemez, ama berbat bir şey olduğunu söyleyebilirim.
Başımı bir yandan öbür yana sallamayı ve diğer atlar gibi yukarı kaldırmayı severim ama şimdi bir düşün ki başını yukarı kaldırmak ve o şekilde saatlerce durmak zorunda olsan, boynunu birden geri çekme dışında hiç oynatamasan boynun artık katlanamayacak kadar ağrısa… Bunun yanı sıra, bir değil iki gemle durduğunu hayal et; benimkiler aynı zamanda keskindi. Ben, gemlere ve dizginlere kızarken ve onlar yüzünden acı çekerken gemler, dilimi ve çenemi ağrıttı ve dilimdeki kan, ağzımdan akıp duran salyayı boyadı. En kötüsü, hanımımızı, bir parti ya da eğlencedeyken saatlerce beklemek zorunda kalmaktı. Eğer sabırsızlıktan kızar ve ayağımı yere vurmaya başlarsam da kırbaç hazırdı. Bu, bir atı delirtmek için yeter de artardı.”
“Sahibiniz sizi hiç düşünmez miydi?” diye sordum.
“Hayır.” dedi. “O sadece modaya uygun giyinmekle ilgiliydi. Bence atlar hakkında bilgi sahibi değildi. Bu işi, arabacıya bırakmıştı. Arabacı da sahibimize kötü huylu olduğumu, dizgin takmak için eğitilmediğimi ama eninde sonunda alışmak zorunda olduğumu söylemişti. Ancak bu işi yapacak gibi bir adam değildi çünkü ben, ahırda üzgün ve kızgınken kibarlıkla sakinleştirilip sessizleştirileceğime, öfkeli bir söz ya da bağırışla karşılaşmıştım. Eğer insancıl bir adam olsaydı katlanmaya çalışırdım. Çalışmaya istekliydim ve çok çalışmaya hazırdım da ama sadece zevkleri için işkence görmek beni kızdırdı. Bana eziyet etmeye ne hakları vardı? Ağzımdaki ve boynumdaki acının yanında boğazım da çok acırdı. Eğer orada uzun süre kalırsam nefes alıp vermek de zorlaşırdı. Ancak gittikçe huzursuz ve sinirli oldum. Buna engel olamıyordum ve beni kim koşuma bağlamaya çalışırsa çalışsın harekete geçiyor ve çifte atıyordum. Bir gün, bizi, arabaya bağladıkları ve başıma dizgin takmaya çalıştıklarında bunları tüm kuvvetimle savurdum ve tekmeledim. Çok geçmeden bir sürü koşum kırdım. Bu da bu evin sonuydu.
Bundan sonra Tattersall’a satılmak için gönderildim. Tabii ki günahlarımdan sıyrılamadım; orası gerçek. Yakışıklı görünüşüm ve iyi adımlarım, bir beyefendiyi, beni satın almaya teşvik etti ve böylece, başka bir satıcı tarafından alındım. Beni, her şekilde ve farklı gemlerle denedi ve eninde sonunda neye katlanamadığımı anladı. Sonunda, beni, o dizginlerle sürmeyi bıraktı ve kasabadaki bir beyefendiye gayet sessiz bir at olarak sattı. İyi bir sahipti ve onunla iyi geçinmeye başlamıştım ama eski seyisi ayrıldı ve yerine yeni birisi geldi. Bu adam da Samson gibi kötü huylu ve kabaydı. Her zaman kaba ve sabırsız bir sesle konuşurdu ve eğer odada, onun istediği zaman hareket etmezsem ahır süpürgesiyle ya da yabayla -hangisi elindeyse-dizlerimin üzerine vururdu. Yaptığı her şey kabaydı ve ondan nefret etmeye başlamıştım. Beni, kendisinden korkutmayı istemişti ama bunun için çok ataktım. Bir gün beni her zamankinden daha fazla kızdırdığında onu ısırdım ve tabii ki bu onu iyice kızdırdı ve kafama kırbaçla vurmaya başladı. Sonrasında benim odama gelmeye hiç cesaret edemedi. Ne topuklarım ne de dişlerim onun emrine amade olacaktı ve o bunu biliyordu. Ustamın yanında ise sessiz sakindim ama tabii ki adamın dediklerini dinlemişti ve yine satıldım.
Aynı satıcı beni duymuştu ve iyi olacağım bir yer bildiğini söyledi. ‘Çok yazık.’ dedi. ‘Böyle iyi bir atın, sırf şans yüzünden kötü ellere gitmesi çok yazık!’ Sonuç olarak senden kısa bir süre önce buraya geldim. Ancak adamların benim düşmanlarım olduğuna çoktan karar vermiştim ve bu yüzden kendimi korumalıydım. Tabii ki burada her şey çok farklı ama ne kadar süreceğini kim bilebilir? Çevreme senin bakış açınla bakabileceğimi sanıyordum ama yaşadığım onca şeyden sonra artık bunu yapamıyorum.”
Ben “Sanırım eğer John ya da James’i ısırsaydın ya da tekmeleseydin çok ayıp olurdu.” dedim.
“Öyle bir şey yapmam.” dedi. “Eğer bana karşı iyi olurlarsa… James’i bir kere çok kötü ısırdım ama John ‘Kibarca yaklaşmayı dene.’ dedi. Beklediğim üzere beni cezalandırmak yerine James kolu sarılı hâlde yanıma geldi, bana kepek lapası getirdi ve beni sevdi ve o zamandan beri ona hiç kötü davranmadım ve davranmayacağım da.”
Zencefil’e çok üzülmüştüm ama tabii ki o zaman onun hakkında çok fazla şey bilmiyordum, bu yüzden daha kötüye gideceğini düşünmüştüm. Ancak, haftalar geçtikçe Zencefil, daha kibar ve neşeli oldu ve yaklaşan her yabancıya gösterdiği dikkatli ve savunmacı bakışı bıraktı ve bir gün James “Kısrağın, beni sevmeye başladığına inanıyorum. Bu sabah alnını fırçalarken bayağı kişnedi.” dedi.
“Evet, evet, James. Birtwick köfteleri yüzünden… Zamanla Siyah İnci kadar iyi olacak. Kibarlık, istediği tek şey. Zavallı şey!”
Sahibimiz de değişimi fark etti ve bir gün genelde yaptığı gibi arabadan inip bizimle konuşmaya geldiğinde Zencefil’in güzel boynunu sevdi: “Canım benim! Senin için işler nasıl gidiyor? Bize geldiğin zaman olduğundan çok daha iyisin değil mi?”
Sahibimiz onu güzelce fırçalarken o da kendi burnunu adama dostça sürttü.
“Onu iyileştirmiş olmalıyız John.” dedi sahip.
“Evet efendim. Durumu iyileşti. Eskisi gibi değil artık. Birtwick köfteleri yüzünden…” dedi John. Gülüyordu.
Bu, John’ın şakasıydı. Birtwick at köftelerinin düzenli olarak verilmesinin, her zalim atı iyileştireceğini söylerdi. “Bu köfteler…” derdi. “Sabırdan ve kibarlıktan, sakinlikten ve sevgiden yapıldı. Her birinin bir libresi 250 gram sağduyu ile karıştırıldı ve ata her gün verildi.”
Merrylegs
Papaz Blomefield’ın, kızlardan ve erkeklerden oluşan geniş bir ailesi vardı. Bazen, bu çocuklar, Bayan Jessie ve Flora ile oynamaya gelirdiler. Kızlardan biri, Miss Jessie ile aynı yaştaydı. Oğlanlardan ikisi büyüktüler ve birkaç tane de ufaklık vardı. Geldiklerinde Merrylegs için çok iş çıkardı. Çünkü hiçbir şey onları, Merrylegs’e sırayla binmek ve meyvelikte, evin çayırında gezmek kadar eğlendiremezdi. Bu, saatlerce, beraber yaptıkları bir şeydi.
Bir gün, Merrylegs, uzun süre onlarla dışarıdaydı. James onu getirdiğinde ve ona yular taktığında o
“Yaramaz! Nasıl davrandığına dikkat et yoksa başımız belaya girer.” dedi.
“Ne oldu Merrylegs?” diye sordum.
“Sorma!” dedi başını ileri atarak. “Bu genç insanlara derslerini veriyordum. Ne zaman durmaları ya da benim ne zaman durmam gerektiğini bilmiyorlar. Bu yüzden arkaya doğru biraz attım onları. Ne yapayım, anladıkları tek şey bu.”
“Ne!” dedim. “Çocukları mı fırlattın? Bunu yapmayacak kadar aklın var diye düşünürdüm. Bayan Jessie iyi ya da Flora’yı mı attın?”
Çok gücenmişti. Şöyle dedi:
“Tabii ki hayır. Ahıra gelen en iyi yulafın uğruna bile yapmam bunu. En az sahip kadar dikkatliyim genç hanımlarımız konusunda, küçüklere gelince onlara binmeyi ben öğrettim. Onlar korktuğunda ya da sırtımda huzursuzlandıklarında kedinin kuşun arkasından gidişi gibi sessiz sakin giderim. Kendilerini iyi hissediyorlarsa tekrar hızlı giderim, anladın mı onlar alışsınlar diye. Bu çocukların sahip olabileceği en iyi arkadaş ve en iyi biniş öğretmeniyim. Sorun onlar değil; erkekler.”
“Erkekler…” dedi. “Oldukça farklılar. Biz nasıl tayken eğitiliyoruz, onlar da eğitilmeli ve neyin nasıl olması gerektiğini öğrenmeliler. Diğer çocuklar, bana, yaklaşık iki saat bindiler ve erkekler sıranın kendilerine geldiğini düşündüler. Evet, öyleydi. Ben de aynı fikirdeydim. Bana sırayla bindiler, onları bir aşağı bir yukarı ve meyveliğin etrafında bir saat dörtnala koşturdum. Her biri fındık dalı kestiler kırbaç yapmak için ve biraz sertçe kullandılar. Son gücüme kadar dayandım ve kötü niyetli düşünmedim. Bu yüzden ipucu olsun diye bir iki kez durdum. Erkekler bir atın ya da midillinin lokomotif ya da kesme makinesi gibi olduğunu düşünüyor ve istedikleri süreyle istedikleri kadar hızlı gidebileceğimizi sanıyorlar. Bir midillinin yorulabileceğini ya da duygularının olduğunu düşünmüyorlar. Bu yüzden beni kırbaçlayanı, arka ayaklarım üzerinde doğrularak arkaya doğru kaydırdım; hepsi bu. Bana tekrar bindi ve ben de aynısını tekrar yaptım. Sonra öbür çocuk bindi. Sopasını kullanmaya başlar başlamaz onu çime yatırdım ve bunu sürdürdüm; onlar anlayana kadar; hepsi bu. Kötü çocuklar değiller. Zalimlik etmek değil niyetleri. Onları seviyorum ama anlıyorsun ya onlara bir ders vermeliydim. Beni James’e götürüp ona söyledikleri zaman, böyle büyük sopalara kızdığını düşünüyorum. Bu tarz sopaların çobanlar ve Çingeneler için uygun olacağını, genç beyefendilere yakışmayacağını söyledi.”
“Yerinde olsaydım…” dedi Zencefil. “Bu çocuklara iyi bir tekme atardım ve bu da onlara iyi bir ders olurdu.”
“Ona ne şüphe!” dedi Merrylegs. “Ancak affına sığınarak söylüyorum; ben sahibimizi kızdıracak ya da James’i utandıracak bir şey yapacak kadar aptal değilim. Ayrıca bu çocuklar at binerken benim sorumluluğumda. Söylüyorum ya, bana emanetler. Daha geçen gün sahibimiz, Bayan Blomefield’a şöyle söylüyordu: ‘Canım, çocukları merak etmeyin. Yaşlı Merrylegs sizin ya da benim kadar onlarla ilgili olacaktır. Sizi temin ederim ki bu midilliyi hiçbir fiyata satmam. O kadar iyi huylu ve güvenilir ki…’ Sence ben beş senedir burada gördüğüm kibar davranışları ve bana duydukları onca güveni unutacak ve birkaç cahil çocuk beni kötü kullandı diye zalime dönecek kadar kadirbilmez bir vahşi miyim? Hayır! Hayır! Sen, sana kibar davranılan bir yerde bulunmadın hiç, bu yüzden bilmiyorsun ve senin için üzgünüm. Ancak size diyebilirim ki iyi yerler iyi atlar yapar. Hiçbir şey için sahiplerimizi üzmem. Onları seviyorum, gerçekten seviyorum.” Alçak sesle de “Ho! Ho! Ho!” dedi burnundan. Sabahları James’i kapıda duyduğunda yaptığı gibi…
“Ayrıca…” dedi. “ Eğer tekmeleseydim kendimi nerede bulurum? Bir çırpıda satılır ve karaktersiz bir midilli olurdum. Bir kasap çırağına köle olabilir, ne kadar hızlı gidebildiğim dışında bir şeyin umursanmadığı deniz kıyısında bir yerde ölümüne çalıştırabilir ya da pazar gezmesine giden üç dört adamın içinde olduğu bir arabayı kamçılanarak taşıyabilirdim; buraya gelmeden önce, çalıştığım yerde gördüğüm şeyler bunlar.” Sonra “Hayır.” Dedi Merrylegs başını sallayarak. “Umarım bu durumlara hiç düşmem.”
Meyvelikte Sohbet
Zencefil ve ben, genelde görülen uzun binek atı soyundan değildik, daha çok yarış atı kanı taşıyorduk. On beş buçuk karış kadar uzunduk. Bu yüzden arabada kullanılmak kadar binilmeye de müsaittik. Sahibimiz, adam ya da at olsun tek iş yapanı sevmediğini söylerdi. Londra parklarında gösteriş yapmayı sevmediği için daha hareketli ve kullanışlı türden bir atı tercih ederdi. Bize göre ise en büyük zevk, biniş partisi için eyer kuşandığımız zamandı. Sahibimiz, Zencefil’e, hanımefendi bana binerdi; genç hanımlar da Bay Oliver ve Merrylegs’e. Birlikte tırıs ve eşkin gitmek o kadar güzeldi ki bu, bizi her zaman neşelendirirdi. Benim görevim en güzeliydi çünkü her zaman hanımefendiyi taşırdım. Kilosu hafifti, sesi şeker gibiydi ve eli dizginler üzerine öyle hafif dokunurdu ki neredeyse dizginleri hissetmeden onun ne istediğini anlardım.
Eğer insanlar hafif bir elin bir at için ne kadar rahat olduğunu ve bir ağzı ve ruh hâlini nasıl iyi tuttuğunu bilselerdi kesinlikle, genelde yaptıkları gibi, dizginlere asılmaz, onları savurmaz ve çekiştirmezlerdi. Ağızlarımız öyle hassas ki kötü ya da cahilce bir davranışla mahvedilmedikleri ve zorlanmadıkları zaman, sürücünün elinin en ufak bir hareketini bile hisseder ve anında bizden ne istendiğini anlarız. Ağzım hiç mahvedilmemişti ve sanırım adımları benden daha iyi olsa da hanımefendi bu sebeple beni Zencefil’e tercih ederdi. Zencefil de beni kıskanırdı ve ağzının benimki kadar mükemmel olmayışının nedeninin yetiştirilmesinin ve Londra’da ona gem takılmasının olduğunu söylerdi. Sonra Bay Oliver şöyle derdi: “Hadi ama! Kendinizi üzmeyin. Çok büyük bir onur sahibisiniz siz. Bizim sahibimizinki gibi bir kiloyu ve boyu, tüm gücüyle ve çevikliğiyle taşıyabilen bir kısrak, hanımefendiyi sırtında taşıyamıyor diye başı yerde gezmemeli. Biz, atlar, başımıza geleni kabullenmeliyiz ve bize iyi ve kibar davranıldığı sürece, her zaman mutlu ve istekli olmalıyız.”
Bay Oliver’ın nasıl olup da böyle kısa bir kuyruğa sahip olduğunu merak ederdim. Sadece altı yedi inçti, ucundan sarkan bir püskül vardı. Tatillerimizden birinde meyvelikte, nasıl bir kazayla kuyruğunu kaybettiğini sormaya cesaret ettim. “Kaza mı!” diye homurdandı sinirli bir bakışla. “Kaza falan değildi. Zalimce, utanmadan, soğukkanlılıkla yapılan bir eylemdi! Gençken şu zalim şeylerin yapıldığı yere götürüldüm. Bağlandım ve düğüm yaptılar ki böylece kıpırdamayayım ve sonra geldiler ve güzel uzun kuyruğumu, canlı canlı etimden kemiğimden kestiler ve aldılar.”
“Ne korkunç!” dedim.
“Korkunç! Çok korkunçtu! Ancak korkunç olan şey, çok uzun sürse de ve çok kötü olsa da sadece acı değildi, her ne kadar kötü bir durum olsa da sadece en güzel süsümün benden alınışının alçaklığı da değildi, şuydu: Yan taraflarımdaki sinekleri ve arka bacaklarımı nasıl fırçalayabilecektim artık? Siz, kuyrukları olanlar, hiç düşünmeden kuyruğunuzla sinekleri kaçırıveriyorsunuz ve üzerinizde kalmalarının, sürekli ısırmalarının ve onları kovacak hiçbir şeyinizin olmamasının nasıl bir işkence olduğunu söyleyemezsiniz. Size söyleyebilirim ki bu durum, hayatımın hatası ve kaybı ama Allah’a şükürler olsun! Artık böyle şeyler yapmıyorlar.”
Zencefil “Peki o zamanlar neden böyle bir şey yapıyorlardı?” dedi.
“Moda yüzünden!” dedi yaşlı at ayağını yere vurarak. “Moda yüzünden! Eğer bunun ne demek olduğunu biliyorsanız durumu anlarsınız. Benim zamanımda kuyruğu bu utanç verici şekilde kesilmemiş tek bir soylu at bile yoktu. Sanki bizi yaratan ve her şeyi bilen Allah ne istediğimizi ve neyin güzel duracağını bilmiyormuş gibi…”
Zencefil “Sanırım Londra’da, kafamıza kayışla bağlanan ve eziyet çektiren şu gemler de moda yüzündendi.” dedi.
“Tabii öyle.” dedi yaşlı at. “Benim kanaatimce, moda, dünyadaki en acayip şeylerden birisi. Şimdi, örneğin, köpeklere nasıl davrandıklarına bakın. Kuyruklarını daha cesur görünsünler diye kesiyorlar ve kulaklarını daha kurnaz görünsünler diye bayağı koparıyorlar; gerçekten! Bir zamanlar çok değerli bir dostum vardı, kahverengi bir Terrier. Ona Gökyüzü derlerdi. Bana o kadar düşkündü ki benim odamdan başka yerde uyumazdı. Yatağını yemliğin altına yapardı ve her tatlı köpek yavrusu kadar şeker beş yavrusu vardı. Hiçbiri ölmemişti çünkü hepsi iyi bir türdendi. Gökyüzü, onlarlayken o kadar mutluydu ki!.. Gözlerini açtıkları ve gezmeye başladıkları zaman görmeliydiniz. Ancak bir gün bir adam geldi ve hepsini götürdü. Onları ezerim diye korktuğunu düşündüm ama öyle değildi. Akşam, zavallı Gökyüzü, onları tek tek ağzında taşıyarak geri getirdi, yavrular eskiden oldukları gibi mutlu değildi, acınası şekilde yaraları kanıyor ve ağlıyorlardı. Hepsinin de kuyruğunun birazı kesilmişti; güzel küçük kulaklarının yumuşak kapakları da… Anneleri onları nasıl da yalıyordu, nasıl da üzülmüştü zavallı şey! Asla unutmayacağım. Yavrular, zamanla iyileşti ve acıyı unuttu ama tabii ki kulaklarının nazik kısımlarını tozdan ve yaralanmadan korusun diye orada olan güzel yumuşak kapaklar sonsuz kadar gitmişti. Neden daha kurnaz dursunlar diye kendi çocuklarının da kulaklarını kesmiyorlar? Neden kendi burunlarını daha cesur dursunlar diye kesmiyorlar? Kişi kendisine yapılmasını istemediği şeyi bir diğerine de yapmamalı. Tanrı’nın yarattıklarına nasıl eziyet ederler ve onları nasıl bozarlar, ne hakları var buna?”
Bay Oliver, yaşlı olsa da sinirli bir attı ve söylediği her şey, benim için, o kadar yeni ve korkunçtu ki kafamda adamlara dair daha önce hiç sahip olmadığım kötü düşünceler üretmeye başladığımı hissettim. Tabii ki Zencefil daha da heyecanlıydı. Gözleri parlıyordu, burnundan soluyordu. Kafasını geriye savurdu ve adamların, zalim ve aptal olduğunu söyledi.
“Aptallar hakkında kim, ne diyor?” diye sordu, alçak dalında sırtını kaşıdığı eski elma ağacından dönen Merrylegs. “Kim aptallar hakkında konuşuyor? Bence bu çok kötü bir kelime.”
“Kötü kelimeler, kötü şeyler için vardır.” dedi Merrylegs ve Zencefil’e, Bay Oliver’ın söylediklerini anlattı. “Hepsi de doğru.” dedi Merrylegs üzülerek. “İlk yaşadığım yerde köpeklere yapılan bu şeyleri defalarca gördüm. Ancak burada bunu konuşmayacağız. Siz de biliyorsunuz ki sahibimiz de John da James de bize her zaman iyi davrandılar. Adamlara karşı kötü konuşmak böyle bir yerde adil ya da şükranlı olmaz. Siz de biliyorsunuz ki bizimkilerin dışında da iyi sahipler ve seyisler var. Tabii bizimkiler en iyileri.” Tatlı, küçük Merrylegs’in oldukça doğru olduğunu bizim de anladığımız bu olgun konuşması hepimizi sakinleştirdi, özellikle de sahibine çok düşkün olan Bay Oliver’ı… Konuyu değiştirmek için, “Biriniz, bana gözlüklerin işlevini söyleyebilir mi?” dedim.
“Hayır!” dedi Bay Oliver kısaca. “Çünkü hiçbir kullanım amaçları yok.”
Adalet, her zamanki sakin sesiyle, “Onlar…” dedi. “Atların ürkmesini, korkmasını ve böylece kazaya sebep olmalarını önlemek amacıyla var.”
“Peki o zaman binek atlarına, özellikle de bayanların bindiklerine takmamalarının sebebi ne?” dedim.
Sakince “Bir sebebi yok.” dedi. “Sadece moda! Atın kendi yük ya da binek arabasının tekerleklerini ya da arkadan gelen arabayı görünce korkacağını ve kaçacağını söylerler. Ancak tabii ki ata binildiğinde sokaklar kalabalıksa at her hâlükârda etrafını görür. Kabul ediyorum bazen o kadar yaklaşıyorlar ki hiç hoş olmuyor ancak biz kaçmayız. Biz buna alışkınız, anlayabiliyoruz. Eğer gözlükleri takmak zorunda bırakmasalardı biz kendimiz takmayı istemezdik. Orada ne olduğunu, neyin ne olduğunu bilmeliyiz ve böylece her şeyin anlamadığımız garip parçalarını gördüğümüz zamankinden daha az korkmuş oluruz.”
“Tabii ki gençken canı yanmış ya da korkmuş bazı gergin atlar için bu yol daha iyi olabilir. Ancak hiçbir zaman gergin olmadığım için bir şey söyleyemeyeceğim.”
“Sanırım…” dedi Oliver. “Gözlükler geceleri çok tehlikeli oluyor. Biz, atlar, karanlıkta, adamlardan daha iyi görebiliyoruz. Eğer atların görüşleri kısıtlanmasaydı pek çok kaza hiç gerçekleşmezdi. Birkaç yıl önce, hatırlıyorum da karanlık bir gecede, iki atıyla dönen bir cenaze arabası vardı. Tam da Çiftçi Sparrow’un evinin yakınlarında, gölcüğün yola yakınlaştığı kısımda tekerlekler kenara çok yanaştı ve cenaze arabası suya daldı. İki at da boğuldu ve sürücü, neredeyse kurtulamıyordu. Tabii ki bu kazadan sonra kolayca görülebilecek sağlam beyaz bir set konuldu. Ancak eğer bu atlar yarım görüyor olmasaydı kendileri, kendilerini kıyıdan uzakta tutardı ve hiçbir kaza olmazdı. Sen buraya gelmeden önce sahibimizin arabası suya daldıktan sonra ‘Eğer sol taraftaki lamba patlamış olmasaydı John yol işçilerinin açtığı deliği görürdü.’ diyorlardı. Evet, görebilirdi, ama eğer yaşlı Colin gözlük takıyor olmasaydı yaşlı bir at olarak tehlikeden kaçma bilgisine sahip olduğu için lamba olsun olmasın deliği görürdü. Colin’in canı çok yandı, araba parçalandı ve John’ın kurtuluşu da tam bir mucize oldu.”
Zencefil, bir yandan burun deliklerini kıvırırken bir yandan da şöyle diyordu: “Şunu söylemeliyim ki çok bilge olan bu adamlar, gelecekte tayların gözleri yanlarda değil de alınlarının ortasında olarak doğması emrini verseler yeridir. Bu adamlar, her zaman, doğayı geliştirip değiştirebileceklerini ve Tanrı’nın yarattığını tamir edebileceklerini düşünüyorlar.”
Konu yine kötü bir yere doğru gidiyordu. Merrylegs, bilgili, küçük suratını kaldırıp şöyle dedi: “Size bir sır vereceğim. Bence John gözlükleri onaylamıyor. Bir gün gözlükler hakkında sahiple konuşurken duydum onu. Sahip şöyle diyordu: ‘Eğer atlar gözlüklere alıştıysa belki onları çıkarmak tehlikeli olabilir.’ John da ‘Bazı yabancı ülkelerde olduğu gibi taylar gözlüksüz eğitilse iyi olabilir.’ dedi. Neyse haydi neşelenelim! Meyveliğin diğer ucuna koşalım. Bence rüzgâr elmalardan bazılarını düşürmüştür ve sümüklü böcekleri de onları da yiyebiliriz.”
Merrylegs’in dediğine karşı çıkılmadı; bu yüzden uzun sohbetimizi kestik ve çimde yatan tatlı elmalardan hatır hutur yiyerek keyfimizi yerine getirdik.
Samimi Bir Konuşma
Birtwick’te kaldıkça böyle bir yerde yaşıyor olmaktan ötürü daha çok gurur duyuyor ve daha da mutlu oluyordum. Sahibimiz ve hanımefendimiz, onları tanıyanlar tarafından sevilir ve sayılırdı. Onlar, herkese ve her şeye karşı, iyi ve kibardılar: Sadece adamlara ve kadınlara karşı değil, atlara ve eşeklere, kedilere ve köpeklere, sığırlara ve kuşlara karşı da… Tüm baskı gören ve kötü kullanılan canlılar, onların dostuydu ve uşakları da kendileri gibiydiler. Eğer köy çocuklarından canlılara zalimce davrananlar olduğu duyulursa hemen bunu Hall’dan öğrenirlerdi.
Squire ve Çiftçi Grey, kendilerinin söylediklerine göre, atlara taşıma dizginleri takılmasını bıraktırmak için yaklaşık yirmi sene beraber çalışmışlardı ve bizim çevremizde bu dizginlerden çok nadir görürdünüz. Ancak bazen hanımefendimiz çok yüklenmiş ve kafası gerilmiş bir at görürse arabayı durdurur, iner ve sürücüyle tatlı, ciddi ses tonuyla konuşur ve yaptığının ne kadar aptalca ve zalimce olduğunu göstermeye çalışırdı.
Hiçbir adamın bizim hanımefendimize dayanabileceğini sanmıyorum. Keşke her hanımefendi onun gibi olsa… Sahibimiz de bazen çok kızar… Hatırlıyorum da bir sabah benimle eve giderken narin bacaklı, soylu, hassas başlı ve suratlı; küçük, güzel bir midillinin çektiği bir gezinti arabasında, güçlü bir adamın bize doğru sürdüğünü gördük. Tam da adam bizim arazimizin kapılarına gelmişken küçük şey kapılara doğru döndü. Adam hiçbir şey söylemeden ya da uyarmadan canlının kafasını kuvvetle ve aniden öyle bir döndürdü ki neredeyse başını koparacaktı. Midilli kendini toparlamış, yoluna devam ediyordu ki adam kızgınca kırbaçlamaya başladı. Midilli öne doğru savruldu ama güçlü, ağır el, güzel canlıyı, çenesini kopartabilecek bir kuvvetle geriye doğru çekti; bu arada kırbaç hâlâ midillinin üzerinde şaklıyordu. O kırbacın, o küçük tatlı ağza ne kadar acı verdiğini bildiğim için bu benim açımdan korkunç bir görüntüydü. Ancak sahibim bana bir şeyler söyledi ve biz, bir saniye içinde o adamın yanındaydık.
“Sawyer!” diye bağırdı acımasız sesiyle. “O midilli, sadece etten kemikten mi yapıldı?”
“Et, kemik ve huysuzluktan.” dedi. “Kendi isteklerinden başkasını dinlemiyor ve bu hiç de bana göre değil.” Çok sinirliymiş gibi konuşuyordu. Bizim arazimize sık sık iş için gelen bir inşaat işçisiydi.
“Ve sence…” dedi sahibimiz sert ses tonuyla. “Bunun gibi bir tavır, onu, senin isteklerine göre davranmaya teşvik eder mi?”
Adam kaba ses tonuyla “Bu dönüşü yapmak onun ne haddine. Onun yolu dümdüz ileriydi!” dedi.
Sahibimiz “Genellikle onu benim yerime doğru sürersin. Bu davranışı da hayvanın, hafızasını ve zekâsını gösterir. Senin, benim oraya tekrar uğramadığını hayvan nereden bilsin? Ancak tüm bu olayın bu durumla alakası yok. Bay Sawyer, şunu söylemeliyim ki küçük bir midilliye karşı takınılan insafsızca, zalimce tutumlara şahit olmak gibi bir zorunluluğum yok benim. Sizi, bu kızgınlığın yönlendirmesine izin vererek kendi karakterinizi, atınızı incittiğinizden daha çok incitiyorsunuz ve unutmayın, hepimiz davranışlarımıza göre yargılanacağız; bunlar ister adamlara ister canlılara karşı olsun fark etmez.”
Sahibim bana yavaş biniyordu ve sesinden durumun onu ne kadar üzdüğünü anlamıştım. Kendi sınıfından aşağı birisiyle olduğu kadar kendi sınıfından biriyle de özgürce konuşurdu. Bir gün dışarıdayken sahibimizin bir arkadaşı olan Kaptan Langsley’ylekarşılaştık. İki muhteşem gri at sürüyordu. Küçük bir sohbetten sonra kaptan:
“Bay Gordon, yeni takımım hakkında ne düşünüyorsun? Sen de bilirsin ya sen, buralardaki at yargıcısın ve fikrini öğrenmeyi çok isterim.” dedi.
Sahibim onları daha iyi görebilsin diye beni biraz geriye doğru götürdü. “Oldukça nadir, muhteşem bir güzellikleri var.” dedi. “Eğer göründükleri kadar iyilerse daha iyisi can sağlığı. Ancak senin bu kızgın tavrın atları sadece endişelendirir ve onların güçlerini azaltır.”
“Ne demeye çalışıyorsun?” dedi diğer adam. “Taşıma dizginleri mi? Hımm! Biliyorum onları eleştirmek senin için bir hobi. Ancak gerçek şu ki ben atlarımı kafaları yukarıda severim.”
“Ben de.” dedi sahibimiz. “En az diğer adamlar kadar. Ancak bu, onlara zorla yaptırılmamalı çünkü olayın tüm güzelliğini alır götürür. Sen askerî rütbeye sahip bir adamsın Langsley ve bölüğünün geçitte güzel görünmesini istediğine şüphe yok. ‘Başlar yukarı!’ ve böyle şeyler… Ancak adamlarının başları bir arkalığa bağlı olsaydı yeteneğin için takdir görmezdin. Geçitte sorun çıkmazdı ancak bölüğün endişelenir ve yorulurdu. Ancak kaslarını özgürce kullanmak isteyecekleri, tüm güçleriyle ileri atılmak isteyecekleri bir savaşta olsalardı ne olurdu? Ben onlara pek zafer şansı vermezdim ve bunun aynısı atlar için de geçerli. Onları huzursuz ediyorsun, endişelendiriyorsun ve güçlerini azaltıyorsun. Ağırlıklarını işleri için kullanmalarına izin vermiyorsun. Böylece onlar da eklemlerine ve kaslarına yükleniyor. Bu da onları fazla yoruyor. Şuna güvenebilirsin: Atların başları adamlarınki kadar serbest olmalı ve eğer daha çok mantığa göre ve daha az modaya göre davranabilsek pek çok şeyin daha düzgün işleyeceğini görürüz. Ayrıca benim kadar iyi biliyorsunuz ki bir at, başı ve boynu bağlı olduğu zaman, yanlış bir adım atarsa kendini iyileştirme şansı daha az olur.”
“Şimdi…” dedi sahibimiz gülerek. “Taşıma dizginini eleştirme hobim tırıs gidiyor. Ona da ata hükmettiğiniz gibi hükmedemez misiniz? İsminiz dillere destan olurdu.”
Diğeri “Düşüncenizde haklı olduğunuza inanıyorum, askerler hakkında söyledikleriniz de çok isabetli ancak yine de ben bu konuyu bir düşüneceğim.” dedi ve ayrıldılar.
Fırtınalı Bir Gün
Sonbaharın sonuna doğru, sahibimiz, iş için uzun bir yola çıktı. Köpek arabasına bağlandım ve John da sahibimizle beraber gitti. Köpek arabasında gitmeyi her zaman sevmişimdir: Çok hafiftir ve yüksek tekerlekler çok güzel gider. Çok yağmur yağıyordu, şimdi rüzgâr da kötüleşmişti ve yola bolca kuru yaprak savuruyordu. Bariyere ve alçak tahta köprüye gelene kadar mutlu mesut ilerliyorduk. Nehrin yatağı oldukça yüksekti fakat üzerindeki köprü yükseltisiz, dümdüz bir köprüydü; bu yüzden nehir fazla dolduğunda su, köprünün ortasında, neredeyse köprüye ve tahtalara kadar ulaşıyordu: Ancak iki kenarda da iyi, dayanıklı tırabzanlar olduğu için kimse bunu umursamıyordu.
Kapıdaki adam nehrin yükseldiğini ve kötü bir gece olacağından korktuğunu söyledi. Pek çok çayırlık sular altında kalmıştı ve yolun alçak kesimlerinde su, dizlerime kadar çıkmıştı. Ancak köprünün sonu iyiydi ve sahibim dikkatle sürdü. Bu yüzden dert etmedim.
Kasabaya vardığımızda tabii ki iyi bir yemek yedim ama işi, sahibimi çok oyaladığı için, öğleden sonra geç vakitlere kadar ev için yola çıkamadık. Rüzgâr iyice şiddetlenmişti ve sahip, John’a, daha önce hiç bu kadar şiddetli bir fırtınada yola çıkmadığını söyledi. Ormanın kenarında, büyük dalların çalı çırpı gibi sallandığı ve sesin berbat olduğu yerde ilerlerken ben de tam olarak sahibim gibi düşündüm.
Sahibim “Umarım bu ormandan hepimiz sağ salim çıkarız.” dedi.
“Evet efendim.” dedi John. “Bu dallardan biri üstümüze düşerse çok kötü olur.”
Kelimeler ağzından yeni çıkmıştı ki bir gürültü, çatırtı ve kırılma sesi duyuldu. Diğer ağaçların arasından sıyrılaran bir meşe, kökünden çıktı ve hemen önümüze, yola düştü. Korkmadığımı söyleyemeyeceğim çünkü korktum. Hemen durdum ve sanırım titredim de. Tabii ki geri dönmedim ya da kaçmadım. Bu şekilde yetiştirilmedim. John sıçradı ve bir dakika içinde üzerime bindi.
Sahibim “Az kalsın üzerimize geliyordu.” dedi. “Şimdi ne yapacağız?”
“Beyefendim o ağacın üzerinden geçemeyiz, etrafını da dolaşamayız. Yapabileceğimiz tek şey, dört yola gitmek; tahta köprüye geri gidene kadar bir altı mil kadar gitmiş olacağız. Bu bizi geciktirir ancak atımız güçlü, kuvvetli.”
O yüzden dört yolun etrafından buraya tekrar geldik ancak biz köprüye varana kadar hava kararmıştı. Suyun nehrin yarısından fazlasına kadar çıktığını görebiliyorduk. Ancak sel olduğu zaman bu bazen olurdu, bu yüzden sahip de durmadı. İyi bir tempoyla gidiyorduk ama ayaklarım köprünün ilk kısmına basar basmaz bir şeylerin yanlış olduğunu anladım. Gitmeye cesaret edemedim. Hemen durdum. “Devam et Siyah İnci.” dedi sahibim kırbacıyla biraz dokundurarak. Ancak kıpırdamaya cesaret edemedim. İyice şaklattı kırbacı. Olduğum yerde sıçradım ama gitmeye cesaret edemedim.
John “Bir tehlike var beyefendi.” dedi. Köpek arabasından atladı, yanıma geldi ve etrafa baktı. Beni ileri götürmeye çalıştı. “Hadi gel İnci sorun ne?” Tabii ki ona söyleyemiyordum ama köprünün güvenli olmadığını adım gibi biliyordum.
Tam da o sırada, diğer tarafta kapıyı bekleyen adam, evden fırladı, deli gibi elindeki meşaleyi savuruyordu.
“Hey, hey, hey! Heyyyyy! Durr!” diye bağırdı.
“Ne oldu?” diye sordu sahibim.
“Köprünün ortası kırıldı ve su, bir parçayı götürdü. Eğer gelirseniz nehre düşeceksiniz.”
“Çok şükür!” dedi sahibim.
“Sen tam bir incisin!” dedi John. Başlığımdan tuttu ve beni, nehir tarafına, yolun sağına döndürdü. Güneş batalı biraz olmuştu. Rüzgâr, ağacı koparan o kızgın fırtınadan sonra bayağı dinmişti. Hava gittikçe karardı ve sakinleşti. Sessizce tırıs gittim, tekerlekler yolda neredeyse hiç ses yapmıyordu. Uzunca bir süre ne sahibim ne de John konuştu sonra sahibim ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Konuştuklarının çoğunu anlamadım ama eğer sahibimin istediği yönde gitseydim köprünün bizi taşımayacağını ve atın, arabanın, sahibimin ve John’ın nehre düşeceğini düşündüklerini anladım. Akıntı da o kadar kuvvetli ki… Hava da karanlıktı ve ne yardımcı olacak birisi ne de ışık vardı; bu yüzden büyük ihtimalle hepimiz boğulacaktık. Tanrı’nın insanlara akıl verdiğini böylece kendi sorunlarını çözebileceklerini söyledi sahip. Ancak hayvanlara mantığa dayanmayan bir bilgi ya da sezgi verdiğini ve bu bilginin, kendine has bir hıza ve mükemmelliğe sahip olduğunu ve çoğunlukla insanların hayatlarını da kurtardığını ekledi. John’ın köpekler, atlar ve bunların yaptıkları harika şeyler hakkında anlatacak pek çok öyküsü vardı. İnsanların, hayvanlarını olması gerekenin yarısı kadar bile sevmediklerini ve onlarla gerektiği gibi arkadaş olmadıklarını söyledi. Eminim ki John hiçbir insanın olmadığı kadar dosttu hayvanlara.
Sonunda arazimizin kapılarına geldik ve bahçıvanın bizi aradığını öğrendik. Hanımefendinin karanlık bastığından beri çok kötü durumda olduğunu bir kaza olmuş olabilir diye çok korktuğunu ve James’i, demir kırı at olan Adalet ile birlikte tahta köprüye doğru bizi aramaya gönderdiğini öğrendik.
Hall kapısında, üstteki pencerelerde bir ışık gördük ve biz gelince hanım dışarı fırladı: “Gerçekten iyi misiniz canım? Aklıma kötü kötü şeyler geldi hep, iyice korktum! Kaza yapmadınız ya?”
“Hayır hayatım. Ancak Siyah İnci’n bizden daha akıllı olmasaydı köprüden aşağı yuvarlanmıştık ve su bizleri alıp götürmüştü bile.” Eve girdikleri için devamını duyamadım ve John beni ahıra götürdü. O akşam öyle bir yemek yedim ki!.. İyi bir kepek lapası, yulafımın yanında ezilmiş fasulye ve kalın rahat bir saman yatak… Bunlar beni çok mutlu etmişti, çünkü çok yorgundum.
Şeytanın İşareti
Bir gün, John ve ben, sahibimizin bir işi için dışarıdayken ve düzgün, uzun bir yoldan yavaşça dönerken uzakta, bir midilliyi bir kapıdan atlatmaya çalışan bir oğlan gördük. Midilli sıçramadı ve oğlan, ona, kırbaçla vurdu ama midili sadece bir tarafını kaldırdı. Oğlan, midilliyi tekrar kırbaçladı ama midilli bu sefer de sadece öbür tarafını kaldırdı. Oğlan indi ve midilliyi çok kötü dövdü ve başına tekrar tekrar vurdu. Sonra yine bindi ve ona kapıyı atlatmaya çalıştı. Sürekli, utanç verici şekilde, tekmeliyordu onu ama midilli yine de yerinden kıpırdamadı. Neredeyse yanlarına varmıştık ki midilli kafasını indirdi, topuklarını kaldırdı ve çocuğu, geniş çite doğru attı ve kafasından dizginler sarkmış hâlde, dörtnala eve doğru koştu. John, bağıra bağıra güldü. “Ona güzel hizmet ettin.” dedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anna-suell/siyah-inci-69428761/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.