Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini Bütün Maceraları 2

Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini Bütün Maceraları 2
Arthur Conan Doyle
“Bu tip insanlarla konuşurken önemli olan şey…” dedi Holmes kayığa yerleşirken “Onların verecekleri bilginin, senin için çok önemli olduğunu hissettirmemen. Eğer böyle yapmazsan bir istiridye gibi anında kapanırlar ve konuşmazlar. Eğer onlarla, söylediklerine itiraz eder gibi konuşursan istediğin her bilgiyi alabilirsin.” Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).

Arthur Conan Doyle
Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini

Giriş
Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Hemen hemen dünyanın her ülkesinde Holmes’un hikâyelerinin tercümesi bulunabilmektedir ve İncil’den dahi daha çok dile çevrildiği söylenmektedir. 1890’lı yıllarda ilk olarak Avrupa ve Japonya’da tercümeleri bulunabilirken daha sonraki yıllarda tercümelerin sayısı arttı. İlk Holmes filmi 1900’de çekilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Sherlock Holmes’un karikatürleri yapılmış; çizgi romanları yayımlanmış; sahne oyunları, müzikalleri, radyo piyesleri, TV dizileri, komedileri ve hatta bir balesi sahnelenmiştir. Bunun yanı sıra, Conan Doyle dışındaki yazarlar, daha fazlasını isteyen okuyucuları tatmin etmek amacıyla Holmes ve Watson’ı taklit ederek yüzlerce eser ürettiler.
Holmes’un ünü o derece yayılmıştır ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir. Örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak İngilizceye girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221B numaralı eve, onun kendi problemlerine çözüm bulacağı ümidiyle dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Birçok kişi onun gerçek bir insan olduğunu ve kendilerine yardım edeceğini düşünmektedirler. Hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Aynı ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).
Sherlock Holmes hikâyelerinin popüler ve uzun ömürlü olmasının nedeni belki de yazar tarafından çabuk ve gelişigüzel bir şekilde yazılmalarıdır. Yazar, edebî ününü daha ciddi çalışmalarına dayandırıyordu. Arthur Ignatius Conan Doyle (1859-1930) hikâye anlatımı konusunda doğuştan yetenekliydi çünkü herkesin anlayacağı gibi ve Sherlock Holmes’un ifade edeceği gibi “sanat” ailenin kanında akıyordu.
Sanatsal yönü kuvvetli olan Doyle, ailesinden gelen doğal bir yeteneğe sahipti. Büyükbabası John Doyle (Lakabı “H. B.” idi.) politik karikatürler çiziyor ve hiciv sanatıyla uğraşıyordu; amcası Richard Doyle iyi bir ressamdı ve hatıra defteri tutuyordu (“Punch” dergisi için tasarladığı kapaklar ile ünlenmişti.); babası Charles Altamont Doyle ise Edinburgh’nın Holyrood Sarayı’ndaki çeşmelerin yapımında rol almış bir sanatkârdı (her ne kadar çok iyi olmasa da). Genç Conan Doyle, annesinin dizinde saatlerce ataları hakkındaki hikâyeleri dinlerdi. Çok hızlı ve istekli bir okuyucuydu. O kadar hızlıydı ki “Anılar ve Maceralar” (1924) adlı otobiyografisinde ailesinin gittiği küçük bir kütüphanenin, onlara bir günde ikiden fazla kitap değiştiremeyeceklerini bildiren bir yazı gönderdiğini yazmıştı. Zevkleri çok değişkendi. Yeni konuları, yeni yazarları ve yeni kuramları keşfetmekte çok istekli olması yazarlık hayatı boyunca hikâyelerine yansıyordu.
Lancashire’da, Jesuit Stonyhurst Kolejinde eğitim gören Conan Doyle, 1875 Haziranında Londra Üniversitesine kaydolmuş ve 1876’da Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesine girerek 1881’de mezun olmuştur. Maddi sıkıntı çekmeleri nedeniyle ailesine destek olma amacıyla 1880’de, Kuzey Buz Denizi’nde balina avı yapan bir Peterhead gemisi olan Hope’ta doktor olarak görev yapmaya başlamıştır. 1881-1882 yılları arasında da Batı Afrika’ya sefer yapan Mayumba adlı buharlı gemiyle benzer bir görevle yola çıktı. Kurnaz ve komplocu Dr. George Turnavine Budd ile Plymouth’da kötü bir ortaklık kurduktan sonra, Southsea’de kendi özel muayenehanesini açtı. Bush Villaları, No:1’de tabelasını astıktan sonra hastalarını beklerken boş zamanının çoğunu yazarak geçirdi. Bu süre içinde ürettiği kısa hikâyelerinin hepsi başarılı olamadı ama Kraliçe Viktor-ya zamanına ait muhteşem hikâyesi “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” gibi bazılarından magazin dergilerinde övgü ile bahsedilmiştir.
1885 Ağustosunda evlendikten sonra Conan Doyle kendi zihni için şunları söylemiştir: “Hızlandı… Hem hayal gücüm hem de anlatımım oldukça gelişti.” Kısa hikâyelerinin yanı sıra roman (“Girdlestone’daki Ortaklık” gibi) yazmayı denedi ama eseri yayınevlerince geri çevrildi. Conan Doyle daha taze, daha sağlam ve daha ustaca bir şeyler yaratabileceğine inanıyordu. Yıllarca okuduğu Fransız yazarlardan Emile Gaboriau’nun yarattığı Polis Dedektifi Monsieur Lecoq ile Poe’nun başarılı dedektif tiplemesi olan C. Auguste Dupin, onun çocukluk kahramanlarından biri olmuştur. Bu şekilde kendi dedektif hikâyelerini nasıl yaratacağını düşünmeye başlamıştı. Conan Doyle hikâyesini şöyle anlatır:
“Eski bir öğretmenim olan Joe Bell’in kartala benzeyen yüzünü, tuhaf davranışlarını ve ayrıntıları yakalamaktaki ürkütücü ustalığını düşündüm. O bir dedektif olsaydı kontrol edemediği plansız olayları kesinlikle bilimle bağdaştırırdı. Bu etkiyi yaratabilir miyim diye düşündüm. Gerçek hayatta mümkünse bilim kurguda neden mümkün olmasın? Bir insanın zeki olduğunu söylemek kolay ama okuyucu örnekleri görmek istiyor; ki bu örnekleri Bell bize her gün koğuşta gösteriyordu. Bu fikir hoşuma gitti. Bu karaktere ne ad vermeliydim? Hâlâ alternatif isimler yazan defter sayfasını saklıyorum. Biri temel sanata karşı isyan ettiğinde karakterlerin isimlerinde kuşkuya düşer ve Bay Sharps ya da Bay Ferrets gibi adları yaratır. Önce Sherringford Holmes’u sonra Sherlock Holmes’u buldum. Kendi yaptığı kahramanlıkları anlatamayacağına göre bu görevi yapacak sıradan bir arkadaşı olmalıydı, gösterdiği yiğitliklerde rolü olan ve onları aktaran kültürlü bir insan yaratmalıydım. Bu görkemli adamın sıkıcı ve sakin bir adı olmalıydı. Watson adı iyiydi. Artık kuklalarım hazırdı ve ‘Kızıl Soruşturma’yı yazmaya başladım.”
Conan Doyle notlarına başvurduğunda Watson’ı “Afganistanlı Ormond Sacker” olarak tasavvur ettiğini açıkladı. Ayrıca “J. Sherringford Holmes”u muhafazakâr, hep uyuyormuş gibi gözüken, filozof, ender bulunan kemanların koleksiyonunu yapan uzman bir dedektif olarak düşündüğünü söyledi. 221B Yukarı Baker Caddesi de Holmes’un görevini yapacağı yer olarak belirlendi.
Conan Doyle, ilk Holmes hikâyesi olan “Kızıl Soruşturma”yı, “Yapabileceğimin en iyisiydi ve büyük umutlarım vardı.” diyerek nitelendirdi. Ret cevapları üst üste geldiğinde çok üzülmüştü. James Payn kitabı övdü ama hem çok uzun hem de çok kısa bulduğunu söyledi; Arrowsmith Yayınevi, eseri okumadan iki ay sonra iade etti; diğerleri ise “koklayıp” sırtlarını döndüler. En sonunda kitabın müsveddesi Ward, Lock & Co’ya gönderildi. Ucuz ama sansasyon yaratan edebî eserlere meraklıydılar ama cevapları şöyle oldu:

Sayın Bayım,
Hikâyenizi okuduk ve beğendik; şu anda (1886) piyasada bol miktarda ucuz bilim kurgu kitapları bulunduğundan bu yıl eserinizi yayımlayamayız; ama bir yıl beklemeyi kabul ederseniz size telif hakkı olarak 25 dolar ödeme yapmaya hazırız.
Sonunda “Kızıl Soruşturma” için bir yuva bulunmuştu. Artık tüm dikkatini Monmouth İsyanı’nı anlatan “Micah Clarke” adlı romanına verebilirdi. Birkaç ret cevabı aldıktan sonra Andrew Lang’in tavsiyesiyle Longmans, romanı yayımlamayı kabul etti. Conan Doyle başka Holmes hikâyeleri yazmayı düşünmemişti ama “Kızıl Soruşturma”nın Amerika’da elde ettiği başarı nedeniyle, “Lippincott’s Magazin”in temsilciliğini yapan J. M. Stoddart, onu, Londra’da bulunan Langham Otelinde yemeğe davet etti. Bu özel gecede masa arkadaşlarından biri de Oscar Wilde idi ve her ikisinden de “Lippincott’s Magazin” için yazı yazmaları istendi. Wilde’ın katkısı “Dorian Gray’in Portresi” olurken Conan Doyle yine Holmes ile yeni bir maceraya atılmaya karar verdi. Bir ay geçmeden günlüğüne şunları yazdı: “Dörtlerin Yemini” bitti ve gönderildi.
Conan Doyle, Sherlock Holmes’u başka bir kitapta kullanmaya niyetlenmemişti ama “Dörtlerin Yemini” ile bu karaktere daha fazla derinlik ve saygınlık katmaya karar verdi. Yarattığı bu karakteri daha fazla okuyucu kitlesine tanıtmak için karşısına bir fırsat çıkmıştı ve bu nedenle daha sofistike bir sunumla ortaya atılması çok önemliydi. Watson “Kızıl Soruşturma” kitabında Sherlock Holmes’un nitelikleri konusunda şu şekilde yorum yapmıştı:
1. Edebiyat bilgisi: sıfır
2. Felsefe bilgisi: sıfır
3. Astronomi bilgisi: sıfır
4. Politika: zayıf
Tüm bunlar “Dörtlerin Yemini”nde değişmektedir çünkü Holmes, Öklit’i kullanarak “Kızıl Soruşturma” ile alay etmekte; Dedektif Athelney Jones’a Goethe’den söz etmekte ve Filozof Winwood Reade’i, Watson’ı eğitmek için öğütlemektedir.
Sherlock Holmes, “Dörtlerin Yemini”nde daha akıllı ve toparlanmış bir karakter olarak karşımıza çıkmakta ve en önemlisi bir gelişme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Bu hikâyede sadece Holmes’u önemli ve yankı yapan biri olarak görmemeliyiz çünkü Dr. Watson karakteri de Conan Doyle’un artan yaratıcılığından nasibini almaktadır. İki ana karakter arasındaki bağ, hikâyede önemli bir unsur olmakta ve ilerleyen arkadaşlıkları, başarının anahtarını oluşturmaktadır. Sisli ve gaz lambalarıyla aydınlatılmış Londra da “Dörtlerin Yemini”nde önemli bir rol oynamaktadır; ancak Sherlock Holmes, her ne kadar bu şehri çok iyi tanısa da o zamanlarda Conan Doyle’un başkente dair bilgisi pek iç açıcı seviyede değildi. 6 Mart 1890’da J. M. Stoddart’a yazdığı bir mektupta bunu itiraf etmişti: “(…) Bu arada benim Londra hakkındaki engin ve eksiksiz bilgim sanırım seni eğlendiriyordur. Hepsini, postaneden aldığım haritadan öğrendim.”
Göz doktoru olmaya karar veren Conan Doyle, 1890 yılının sonunda Southsea’deki muayenehanesini kapatarak eğitim amacıyla Venedik’e gitti. 24 Mart 1891’de Londra’ya döndü. Mesleğini yapabilmek için 2. Yukarı Wimpole Caddesi’ne taşındı (Conan Doyle “Anılar ve Maceralar” kitabında bu adresi Devonshire Place olarak belirtmiştir ancak bu doğru değildir.). Conan Doyle gerçeği söylüyorsa kendisinin hiç hastası olmamıştır. “Düşünmek ve çalışmak için bundan daha iyi bir ortam sağlanabilir mi? Çok ideal bir yerdi çünkü meslek hayatımda çok başarısızdım. Ancak burada edebî alanda kendimi geliştirmek için her türlü koşul mevcuttu.” İşte bu düşünme ve esinlenme döneminde, iyice şekillenmiş olan Sherlock Holmes karakteri ortaya çıkmıştır. Conan Doyle bundan şöyle bahseder:
“O zamanlarda değişik aylık dergiler çıkıyordu ve editörlüğünü Greenhough Smith’in yaptığı ‘The Strand’ bunların arasında en önemlilerinden biri sayılırdı. Tutarsız hikâyelerle dolu olan bu değişik dergileri ele alacak olursak; tek bir karakteri kullanarak bir dizi yaratıp okuyucunun, bu dergilere bağlanmasını sağlayarak dikkatini çekebilirdik; fakat diğer yandan dizi şeklindeki hikâyeler faydadan çok zarar da getirebilirdi çünkü nihayetinde, okuyucunun bir ay dergiyi almaması hâlinde kaçırdığı bölümden dolayı ilgisi azalabilirdi. Bu nedenle orta yol sürekli aynı karakteri kullanmak ama her ay kendi içinde biten hikâyeler yazmaktı. Sanıyorum bunu fark eden ilk ben oldum ve ‘The Strand’ dergisi de bu fikri ilk olarak hayata geçiren dergi oldu. Ana karakterimi düşünürken daha önce iki kitapta kullandığım Sherlock Holmes’un kendini, bana, başarı elde edeceğim kısa hikâyeler için ödünç vereceğine inanıyordum. Daha sonra bekleme odasındaki uzun bekleyişlerle baş başa kaldım.”
O zamanlarda Conan Doyle’un yaratıcılığı, hikâyelerini yazma hızında gizliydi. 3 Nisan 1891’de temsilcisi A. P. Watt’a “Bohemya’da Skandal”ı gönderdi; 10 Nisanda “Bir Kimlik Vakası” tamamlandı; 20 Nisanda “Kızıl Saçlılar Kulübü” gönderildi; bir hafta sonra 27 Nisanda “Boscombe Vadisi Gizemi” ortaya çıktı. Gribe yakalanmasaydı ilk beş hikâyesi bir ay içinde piyasaya sürülürdü ancak “Beş Portakal Çekirdeği” 18 Mayıs’ta yayımlanabildi. Yeri yerinden oynatan bu hikâyelerin çok kısa bir sürede yazılmaları oldukça etkileyicidir. “Bohemya’da Skandal” adlı eseri 1891 yılının Temmuz ayında “The Strand” dergisinde yayımlandı ve o zamanlar hiç kimse fark etmese de Holmes’un, Conan Doyle’un ve derginin ünlenmesi garantilenmişti.
Artık her evde Conan Doyle’dan söz ediliyordu ancak o, tarihî kitaplar yazarak daha fazla beğeni toplamak istiyordu. Ekim 1891’de “Beyaz Şirket” yayımlanmış ve hemen ardından 1892’de Nisandan Hazirana kadar yazdığı Napolyon’la ilgili ilk kitap “Büyük Gölge” çıkmıştı. “The Strand” ise daha fazla Sherlock Holmes hikâyesi istiyordu; çünkü ilk seriyi halk çok beğenmişti ve dergi iyi para kazanıyordu. Buna rağmen Conan Doyle, Holmes ile uğraşmak istemiyordu ve 1891 Kasımında “Mavi Yakut” biter bitmez annesine şu mektubu yazdı:

Sherlock Holmes hikâyelerinin yeni serisi için beş tane daha hikâye yazdım. İlk serinin standartlarında olduklarını düşünüyorum ve toplam on iki hikâyenin iyi bir kitap olacağına inanıyorum ancak altıncı hikâyede Holmes’u katledip sonsuza kadar işini bitirmeyi düşünüyorum. Daha iyi şeyleri düşünmeme engel oluyor.
Annesi onun bu fikrine karşı geldi ve hakkında yazması için bir konu buldu. Bunun sonucunda “Bakır Sahiller” ortaya çıktı. Aslında sadece idam cezasını erteleme ve bir rahatlama vardı ortada ancak cezayı ertelemek geçiciydi…
Şubat 1892’de “The Strand” dergisi Conan Doyle’dan yine Holmes hikâyeleri istedi ama o “Mülteciler” adlı tarihî kitabı üzerinde çalışıyordu. Başka hikâyeler üretmeye pek niyetli değildi çünkü kısa dedektif hikâyeleri için ilginç konular bulmak, bir roman yazmak kadar zaman alıcı bir şeydi. “Anılar ve Maceralar” kitabında şu açıklama yer alıyordu:

Holmes hikâyelerini yazmaktaki zorluk, uzun bir roman için gerekli olan açık seçik ve orijinal bir konu bulmakla aynıdır. İncelmeye ya da tamamen kopmaya eğilimlidir.
“The Strand”in son isteğinden nasıl kaçınacağını düşündü ve onları vazgeçirmek için yeni yazılacak olan seri için 1.000 pound istemeye karar verdi (İlk serideki her hikâye için otuz sent ve ikinci serideki her hikâye için elli sent almıştı.) “The Strand” hiç tereddüt etmeden şartlarını kabul etti. Böylece Conan’ın planı suya düştü. Artık mecburen yeni hikâyeler için farklı konular düşünmek zorundaydı. Bunun sonucunda “Sherlock Holmes’un Anıları” ortaya çıkacaktı.
Anıların son hikâyesi tamamlandığında Holmes’u öldürme planını gerçekleştirmek gerekiyordu. “The Strand” okuyucuları için 1893 Noel’i çok üzücü geçecekti. Derginin Aralık sayısında “Son Sorun” yayımlandı ve “Sherlock Holmes’un Ölümü” alt yazısıyla Reichenbach Şelalesi’nde Sidney Paget’ın resmettiği Holmes ve Profesör Moriarity’nin dövüşü tasvir edildi. Bu, okuyucular üzerinde o kadar derin bir acı yaratmıştı ki erkeklerin yas tuttuklarını göstermek için ipek şapkalarının üzerini kâğıtla kapladıkları söylenir. Çok sinirli bir okuyucu, Conan Doyle’a “Hayvan!” diye hakaret etmiştir. 1891’de kurulan “The Strand”in sahibi George Newnes, Holmes’un ölümünü “Çok korkunç bir olay!” diye belirtmiştir. Böyle söylemesi çok doğaldı çünkü Sherlock Holmes’un başarısı “The Strand”i çok etkilemişti. Geleceğin neler getireceğini kim bilebilirdi? Bu ölümün, Kraliçe Viktorya’nın bile çok hoşuna gitmediği söylenir.
Görünürde Conan Doyle hiç pişman olmamıştı. 15 Aralık 1900’de “Tit-Bits” adlı dergi, Doyle’un şu sözlerini yayımladı: “Sherlock’u öldürmek için izlediğim yoldan hiç pişmanlık duymadım. Onun ölmüş olması bir daha onun hakkında yazmayacağım anlamına gelmemelidir çünkü eğer ben istersem onun geride bıraktığı notları değerlendirebilirim!” Birkaç ay sonra Conan Doyle, genç bir gazeteci arkadaşı Bertram Fletcher Robinson ile Norfolk’ta golf oynuyordu. Oyun esnasında sohbet ederlerken Robinson, çok vahşi siyah bir köpeğin kırlık alanda hortladığını anlatan bir efsaneden söz etti. Bu hikâye Conan Doyle’un hayal gücünü harekete geçirdi ve her ikisi de ileride adı “Baskerville’lerin Tazısı” olacak kitabın üzerinde birlikte çalışmaya başladılar. İlk başlarda Conan Doyle hikâyeyi “çok ürkütücü” olarak tanımlasa da ileride bir Sherlock Holmes hikâyesine dönüşeceğinden hiç söz etmedi; ancak Doyle, Holmes karakterinin ne kadar beğenildiğini biliyordu ve bu fırsatı kullanarak “The Strand” dergisinin editörünün önüne farklı şartlarla çıktı: “Sadece sizden değil diğer dergilerden de aynı ücreti almaktaydım. Artık belli ki bu çok daha özel bir durum ve anladığım kadarıyla Holmes’un tekrar dirilişi çok ilgi çekecektir. Diyelim ki yöneticilere Holmes olmadan eski ücretimi ya da Holmes ile yüz pound daha fazlasını istiyorum desem hangisini seçerler? Holmes’a şu anda Amerika’da çok ilgi gösteriliyor.”
25 Mayıs’tan önce “Tit-Bits” şunları yazıyordu:

Conan Doyle, “The Strand” için çok önemli bir hikâye yazacak ve bu hikâyenin ana karakteri Sherlock Holmes olacak… 30.000 ile 50.000 kelime arasında bir dizi şeklinde yayımlanacak ve konusu öncekilere göre çok daha ilginç ve çarpıcı olacak.
Olayların devamının bir tarih niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. “Baskerville’lerin Tazısı” önüne geçilemez bir başarı elde etti ve “The Strand” kendi tarihinde bir ilke imza atarak bu kitabın 7. baskısını yayımladı. Hikâyeyi -Amerikan baskısı da ilave edilecek olursa-200.000 adet bastı. Amerika’da kitap hâlinde yayımlandığında on gün içinde 50.000 adet satıldı.
“Baskerville’lerin Tazısı”nın başarısı Holmes’un yeniden dirilişi için önünü açtı ve Atlantik’in öbür tarafında bulunan Amerika çok yüksek miktarda para teklifinde bulundu: Altı hikâye için 25.000 dolar, sekiz hikâye için 30.000 dolar ve on üç hikâye için 45.000 dolar. Kararını veren Conan Doyle, Holmes karakterinin bütünlüğünü asla bozmayacaktı. “İyi bir konusu olmazsa bir Holmes hikâyesi yazmam.” dedi ve devam etti: “Aklımı zorlayacak bir mesele olmalı çünkü başkasının işe karıştırılmaması gerekir.” Yeni seri için hikâyeler tamamlanmıştı ancak Conan Doyle başka konular bulmakta zorlanıyordu. “The Strand”te Greenhough Smith’e “hikâyelere devam etmekte yoğun bir isteksizlik yaşadığını” söyledi. “Hepsinde benzerlik var.” dedi ancak büyük bir azimle devam ederek konuları buldu ve on üç hikâye daha yazabildi. Hepsi de “Sherlock Holmes’un Dönüşü” adlı kitapta toplandı.
Bu tarihten sonra Doyle, daha az kitap yazdı ve dedektifin bir sonraki kitabı olan “Korku Vadisi” 1915’te piyasaya sürüldü. 1917’de “Son Selam” için yeterince hikâye birikmişti ve “Sherlock Holmes’un Dava Kitabı” 1927’de tamamlanmıştı. Holmes’un tüm maceraları dört roman ve elli altı kısa hikâyede toplanmıştı. Bunlar, Conan Doyle’un en iyi eserleri olarak görülmektedir.
Sherlock Holmes’un hikâyelerinin ilk kez yayımlandığında nasıl bir etki yaratacağını kestirmek neredeyse olanaksızdı. Aslında bu dedektiflik hikâyelerini Conan Doyle yaratmadı; bu onur, Edgar Allan Poe’ya aittir. Fakat olağanüstü buluşları, hikâyelerindeki yaratıcılık ve halkın bu polisiyelere gösterdiği ilgi açısından ele alındığında bu, tek başına elde ettiği bir başarıdır. “The Strand”teki Holmes hikâyelerinin başarısı ve halkın da aynı tür eserleri okuma isteği, diğer dergilerin, Holmes’a rakip bir bilim kurgu karakterini ortaya çıkarmaları gerektiği anlamına gelmekteydi. Birçok kadın dedektif, bilimsel dedektif, kaba ve basit dedektif, kör dedektif, komik dedektif ve ruhani dedektif karakterinin ortaya çıkmasına rağmen yalnızca tek bir Holmes vardı ve birçoğu kendi alanlarında iyi olmalarına karşın bu imitasyonlar asla “aslına” bir rakip olamazlardı. 1891 yılına kadar sakin akan sular bu tarihten sonra coşkuyla akmaya başladı ve bu akıntıya kapılan polisiye romanlar birçok ismin su yüzüne çıkmasına neden oldu ki şimdi sayacağım adların hepsinin ve aynı zamanda sayamadığım diğerlerinin Arthur Conan Doyle’a minnet borcu bulunmaktadır: G. K. Chesterton, Agatha Christie, Dorothy L. Sayers, Raymond Chandler, John Dickson Carr, Dashiell Hammett, Erle Stanley Gardner, Ellery Quenn, John D. MacDonald, Mickey Spillane, Robert B. Parker, Rex Stout, Ross Macdonald, P. D. James, Colin Dexter, Elizabeth George.
Dedektifin arkadaşı söz konusu olduğunda bu borç daha da derinleşmektedir; bu nedenle Watson adı âdeta İngilizcede “ana karakterin arkadaşı” ya da “en iyi arkadaşı” kelimeleriyle eş anlamlı olarak düşünülebilir. Conan Doyle, Edgar Allan Poe’ya olan borcunu itiraf etmekte gecikmedi. Doyle’un, Holmes hikâyelerinde, Poe’nun üç hikâyesindeki Dedektif C. Auguste Dupin’dan çok fazla alıntı yaptığı aşikârdı; sevecen arkadaş ve tarihçi, acemi memur, tuhaf ve abartılı suçlar, dedektifin kolayca bulabilmesi için önüne serilen kanıtlar ve açıklama gerektiren sonuçlar gibi. Ancak Poe’nun Watson’ı isim konmayacak kadar önemsizken Conan Doyle, Watson’ının canlı ve gerçekçi olması gerektiğinin önemini anlamakta gecikmedi ve inceleyen, not alan, her şeyi aksettiren, ihtiyaç durumunda asistanlık yapan, en önemlisi okuyucunun aklına gelebilecek soruları sormasını bilen bir kişilik yarattı. Böyle bir karakteri canlı hâle getirmek kolay değildir. Bu onuru Conan Doyle’a vermek gerekir çünkü Holmes’u olduğu kadar Watson’ı da hatırlanmaya değer bir karakter hâline getirmiştir. Watson, herkes tarafından halktan biri gibi görüldü. Ana karakter Sherlock Holmes olabilir ancak Watson daha çok sevilmektedir. Holmes’un öğrencisi Vincent Starrett oldukça iyi bir tespitte bulunmuştu: Issız bir adaya düşseler Watson daha az yorucu olurdu. Dedektif-arkadaş ilişkilerinin aslını araştıracak olursak Holmes-Watson ilişkisine dek inebiliriz; Agatha Christie kendi yarattığı Hercule Poirot’yu bile bunu düşünerek yazdığını itiraf etti. “ACD”de Conan Doyle’dan -ve tabii ki Watson’dan- övgü ile bahsetmiştir. 1963 yılında, “Ölüm Saatleri” adlı romanında değişik bilim kurgu dedektiflerinden söz ederken raftan bir Holmes hikâyesi indirir:

“Sherlock Holmes’un Maceraları” dedi sevgiyle hatta saygıyla diğer kelimeyi bile söyledi: “Maître!”
“Sherlock Holmes mu?” diye sordum.
“Ah, non, non, Sherlock Holmes değil! Ben yazar Sör Conan Doyle’u selamlıyorum. Sherlock Holmes’un hikâyeleri gerçekte zorla yazılmış, aldatmalarla dolu ve çok yapmacıktır ama yazma sanatı… Ah işte o zaman her şey değişir! Dilin verdiği mutluluk ve o muhteşem karakter Dr. Watson’ın yaratılması bambaşka bir şeydir. Ah, işte o gerçek başarıdır!”
Bu pasajda Christie, Holmes’un hikâyelerinde başka bir şeye daha parmak basmaktadır: “Dilin verdiği mutluluk.” 1930’da Arthur Conan Doyle’un ölümünden sonra “The Strand”in editörü Greenhough Smith, Holmes’un hikâyeleriyle ilk karşılaştığı zamanki izlenimlerini anlattı:
“İyi yazarlar çok ender bulunurdu ve bu editör, kötü yazılarla yorulup güçlükle ilerlemeye çalışırken âdeta Tanrı tarafından cennetten bir hediyenin gönderildiğine inanmıştı. Bu bezgin editörün ümitsiz hayatına nihayet mutluluk girmişti. Artık karşısında yeni ve hünerli bir yazar vardı; konular tüm açıklığıyla yazılıyor, stildeki duruluk ile mükemmel bir hikâye ortaya çıkıyordu.”
Holmes ve Watson karakterlerinin yanı sıra, Holmes hikâyelerinin sürekli bir okuyucu kitlesinin olmasının nedeni şudur: Kaç kez okunursa okunsunlar hep taze ve heyecanlı kalıyorlar, renkli karakterlere sahipler, açık yüreklilikle birdenbire değişen konulara rastlanıyor; ayrıca ani ve ürkütücü karanlıklar ve öbür dünyayı hissettirmeleri de hikâyeleri ilginç kılıyor. Ayrıca 221B Baker Caddesi’nin bilindik oturma odasında her zaman yanan şömine ve gaz lambası, pencereden bakıldığında görülen sis ve Holmes ile Watson’ın koltuklarında oturup müşteri beklemeleri okuyucunun güvenini sağlamaktadır. Biliyoruz ki davaları ne kadar saçma ve kötü ya da olaylar ne kadar ürkütücü olursa olsun, her şey sonunda düzelecektir. Yüz yirmi yıldır bu rahatlatıcı sona dayandık ve bir yüz yirmi yıl daha dayanacağımıza inanıyorum. Sherlock Holmes ve Dr. John Watson değişen yıllarda sabit birer noktadır. Kitaplarında 1895 yılında yaşıyor olmalarına rağmen daha çok yaşayacaklar ve insanlar kitaplarını zevkle okumaya devam edecekler.
Christopher ve Barbara Roden
Christopher ve Barbara Roden birer Sherlock hayranıdırlar ve New York’taki Baker Caddesi Aykırıları ve aynı zamanda dünyanın değişik yerlerinde Sherlock Kulüplerine üyedirler. Christopher, Oxford Sherlock Holmes serisi için iki kitap düzenlemiştir ve her ikisi de Sherlock Holmes ve Sör Arthur Conan Doyle için birçok yazı yazmışlardır. Koleksiyonlarında bulunan Conan Doyle’un bilim kurgusu “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” Ash-Tree yayınevi tarafından basılmıştır.

1. BÖLÜM
Tümdengelim
Sherlock Holmes, şömine rafının köşesinde duran şişeyi aldı ve Fas yapımı bir kutudan deri altı şırıngasını çıkardı. Uzun, beyaz, heyecanlı parmaklarıyla hassas iğneyi ayarlayıp gömleğinin kollarını kıvırdı. Bir süre boyunca adaleli kolunda ve el bileğinde şırınganın yaptığı sayısız yara izine bakakaldı. Sonunda sivri ucu damarına yerleştirdi, küçük pistonu ittirdi ve memnuniyetini belirten bir iç çektikten sonra kadife kaplı koltuğuna iyice yerleşti.
Aylardır günde üç defa buna tanıklık ediyordum fakat alışkanlığım gereği zihnim bu durumu bir türlü kabullenemiyordu. Aksine her geçen gün bu görüntüye daha da sinirleniyordum ve karşı çıkamadığım için geceleri vicdanım sızlıyordu. Tekrar tekrar kendi kendime konuyu açacağıma dair yemin ettim ama arkadaşımın rahat, kayıtsız tavırları bu konu üzerinde konuşma cesaretimi kırıyordu. Gücü, hünerli davranışları ve daha önceden tanık olduğum o olağanüstü yetenekleri kendimi çekingen hissetmeme neden oluyordu.
Ama bir gün, öğleden sonra, öğle yemeğinde içtiğim Beaune nedeniyle -ya da kasıtlı davranışlarda bulunarak beni çileden çıkarması nedeniyle mi bilemem- artık daha fazla dayanamayacağımı anladım.
“Bugün hangisi?” diye sordum. “Morfin mi kokain mi?”
Gözlerini ruhsuz bir şekilde okuduğu siyah kaplı kitaptan kaldırdı.
“Kokain.” dedi “Yüzde yedilik bir çözelti. Denemek ister misin?”
“Tabii ki hayır!” diye terslenerek cevap verdim. “Afganistan seferinden sonra bünyem pek düzelmedi. Vücuduma daha fazla zarar vermek istemiyorum.”
Hiddetli hâlime gülerek “Haklı olabilirsin Watson.” dedi. “Sanıyorum fiziksel olarak çok etkilendim. Ancak zihne o kadar yaşamüstü bir uyarıcı ve aydınlatıcı etki yapıyor ki yan etkileri sadece kısa bir süre için ciddiye alacağım bir şey hâline geliyor.”
“Ama düşün…” dedim içtenlikle. “Çok pahalıya mal olabilir! Zihnin uyarılıyor ve heyecanlanıyor olabilirsin dediğin gibi; ama bu patolojik ve hastalıklı bir süreç ve büyük bir doku değişimi yaşamanın yanı sıra kalıcı bir hastalık da bırakabilir. Çok kötü sonuçlarla karşılaşabileceğini biliyorsun. Bütün bunlara değer mi? Geçici bir mutluluk için neden sahip olduğun bu harika yetenekleri riske atıyorsun? Unutma, ben sadece bir arkadaş olarak değil, aynı zamanda bir tıp doktoru olarak konuşuyorum ve sen bir dereceye kadar bedeninden sorumlusun.”
Alınmışa benzemiyordu. Aksine, sohbet etmeye hazırlanıyormuş gibi parmak uçlarını birleştirip dirseklerini koltuğun kenarına koydu.
“Zihnim durgunluğa başkaldırıyor.” dedi. “Kendime özgü bir atmosfer içindeyim. Bana problemler, görevler, çok muğlak şifreler ya da anlaşılması güç analizler ver… O zaman uyarıcıların yapaylığından vazgeçebilirim ama var olmanın sıkıcılığından iğreniyorum. Zihnin yüceliğini şiddetle istiyorum. Bu yüzden bu mesleği seçtim ya da yarattım diyelim. Ne de olsa dünyada bu mesleği yapan tek kişiyim.”
“Resmî olmayan tek dedektif!” dedim kaşlarımı kaldırarak.
“Resmî olmayan tek danışman dedektifim.” diye devam etti. “Araştırma ve inceleme işindeki en son ve en yüksek merci benim. Gregson, Lestrade ya da Athelney Jones kendilerini aşan zorluklarla karşılaşınca -ki bu her zaman başlarına geliyor- bana gelirler. Verileri bir uzman gibi inceliyor ve fikirlerimi söylüyorum. Bu davaların karşılığında hiçbir şey istemiyorum. Adım gazetelerde çıkmıyor. Olağanüstü yeteneklerimi kullanabileceğim bir alan bulmam benim için en büyük ödüldür. Jefferson Hope davasında kullandığım teknikler konusunda bizzat fikir edindiğini biliyorum.”
“Evet, tabii…” dedim içtenlikle. “Hayatımda hiç bu kadar etkilenmemiştim. ‘Kızıl Soruşturma’ adlı müthiş bir başlıkla onu ufak bir kitap hâline getirip ölümsüzleştirdim bile!”
Üzülerek kafasını salladı. “Göz attım.” dedi. “Gerçekten seni ne kadar tebrik etsem azdır. Keşif kesin bir bilimdir ya da öyle olması gerekir ve ona aynı soğuk, duygusuz yolla muamele edilmelidir. İçine bir miktar romantizm katmışsan eğer bu Öklit’in beşinci önermesindeki bir aşk hikâyesi ya da evlenmek için evden kaçan gençlerin yarattığı etkinin aynısı gibi bir şey olur.”
“Ama o aşk hikâyesi yaşanmıştı.” dedim serzenişte bulunarak. “Gerçeklere hile karıştıramazdım.”
“Bazı gerçekleri gizli tutabilirdin ya da en azından belli ölçüde daha az anlatabilirdin. Davada anlatılmaya değer tek nokta sebep sonuç ilişkisine dayandırılan uslamlamaydı ki bunu yaparken çok başarılıydım.”
Özellikle onu mutlu etmek için yaptığım çalışmayı bu şekilde tenkit etmesi beni rahatsız etmişti. Bununla beraber kitabımın her satırını onun yaptıklarına adamamı istemesindeki bencilliğe de ayrıca sinirlendiğimi itiraf ediyorum. Baker Caddesi’nde birlikte yaşadığımız yıllar boyunca arkadaşımın sessiz, sakin tavırları altında yatan kibri pek çok kez fark ettim. Ona cevap vermedim; bunun yerine yaralı bacağımı ovalamaya başladım. Bacağıma bir Jezail mermisi isabet etmişti ve bu mermi yürümemi engellememesine rağmen her hava değişiminde biraz sancımasına sebep oluyordu.
“Yeteneğim bütün kıtada duyuldu.” dedi Holmes funda kökünden yapılmış piposunu doldurarak. “Geçen hafta, muhtemelen senin de tanıdığın Francois Le Villard bana başvurdu. Son zamanlarda Fransız dedektif servisinde oldukça ön plana çıkmış biri. Keltlerin güçlü sezgilerini bulabilirsin onda; fakat sanatında yükselmesi için gereken bilgiye sahip değil. Dava bir vasiyetnameyle ilgili ve bazı yönleri benim ilgimi çekti. Benzer iki davada, 1857’de Riga’da ve 1871’de St. Louis’te ona yardımcı olup sonuca ulaşmasında yol göstermiştim. Bu sabah yardımımı istediğini belirten bir mektup aldım. İşte burada.”
Konuşurken yurt dışından gelen kırışmış bir mektup kâğıdının bir sayfasını uzattı bana. Göz attığım notta, “magnifiques”, “coup-demaitre” ve “tours-de-force” gibi kelimeler yoluyla cömertçe sunulan iltifatlar göze çarpıyordu. Fransız’ın oldukça içten takdiri açıkça görülüyordu.
“Öğretmeniyle konuşan bir öğrenci gibi.” dedim.
“Ah, beni gözünde çok büyütüyor!” dedi Sherlock Holmes vurdumduymaz bir şekilde. “O da bayağı yetenekli. İdeal bir dedektifin sahip olması gereken üç özellikten ikisine sahip. Gözlem ve tümdengelim gücüne sahip. Sadece bilgiyi arzuluyor ve bu da ancak zamanla olur. Şimdi benim küçük eserlerimi Fransızcaya çeviriyor.”
“Senin eserlerin mi var?”
“Ah, bilmiyor muydun?” dedi gülerek. “Evet, birkaç monografi yazmak gibi bir suç işledim. Hepsi de teknik konular üzerine. Örneğin biri burada. ‘Çeşitli Tütünlerin Külleri Arasındaki Farklılıklar’ kitabımda yüz kırk çeşit puro, sigara ve pipo tütünü listeledim ve küller arasındaki farklılığı göstermek için renkli tabaklardaki resimleriyle süsledim yazımı. Bu farklılıklar, kriminal davalarda sürekli karşımıza çıkan bir detay ve bazen çok büyük bir ipucu olarak önem arz ediyor. Örneğin cinayet işleyen bir adam için Kızılderili lunkası içiyor diyebiliyorsan araştırma alanını oldukça daraltabilirsin. Eğitimli bir göz için Trichinopoly’nin siyah külleri ile kuşgözünün[1 - Kuşgözü: Bir tür ince kıyım tütün.] ince beyaz havı arasında, lahana ile patates arasındaki kadar fark vardır.”
“Ufak ayrıntıları bulmada müthiş bir kabiliyetin var.” dedim.
“Çünkü önemlerini takdir ediyorum. Bu da ayak izleri hakkında yazdığım bir monografim. Basıldığı zaman kalan izi yok etmek için kullanılan Paris plasteri hakkında birkaç söz yazdım. Bu da gemicilerin, mürettiplerin, dokumacıların, mücevhercilerin ellerinin linotipleriyle beraber, ticarette elin şeklinin önemi üzerine yazılmış küçük bir çalışmadır. Bilimsel dedektifler için bu oldukça pratik bir çalışma. Özellikle sahiplenilmeyen cesetler ve suçlunun geçmişini araştırmada kullanılır; galiba bu hobimle ilgili canını sıkıyorum.”
“Kesinlikle hayır!” dedim içtenlikle. “Aksine çok ilgimi çekti, özellikle sen bunu pratiğe döküp de benim bizzat şahit olma fırsatını yakalayışımdan beri. Biraz önce gözlem ve tümdengelimden söz ettin. Biri, diğerini bir dereceye kadar kapsamıyor mu?”
“Hayır.” diye cevap verdi, lüks koltuğuna yaslanıp piposundan çıkan kalın, mavi halkaları havaya üfleyerek. “Örneğin gözlem, bana, bu sabah senin Wigmore Caddesi’ndeki postaneye gittiğini gösterir; fakat tümdengelim bir telgraf çektiğin bilgisini verir.”
“Doğru!” dedim. “Her ikisi de doğru! Ama bu sonuca nasıl vardığını bilmediğimi itiraf etmeliyim. Aniden verilmiş bir karardı ve hiç kimseye bahsetmemiştim.”
“Çok basit.” dedi şaşkınlığıma gülümseyerek. “O kadar basit ki bir açıklama yapmak bile lüzumsuz; ama yine de gözlem ve tümdengelimin sınırlarını açıklamada gerekli olabilir. Ayağının üst kısmına bir parça kırmızımsı toprağın yapıştığını gözlemledim. Seymour Caddesi’nin karşısındaki kaldırım taşlarını sökmüş ve biraz toprak atmışlar. Bu toprağa basmadan içeri girmen imkânsız. Bildiğim kadarıyla bu kırmızımsı topraktan civarda pek bulunmuyor. İşte bütün bunları gözlemledim. Gerisi ise tümdengelim.”
“Peki, telgrafı yolladığımı nasıl anladın?”
“Ah, sabahtan beri karşında oturuyorum ve mektup yazmadığını biliyorum. Ayrıca masanın üstünde pullar ve yığınla kartpostal görüyorum. O zaman postaneye gitmen için geriye tek bir sebep kalıyor, o da telgraf çekmek. Diğer faktörleri eleyince geriye tek bir gerçek kalıyor.”
“Bu durumda gerçekten öyle!” dedim biraz düşündükten sonra. “Dediğin gibi çok basitmiş. Senin teorilerini daha zorlu bir sınava tabi tutarsam beni küstah olarak nitelendirir misin?”
“Aksine!” diye cevap verdi. “Kokainden ikinci bir doz almamı engellemiş olursun. Bana anlatacağın her türlü problemi çözmekten mutluluk duyarım.”
“Bir insanın, günlük hayatta kullandığı bir eşyasından, üzerinde eğitimli bir gözün görebileceği kendi şahsına özgü bir iz bırakmadan kurtulmasının pek de kolay olmadığını söylediğini duymuştum. Şimdi, çok yakın zamanda elime geçen bir saat var. Daha önceki sahibinin karakteri ya da alışkanlıkları hakkındaki düşüncelerini zahmet olmazsa bana söyler misin?”
Çözüme ulaşması imkânsız bir sınavdan geçeceği için içten içe eğlenerek saatimi ona uzattım. Amacım, ara sıra üstünlük taslaması nedeniyle ona bir ders vermekti. Saati elinde tarttı, kadranına dikkatlice baktı, arkasını açtı ve önce çıplak gözle, sonra da güçlü bir dışbükey mercek ile onu inceledi. Yılgın bir yüz ifadesiyle saatin arkasını kapatıp bana geri verdiğinde gülmemek için kendimi zor tuttum.
“Neredeyse hiç veri yok.” dedi. “Saat yeni temizlendiği için birçok ipucunu da silip götürmüş.”
“Haklısın.” dedim. “Bana gönderilmeden önce temizlendi.”
Arkadaşımın, başarısızlığını örtmek için bu kadar kabul edilemez ve zayıf bir bahane bulmasına çok şaşırmıştım. Temizlenmemiş bile olsa bir saatten hangi gerçekleri ortaya çıkarmayı umuyordu ki?
“Tatmin edici olmasa da incelemem tamamen sonuçsuz değil.” diyerek hülyalı, parıltısız gözlerini tavana dikti. “Yanlış söylüyorsam düzelt, bu saat ağabeyine aitti, ona da babandan miras kalmış.”
“Şüphesiz bunu da arkasına kazılmış H. W. harflerinden çıkardın, değil mi?”
“Evet. W senin adının baş harfi. Saat neredeyse elli yıllık ve üzerindeki harfler de en az bu saat kadar eski, bu nedenle son kuşak için yapılmıştı. Genelde mücevherat en büyük oğla geçer ve onun adı babasınınkiyle aynı olur. Yanlış hatırlamıyorsam baban öleli çok uzun zaman oldu. Bu nedenle senden önce ağabeyinin elindeydi.”
“Şimdilik, doğru.” dedim. “Başka?”
“Düzensizlik huyu vardı, çok dağınık ve özensizdi. Ona iyi bir gelecek sunulmuş ama pek başarılı bir hayatı olmamış. Tabii ara sıra varlıklı bir hayat sürmüş; ama çoğu zaman fakirlik içinde yaşamış ve en sonunda kendini içkiye vermiş, bundan sonra da ölmüş. Bu kadar çıkarımda bulunabildim.”
Sandalyemden fırladım ve odada sendeleyerek dolaştım. Kalbim acıyla dolmuştu.
“Bunu sana hiç yakıştıramadım, Holmes.” dedim. “İşleri buraya kadar vardıracağını düşünmemiştim. Zavallı ağabeyimin hayatını araştırmışsın ve şimdi de gelmiş numara yaparak bana bunları satmaya çalışıyorsun. Bütün bunları, o eski saate bakarak çıkardığına inanmamı beklemiyorsun herhâlde! Çok zalimce ve açıkçası şarlatanlıktan başka bir şey değil bu yaptığın!”
“Sevgili doktor.” dedi içtenlikle. “Özürlerimi kabul et. Olaya teorik bir problem gibi yaklaştım ve senin için ne kadar kişisel ve acı verici olacağını unuttum. Sana yemin ederim ki bu saati bana verene kadar bir erkek kardeşin olduğunu bilmiyordum.”
“Peki, bütün bunları nasıl bildin? En ince ayrıntısına kadar hepsi doğru.”
“Ah, buna şans denir. Olasılıkları dengede tutabildim. Bu kadar isabetli olacağımı tahmin etmedim.”
“Yani hepsi sadece bir tahmin değil miydi?”
“Hayır, hayır… Ben hiç tahminde bulunmam. Şaşırtıcı bir huy, zihinsel yetileri yok eder. Bunlar sana tuhaf geliyor çünkü ne benim düşüncelerimi takip edebiliyorsun ne de önemli çıkarsamalara bağlı olabilecek birçok gerçeği gözlemleyebiliyorsun. Mesela, konuşmaya ağabeyinin özensiz olduğunu söylemekle başlamıştım. Saat kılıfının alt kısmını incelediğinde sadece iki yerinde ufak oyuklar görmüyorsun, her tarafında çizikler görüyorsun ve bu da aynı cepte bozuk para ya da anahtar gibi sert cisimler taşımayı âdet edindiği için olmuş olmalı. Elbette bu kadar değerli bir saate karşı böyle davranan birine özensiz demek oldukça normaldir. Bu kadar değerli bir şeye sahip olmak başka hususlarda rahatça geçimini sağladığını gösteren bir çıkarsamadır.”
Onu anladığımı göstermek için kafamı salladım.
“İngiltere’de tefeciler bir saat aldıklarında kılıfın içine bir iğneyle etiketi kazırlar. Etiket yapıştırmaktan daha kullanışlıdır çünkü böylece sayılar ne kaybolur ne de değiştirilebilir. Merceğimle baktığımda sadece dört sayının bu şekilde kazındığını görebiliyorum. Buradan çıkarılacak ilk sonuç, ağabeyinin maddi durumunun pek iyi olmayışı. İkinci sonuç ise ara sıra refah içinde günler geçirmiş olması; yoksa saati geri almak için borcunu ödeyemezdi. Son olarak anahtar deliğinin bulunduğu iç tabakaya bakmanı istiyorum. Deliğin çevresindeki binlerce çiziğe bak; anahtarın girdiği yerdeki izlere… Kendisine hâkim bir adam onları nasıl yapabilir? Ancak bir ayyaşın saati bu izlerle dolu olur. Akşamları saatini kurar ve titrek eliyle bu izleri bırakır. Gizem neresinde bunun?”
“Gün gibi açık.” dedim. “Sana yaptığım haksızlıktan dolayı çok pişmanım. Yeteneğin karşısında daha inançlı olmalıydım. Bu aralar herhangi bir iş üzerinde olup olmadığını öğrenebilir miyim?”
“Hayır, değilim. Bu yüzden kokain içiyorum. Beynimi çalıştırmadan yapamıyorum. Başka ne için yaşanır ki? Burada, pencerenin önünde dur! Bundan daha sıkıcı, daha kasvetli, daha boş bir dünya var mı? Sarımsı sis, cadde boyunca savrularak kül rengi evlerin üstünü nasıl da örtüyor. Daha yavan, daha gerçek bir umutsuzluk var mı? Doktor belirli güçlere sahip olmanın ne yararı var, bunları kullanacak bir alanın yoksa? Suç sıradan, var olmak sıradan ve bu sıradanlık bütün dünyada var.”
Tam ağzımı açmış cevap vermek üzereydim ki kapımız vuruldu ve ev sahibi elinde bir kart ile içeri girdi.
“Genç bir kadın sizi görmek istiyor efendim.” dedi arkadaşıma.
“Bayan Mary Morstan.” diye okudu karttan. “Hımm! Bu adı hatırlamıyorum. İçeri girmesini söyleyin, Bayan Hudson. Gitme doktor, kalmanı tercih ederim.”

2. BÖLÜM
Dava Raporu
Bayan Morstan kararlı adımlarla ve sakin bir tavırla odamıza girdi. Sarışın, ufak tefek, zarif bir bayandı. Kıyafeti ise zevk sahibi olduğunu gösteriyordu. Sade ve süssüz olan kıyafeti kısıtlı bir bütçeye sahip olduğunun işaretçisiydi. Kısaltılmamış ve örgüsüz elbisesi, griye kaçan bej rengindeydi ve aynı sıkıcı renk tonunda, kenarına beyaz tüy iliştirilmiş bir türbanı vardı. Ne güzel bir yüze ne de pürüzsüz bir cilde sahipti; ama yüz ifadesi tatlı ve sevimli, kocaman mavi gözleri de canlı ve sempatikti. Birçok ülkede ve üç farklı kıtada kadınlarla yaşadığım deneyimlerimde, bu kadar saf ve hassas görünümlü bir yüze hiç rastlamadım. Sherlock Holmes’un onun için çıkardığı sandalyeye otururken dudaklarının ve ellerinin titrediğini fark etmemek mümkün değildi. İçten içe ızdırap çektiği her hâlinden belliydi.
“Size geldim, Bay Holmes…” dedi. “Çünkü patronum Bayan Cecil Forrester’ın ufak bir ailevi sorununu çözmekte yardımcı olmuştunuz. İyi niyetinizden ve becerilerinizden çok etkilenmişti.”
“Bayan Cecil Forrester…” diye tekrar etti Holmes hatırlamaya çalışarak. “Sanıyorum ona ufak bir yardımım dokunmuştu. Hatırladığım kadarıyla çok basit bir davaydı.”
“O öyle düşünmüyor ancak benimki çok basit bir dava değil. İçinde bulunduğum durumdan daha tuhaf ve izah edilemez bir şeyi hayal bile edemiyorum.”
Holmes ellerini ovuşturdu, gözlerinin parladığını fark ettim. İyice konsantre olmuş vaziyette sandalyesinden eğilip keskin, şahin bakışlı kadına baktı.
“Anlatın.” dedi ciddi bir ses tonuyla.
Orada bulunduğum için kendimi huzursuz hissettim.
“İzninizle ben gideyim.” dedim ayağa kalkarak.
Genç kadın beni durdurmak için eldivenli elini kaldırdığında çok şaşırdım.
“Arkadaşınız…” dedi. “Burada kalırsa benim için takdiri imkânsız bir hizmette bulunacaktır.”
Tekrar sandalyeme oturdum.
“Kısacası…” diye devam etti. “Durum şöyle… Babam Hindistan’daki bir alayda subaydı. Ben çok küçükken beni eve geri yollamış. Annem ölmüştü ve İngiltere’de hiç akrabam yoktu. Bu nedenle Edinburgh’da rahat bir yatılı okula yerleştirildim ve on yedi yaşına kadar orada kaldım. 1878 yılında, alayının komutanı olan babam, bir yıllık izin alarak eve döndü. Londra’dan bana telgraf çekerek sağ salim geldiğini ve hemen kendisinin yanına gitmemi istediğini yazmıştı. Langham Otelinde kaldığını söyledi. Hatırlıyorum; mesajı sevgi doluydu. Londra’ya ulaşır ulaşmaz doğru Langham’e gittim. Bana, babamın orada kaldığını ancak bir gece önce çıkıp henüz geri dönmediğini söylediler. Bütün gün ondan haber bekledim. O gece otel yöneticisinin tavsiyesiyle polisi aradım ve ertesi sabah bütün gazetelere ilan verdim. Araştırmalarımızdan hiçbir sonuç alamadık ve o günden beri talihsiz babamdan haber yok. Eve ne umutlarla geldi, biraz huzur, biraz rahatlık istedi ama onun yerine…”
Elini boğazına götürerek cümlesini tamamlayamadan hıçkırıklara boğuldu.
“Ne zaman oldu?” diye sordu Holmes, not defterini açarak.
“3 Aralık 1878’de kayboldu; yaklaşık on yıl önce.”
“Peki ya bavulları?”
“Onlar otelde kaldı. İçinde ipucu niteliğinde olan hiçbir şey yoktu: biraz giyim eşyası, birkaç kitap ve Andaman Adaları’ndan bir sürü eşya… Babam oradaki mahkûmlardan sorumlu subaylardan biriydi.”
“Şehirde arkadaşı var mıydı?”
“Sadece bir tanesini tanıyorum: Binbaşı Sholto. Babamın alayından, Otuz Dördüncü Bombay Piyade Taburu’ndan. Binbaşı daha önceden emekli olmuş ve Yukarı Norwood’da yaşamaya başlamıştı. Tabii onunla hemen irtibata geçtik ama babamın İngiltere’de olduğunu bile bilmiyordu.”
“Tuhaf bir dava.” dedi Holmes.
“Daha size en tuhaf yanını anlatmadım. Yaklaşık altı yıl önce -aslında tam olarak 4 Mayıs 1882’de- ‘The Times’ gazetesine bir ilan verilmiş. İlanda Bayan Mary Morstan’ın, yani benim adresimin arandığı ve ortaya çıkmamın kendi yararıma olacağı yazıyordu. Altında ne bir isim ne de bir adres vardı. Ben işte o günlerde Bayan Cecil Forrester’ın evinde mürebbiye olarak çalışmaya başlamıştım. Onun tavsiyesiyle adresimi yayımladım. Aynı gün içinde bana postayla küçük bir karton kutu geldi. İçinden çok büyük ve parlak bir inci çıktı. Yazılı hiçbir şey yoktu. O zamandan beri her yıl aynı tarihte, bir kutu içinde benzer bir inci gönderilir. Ama gönderen hakkında hiçbir ipucu bulamadık. Bir uzman, bu incilerin nadir bulunduğunu ve çok kıymetli olduklarını söyledi. Ne kadar güzel olduklarını kendiniz de görebilirsiniz.”
Konuşurken basık bir kutu açtı ve hayatımda gördüğüm en nadide altı inciyi gösterdi.
“Anlattıklarınız çok ilginç.” dedi Sherlock Holmes. “Başka bir şey hatırlıyor musunuz?”
“Aslında bugün bir şey oldu. Bu nedenle size geldim. Bu sabah bu mektubu aldım. Herhâlde kendiniz okumak istersiniz.”
“Teşekkür ederim.” dedi Holmes. “Zarfı da alayım lütfen. Posta damgası Londra, S. W. Tarih 7 Eylül. Hımm! Adamın parmak izi var köşede, herhâlde postacınındır. Kaliteli kâğıt. Zarfların tanesi altı peni. Kırtasiye konusunda seçici. Adres yok.

Bu gece saat yedide Lyceum Tiyatrosunun sağındaki üçüncü sütunda ol. Eğer çekiniyorsan iki arkadaşını getirebilirsin. Sana haksızlık edilmiş ve artık adaleti bulacaksın. Sakın polis çağırma! Eğer çağırırsan her şey boşa gider.
Meçhul arkadaşın!
Bu gerçekten oldukça gizemli. Ne yapmayı düşünüyorsunuz, Bayan Morstan?”
“Ben de size bunu sormak için geldim.”
“O zaman gitmeliyiz. Siz ve ben, evet… Dr. Watson da gelmeli. Haberciniz iki arkadaş diyor. Bizim daha önceden birlikte çalışmışlığımız var.”
“Gelir mi acaba?” diye sordu. Sesi ve yüz ifadesiyle rica ettiği her hâlinden belliydi.
“Onur duyarım ve mutlu olurum.” dedim hararetle. “Umarım bir yardımım dokunur.”
“İkiniz de çok iyisiniz.” dedi kadın. “Yalnız başıma bir hayat sürüyorum ve benimle gelmesini rica edebileceğim bir arkadaşım yok. Saat altıda gelirsem sizin için uygun olur mu?”
“Uygun ama saat altıyı geçirmeyin lütfen!” dedi Holmes. “Bir nokta daha var. Bu el yazısıyla inci kutusunun gönderildiği paketin üzerinde bulunan adresin yazısı aynı mı?”
“Yanımdalar.” dedi ve yarım düzine kağıt çıkarttı.
“Örnek bir müşterisiniz. Doğru sezgilere sahipsiniz. Şimdi bakalım.” Adres kâğıtlarını masaya serip her birini hızla gözden geçirdi. “Mektup dışında diğerleri sahte el yazısıyla yazılmış.” dedi. “Ancak yazar hakkında hiç şüphe yok. Bak ‘e’ harfini bastırarak yazmış sondaki ‘s’ harfinin kıvrımı da dikkat çekici. Kesinlikle aynı kişi tarafından yazılmış. Sizi boşuna ümitlendirmek istemiyorum Bayan Morstan ama bu el yazısıyla babanızınki arasında benzerlik var mı?”
“Daha ilgisiz bir şey olamazdı.”
“Öyle diyeceğinizi biliyordum. O zaman saat altı gibi sizi bekleyeceğiz. İzin verirseniz kâğıtlar bende kalsın. O saate kadar biraz daha göz atabilirim. Şimdi saat üç buçuk. Au revoir, Bayan Morstan!”
“Au revoir!” dedi ziyaretçimiz ikimize candan bir şekilde bakarak. Sonra da inci kutusunu gizlediği yere tekrar koyup hızla uzaklaştı.
Pencerenin kenarına gidip gri türbanı ve beyaz tüyü küçücük bir nokta olana kadar onu arkasından izledim.
“Ne kadar çekici bir kadın!” diye bağırdım arkadaşıma dönerek.
Piposunu tekrar yakmış hâlde, yarı kapalı gözlerinin arasından “Öyle mi?” dedi. “Hiç fark etmedim!”
“Sen gerçekten bir otomatsın, bir hesap makinesi!” diye bağırdım. “Bazen senin insani olmayan yanlarını görebiliyorum.”
Hafifçe gülümsedi.
“En önemli şey…” dedi. “Yargılarken kişisel özellikleri ön planda tutmamaktır. Benim için bir müşteri, sadece problem içindeki faktördür. Duygusal özellikler uslamlamaya muhaliftir. İnan bana, tanıdığım en çarpıcı kadın, sigortadan para alabilmek için üç küçük çocuğu zehirledi. Kadın asıldı. Buna karşın tanıdığım en çirkin adam bir hayırseverdir ve Londra fakirlerine yaklaşık çeyrek milyon harcamıştır.”
“Ama bu davada…”
“Asla ayrımcılık yapmam. Ayrımcılık bu kuralı çürütür. Daha önce hiç el yazısı karakterleri üzerinde çalıştın mı? Bu adamın yazısına ne diyorsun?”
“Okunabilir, normal bir yazı.” diye cevap verdim. “İş alışkanlıkları ve güçlü karakteri olan bir adam.”
Holmes kafasını salladı.
“Şu uzun harflere bak!” dedi. “Normalden kısa yazmış. Bu ‘d’ harfi ‘a’ olabilir ve bu ‘l’ de ‘ı’ olabilir. Karakter sahibi adamlar, ne kadar okunaklı yazarlarsa yazsınlar uzun harfleri farklılık gösterir. K harfinde tereddüt ve büyük harflerinde öz güven var. Şimdi çıkıyorum. Uğramam gereken birkaç yer var. Şu kitabı öneriyorum; yazılmış en dikkate değer kitaplardan biri. Winwood Reade’in ‘İnsan Şehitliği’. Bir saate kadar dönerim.”
Elimde kitapla pencerenin yanına oturdum ama düşüncelerim yazarın spekülasyonlarından çok daha uzaklardaydı. Aklım en son gelen ziyaretçimizdeydi; gülüşleri, derin ses tonu, hayatındaki gizemi… Babası kaybolduğunda on yediyse şimdi yirmi yedilerinde olmalıydı. Gençlikteki utangaçlığın kaybolduğu ve kişinin daha deneyimli olduğu tatlı bir yaş. Oturdum, düşüncelere daldım. Sonra da tehlikeli şeyler aklıma gelince masama koşup sinirle patoloji konusundaki son kitabıma daldım. Ben kimdim? Sakat bacağı olan bir ordu cerrahı ve ondan daha sakat bir banka hesabı olan biriydim. Böyle şeyleri nasıl düşünebilirdim? O sadece bir faktördü, daha fazlası olamazdı. Eğer karanlık bir gelecek beni bekliyorsa onunla erkekçe yüzleşmem gerekirdi. Onu hayal gücünün aldatıcı yanlarıyla parlak hâle getirmenin bir anlamı yoktu.

3. BÖLÜM
Çözüm Arayışı
Holmes geri döndüğünde saat beş buçuktu. Candan, hevesli ve neşeli görüntüsü, depresif hâliyle yer değiştirmişti sanki.
“Bu olayda çok büyük bir gizem yok.” dedi ona hazırladığım çayı alırken. “Önümüze serilen gerçeklerin tek bir açıklaması var.”
“Ne! Şimdiden çözdün mü olayı?”
“Yani o kadar da abartmayalım. Sadece anlamlı bir şeyler buldum; ama gerçekten çok anlamlı… Henüz ayrıntılar üzerinde durmadım. ‘The Times’ın dosyalarını incelerken Yukarı Norwood’da yaşayan, eski Otuz Dördüncü Bombay Piyade Taburu’ndan Binbaşı Sholto’nun 28 Nisan 1882’de öldüğünü öğrendim.”
“Ben pek zeki değilimdir Holmes, bunun ne anlama geldiğini pek anlamadım.”
“Anlamadın mı? Beni şaşırtıyorsun. O zaman olaya bir de şu açıdan bak. Yüzbaşı Morstan ortadan kayboluyor. Londra’da ziyaret edebileceği tek kişi Binbaşı Sholto’dur. Binbaşı Sholto ise onun Londra’da olduğunu bile bilmediğini söylüyor. Dört yıl sonra Sholto ölüyor. Onun ölümünden bir hafta sonra Yüzbaşı Morstan’ın kızı çok değerli bir hediye alıyor ve bu her yıl tekrarlanıyor. Bütün bunların sonrasında da onun haksızlığa uğradığını anlatan bir mektup alıyor. Babasından yoksun bırakılmaktan başka ne gibi bir haksızlığa uğradı ki? Bu hediyeler neden Sholto’nun ölümünden sonra gelmeye başladı? Sholto’nun mirasçıları, bu esrarengiz olayla ilgili bir şeyler biliyor ve durumu telafi etmek istiyor olmasınlar? Senin gerçeklerle örtüşecek alternatif bir fikrin var mı?”
“Ama bu çok tuhaf bir telafi şekli ve oldukça acayip bir şekilde uygulanıyor! Ayrıca, neden altı yıl önce değil de şimdi mektup yazıyor? Mektupta adaletten söz ediyor. Nasıl bir adalet bu? Babasının hâlâ hayatta olduğunu düşünmekle biraz abartmış olabilir miyim? Bu olayda bildiğimiz başka bir adaletsizlik yok.”
“Zor, hem de gerçekten çok zor…” dedi Sherlock Holmes kara kara düşünerek. “Ancak bu akşamki gezimiz bütün bunları çözecek. Ah, araba geldi ve Bayan Morstan da içinde. Hazır mısın? Aşağı insek iyi olur, sözleştiğimiz saati biraz geçirmiş.”
Şapkamı ve en ağır bastonumu aldım. Holmes’un çekmeceden tabancasını alıp cebine soktuğunu fark ettim. Belli ki bu geceki işimizin ciddi olduğunu düşünüyordu.
Bayan Morstan koyu renk bir pelerine sarınmıştı ve hassas yüzü sakin ama solgun görünüyordu. Hep beraber odaklandığımız sonucu şüpheli olayın garipliğinden dolayı endişeli değilse eğer, bu huzursuz kadın, bir kadının ötesinde olmalıydı. Ancak yine de kendini kontrol altında tutarak Sherlock Holmes’un birkaç sorusuna cevap verebildi.
“Binbaşı Sholto, babamın özel bir arkadaşıydı.” dedi. “Mektuplarında binbaşıya bir sürü kinayelerde bulunurdu. O ve babam, Andaman Adaları’ndaki askerlerin komutanlarıydılar, yani ikisi birlikte çok çalıştılar. Bu arada babamın masasında çok tuhaf bir kâğıt parçası bulundu. Çok önemli olduğunu sanmıyorum ama görmek isteyeceğinizi düşünerek yanıma aldım. İşte burada.”
Holmes kâğıdı dikkatle açarak dizinin üzerinde düzeltti. Sonra da yılların alışkanlığıyla mercekle incelemeye başladı.
“Hint imalatı bir kâğıt.” dedi Holmes. “Bir süre panoda iğneli olarak kalmış. Şema, sayısız holler, koridorlar ve geçişlerle dolu büyük bir binanın planına benziyor. Bir noktasında kırmızı mürekkeple yapılmış bir çarpı var ve üzerinde kurşun kalemle, biraz silik ‘soldan 3.37’ yazıyor. Sol köşede âdeta hiyeroglifle yazılmış, dört tane, aynı sırada, birbirine değen çaprazlar var sanki. Yanında çok kabaca Dörtlerin Yemini – Jonathan Small, Muhammet Singh, Abdullah Han, Dost Akbar yazıyor. İtiraf etmeliyim ki bunun bizim olayımızla nasıl bir ilgisi olduğunu bilemiyorum ancak önemli bir dokümana benziyor. Bir kitap arasında özenle saklandığı belli oluyor çünkü her iki tarafı da oldukça temiz.”
“Kitabının arasında bulduk.”
“Dikkatle saklayın onu Bayan Morstan, çünkü ileride işimize yarayabilir. Sanıyorum bu mesele düşündüğümüzden daha derin ve zorlu olacak. Düşüncelerimi tekrar toparlamalıyım.” Arabada arkasına yaslandı; çatık kaşlarıyla boş bakışlarından çok derin düşüncelere daldığını anlayabiliyordum. Bayan Morstan’la yolculuğumuz ve olası sonuçlar hakkında alçak sesle konuşuyorduk fakat arkadaşım yolculuğun sonuna kadar aynı yüz ifadesini muhafaza etti.
Eylül ayının bir akşamıydı ve saat daha yedi olmamıştı. Sıkıcı bir gündü ve bu büyük şehrin üzerine yoğun bir sis çökmüştü. Çamur renkli bulutlar, çamurlu sokakların üzerini kederle sardı. Strand boyunca lambalar, puslu benekler gibi ışıklarını yayıyorlar ve kaygan kaldırımlarda küçük parıltıların oluşmasına neden oluyorlardı. Vitrinlerden gelen kuvvetli sarı ışıklar nemli, buğulu havayı deliyor ve kalabalık geçit boyunca kasvetli bir ışık saçıyorlardı. Bana kalırsa bu ışıkların altında oradan oraya koşuşturan yüzlerde ürkütücü bir hava vardı: kimisi üzgün kimisi mutlu kimisi yorgun… Her insanoğlu gibi onlar da kasvetten ışığa, sonra yeniden kasvete koşuşturdular. Benim bu izlenimlerim önemli değildi ama bu sıkıcı akşam, üzerimize aldığımız bu tuhaf görevle birleşince beni germiş ve mutsuz etmişti. Bayan Morstan’ın davranışlarından benimle aynı hisleri paylaştığını anlayabiliyordum. Holmes önemsiz şeyleri önemli hâle getirebiliyordu tek başına. Dizine koyduğu defterini açmış, el fenerinin ışığında bazen sayılar yazıyor, bazen de notlar alıyordu.
Lyceum Tiyatrosuna ulaştığımızda yan girişlerin çok kalabalık olduğunu gördük. Ön kapıda ise sıraya dizilmiş bir sürü atlı araba ilerlemeye çalışıyordu. Şık gömlekli erkeklerle pırlantalarla donanmış kadınları indiriyorlardı. Randevulaştığımız yer olan üçüncü sütuna henüz gelmiştik ki ufak tefek, hareketli, esmer ve üzerinde arabacı kıyafeti olan bir adam bize yaklaştı.
“Siz, Bayan Morstan’a eşlik eden kişiler misiniz?” diye sordu.
Mary “Ben Bayan Morstan’ım ve bu beyler de arkadaşlarım.” dedi.
Delici ve sorgulayıcı bir çift göz bize baktı. “Affedersiniz bayan.” dedi sebatkâr bir tavırla. “Arkadaşlarınızdan herhangi birinin polis olmadığına dair söz verebilir misiniz?”
“Tabii ki söz verebilirim.” diye cevap verdi Bayan Morstan.
Adam, keskin bir ıslık çalar çalmaz bir atlı araba yanaştı ve kapıyı açtı. Biz içeriye yerleşirken bizimle konuşan adam arabaya tırmandı. Henüz doğru dürüst oturamamıştı ki sürücü atları kırbaçladı ve araba sisli sokaklara müthiş bir süratle dalıverdi.
Merak uyandıran bir durumun içindeydik. Bilinmeyen bir iş için bilinmeyen bir yere gidiyorduk. Bu davet ya bir kandırmacaydı -ki bu akılalmaz bir varsayımdı- ya da seyahatimizin sonunda önemli meselelerle karşılaşacaktık. Bayan Morstan’ı hiç bu kadar metanetli tavırlar içinde görmemiştim. Afganistan’daki maceralarımın anılarıyla onu şaşırtmaya ve neşelendirmeye çalıştım ama doğrusunu söylemek gerekirse bu olay beni de heyecanlandırıyordu ve yolculuğumuzun sonunu o kadar merak ediyordum ki anlattığım olayları biraz karıştırdım. Bugün bile, gecenin bir yarısında, bir asker tüfeğinin çadırımın içine doğrultulduğunu gördüğümde ona, içinde kaplan yavrusu duran fıçıyı nasıl fırlattığım hikâyesini anlattığımı söyler bana. Başlarda nereye gittiğimizi biliyordum ama hızımız, sis ve Londra hakkındaki sınırlı bilgim yüzünden bir süre sonra nerede olduğumuzu kestiremez hâle geldim; ama yine de çok uzun bir yol katettiğimizi tahmin ediyordum. Sherlock Holmes ise bu konuda hata yapmıyor, gelip geçtiğimiz meydanların ve bükülüp kıvrılan sokakların isimlerini atların çıkardığı tıkırtılar arasında tek tek mırıldanıyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-konan-doyle/sherlock-holmes-dortlerin-yemini-butun-maceralari-2-69428737/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kuşgözü: Bir tür ince kıyım tütün.
Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini Bütün Maceraları 2 Артур Конан Дойл
Sherlock Holmes Dörtlerin Yemini Bütün Maceraları 2

Артур Конан Дойл

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Bu tip insanlarla konuşurken önemli olan şey…” dedi Holmes kayığa yerleşirken “Onların verecekleri bilginin, senin için çok önemli olduğunu hissettirmemen. Eğer böyle yapmazsan bir istiridye gibi anında kapanırlar ve konuşmazlar. Eğer onlarla, söylediklerine itiraz eder gibi konuşursan istediğin her bilgiyi alabilirsin.” Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).

  • Добавить отзыв