Otuz Yaşındaki Kadın

Otuz Yaşındaki Kadın
Honoré de Balzac
Bu eserde de her Balzac romanında olduğu gibi kadın duygularının en ince biçimde ele alınışı ve mükemmel doğa tasvirleri, yazarın, gözlem gücünün ve realist romanın en büyük kalemlerinden biri oluşunun nişanesidir. Otuz yaşında bir kadının genç bir adam için dayanılmaz çekici yanları vardır. (…) Gerçekten, bir genç kızın sayısız hayalleri vardır, çok toydur, seks konusu da sevgisine çok yakından suç ortaklığı eder; onun için bir delikanlı böyle bir sevgiyle de övünemez. Oysa bir kadın, yapılacak fedakârlıkların bütün kapsamını bilir. Genç kızın merak yüzünden, sevgilisininki ile ilgisi olmayan çekicilikler yüzünden sürüklendiği bir durumda kadın, vicdani bir duyguya boyun eğer. Biri kendini bırakır, öteki ise seçer. Bu seçiş bile çok övünülecek bir şey değil midir? Mutsuzluklar yüzünden hemen her zaman pahalıya mal olmuş bir bilgiye sahip tecrübeli kadın, kendini verirken benliğinden fazlasını verir sanki. Oysa cahil ve hemencecik inanan, hiçbir şey bilmeyen genç kız, hiçbir şeyin kıyaslamasını yapamaz; hiçbir şeyin değerini veremez. Sevgiyi kabul eder ve inceler. İnsanın yönetilmekten hoşlandığı, söz dinleyip boyun eğmenin zevk olduğu yaşta kadın bize öğretir, öğüt verir; genç kız ise her şeyi öğrenmek ister ve kadının şefkatli olduğu yerde o, toyluğunu gösterir. Kadın tek bir zafer sunar size, genç kız ise sizi bitmez tükenmez savaşlar vermeye zorlar. Birincisinde gözyaşlarından, zevklerden başka şey yoktur; ikincisinde ise keyifler, pişmanlıklar vardır. (…) Genç kızın tek bir şuhluğu vardır ve soyundu mu her şeyi söylemiş olduğuna inanır fakat kadının sayısız şuhlukları vardır ve binlerce örtü altında gizlenir. Son olarak kadın bütün gururları okşar, toy genç kız ise yalnız bir tanesini. Zaten erkek, otuz yaşındaki kadının kararsızlıklarından, korkularından, çekingenliklerinden, heyecanlarından ve öfkelerinden etkilenir ki bunlara bir genç kızın sevgisinde rastlanmaz hiçbir zaman. O yaşa geldi mi kadın; genç adamdan, uğrunda feda ettiği saygıdeğerliliği kendisine geri vermesini ister, yalnız onun için yaşar, geleceği ile uğraşır, güzel bir yaşantısı olsun ister, bu yaşantının ünlü, şanlı olmasına zorlar onu. Boyun eğer, yalvarır ve hükmeder, alçalır ve yükselir; genç kızın ağlayıp sızlamaktan başka şey yapamadığı durumlarda o, erkeğini bin vesile ile avutmasını bilir. Son olarak, durumunun bütün üstünlükleri dışında otuz yaşındaki kadın, genç kız hâline girebilir, bütün rolleri oynayabilir, utangaç olabilir ve bir felaket yüzünden güzelleşebilir hatta. İkisi arasında beklenenle beklenmeyenin, güçle güçsüzlüğün arasındaki o ölçülemez ayrılık, uzaklık vardır. Otuz yaşındaki kadın her arzuyu giderir, genç kız ise hiçbir arzuyu giderememek durumundadır, böyle yaptı mı yok olmaya mahkûmdur

Honoré de Balzac
Otuz Yaşındaki Kadın

I
1813 yılı nisanı başında bir pazar sabahı, o gün havanın güzel olacağını haber veriyordu. Böyle günlerde Parisliler, o yıl ilk kez sokaklarını çamursuz, göklerini bulutsuz görürler. Öğleden önce, iki yüğrük atın koşulu olduğu bir araba, Castiglione Sokağı’ndan gelerek Rivoli Sokağı’na girdi; Feuillants Manastırı’nın seddi ortasında yeni yapılmış olan bir kapının önündeki birçok zarif arabanın ardında durdu. Bu hafif arabayı kaygılı, hastalıklı görünen bir adam sürmekteydi. Kır düşmüş saçları sapsarı başını zar zor örtüyor, vaktinden önce yaşlanmış gösteriyordu onu. Arabasını izleyen atlı uşağa dizginleri fırlattı, aşağıya inerek genç bir kızı kucakladı. Kızın göz alıcı güzelliği, seddin üzerinde işsiz güçsüz dolaşanların dikkatini çekti. Genç kız arabanın kıyısında ayağa kalkınca yaşlı adamın kendisini belinden kavramasına hoş bir tavırla razı oldu, kollarını onun boynuna doladı. Adam da kızın giydiği yeşil robun süslerini bozmadan onu kaldırıma indirdi. Bir sevgili bundan daha çok özen gösteremezdi. Kim olduğu bilinmeyen bu adam, kızın babası olsa gerekti. Kız ona teşekkür etmedi, teklifsiz bir davranışla kolundan tutarak hızla bahçeye doğru çekti. Birkaç delikanlının hayranlık dolu bakışları yaşlı babanın gözüne çarptı. Yüzünü kaplamış olan keder bir an için silindi. İnsanların boş bir gururun verdiği aldatıcı zevkle yetindikleri yaşa çoktan gelmişti ama yine de gülümsemeye başladı, genç kızın kulağına, “Karım sanıyorlar seni.” dedi ve dimdik doğrularak kızı çileden çıkaran bir yavaşlıkla yürümeye başladı.
Kızının hesabına hoşa gitmek ister gibi bir hâli vardı. Gelip geçenler kızın kahverengi iskarpinler içindeki küçük ayaklarına; içi bluzlu bir robun çok hoş belirttiği boyuna bosuna; işlemeli bir yakanın büsbütün örtemediği körpe boynuna ilgi ile bakıyorlardı. Adam da bundan belki kızından daha çok hoşlanıyordu. Yürüyüşün salıntısı genç kızın robunu ara sıra kaldırıyor ve iskarpinlerin üzerinde, “ajur” ipek çorapların zarif bir şekilde sardığı tombul bir bacağın görünmesine yol açıyordu. Onun için, gezinmekte olan birkaç kişi bu körpe yüzü hayranlıkla seyretmek veya bir daha görmek için baba kızın ilerisine geçti. Bu yüzün çevresinde siyaha çalan birkaç tane saç lülesi oynaşıyordu. Yüzün pembe beyazlığı, zarif bir şapkanın pembe saten astarının ışıltılarıyla olduğu kadar, bu güzel kızın her hâlinde göze çarpan arzu ve sabırsızlığın etkisiyle daha çok beliriyordu. Üzerinde keman gibi kaşların, kıyılarında uzun kirpiklerin bulunduğu; duru bir hava içinde yüzen badem biçimi, güzel kara gözleri, hoş bir muziplikle ışıldamaktaydı. Bu yaramaz yüzde ve -elbiselerin beli o sıralarda göğsün hemen altından başlamasına rağmen- yine de sevimli olan bu gövdede canlılıkla gençlik, bütün hazinelerini ortaya sermişlerdi. Genç kız hayranlık gösterilerine aldırmadan, bir çeşit kaygı ile Tuileries Sarayı’na bakıyordu. Aceleyle çıktığı bu gezinin amacı, oraya varmaktı herhâlde. Saat on ikiye çeyrek vardı. Gerçi henüz sabah sayılırdı ama -hepsi de tuvaletli görünmek arzusuna kapılmış olan- birçok kadın saraydan dönüyorlardı. Görmek istedikleri bir manzarayı seyretmeye çok geç kalmış olmaktan üzülürmüş gibi başlarını da asık bir yüzle çevirmekten geri kalmıyorlardı. Hayal kırıklığına uğramış bu güzel kadınların öfkeyle söyledikleri, kim olduğunu bilemediğimiz güzel kızın da kulak misafiri olduğu birkaç söz, pek kaygılandırmıştı onu. Yaşlı adam yanındaki kızın sevimli yüzünde beliren sabırsızlık ve korku izlerini meraklı olmaktan çok alaylı bir gözle izliyordu. Onu çok büyük dikkatle gözlemekte olduğuna göre de baba olarak zihnini bir düşünce kurcalasa gerekti.
O pazar, 1813 yılının on üçüncüsüydü. İki gün sonra Napolyon; sevgili mareşalleri Bessieres ile Duroc’u art arda kaybedeceği; unutulmaz Lutzen ve Bautzen savaşlarını kazanacağı; Avusturya’nın, Saksonya’nın, Bavyera’nın, kendi mareşali Bernadotte’nun kalleşliğine uğrayacağı; korkunç Leipzig Savaşı’nı vereceği o uğursuz sefere çıkacaktı. İmparatorun yapılmasını emrettiği parlak geçit töreni, bunca zamandır Parislilerle yabancıların hayranlığını uyandıran geçitlerin sonuncusu olacak; emektar hassa kıtası, ustalıklı hareketlerini son defa yapacaktı. Bu hareketlerin parlaklığı, ölçülülüğü, kimi zaman Avrupa ile o sırada kapışmaya hazırlanan o büyük adamın kendisine varıncaya kadar herkesi şaşırtmıştı. Seçkin ve meraklı bir kalabalık, kederli bir duygunun etkisi altında, Tuileries Sarayı’na gelmiş bulunuyordu. Herkes yarın neler olacağını sezmişti sanki ve Fransa’nın bu yiğitlik dönemleri, bugünkü gibi hemen hemen masallardakini andıran renklere büründüğü bu sahnenin yarattığı tabloyu belki birkaç kez gözlerinin önüne getireceği, herkesin içine doğmuştu sanki.
Genç kız yaşlı adamı yaramaz bir tavırla sürükleyerek, “Daha çabuk gidelim babacığım, trampetleri duyuyorum!..” diyordu.
Babası, “Tuileries Sarayı’na giren kıtalar onlar.” diye cevap verdi.
“Veya resmigeçit yapan birlikler, herkes geri dönüyor!” Genç kızın çocuksu bir kederle söylediği bu sözler, yaşlı adamın gülümsemesine yol açtı.
Kabına sığamayan kızının âdeta ardından yürüyen baba, “Resmigeçit yarım saat sonra başlıyor.” dedi.
Kızın sağ kolu ile yaptığı hareketi görseniz, koşmak için bundan yararlandığını sanırdınız. Eldiven içindeki küçük eli bir mendili sabırsızlıkla mıncıklıyor, suları yaran bir sandalın küreğini andırıyordu. Yaşlı adam ara sıra gülümsüyordu. Fakat arada bir zayıf yüzünün kaygılı ifadelerle kederli bir hâle büründüğü de oluyordu. Bu güzel kıza olan sevgisi, o anda duyduğu hayranlık kadar yarın için de kaygı hissetmesine yol açıyordu. Kendi kendine şöyle der gibiydi sanki: “Bugün mutlu ama her zaman mutlu olacak mı?” Çünkü yaşlılarda, gençlerin geleceğini karanlık görmek gibi bir eğilim vardır hep.
Tepesinde üç renkli bayrağın dalgalandığı köşkün önünde, sütunlu bir galeri vardı. Gezintiye çıkmış olanlar buradan geçiyorlar, Tuileries Bahçesi’nden Carrousel alanına gidip geliyorlardı. Baba kız bu sütunların altına ulaştıklarında nöbetçiler sert bir sesle onlara, “Yasak, geçemezsiniz!” diye bağırdılar.
Kızcağız ayaklarının ucuna basarak yükseldi ve imparatorun çıkacağı, mermerden yapılma eski kemerin iki yanını dolduran süslü püslü birçok kadını görebildi.
“Gördün ya babacığım, çok geç yola çıkmışız!” dedi.
Dudaklarını uzatarak kederli bir eda verdiği sevimli yüzü, bu geçit töreninde bulunmayı ne denli önemsediğini gösteriyordu.
“Hadi bakalım Julie, gidelim, itilip kakılmaktan hoşlanmazsın sen.”
“Gitmeyelim babacığım! İmparatoru buradan da görebilirim. Seferde ona bir hâl olursa kendisini hiç göremem sonra.”
Baba bu bencil sözleri duyunca irkildi, kızının sesi ağlamaklı idi. Ona baktı ve inik göz kapaklarının altında, hayal kırıklığından çok böyle ilk duyulan kederlerden birinin yol açtığı birkaç damla gözyaşını görür gibi oldu ki yaşlı bir baba için bunun sırrını sezmek kolaydır. Julie birdenbire kıpkırmızı oldu ve sebebini ne nöbetçilerin ne de yaşlı adamın anladığı bir çığlık kopardı. Bir subay avludan merdivene doğru koşuyordu. Bu çığlığı duyunca birden döndü, bahçenin kemerine değin ilerledi. Kumbaracıların tüylü, iri şapkalarının bir ara gözlerden gizlediği genç kızı gördü. Nöbetçilere oradan kimseyi içeriye sokmamalarını kendisi emretmişti. Kızla babasının oradan geçmelerini hemencecik sağladı. Sonra kemerin çevresindeki şık giyimli kalabalığın söylenmelerine hiç aldırmadan, bu işe pek sevinmiş olan kızı yavaşça kendine doğru çekti.
Yaşlı adam ciddi olduğu kadar alaycı bir tavırla subaya, “Sen nöbetçi olduğuna göre onun ne öfkesine ne de acelesine şaşmıyorum artık…” dedi.
Genç adam cevap verdi, “Efendim, iyi bir yerde durmak istiyorsanız konuşmakla vakit geçirmeyelim. İmparator beklemekten hoşlanmaz, mareşal de gidip ona haber verme görevini verdi bana.”
Bunları söylerken bir çeşit teklifsizlikle Julie’nin koluna girmiş, onu çabuk çabuk Carrousel alanına doğru sürüklüyordu. Sarayın kurşuni duvarlarıyla aralarına zincirler gerilmiş alçak taş sütunlar, Tuileries Sarayı’nın ortasında kumla kaplı büyük dörtgenler meydana getirmişlerdi. Bunlar arasındaki daracık boşlukta büyük bir kalabalığın yığılmış olduğunu, Julie şaşırarak gördü. İmparatorla kurmayının serbestçe geçişini sağlamak için nöbetçilerin meydana getirdikleri kordon, arı kovanı gibi uğuldayan ve boyuna kımıldayan bu kalabalığı zapt etmekte büyük güçlük çekiyordu.
Julie gülümseyerek, “Çok güzel olacak demek bu, ha?” diye sordu.
Subay, “Dikkat etsenize!” diye bağırdı, Julie’yi belinden kavradığı gibi kuvvetle olduğu kadar çabuklukla yerden kaldırıp bir sütunun yanına görürdü.
Onu böyle birden kaçırmasaydı, meraklı hısmına bir kır atın sağrısı çarpacaktı; üzerinde al kadifeden sırmalı bir eğer bulunan bu atı, Napolyon’un kölesi, hemen hemen kemerin altında, dizgininden tutuyordu. Her ikisi de imparatorun arkadaşları olan generallerle mareşalleri bekleyen bütün atların on adım gerisindeydiler. Genç adam, baba kızı sağdaki ilk alçak taş sütunun yanına, kalabalığın önüne yerleştirdi. İkisi de yaşlı iki humbaracının arasında bulunuyorlardı. Genç subay bir baş işaretiyle baba kızı onlara emanet etti; saraya döndüğünde, atın gerilemesinden ötürü duyduğu ani korku, yüzünde yerini bir mutluluk ve sevinç ifadesine bırakmıştı. Julie esrarlı bir tavırla elini sıkmıştı onun. Ya yaptığı küçük hizmete teşekkür için ya da “Nihayet görebileceğim seni!” demek için yapmıştı bunu. Subay çabucak gözden kaybolmadan önce kızla babasını saygı ile selamladığı sırada, Julie de hafifçe başını eğdi. Yaşlı adamın iki genci bile bile yalnız bırakmış gibi bir hâli vardı. Ciddi bir tavırla kızının biraz gerisinde duruyordu fakat belli etmeden onu gözlüyor, Carrousel alanının gözler önüne serdiği muhteşem manzarayı seyre dalmış gibi görünerek de onda sahte bir güven duygusu uyandırmaya çalışıyordu. Julie öğretmeninden korkan bir öğrencinin kaygılı bakışı ile babasına yeniden baktığı zaman, adam iyicil, sevinç dolu bir gülümseyişle karşılık bile verdi ona. Fakat keskin bakışı subayı kemerin altına dek izlemiş; çabucak geçen bu sahnenin hiçbir ayrıntısı gözünden kaçmamıştı.
Julie babasının elini sıkarak alçak sesle, “Ne güzel manzara!” dedi.
O anda Carrousel alanının büründüğü göz alıcı, yüce manzara karşısında, yüzlerinde hayranlık okunan binlerce seyircinin ağzından da hep bu haykırış yükseliyordu. Yaşlı adamla kızının bulundukları sıra kadar sıkışık bir sıra kalabalık da saraya paralel bir çizgi üzerinde Carrousel alanının parmaklığı boyunca uzanan taş döşeli, dar boşluğu doldurmuştu. Kadın tuvaletlerinin değişik hâliyle bu kalabalık, Tuileries Sarayı’nın yapılarının meydana getirdiği kocaman, uzun karenin ve o sıralarda, yeni yapılmış olan o parmaklığın biçimini iyice meydana çıkarıyordu. Az sonra denetlenecek olan emektar muhafız birliğinin alayları bu geniş alanı doldurmuşlardı. Sarayın karşısında bunlar, onar sıra derinliğinde mavi, heybetli saflar hâlindeydiler. Bu kapalı alanın ötesinde ve Carrousel alanında, başka paralel saflar hâlinde birçok piyade ve süvari alayları bulunmaktaydı. Bunlar, kapının ortasını süsleyen zafer takının altında geçit yapmaya hazır hâldeydiler. Zafer takının en tepesinde de o zamanlar, Venedik’ten gelme muhteşem at heykelleri görülmekteydi. Nöbetçi Polonya mızraklı süvarilerinin arkasında, alayların, Louvre Sarayı’nın sütunlu galerileri altına yerleştirilmiş olan bando mızıkaları vardı. Kum kaplı dörtgenin büyük bölümü bu çıt çıkarmayan birliklerin yapacakları hareketler için hazırlanmış bir meydan hâlinde, boş durmaktaydı. Bunların, askerlik biliminin bakışıklığına uygun olarak yerleştirilmiş yığınlarında güneşin ışınları, on bin süngünün üçgen biçimi parıltılarını yansıtıyordu. Rüzgâr, askerlerin şapkalarındaki tüyleri kımıldatarak bunları, bir ormanın sert bir yel altında eğilen ağaçları gibi dalgalandırıyordu. Eski askerlerden meydana gelme bu sessiz, parlak topluluklarda üniformaların, sırmalarla şeritlerin, silahlarla kordonların çeşitliliğinden binlerce renk çelişmesi doğmaktaydı. Bir savaş alanının çarpışmalar başlamadan önceki minyatürü olan bütün ayrıntıları ve acayip girinti çıkıntıları ile bu uçsuz bucaksız tablonun kıyılarında heybetli yüksek yapılar, şairane bir çerçeve hâlindeydi. Şeflerle askerler de bu yapıların kımıltısızlığına uyuyorlardı sanki. Bu hâli gören seyirci bu insan duvarlarını, elinde olmadan, bu taş duvarlara benzetiyordu. Yeni yapılmış ak duvarlarla asırlık duvarlar üzerine ışıklarını bol bol serpen bahar güneşi, yanıp tunçlaşmış bu sayısız yüzleri iyice aydınlatıyordu. Hepsi de geçirilmiş tehlikeleri anlatıyorlar, gelecek tehlikeleri ise kılları kıpırdamadan bekliyorlardı.
Her alayın komutanı bu yiğit askerlerin meydana getirdikleri saflar önünde tek başına gidip geliyordu. Sonra da gümüşi, gök mavisi, al ve altın sarısı renklere bürünmüş bu birliklerden meydana gelme yığınların ardında meraklılar, yorulmak bilmez altı Polonya süvarisinin mızraklarına bağlanmış üç renkli şeritleri görmekteydiler. Bir çayır boyunca bir sürüyü güden köpekleri andıran bu atlılar, birliklerle meraklı halk kalabalığı arasında durmadan koşuşuyorlar; bunu da imparatorun geçeceği kapının yanında seyircilere ayrılan küçük boşluktan kalabalığın taşmasını önlemek için yapıyorlardı. Bu kımıldanışlar, gidip gelişler de olmasa ormanda, “Uyuyan Güzel”in sarayında sanabilirdi kendini insan. Humbaracıların uzun tüylü şapkaları üzerinden geçen bahar yeli nasıl askerlerin kımıltısızlığını gösteriyorsa kalabalığın boğuk mırıltısı da onların sessizliğini meydana çıkarmaktaydı. Yalnız ara sıra kıyısında çıngıraklar dizili bir bando zilinin çınlayışı veya yanlışlıkla bir davula hafifçe vurulduğu için çıkan sesin imparator sarayına çarparak yankılanışı, uzaktan uzağa duyulan ve fırtınayı haber veren gök gürültülerini andırıyordu. Kalabalığın bekleyişinde anlatılamaz bir coşkunluk göze çarpmaktaydı. Her vatandaşın tehlikelerini sezdiği bir seferin arifesinde Fransa, Napolyon’u uğurlayacaktı. Bu kez Fransa İmparatorluğu için söz konusu olan; var olmak veya olmamaktı. Napolyon’un kartalı ile dehasının içinde kanat çırptığı bu alana yığılı -her ikisi de sessiz- şehir halkı ile silahlı halk, hep bunu düşünüyordu sanki. Fransa’nın umudu, kanının son damlası olan bu askerler de seyircilerin besledikleri kaygılı merakta büyük yer tutmaktaydılar. Orada bulunanlarla askerlerin çoğu birbirlerine ebediyen veda etmekteydiler belki fakat bütün yüreklerden hatta imparatora en düşman olanlardan dahi vatanın şanı, şerefi için Tanrı’ya en ateşli dilekler yükselmekteydi. Avrupa ile Fransa arasında başlayan boğuşmadan en çok bezginlik duyan insanlar bile tehlike gününde Napolyon’un bütün Fransa demek olduğunu anlayarak, zafer takı altından geçtikleri sırada bütün hınçlarından sıyrılmışlardı.
Sarayın saati buçuğu çaldı. O anda kalabalığın uğultusu kesildi ve sessizlik öylesine derinleşti ki bir çocuğun söylediği sözler bile duyulabilirdi. Yaşlı adamla kızının bütün canlılıkları gözlerine toplanmıştı sanki. O sırada bir mahmuz gürültüsü ile bir kılıç şakırtısı duydular: Bu sesler sarayın yankılarla dolu sütunlu galerisinde çınladı.
Yeşil bir üniforma, beyaz bir pantolon, uzun konçlu çizmeler giymiş ufak tefek, şişmanca bir adam birden görünüverdi. Başındaki, kendisi kadar heybetli, üç köşe şapkayı çıkarmamıştı. Göğsünde Legion d’Honneur nişanının geniş kurdelesi dalgalanıyordu, belinde küçük bir kılıç vardı. Adamı aynı anda alanın bütün noktalarından, bütün gözler gördü.
Hemen trampetler çalmaya başladı. İki bandodan yükselen nağmelerin savaşçı temposunu, flütlerin tatlı seslerinden davula kadar her çalgı tekrarladı. Bu cenk çağrısıyla bütün ruhlar ürperdi, bayraklar selam için eğildi; askerler tek ve düzenli bir hareketle selam durunca Carrousel alanında tüfekler, ilk sıradan sonuncuya değin sarsılıp kımıldadı. Komutlar tıpkı yankılar gibi bir saftan ötekine atladı. Coşan kalabalıktan “Yaşasın imparator!” bağırışları yükseldi. Sonunda her şey titredi, her şey kımıldadı, her şey sarsıldı…
Napolyon at binmişti. Bu hareket de bu sessiz yığınları canlandırmış, çalgıları seslendirmiş, kartallarla bayrakların ileriye atılmalarına yol açmış, bütün yüzlerde coşku yaratmıştı. Bu eski sarayın yüksek sütunlu galerilerinin duvarları da “Yaşasın imparator!” diye bağırıyorlardı sanki. Beşerî bir şey olmadı da bu bir büyü, tanrısal kudretin bir benzeri yahut daha doğrusu, bu çok geçici saltanatın geçici bir imgesi oldu. Güneşin bile kendisi için bulutları gökyüzünden uzaklaştırdığı, bunca sevgi, coşkunluk, bağlılık ve dilekle çevrili bu adam; atından inmedi, peşinden getirilen yaldızlı küçük merdivenin üç adım ilerisinde durdu. Solunda kıdemli mareşal, sağında nöbetçi mareşal vardı. Bunca coşkunluğun boşanmasına kendisi yol açmıştı ama kılı bile kıpırdamadı.
“Tanrı hakkı için öyle. Wagram’da ateş ortasında, Moskova’da ölüler arasında hep böyle sakindir o, kılı bile kıpırdamaz!”
Birçok soruya bu karşılığı, genç kızın yanında bulunan bir humbaracı asker vermişti. Sakinliği, kudretine beslediği çok büyük güvenini gösteren bu yüzü Julie, bir an seyre daldı; imparator, Mile de Chatillonest’yi gördü, Duroc’a doğru eğilip kısaca bir şeyler söyledi; bu da mareşallerin en kıdemlisinin gülümsemesine yol açtı. Gösteriler başladı. Genç kız o ana dek dikkatini zaman zaman Napolyon’un sakin yüzüne, zaman zaman da birliklerin mavi, yeşil, kırmızı saflarına çevirmişti. O andan başlayarak da bu eski askerlerin çabucak yaptıkları düzenli hareketlerin ortasında, gözleri, genç bir subaydan başkasını görmez oldu: Ata binmiş olan bu subay, hareket hâlindeki saflar arasında koşuyor; yorulmak bilmez bir didinme ile dönüp dolaşıp, sade tavırlı Napolyon’un başında ışıldadığı gruba doğru geliyordu.
Bu subay çok güzel bir yağız ata binmişti; bu sırmalı, şeritli, kordonlu kalabalığın ortasında imparatorun emir subaylarının giydikleri gök mavisi güzel üniforma ile göze çarpıyordu. Üniformasının işlemeleri güneşte öylesine ışıldıyor; dar, uzun şapkasının sorgucuna öyle parlak ışınlar vuruyordu ki seyirciler bu yüzden onu geceleri mezarlıklarda, bataklıklarda görülen hafif, oynak alevlere benzetseler gerekti. Görünmez bir ruhtu sanki de imparator onu bu taburları canlandırıp hareketlendirmekle görevlendirmişti. Onun tek bir göz işareti üzerine bir girdabın kırılan, bir araya gelen, fır fır dönen dalgaları gibi yükselip alçalan silahlar, alev saçıyor veya öfkeli okyanusun kendi kıyılarına yönelttiği uzun, düz, yüksek dalgalar gibi onun önünden geçiyorlardı.
Gösteriler bitince emir subayı doludizgin koşup geldi, buyruklarını beklemek için imparatorun önünde durdu. O sırada Julie’den yirmi adım ileride, imparatorun bulunduğu grubun karşısındaydı. Ressam Gerard’ın “Austerlitz Savaşı” adlı tablosunda General Rapp’a verdiği poza oldukça benzeyen bir tavrı vardı. O zaman genç kız sevgilisini, askerliğinin bütün ihtişamı içinde hayran hayran seyredebildi. Henüz otuz yaşında olan Albay Victor d’Aiglemont uzun boyluydu, narindi, eli ayağı düzgündü. Vücudunun ne kadar mütenasip olduğu da bütün gücünü bir atı yönetmek için kullandığı sırada, çok iyi ortaya çıkıyordu. Hayvanın zarif ve esnek sırtının onun altında bel verir gibi bir hâli vardı sanki. Esmer erkek yüzü, çok düzgün çizgilerin genç çehrelere verdiği o anlatılamaz sevimliliğe sahipti. Alın geniş ve yüksekti. Gür kaşların gölgeleyip uzun kirpiklerin çevrelediği, ateş gibi yanan gözleri iki kara çizgi arasında iki ak ve basık, uzun yuvarlaktı sanki. Burnu bir kartal gagasının sevimli bükülüşüne sahipti. O sırada pek moda olan kara bıyıkların kıvrımları, dudaklarının kırmızılığını daha belirgin hâle sokuyordu. Geniş, al yanaklarında yer yer, olağanüstü bir kuvvete işaret olan, esmer ve sarı tonlar göze çarpıyordu. Çehresi, yiğitliğin izlerini taşıyan yüzlerden biriydi, imparatorluk Fransa’sının kahramanlarından birini canlandırmak isteyen bir ressamın bugün aradığı tipe uygundu.
Kan ter içindeki atın boyuna kımıldayan başı, büyük sabırsızlığını gösteriyordu. Ön ayakları, biri ötekini geçmeksizin aynı hizada, açık duruyor; bir yandan da gür kuyruğunun uzun kıllarını dalgalandırıyordu. Sahibine olan bağlılığı ise onun imparatora beslediği bağlılığın maddeleşmiş bir imgesi hâlindeydi. Sevgilisinin Napolyon’la göz göze gelmek için böylesine çabaladığını gören Julie, onun hâlâ kendisine bakmadığını düşünerek bir kıskançlık anı geçirdi.
Hükümdar birdenbire bir şey söyledi, Victor atının sağrılarını sıktı, dörtnala yola çıktı. Fakat bir taş direğin gölgesinden ürken hayvan korkup geriledi, şahlandı; bu da öylesine ani oldu ki süvari bir an için tehlikeye düşmüş göründü. Bir çığlık koparan Julie sapsarı oldu. Herkes merakla ona baktı ama onun gözü kimseyi görmüyordu. Gözlerini bu çok azgın ata dikmişti. Subay, Napolyon’un emirlerini ulaştırmak için koşarken, bir yandan da hayvanı cezalandırıyordu. Julie bu şaşırtıcı sahnelere öylesine dalmıştı ki kendi de farkında olmaksızın babasının koluna yapışmış; parmaklarını az veya çok bastırarak düşündüklerini elinde olmaksızın ona da anlatıyordu. Victor’un attan düşmesine ramak kaldığı sırada sanki kendisi, düşme tehlikesi geçiriyormuş gibi babasına daha da kuvvetle asıldı.
Yaşlı adam, kızının sevinçli yüzüne keder ve acı dolu bir kaygı ile bakıyordu. Yüzünün kasılmış olan bütün kırışıklıklarında acıma, kıskanma hatta esef duyguları belirdi. Fakat Julie’nin gözlerindeki alışılmadık parıltı, kopardığı çığlık ve parmaklarının sinirli ve kesik hareketi, yaşlı adama gizli bir sevgiyi nihayet açıkladıkları zaman; muhakkak ki gelecekte olup bitecek acı şeyler, onun içine doğmuş olmalıydı. O zaman yüzünde korkunç bir ifade belirdi çünkü. O anda Julie’nin ruhu, subayınki ile haşır neşir olmuştu sanki. Yaşlı adamı korkutan bütün acı düşüncelerden daha acı bir tanesi, onun ızdırapla dolu yüzündeki çizgilerin kasılmasına yol açtı. O sırada d’Aiglemont’nun, önlerinden geçerken, aralarında gizli bir anlaşma olduğunu gösterir tarzda kızına baktığını görmüştü çünkü. Julie’nin ise gözleri nemli idi, yüzü de kıpkırmızı olmuştu. Adam kızını birdenbire Tuileries Bahçesi’ne götürdü.
Julie, “İyi ama babacığım, Carrousel alanında daha geçit yapacak alaylar var.” dedi.
“Hayır kızım, bütün birlikler geçiyor.”
“Aldanıyorsunuz galiba babacığım. M. d’Aiglemont onları ilerletmiş olsa gerek…”
“Evet kızım ama ben rahatsızım, kalmak niyetinde değilim.”
Julie babasının yüzüne bakınca onun sözlerine kolayca inandı. Yaşlı adamın bir baba olarak duyduğu kaygılar, bitkin bir eda veriyordu bu yüze.
Genç kız öylesine dalgındı ki aldırmaz bir tavırla, “Çok mu rahatsızsınız?” diye sordu.
Yaşlı adam, “Geçen her gün, bedavadan yaşadığım bir gün değil mi benim için?” diye cevap verdi.
“Ölümden söz ederek yine üzeceksiniz beni. Öyle neşeliydim ki! Şu kara düşüncelere kendinizi kaptırmasanız olmaz mı?”
Baba içini çekerek, “Ah şımarık çocuk ah!” dedi. “En iyi yürekli insanlar bile çok zalim olurlar bazen. Biz ömrümüzü size adarız, yalnız sizi düşünürüz, rahatınızı hazırlarız, türlü heveslerinize kendi zevklerimizi feda ederiz, size tapınırız, kanımızı bile veririz hatta; hiçbir şey değil mi bunlar? Ne yazık! Evet, her şeyi aldırmadan kabulleniyorsun sen. Senden güler yüz görmek, küçümseyen bir sevgi elde etmek için Tanrı kadar kudretli olmak gerek. Derken bir başkası çıkagelir! Bir sevgili, bir koca, gönüllerinizi elimizden alıverir.”
Julie şaşırmıştı, ağır ağır yürüyen, fersiz gözlerle kendisini süzen babasına baktı.
Yaşlı adam devam etti, “Benden hatta belki kendinden bile gizlediğin şeyler var…”
“Ne diyorsunuz babacığım?”
“Öyle gibime geliyor ki benden bazı şeyler gizliyorsun.” Yaşlı adam kızının kızardığını fark edince hızla devam etti: “Birini seviyorsun sen. Ah ah, bense yaşlı babanı ölünceye dek bırakmayacaksın sanıyordum; seni mutlu ve pırıl pırıl yanımda saklayacağımı, eskiden olduğu gibi yine hayran hayran seyredeceğimi umuyordum. Başına gelecekleri bilmeyeceğimden, gelecek günlerinin sakin olacağına inanabilecektim. Şimdiyse yaşantın için bir mutluluk umudu beslemem imkânsız. Albayı kuzeninden daha çok seviyorsun çünkü. Kuşku duyamam bundan artık.”
Julie, “Onu niçin sevemeyecekmişim?” diye sordu. Yüzünde derin bir merak ifadesi vardı.
Babası, “Ah Julie’ciğim ah, beni anlayamazsın ki!..” diye karşılık verdi.
Julie elinde olmaksızın başkaldıran bir tavır takınarak, “Söyleyin yine de babacığım, söyleyin!..” dedi.
“Öyleyse dinle beni yavrum; Genç kızlar; insanlar üzerinde, duygular üzerinde, toplum üzerinde, çoğu zaman kendi kendilerine pek hoş imgeler, ülküsel çehreler yaratırlar, asılsız birtakım hayaller kurarlar. Sonra bir insana kendi hayal ettikleri birtakım meziyetleri masumca mal ederler, buna kendileri de inanırlar. Seçtikleri erkekte bu hayali yaratığı severler. Ama sonra felaketten kurtulmak için artık iş işten geçtiği zaman; süsleyip püsledikleri o dış görünüş yani başlangıçta put diye tapındıkları o nesne iğrenç bir iskelet hâline geliverir. Senin albayı sevmendense yaşlı bir adama sevdalanmanı yeğ bulurum, Julie. Ah ah! Hayatta şimdikinden on yıl ilerisine erişebilseydin, benim tecrübeme hak verirdin. Victor’u tanırım; neşesi akılsızca bir neşedir, kışlaya yaraşan bir neşedir; yeteneksiz, parayı har vurup harman savuran bir adamdır o. Tanrı’nın, günde dört defa yemek yiyip hazmetsin, uyusun, karşısına ilk çıkan kadını sevsin, dövüşsün diye yarattığı erkeklerden biridir. Hayatı anlamaz. İyi yürekli oluşundan -iyi yüreklidir çünkü- cebindeki bütün parayı düşkün bir kimseye, bir arkadaşa verebilir. Fakat vurdumduymaz adamdır, bizi bir kadının mutluluğuna kul köle eden ruh inceliği yoktur onda. Bilgisizdir, bencildir sonra… Bir sürü fakat işte…”
“Evet ama babacığım, albaylığa yükseldiğine göre akıllı olsa, elinden bir şeyler gelse gerek…”
“Ömrü boyunca albay kalacaktır o yavrum.” Sonra yaşlı baba bir çeşit coşkunlukla ekledi: “Sana layık görebileceğim kimseye rastlamadım henüz.”
Bir an durdu, kızına baktı sonra devam etti:
“Ama Julie’ciğim, evliliğin kederlerine, dırıltılarına katlanamayacak kadar gençsin, güçsüzsün, incesin sen henüz. Annenle ben seni nasıl şımarttıksa d’Aiglemont’nun anası babası da onu şımartmıştır. İkiniz de bildiğinizi okumak isteyeceksiniz, iradeleriniz çatışacak; bu şartlar altında anlaşacağınız nasıl umulabilir? Ya sen onun kurbanı olacaksın ya o senin. Her iki durum da bir kadının yaşantısına eşit sayıda mutsuzluklar getirir. Fakat sen uysalsın, alçak gönüllüsün, ilkin boyun eğeceksin.” Yaşlı adam heyecandan kısılan bir sesle devam etti, “Sözün kısası, sende ince duygular var ama kimse farkına varmayacak bunların, o zaman da…”
Sözünü bitiremedi, gözleri yaşardı. Biraz durduktan sonra devam etti, “Victor senin körpe ruhunun saf meziyetlerini incitecek. Askerleri tanırım ben Julie’ciğim, ömrüm orduda geçti. İçinde yaşadıkları felaketlerin verdiği alışkanlıkları veya maceralı yaşantılarının rastlantılarını bu adamların yüreklerinin alt edebildiği seyrek görülmüştür.”
Julie yarı şaka yarı ciddi bir tavırla cevap verdi:
“Öyleyse duygularımın dikine gitmek istiyorsunuz siz babacığım. Beni kendim için değil de kendiniz için evlendirmek istiyorsunuz.”
Babası şaşırdı, “Seni kendim için evlendirmek ha?” dedi. “Oysa seni böyle tatlı tatlı azarlayan sesimi yakında işitmeyeceksin artık. Anne babalarının kendileri için yaptıkları fedakârlıkları kişisel bir duyguya yoran çocukları hep görmüşümdür! Evlen Victor’la, Julie’ciğim. Günün birinde onun hiçliğini, savrukluğunu, bencilliğini, kabalığını, gönül işlerindeki yayalığını ve ondan sana gelecek binlerce başka üzüntüyü görüp acı acı dövüneceksin. Bu ağaçlar altında yaşlı babanın olacakları önceden bildiren sesinin kulaklarında boş yere çınlamış olduğunu hatırla o zaman!”
Yaşlı adam sustu, kızının isyancı bir tavırla başını salladığı gözünden kaçmamıştı. İkisi de arabalarının önünde durduğu kapıya doğru ilerlediler. Bu sessiz yürüyüş sırasında genç kız belli etmeden babasının yüzünü inceledi, yüzündeki somurtkanlık da yavaş yavaş geçti. Yere eğik bu alında yer etmiş olan derin keder, büyük bir etki yaptı onda. Tatlı, değişik bir sesle, “Victor hakkında beslediğiniz düşünceleri değiştirmediğiniz sürece ondan bahsetmeyeceğim size, söz veriyorum.” dedi.
Yaşlı adam şaşırarak kızına baktı. Gözlerinden akan iki damla yaş, buruşuk yanaklarından aşağıya yuvarlandı. Çevrelerindeki kalabalığın önünde Julie’yi öpemedi ama elini şefkatle sıktı. Arabaya bindiğinde, alnında biriken bütün kara düşünceler yok olup gitmişti. Kızının biraz üzgün hâli, geçit töreni sırasında Julie’nin açığa vurduğu masumca sevinçten çok daha az kaygılandırıyordu onu o sırada.
***
1814 martının ilk günlerinde, imparatorun düzenlediği o geçit töreninin üzerinden bir yıldan az eksik bir zaman geçmiş bulunuyor ve Amboise’dan Tours’a giden yolda bir araba ilerliyordu. Frilliere adlı konak yeri, ceviz ağaçlarının yapraklarından meydana gelme yeşil bir kubbe altında gizlenmişti. Araba oradan ayrılırken öylesine hızla ilerledi ki Cise Irmağı’nın Loire Nehri’ne döküldüğü noktada yapılmış olan köprüye çabucak ulaşıverdi ve orada durdu. Genç bir sürücü, efendisinden aldığı emir üzerine konak yerindeki atların en yüğrüklerinden dördünü çok sert sürdüğü için, koşum kayışlarından biri kopmuştu.
Böylece, bir rastlantı sonucu, arabada bulunan iki kişi uyandıklarında, Loire Nehri’nin o çok büyüleyici kıyılarının gösterebileceği en güzel manzaralı yerlerinden birini seyretmek imkânını buldular. Yolcu, sağında, çayırların arasından gümüşi bir yılan gibi akan Cise Irmağı’nın bütün kıvrımlarını bir bakışta görür. Baharda yeni yeni biten otlar o sırada zümrüt yeşili bir renkte idiler. Solda, Loire Nehri bütün ihtişamıyla ortaya çıkar. Biraz soğukça bir sabah rüzgârının meydana getirdiği birkaç sağanağın sayısız küçük yüzeyi, bu heybetli nehrin geniş sularının yüzünde güneş ışınlarını yansıtıyordu. Tıpkı bir gerdanlığın taneleri gibi suyun yüzünde yeşil adalar yer yer birbirini izliyordu. Nehrin öbür yakasında Touraine’in en güzel kırlarıyla köyleri, hazinelerini göz alabildiğine ortaya seriyorlardı. Ta uzaklarda göz, Cher ilinin tepelerinden başka bir engele rastlamıyordu. O sırada da bunların dorukları, gökyüzünün saydam maviliği üzerinde ışıklı çizgiler meydana getirmekteydi. Bu tablonun bitiminde, adaların körpe yapraklarının arasında Tours şehri, tıpkı Venedik gibi suların içinden çıkıveriyordu sanki. Eski katedralinin çan kuleleri havada yükseliyor ve orada, beyazımsı birkaç bulutun meydana getirdiği gerçek dışı şekillere karışıyorlardı.
Arabanın üzerinde durduğu köprünün ilerisinde yolcu, Loire Nehri boyunca ta Tours’a kadar, sıra sıra kayalar görüyordu karşısında. Tabiatın bir cilvesiyle bunlar, nehri zapt etmek için buraya kondurulmuşlardı sanki. Nehrin dalgaları boyuna taşı kemiriyor, bu hâl ise yolcuyu şaşırtıyordu her zaman. Vouvray köyü bu kayaların boğazları ve çöküntüleri üzerine kuş yuvası gibi konmuştu; kayalar da Cise Köprüsü önünde bir dirsek meydana getiriyorlardı. Daha ileride, Vouvray’den Tours’a kadar, bu sarp tepenin korkunç çukurluklarında bağcılar oturmaktaydı. Birçok yerde kayalara oyulmuş, üst üste üç kat hâlinde evler vardır. Bunlara taşa oyulmuş çok tehlikeli merdivenlerden ulaşılır. Bir damın tepesinde eteklikli bir kız, bahçesine koşar. Bir asmanın çubukları ile yeni filizlenen dalları arasından bir bacanın dumanı yükselir. Bahçıvanlar dik tarlaları ekip biçerler. Yerinden kopmuş bir kaya parçasının üzerinde kımıltısız oturan yaşlı bir kadın, bir badem ağacının çiçekleri altında çıkrığını çevirir. Ayaklarının altından yolcuların geçişini seyreder, onların korkuşlarına gülümser. Ne yerdeki çatlaklarla yarıklar ne de eski bir duvarın eğik yıkıntısı tasalandırır onu. Duvarın üstüne oturduğu taşları, sadece bir sarmaşığın eğri büğrü kökleri tutmaktadır artık. Fıçıcıların çekiç sesleri açık hava mahzenlerinin tonozlarında çın çın öter. Ve nihayet, insanların toprağı işlemesine tabiatın engel olduğu bu yerde toprak, her yerde ekilidir, her yerde verimlidir.
Onun için Loire Vadisi’nde hiçbir şey, yolcunun gözleri önüne Touraine’in serdiği zengin manzarayla kıyaslanamaz. Görünüşleri kısaca belirtilen bu sahnenin üçlü tablosu, insanın ruhuna, anısı bir daha silinmemecesine akılda kalacak manzaralardan birini sunar. Bu manzarayı bir ozan seyretti mi bunun masallara yaraşan romantik etkileri çoğu zaman hayalinde yeniden canlanır. Araba, Cise Köprüsü üzerine geldiği sırada Loire’nın adaları arasından birçok beyaz yelken çıktı ve bu hoş manzaralı yere yeni bir güzellik kattı. Nehrin kıyısındaki söğütlerin kokuları da nemli rüzgâra, içe işleyen rayihaların tadını katıyordu. Kuşlar durmadan ötüşüyorlar; bir keçi çobanının tek düzenli türküsü bu cıvıltılara bir çeşit hüzün ekliyor; kayıkçıların bağırışları ise uzaklarda bir çalkantı olduğunu haber veriyordu. Bu geniş alan içindeki ağaçların çevresine nazlı nazlı dolanmış olan gevşek buğular, manzarada son bir güzellik daha yaratıyorlardı. Bütün ihtişamı içinde Touraine’di, bütün parlaklığı içinde ilkbahardı bu. Yabancı orduların rahatını bozmadıkları tek yer olan Fransa’nın bu bölgesi, bu sırada sakin olan biricik bölgeydi; istilaya meydan okuyordu sanki.
Araba durur durmaz asker şapkası giymiş bir baş dışarıya uzandı. Az sonra da öfkeli bir asker arabanın kapısını kendisi açtı ve sanki sürücüye çıkışmak istermiş gibi yere atladı. Bu Touraine’linin koşum kayışını işten anlar bir tavırla onardığını görünce Albay Kont d’Aiglemont rahatladı, uyuşmuş kaslarını gevşetmek ister gibi kollarını açarak yine arabanın kapısı önüne geldi. Esnedi, manzarayı seyretti ve kürklü bir mantoya sımsıkı sarınmış olan genç bir kadının kolu üzerine elini koydu.
Kısık bir sesle “Julie!” dedi. “Uyan da manzaraya bak! Çok güzel!”
Julie başını arabadan dışarıya uzattı. Zerdeva kürkünden bir şapka giymişti. Sarındığı kürklü mantonun kıvrımları bedeninin biçimini öylesine gizliyordu ki yüzünden başka yeri görünmüyordu. Julie d’Aiglemont eskiden sevinçle, mutlulukla Tuileries’deki geçit törenine koşan genç kıza benzemiyordu artık. Hep öyle ince olan yüzüne vaktiyle pırıl pırıl bir hâl veren pembe renklerden eser kalmamıştı. Gecenin nemi yüzünden kıvırcıkları kaybolmuş birkaç siyah saç tutamı, yüzünün donuk beyazlığını daha belirli hâle sokuyordu; bu yüzdeki canlılık uyuşmuştu sanki. Bununla birlikte gözleri, olağanüstü bir alevle ışıldamaktaydı. Fakat göz kapaklarının altında, yorgun yanaklar üzerinde birtakım morluklar belirmişti. Cher’in kırlarıyla köylerini, Loire Nehri’yle adalarını, Tours’la Vouvray’nin uzun kayalarını aldırmaz bir gözle inceledi. Sonra Cise Irmağı’nın çok hoş vadisine bakmak bile istemeden, kendisini hemencecik arabanın içine doğru bıraktı. Açık havada kulağa çok hafif gelen bir sesle, “Evet, çok güzel…” dedi. Görüldüğü gibi ve kendisi için ne yazık ki babasını alt etmişti.
“Burada oturmaktan hoşlanırsın, değil mi Julie?”
O, aldırmaz bir tavırla, “Adam sen de ha burada olmuş ha başka yerde!..” dedi.
Albay d’Aiglemont, “Rahatsız mısın?” diye sordu.
Genç kadın geçici bir canlılıkla, “Hiçbir rahatsızlığım yok.” diye karşılık verdi.
Gülümseyerek kocasına bakıp ekledi, “Uykum var.”
Birdenbire bir atın dörtnala geldiği duyuldu. Victor d’Aiglemont karısının elini bıraktı, başını yolun burada yaptığı dönemece doğru çevirdi. Albay artık Julie’yi görmüyordu ya, genç kadının solgun yüzüne verdiği neşe ifadesi sanki bu yüzü aydınlatan ışık artık sönmüş gibi kayboluverdi. Canı ne manzarayı bir daha görmek istiyordu ne de atı çok büyük bir hızla dörtnala giden süvarinin kim olduğunu öğrenmek merakındaydı. Yine arabanın köşesine yerleşti, içlerinde hiçbir duygu belirtisi olmayan gözlerini, atların sağrılarına dikti. Papazın vaazını dinleyen bir Britanya köylüsü kadar aptalca bir tavır takındı. Cins bir ata binmiş genç bir adam kavak ağaçları ile çiçeklenmiş akdikenlerden meydana gelme bir kümenin içinden birdenbire çıkıverdi.
Albay, “İngiliz bu!” dedi.
Sürücü cevap verdi, “Evet, öyle generalim. Söylendiğine göre Fransa’yı yemek isteyen heriflerin soyundan.”
İngiliz hükûmeti, 1802’de, Fransa, İngiltere, İspanya ve Hollanda arasında Amiens’da imzalanan barış antlaşmasını çiğneyerek insan haklarına suikastta bulunmuş; Napolyon da buna misilleme olarak bütün İngilizleri tutuklatmıştı. Kim olduğu bilinmeyen bu adam da o sırada Kıta Avrupa’sında bulunmakta olan yolculardan biriydi. İmparatorluk hükûmetinin kaprisine tabi olan bu tutukluların hepsi yakalandıkları yerlerde kalmadıkları gibi ilkin kendilerinin serbestçe seçtikleri yerlerde de kalmamışlardı. O sırada Touraine’de oturanların çoğu oraya, imparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilmişlerdi. Bunların oralarda kalmaları, Avrupa politikasının çıkarlarına aykırı görülmüştü çünkü.
O sırada sabah sabah can sıkıntısıyla gezmekte olan genç tutuklu, bürokratik iktidarın kurbanıydı. Dışişleri Bakanlığından verilen bir emir, onu, iki yıldır Montpellier’nin havasından çekip koparmıştı. Barışın sona erişi sırasında o, tutulduğu verem hastalığını iyileştirmeye çalışıyordu.
Delikanlı, Kont d’Aiglemont’nun asker olduğunu anlayınca, başını epeyce ani olarak Cise kırlarından yana çevirip onunla göz göze gelmemeye çalıştı.
Albay, “Bu İngilizler de sanki dünya babalarının malıymış gibi küstah oluyorlar.” diye mırıldandı. “Bereket ki Mareşal Soult hadlerini bildirecek onlara.”
Tutuklu arabanın önünden geçtiği sırada içeriye baktı. Bakışı kısa sürmüştü ama kontesin düşünceli yüzüne anlatılamaz bir güzellik veren hüzün ifadesini hayranlıkla seyredebildi. Bir kadının sadece ızdırap çektiğini görmekle birçok erkeklerin yürekleri güçlü bir heyecana kapılır. Izdırap bir yiğitlik veya bir sevgi belirtisi gibi görünür onlara.
Arabasının bir yastığını seyre iyice dalmış olduğu için, Julie ne ata dikkat etti ne atlıya. Koşum kayışı çabucak ve sağlamca onarılmıştı. Kont yine arabaya bindi. Sürücü kaybolan vakti yeniden kazanmaya çalıştı. İki yolcuyu, kıyısında dolma toprak seddin, üzerinde ileriye çıkık kayalar bulunan yanından hızla götürdü. Vouvray şarabını veren bağlar bu kayalar içinde yetişir. Yine bunların içinden güzel evler yükselir. Hep bunlar arasından, ta uzaklarda, o çok ünlü Marmoutiers Manastırı da görülür ki veli Saint Martin dünyadan elini eteğini çekip buraya kapanmıştı.
Albay, Cise Köprüsü’nden beri arabasının peşinden gelen atlının hep o genç İngiliz olduğuna emin olmak için başını çevirdi, “Bu solgun yüzlü lord da bizden ne istiyor?” diye bağırdı.
Fakat kim olduğu bilinmeyen bu adam, dolma topraktan şeddin kıyısındaki yolda gezinerek hiçbir terbiye kuralına aykırı hareket etmediği için albay, İngiliz’e tehdit dolu bir gözle baktıktan sonra yine arabasının köşesine yaslandı. Fakat elinde olmaksızın beslediği düşmanlığa rağmen, atın güzelliğine, atlının yakışıklılığına dikkat etmekten de kendini alamadı.
Delikanlının tam İngilizlere özgü bir çehresi vardı. Yüzünün rengi o denli zarif, teni o kadar yumuşak, o kadar beyazdı ki bunu görenin aklına, “Nazik bedenli bir kızın mı bunlar?” diye sormak gelirdi. Sarışındı, ince, uzun boyluydu. Giyiminde, edep ve terbiye kurallarına düşkün İngiltere’nin iyi giyinen kişilerini ayırt eden o özenli ve temiz hâl vardı. Kontesi görünce yüzü keyfinden değil de utancından kızarıyordu sanki. Julie yabancıya tek bir defa baktı. Fakat buna da âdeta kocası zorladı onu. Safkan bir atın bacaklarını o da görsün istemişti. O zaman Julie utangaç İngilizle göz göze geldi. O andan başlayarak da bu kişizade, atını arabanın yanından sürecek yerde birkaç adım geriden izledi onu. Kontes, kim olduğunu bilmediği bu adamın yüzüne şöyle bir baktı. Adamın da atın da sahip olduklarını, kocasının kendisine söylediği güzelliklerden hiçbirini fark etmedi. Konta hak verir gibi kaşlarını hafifçe kımıldattıktan sonra tekrar arabanın içine çekildi. Albay yine uykuya daldı. Birbirlerine tek söz söylemeden ve içinde yolculuk ettikleri değişken dekorun çok hoş görüntüleri kontesin bir defa bile dikkatini çekmeden, karı koca Tours’a vardılar. Albay uyurken Madam d’Aiglemont birkaç defa ona baktı. Son bakışında bir sarsıntı, siyah bir kurdele ile boynuna asılı bir madalyonu genç kadının kucağına düşürdü ve babasının resmi birdenbire Julie’nin gözleri önüne serildi. Bunu görünce o zamana dek tuttuğu yaşlar, gözlerinden döküldü. Kontesin solgun yanaklarında bu yaşların bir an için bıraktıkları -fakat çabucak kuruyuveren- ıslak ve parlak izleri İngiliz gördü belki.
Mareşal Soult, İngiliz istilasına karşı Bearn bölgesini savunuyordu. İmparator, emirlerini mareşale ulaştırma görevini Albay d’Aiglemont’ya vermiş; o da o sırada Paris’i tehdit eden tehlikelerden karısını uzak tutmak için bundan yararlanmıştı. Julie’yi Tours’da oturan yaşlı bir kadın hısmının evine götürüyordu. Çok geçmeden araba Tours’un kaldırımlarında, köprünün üzerinde, ana caddede ilerlemeye başladı ve Kontes de Listomere -Landon’nun oturduğu eski konağın önünde durdu.
Kontes de Listomere -Landon, o soluk benizli, ak saçlı ihtiyar kadınlardan biriydi. Bunların zarif bir gülümseyişi vardır; içlerinden kabartılmış roplar giyerler, başlarındaki hotozun modası ise bilinmez. XV. Louis asrının yetmişlik kadın resimlerini andıran bu hanımlar sanki hâlâ birini seviyormuş gibi hemen daima okşayıcı ve tatlı dillidirler. Sofu olmaktan çok dindar olurlar ama göründüklerinden daha az dindardır onlar. Saça sürülen pudra kokarlar hep. Hoşsohbettirler, güzel konuşurlar; bir şakadan çok bir anıya gülerler. Günün olayları hoşlarına gitmez.
Yaşlı bir oda hizmetçisi, kontese (İhtilalden sonra taşıyamaz olduğu bu unvanı yeniden taşıyabilecekti artık.) İspanya Savaşı başlayalı beri görmediği bir yeğeninin geldiğini haber verince gözlüklerini hemen çıkardı. İçinde XIV. ve XV. Louis zamanındaki saray ileri gelenlerinin resimleri ile birtakım anılar, fıkralar bulunan, okumaktan çok hoşlandığı kitabı kapadı. Sonra eski çevikliğini az çok elde ederek, karı koca peronun basamaklarını çıkarlarken o da oraya geldi.
Teyze ile Julie birbirlerine çabucak bir göz attılar.
Albay, yaşlı kadını kavrayıp şapır şupur öperek, “Günaydın teyzeciğim.” dedi. “Genç birisini getiriyorum size, ona göz kulak olasınız diye. Hazinemi size emanet edeceğim. Julie’ciğim ne şuhtur ne kıskanç. Melek gibi yumuşak başlıdır…” Biraz durakladıktan sonra ekledi, “Burada bozulmaz umarım.”
Kontes ona alaylı alaylı bakarak, “Seni yaramaz seni!” dedi.
Sevimli bir tavırla ilkin kendisi davranarak Julie’yi öpmek istedi. Genç kadın düşünceli düşünceli duruyordu, merak beslemekten çok çekingen bir hâli vardı. Kontes, “Seninle tanışacağız demek, yavrucuğum.” diye devam etti. “Benden korkma pek, gençlerle de genç olmaya çalışırım çünkü.”
Taşrada âdet olduğu gibi kontes iki konuğu için öğle yemeği hazırlanmasını salona gelmeden önce söylemişti. Fakat kont ciddi bir tavırla, “Ancak konak yerinde atların değişmesi için harcanacak zaman kadar kalabileceğim burada.” diyerek kadıncağızın lafını ağzında bıraktı. Bunun üzerine üç hısım hemen salona girdiler; albay da kendisini, genç karısını barındırmasını ondan istemek zorunda bırakan siyasi ve askerî olayları büyük teyzesine anlatmak için zar-zor vakit bulabildi.
O bunları anlatırken teyze sıra ile ha bire konuşan yeğenine ve kederli, soluk benizli oluşunu bu ayrılık zorunluluğuna yorduğu gelinine bakıyordu; kendi kendine, Heh heh, birbirlerini seviyorlar bu gençler! der gibi bir hâli vardı.
O sırada sessiz eski avluda kırbaçların şakladığı işitildi. Avlunun taşları arasında ot kümeleri bitmişti. Victor, kontesi yine kucakladı ve evden dışarıya fırladı. Arabaya kadar peşinden gelmiş olan karısına da “Hoşça kal sevgilim!” dedi.
Julie tatlı bir sesle, “Victor, bırak da daha uzaklara kadar gideyim seninle.” dedi. “Hiç ayrılmak istemiyorum senden…”
“Nasıl olur canım?”
Julie, “Mademki öyle, güle güle git hadi!..” dedi.
Araba gözden kayboldu.
Kontes, yaşlı kadınların gençlere yönelttikleri o bilgiç bakışlardan biriyle gelinini âdeta sorguya çekerek, “Victor’cuğumu çok seviyorsun demek, ha?” dedi.
Julie cevap verdi, “Evet, öyle, teyzeciğim. Zaten bir erkekle evlenmek için onu sevmek gerek, değil mi ya?”
Bu son sözler, aynı zamanda temiz bir yüreği veya derin sırları açığa vuran saf bir eda ile daha belirli hâle sokulmuştu. Yoksa Duclos ile Mareşal de Richelieu ile dostluk kurmuş bir kadın için, bu genç karı kocanın evliliklerindeki sırrı sezmeye çalışmamak, olacak iş değildi. Teyze ile gelin o sırada arabanın çıktığı kapının eşiğinde durmuşlar, onun uzaklaşmasını seyrediyorlardı. Kontes d’Aiglemont’nun gözlerinde, Markiz de Listomere -Landon’nun anladığı manada sevgi yoktu. Kendisi Provence’lı, yani Güneyli olduğundan, tutkuları da zorlu olmuştu. Gelinine, “Gönlünü yeğenim olacak o haylaza kaptırdın demek, ha?” diye sordu.
Kontes d’Aiglemont elinde olmadan irkildi. Vaktiyle nice canlar yakmış bu yaşlı kadının edası ve bakışı, Victor’un karakteri üzerinde onun, kendisine göre daha derin bilgi sahibi olduğunu anlatır gibi geldi. Bunun üzerine kaygılanan Madam d’Aiglemont, acı çeken saf yüreklerin ilk sığınağı olan o duyguları beceriksizce gizleme yolunu tuttu.
Madam de Listomere, Julie’nin cevaplarıyla yetindi. Tek başına sürdüğü hayatın, bir sevgi sırrı ile şenleneceğini düşünerek sevindi. Gelini, eğlenceli bir macerayı sürdürmek niyetindeymiş gibi göründü ona. Madam d’Aiglemont yaldızlı çerçevelere geçirilmiş duvar halıları ile süslü büyük bir salona girdi; harıl harıl yanan bir ateşin başına oturdu; pencerelerden gelen ayazdan bir Çin paravanası koruyordu onu fakat kederi dağılmadı bir türlü. Böylesine eski, tahta lambriler altında, asırlık mobilyalar arasında neşelenmesine imkân yoktu. Ama genç Parisli kadın bu derin yalnızlığın ve resmiyet dolu bu taşra sessizliğinin içine girmekten yine de bir çeşit zevk duydu. Vaktiyle, yeni evlendiği sırada gelin sıfatıyla bir mektup yazdığı bu teyze ile birkaç söz etti sonra da bir operanın müziğini dinliyormuş gibi sessiz sessiz durdu.
Ancak dilsizlere yaraşan bir suskunlukla geçen iki saatten sonradır ki teyzesine kaba davrandığını fark etti, ona sadece soğuk cevaplar vermiş olduğunu hatırladı. Eski zaman insanlarını niteleyen o sevimlilik dolu içgüdü ile yaşlı kadın, gelininin kaprisini hoş görmüştü.
O sırada yün örüyordu. Gerçi kontesin yatacağı yeşil odanın hazırlanmasına göz kulak olmak için birkaç kez dışarıya çıkmıştı; evdeki hizmetçiler de buraya bavulları yerleştiriyorlardı ama sonra gidip yine büyük bir koltuktaki yerine oturmuştu ve kaçamak bakışlarla genç kadına bakıyordu. Julie bir türlü karşı koyamadığı düşüncelerine kendini bıraktığı için utanmıştı. Bu hâliyle yine kendisi alay ederek, kendini bağışlatmaya çalıştı.
Teyze, “Dulların hâlinden anlarız biz, yavrucuğum.” diye cevap verdi.
Yaşlı hanımın dudaklarındaki alaylı ifadeyi sezmek için, insanın kırk yaşında olması gerekti. Ertesi gün kontes çok düzeldi, konuştu. Madam de Listomere ilkin yabani, aptal bir yaratık gibi gördüğü bu genç gelini hâle yola koymaktan umudunu kesmiyordu artık. Oturdukları yerin eğlencelerinden, gidebilecekleri balolardan, toplantılardan söz etti ona. O gün akşama dek markizin bütün soruları birer tuzak oldu.
Eskiden sarayda edindiği alışkanlıkla, gelininin huyunu, ahlakını anlamak için ona böyle tuzaklar kurmaktan kendini alamadı. Julie gidip dışarıda eğlenmesi, oyalanması için birkaç gün süre ile kendisine yapılan bütün ısrarlara karşı koydu. Güzel gelinini böbürlene böbürlene yanında gezdirmek için beslediği hevese rağmen, yaşlı kadın sonunda, onu toplum içine götürme isteğinden vazgeçti. Kontes yalnızlığına ve kederine bahane olarak, babasının ölümü yüzünden duyduğu acıyı bulmuştu, hâlâ onun yasını tutuyordu nitekim.
Aradan bir hafta geçince, yaşlı hanım Julie’nin melek gibi uysallığına, alçak gönüllü sevimliliğine, hoş görür zihniyetine hayran kaldı. Ondan sonra da bu körpe yüreği kemiren esrarlı hüzne çok yakın bir ilgi duydu. Kontes sevimli olmak için yaratılmış ve mutluluğu da sanki yanlarında getiren kadınlardan biriydi. Madam de Listomere gelininin yanında bulunmasından öylesine hoşlandı, buna öylesine değer verdi ki onun için deli divane oldu, ondan ayrılmak istemedi artık.
Aralarında ölümsüz bir dostluk bağının kurulması için bir ay yetti. Yaşlı hanım, Madam d’Aiglemont’nun çehresinde olup biten değişiklikleri görerek şaşırmaktan kendini alamadı. Kontesin tenini aydınlatan canlı renkler yavaş yavaş söndü; yüzünde donuk, soluk tonlar belirdi. İlk günlerdeki pırıl pırıllığını yitirirken, Julie daha az kederli bir hâl alıyordu. Ara sıra yaşlı hanımın, genç hısmında sevinç gösterilerine veya delice gülüşlere yol açtığı oluyordu ama rahatsız edici bir düşünce çok geçmeden yarıda bırakıyordu bunları. Madam de Listomere, gelininin yaşantısını gölgeleyen derin hüznün nedeninin ne babasının anısı ne de Victor’un orada bulunmayışı olduğunu sezdi. Sonra o denli kötü kuşkulara kapıldı ki derdin gerçek nedeni üzerinde durmak güç oldu onun için; çünkü gerçekle belki ancak bir rastlantı sonucu karşılaşırız.
Nihayet bir gün Julie, teyzesinin şaşkın gözleri önünde evliliği büsbütün unutmuş gibi bir tavır takındı; yaramaz bir genç kız gibi çılgınlıklar yaptı, küçük yaştakilere yaraşan bir düşüncesizlik, bir çocukluk gösterdi ki bütün bu ince, bazen de çok derin davranışlar, Fransa’da genç insanların ayırıcı vasfıdır. Bunun üzerine Madam de Listomere, en tabii hâli duygularını anlaşılmaz bir biçimde gizlemek olan bu ruhun sırlarını çözmeye karar verdi. Neredeyse gece olacaktı, iki kadın sokağa bakan bir pencerenin önünde oturmuşlardı. Julie yine düşünceli bir tavır takınmıştı, o sırada sokaktan bir atlı geçti.
Yaşlı hanım, “İşte senin kurbanlarından biri.” dedi.
Madam d’Aiglemont kaygıyla karışık bir şaşkınlık göstererek teyzeye baktı.
‘‘Genç bir İngiliz’dir bu. Kişizadedir, saygıdeğer Arthur Osmond, Lord Grenville’in büyük oğlu. İlginç bir hikâyesi var: Montpellier’ye 1802’de gelmiş. Hekimler yollamışlar onu. Buranın havasının ciğerlerindeki, ölümüne yol açacak bir hastalığı iyileştireceğini umuyorlarmış. Savaş sırasında Bonapart, bütün yurttaşları gibi onu da tutuklatmış: Bu canavar savaşmadan edemez çünkü. Bu genç İngiliz de vakit geçirmek için öldürücü sanılan kendi hastalığını incelemeye koyulmuş. Kendi de farkında olmaksızın anatomiden, tıptan hoşlanmaya başlamış. Bu bilim kollarına büyük ilgi duymuş ki yüksek sınıftan bir kimse için bu, çok olağanüstü bir şeydir. Fakat kral naibi de kimyaya merak sardırmıştı ya! Sözün kısası, Mr. Arthur, Montpellier’deki profesörleri bile şaşırtan ilerlemeler kaydetmiş. Öğrenim, ona tutsaklığının acısını unutturmuş, aynı zamanda da tamamen iyileşmiş. Söylendiğine göre iki yıl hiç konuşmadan durmuş, seyrek soluk almış, bir ahırda yatmış hep, İsviçre’den gelen bir ineğin sütünü içmiş, dereotu yiyerek karnını doyurmuş. Tours’a geleli beri hiç kimseyle görüşmedi, tavus kuşu gibi kurumlu. Ama muhakkak ki onun gönlünü çaldın sen. Buraya geldin geleli bizim pencerelerin önünden günde iki kez benim için geçmiyor herhâlde… Kuşku yok, seviyor seni.”
Bu son sözler kontesi sanki büyülü bir tarzda uyandırıverdi. Elinde olmadan bir hareket yaptı, gülümsedi, bu hâli de markizi şaşırttı. En ciddi kadın bile bir erkeğin kendisi yüzünden acı çektiğini öğrenince içgüdüsel bir hoşnutluk duyar. Bu tür bir hoşnutluk göstermek şöyle dursun, Julie’nin bakışı donuktu, soğuktu. Yüzünde dehşete yakın bir tiksinme duygusu belirmişti. Onun bu hâli, bir tek insanın yararına olarak herkesten uzak duran bir kadına yaraşır cinsten değildi. Böyle bir kadın bu gibi bin hâlde gülmesini, şakalaşmasını bilir. Oysa hayır, Julie’nin o anda çok yakın bir tehlikenin kendisini hâlâ hissettiren acısını duyar gibi bir hâli vardı. Gelininin, yeğenini sevmediğini iyice anlamış olan teyze, onun hiç kimseyi sevmediğini keşfedince şaştı kaldı. Jülie’de kırık bir gönül; bir günlük, belki bir gecelik denemeyle Victor’un hiçliğini anlayabilmiş bir genç kadın kişiliğini sezmenin korkusuyla titredi, Julie onu tanıdıysa benim yeğen çok geçmeden evliliğin sakıncalarına katlanacak, diye düşündü.
Madam de Listomere o sıralarda Julie’yi de XV. Louis Dönemi’nin kralcı doktrinlerinden yana etmeyi tasarlıyordu. Fakat birkaç saat sonra kontesin mahzunluğuna yol açan ve toplum içinde epey sık rastlanan durumu öğrendi, daha doğrusu sezdi.
Birdenbire düşünceli bir hâl alan Julie, odasına her zamankinden daha erken çekildi. Oda hizmetçisi onu soyup yatmaya hazır hâlde bırakınca sarı kadifeden bir şezlonga uzanmış olduğu hâlde ateşin karşısında kalakaldı. Bu modası geçmiş mobilya, üzgün insanların olduğu kadar mutlu kişilerin de işine yarar. Genç kadın ağladı, sızladı, düşündü… Sonra bir küçük masanın başına geçti, bir kâğıt alarak bir şeyler yazmaya başladı. Saatler çabucak geçti. Julie’nin bu mektupta açıkladığı şeylerin kendisini çok sıkar gibi bir hâli vardı. Her cümleden sonra uzun uzun hayallere dalıyordu. Genç kadın birdenbire hüngür hüngür ağlamaya başlayarak durdu. O sırada da saatler ikiyi çaldı. Can çekişen bir kadınınki gibi ağırlaşan başı, göğsüne doğru eğildi. Sonra başını kaldırınca Julie, teyzesinin birdenbire çıkageldiğini gördü. Sanki duvarda asılı halılardan ayrılıp çıkıvermiş bir kimse hâli vardı onda.
Teyze, “Neyin var yavrum?” dedi ona. “Niçin bu saatlere dek uyumadın, hele sen yaşta bir kimse tek başına ağlar mı hiç?”
Teklifsiz bir tavırla gelininin yanına oturdu, onun yazmaya başladığı mektuba yiyecek gibi baktı.
“Kocana mı mektup yazıyordun?”
Kontes, “Nerede olduğunu biliyor muyum?” dedi.
Teyze kâğıdı alıp okudu. Gözlüklerini getirmişti, önceden tasarlamıştı bu işi. Zavallı Julie, onun mektubu elinden alışına hiç ses çıkarmadı. Kendisini iradeden böyle tamamen yoksun bırakan şey ne haysiyet yokluğu ne de gizli bir suçluluk duygusu idi. Hayır, teyzesi o anda ruhun zembereğinin boşandığı, insanın iyi veya kötü hiçbir şeye, sessizliğe de güven duygusuna da aldırmadığı bunalım anlarından biriyle karşılaşmıştı. Sevgilisini küçümseyen fakat geceleyin kendisini çok kederli, çok kimsesiz bulduğu için onu arzulayan; acılarına ortak olacak bir gönüle rastlamak isteyen namuslu bir kız gibi Julie de nezaket kuralları gereğince açık da olsa okunmaması gereken bir mektubun okunmasına tek söz söylemeden razı oldu. Markiz mektubu okurken o da sessiz sessiz durdu.
Sevgili Louisa, diyordu mektup… Yüzü gözü açılmamış iki genç kızın birbirlerine verdikleri çok ihtiyatsızca bir sözün ille de tutulmasını niçin bunca defa istemeli? “Sorduklarıma altı aydır neden cevap vermedi acaba, deyip duruyorum kendi kendime.” diye yazıyorsun. Susuşumun nedenini anlamadınsa açıklayacağım sırları öğrenerek bunu bugün kavrayacaksın belki. Yakında evleneceğini haber vermeseydin ben bu sırları bir daha açıklamamacasına yüreğimin derinliklerine gömecektim.
Demek evleneceksin Louisa. Bu düşünce irkiltiyor beni. Evlen bakalım, zavallı yavrucak! Sonra birkaç ay geçince, eski hâlimizi anımsayarak çok iç burkucu pişmanlıklardan birini duyacaksın. Hani Ecouen’daydık da bir akşam ikimiz de dağdaki en ulu meşelerin altına gelmiştik. Ayaklarımızın altında uzanan güzel vadiye bakmış, batan güneşin bizi parıltılarıyla saran ışınlarını hayran hayran seyretmiştik.
Bir kayanın üstüne oturduk, kendimizden geçtik âdeta, peşinden de çok tatlı bir hüzün kapladı içimizi. Uzaklardaki bu güneşin bize geleceği haber verdiğini ilk bulan, sen oldun. Çok meraklıydık, çok çılgındık o zamanlar! Bütün o çılgınlıklarımızı hatırlıyor musun? “İki sevgili gibi kucaklaşıp öpüştük.” diyorduk. İçimizden ilk evlenecek olanın evliliğin sırlarını, çocuksu ruhlarımızın bize çok tatlı şeyler gibi gösterdiği o sevinçleri ötekine olduğu gibi anlatacağına ant içtik. O geceyi yaşayınca umutsuzluğa kapılacaksın Louisa. O zamanlar gençtin, güzeldin, mutlu değil idiysen bile hiçbir şeye aldırdığın yoktu. Bir koca seni birkaç gün içinde benim gibi çirkin, acılı, yaşlı hâle sokacak. Albay Victor d’Aiglemont ile evlendiğim için ne denli böbürlendiğimi, boş bir gurura kapıldığımı, sevindiğimi sana anlatmak delilik olur! Hatta sana nasıl söyleyeyim, bilmem ki kendimi hatırlamıyorum bile artık… Kısacık bir an içinde çocukluğum bir düş gibi oluverdi. Kapsamını kavrayamadığım bir bağı ebedileştiren o büyük gün boyunca olan davranışım, takazalara yol açmaktan geri durmadı. Babam sevincimi birkaç kez yatıştırmaya çalıştı. Herkesin yersiz bulduğu bir neşe gösteriyordum çünkü. Sözlerimde muziplik diye bir şey yoktu ama herkes muziplik buluyordu onlarda. O duvakla, o gelinlikle, o çiçeklerle bin türlü çocukluk yapıyordum… Gösterişli bir şekilde götürüldüğüm odada akşam yalnız kalınca, Victor’u meraklandırmak için bir muziplik düşündüm. Eskiden, yılbaşı günleri hediyelerin yığılı durduğu odaya, kimseye görünmeden süzüldüğüm sırada, yüreğim küt küt atardı. Victor’un gelişini beklerken yüreğim yine öyle çarpıyordu. Kocam içeriye girip de beni arayınca, her yanımı saran muslinlerin altından kopardığım boğuk kahkaha, çocukluğumuzun oyunlarını renklendiren o tatlı neşenin son gösterisi oldu…
Yaşlı hanım böyle başlayan ve içinde birçok acı gözlemler bulunan bu mektubu okuyup bitirince gözlüklerini ağır ağır masanın üstüne koydu, mektubu da hemencecik oraya bıraktı ve yeşil gözlerini gelininin üzerine dikti. Yaşlılık, bu gözlerdeki berrak ışıltıyı donuklaştırmamıştı henüz.
“Yavrum…” dedi. “Evli bir kadın terbiye kurallarını çiğnemeden genç bir kıza bu gibi şeyleri yazamaz…”
Julie teyzesinin sözünü keserek, “Ben de öyle düşündüm.” dedi. “Siz mektubu okurken kendimden utanıyordum…”
Yaşlı kadın babacan bir tavırla devam etti, “Sofrada bir yemek hoşumuza gitmediyse ondan başkalarını da tiksindirmemek gerek. Özellikle şu sebepten ki Havva anamızdan bize kadar evlilik, çok güzel bir şey gibi görünmüştür…” Sonra sordu: “Annen yok mu senin?”
Kontes irkildi sonra başını yavaşça kaldırarak, “Bir yıldır annem yok diye birkaç kez üzüldüm.” dedi. “Ama asıl Victor’u damatlığa istemeyen babamın bu isteksizliğini dinlemeyerek yanlış davrandım.”
Teyzesine baktı, o yaşlı çehrede beliren iyilik ifadesini görünce de gözlerindeki yaşları, bir sevinç ürpertisi kurutuverdi. Körpe elini, onu bekler gibi duran markize uzattı. Parmakları birbirlerini sıktığı zaman bu iki kadın da birbirlerini anlama işini tamamladılar. Markiz, “Zavallı öksüz!” diye ekledi.
Bu söz Julie için son bir aydınlatıcı düşünce oldu. Babasının kehanette bulunan sesini yine işitti sanki.
Yaşlı kadın, “Ellerin ateş gibi! Her zaman öyle mi bunlar?” diye sordu.
Julie, “Sıtmam geçeli yedi sekiz gün oldu.” dedi.
“Sıtman vardı da benden gizliyordun, ha?”
Julie bir çeşit edepli kaygıyla, “Bir senedir sıtma çekiyorum.” dedi.
Teyze devam etti, “Evlilik senin için bugüne dek uzun bir ızdıraptan başka şey olmadı demek, öyle mi yavrum?”
Genç kadın cevap vermeye yürek bulamadı kendinde ama çektiği bütün acıları açığa vuran ve “evet” anlamına gelen bir hareket yaptı.
“Mutsuzsun şu hâlde?”
“Yooo, hayır teyzeciğim! Victor beni tapınırcasına seviyor, ben de çok seviyorum onu, öyle iyi ki!..”
“Evet, seviyorsun onu ama ondan da kaçıyorsun, değil mi?”
“Evet… Ara sıra… Çok sık üstüme düşüyor.”
“Yalnız olduğunda gelip seni o hâlde yakalayacak diye çoğu zaman korktuğun olmuyor mu?”
“Ne yazık ki evet teyzeciğim ama inanın ki çok seviyorum onu.”
“Onun zevklerini paylaşamadığın veya paylaşmasını bilemediğin için gizliden gizliye kendini suçladığın olmuyor mu? Yasak bir sevgiye göre meşru bir sevgi beslemenin daha güç olduğunu hiç düşünmedin mi?”
Julie ağlayarak, “Tamam, doğru söylediniz.” dedi. “Benim için her şey bir bilmece iken siz, her şeyi sezip biliyorsunuz. Duygularım uyuşmuş hâlde, kafamda düşünce diye bir şey yok, kısacası zar zor yaşıyorum. Ruhum ne olduğu anlatılamaz, belirsiz bir korkunun baskısı altında. Bu korku duygularımı buz gibi soğutuyor, sürekli bir uyuşukluk içine atıyor beni. Sızlanmak için ses çıkaramıyorum; çektiğim acıyı anlatacak sözleri bulamıyorum. Acı çekiyorum, Victor’un beni öldüren şey yüzünden mutlu olduğunu görünce de acı çektiğim için utanç duyuyorum.”
Teyzenin neşeli yüzü birdenbire keyifli bir gülümseyişle ışıldadı. Gençliğinden kalma neşe yansımalarıydı bunlar, “Çocukluk, aptallık bütün bunlar!” diye bağırdı.
Genç kadın umutsuzlukla, “Siz de gülüyorsunuz demek…” dedi.
Markiz hemencecik devam etti, “Böyleyimdir ben. Şimdi Victor seni yalnız bıraktı ya yeniden genç kızlığa dönmedin mi rahatlamadın mı? Zevklerin yok ama acıların da yok, değil mi?”
Julie’nin gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı.
“Sözün kısası yavrum, Victor’u tapınırcasına seviyorsun, değil mi? Ama karısı olmaktansa kız kardeşi olmayı daha çok isterdin, evlilik de senin başaracağın iş değil, öyle mi?”
“Evet, öyle teyzeciğim. Neden gülümsüyorsunuz ama?”
“Haklısın yavrucuğum; bütün bunların hiç de iç açıcı bir yanı yok. Seni kanadımın altına alıp korumazsam eski tecrübeme dayanarak da duyduğun acıların çok masum olan nedenini sezemezsem ileride başına birçok felaket gelebilir. Yeğenim olacak aptal, mutluluğunu hak etmemiş! Çok sevgili kralımız XV. Louis’nin saltanat döneminde, senin durumunda olan bir genç kadın; böyle münasebetsizlikler ettiği için kocasını çok geçmeden cezalandırırdı. Bencil herif! O imparator olacak tiranın askerleri de bilgisiz birtakım adamlar. Kabalığı çapkınlık sanıyorlar, sevmeyi bilmedikleri gibi kadınları da tanımıyorlar. Bir gün sonra ölüme gidecek olmaları, bir gün önce biz kadınlara karşı terbiyeli, nazik davranmaktan kendilerini bağışık tutacak sanıyorlar. Eskiden erkekler, zamanında ve yerinde sevmeyi de ölmeyi de bilirlerdi. Sevgili yeğenim, kocanı adam edeceğim ben. Aranızdaki acıklı anlaşmazlığı oldukça tabii bulmak gerek. Sonunda birbirinizden nefret etmenize yol açacak bu, boşanmaya kalkacaksınız ama ara yerde umutsuzluğa kapılıp ölmezseniz. İşte ben bu anlaşmazlığa son vereceğim.”
Julie, teyzesini hayretle olduğu kadar şaşkınlıkla da dinliyordu. İçlerinde gizli olan sağduyuyu anlamadığı fakat sezdiği bu sözleri duyunca afallamıştı. Görmüş geçirmiş bir hısmın ağzından fakat daha yumuşak bir biçim altında, Victor için babasının söylediği yargıyı yeniden işittiği için de çok korkmuştu. Geleceğini hemen seziverdi belki ve üzerine çökecek felaketlerin ağırlığını da duydu herhâlde. Hüngür hüngür ağlamaya başladı çünkü ve “Bana anne olun siz.” diyerek yaşlı hanımın kolları arasına atıldı.
Teyze ağlamadı; Devrim eski krallık dönemi kadınlarının gözlerinde az yaş bırakmıştı çünkü. Eskiden sevgi, daha sonra da Devrim’in Tethiş dönemi onları en acıklı durumlarla içli dışlı etmişti. Bu yüzden, yaşamın tehlikeleri arasında soğuk bir vakarı, içten fakat fazla gösterişli olmayan bir sevgiyi muhafaza edebiliyorlardı. Bu da onlara görgü kurallarına ve bir davranış asilliğine daima bağlı kalmak imkânını veriyordu ki yeni töreler bu türlü şeyleri bir yana bırakmak gibi bir hata işlemişlerdir. Yaşlı hanım genç kadını kolları arasına aldı, onu bu kadınların gönüllerinden çok davranışlarında bulunan bir şefkat ve bir sevimlilikle alnından öptü. Tatlı sözlerle gelinini nazlandırdı, mutlu bir gelecek vadetti ona; yatağına yatmasına yardım ederken, ona sanki kendi kızıymış gibi aşk ninnileri söyledi. Sevgili bir kız ki onun umudunu da kederlerini de benimsiyordu. Gelininin kişiliğinde kendini yine gençleşmiş, yine toy, yine güzel buluyordu.
Kontes bundan böyle kendisine her şeyini söyleyebileceği bir arkadaş, bir anne bulmuş olmaktan mutlu, uyuyakaldı. Ertesi gün teyze ile gelin duygularda bir ilerleme, iki ruh arasında daha tam bir kaynaşma olduğunu ispatlayan o derin içtenlikle, o anlaşma edasıyla öpüştükleri sırada bir atın nal seslerini duydular. Başlarını aynı anda çevirdiler ve genç İngiliz’in her zamanki gibi ağır ağır geçtiğini gördüler. Bu iki yalnız kadının sürdükleri hayat üzerinde az çok bir inceleme yapmışa benziyor ve öğle yemekleriyle akşam yemeklerinde orada bulunmaktan hiçbir zaman geri kalmıyordu. Atı, haber vermeye ihtiyaç kalmadan adımlarını yavaşlatıyordu. Sonra yemek odasının iki penceresi arasındaki mesafeyi aşmak için harcadığı zaman boyunca Arthur, oraya mahzun mahzun bakıyordu. Kontes çoğu zaman onu küçümsüyor, kendisine dikkat bile etmiyordu. Fakat taşra hayatını canlandırmak için en küçük şeylere bile gösterilen ve üstün ruhlu insanların kendilerini güçlükle uzak tuttukları o aşağılık meraklara alışık olan markiz, İngiliz’in çok üstü kapalı olarak ifade ettiği utangaç, ağırbaşlı sevgiden hoşlanıyordu. Düzenli olarak tekrarlanan bu bakışlar, markiz için bir alışkanlık hâline gelmişti ve her gün, Arthur’un geçtiğini yeni yeni şakalarla haber veriyordu. Sofraya otururken iki kadın da aynı zamanda İngiliz’e baktılar. Julie ile Arthur’un gözleri bu kez öylesine belirli duygularla rastlaştılar ki genç kadın kızardı. İngiliz hemen atını kamçıladı, dörtnala uzaklaştı.
Julie, teyzesine, “İyi ama ne yapmak gerek?” dedi. “Bu İngiliz’in geçtiğini gören kimseler benim için ne düşünürler kim bilir…”
Teyze onun sözünü keserek, “Evet.” dedi.
“Öyleyse buralarda böyle dolaşma, diyemez miyim ona?’’
“Bu onda, tehlikeli olduğu gibi bir düşünce uyandırmaz mı? Hem zaten bir kimseyi canının istediği yere gidip gelmekten alıkoyabilir misin? Yarın artık bu odada yemek yemeyiz. Bizi burada göremeyince de genç kişizade seni pencereden sevmekten vazgeçecektir. İşte yavrucuğum, toplum hayatına alışık, görgülü bir kadın böyle davranır.’’
Fakat Julie’nin mutsuzluğunun tam olması mukadderdi. İki kadın sofradan henüz kalkmışlardı ki Victor’un oda uşağı birden çıkageldi. Sapa yollardan geçerek Bourges’dan doludizgin gelmiş, kontese kocasından bir mektup getirmişti. İmparatordan ayrılmış olan Victor, karısına; imparatorluk rejiminin yıkıldığını, Paris’in düştüğünü ve Fransa’nın her yanında Bourbon hanedanı için coşkun bir sevgi gösterildiğini haber ediyordu. Fakat Tours’a kadar nasıl geleceğini bilemediğinden, karısından hemen Orleans’ya gelmesini rica ediyordu. Kendisi de kontes için hazırlanmış pasaportlarla orada bulunabileceğini umuyordu. Eski bir asker olan bu oda uşağı, Tours’dan Orleans’ya kadar Julie’ye eşlik edecekti. Victor bu yolun henüz açık olduğunu sanıyordu.
Oda uşağı, “Kaybedecek bir dakikanız bile yok hanımefendi!” dedi. “Prusyalılar, Avusturyalılar ve İngilizler Blois’da yahut Orleans’da birleşmek üzereler…”
Genç kadın birkaç saat içinde hazırlandı ve teyzenin kendisine verdiği eski bir araba ile yola çıktı…
Julie d’Aiglemont onu kucaklayıp öperken, “Niçin siz de bizimle Paris’e gelmiyorsunuz?” dedi. “Şimdi Bourbon’lar yine tahta çıkacaklarına göre, belki de bulursunuz orada…”
“Bu umulmadık dönüş olmasa yine de giderdim yavrucuğum; öğütlerim sizler, yani hem Victor için hem senin için çok gerekli. Onun için ben de sizinle orada buluşmak üzere bütün hazırlıklarımı yapacağım.”
Julie yanında oda hizmetçisiyle yaşlı asker olduğu hâlde yola çıktı. Asker, arabanın yanı sıra giderek hanımının güvenliğini sağlıyordu. Geceleyin Blois’dan önceki bir konak yerine geldikleri sırada, Julie kendi arabasının peşinden bir arabanın geldiğini işiterek kaygılandı. Amboise’dan beri peşlerini bırakmamıştı bu araba. Kadın bu yol arkadaşlarının kimler olduğunu görmek için arabanın penceresinden baktı. Ay ışığı sayesinde Arthur’u görebildi. Üç adım ileride durmuş, gözlerini genç kadının arabasına dikmişti. Göz göze geldiler. Kontes hemen arabanın içine çekildi ama kendisini irkilten bir korku duygusuyla yaptı bunu. Gerçekten toy ve tecrübesiz çoğu genç kadınlar gibi elinde olmaksızın bir erkekte uyandırdığı sevgide bir suç görmekteydi. Böylesine cüretli bir saldırı karşısında belki de aczini anlamış olmanın kendisine verdiği içgüdüsel bir korku duyuyordu.
Erkeğin en güçlü silahlarından biri, doğuştan hareketli olan muhayyilesi bir kovalanıştan korkmuş veya incinmiş bir kadını, kendisiyle meşgul ettiren o zorlu kudrettir. Kontes, teyzesinin öğüdünü anımsadı ve bu yolculuk boyunca hep arabasının içinde kalmayı, hiç dışarıya çıkmamayı kararlaştırdı. Fakat her konak yerinde, Ingiliz’in iki arabanın çevresinde gezindiğini işitiyordu. Sonra yolda onun arabasının rahatsız edici gürültüsü, Julie’nin kulaklarında çınlıyordu boyuna. Genç kadın çok geçmeden, Hele Victor’la bir buluşayım, o beni bu acayip rahatsızlıktan kurtarmayı başarır, diye düşündü.
Peki ama ya bu delikanlı beni sevmiyorsa?
Aklından geçen bütün düşüncelerin sonuncusu oldu bu. Orleans’ya gelince Prusyalılar arabasını durdurdular; bir hanın avlusuna götürdüler, başına askerler diktiler. Karşı koymak imkânsızdı. Yabancılar, arabadan kimseyi çıkarmamak için emir aldıklarını sert işaretlerle üç yolcuya bildirdiler. Tütün içen, gülüşen, ara sıra da küstahça bir merakla kendisine bakan askerlerin ortasında, kontes tam iki saat ağladı durdu. Fakat sonunda birkaç atın geldiğini duyarak arabadan bir çeşit saygı ile uzaklaştıklarını gördü. Çok geçmeden yüksek rütbeli bir yabancı subaylar topluluğu, arabanın çevresini sardı. Başlarında Avusturyalı bir general vardı; “Hanımefendi…” dedi, “Bağışlayın bizi. Yanlışlık oldu, hiç çekinmeden yolunuza devam edebilirsiniz. Buyurun şu pasaportu, bunu gösterince hiçbir sıkıntıyla karşılaşmayacaksınız artık…”
Kontes, titreyerek kâğıdı aldı, anlaşılmaz birkaç söz kekeledi. Generalin yanında Arthur’u görmüştü; sırtında, İngiliz subay üniforması vardı, hemen kurtulmuş olmasını da ona borçluydu herhâlde. Genç İngiliz hem memnun hem mahzun, başını çevirdi ve Julie’ye ancak kaçamak bakışlarla bakmaya cesaret edebildi. Pasaportun yardımıyla Madam d’Aiglemont hiçbir can sıkıcı olayla karşılaşmadan Paris’e ulaştı. Orada kocasıyla buluştu. İmparator Napolyon’a ettiği bağlılık yemininden artık kurtulan Victor’u, sonradan X. Charles adıyla Fransa tahtına çıkan Kont d’Artois çok iyi karşılamıştı. Ağabeyi Kral XVIII. Louis, Kont d’Artois’yı kendi vekilliğine atamıştı. Victor’a hassa kıtalarında yüksek bir rütbe verildi, kendisi neredeyse general sayılıyordu. Bununla birlikte, Bourbon’ların dönüşü dolayısıyla yapılan şenlikler arasında zavallı Julie’nin başına çok büyük bir felaket geldi ki bu sonradan onun yaşamını da etkileyecekti. Kontes de Listomere -Landon’yu kaybetti. Yaşlı hanım Tours’da Dük d’Angouleme’yu görünce hem sevinçten hem kalbine vuran damla hastalığından ölüverdi. Böylece, yaşı dolayısıyla Victor’u çekip çevirme hakkına sahip olan, ustalıklı öğütlerle karı kocanın daha iyi anlaşmalarını sağlayabilecek durumdaki tek insan, ölmüş bulunuyordu. Julie bu kaybı olanca genişliğiyle hissetti. Kocasıyla kendisi arasında kimse kalmamıştı artık. Fakat genç ve utangaç olduğundan, ilkin sızlanmaktansa acı çekmeyi yeğledi. İyi ahlaklı bir insan oluşu görevlerini savsamak cesaretini göstermesine veya acılarının nedenlerini araştırmaya kalkışmasına engel oluyordu. Acılarını dindirmek çok nazik bir iş olurdu çünkü Julie kendi genç kız utangaçlığını zedelemekten korkardı.
Krallığın tekrar kuruluşundan sonra M. d’Aiglemont’nun durumu üzerine de bir iki söz söyleyelim.
Birçok insana rastlarız ki bunların derin hiçliği, kendilerini tanıyanların çoğu için bir bilmece hâlindedir. Yüksek bir rütbe, çok iyi bir aileden gelmiş olma, önemli görevlerde bulunma, terbiye ve nezaketin az çok verdiği cila, davranışta biraz çekingenlik veya varlıklı olmanın yarattığı itibar, bunlar için birer bekçidir sanki. Eleştirilerin, yaşantılarının gizli derinliklerine dek inmelerine engel olurlar. Bu tür insanlar, krallara benzerler. Nitekim onların da gerçek boy bosları, huylarıyla ahlakları ne iyice bilinir ne de doğru olarak değerlendirilebilir. Ya çok uzaktan ya çok yakından görürsünüz bunları çünkü. Birtakım sözde meziyetlere sahip bu insanlar konuşacakları yerde sorarlar; başkalarının bakışlarını kendi üzerlerine çekmemek için onları öne sürmek ustalığını gösterirler. Sonra büyük bir hünerle her birini tutkularından veya çıkarlarından yakalarlar; kendilerine gerçekten üstün kimseleri parmaklarında oynatırlar, birer kukla hâline sokarlar ve kendilerine kadar indirdikleri için küçük sanırlar onları.
O zaman büyük düşüncelerin hareketliliğine karşı aşağılık fakat hareketsiz bir düşüncenin doğal zaferini elde ederler. Onun için bu boş kafaları yargılamak, onların olumsuz değerlerini tartmak için bir gözlemcinin üstün olmaktan çok ince bir zekâya, geniş bir görüşten çok sabra, yüksek ve büyük düşüncelerden çok kurnazlık ve ölçüye sahip olması gerektir. Bununla birlikte, zayıf yönlerini savunurken; bu dalavereciler ne denli ustalık gösterirlerse göstersinler eşlerini, annelerini, çocuklarını veya aile dostunu aldatmaları çok güçtür. Fakat az çok ortak şerefe dokunan bir konu üzerinde bu insanlar, hemen daima onların sırlarını saklarlar hatta çoğu zaman da bunların el âleme böyle caka satmalarında onlara yardımcı olurlar.
Aile arasında çevrilen bu dolaplar sayesinde birçok hödük kendilerini üstün kişiler diye yuttururlar ve böylece, herkesin hödük sandığı üstün kişilerin sayısını karşılamış olurlar. Bu yüzden toplum da hep aynı sayıda yetenekli insan yığınına sahipmiş gibi görünür. Şimdi de böyle bir kocanın karşısında akıllı, duygulu bir kadının oynaması gereken rolü düşünün. Acılarla, sevgi bağları ile dolu yaşantılar görmez misiniz? Bunların sevgi ve incelikle dolu gönüllerini yeryüzünde hiçbir şey mükâfatlandıramaz. Karakteri kuvvetli bir kadın böyle korkunç bir duruma düştü mü cinayetle sıyrılır bundan. Tıpkı Rus Çariçesi Katerina gibi ki ona da “büyük” demişlerdi oysa. Fakat bütün kadınlar bir taht üzerinde oturmamaktadırlar. Onun için de birtakım aile mutsuzlukları ile kıvranıp dururlar. Göze çarpmamakla birlikte, yine de korkunçtur bu mutsuzluklar. Yeryüzünde dertlerini hemen giderecek avuntular arayan kadınlar, görevlerine bağlı kalmak isteyince bir başka biçimde acı çekmekten gayri şey yapmazlar. Veya yerleşip kökleşmiş kuralları zevklerinin yararına çiğnerlerse, birtakım hatalar işlemiş olurlar. Bu düşüncelerin hepsi de Julie’nin gizli hikâyesine uygulanabilir.
Birçokları gibi albay ve iyi emir subayı olan, tehlikeli bir görevi çok iyi yerine getiren fakat az çok önemli bir kumandanlığı başarmaktan âciz olan Kont d’Aiglemont’ya, Napolyon iktidarda kaldığı sürece kimse imrenmedi. Herkes imparatorun tuttuğu; kendi hâlinde insanlardan biri saydı onu, askerlerin kendi aralarında, öteden beri iyi çocuk diye adlandırdıkları birisiydi o. Yeniden kurulan krallık rejimi, marki unvanını ona geri verdi, o da nankörlük etmedi hiç. Napolyon, Elbe Adası’ndan geri gelip yüz gün iktidarda kalınca, o da Bourbon’ların peşinden Belçika’daki Gand şehrine gitti. Bu mantık ve efendilerine bağlılık dolu davranış, vaktiyle, “Bizim damat, hep albay kalacak.” diyen kaynatasının kehanetini yalancı çıkardı. İkinci dönüşte tüm generalliğe yükseltilen, tekrar marki olan M. d’Aiglemont, üst meclise üye olma hevesine kapıldı, aşırı kralcıların gazetesi olan “Conservateur”nün düşünceleriyle politikasını benimsedi. Hiçbir şeyi gizlemeyen bir esrar havasına büründü. Ciddi ve sorguya çeken, az konuşkan tavırlar takındı, herkes de derin bir adam sandı onu.
Boyuna terbiyeli tavırların ardına gizleniyor, birtakım kurallara bağlı kalıyor, Paris’te Tanrı’nın günü piyasaya sürülen basmakalıp lafları ezberleyip bol bol harcıyordu ki bu laflar birtakım aptallara, büyük düşünceleri veya olayları anlatıyorlarmış gibi ufak para misali dağıtılır. Bu hâli gören kibar insanlar da zevk, bilgi sahibi bir kimse diye adını çıkardılar onun. Asillikle ilgili düşüncelerinde direndiği için, yüksek karakter sahibi olarak gösterildi. Eskisi gibi gamsız veya neşeli göründüğü zamanlar sözlerinin anlamsızlığında veya aptallığında başkaları üstü kapalı, diplomatça edalar seziyorlar; çoğu kimse, Ancak söylemek istediğini söylüyor o, diye düşünüyorlardı.
Meziyetleri de kusurları da işine yarıyordu. Yiğitliği askerlik alanında kendisine büyük bir ün sağlıyor, bunu da hiçbir şey yalancı çıkarmıyordu. Hiçbir zaman şef olarak kumanda etmemişti çünkü. Erkek ve soylu yüzünde geniş düşüncelerin ifadesi vardı, çehresindeki sahteliği ise yalnız karısı fark ediyordu. Adı var kendi yok meziyetlerini herkesin övdüğünü işittikçe, Marki d’Aiglemont sarayın en göze çarpan insanlarından biri olduğuna kendisi de inandı sonunda. Dış görünüşü sayesinde sarayda hoşa gitmesini bildi ve çeşitli değerli yönleri, itirazsız kabul edildi orada.
Bununla birlikte M. d’Aiglemont, evde alçak gönüllüydü. Karısı ne denli genç olursa olsun, onun üstünlüğünü içgüdüyle hissediyordu evde. Elinde olmadan gösterdiği saygıdan gizli bir kudret doğdu, markiz de yükü altına girmemek için gösterdiği bütün çabalara rağmen, bunu kabullenmek zorunda kaldı. Kocasının akıl hocası oldu, onun davranışlarını ve servetini yönetti. Bu tabiata aykırı etki onun için bir çeşit aşağılık durumu yarattı, yüreğine gömmekte olduğu birçok acının da kaynağı oldu. Başlangıçta, onda çok ince olan o kadınlık içgüdüsü, bir aptalı çekip çevirmektense değerli bir adama boyun eğmenin çok daha güzel şey olduğunu; erkek gibi düşünüp davranmak zorunda olan genç bir eşin ne kadın ne erkek olduğunu; kadınlığa özgü bütün dertleri yitirerek onun sevimliliklerinden de sıyrıldığını; toplum kurallarımızın yalnız erkeklere verdiği imtiyazlardan hiçbirine kadının sahip olamadığım hissettirdi ona.
Yaşantısında çok acı bir gülünçlük gizliydi. Kof bir puta tapmak, kendi koruyucusunu korumak zorunda değil miydi? O zavallı yaratık da sürekli bir bağlılığın karşılığı olarak onun önüne kocaların bencil sevgisini atıyor, onu yalnız kadın olarak görüyor; nelerden zevk aldığını öğrenmeye tenezzül etmiyor yahut çalışmıyor -ki bu da öbürü kadar derin bir hakaretti- kederli oluşunun, sararıp soluşunun neden ileri geldiğini araştırmıyordu. Kendilerinden daha akıllı bir kimsenin boyunduruğu altında olduklarını hisseden kocaların çoğu gibi Marki de Julie’deki beden zayıflığına bakıp ruhunun da zayıf olduğu sonucuna vararak kendi onurunu kurtarıyor; eş olarak kendisine hastalıklı bir genç kız verdi diye talihine küsüyordu. Sözün kısası, cellat olduğu hâlde kurban yerine koyuyordu kendini. Omuzlarına bu kasvetli yaşantının bütün felaketleri çökmüş olduğu hâlde markiz, üstelik o aptal kocasına gülümsemek, yas dolu bir evi çiçeklerle süslemek, gizli acıların sarartıp soldurduğu bir yüzde mutluluğun ışıltısını göstermek zorundaydı.
Bu şeref sorumluluğu, bu yüce fedakârlık genç markize kendisi de farkında olmadan kadınca bir vakar, bir namus bilinci verdi; bunlar da toplumun tehlikelerine karşı onu korumaya yaradı. Sonra bu yüreği derinliğine yoklamış olmak için söyleyelim, ilk ve saf genç kız aşkının sonuçlandığı gizli kapaklı mutsuzluk da gönül maceralarından soğuttu onu belki. O bunların ne büyüsünü ne de yasak fakat çıldırtıcı zevklerini kavrayabildi ki bunlar kimi kadınlara toplumun üzerine kurulu bulunduğu sağduyu kurallarını, namus ilkelerini unuttururlar. Madam de Listomere -Landon’nun eski tecrübesine dayanarak ona vadetmiş olduğu o tatlı anlardan, o hoş ahenkten bir rüyadaki gibi vazgeçti ve genç yaşta ölmeyi umarak acılarının sona ermesini boynu bükük bekledi. Touraine’den döndüğünden beri sağlık durumu her gün daha da kötüye gitmişti, yaşamak da çektiği acı ile ölçülü imiş gibi geliyordu ona. Hoş bir acı çekişti bu, görünürde zevkli bir hastalıktı hemen hemen işin derinine varmayanlar da şımarık bir metresin fantezisi sanabilirlerdi.
Hekimler, markize hep bir divana uzanıp yatmasını öğütlemişlerdi. O da çevresindeki çiçeklerin arasında, tıpkı onlar gibi sararıp soluyordu. Güçsüzlüğünden ötürü yürüyüşe çıkamıyor, hava alamıyordu. Kapalı bir araba ile dışarıya çıkabiliyordu ancak. Çevresinde modern lüksün ve bilginin yarattığı her şey, her zaman için vardı; o da bir hastadan çok nazlı, tembel bir kraliçeyi andırıyordu bu yüzden, belki de onun mutsuzluğundan ve güçsüzlüğünden hoşlanan; onu hep evde bulacaklarına güvenen; ileride de sağlık durumunun düzelmesi üzerine hesaplar yürüten birkaç dost gelip ona haberler getiriyorlar; Paris’te yaşamayı çok değişik hâle sokan o binlerce küçük olay hakkında bilgi veriyorlardı. Onun kederli hâli ciddi ve derin olmakla birlikte bolluğun, varlığın verdiği kederli hâldi demek, Markiz d’Aiglemont, kökünü kara bir böceğin kemirdiği güzel bir çiçeğe benziyordu. Ara sıra toplantılara, ziyaretlere gittiği oluyordu ama bunu zevk aldığı için değil de kocasının sahip olmak arzusunda bulunduğu durumun isteklerine saygı göstermek için yapıyordu. Sesi ve güzel şarkı söyleyişi, gittiği yerlerde bir genç kadının hemen her zaman hoşlanacağı alkışları toplamasına imkân sağlayabilirdi. Fakat ne duygulara ne de umutlara bağlayamayacağı başarılar ne işine yarardı onun? Kocası musikiyi sevmiyordu. Son olarak da genç kadın hemen her zaman, güzelliğinin çıkarcı birtakım ilgi, saygı gösterilerine yol açtığı salonlardan sıkılıyordu.
Durumu bir çeşit zalimce acımaya, kederli bir meraka yol açıyordu oralarda. Öteden beri ölüme yol açan bir iltihaplanmadan muzdaripti. Kadınların birbirlerinin kulaklarına söyledikleri bu hastalığa, bizim yeni söz dağarcığımız bir isim bulmuş değildi henüz. Yaşantısı sessizlik içinde geçiyordu ama hastalığının nedenini bilmeyen yoktu. Evlenmesine rağmen hep genç kız olarak kaldığından, herhangi bir bakış karşısında hemencecik utanıveriyordu. Yüzü kızarmasın diye de her zaman güleç ve neşeli görünüyordu. Yapmacık bir neşeli hâl takınıyor, her zaman iyi olduğunu söylüyor veya utangaç yalanlar uydurarak sağlık durumu üzerinde sualler sorulmasını önlüyordu. Bununla birlikte 1817 yılında bir olay, Julie’nin o zamana dek içine gömülmüş olduğu acıklı hâlin değişmesine büyük ölçüde yardımcı oldu. Bir kız çocuğu dünyaya getirdi ve genç kadın onu emzirmek istedi. Anne olmanın insana verdiği büyük oyalanmalarla kaygılı zevkler, iki yıl boyunca yaşantısını daha çekilir hâle soktu. Kocasından tabiatıyla uzak durdu. Hekimler sağlık durumunun düzeleceğini haber verdiler. Fakat markiz bu belirsiz, asılsız kehanetlere hiç inanmadı. Kendileri için hayatın artık tadı tuzu kalmamış bütün insanlar gibi ölümü mutlu bir son olarak görüyordu belki.
1819 yılının başında hayat onun için her zamankinden daha çekilmez hâle geldi. Elde etmeyi başardığı tersine mutluluk için sevindiği sırada, korkunç uçurumların varlığını sezdi. Kocası gitgide soğumuştu ondan. Zaten gevşek ve çok bencil olan bu sevginin böyle soğuyuşu birçok felaketlere yol açabilirdi. Genç kadın ince zekâsı ve ihtiyat duygusu ile seziyordu bunu. Victor üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olduğundan ve her zaman için onun saygısını kazanmış bulunduğundan emindi ama bu kadar boş ve düşüncesiz bir adam üzerinde tutkuların yaratacağı etkiden korkuyordu. Dostları çoğu zaman Julie’yi derin düşüncelere dalmış buluyorlardı. İşin pek farkında olmayanlar sanki bir genç kadın yalnız havaî şeylerden başkasını düşünemezmiş ve bir ailedeki annenin düşüncelerinde derin bir anlam bulunamazmış gibi şakalar yaparak bu düşüncelerin gizli nedenini soruyorlardı. Mutsuzluk da gerçek mutluluk da bizi düşüncelere daldırır zaten. Ara sıra kızı Helene’le oynarken Julie ona kederli bir gözle bakıyor; annelerin çok hoşlandıkları o çocukça sorulara artık karşılık vermeyerek bugün ve yarın kaderinin ne olacağını soruyordu. Tuileries’deki geçit töreni sahnesini birdenbire hatırladığı zamanlar, gözleri yaşlarla doluyordu. Babasının ileriyi görerek söylediği sözler yine kulaklarında çınlıyor ve içinden bir ses, bu sözlerdeki sağduyuya kulak asmadı diye takaza ediyordu ona. Bütün felaketleri, bu çılgınca söz dinlemezlikten ileri gelmekteydi. Çoğu zaman da bunlar arasında dayanılması en güç olanının hangisi olduğunu bilemiyordu.
Ruhundaki tatlı hazinelerin gizli kalmaları bir yana hatta yaşamın en olağan nesnelerinde bile kocasının kendisini anlamasını bir türlü sağlayamıyordu. Sevme yeteneğinin kendisinde daha güçlü, daha canlı olarak geliştiği bir sırada yasak olmayan sevgi, koca sevgisi, ağır beden ve ruh acılarının ortasında, kaybolup gidiyordu. Sonra kocasına karşı, küçümsemeye pek yakın o acıma duygusu vardı onda ki bu, zamanla bütün öteki duyguları öldürür. Son olarak da birkaç dostla yaptığı konuşmalar, yüksek sosyetedeki örneklerle birtakım maceralar sevginin sonsuz mutluluklar sağladığını ona öğretmemiş olsaydı içinde kanayan yaralar, kardeş ruhları birleştirmeleri gereken derin ve duru zevkleri ona sezdirecekti.
Zihninin geçmişi canlandırarak gözleri önüne serdiği tabloda Arthur’un temiz çehresi her gün daha arı, daha güzel fakat geçici olarak biçimleniveriyordu. Bu anı üzerinde durmaya kendinde yürek bulamıyordu çünkü. Genç İngiliz’in sessiz ve utangaç sevgisi, evlenişinden beri bu kederli ve yalnız gönülde birkaç tatlı anı bırakan tek olaydı. Julie’nin zihnini derece derece kederlendiren bütün boşa çıkmış umutlar, doğmadan ölmüş bütün arzular, muhayyilenin doğal bir işleyişi ile bu erkeğin üzerinde toplanıyordu belki. O adam ki tavırları, duyguları ve karakteri Julie’ninkilerle bunca benzerlik gösterir gibiydi. Fakat bu düşüncede bir kaprisin, bir düşün görünüşü vardı hep. Her zaman iç çekişlerle sona eren bu gerçekleşmesi imkânsız düşten sonra Julie daha mutsuz olarak uyanıyor; gizli acılarını -hayali bir mutluluğun kanatları altında uyuttuğu zaman- daha iyi duyuyordu.
Ara sıra sızlanışlarının bir çılgınlık ve ataklık karakterine büründükleri oluyor; ne pahasına olursa olsun zevk peşinde koşmak istiyordu. Fakat daha sık olarak da ne olduğu bilinemez, aptalca bir uyuşukluğa kendini kaptırıyor; anlamadan dinliyor veya öylesine belirsiz, öylesine kararsız düşünceler besliyordu ki bunları anlatacak sözleri bulamıyordu. En gizli arzuları, genç kızken hayalini kurduğu alışkanlıklar gerçekleşmediği için, gözyaşlarını içine akıtmaktaydı. İçini kime dökecekti? Kim kulak verebilecekti ona? Sonra kadınlara özgü o çok büyük incelik, duygulardaki o hoş utangaçlık vardı onda. Bu da boş yere sızlanmamayı, zafer, yeneni de yenileni de utandıracaksa gurura kapılmamayı gerektirir. Julie kendi gücünü, kendi iyi huylarını M. d’Aiglemont’ya aşılamaya çalışıyor ve kendisinde eksik olan mutluluğu tatmakla övünüyordu. Kadınlığının bütün kurnazlığını, kocasının farkında olmadığı ve ancak despotluğunu sürdürmeye yarayan, birtakım idare şekilleri bulmaya harcıyordu. Ara sıra mutsuzluktan sarhoş gibi olduğu, kafasının işlemediği, kendisini tutamaz hâllere düştüğü oluyordu. Fakat bereket versin gerçek bir sofuluk onu son bir umuda doğru götürüyordu hep. Ölümden sonra ruhun var olacağı düşüncesine sığmıyor, bu güzel inanç ızdıraplı görevine yeniden katlanma imkânını sağlıyordu ona. Bu korkunç savaşların, bu manevi iç acılarının hiç de güzel bir yanı yoktu; bu bitmez hüzün nöbetlerinden herkes habersizdi; hiçbir canlı varlık onun donuk bakışlarını, yalnızken rastgele döktüğü acı gözyaşlarını görmüyordu.
Hâl ve şartların zoru ile markizin farkında olmadan ulaştığı bu kaygı verici durumun tehlikeleri, 1820 yılının bir akşamında bütün ciddilikleriyle gözlerinin önüne serildi. Bir karı koca birbirlerini iyice tanıyıp birbirlerine adamakıllı alışınca, bir kadın bir erkeğin en küçük davranışlarını yorumlamayı öğrenince ve onun kendisinden gizlediği duygularla olayları kavramayı başarınca işte o zaman, çok defa, bir sürü şey birdenbire aydınlığa kavuşuverir. Bu da vaktiyle rastgele öne sürülmüş yahut önceden aldırmaksızın söylenilmiş düşüncelerden, sözlerden sonra olur. Çoğu zaman bir kadın, uçurumun kıyısında veya dibinde, birden uyanıverir. Birkaç gündür yalnız olduğu için mutlu olan markiz de yalnızlığının sırrını seziverdi. Uçarı veya bıkkın, cömert veya kendisine karşı merhamet dolu olsun, kocası kendisine ait değildi artık. Julie o anda kendisini düşünmedi; çektiği acıları, katlandığı fedakârlıkları da düşünmedi. Sadece anne oldu ve kızının kaderini, yarınını, mutluluğunu gördü. Kızı, yani kendisine az çok mutluluk veren tek yaratık. Helene, kendisini hayata bağlayan tek varlık. Bir üvey anne, bu sevgili varlığın yaşantısını korkunç bir boyunduruk altında boğabilirdi. Julie yavrusunu bundan korumak için yaşamak istiyordu şimdi. Korkunç bir geleceğin böyle yeniden gözleri önüne serilmesi karşısında, uzun yıllar sürüp giden ateşli düşüncelere daldı. Bundan böyle kendisiyle kocası arasında bir sürü düşünce bulunacak, bunların yükünü ise yalnız kendisi taşıyacaktı. O güne dek Victor’un kendisini -ne kadar sevebilirse o kadar- sevdiğine güvenerek, paylaşmadığı bir mutluluk uğrunda fedakârlığa katlanmıştı. Fakat bugün gözyaşlarının kocasını sevindirdiğini bilmekten ileri gelen bir hoşnutluğa sahip değildi artık, dünyada yapayalnızdı, felaketlerden felaket beğenmekten başka yapacağı bir şey yoktu. Gecenin sessizliği, sakinliği içinde bütün güçleri gevşetiverdi bezginlikle, üzerine uzandığı divanı ve neredeyse sönecek olan ateşi terk ederek gidip bir lambanın ışığında kızını, sert bir bakışla seyrettiği sırada, M. d’Aiglemont neşe içinde kapıdan giriverdi. Julie, Helene’in uyuyuşunu ona da seyrettirdi ama kocası, genç kadının coşkunluğunu basmakalıp bir sözle karşıladı, ‘‘Bu yaşta bütün çocuklar sevimlidir.” dedi.
Sonra aldırmaz bir tavırla kızını alnından öptü, beşiğin perdelerini kapadı, Julie’ye baktı; elini ellerine aldı ve onu, bunca uğursuz düşüncenin ortaya çıkmış olduğu divana götürüp yanına oturttu. Markizin kofluğunu çok iyi bildiği o çekilmez neşe ile “Bu akşam çok güzelsiniz, hanımefendi!” dedi.
Genç kadın derin bir aldırmazlık tavrı takınarak, “Neredeydin bu akşam?” diye sordu.
“Madame de Serisy’de.”
Şöminenin üzerinden, ateşin sıcaklığından korunmak için kullanılan yelpazeyi andırır ekranı almış, saydamlığını dikkatle inceliyordu. Karısının döktüğü gözyaşlarının izlerini fark etmemişti. Julie irkildi. Yüreğinden yükselen fakat orada zapt etmek zorunda kaldığı düşünceler seli dille anlatılacak gibi değildi.
“Madame de Serisy gelecek pazartesi bir konser veriyor, senin de gelmeni çok istiyor. Uzun zaman ortalıkta görünmedin ya o da bu yüzden seni kendi evinde görmek istiyor. İyi kadıncağız, seni çok seviyor. Gidersen beni de sevindirirsin. Senin adına hemen hemen söz vermiş durumdayım…”
Julie, “Giderim.” diye cevap verdi.
Markizin sesinin tonunda, edasında ve bakışında öylesine içe işleyen, öylesine özel bir şey vardı ki aldırmazlığına rağmen Victor, karısına şaşkın şaşkın baktı. Hepsi bu kadarla kaldı. Julie, kocasının kalbini çalan kadının Madam de Serisy olduğunu anlamıştı. Umutsuz bir hayal âlemi içinde uyuşup kaldı, ateşe çok dikkatli bakıyormuş gibi göründü. Victor şömine ekranını elinde evirip çeviriyordu. Başka yerde mutlu olduktan sonra kendi evine mutluluğun yorgunluğunu getiren bir adamın sıkıntılı tavrı vardı onda. Birkaç defa esnedikten sonra bir eline şamdanı aldı, öteki elini de yavaşça karısının boynuna doğru uzatıp onu öpmek istedi. Fakat Julie eğilerek ona alnını uzattı, akşam öpücüğünü alnına kondurttu; isteksiz, sevgisiz bir öpüştü bu, yüz buruşturur gibi bir şeydi, bu da iğrenç göründü ona. Victor kapıyı kapatınca markiz kendini bir koltuğa bıraktı, dizlerinin bağı çözüldü, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu sahnede ne gibi acılar gizli olduğunu anlamak, bunun ne türlü uzun, korkunç facialara yol açtığını sezmek için insanın başına buna benzer acıklı bir işin gelmiş olması gerektir. Bu basit, aptalca sözler, karı koca arasındaki bu susuşlar, davranışlar, bakışlar; ateşin karşısına otururken markinin takındığı tavır, karısını boynundan öpmek isterken aldığı poz, her şey, her şey bu anı, Julie’nin tek başına sürdüğü ızdırap dolu yaşamın acıklı bir sonucu hâline sokmaya yaramıştı. Genç kadın o çılgınlık anında divanın önünde dize geldi, hiçbir şey görmemek için yüzünü oraya kapadı ve Tanrı’ya yalvardı. Bunu da yakarışına içli dışlı bir eda, yeni bir anlam vererek yaptı. Kocası duysaydı yüreği parça parça olurdu bu yüzden. Tam bir hafta, Hâlim ne olacak? diye düşündü durdu. Uğradığı felaketin pençesinde kıvranarak ve gönlüne yalan söylememek, markinin üzerindeki nüfuzunu yeniden kurmak, kızının mutluluğuna göz kulak olacak kadar yaşamak çarelerini araştırarak bu felaketi inceledi. Bunun üzerine kendisine rakip olan kadınla savaşmaya, yeniden insan içine çıkmaya ve orada herkesin dikkatini çekmeye karar verdi. Kocasına karşı, artık duyamayacağı bir sevgi gösterecek, onu avcunun içine alacaktı. Türlü yapmacık tavırlarla onu nüfusu altına aldıktan sonra -sevgililerini üzmekten zevk alan o kaprisli metresler gibi- o da kocasına karşı şuh davranacaktı. Çektiği acılara uygulanabilecek tek ilaç, bu iğrenç oyundu. Böylelikle acılarına hâkim olacak, bunlara kendi keyfince çeki düzen verecek; bir yandan kocasını boyunduruk altına alırken onu korkunç bir zorbalık altında dizginleyip bu acıları daha seyrek hâle getirecekti. Onu çetin bir hayat sürmek zorunda bırakmaktan yana hiçbir azap duymadı artık.
Bir an içinde aldırmazlığın soğukkanlı hesaplarına dalıverdi. Kızını kurtarmak için sevmeyen insanların kalleşlikleriyle yalanlarını, şuhluğun aldatmacalarını ve bütün o korkunç kurnazlıkları aklına getirdi birdenbire. Bu kurnazlıklar, kadında doğuştan kötülükler bulunduğuna erkeği inandırarak ona karşı derin bir nefret uyandırırlar. Julie farkında olmadan kadınlık gururu, kendi çıkarları ve belli belirsiz bir öc alma isteği annelik sevgisiyle birleşerek, onu yeni bir yola soktu ki burada da yeni acılar bekliyordu kendisini. Fakat çok güzel bir ruh, çok ince bir akıl ve özellikle de bu türlü dalaverelerle suç ortaklığı etmek için büyük bir açık yüreklilik vardı onda. Kendi içinden geçenleri okumaya alışık olduğundan, ahlaksızlığa doğru bu ilk adımda -ahlaksızlıktı bu çünkü- vicdanının sesi, tutkuların ve bencilliğin sesine baskın çıkacaktı. Gerçekten, sevginin el değmemiş olarak bulunduğu, bir genç kadının henüz temiz olan yüreğinde, analık duygusunun kendisi de utanç hissinin sesine tabidir. Utanç, bütün kadın değil midir zaten? Fakat Julie, yeni yaşantısında hiçbir tehlike, hiçbir hata görmek istemedi, Madam de Serisy’nin evine gitti. Rakibesi solgun benizli, bitkin bir kadın göreceğini sanıyordu. Markiz yanaklarına allık sürmüştü ve güzelliğini ayrıca belirten mücevherlerin bütün parıltısı içinde kapıdan girdi. Kontes Serisy, Paris’te moda ile sosyete üzerinde bir çeşit etki yapma iddiasında bulunan kadınlardan biriydi. Birtakım buyruklar veriyor, borusunun öttüğü çevrede bunlar kabul edilince, herkes kabul etmiş gibisine geliyordu. Nükte yapmak iddiasındaydı. Hiçbir şeyden uzun boylu anlamadığı hâlde her şey hakkında yargı yürütüyordu. Edebiyat, politika, kadınlar, erkekler… Her şey onun denetiminden geçiyordu. Ve Madam de Serisy’nin, başkalarının denetimine meydan okur gibi bir hâli vardı. Evi her bakımdan bir zevk örneği hâlindeydi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/onore-de-balzak/otuz-yasindaki-kadin-69428725/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Otuz Yaşındaki Kadın Оноре де Бальзак
Otuz Yaşındaki Kadın

Оноре де Бальзак

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bu eserde de her Balzac romanında olduğu gibi kadın duygularının en ince biçimde ele alınışı ve mükemmel doğa tasvirleri, yazarın, gözlem gücünün ve realist romanın en büyük kalemlerinden biri oluşunun nişanesidir. Otuz yaşında bir kadının genç bir adam için dayanılmaz çekici yanları vardır. (…) Gerçekten, bir genç kızın sayısız hayalleri vardır, çok toydur, seks konusu da sevgisine çok yakından suç ortaklığı eder; onun için bir delikanlı böyle bir sevgiyle de övünemez. Oysa bir kadın, yapılacak fedakârlıkların bütün kapsamını bilir. Genç kızın merak yüzünden, sevgilisininki ile ilgisi olmayan çekicilikler yüzünden sürüklendiği bir durumda kadın, vicdani bir duyguya boyun eğer. Biri kendini bırakır, öteki ise seçer. Bu seçiş bile çok övünülecek bir şey değil midir? Mutsuzluklar yüzünden hemen her zaman pahalıya mal olmuş bir bilgiye sahip tecrübeli kadın, kendini verirken benliğinden fazlasını verir sanki. Oysa cahil ve hemencecik inanan, hiçbir şey bilmeyen genç kız, hiçbir şeyin kıyaslamasını yapamaz; hiçbir şeyin değerini veremez. Sevgiyi kabul eder ve inceler. İnsanın yönetilmekten hoşlandığı, söz dinleyip boyun eğmenin zevk olduğu yaşta kadın bize öğretir, öğüt verir; genç kız ise her şeyi öğrenmek ister ve kadının şefkatli olduğu yerde o, toyluğunu gösterir. Kadın tek bir zafer sunar size, genç kız ise sizi bitmez tükenmez savaşlar vermeye zorlar. Birincisinde gözyaşlarından, zevklerden başka şey yoktur; ikincisinde ise keyifler, pişmanlıklar vardır. (…) Genç kızın tek bir şuhluğu vardır ve soyundu mu her şeyi söylemiş olduğuna inanır fakat kadının sayısız şuhlukları vardır ve binlerce örtü altında gizlenir. Son olarak kadın bütün gururları okşar, toy genç kız ise yalnız bir tanesini. Zaten erkek, otuz yaşındaki kadının kararsızlıklarından, korkularından, çekingenliklerinden, heyecanlarından ve öfkelerinden etkilenir ki bunlara bir genç kızın sevgisinde rastlanmaz hiçbir zaman. O yaşa geldi mi kadın; genç adamdan, uğrunda feda ettiği saygıdeğerliliği kendisine geri vermesini ister, yalnız onun için yaşar, geleceği ile uğraşır, güzel bir yaşantısı olsun ister, bu yaşantının ünlü, şanlı olmasına zorlar onu. Boyun eğer, yalvarır ve hükmeder, alçalır ve yükselir; genç kızın ağlayıp sızlamaktan başka şey yapamadığı durumlarda o, erkeğini bin vesile ile avutmasını bilir. Son olarak, durumunun bütün üstünlükleri dışında otuz yaşındaki kadın, genç kız hâline girebilir, bütün rolleri oynayabilir, utangaç olabilir ve bir felaket yüzünden güzelleşebilir hatta. İkisi arasında beklenenle beklenmeyenin, güçle güçsüzlüğün arasındaki o ölçülemez ayrılık, uzaklık vardır. Otuz yaşındaki kadın her arzuyu giderir, genç kız ise hiçbir arzuyu giderememek durumundadır, böyle yaptı mı yok olmaya mahkûmdur

  • Добавить отзыв