Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4

Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4
Arthur Conan Doyle
“Sevgili Watson…” dedi. “Alçak gönüllülüğü erdem ile aynı kefeye koyanlara katılamayacağım. Alçak gönüllülüğü meziyet sayanları anlayamıyorum. Bir mantıkçı için her şey, tam olarak ne ise öyle görünmelidir. Kendini küçük görmek de yeteneklerini abartmak da gerçeklerden kaçmaktır. Onun için Mycroft’un benden daha iyi bir gözlemci olduğunu söylediğimde, bunun kesinlikle doğru olduğunu bilmelisin.” Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).

Arthur Conan Doyle
Sherlock Holmes’un Anıları

Giriş
Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Hemen hemen dünyanın her ülkesinde Holmes’un hikâyelerinin tercümesi bulunabilmektedir ve İncil’den dahi daha çok dile çevrildiği söylenmektedir. 1890’lı yıllarda ilk olarak Avrupa ve Japonya’da tercümeleri bulunabilirken daha sonraki yıllarda tercümelerin sayısı arttı. İlk Holmes filmi 1900’de çekilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Sherlock Holmes’un karikatürleri yapılmış; çizgi romanları yayımlanmış; sahne oyunları, müzikalleri, radyo piyesleri, TV dizileri, komedileri ve hatta bir balesi sahnelenmiştir. Bunun yanı sıra, Conan Doyle dışındaki yazarlar, daha fazlasını isteyen okuyucuları tatmin etmek amacıyla Holmes ve Watson’ı taklit ederek yüzlerce eser ürettiler.
Holmes’un ünü o derece yayılmıştır ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir. Örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak İngilizceye girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221B numaralı eve, onun kendi problemlerine çözüm bulacağı ümidiyle dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Birçok kişi onun gerçek bir insan olduğunu ve kendilerine yardım edeceğini düşünmektedirler. Hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Aynı ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).
Sherlock Holmes hikâyelerinin popüler ve uzun ömürlü olmasının nedeni belki de yazar tarafından çabuk ve gelişigüzel bir şekilde yazılmalarıdır. Yazar, edebî ününü daha ciddi çalışmalarına dayandırıyordu. Arthur Ignatius Conan Doyle (1859-1930) hikâye anlatımı konusunda doğuştan yetenekliydi çünkü herkesin anlayacağı gibi ve Sherlock Holmes’un ifade edeceği gibi “sanat” ailenin kanında akıyordu.
Sanatsal yönü kuvvetli olan Doyle, ailesinden gelen doğal bir yeteneğe sahipti. Büyükbabası John Doyle (Lakabı “H. B.” idi.) politik karikatürler çiziyor ve hiciv sanatıyla uğraşıyordu; amcası Richard Doyle iyi bir ressamdı ve hatıra defteri tutuyordu (“Punch” dergisi için tasarladığı kapaklar ile ünlenmişti.); babası Charles Altamont Doyle ise Edinburgh’nın Holyrood Sarayı’ndaki çeşmelerin yapımında rol almış bir sanatkârdı (her ne kadar çok iyi olmasa da). Genç Conan Doyle, annesinin dizinde saatlerce ataları hakkındaki hikâyeleri dinlerdi. Çok hızlı ve istekli bir okuyucuydu. O kadar hızlıydı ki “Anılar ve Maceralar” (1924) adlı otobiyografisinde ailesinin gittiği küçük bir kütüphanenin, onlara bir günde ikiden fazla kitap değiştiremeyeceklerini bildiren bir yazı gönderdiğini yazmıştı. Zevkleri çok değişkendi. Yeni konuları, yeni yazarları ve yeni kuramları keşfetmekte çok istekli olması yazarlık hayatı boyunca hikâyelerine yansıyordu.
Lancashire’da, Jesuit Stonyhurst Kolejinde eğitim gören Conan Doyle, 1875 Haziranında Londra Üniversitesine kaydolmuş ve 1876’da Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesine girerek 1881’de mezun olmuştur. Maddi sıkıntı çekmeleri nedeniyle ailesine destek olma amacıyla 1880’de, Kuzey Buz Denizi’nde balina avı yapan bir Peterhead gemisi olan Hope’ta doktor olarak görev yapmaya başlamıştır. 1881-1882 yılları arasında da Batı Afrika’ya sefer yapan Mayumba adlı buharlı gemiyle benzer bir görevle yola çıktı. Kurnaz ve komplocu Dr. George Turnavine Budd ile Plymouth’da kötü bir ortaklık kurduktan sonra, Southsea’de kendi özel muayenehanesini açtı. Bush Villaları, No:1’de tabelasını astıktan sonra hastalarını beklerken boş zamanının çoğunu yazarak geçirdi. Bu süre içinde ürettiği kısa hikâyelerinin hepsi başarılı olamadı ama Kraliçe Viktor-ya zamanına ait muhteşem hikâyesi “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” gibi bazılarından magazin dergilerinde övgü ile bahsedilmiştir.
1885 Ağustosunda evlendikten sonra Conan Doyle kendi zihni için şunları söylemiştir: “Hızlandı… Hem hayal gücüm hem de anlatımım oldukça gelişti.” Kısa hikâyelerinin yanı sıra roman (“Girdlestone’daki Ortaklık” gibi) yazmayı denedi ama eseri yayınevlerince geri çevrildi. Conan Doyle daha taze, daha sağlam ve daha ustaca bir şeyler yaratabileceğine inanıyordu. Yıllarca okuduğu Fransız yazarlardan Emile Gaboriau’nun yarattığı Polis Dedektifi Monsieur Lecoq ile Poe’nun başarılı dedektif tiplemesi olan C. Auguste Dupin, onun çocukluk kahramanlarından biri olmuştur. Bu şekilde kendi dedektif hikâyelerini nasıl yaratacağını düşünmeye başlamıştı. Conan Doyle hikâyesini şöyle anlatır:
“Eski bir öğretmenim olan Joe Bell’in kartala benzeyen yüzünü, tuhaf davranışlarını ve ayrıntıları yakalamaktaki ürkütücü ustalığını düşündüm. O bir dedektif olsaydı kontrol edemediği plansız olayları kesinlikle bilimle bağdaştırırdı. Bu etkiyi yaratabilir miyim diye düşündüm. Gerçek hayatta mümkünse bilim kurguda neden mümkün olmasın? Bir insanın zeki olduğunu söylemek kolay ama okuyucu örnekleri görmek istiyor; ki bu örnekleri Bell bize her gün koğuşta gösteriyordu. Bu fikir hoşuma gitti. Bu karaktere ne ad vermeliydim? Hâlâ alternatif isimler yazan defter sayfasını saklıyorum. Biri temel sanata karşı isyan ettiğinde karakterlerin isimlerinde kuşkuya düşer ve Bay Sharps ya da Bay Ferrets gibi adları yaratır. Önce Sherringford Holmes’u sonra Sherlock Holmes’u buldum. Kendi yaptığı kahramanlıkları anlatamayacağına göre bu görevi yapacak sıradan bir arkadaşı olmalıydı, gösterdiği yiğitliklerde rolü olan ve onları aktaran kültürlü bir insan yaratmalıydım. Bu görkemli adamın sıkıcı ve sakin bir adı olmalıydı. Watson adı iyiydi. Artık kuklalarım hazırdı ve ‘Kızıl Soruşturma’yı yazmaya başladım.”
Conan Doyle notlarına başvurduğunda Watson’ı “Afganistanlı Ormond Sacker” olarak tasavvur ettiğini açıkladı. Ayrıca “J. Sherringford Holmes”u muhafazakâr, hep uyuyormuş gibi gözüken, filozof, ender bulunan kemanların koleksiyonunu yapan uzman bir dedektif olarak düşündüğünü söyledi. 221B Yukarı Baker Caddesi de Holmes’un görevini yapacağı yer olarak belirlendi.
Conan Doyle, ilk Holmes hikâyesi olan “Kızıl Soruşturma”yı, “Yapabileceğimin en iyisiydi ve büyük umutlarım vardı.” diyerek nitelendirdi. Ret cevapları üst üste geldiğinde çok üzülmüştü. James Payn kitabı övdü ama hem çok uzun hem de çok kısa bulduğunu söyledi; Arrowsmith Yayınevi, eseri okumadan iki ay sonra iade etti; diğerleri ise “koklayıp” sırtlarını döndüler. En sonunda kitabın müsveddesi Ward, Lock & Co’ya gönderildi. Ucuz ama sansasyon yaratan edebî eserlere meraklıydılar ama cevapları şöyle oldu:

Sayın Bayım,
Hikâyenizi okuduk ve beğendik; şu anda (1886) piyasada bol miktarda ucuz bilim kurgu kitapları bulunduğundan bu yıl eserinizi yayımlayamayız; ama bir yıl beklemeyi kabul ederseniz size telif hakkı olarak 25 dolar ödeme yapmaya hazırız.
Sonunda “Kızıl Soruşturma” için bir yuva bulunmuştu. Artık tüm dikkatini Monmouth İsyanı’nı anlatan “Micah Clarke” adlı romanına verebilirdi. Birkaç ret cevabı aldıktan sonra Andrew Lang’in tavsiyesiyle Longmans, romanı yayımlamayı kabul etti. Conan Doyle başka Holmes hikâyeleri yazmayı düşünmemişti ama “Kızıl Soruşturma”nın Amerika’da elde ettiği başarı nedeniyle, “Lippincott’s Magazin”in temsilciliğini yapan J. M. Stoddart, onu, Londra’da bulunan Langham Otelinde yemeğe davet etti. Bu özel gecede masa arkadaşlarından biri de Oscar Wilde idi ve her ikisinden de “Lippincott’s Magazin” için yazı yazmaları istendi. Wilde’ın katkısı “Dorian Gray’in Portresi” olurken Conan Doyle yine Holmes ile yeni bir maceraya atılmaya karar verdi. Bir ay geçmeden günlüğüne şunları yazdı: “Dörtlerin Yemini” bitti ve gönderildi.
Conan Doyle, Sherlock Holmes’u başka bir kitapta kullanmaya niyetlenmemişti ama “Dörtlerin Yemini” ile bu karaktere daha fazla derinlik ve saygınlık katmaya karar verdi. Yarattığı bu karakteri daha fazla okuyucu kitlesine tanıtmak için karşısına bir fırsat çıkmıştı ve bu nedenle daha sofistike bir sunumla ortaya atılması çok önemliydi. Watson “Kızıl Soruşturma” kitabında Sherlock Holmes’un nitelikleri konusunda şu şekilde yorum yapmıştı:

1. Edebiyat bilgisi: sıfır
2. Felsefe bilgisi: sıfır
3. Astronomi bilgisi: sıfır
4. Politika: zayıf
Tüm bunlar “Dörtlerin Yemini”nde değişmektedir çünkü Holmes, Öklit’i kullanarak “Kızıl Soruşturma” ile alay etmekte; Dedektif Athelney Jones’a Goethe’den söz etmekte ve Filozof Winwood Reade’i, Watson’ı eğitmek için öğütlemektedir.
Sherlock Holmes, “Dörtlerin Yemini”nde daha akıllı ve toparlanmış bir karakter olarak karşımıza çıkmakta ve en önemlisi bir gelişme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Bu hikâyede sadece Holmes’u önemli ve yankı yapan biri olarak görmemeliyiz çünkü Dr. Watson karakteri de Conan Doyle’un artan yaratıcılığından nasibini almaktadır. İki ana karakter arasındaki bağ, hikâyede önemli bir unsur olmakta ve ilerleyen arkadaşlıkları, başarının anahtarını oluşturmaktadır. Sisli ve gaz lambalarıyla aydınlatılmış Londra da “Dörtlerin Yemini”nde önemli bir rol oynamaktadır; ancak Sherlock Holmes, her ne kadar bu şehri çok iyi tanısa da o zamanlarda Conan Doyle’un başkente dair bilgisi pek iç açıcı seviyede değildi. 6 Mart 1890’da J. M. Stoddart’a yazdığı bir mektupta bunu itiraf etmişti: “(…) Bu arada benim Londra hakkındaki engin ve eksiksiz bilgim sanırım seni eğlendiriyordur. Hepsini, postaneden aldığım haritadan öğrendim.”
Göz doktoru olmaya karar veren Conan Doyle, 1890 yılının sonunda Southsea’deki muayenehanesini kapatarak eğitim amacıyla Venedik’e gitti. 24 Mart 1891’de Londra’ya döndü. Mesleğini yapabilmek için 2. Yukarı Wimpole Caddesi’ne taşındı (Conan Doyle “Anılar ve Maceralar” kitabında bu adresi Devonshire Place olarak belirtmiştir ancak bu doğru değildir.). Conan Doyle gerçeği söylüyorsa kendisinin hiç hastası olmamıştır. “Düşünmek ve çalışmak için bundan daha iyi bir ortam sağlanabilir mi? Çok ideal bir yerdi çünkü meslek hayatımda çok başarısızdım. Ancak burada edebî alanda kendimi geliştirmek için her türlü koşul mevcuttu.” İşte bu düşünme ve esinlenme döneminde, iyice şekillenmiş olan Sherlock Holmes karakteri ortaya çıkmıştır. Conan Doyle bundan şöyle bahseder:
“O zamanlarda değişik aylık dergiler çıkıyordu ve editörlüğünü Greenhough Smith’in yaptığı ‘The Strand’ bunların arasında en önemlilerinden biri sayılırdı. Tutarsız hikâyelerle dolu olan bu değişik dergileri ele alacak olursak; tek bir karakteri kullanarak bir dizi yaratıp okuyucunun, bu dergilere bağlanmasını sağlayarak dikkatini çekebilirdik; fakat diğer yandan dizi şeklindeki hikâyeler faydadan çok zarar da getirebilirdi çünkü nihayetinde, okuyucunun bir ay dergiyi almaması hâlinde kaçırdığı bölümden dolayı ilgisi azalabilirdi. Bu nedenle orta yol sürekli aynı karakteri kullanmak ama her ay kendi içinde biten hikâyeler yazmaktı. Sanıyorum bunu fark eden ilk ben oldum ve ‘The Strand’ dergisi de bu fikri ilk olarak hayata geçiren dergi oldu. Ana karakterimi düşünürken daha önce iki kitapta kullandığım Sherlock Holmes’un kendini, bana, başarı elde edeceğim kısa hikâyeler için ödünç vereceğine inanıyordum. Daha sonra bekleme odasındaki uzun bekleyişlerle baş başa kaldım.”
O zamanlarda Conan Doyle’un yaratıcılığı, hikâyelerini yazma hızında gizliydi. 3 Nisan 1891’de temsilcisi A. P. Watt’a “Bohemya’da Skandal”ı gönderdi; 10 Nisanda “Bir Kimlik Vakası” tamamlandı; 20 Nisanda “Kızıl Saçlılar Kulübü” gönderildi; bir hafta sonra 27 Nisanda “Boscombe Vadisi Gizemi” ortaya çıktı. Gribe yakalanmasaydı ilk beş hikâyesi bir ay içinde piyasaya sürülürdü ancak “Beş Portakal Çekirdeği” 18 Mayıs’ta yayımlanabildi. Yeri yerinden oynatan bu hikâyelerin çok kısa bir sürede yazılmaları oldukça etkileyicidir. “Bohemya’da Skandal” adlı eseri 1891 yılının Temmuz ayında “The Strand” dergisinde yayımlandı ve o zamanlar hiç kimse fark etmese de Holmes’un, Conan Doyle’un ve derginin ünlenmesi garantilenmişti.
Artık her evde Conan Doyle’dan söz ediliyordu ancak o, tarihî kitaplar yazarak daha fazla beğeni toplamak istiyordu. Ekim 1891’de “Beyaz Şirket” yayımlanmış ve hemen ardından 1892’de Nisandan Hazirana kadar yazdığı Napolyon’la ilgili ilk kitap “Büyük Gölge” çıkmıştı. “The Strand” ise daha fazla Sherlock Holmes hikâyesi istiyordu; çünkü ilk seriyi halk çok beğenmişti ve dergi iyi para kazanıyordu. Buna rağmen Conan Doyle, Holmes ile uğraşmak istemiyordu ve 1891 Kasımında “Mavi Yakut” biter bitmez annesine şu mektubu yazdı:

Sherlock Holmes hikâyelerinin yeni serisi için beş tane daha hikâye yazdım. İlk serinin standartlarında olduklarını düşünüyorum ve toplam on iki hikâyenin iyi bir kitap olacağına inanıyorum ancak altıncı hikâyede Holmes’u katledip sonsuza kadar işini bitirmeyi düşünüyorum. Daha iyi şeyleri düşünmeme engel oluyor.
Annesi onun bu fikrine karşı geldi ve hakkında yazması için bir konu buldu. Bunun sonucunda “Bakır Sahiller” ortaya çıktı. Aslında sadece idam cezasını erteleme ve bir rahatlama vardı ortada ancak cezayı ertelemek geçiciydi…
Şubat 1892’de “The Strand” dergisi Conan Doyle’dan yine Holmes hikâyeleri istedi ama o “Mülteciler” adlı tarihî kitabı üzerinde çalışıyordu. Başka hikâyeler üretmeye pek niyetli değildi çünkü kısa dedektif hikâyeleri için ilginç konular bulmak, bir roman yazmak kadar zaman alıcı bir şeydi. “Anılar ve Maceralar” kitabında şu açıklama yer alıyordu:

Holmes hikâyelerini yazmaktaki zorluk, uzun bir roman için gerekli olan açık seçik ve orijinal bir konu bulmakla aynıdır. İncelmeye ya da tamamen kopmaya eğilimlidir.
“The Strand”in son isteğinden nasıl kaçınacağını düşündü ve onları vazgeçirmek için yeni yazılacak olan seri için 1.000 pound istemeye karar verdi (İlk serideki her hikâye için otuz sent ve ikinci serideki her hikâye için elli sent almıştı.) “The Strand” hiç tereddüt etmeden şartlarını kabul etti. Böylece Conan’ın planı suya düştü. Artık mecburen yeni hikâyeler için farklı konular düşünmek zorundaydı. Bunun sonucunda “Sherlock Holmes’un Anıları” ortaya çıkacaktı.
Anıların son hikâyesi tamamlandığında Holmes’u öldürme planını gerçekleştirmek gerekiyordu. “The Strand” okuyucuları için 1893 Noel’i çok üzücü geçecekti. Derginin Aralık sayısında “Son Sorun” yayımlandı ve “Sherlock Holmes’un Ölümü” alt yazısıyla Reichenbach Şelalesi’nde Sidney Paget’ın resmettiği Holmes ve Profesör Moriarity’nin dövüşü tasvir edildi. Bu, okuyucular üzerinde o kadar derin bir acı yaratmıştı ki erkeklerin yas tuttuklarını göstermek için ipek şapkalarının üzerini kâğıtla kapladıkları söylenir. Çok sinirli bir okuyucu, Conan Doyle’a “Hayvan!” diye hakaret etmiştir. 1891’de kurulan “The Strand”in sahibi George Newnes, Holmes’un ölümünü “Çok korkunç bir olay!” diye belirtmiştir. Böyle söylemesi çok doğaldı çünkü Sherlock Holmes’un başarısı “The Strand”i çok etkilemişti. Geleceğin neler getireceğini kim bilebilirdi? Bu ölümün, Kraliçe Viktorya’nın bile çok hoşuna gitmediği söylenir.
Görünürde Conan Doyle hiç pişman olmamıştı. 15 Aralık 1900’de “Tit-Bits” adlı dergi, Doyle’un şu sözlerini yayımladı: “Sherlock’u öldürmek için izlediğim yoldan hiç pişmanlık duymadım. Onun ölmüş olması bir daha onun hakkında yazmayacağım anlamına gelmemelidir çünkü eğer ben istersem onun geride bıraktığı notları değerlendirebilirim!” Birkaç ay sonra Conan Doyle, genç bir gazeteci arkadaşı Bertram Fletcher Robinson ile Norfolk’ta golf oynuyordu. Oyun esnasında sohbet ederlerken Robinson, çok vahşi siyah bir köpeğin kırlık alanda hortladığını anlatan bir efsaneden söz etti. Bu hikâye Conan Doyle’un hayal gücünü harekete geçirdi ve her ikisi de ileride adı “Baskerville’lerin Tazısı” olacak kitabın üzerinde birlikte çalışmaya başladılar. İlk başlarda Conan Doyle hikâyeyi “çok ürkütücü” olarak tanımlasa da ileride bir Sherlock Holmes hikâyesine dönüşeceğinden hiç söz etmedi; ancak Doyle, Holmes karakterinin ne kadar beğenildiğini biliyordu ve bu fırsatı kullanarak “The Strand” dergisinin editörünün önüne farklı şartlarla çıktı: “Sadece sizden değil diğer dergilerden de aynı ücreti almaktaydım. Artık belli ki bu çok daha özel bir durum ve anladığım kadarıyla Holmes’un tekrar dirilişi çok ilgi çekecektir. Diyelim ki yöneticilere Holmes olmadan eski ücretimi ya da Holmes ile yüz pound daha fazlasını istiyorum desem hangisini seçerler? Holmes’a şu anda Amerika’da çok ilgi gösteriliyor.”
25 Mayıs’tan önce “Tit-Bits” şunları yazıyordu:

Conan Doyle, “The Strand” için çok önemli bir hikâye yazacak ve bu hikâyenin ana karakteri Sherlock Holmes olacak… 30.000 ile 50.000 kelime arasında bir dizi şeklinde yayımlanacak ve konusu öncekilere göre çok daha ilginç ve çarpıcı olacak.
Olayların devamının bir tarih niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. “Baskerville’lerin Tazısı” önüne geçilemez bir başarı elde etti ve “The Strand” kendi tarihinde bir ilke imza atarak bu kitabın 7. baskısını yayımladı. Hikâyeyi -Amerikan baskısı da ilave edilecek olursa-200.000 adet bastı. Amerika’da kitap hâlinde yayımlandığında on gün içinde 50.000 adet satıldı.
“Baskerville’lerin Tazısı”nın başarısı Holmes’un yeniden dirilişi için önünü açtı ve Atlantik’in öbür tarafında bulunan Amerika çok yüksek miktarda para teklifinde bulundu: Altı hikâye için 25.000 dolar, sekiz hikâye için 30.000 dolar ve on üç hikâye için 45.000 dolar. Kararını veren Conan Doyle, Holmes karakterinin bütünlüğünü asla bozmayacaktı. “İyi bir konusu olmazsa bir Holmes hikâyesi yazmam.” dedi ve devam etti: “Aklımı zorlayacak bir mesele olmalı çünkü başkasının işe karıştırılmaması gerekir.” Yeni seri için hikâyeler tamamlanmıştı ancak Conan Doyle başka konular bulmakta zorlanıyordu. “The Strand”te Greenhough Smith’e “hikâyelere devam etmekte yoğun bir isteksizlik yaşadığını” söyledi. “Hepsinde benzerlik var.” dedi ancak büyük bir azimle devam ederek konuları buldu ve on üç hikâye daha yazabildi. Hepsi de “Sherlock Holmes’un Dönüşü” adlı kitapta toplandı.
Bu tarihten sonra Doyle, daha az kitap yazdı ve dedektifin bir sonraki kitabı olan “Korku Vadisi” 1915’te piyasaya sürüldü. 1917’de “Son Selam” için yeterince hikâye birikmişti ve “Sherlock Holmes’un Dava Kitabı” 1927’de tamamlanmıştı. Holmes’un tüm maceraları dört roman ve elli altı kısa hikâyede toplanmıştı. Bunlar, Conan Doyle’un en iyi eserleri olarak görülmektedir.
Sherlock Holmes’un hikâyelerinin ilk kez yayımlandığında nasıl bir etki yaratacağını kestirmek neredeyse olanaksızdı. Aslında bu dedektiflik hikâyelerini Conan Doyle yaratmadı; bu onur, Edgar Allan Poe’ya aittir. Fakat olağanüstü buluşları, hikâyelerindeki yaratıcılık ve halkın bu polisiyelere gösterdiği ilgi açısından ele alındığında bu, tek başına elde ettiği bir başarıdır. “The Strand”teki Holmes hikâyelerinin başarısı ve halkın da aynı tür eserleri okuma isteği, diğer dergilerin, Holmes’a rakip bir bilim kurgu karakterini ortaya çıkarmaları gerektiği anlamına gelmekteydi. Birçok kadın dedektif, bilimsel dedektif, kaba ve basit dedektif, kör dedektif, komik dedektif ve ruhani dedektif karakterinin ortaya çıkmasına rağmen yalnızca tek bir Holmes vardı ve birçoğu kendi alanlarında iyi olmalarına karşın bu imitasyonlar asla “aslına” bir rakip olamazlardı. 1891 yılına kadar sakin akan sular bu tarihten sonra coşkuyla akmaya başladı ve bu akıntıya kapılan polisiye romanlar birçok ismin su yüzüne çıkmasına neden oldu ki şimdi sayacağım adların hepsinin ve aynı zamanda sayamadığım diğerlerinin Arthur Conan Doyle’a minnet borcu bulunmaktadır: G. K. Chesterton, Agatha Christie, Dorothy L. Sayers, Raymond Chandler, John Dickson Carr, Dashiell Hammett, Erle Stanley Gardner, Ellery Quenn, John D. MacDonald, Mickey Spillane, Robert B. Parker, Rex Stout, Ross Macdonald, P. D. James, Colin Dexter, Elizabeth George.
Dedektifin arkadaşı söz konusu olduğunda bu borç daha da derinleşmektedir; bu nedenle Watson adı âdeta İngilizcede “ana karakterin arkadaşı” ya da “en iyi arkadaşı” kelimeleriyle eş anlamlı olarak düşünülebilir. Conan Doyle, Edgar Allan Poe’ya olan borcunu itiraf etmekte gecikmedi. Doyle’un, Holmes hikâyelerinde, Poe’nun üç hikâyesindeki Dedektif C. Auguste Dupin’dan çok fazla alıntı yaptığı aşikârdı; sevecen arkadaş ve tarihçi, acemi memur, tuhaf ve abartılı suçlar, dedektifin kolayca bulabilmesi için önüne serilen kanıtlar ve açıklama gerektiren sonuçlar gibi. Ancak Poe’nun Watson’ı isim konmayacak kadar önemsizken Conan Doyle, Watson’ının canlı ve gerçekçi olması gerektiğinin önemini anlamakta gecikmedi ve inceleyen, not alan, her şeyi aksettiren, ihtiyaç durumunda asistanlık yapan, en önemlisi okuyucunun aklına gelebilecek soruları sormasını bilen bir kişilik yarattı. Böyle bir karakteri canlı hâle getirmek kolay değildir. Bu onuru Conan Doyle’a vermek gerekir çünkü Holmes’u olduğu kadar Watson’ı da hatırlanmaya değer bir karakter hâline getirmiştir. Watson, herkes tarafından halktan biri gibi görüldü. Ana karakter Sherlock Holmes olabilir ancak Watson daha çok sevilmektedir. Holmes’un öğrencisi Vincent Starrett oldukça iyi bir tespitte bulunmuştu: Issız bir adaya düşseler Watson daha az yorucu olurdu. Dedektif-arkadaş ilişkilerinin aslını araştıracak olursak Holmes-Watson ilişkisine dek inebiliriz; Agatha Christie kendi yarattığı Hercule Poirot’yu bile bunu düşünerek yazdığını itiraf etti. “ACD”de Conan Doyle’dan -ve tabii ki Watson’dan- övgü ile bahsetmiştir. 1963 yılında, “Ölüm Saatleri” adlı romanında değişik bilim kurgu dedektiflerinden söz ederken raftan bir Holmes hikâyesi indirir:

“Sherlock Holmes’un Maceraları” dedi sevgiyle hatta saygıyla diğer kelimeyi bile söyledi: “Maître!”
“Sherlock Holmes mu?” diye sordum.
“Ah, non, non, Sherlock Holmes değil! Ben yazar Sör Conan Doyle’u selamlıyorum. Sherlock Holmes’un hikâyeleri gerçekte zorla yazılmış, aldatmalarla dolu ve çok yapmacıktır ama yazma sanatı… Ah işte o zaman her şey değişir! Dilin verdiği mutluluk ve o muhteşem karakter Dr. Watson’ın yaratılması bambaşka bir şeydir. Ah, işte o gerçek başarıdır!”
Bu pasajda Christie, Holmes’un hikâyelerinde başka bir şeye daha parmak basmaktadır: “Dilin verdiği mutluluk.” 1930’da Arthur Conan Doyle’un ölümünden sonra “The Strand”in editörü Greenhough Smith, Holmes’un hikâyeleriyle ilk karşılaştığı zamanki izlenimlerini anlattı:
“İyi yazarlar çok ender bulunurdu ve bu editör, kötü yazılarla yorulup güçlükle ilerlemeye çalışırken âdeta Tanrı tarafından cennetten bir hediyenin gönderildiğine inanmıştı. Bu bezgin editörün ümitsiz hayatına nihayet mutluluk girmişti. Artık karşısında yeni ve hünerli bir yazar vardı; konular tüm açıklığıyla yazılıyor, stildeki duruluk ile mükemmel bir hikâye ortaya çıkıyordu.”
Holmes ve Watson karakterlerinin yanı sıra, Holmes hikâyelerinin sürekli bir okuyucu kitlesinin olmasının nedeni şudur: Kaç kez okunursa okunsunlar hep taze ve heyecanlı kalıyorlar, renkli karakterlere sahipler, açık yüreklilikle birdenbire değişen konulara rastlanıyor; ayrıca ani ve ürkütücü karanlıklar ve öbür dünyayı hissettirmeleri de hikâyeleri ilginç kılıyor. Ayrıca 221B Baker Caddesi’nin bilindik oturma odasında her zaman yanan şömine ve gaz lambası, pencereden bakıldığında görülen sis ve Holmes ile Watson’ın koltuklarında oturup müşteri beklemeleri okuyucunun güvenini sağlamaktadır. Biliyoruz ki davaları ne kadar saçma ve kötü ya da olaylar ne kadar ürkütücü olursa olsun, her şey sonunda düzelecektir. Yüz yirmi yıldır bu rahatlatıcı sona dayandık ve bir yüz yirmi yıl daha dayanacağımıza inanıyorum. Sherlock Holmes ve Dr. John Watson değişen yıllarda sabit birer noktadır. Kitaplarında 1895 yılında yaşıyor olmalarına rağmen daha çok yaşayacaklar ve insanlar kitaplarını zevkle okumaya devam edecekler.
Christopher ve Barbara Roden
Christopher ve Barbara Roden birer Sherlock hayranıdırlar ve New York’taki Baker Caddesi Aykırıları ve aynı zamanda dünyanın değişik yerlerinde Sherlock Kulüplerine üyedirler. Christopher, Oxford Sherlock Holmes serisi için iki kitap düzenlemiştir ve her ikisi de Sherlock Holmes ve Sör Arthur Conan Doyle için birçok yazı yazmışlardır. Koleksiyonlarında bulunan Conan Doyle’un bilim kurgusu “Kutup Yıldızı’nın Kaptanı” Ash-Tree yayınevi tarafından basılmıştır.

Gümüş Şimşek
“Korkarım gitmek zorundayım Watson.” dedi Holmes bir sabah kahvaltı masasına otururken.
“Gitmek mi? Nereye?”
“Dartmoor’a, King’s Pyland’e.”
Buna hiç şaşırmamıştım. İngiltere’nin her yerinde konuşulan bu ilginç davada neden daha önce yer almadığına hayret ediyordum zaten. Arkadaşım, tüm gün boyunca çenesini göğsüne doğru eğmiş, kaşları çatık hâlde odada boyuna dolaşıp durmuş, piposunu en ağır siyah tütünü ile üst üste doldurmuştu. Söylediklerime ve sorduğum sorulara tamamen kulaklarını tıkamıştı. Gazeteci, bütün gazetelerin yeni baskılarını göndermişti ama Holmes hepsine şöyle bir göz attıktan sonra onları odanın bir köşesine fırlatmıştı. Çok sessiz olmasına rağmen aklından nelerin geçtiğini çok iyi biliyordum. Analiz konusundaki yeteneklerine meydan okuyacak tek bir dava konuşuluyordu halk arasında ve o da Wessex Kupası’nı kazanmasına kesin gözüyle bakılan en gözde atın, esrarengiz bir biçimde kaçırılışı ve seyisinin trajik ölümüydü. Bu dramın yaşandığı bölgeye gitme niyetini ansızın açıkladığında beklediğim ve ümit ettiğim şey gerçekleşmiş oldu.
“Eğer sana ayak bağı olmayacaksam seninle gelmeyi çok arzularım.” dedim.
“Sevgili Watson, benimle gelerek bana çok büyük bir iyilik yapmış olursun. Zamanımızı boşa harcamayacağımıza inanıyorum çünkü bazı noktalar bu davayı oldukça ilginç kılıyor. Sanıyorum acele edersek Paddington’daki treni yakalayabiliriz ve ben de olayın ayrıntılarını sana yolda anlatırım. Eğer çift mercekli dürbünlerini getirirsen çok memnun olurum.”
Ve böylece yaklaşık bir saat sonra, Exeter’a giden birinci sınıf kompartımanların birinde buldum kendimi. Kulaklıklı kasketi, dikkatli ve hevesli görünen yüzüyle Sherlock Holmes, Paddington’dan satın aldığı çok sayıda yeni baskı gazeteye iyice dalmıştı. Reading’i epey geçmiştik ki son gazetesini koltuğun altına sıkıştırarak bana bir puro uzattı.
“Epey yol aldık.” dedi pencereden dışarı baktıktan sonra saatine göz atarak. “Şu anki hızımız saatte elli üç buçuk mil.”
“Çeyrek milleri belirten tabelaları görmemişim.” dedim.
“Ben de görmedim. Bu bölgedeki telgraf direklerinin aralıkları altmış yarda ve sonrasını hesaplamak pek de zor değil… John Straker cinayeti ve Gümüş Şimşek’in kayboluşu hakkında bilgin olduğunu tahmin ediyorum.”
“ ‘Telegraph’ ve ‘Chronicle’ın yazdıklarını okudum.”
“Bu öyle bir olay ki Watson, yapılması gereken şey, yeni delil bulmaktan çok eskileri ayıklamak olacak. Cinayetin benzersizliği ve etkilediği insan sayısının çok fazla oluşu yüzünden sayısız tahmin ve hipotez üretilmiş. Karşılaşacağımız ve üstesinden gelmemiz gereken sorun, mutlak ve inkâr olunamaz gerçeklerin, kuramcılar ve gazeteciler tarafından süslenmesidir. Sağlam bir temeli saptadıktan sonra çıkacak sonuçları harmanlayıp gizemin önemli noktalarının üzerinde durmak gerekir. Salı akşamı hem atın sahibi Albay Ross hem de davayla ilgilenen ve benimle iş birliği yapmak isteyen Müfettiş Gregory’den telgraf aldım.”
“Salı akşamı mı?” diye bağırdım. “Bugün perşembe! Neden dün gitmedin?”
“Çünkü yanıldım sevgili Watson, beni sadece senin yazdığın hikâyelerden tanıyanları şaşırtacak belki ama oldukça sık yaptığım bir hatadır… Doğrusunu istersen Dartmoor’un kuzeyi gibi çok az insanın ikamet ettiği bir yerde, İngiltere’nin en muhteşem atının saklı kalacağını düşünmemiştim. Dün, her geçen saatte, atın bulunduğuna dair bir haber almayı bekledim ve kaçıran kişinin aynı zamanda John Straker’ın katili olduğunu duyacağımı umdum; ancak sabah olduğunda genç Fitzroy Simpson’ın tutukluluğu dışında hiçbir gelişme olmadığını duyunca benim bu işte aktif rol almam gerektiğini anladım. Yalnız bazı bakımlardan dünün pek de boşa harcanmadığı kanaatindeyim.”
“O hâlde bir teori oluşturdun bile.”
“En azından olayın en önemli bulgularını yakaladım. Bunları sana tek tek sıralayacağım çünkü başka birine anlatmak, olayları aydınlatmak için en iyi yoldur ve ayrıca sana en başından anlatmazsam yardımını da bekleyemem.”
Puromu tüttürerek minderlere iyice yaslandım. Bu gezimize sebep olan olayları bir bir açıklarken Holmes uzun, ince işaret parmağı ile sol avcunun içine vuruyordu.
“Gümüş Şimşek…” diye başladı. “Somomy ırkındandır ve ünlü atası kadar mükemmel bir sicili vardır. Şu an beş yaşında ve şanslı sahibi Albay Ross’a sürekli ödül kazandırmış. Bu felaket yaşanmadan önce, bire üç bahisle Wessex Kupası’nı kazanmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Yarışlara meraklı halk için gözde bir attı ve ona yatırılan büyük miktarlardaki para kimseyi hayal kırıklığına uğratmamıştır. Bu nedenle gelecek salı günü olacak yarışta onu engellemek isteyen birçok kişinin olması doğaldır.
Bu olay, albayın ahırı olan King’s Pyland’de gerçekleşmiş. Favori atı korumak için her türlü önlem alınmıştı. Seyisi John Straker tartıda ağır çekene kadar albayın atlarına binmiş eski bir jokeydir. Beş yıl albayın jokeyliğini yapmış, yedi yıldır da seyisi olarak görev yapıyormuş ve her zaman gayretli, dürüst bir çalışan olarak ön plana çıkmış. Ahırda onunla beraber sadece üç çocuk çalışıyordu çünkü topu topu dört at olduğundan küçük bir ahır vardı. Her akşam bu çocuklardan biri ahırda nöbet tutarken diğerleri samanlıkta uyurlardı. Üçünün de çok iyi karakteri vardı zaten. John Straker evliydi ve ahırların yaklaşık iki yüz yarda uzağında ufak bir villada yaşıyordu. Çocuğu yoktu, bir hizmetçisi vardı ve maddi sorunu bulunmuyordu. Etraf çok ıssız ama yaklaşık yarım mil kuzeyinde birkaç villa bulunuyor. Tavistock’lu bir müteahhit buraları, sakatlar ve Dartmoor’un temiz havasından faydalanmak isteyenler için inşa etmiş. Tavistock iki mil batıya uzanıyor; fundalık boyunca ki o da yaklaşık iki mil kadar uzunlukta. Bu yerde, Silas Brown tarafından idare edilen, Lord Backwater’a ait Mapleton ahırları bulunuyor. Diğer yönlere uzanan fundalık tamamen el değmemiş bölgeler ve sadece birkaç gezginci Çingene’den başka hiçbir canlıya rastlanmıyor. İşte geçen pazartesi günkü felakete kadar durum buydu.
O gece her zamanki gibi atlara egzersizlerini yaptırdılar, sonra suları verildi ve saat dokuzda ahırlarına kilitlendiler. Çalışanlardan ikisi, seyisin evine giderek mutfakta akşam yemeğini yediler ama üçüncüsü, Ned Hunter, nöbetçi kaldı. Dokuzu birkaç dakika geçe Hizmetçi Edith Baxter, baharatlı koyun pirzolasından oluşan akşam yemeğini ahırlara götürdü. Ahırda çeşme vardı ve kural olarak nöbetteyken içki içmeleri yasak olduğundan yemeğin yanında herhangi bir içecek götürmemişti. Hava çok karanlıktı ve yol fundalığın içinden geçtiği için hizmetçi fener ile gitmişti.
Edith Baxter ahırlara yaklaşık otuz yarda yaklaştığında karanlıkta aniden bir adam çıktı karşısına ve ona durmasını söyledi. Fenerin yaydığı sarı ışığın önüne geldiğinde gri, tüvit bir takım giymiş ve kumaş bir kasket takmış, centilmen görünümlü bir erkek gördü. Tozluk giymiş ve tokmaklı bir bastonu varmış. ancak adamın yüzünün solukluğu ve tedirgin davranışları hizmetçinin dikkatini çekmişti. Yaşının otuzun biraz üstünde olduğunu düşünüyor.
‘Nerede olduğumu öğrenebilir miyim?’ diye sormuş adam. ‘Sizin fenerinizin ışığını görene kadar fundalıkta uyumaya karar vermiştim.’
‘King’s Pyland ahırlarına yakın bir yerdesiniz.’ demiş hizmetçi.
‘Oh, elbette! Ne kadar şanslıyım!’ diye bağırmış. ‘Sanıyorum seyis yamağı orada her gece tek başına uyuyor. Elinizdeki yemeği ona götürüyorsunuz herhâlde. Eminim yeni bir elbise parası kazanmak için fazla gurur yapmazsınız, değil mi?’ Yelek cebinden katlanmış, beyaz bir kâğıt parçası çıkarmış ve ‘Bu elimdekini bu gece o çocuğa verirsen paranın satın alabileceği en güzel elbiseye sahip olacaksın.’ demiş.
Hizmetçi, adamın samimi tavırlarından çekinmişti ve her zaman yemekleri uzattığı pencereye doğru koştu. Pencere açıktı ve Hunter da içeride küçük bir masada oturuyordu. Olanları anlatmaya başlamıştı ki yabancı yanlarına geldi.
‘İyi akşamlar!’ dedi adam pencereden içeri bakarak. ‘Sizinle konuşmak istiyordum.’ Adam konuşurken yumruk yaptığı elinde ufak, kâğıda sarılmış bir paket gördüğüne yemin ediyor kızcağız.
‘Burada ne arıyorsunuz?’ diye sordu seyis yamağı.
‘Ceplerinizi parayla doldurabilecek bir iş için geldim.’ dedi. ‘Wessex Kupası için iki atınız yarışıyor: Gümüş Şimşek ve Bayard. Bana doğru tüyoları verirseniz hiçbir şey kaybetmezsiniz. Son iki yüz metrelik mesafede Bayard’ın diğerinin önüne geçeceği ve ahırdakilerin ona para yatırdığı doğru mu?’
‘Demek sen o lanet simsarlardan birisin!’ diye bağırdı seyis yamağı. ‘King’s Pyland’de sizin gibilere nasıl davranıldığını göstereceğim şimdi!’ Derhâl ahırın karşı tarafına koşarak köpeği serbest bırakmak niyetindeydi. Hizmetçi kız hemen eve doğru koşmaya başladı ama koşarken arkasına dönüp baktığında adamın hâlâ pencereden içeri doğru sarktığını fark etti. Bir dakika sonra Hunter köpekle koştura koştura geldiğinde adam yok olmuştu ve her tarafı aramasına rağmen ona ait bir iz bulamamıştı.”
“Bir dakika!” dedim. “Seyis yamağı köpekle dışarı koştuğunda arkasından kapıyı açık mı bırakmıştı?”
“Harikasın Watson, harika!” diye mırıldandı arkadaşım. “Bu önemli nokta o kadar dikkatimi çekti ki öğrenmek için hemen Dartmoor’a bir telgraf çektim dün. Çocuk, ayrılmadan önce kapıyı kilitlemiş. Bu arada pencere adamın geçebileceği büyüklükte de değilmiş.
Hunter arkadaşlarının dönmesini beklemiş ve sonra da seyise olanları anlatan bir not göndermiş. Gerçekten durumun önemini kavrayamamasına rağmen Straker, olanları öğrenince heyecanlanmış. Zaman geçtikçe huzursuzlanmış ve Bayan Straker gecenin birinde uyandığında onu giyinirken bulmuş. Ne yaptığını soran eşine atlar için endişe ettiğini, bu yüzden uyuyamadığını ve ahırlara gidip her şeyin yolunda olup olmadığına bakacağını söylemiş. Yağmur damlalarının pencereye vurduğunu duyunca kocasının evde kalmasını istemiş ama adam, eşinin tüm yalvarmalarına rağmen yağmurluğunu giyip evden ayrılmış.
Bayan Straker sabah yedide uyandığında kocasının henüz dönmediğini görmüş. Aceleyle giyinip hizmetçiyi çağırmış ve doğruca ahırların yolunu tutmuş. Kapı açıkmış ve tamamen baygın vaziyette olan Hunter, bir sandalyenin üzerinde oturuyormuş. Atın harası boşmuş ve seyisten de eser yokmuş.
Hayvanların ahırı üstündeki samanlıkta uyuyan iki delikanlı hemen uyandırılmış. Gece boyunca hiçbir şey duymamışlar; çünkü çok derin uykuları varmış. Hunter çok güçlü bir uyuşturucunun etkisindeymiş ve ne yapsalar işe yaramayacağından kendiliğinden uyanıncaya kadar beklemeye karar vermişler. Diğer taraftan iki kadın ile iki delikanlı kayıpları aramak için koşuşturmuşlar. Seyisin atları, erken saatte egzersiz yaptırmak için çıkardığı konusunda hâlâ az da olsa bir ümitleri varmış ama evin yakınlarındaki tepeciğe çıktıklarında -ki buradaki komşu fundalıkların hepsi görüş alanlarındaydı- kayıp ata ait bir iz bulamadıkları gibi bir trajedinin eşiğinde olduklarını sezinlemişler.
Ahırlardan yaklaşık çeyrek mil uzaklıkta John Straker’ın paltosunun, katırtırnağına benzer bir çalıya asılı olduğunu görmüşler. Fundalığın biraz ilerisinde, boş arazide çukur bir alan varmış ve bunun dibinde talihsiz seyisin cesedini bulmuşlar. Ağır bir silahla kafası paramparça edilmiş ve baldırında, çok keskin bir aletle açılmış uzunlamasına bir yaraya rastlanmış. ancak Straker’ın vahşi saldırganlarına karşı kendini savunduğunu biliyoruz. çünkü sağ elinde, sapına kadar kanla kaplı küçük bir bıçak varmış ve sol eliyle siyah-kırmızı renkte ipek bir kravatı sıkıca tutuyormuş. Hizmetçi, bunu, önceki gece ahıra gelen yabancının üstünde gördüğünü söylemiş.
Hunter kendine geldiğinde kravatın o adama ait olduğunu doğrulamış. Pencerede duran aynı yabancının koyun pirzolasına uyku ilacı kattığını ve böylece ahırın başında duran bekçilerinden kurtulduğunu ileri sürdü.
Kayıp ata gelince… Çamurdaki izlere bakılırsa boğuşma sırasında o da o çukur alandaymış. Bunu gösteren bir sürü delil var. Büyük bir ödülün konmasına ve Dartmoor’daki tüm Çingenelerin tetikte olmasına rağmen kaybolduğu sabahtan beri hiç haber alınamadı. Son olarak seyis yamağının bıraktığı akşam yemeği üzerinde yapılan incelemelerde çok miktarda toz hâlinde afyona rastlandığını ve ayrıca aynı yemekten yiyen ev halkında hiçbir yan etkinin olmadığını da söylemek gerekir.
Sana, davanın ana unsurlarını, ipuçlarını anlatmadan tüm çıplaklığı ile gözlerinin önüne sermeye çalıştım. Şimdi de bu davada polisin yaptıklarını özetleyeceğim.
Davaya bakan Müfettiş Gregory, işinin ehli olan bir memurdur. Biraz hayal gücüne sahip olsaydı mesleğinde oldukça yükselebilirdi. Doğal olarak buraya ulaşır ulaşmaz tüm şüpheleri üzerine çeken adamı buldu ve tutukladı. Onu bulmakta zorlanmadılar çünkü daha önce bahsettiğim o villalarda oturuyormuş. Adı Fitzroy Simpson’mış. İyi bir aileye ve eğitime sahipmiş. Büyük bir serveti at yarışlarında kaybetmiş ve şu an Londra’nın spor kulüplerinde bültenler hazırlayarak sessiz sakin geçimini sağlıyor. Bahis kayıtlarına bakıldığında favoriye karşı beş bin sterlin yatırdığı görülmüş.
Tutuklandığında King’s Pyland’in atları hakkında bilgi almak için Dartmoor’a gittiğini ve Silas Brown idaresindeki Mapleton ahırlarında bulunan ve ikinci gelmesi beklenen at hakkında bir şeyler öğrenmeyi ümit ettiğini itiraf etmiş. Geçen geceki davranışlarını inkâr etmeye kalkışmamış ve kötü bir niyeti olmadığını, sadece birinci elden bilgi almak için çabaladığını söylemiş. Kravatını gösterdiklerinde ise bembeyaz kesilmiş ve cesedin elinde bulunmasına hiçbir açıklama getirememiş. Islak kıyafetlerinin, onun bir önceki gece yağmurda dışarıda olduğunu gösterdiği ve Penang tarzı kurşun kaplama bastonunun da seyisin aldığı şiddetli darbelerin kaynağı olabilecek cinsten olduğu çok açık.
Ancak diğer taraftan, vücudunun hiçbir yerinde darp izi görülmemiş. Kaldı ki Straker’ın elindeki bıçağı düşünecek olursak saldırgan mutlaka yara almış olmalıydı. Evet, her şeyi kısaca anlattım Watson ve olayı bir nebze olsun aydınlatabilirsen sana sonsuz minnettarlık duyacağım.”
Holmes’un her zamanki berraklığı ile olayı anlatışını büyük bir ilgiyle dinledim. Olanların çoğundan haberdar olmama rağmen aralarındaki bağlantıyı yeteri derecede kuramıyordum.
“Straker’ın yarasına, boğuşma sırasında kendi bıçağının sebep olduğu ve kafasını yaralamış olabileceği ihtimali var mı?” dedim.
“Öyle olma ihtimali yüksek tabii!” dedi Holmes. “Böylece sanığın lehine olacak bir noktayı göz ardı edebiliriz.”
“Ancak ne var ki polisin teorisinin ne olabileceğini tahmin edemiyorum.”
“Bizim sunabileceğimiz teoriye çok ciddi bir şekilde itiraz edebilirler.” diye karşılık verdi arkadaşım. “Anladığım kadarıyla polis, bu Fitzroy Simpson denen adamın, çocuğu uyutup anahtarlarının yedeklerini elde ettiğine ve ahır kapısını açıp atı kaçırmak amacıyla aldığına inanıyor. Atın dizginleri kayıp. Bir ihtimal Simpson atı dizginledi, sonra da kapıyı açık bırakarak onu fundalıktan geçirirken seyisle karşılaştı. Doğal olarak aralarında hır çıktı. Simpson ağır bastonuyla seyisin kafasını patlattı ama Straker’ın, kendisini korumak amacıyla çıkardığı küçük bıçaktan şans eseri hiç darbe almadı ve böylece hırsız, atı ya gizli bir yere götürdü ya da at şu an boş boş geziniyor. Polise göre durum böyle ama diğer bütün açıklamalar da en az bunun kadar imkânsız bence. Her neyse, oraya gider gitmez her şeyi olay yerinde inceleyeceğim. O zamana kadar bir ilerleme kaydetmemiz mümkün görünmüyor.”
Küçük bir kasaba olan Tavistock’a ulaştığımızda akşam olmuştu. Bu yer, geniş alanlara sahip Dartmoor’un tam ortasında bir kalkanın topuzu gibi duruyordu. İstasyonda bizi iki beyefendi bekliyordu. Biri, aslan yelesi gibi saçları ve delici mavi gözleriyle uzun boylu, sarışın bir adam; diğeri de redingotlu ve tozluklu, kısa favorili, gözlüklü, kısa boylu, kıpır kıpır bir adamdı. İlki iyi tanınmış bir centilmen olan Albay Ross, diğeri ise İngiliz dedektiflik servisinde hızla ünlenen Müfettiş Gregory idi.
“Geldiğiniz için çok memnun oldum, Bay Holmes.” dedi albay. “Müfettiş yapılabilecek her şeyi yaptı ama zavallı Straker’ın intikamının alınmasını ve atıma tekrar kavuşmak için her taşın altına bakılmasını istiyorum.”
“Yeni gelişmeler oldu mu?” diye sordu Holmes.
“Maalesef pek fazla ilerleme kaydedemediğimi söylemek zorundayım.” dedi müfettiş. “Dışarıda üstü açık arabamız bekliyor ve şüphesiz hava kararmadan orayı görmek isteyeceğiniz için yolda giderken konuşabiliriz.”
Bir dakika sonra hepimiz konforlu landoya binmiştik. eski, gizemli Devonshire şehrinin sokaklarında ilerliyorduk. Dava konusunda oldukça bilgili olan Müfettiş Gregory, bize gerekenleri aktarırken Holmes ara sıra bir soru ya da nida ile araya giriyordu. Albay Ross ise arkasına yaslanmış, kollarını kavuşturmuş ve şapkasını gözlerinin önüne çekmişti. Ben de tüm dikkatimi vererek iki dedektifin karşılıklı konuşmalarını ilgiyle dinliyordum. Gregory’nin açık seçik ortaya koyduğu teorisi, tren yolculuğunda Holmes ile beraber konuştuklarımıza çok benziyordu.
“Ağımızı Fitzroy Simpson’ın etrafına ördük.” dedi. “Ve aradığımız adamın o olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda elimizdeki delillerin tamamen teferruata dair olduğunun ve yeni gelişmelerin her şeyi altüst edebileceğinin farkındayım.”
“Straker’ın bıçağı hakkında ne düşünüyorsun?”
“Boğuşma sırasında kendisini yaraladığına inanıyoruz.”
“Buraya gelirken arkadaşım Dr. Watson da aynı kanaatte olduğunu söyledi. Eğer öyle ise bu Simpson denen adamın aleyhinde bir durum.”
“Şüphesiz. Ne bıçağı ne de herhangi bir yerinde yarası var. Onun aleyhindeki deliller çok güçlü. Atın kayboluşu onun yararına. Seyis yamağını zehirlediğinden şüpheleniliyor, ayrıca fırtına sırasında dışarıdaydı, ağır bir bastonu vardı ve kravatı cesedin elinde bulundu. Jüri önüne çıkacak kadar çok delilimiz var.”
Holmes kafasını salladı. “Zeki bir avukat tüm bu delilleri bertaraf edebilir.” dedi. “Neden atı ahırdan dışarı çıkarsın? Ona zarar vermek istiyorsa neden hemen orada bir şey yapmadı? Üstünde yedek anahtar bulundu mu? Ona toz hâlindeki afyonu kim sattı? En önemlisi, o bölgeyi bilmeyen bir yabancı olarak atı nereye saklayabilir, özellikle de böyle bir atı? Hizmetçinin, seyis yamağına vermesini istediği kâğıt hakkındaki açıklaması nedir?”
“On sterlinlik banknot olduğunu iddia ediyor. Cüzdanında bir tane bulduk ama senin anlattığın diğer şeyler o kadar sağlam temelli değil. Bir kere bölgeye yabancı değil. Yazın iki defa Tavistock’ta kalmış. Afyonu bir ihtimal Londra’dan getirmiştir. Anahtarı işi bittiğinde herhangi bir yere fırlatmıştır. At ise fundalıktaki çukurlarda, hatta eski madenlerin birinde bile olabilir.”
“Kravat hakkında ne diyor?”
“Kendisine ait olduğunu kabul ediyor ama aynı zamanda kaybettiğini söylüyor. Yalnız davada yeni bir gelişme oldu ve bu, atı ahırdan çıkarma sebebini izah edebilir.”
Holmes derhâl cankulağı ile dinlemeye başladı.
“Cinayetin işlendiği mahallin yaklaşık bir mil uzağında bir grup Çingene’nin pazartesi günü kamp yaptığına dair ipuçları bulduk. Salı günü oradan ayrılmışlar. Şimdi, Simpson ve Çingenelerin arasında bir anlaşma yapıldığını varsayarsak atı aldığında onlara götürmüş olamaz mı? Ve böyleyse şimdi de onlarla birlikte olmalıydı.”
“Mümkündür.”
“Bu Çingeneleri bulmak için fundalığın her tarafını tarıyoruz. Tavistock’un yaklaşık on mil çapı içindeki ahırları ve çiftliklerin ek binalarını bizzat inceledim.”
“Anladığım kadarıyla pek yakında bir ahır daha varmış.”
“Evet ve bu faktörü kesinlikle ihmal etmemeliyiz. Desborough adındaki atları, bahislerde ikinci sırada olduğu için favorinin kaybolması onların da işine gelirdi. Seyisleri Silas Brown’un yarışa yüklü miktarlarda para yatırdığı ve zavallı Straker’la aralarının pek iyi olmadığı biliniyor. Ama onların ahırlarını inceledikten sonra olayla bir bağlantılarını bulamadık.”
“Bu Simpson denen adamın, Mapleton ahırlarıyla hiç mi bağlantısını bulamadınız?”
“Bulamadık.”
Holmes arkasına yaslandı ve sohbetleri son buldu. Şoförümüz birkaç dakika sonra arabayı, yolun kenarında duran düzenli, ufak, kırmızı tuğlalı, etrafında saçakları olan bir evin önüne çekti. Otlağın biraz uzağında yüksek, gri kiremitli bir ek bina duruyordu. Diğer yönlere doğru uzanan fundalığın alçak kıvrımlarında ufuk çizgisine kadar görünen bronz renkli, sararmış kuzgun otları arasında, Tavistock’un kuleleri ile batıdaki Mapleton ahırlarının sınırlarını çizen kümeleşmiş evler dışında pek bir şey yoktu. Hepimiz arabadan indik, Holmes dışında. Arkasına yaslanmış, kendi düşüncelerinde kaybolmuş, öylece gökyüzüne gözlerini dikmiş bakıyordu. Koluna dokunduğumda aniden sıçrayarak kendine geldi ve arabadan indi.
“Özür dilerim.” dedi kendisine şaşkınlık içinde bakan Albay Ross’a dönerek. “Dalıp gitmişim…” Gözlerindeki pırıltı ve bastırmaya çalıştığı heyecanından anladığım kadarıyla yeni bir ipucu bulmuştu; ama hangi arada bulduğunu aklım almıyordu.
“Belki olay yerine bir an önce gitmek istersiniz, Bay Holmes.” dedi Müfettiş Gregory.
“bir süre daha burada kalıp detaylarla ilgili bir iki soru sormak istiyorum. Straker’ın buraya geri getirildiğini tahmin ediyorum.”
“Evet yukarıda yatıyor. Otopsi yarın yapılacak.”
“Birkaç senedir size hizmet ediyordu, değil mi Albay Ross?”
“Onu her zaman çok iyi bir çalışanım olarak görmüşümdür.”
“Ölümünden sonra ceplerinden çıkan şeyleri kayıtlara geçirdiğinizi varsayıyorum, müfettiş.”
“Eğer görmek isterseniz hepsini bekleme odasında saklıyorum.”
“Çok memnun olurum.”
Hepimiz sırayla odaya doluştuk ve biz, ortadaki yuvarlak masanın etrafına otururken müfettiş, kare şeklinde teneke bir kutuyu açıp içindekileri çıkardı: ufak bir kutu dolusu bal mumu, iki inçlik mumlar, funda kökünden yapılmış A. D. P. pipo, ayı balığı derisinden yapılmış bir kesede yarım onsluk kalıp hâlinde sıkıştırılmış tütün, altın zincirli gümüş bir saat, beş altın, alüminyum kalem kutusu, birkaç kâğıt parçası, sapı fil dişinden yapılmış bir bıçak… Bu bıçağın oldukça keskin, bükülmez ağzında Weiss & Co., Londra yazısı vardı.
“Bu olağanüstü bir bıçak.” dedi Holmes eline alıp dikkatle inceleyerek. “Üzerinde kan izleri gördüğüme göre cesedin elindeki bıçak bu sanıyorum. Watson, bu bıçak kesinlikle senin ilgi alanına giriyor.”
“Buna katarakt bıçağı diyoruz.” dedim.
“Ben de öyle tahmin etmiştim. Hassas işler için yapılmış hassas bir bıçak. Birinin peşine düştüğünde böyle bir şeyi tercih etmesi oldukça tuhaf. Çünkü bu bıçağın cebine sığmayacağı çok açık.”
“Ucu cesedin yanında bulduğumuz mantar tıpayla korunmuş.” dedi müfettiş. “Eşi bıçağın, tuvalet masasının üzerinde durduğunu ve kocasının çıkarken alıverdiğini söyledi. Belki kötü bir silahtı ama o an eline geçen en iyi şey oydu.”
“Mümkündür. Ya kâğıtlar?”
“Üç tanesi saman satıcısının hesaplarının faturaları. Bir tanesi Albay Ross’ın talimatlarını ihtiva eden bir mektup. Diğeri ise otuz yedi şilin on beş penilik bir fatura. Bir kadın şapkacısından, Madam Lesurier tarafından, William Derbyshire’a gönderilmiş bu fatura. Bayan Straker ise Derbyshire’ın kocasının bir arkadaşı olduğunu ve ara sıra mektuplarının kendilerine postalandığını söyledi.”
“Madam Derbyshire’ın oldukça pahalı zevkleri varmış.” dedi Holmes faturaya göz atarak. “Tek bir şapka için bu kadar para oldukça fazla. Her neyse burada öğrenilecek başka şey kalmadığına göre olay mahalline gidebiliriz.”
Bekleme odasından çıkarken koridorda bekleyen bir kadın, bir adım öne gelerek elini müfettişin koluna koydu. Bitkindi, zayıf düşmüştü, yeni yaşanmış dehşetin izleri yüzünden okunuyordu.
“Yakaladınız mı? Onları buldunuz mu?” dedi nefes nefese.
“Hayır, Bayan Straker. Bize yardımcı olmak için Londra’dan Bay Holmes geldi ve elimizden gelen her şeyi yapacağımızdan emin olabilirsiniz.”
“Kısa bir süre önce sizinle bir partide tanışmış olabilir miyiz, Bayan Straker?” diye sordu Holmes.
“Hayır, efendim. Yanılıyorsunuz.”
“Aman Tanrı’m! Neredeyse yemin edebilirdim tanıştığımıza. Deve kuşu tüyünden süslemeleri olan açık gri renkli, ipek bir kıyafet giymiştiniz.”
“Öyle bir elbisem hiç olmadı, efendim.” diye cevap verdi bayan.
“Ah, tamam o zaman!” dedi Holmes ve özür dileyerek müfettişi takip etti. Fundalıkta kısa bir yürüyüş, bizi cesedin bulunduğu çukura götürdü. Fundalığın kenarında paltonun asılı durduğu katırtırnağına benzer çalılar vardı.
“Anladığım kadarıyla o gece pek rüzgâr yoktu.” dedi Holmes.
“Hayır yoktu ama çok yağmur vardı.”
“Bu durumda palto çalıya doğru uçmamış. Bizzat oraya yerleştirilmiş.”
“Evet, oraya koyulmuş.”
“İçimdeki merakı uyandırıyorsunuz. Görüyorum ki yerler ayak izleriyle dolu. Şüphesiz burası pazartesi gününden beri epeyce çiğnenmiş.”
“Kenara bir parça örtü serdik ve hepimiz ona bastık sadece.”
“Mükemmel!”
“Çantamda Straker’ın giydiği çizmeler ile Fitzroy Simpson’ın ayakkabılarının birer teki ve Gümüş Şimşek’in bir nalı var.”
“Sevgili müfettişim, kendini aşmaktasın!”
Holmes çantayı aldı ve çukurdan inerek örtüyü daha merkezî bir yere çekti. Sonra yüzüstü, boylu boyunca uzanıp ellerini çenesinin altına koydu ve önünde duran çiğnenmiş çamuru dikkatle inceledi.
“Hayret! Bu da ne?” dedi aniden.
Yarısı yanmış bir mumdu ve çok fazla çamura bulandığından küçük bir odun parçasına benziyordu.
“Bunu nasıl da gözden kaçırmışım!” dedi müfettiş kendine kızarak.
“Görünmüyordu, çamura batmıştı. Bunu aradığım için gördüm ben de.”
“Nasıl yani? Bunu bulmayı mı umuyordun?”
“Kesinlikle!”
Çantadan çizmeleri çıkararak yerdeki izlerle karşılaştırdı. Sonra çukurun kenarına tırmanarak çalılıklarla eğrelti otlarının arasında süründü.
“Maalesef bundan başka ayak izi yok.” dedi müfettiş. “Etrafımızı çevreleyen yüz yardalık alandaki toprakları çok dikkatli bir şekilde inceledim.”
“Elbette!” dedi Holmes ayağa kalkarak. “Senin bu sözlerinden sonra devam etme saygısızlığını gösteremem ancak hava kararmadan fundalıkta ufak bir gezintiye çıkmak isterim, böylece yarına biraz daha hazırlıklı olurum. Galiba bu nalı şans getirsin diye cebime atacağım.”
Arkadaşımın sessiz ve sistematik çalışma şekli nedeniyle biraz sabırsız davranan Albay Ross saatine göz attı.
“Benimle geri dönmeni çok isterim, müfettiş.” dedi. “Birkaç hususta tavsiyelerine ihtiyacım var; özellikle de yarıştan çekilmemiz gerekip gerekmediğini sormak istiyorum.”
“Tabii ki hayır!” dedi Holmes kararlılıkla. “İsmi listede kalmalı.”
Albay eğilerek “Fikrinizi öğrendiğim için memnunum.” dedi. “Yürüyüşünüzü tamamladığınızda bizi zavallı Straker’ın evinde bulabilirsiniz. Birlikte Tavistock’a dönebiliriz.”
O, müfettiş ile geri dönerken ben, Holmes ile beraber fundalıkta yavaş yavaş yürümeye başladım. Güneş Mapleton ahırlarının arkasında batmaya başlamıştı bile. Sararmış eğrelti otlarıyla böğürtlen çalıları, gece ışığını yakalamışken önümüzde duran uçsuz bucaksız eğimli ovanın altın rengi yoğun kırmızımsı atmosferi kahverengiye dönüşmeye başlamıştı. ancak manzaranın verdiği keyfi derin düşüncelere dalmış olan arkadaşım kaçırıyordu.
“Bu taraftan, Watson!” dedi en sonunda. “John Straker’ı kimin öldürdüğü sorusunun cevabını bir süreliğine bir kenara bırakarak ata ne olduğu üzerinde yoğunlaşmalıyız. Diyelim ki trajedi yaşanırken ya da sonrasında kaçtı, peki nereye gitmiş olabilir? Atlar sosyal canlılardır. Tek başına kaldıklarında içgüdüleriyle hareket ederler, dolayısıyla ya King’s Pyland’e geri döndü ya da Mapleton’a gitti. Neden fundalıkta başıboş dolaşsın ki? Şimdiye kadar kesinlikle bulunurdu. Sonra Çingeneler onu neden kaçırsın? Bu insanlar belanın olduğu yerde bir an durmazlar; çünkü polis tarafından taciz edilmek istemezler. Böyle tanınmış bir atı satmayı hayal edemezler. Büyük bir riske girmiş olurlar ve onu kaçırmaları faydalarına olmaz.”
“O hâlde nerede olabilir?”
“Dediğim gibi ya King’s Pyland’e ya da Mapleton’a gitti. King’s Pyland’de olmadığına göre Mapleton’da. Bu hipotez üzerinde çalışalım; bakalım bizi nereye götürecek. Müfettişin dediği gibi fundalığın bu tarafları çok sert ve kuru; ancak Mapleton’a doğru bir eğim var ve buradan da gözüktüğü gibi orada büyük bir çukur bulunuyor. Orası pazartesi akşamı bayağı ıslanmış olmalı. Tahminlerimiz doğru ise at o tarafa geçmiş olmalı ve onun izlerini araştırmak için o noktadan başlamalıyız.”
Konuşmamız boyunca hızla yürüyorduk ve birkaç dakika içinde bahsettiğimiz çukura varmıştık. Holmes’un ricasıyla ben çukurun sağından yürürken, o da solundan ilerledi. ama daha elli adım atmadan onun bana seslenerek el salladığını gördüm. Önündeki yumuşak toprakta bir at nalının izleri vardı. Cebinden çıkardığı nal ile tıpatıp uyuşuyordu.
“Hayal gücünün değerini görüyor musun?” dedi Holmes. “Gregory’nin yoksun olduğu bir özellik. Ne olabileceğini hayal ettik, bu varsayım üzerine davrandık ve kendimizi haklı çıkardık. Devam edelim.”
Çamurlu zemini geçerek kuru, sert bir meydana doğru çeyrek mil kadar yürüdük. Yine eğimli bir yere geldik ve yine izlere rastladık. Sonra yarım mil kadar kayboldular ama Mapleton yakınlarında yine karşımıza çıktılar. Onları ilk gören Holmes oldu ve izleri parmağı ile gösterirken yüzünden zafer sevinci okunuyordu. Atın nal izlerinin yanında ayrıca bir adamın ayak izleri vardı.
“At başlangıçta yalnızmış!” diye bağırdım.
“Aynen öyle. Yalnızdı. Ah! Bu da ne?”
İkilinin izi aniden dönerek King’s Pyland’e doğru yönelmişti. Holmes keyifle ıslık çaldı ve izleri takip ederek yolumuza devam ettik. Gözlerini izlerden ayırmıyordu ama ben tesadüfen biraz ilerisine göz attığımda aynı izlerin karşı yönden geri geldiğini görünce şaşkınlığımı gizleyemedim.
“Bir puan kazandın, Watson!” dedi Holmes dikkatini çektiğimde. “Bizi uzun bir yürüyüşten kurtardın. İzler bizi tekrar buraya getirecekti. Dönüş izlerini takip edelim.”
Çok uzağa gitmemiz gerekmedi. İzler, Mapleton ahırlarının kapısındaki kaldırımda son buldu. Yaklaşınca bir seyis koşarak yanımıza geldi.
“Burada başıboş dolaşanları istemiyoruz!” dedi.
“Sadece bir soru sormayı ümit ediyordum.” dedi Holmes işaret parmağı ile başparmağını yeleğinin cebine koyarak. “Yarın sabah saat beş, Bay Silas Brown’ı görmek için fazla erken bir saat mi olurdu?”
“Siz çok yaşayın efendim ama o saatte ayakta olacak biri varsa o da patronum olurdu. ama bakın efendim, sorunuza cevap vermek için kendisi geliyor zaten. Hayır efendim, hayır, sizin paranıza dokunduğumu görürse gözünden düşerim. ama isterseniz sonra alabilirim.”
Sherlock Holmes cebinden çıkardığı yarım kronu tekrar yerine koyarken kızgın bakışlı, yaşlıca ve elindeki avcı kırbacını sallayarak gelen bir adam yaklaştı.
“Neler oluyor, Dawson?” dedi. “Dedikodu yok! İşine bak sen! Ve siz, ne istiyorsunuz?”
“Sizinle on dakika konuşmak istiyorum, sevgili bayım.” dedi Holmes en tatlı hâliyle.
“Önüme gelen her serseriyle konuşacak vaktim yok! Burada yabancı istemiyoruz. Şimdi gidin, yoksa köpeği peşinize salacağım!”
Holmes biraz eğilerek kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam, şiddetle irkildi ve şakaklarına kadar kıpkırmızı kesildi.
“Yalan!” diye bağırdı. “İğrenç bir yalan!”
“Pekâlâ. Bu konuyu herkesin içinde mi tartışalım, yoksa içeride mi konuşalım?”
“Ah, gelmek isterseniz oraya geçelim.”
Holmes gülümsedi. “Seni birkaç dakikadan fazla bekletmeyeceğim, Watson.” dedi. “Şimdi, Bay Brown, emrinizdeyim.”
Yirmi dakika sonra Brown, kıpkırmızı olan yüzü iyice solmuş bir hâlde Holmes ile birlikte tekrar göründü. Bu kadar kısa sürede Silas Brown’da hasıl olan değişikliği hiç kimsede görmemiştim. Yüzü kül rengine dönüşmüş, alnı boncuk boncuk ter ile parlamış ve avcı kırbacı esen rüzgârda sallanan bir dal misali titremeye başlamıştı. Zorba, buyurgan tavrı gitmiş, onun yerine sahibiyle gezinen bir köpek gibi arkadaşımın yanında sinmişti.
“Talimatlarınız yerine gelecektir. Hepsini yapacağım.” dedi.
“Hata olmamalı.” dedi Holmes ona dönüp bakarak. Diğeri, gözlerindeki tehdidi görünce irkildi.
“Ah, hayır, asla hata olmayacak! Orada olacak. Değişikliği önceden mi yapayım?”
Holmes biraz düşündükten sonra kahkahalarla gülmeye başladı. “Hayır, gerek yok.” dedi. “Yapılacakları yazacağım. Kurnazlık yok, yoksa…”
“Ah, bana güvenebilirsiniz, bana güvenebilirsiniz!”
“Evet, sanıyorum öyle. Her neyse ben yarın haber veririm.” Holmes kendisine uzatılmış titreyen ele ilgisiz kalarak topukları üzerinde aniden döndü ve King’s Pyland’e olan yolculuğumuza devam ettik.
“Bay Silas Brown kadar zorba, korkak ve sinsi bir karaktere çok nadir rastlamışlığım vardır.” dedi Holmes ikimiz yorgun argın yürürken.
“O zaman at onda değil mi?”
“Tehditler savurarak kendini haklı çıkarmaya çalıştı ama o sabah yaptığı her şeyi bir bir anlatınca onu izlediğim kanaatine vardı. Mutlaka onunkiyle eşleşen ayak izlerindeki karemsi burun izi dikkatini çekmiştir. Başkasının emrinde çalışan birinin cesaret edemeyeceği bir şey yapmıştı. Sonra, onun anlayacağı dilde ilk gidenin o olduğunu, fundalıkta başıboş gezen bir atı fark ettiğini, onu yakalamak için peşinden gittiğini ve adını aldığı beyaz alnından onu tanıdığında nasıl şaşırdığını anlattım. Parasını yatırdığı atı ancak Gümüş Şimşek’in yeneceğini bildiğinden şeytana uyduğunu söyledim. Atı ilk olarak King’s Pyland’e geri götürmeyi düşündüğünü ama sonra yarış bitene kadar saklamaya karar vererek Mapleton’da gizlemeyi düşündüğünü tek tek açıkladım. Her ayrıntıyı anlattığımda oyunundan vazgeçip kendi postunu kurtarmaya karar verdi.”
“Ama ahırları aranmıştı.”
“Ah, onun gibi bir dolandırıcının mutlaka başvuracağı bir hilesi vardır.”
“Atı, zarar vermek için her türlü nedeni olan bu adamın elinde bırakmaktan korkmuyor musun?”
“Sevgili arkadaşım, artık ona gözü gibi bakacaktır. Merhamet dilenmek için tek ümidinin onu korumak olduğunu gayet iyi biliyor.”
“Albay Ross hiçbir şekilde merhametli davranacağı izlenimini uyandırmadı bende doğrusu.”
“İş Albay Ross’ta bitmiyor. Kendi metotlarım var ve ona olayların istediğim kadarını anlatırım. Gayriresmî olmanın avantajlarından biridir bu. Fark ettin mi bilmem Watson ama albayın tavırları bana biraz kibirli geldi. Onunla biraz alay ederek eğlenme niyetindeyim. Ona at konusunda bir şey anlatmanı istemiyorum.”
“İznin olmadan asla konuşmayacağımı bilirsin.”
“Tabii. Bütün bu olanlar John Straker’ı kimin öldürdüğü konusunun yanında çok önemsiz ayrıntılar.”
“Şimdi bu konuyla mı ilgileneceksin?”
“Aksine, gece treniyle Londra’ya geri döneceğiz.”
Arkadaşımın sözleri karşısında yıldırım çarpmışa döndüm. Sadece birkaç saattir Devonshire’daydık ve çok başarılı giden bir soruşturmayı yarıda bırakmasını aklım almıyordu. Seyisin evine dönene kadar ağzını bir daha bıçak açmadı. Albay ile müfettiş bizi oturma odasında bekliyorlardı.
“Biz gece ekspresi ile geri dönüyoruz.” dedi Holmes. “Sizin muhteşem Dartmoor havanızı soluduğumuz için şanslı sayılırız.”
Müfettişin gözleri fal taşı gibi açılırken albay, dudaklarını küçümseyen bir şekilde büktü.
“Zavallı Straker’ın katilini bulma konusunda umudunuzu kestiniz demek.” dedi.
Holmes omuzlarını silkti. “Çok ciddi zorluklar var önümüzde.”
dedi. “Atınız geri dönecek ve salı günkü yarışa katılacak; bu nedenle jokeyinizi hazırda tutmanızı tavsiye edeceğim. Sizden Bay Straker’ın fotoğrafını isteyebilir miyim?”
Müfettiş fotoğrafı bir zarftan çıkararak uzattı.
“Sevgili Gregory, isteklerimi önceden tahmin ediyorsun! Burada biraz beklemenizi isteyeceğim; çünkü hizmetçiye sormak istediğim bir soru var.”
“Londralı dedektifimiz beni hayal kırıklığına uğrattı.” dedi Albay Ross arkadaşım odayı terk ederken. “Geldiğinden beri hiç ilerleme kaydedemedik.”
“En azından atınızın koşacağı teminatını aldınız ondan.” dedim.
“Evet, teminat verdi.” dedi albay omuzlarını silkerek. “Bana atımı vermesini tercih ederdim.”
Arkadaşımı savunacak bir cevap vermek üzereydim ki Holmes tekrar odaya döndü.
“Şimdi, beyler…” dedi. “Tavistock’a gitmek için hazırım.”
Arabaya binerken seyis yamaklarından biri kapıyı bizim için açık tuttu. Aniden Holmes’un aklına bir fikir gelmiş olacaktı ki öne doğru eğilip çocuğun koluna dokundu.
“Otlakta birkaç koyununuz var.” dedi. “Onlarla kim ilgileniyor?”
“Ben ilgileniyorum, efendim.”
“Ters giden herhangi bir şey fark ettin mi?”
“Aslında kayda değer pek bir şey yok ama üç tanesi topallamaya başladı, efendim.”
Holmes’un memnun olduğunu görebiliyordum çünkü kıkırdayarak ellerini ovuşturmaya başlamıştı.
“Tam isabet Watson, on ikiden vurduk!” dedi kolumu çimdikleyerek. “Gregory, koyunlar arasındaki bu tuhaf salgın hastalığa dikkatini çekmek istiyorum. arabacı! Devam edelim.”
Arkadaşımın yeteneği konusunda Albay Ross’ın, zihninden geçenler, yüzünden okunabiliyordu. Ancak müfettişin ilgisini çekmeyi fazlasıyla başarmıştı.
“Bunun önemli olduğunu mu söylemek istiyorsun?” diye sordu.
“Fazlasıyla.”
“Özellikle dikkatimi çekmek istediğin bir nokta var mı?”
“O geceki köpekle ilgili tuhaf durum.”
“O gece köpek bir şey yapmadı ki!”
“İlginç olan da bu zaten.” dedi Sherlock Holmes.
Dört gün sonra Wessex Kupası yarışlarını izlemek üzere Holmes ile beraber yine Winchester’a doğru trenle gidiyorduk. Sözleştiğimiz gibi Albay Ross bizi istasyonda karşıladı ve hep beraber onun arabasıyla kasabanın ilerisindeki hipodroma doğru yol aldık. Yüzü çok ciddiydi ve tavırları aşırı soğuktu.
“Atımı henüz göremedim.” dedi.
“Sanıyorum onu görür görmez tanırsınız, değil mi?” diye sordu Holmes.
Albay çok sinirlenmişti. “Yirmi yılım hipodromda geçti ve şimdiye kadar böyle bir soruyla karşılaşmadım.” dedi. “Beyaz alnı ve benekli ön bacağıyla Gümüş Şimşek’i bir çocuk bile tanır.”
“Bahisler nasıl gidiyor?”
“Aslında çok ilginç. Düne kadar bire on beş veriyordu ama şimdi o kadar düştü ki bire üç vermesi bile zor.”
“Hımm!” dedi Holmes. “Belli ki birileri bir şeyler biliyor.”
Arabamız tribüne yakın çevrili alana yaklaşırken kayıtların bulunduğu kartlara göz attım. Şöyle idi:
Wessex Kupası 50 altın lira, dört ve beş yaşındakiler için ilave her yüz fite 1,000 altın. İkinciye 300 sterlin. Üçüncüye 200 sterlin. Yeni pist (bir mil ve beş adet iki yüz metrelik mesafe)
1. Bay Heath Newton’ın Negro’su (kırmızı kep, bordo ceket)
2. Albay Wardlaw’un Pugilist’i (pembe kep, mavi ve siyah ceket)
3. Lord Backwater’ın Desborough’su (sarı kep ve ceket)
4. Albay Ross’ın Gümüş Şimşek’i (siyah kep ve kırmızı ceket)
5. Balmoral dükünün Iris’i (sarı kep ve siyah ceket)
6. Lord Singleford’ın Rasper’ı (mor kep ve siyah ceket)
“Tüm ümitlerimizi sizin sözünüze bağlamıştık.” dedi Albay Ross. “Ah, o da ne? Gümüş Şimşek mi?”
“Gümüş Şimşek beşe dört!” diye bir ses geldi. “Gümüş Şimşek beşe karşı dört! Desborough’ya karşı beşe on beş! Beşe dört ganyan!”
“Sayıları yazdılar!” diye bağırdım. “Altısı da yarışta.”
“Altısı mı? O hâlde benim atım da yarışta!” diye bağırdı albay heyecanlanarak. “Ama onu göremiyorum. Benim renklerimi göremiyorum.”
“Sadece beş tanesi geçti. Şu gelen o olmalı.”
Ben konuşurken güçlü, doru bir at, çevrili alandan azametle çıkarak eşkin gidişiyle önümüzden geçti. Sırtında albayın bilindik renkleri olan siyah ve kırmızı vardı.
“O benim atım değil ki!” diye bağırdı sahibi. “Bu atın hiçbir yerinde tek bir beyaz kıl bile yok. Siz ne yaptınız Bay Holmes?”
“Her neyse bakalım nasıl yarışacak.” dedi arkadaşım temkinli bir tavırla. Birkaç dakika dürbünüyle baktı. “Müthiş! Harika bir başlangıç!” diye bağırdı. “Geliyorlar! Dönemeçten dönüyorlar!”
Bulunduğumuz yerden atları çok iyi görebiliyorduk. Altı at bir süre başa baş gitti ama yarışın yarısına doğru Mapleton ahırlarının sarı renkli hayvanı ileri fırladı. Yarışın sonuna doğru ise albayın atı, Desborough’uya altı boy fark attı. Balmoral dükünün Iris’i ise ancak üçüncü olabildi.
“Öyle ya da böyle, bu benim yarışım.” dedi albay elini gözlerinin üzerine koyarak. “İtiraf etmeliyim ki hiçbir şey anlayamıyorum. Gizemli davranışlarınızı fazla uzatmadınız mı Bay Holmes?”
“Elbette, albayım, her şeyi öğreneceksiniz. Hep beraber gidip ata bir göz atalım. İşte burada!” dedi, sadece sahiplerinin ve arkadaşlarının rahatça girip çıktığı kapalı alana vardığımızda. “Yüzünü ve bacağını alkol ile temizlediğinizde onun Gümüş Şimşek olduğunu göreceksiniz.”
“Beni şaşırtıyorsunuz!”
“Onu bir dolandırıcının elinde buldum ve aynen olduğu gibi yarışlara sokmaya cesaret ettim.”
“Sevgili bayım, mucizeler yarattınız! Atım çok formda ve iyi görünüyor. Bundan daha iyi yarışamazdı. Yeteneklerinizden şüphe duyduğum için binlerce kez özür diliyorum. Atımı geri getirmekle bana büyük bir iyilik ettiniz. Eğer John Straker’ın katilini de yakalarsanız daha da büyük bir iyilik etmiş olacaksınız.”
“Yakaladım bile!” dedi Holmes sessizce.
Albayla ikimiz hayretler içinde ona bakakaldık. “Yakaladınız mı? Nerede peki?”
“Burada.”
“Burada mı? Nerede?”
“Şu an benim yanımda duruyor.”
Albayın yüzü sinirden kıpkırmızı kesildi. “Size borçlu kaldığımı biliyorum, Bay Holmes.” dedi. “Ama takdir edersiniz ki söyledikleriniz ya kötü bir şaka ya da iftira.”
Sherlock Holmes güldü. “Size temin ederim ki işlenen suç ile sizin aranızda bir bağ kurmak istemedim.” dedi. “Gerçek katil tam arkanızda duruyor.” Bir adım atarak elini safkanın parlak boynuna koydu.
“At mı?” diye albay ile ikimiz aynı anda bağırdık.
“Evet, at yaptı. Kendisini korumak amacıyla yaptığını söylersem suçunu belki biraz olsun hafifletebiliriz. John Straker güveninizi kesinlikle hak etmeyen bir adamdı. Zil çaldı ve ikinci yarışta biraz para kazanmak istediğimden size daha ayrıntılı yapacağım açıklamamı biraz erteleyeceğim.”
O gece Londra’ya dönerken yataklı kompartımanın köşesi bize aitti ve pazartesi akşamı Dartmoor ahırında yaşanan olayları ve her şeyi ortaya koyan yöntemlerini anlatan arkadaşımızı dinlerken, sanıyorum Albay Ross ve benim için oldukça kısa süren bir yolculuk olmuştu bu.
“İtiraf ediyorum!” dedi. “Gazete yazılarından oluşturduğum teoriler tamamıyla hatalıydı; ama ta başından beri, önemli ayrıntılar olduğundan emindim. Aleyhindeki delillerin yetersiz olmasına rağmen Devonshire’a, Fitzroy Simpson’ın gerçek zanlı olduğu inancıyla gittim.
Arabada seyisin evine yaklaşırken baharatlı pirzolanın öneminin farkına vardım. Hepiniz indikten sonra benim dalgın dalgın oturduğumu hatırlayacaksınız. Bu kadar açık seçik bir ipucunun üstünde durmamamı garipsemiştim.”
“Doğrusunu isterseniz…” dedi albay. “Ben şimdi bile anlayamıyorum.”
“Mantık zincirimin ilk halkasıydı. Toz hâline getirilmiş afyonun tadı yavan değildir. Çok nahoş olmasa da yine de anlaşılabilir. Herhangi bir yemeğe karıştırıldığında yiyen kişi şüphesiz anlar ve daha fazla yiyemez. Düşünün, bu tadı ancak baharat bastırabilirdi. Fitzroy Simpson denilen bu yabancı, o gece seyisin evinde akşam yemeğinin içinde baharat olacağını tahmin bile edemezdi ve toz hâlindeki afyonun tadını bastırabilecek bir yemeğin pişirileceğini bilmesi tamamen anormal bir tesadüf olurdu. Mantıksızlık olurdu. Bu nedenle Simpson’ı davadan eledim ve o geceki akşam yemeğinde baharatlı pirzolayı tercih edebilecek iki kişinin, yani Straker ve eşinin üzerinde yoğunlaştım. Seyis yamağı için bir tabak kenara konulduktan sonra afyon eklenmişti çünkü diğerlerine bir şey olmamıştı. O hâlde hizmetçi görmeden o ilacı yemeğe katan kim olabilirdi?
Bu sorunun cevabını vermeden önce köpeğin sessiz kalmasının önemini fark ettim; çünkü doğru bir varsayım, istisnasız, peşinden diğerlerini getirir. Simpson olayında bir köpeğin ahırlarda kaldığını öğrendim ve birinin atı alıp götürdüğü sırada samanlıkta uyuyan iki genci uyandıracak kadar havlamadığını fark ettim. Belli ki gece yarısı gelen ziyaretçiyi iyi tanıyordu.
Gecenin bir yarısında John Straker’ın ahırlara gidip Gümüş Şimşek’i dışarı çıkardığına emindim ya da neredeyse emindim. ama amacı neydi? Açıkça sahtekârlık yapacaktı, yoksa niye seyis yamağını uyutsun ki? Ne yapacağımı bilmez hâldeydim. Bundan önce birçok olayda seyislerin kendi atlarına değil de başka bir ata para yatırıp kendilerininkini yarış dışı ettiklerini ve büyük miktarlar kazandıklarını biliyordum. Böylece dolandırıcılıkla diğerlerinin kazanmalarına engel olmuşlardır. Bazen bunu yarışta hallederler, bazen de daha zekice bir yol bulurlar. Buradaki durum neydi? Cebinden çıkanların bir sonuca varmamda bana yardımcı olacağını umdum.
Ve öyle de oldu. Ölü adamın elindeki tuhaf bıçağı unutmuş olamazsınız. Aklı başında hiçbir adam o bıçağı silah olarak kullanmaz. Dr. Watson’un dediği gibi cerrahi ameliyatlarda kullanılan hassas bir bıçaktır o. Ve hassas bir ameliyatta kullanılacaktı o gece. Hipodromlardaki engin deneyimlerinizden biliyorsunuzdur Albay Ross, bir atın bacağındaki tendonlara ufak bir çeltik atıldığında deri altından yapıldığı için hiç iz bırakmaz. Böyle bir atta hafif bir aksaklık olur. ancak aşırı çalışmaktan ve romatizmadan kaynaklandığı düşünülerek pek üzerinde durulmayacaktır.”
“Hain! Rezil!” diye bağırdı albay.
“John Straker’ın atı fundalığa götürme sebebi de anlaşılıyor artık. Böylesine hassas bir hayvan, bıçağın sivri ucunu hissettiği an en derin uykusunda olanları bile uyandırabilirdi. Bu nedenle kesinlikle bu işlemi açık havada yapmalıydı.”
“Nasıl da kör gibi davranmışım!” diye bağırdı albay. “Bu yüzden kibrite ve muma ihtiyacı oldu.”
“Şüphesiz kişisel eşyalarını incelerken sadece suçu işleyiş yöntemlerini değil, aynı zamanda gerekçelerini de keşfettim. Görmüş geçirmiş biri olarak albay, insanların başkalarının faturalarını ceplerinde taşımadıklarını bilirsiniz. Ben Straker’ın ikinci bir hayat yaşadığı ve başka bir düzeni olduğu kanaatine vardım. Faturaların içeriğinden oldukça pahalı zevkleri olan başka bir kadının varlığı anlaşılıyordu. Hizmetkârlara karşı ne kadar eli açık davransak da onların, eşlerine pahalı giyecekler almalarını sağlayamayız. Fark ettirmeden Bayan Straker’ı şapka hakkında sorguladım ve eline asla ulaşmadığı konusunda tatmin olduktan sonra, kadın şapkacısının adresini not ederek Straker’ın fotoğrafıyla birlikte esrarengiz Derbyshire hakkında bilgi toplamak amacıyla oraya gittim.
Ondan sonrası kolay oldu. Işığın görünmemesi için Straker atı çukur bir yere götürdü. Kaçarken Simpson kravatını düşürmüştü ve Straker bunu görünce almıştı, belki de atın bacağını bununla sıkıca sarmak niyetindeydi. Çukurlu kısma girdikten sonra atın arkasına geçip kibriti yaktı ancak hayvan içgüdüleri sayesinde kendisine bir kötülük yapılacağını düşünerek aniden parlayan ışıktan çok korktu ve etrafa saldırmaya başladı. Bu esnada atın çiftesi Straker’ın alnına isabet etti. İşini daha rahat yapabilmek amacıyla paltosunu yağmura rağmen çıkarmıştı ve bu nedenle düşerken bıçak derin bir yara açtı baldırında. Her şey anlaşıldı mı?”
“Mükemmel!” diye bağırdı albay. “Mükemmel! Sanki oradaydınız!”
“İtiraf etmeliyim ki en son atışım çok zordu. Straker gibi kurnaz bir adamın biraz deneme yapmadan tendonlara zarar verme işlemini kolay kolay yapamayacağını anladım. ancak neyin üzerinde deneme yapabilirdi? Koyunlar gözüme çarptı ve çok şaşırmama rağmen sorduğum bir soru şüphelerimi doğruladı.”
“Her şeyi açık ve net anlattınız, Bay Holmes.”
“Londra’ya döndüğüm zaman şapkacıyı aradım. Straker’ın, tabii Derbyshire adıyla, çok iyi bir müşterisi olduğunu söyledi; pahalı kıyafetlere düşkün çok havalı bir eşi varmış. Şüphesiz bu kadın onu çok büyük borçlar altına soktu ve bu nedenle böyle bir plan yapmak durumunda kaldı.”
“Tek bir nokta dışında her şeyi aydınlattınız.” dedi albay. “At neredeydi?”
“Ah, komşularınızdan biri onu bağlamış ve bakımını üstlenmişti. Bu noktada bazı şeyleri göz ardı etmemiz gerektiğine inanıyorum. Yanılmıyorsam burası Clapham Junction, yaklaşık on dakika içinde Victoria’da olacağız. Eğer daireme gelip size bir puro ikram etmeme izin verirseniz sizde merak uyandıran her türlü sorunuza cevap vermeye hazırım.”

Soluk Yüz
Arkadaşımın olağanüstü yeteneklerini ortaya koyan sayısız kısa hikâyesini yayımlarken bu ilginç dramalarda önceleri dinleyici, daha sonraları da aktör olarak görev almış olmam nedeniyle, onun başarısızlıklarından çok başarılarının üzerinde durmuş olmam doğaldır. Bu da onun ününün hatırına, fazla abartılı bir davranış sayılmazdı. Holmes’un aklını kaçırmak üzere olduğunu düşündüğümüz zamanlar -ki bu durumlarda onu bazen yanlış anlayabiliyoruz- gerçekte enerjisinin ve yeteneklerinin doruk noktasına çıktığı anlar olurdu. Başarısızlığa uğradığı zamanlarda ise zaten başkaları da olayları çözemiyor, hikâye de sonsuza kadar sonuçsuz kalıyordu. Ancak ara sıra yanıldığı zamanlarda gerçekler şans eseri ortaya çıkabiliyordu. Elimde yaklaşık yarım düzine bu tür olaylara dair notlar var ve oldukça ilgi çeken iki tanesinden birini size şimdi aktarmaya çalışacağım.
Sherlock Holmes çok nadiren, laf olsun diye egzersiz yapan bir adamdır. Az sayıda erkek onun gibi bir kas gücüne sahiptir. Şüphesiz Holmes gördüğüm en iyi boksörlerden biriydi ama vücut çalıştırmaya amaçsız bir çaba gözüyle bakar, profesyonel görevinde gerekmediği sürece, çok nadiren harekete geçerdi. Aynı zamanda yorulmak ve bıkmak bilmez bir insandı. Ama bunlar yine de sağlıklı yaşamak için yapılması gereken antrenmanlar yerine geçmezdi. Yediklerine hiç dikkat etmezdi. Alışkanlıkları ise aşırı derecede sadeydi. Kokain kullanımı dışında hiçbir kötü alışkanlığı yoktu ve sadece davaları yetersiz, gazeteleri saçma sapan bulduğu zamanlarda varoluşun sıradanlığından kurtulabilmek amacıyla kullanırdı.
İlkbaharın başlarında, karaağaçların zayıf, yeşil filizlerinin yavaş yavaş boy verdiği bir dönemde rahatlamak amacıyla benimle birlikte parkta yürümeye ikna oldu. Birbirleriyle çok samimi iki arkadaşa yakışır biçimde, çoğu zaman sessizce yaklaşık iki saat kadar gezinip durduk. Baker Caddesi’ne tekrar döndüğümüzde saat beşe geliyordu.
“Affedersiniz, efendim!” dedi hizmetkâr kapıyı açarken. “Bir beyefendi sizi sordu.”
Holmes kınayan gözlerle bana baktı. “Öğleden sonrası yürüyüşler benim için bitmiştir artık!” dedi. “Beyefendi buradan ayrıldı mı?”
“Evet, efendim.”
“İçeri buyur etmedin mi?”
“Evet efendim, içeride bekledi.”
“Ne kadar bekledi?”
“Yarım saat efendim. Hiç rahat durmadı, burada olduğu sürece sürekli dolaştı, ayağını yere vurup durdu efendim. Kapının dışında bekledim ve onu sürekli duyabiliyordum, efendim. En sonunda koridora çıkarak ‘Bu adam hiç gelmeyecek mi?’ diye bağırdı. Aynen öyle söyledi. ‘Biraz daha sabredin.’ dedim. O da ‘O hâlde açık havada bekleyeceğim. Burada kendimi boğulacak gibi hissediyorum. Sonra yine gelirim.’ dedi. Ardından ayağa kalkıp çıktı; kalıp biraz daha beklemesi için ne söylediysem boşa gitti!”
“Her neyse, sen elinden geleni yapmışsın.” dedi Holmes, biz odaya girerken. “Çok sinir bozucu Watson! Yeni bir davaya çok ihtiyacım vardı ve adamın sabırsızlığı, olayın çok önemli olduğunu gösteriyor. Ah! Masadaki pipo senin değil. Unutmuş olmalı… Tütüncülerin kehribar dedikleri, uzun saplı, güzel, funda kökünden yapılmış bir pipo. Londra’daki gerçek kehribar ağızlıkların sayısını merak ettim şimdi. Bazıları içindeki sineğin bir işaret olduğuna inanıyor. Değeri bu kadar yüksek bir pipoyu unutması ruhen dengesiz olduğunu ortaya koyuyor.”
“Değerli olduğunu nereden anladın?” diye sordum.
“Piponun fiyatının yedi şilin altı pens olduğunu tahmin ediyorum. Şimdi, gördüğün gibi iki defa tamir edilmiş, bir kere tahta sapından, bir kere de kehribar kısmından. Adam pipoya çok değer veriyor olmalı, yoksa onarıma harcadığı parayla yenisini alabilirdi.”
“Başka ne gibi sonuçlar çıkarıyorsun?” diye sordum, Holmes pipoyu elinde evirip çevirip her zamanki gibi tuhaf yöntemleriyle incelerken.
Pipoyu elinde tutup bir profesörün kemikler üzerine ders verişi gibi bir havaya bürünerek uzun, ince işaret parmağı ile hafifçe üzerine vurdu.
“Pipolar bazen oldukça ilginç olabilirler.” dedi. “Saatler ve bağcıklar dışında hiçbir şey böylesine kendine özgü değildir; ancak buradaki ipuçları ne çok belirgin ne de çok önemlidir. Bunun sahibi belli ki adaleli, solak, çok sağlam dişleri olan, biraz dikkatsiz ve maddi sorunları olmayan bir insan.”
Arkadaşım bu bilgileri son derece laubali bir şekilde açıklarken bir yandan da konuşmasını takip edip etmediğimden emin olmak için gözünü benden ayırmıyordu.
“Birisi yedi şilinlik bir pipo içiyor diye maddi sorunları olmuyor mu?” diye sordum.
“Kullandığı tütün, onsu sekiz pens olan Grosvenor karışımı bir tütündür.” diye cevap verdi Holmes birazını avcunun içine dökerek. “Yarı fiyatına neredeyse aynı derecede kaliteli başka bir tütün alabilecekken bunu seçmesi pek de tasarrufa ihtiyacı olmadığını gösteriyor.”
“Ya diğer saydıkların?”
“Piposunu lambalarda ve gaz alevinde yakma alışkanlığı var. Piponun bir tarafının ısıdan koyulaştığını görebilirsin. Bunu bir kibritin yapması mümkün değil. Bir adam neden kibriti piposunun yan tarafına tutsun ki? Ayrıca piponu ateşe değdirmeden bir lambada yakamazsın. Bütün bu izler piponun sağ tarafında. Buradan solak olduğu anlaşılıyor. Sen, sağ elini kullanan biri olarak piponu lambaya tuttuğun zaman sol tarafını aleve yaklaştırıyorsun. Belki bir iki defa öteki türlü yapabilirsin ama bu sürekli olmaz. Hep bu şekilde tutarsın. Sonra kehribar kısmını dişlediğini görüyorum. Bunu yapabilmek için enerji dolu, sağlam ve sağlıklı dişlere sahip olmak gerekir. Ancak yanılmıyorsam onun sesini merdivenlerde duymaktayım, böylece piposunu incelemektense kendisini inceleyebileceğiz.”
O anda kapı açıldı ve uzun boylu, genç bir adam içeri girdi. Sade ama iyi giyimliydi, üzerinde koyu gri bir takım elbise vardı ve elinde kahverengi bir şapka tutuyordu. Otuzlu yaşlarda diyebilirdim; ama biraz daha büyük de olabilirdi.
“Affedersiniz!” dedi biraz çekingenlikle. “Kapıyı çalmalıydım. Evet, kapıyı çalmalıydım. Doğrusunu isterseniz çok üzgünüm ve bu kabalığımı ona yorun lütfen.” Sersemlemiş gibi elini alnına götürdü ve sonra da kendini en yakın sandalyeye bırakıverdi.
“Bir iki gündür pek iyi uyuyamadığınızı görüyorum.” dedi Holmes her zamanki rahat, cana yakın tavrıyla. “Uykusuzluk, çok çalışmaktan hatta eğlenceden bile daha fazla insanın sinirlerini yıpratabilir. Size nasıl yardımcı olabileceğimizi sorabilir miyim?”
“Tavsiyelerinize ihtiyacım var efendim. Ne yapacağımı bilemiyorum, sanki bütün hayatım paramparça oldu!”
“Beni danışman dedektif olarak mı tutmak istiyorsunuz?”
“Sadece o değil. Mantıklı, tecrübeli bir insanın tavsiyelerini istiyorum. Bundan sonra ne yapmam gerektiğini bilmek istiyorum. Tanrı’dan ümit ederim ki bana yardımınız dokunsun!”
Keskin, kesik kesik, ani patlamalarla konuşuyordu ve sadece konuşmak bile ona çok acı veriyordu; ancak yine de derdini anlatmaya hevesli oluşu ağır basıyor gibi gelmişti bana.
“Çok hassas bir konu.” dedi. “Bir insan özel meselelerini yabancılarla konuşmaktan çekinir. Karımın daha önce hiç görmediğim iki erkekle olan ilişkisini konuşmak çok iğrenç geliyor bana. Bunu yapmak gerçekten korkunç; ancak sınırlarım çok zorlandı ve bunu yapmak zorundayım.”
“Sevgili Bay Grant Munro…” diye konuşmaya başladı Holmes.
Ziyaretçimiz aniden sandalyesinden fırladı. “Ne?” diye bağırdı. “Adımı nereden biliyorsunuz?”
“Kimliğinizi gizli tutmayı tercih ediyorsanız…” dedi Holmes gülümseyerek. “Şapkanızda yazılı olan isminizi çıkarsanız daha iyi olur. Bakın beyefendi, bu odada öyle garip sırlar dinledik ve öyle çok insanın dertlerini çözdük ki size de yardımcı olmamamız için bir sebep yok. Eminim sizin için de aynı şeyi yapacağız. Sizden rica etsem fazla oyalanmadan durumunuzu bize anlatabilir misiniz? Çünkü zaman bazen çok değerli olabiliyor.”
Ziyaretçimiz çok acı çekiyormuş gibi elini tekrar alnına götürdü. Tavırlarından ve mimiklerinden anlayabildiğim kadarıyla, yaralarını göstermekten çok saklamayı tercih eden gururlu ve ağırbaşlı bir adamdı fakat sonra eliyle endişelerini başından savmak istermiş gibi bir hareket yaptı ve anlatmaya başladı:
“Olaylar şöyle gelişti Bay Holmes. Yaklaşık üç yıldır evli bir adamım. Bu süre zarfında hayatlarını birleştiren iki kişi olarak eşim ve ben birbirimize çok düşkündük ve çok mutlu bir hayatımız vardı. Ne düşüncelerimizle ne sözlerimizle ne de eylemlerimizle hiç kırmadık birbirimizi. ancak geçen pazartesiden beri aramıza bir şeyler girdi ve onun hayatı ile ilgili düşünceleri o kadar değişti ki… sanki sokakta yanımdan geçen herhangi bir kadından farksız bir hâle geldi. Çok uzaklaştık birbirimizden ve ben, bunun nedenini öğrenmek istiyorum.
Daha fazla anlatmadan sizi bir konuda aydınlatmak istiyorum Bay Holmes. Effie beni çok seviyor. Bu konuda hiç şüpheniz olmasın. Beni tüm kalbiyle, ruhuyla başka hiç kimseyi sevmediği kadar çok seviyor. Biliyorum… Hissediyorum… Bu konuda tartışmak istemiyorum. Bir erkek, bir kadının onu sevip sevmediğini gayet iyi anlayabilir. fakat aramıza esrarengiz bir şey girdi ve o açıklığa kavuşmadan hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorum.”
“Lütfen bana olanları anlatın, Bay Munro.” dedi Holmes sabırsızlanarak.
“Size, Effie’nin geçmişiyle ilgili bildiklerimi anlatacağım. Onunla ilk tanıştığımızda duldu ama çok gençti, yirmi beş yaşındaydı. O zamanlar soyadı Hebron idi. Küçükken Amerika’ya gitmiş ve Atlanta şehrinde yaşamış. Orada başarılı bir avukat olan Hebron diye bir adamla evlenmiş. Bir çocukları olmuş ama sarıhumma salgını baş gösterince hem kocasını hem de çocuğunu kaybetmiş. Kocasının ölüm belgesini gördüm. Artık Amerika’da yaşamak istemediğinden Middlesex, Pinner’daki bekâr teyzesiyle yaşamak üzere geri dönmüş. Kocası onu maddi yönden rahat ettirmiş ve kendisine yaklaşık dört bin beş yüz sterlin bırakmış, bununla da çok iyi yatırımlar yaparak ortalama yüzde yedi kâr etmiş. Pinner’a geleli altı ay olmuştu ki onunla tanıştım, birbirimize âşık olduk ve birkaç hafta sonra da evlendik.
Ben şerbetçi otu ticareti yapan bir tüccarım ve gelirim yılda yedi veya sekiz yüz sterlini bulduğundan maddi sıkıntı çekmedik ve Norbury’de yıllığı seksen sterlin olan bir villa kiraladık. Kasabaya çok yakın olmasına rağmen küçük evimiz kırsal bölgedeydi. Biraz üstümüzde küçük bir otel ve iki ev, bir de bizim eve bakan bir kır evi dışında başka komşumuz yoktu. Bunların dışında istasyona gidene kadar civarda ev yoktur. Belli mevsimlerde iş icabı kasabaya iniyordum ama yaz aylarında işim hafiflediğinden vaktimi eşimle evde geçiriyordum. Tahmin edemeyeceğim kadar mutluydum. Bu uğursuz olaya kadar aramıza hiçbir şey girmemişti.
Daha fazla anlatmadan size bir şey daha söylemek istiyorum. Evlendiğimiz zaman eşim tüm malını mülkünü işlerimin kötü gitme ihtimaline karşı benim üzerime yaptı; ben kesinlikle böyle olsun istemedim. Her neyse böyle olması için ısrar etti ve istediği gibi de oldu. Yaklaşık altı hafta önce bana geldi.
‘Jack!’ dedi. ‘Sen paramı aldığında ne zaman ihtiyacım olursa isteyebileceğimi söylemiştin.’
‘Elbette.’ dedim. ‘Hepsi senin.’
‘O hâlde yüz sterlin istiyorum.’ dedi.
‘Biraz bocalamıştım çünkü sadece yeni bir elbise ya da ona benzer bir şey alacağını düşünmüştüm.’
‘Ne için istiyorsun?’ diye sordum.
‘Ah!’ dedi her zamanki neşeli tavrıyla. ‘Benim bankerim olduğunu söylemiştin ve biliyorsun bankerler soru sormazlar.’
‘Eğer gerçekten istiyorsan parayı sana vereceğim.’ dedim.
‘Evet, gerçekten istiyorum.’
‘Ve niçin istediğini söylemeyecek misin bana?’
‘Belki bir gün ama şu an değil Jack.’
İlk defa bir sır olmasına rağmen bununla başa çıkmak zorundaydım. Ona bir çek yazdım ve bu konunun üzerinde bir daha durmadım. Belki anlatacaklarımla ilgisi olmayabilir ama yine de bahsetmeyi doğru buluyorum.
Size biraz evvel de dediğim gibi evimizin biraz ilerisinde bir kır evi var. Aramızda sadece bir tarla bulunuyor ama oraya gitmek için yolu takip etmek ve oradan da başka bir yola sapmak gerekiyor. Arka tarafında ağaçlık bir alan var ve sarıçamlarla dolu. Eskiden öyle yerlerde yürüyüş yapmaktan çok hoşlanırdım. Çünkü ağaçların hep dost varlıklar olduklarını düşünürüm. Kır evi sekiz aydır boştu; çok yazık oluyordu; çünkü iki katlı, eski tip bir verandası vardı. Etrafı hanımelilerle çevrili hoş bir evdi. Birçok defa önünde durup ne kadar hoş bir çiftlik evi olabileceğini düşünmüşümdür.
Her neyse geçen pazartesi akşamı oralarda yürürken boş bir yük arabasının o yoldan geldiğini ve verandanın yanındaki çimenlere bir sürü halı ve eşyanın yığıldığını gördüm. kır evinin nihayet tutulduğu belliydi. Yanından geçerken bize komşu gelenlerin nasıl insanlar olduklarını merak ettim. Eve göz atarken üst kattaki pencerelerin birinden bir kişinin bana baktığını gördüm.
O yüzde öyle bir şey vardı ki Bay Holmes, iliklerime kadar ürperdim. Biraz uzakta olduğum için yüz hatlarını pek seçemedim ama anormal ve uğursuz görünüyordu. Bu nedenle beni seyreden kişiyi daha yakından görebilmek için yaklaştım; ancak penceredeki yüz o kadar çabuk yok oldu ki sanki içeriden biri, onu odanın karanlığına geri çekmiş gibiydi. Yaklaşık beş dakika öylece durup gördüklerimi analiz ettim. O yüzün bir kadına mı yoksa erkeğe mi ait olduğuna karar veremedim; çünkü çok uzakta duruyordum. Ancak rengi beni çok etkilemişti. Aşırı derecede soluk bir yüzdü; ama katı ve sert ifadesi çok şaşırtıcı bir şekilde doğal durmuyordu. O kadar rahatsız olmuştum ki yeni komşularımızı yakından tanımaya karar verdim. Yaklaşıp kapıyı çaldığım anda uzun boylu, sıska bir kadın, sert, ürkütücü bir yüz ifadesiyle kapıyı açtı.
‘Ne istiyorsunuz?’ dedi Kuzeyli aksanıyla.
‘Ben oradaki evde oturan komşunuzum.’ dedim kafamla işaret ederek. ‘Buraya yeni taşındığınızı fark ettim ve herhangi bir yardıma ihtiyaç…’
‘Hayır, olduğunda size söyleriz.’ dedi ve kapıyı yüzüme kapattı. Kaba davranışına sinirlenerek arkamı dönüp kendi evime doğru yürüdüm. Başka şeyler düşünmeye çalışmama rağmen, pencerede gördüğüm yüz ile kadının kabalığını aklımdan çıkaramadım bütün gece. Gördüklerimi eşime anlatmamakta kararlıydım çünkü bazen fazla heyecanlı ve kontrolsüz davranabiliyordu. Bu nedenle nahoş izlenimlerimi onunla paylaşmak istemedim ancak uyumadan önce kır evinin tutulduğunu söyledim. O ise buna herhangi bir tepki vermedi.
Genelde çok derin uyurum, hatta gece boyunca beni hiçbir şeyin kolay kolay uyandıramayacağı, ailem arasında alay konusu bile olmuştur; fakat özellikle o gece, belki gündüz yaşadığım maceranın da etkisiyle daha hafif uyudum. Rüyalarımda bulanık bir şekilde odamda bir şeylerin döndüğünü gördüm. Gece uyandığımda eşimin yavaş yavaş giyindiğini, paltosuyla şapkasını da aldığını fark ettim. Bu zamansız hazırlıkları görünce şaşırdım ve tam bir şeyler söylemek üzere ağzımı açmıştım ki yarı açık gözlerimle onun mum ışığı ile aydınlatılmış yüzünü görünce hayretler içinde kaldım. Daha önce hiç görmediğim bir yüz ifadesi vardı; göreceğimi de sanmazdım. Çok solgundu, hızla nefes alıyordu ve beni uyandırıp uyandırmadığını görmek için paltosunu iliklerken sürekli bana bakıyordu. Sonra da uyuduğumu düşünerek sessizce odadan çıktı ve bir dakika sonra ön kapının menteşelerinin keskin gıcırdamasını duydum. Yatakta oturarak gerçekten uyanık olduğuma emin olmak için parmaklarımı yatak kenarlarına vurdum. Sonra yastığın altındaki saatimi aldım. Saat sabahın üçüydü. Benim eşim bu saatte, ıssız yollarda ne yapıyor olabilirdi?
Yaklaşık yirmi dakika oturup buna mantıklı bir cevap bulmaya çalıştım. Düşündükçe daha tuhaf ve izah edilemez gözüküyordu. Hâlâ kafam karmakarışık, öylece oturuyorken kapı tekrar hafifçe kapatıldı ve eşimin ayak seslerini merdivenlerde duydum.
‘Hangi cehennemdeydin, Effie?’ diye sordum içeri girdiğinde.
Sesimi duyduğunda aniden sıçradı ve zorlukla nefes alıyormuş gibi bir çığlık attı. Beni en çok huzursuz eden bu davranışları oldu çünkü onda tarif edilemez bir suçluluk duygusu hissetmiştim. Eşim her zaman dürüst ve açık sözlü olmuştur; kendi odasına gizlice girmesi kocası ona bir soru sorduğunda çığlık atıp ürkmesi, beni çok üzmüştü.
‘Uyanık mıydın, Jack?’ dedi sinirli bir gülüşle. ‘Seni hiçbir şeyin uyandıramayacağını düşünürdüm…’
‘Neredeydin?’ diye daha sert bir tonda sordum.
‘Tabii ki çok şaşırmışsındır.’ dedi; paltosunun düğmelerini açmaya çalışırken ellerinin nasıl titrediğini görebiliyordum. ‘Daha önce hiç böyle davranmamıştım. Doğrusunu istersen kendimi boğulacak gibi hissettim ve temiz havaya ihtiyaç duydum. Dışarı çıkmasaydım kesinlikle bayılırdım. Biraz kapının önünde durdum. Şimdi kendimi daha iyi hissediyorum.’
Bu hikâyeyi anlattığı süre boyunca bir kez olsun yüzüme bakmadı ve ses tonu her zamankinden farklıydı. Açıkça yalan söylediğini anlamıştım. Cevap vermeden yüzümü duvara çevirdim; kalbim parçalara ayrılmıştı ve endişeyle şüphe duygusu beni darmadağın etmişti. Eşim benden ne gizliyor olabilirdi? Nereye gitmişti? Öğrenene kadar huzur bulamayacaktım ama bana yalan yanlış da olsa cevap verdikten sonra ona tekrar soramazdım. Bütün gece yatakta döndüm durdum, teori üstüne teori ürettim ama her biri diğerinden daha saçma oluyordu.
O gün şehre inmeliydim ama aklım bu kadar karışıkken işle ilgili meselelerle ilgilenemeyecektim. Eşim en az benim kadar rahatsız olmuştu ve ara sıra bana attığı kaçamak bakışlarından benim ona inanmadığımı anladığını hissedebiliyordum. Çılgınca bir çözüm yolu aradığının farkındaydım. Kahvaltıda hiç konuşmadık ve yemek yer yemez durumu değerlendirmek için temiz havaya ihtiyaç duydum, kendimi dışarı attım.
Crystal Sarayı’na kadar yürüdüm, bir saat kadar orada oyalandım ve saat bir gibi Norbury’ye döndüm. Tesadüfen o kır evinin önünden geçtim dönerken ve bir önceki gün gördüğüm o tuhaf şeyi tekrar görebilmek ümidiyle pencereye göz attım. Orada öylece duruyorken birdenbire kapı açıldı ve eşim dışarı çıktı. Şaşkınlığımı tahmin edemezsiniz Bay Holmes!..
Onu gördüğümde afallamıştım ama göz göze geldiğimizde benim şaşkınlığım, onunkinin yanında hiç sayılırdı. Bir an sanki tekrar evin içine koşmayı düşündü ama gizlenmenin yararı olmayacağını anladı. Bembeyaz kesilmiş yüzü ile korkmuş gözleri, dudaklarındaki gülümsemenin ne kadar sahte olduğunu ortaya koyuyordu.
‘Ah, Jack!’ dedi. ‘Yeni komşularımızın yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sormaya gelmiştim. Neden öyle bakıyorsun Jack? Bana kızmadın ya?’
‘Demek ki…’ dedim. ‘Dün gece buradaydın.’
‘Ne demek istiyorsun?’ diye cevap verdi ağlamaklı bir hâlde.
‘Buradaydın. Eminim. Gecenin o saatinde ziyaret ettiğin bu insanlar kim?’
‘Ben daha önce buraya hiç gelmedim.’
‘Bana nasıl yalan söyleyebilirsin?’ diye bağırdım. ‘Konuşurken bile ses tonun değişiyor. Ben senden hiç sır sakladım mı? Eve gireceğim ve bütün meseleyi kökünden halledeceğim.’
‘Hayır, hayır, Jack! Tanrı aşkına!’ dedi nefes nefese kendisini kontrol edemeyerek. Sonra kapıya yaklaştığımda beni kolumdan yakaladı ve büyük bir güçle geri çekti.
‘Sana yalvarıyorum bunu yapma Jack!’ diye bağırdı. ‘Sana bir gün her şeyi anlatacağım, yemin ediyorum ama o eve girersen bu, sana ızdıraptan başka bir şey getirmeyecek.’ Kendisinden kurtulmaya çalışırken bana çılgınca yalvarmaya devam etti.
‘Güven bana Jack!’ diye bağırdı. ‘Bu seferlik bana güven. Pişman olmayacaksın. Senin iyiliğin için olmasaydı senden asla bir şey gizlemezdim. Bütün hayatımız buna bağlı. Eğer benimle eve dönersen her şey yoluna girecek. Ama o eve zorla girersen işte o zaman aramızdaki her şey bitmiş olacak!’
Tavırlarındaki samimiyet ve umutsuzluk duraksamama neden oldu ve kararsızca kapının önünde öylece kalakaldım.
‘Sana bir şartla inanacağım; sadece bir şartla!’ dedim sonunda. ‘Bu gizeme şu andan itibaren son vereceksin. Sırrını saklamakta özgürsün ama bundan böyle gece yarısı dışarı çıkmak ya da benden gizli hareket etmek gibi şeyler olmayacak. Olanları unutmaya hazırım ancak ileride tekrarlanmayacağına söz vermelisin.’
‘Bana güveneceğini biliyordum!’ diye bağırdı rahatlayarak. ‘Senin istediğin gibi olacak. Haydi gel! Ah, haydi evimize gidelim!’ Hâlâ kolumdan çekerek beni o evden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yürürken geriye dönüp baktım ve üst kattaki pencerede, bana geçen gün bakan o soluk, sarımtırak, öfkeli yüzü gördüm. O yaratık ile eşimin arasında ne gibi bir bağ olabilirdi? Ya önceki gün gördüğüm o sert, kaba kadının benim eşimle ne bağlantısı vardı? Tüm bunlar acayip bir yapbozun parçaları gibiydi ve bunu çözmeden asla rahat edemeyeceğimi çok iyi biliyordum.
Bu olaydan sonra iki gün evde kaldım. Karım anlaşmamıza uyuyor gibi görünüyordu çünkü evden dışarı adımını atmadı. fakat üçüncü gün, verdiği sözün, onu, kocasını ve görevlerini bile unutturan bu gizli etkinin pençesinden kurtarmaya yetmeyeceğini anladım.
O gün şehre inmiştim ve her zamanki 3:36 treni yerine 2:40 treniyle eve döndüm. Eve girdiğimde hizmetçimiz şaşkınlık içinde salona koştu.
‘Hanımın nerede?’ diye sordum.
‘Sanıyorum yürüyüşe gitti.’ diye cevap verdi.
Yine aklım şüphelerle doldu. Yukarı koşarak evde olmadığına emin olmak istedim. Onu ararken tesadüfen üst kattaki pencerelerin birinden dışarı baktığımda biraz önce konuştuğum hizmetçimin o eve doğru koştuğunu gördüm. Sonra, tabii ki her şeyi anladım. Eşim oraya gitmişti ve ben eve geldiğimde hizmetçinin haber vermesini istemişti. Öfkeyle yanıp tutuşuyordum, meseleyi kökünden çözmek için aceleyle aşağı inip karşı tarafa koşturmaya başladım. Eşimin ve hizmetçinin yoldan geri geldiğini gördüm ama onlarla konuşmak için durmadım. Hayatımı gölgelendiren bir sır, o evde yatıyordu. Ne olursa olsun bunun artık bir sır olmaktan çıkacağına yemin ettim. Eve ulaştığımda kapıyı çalma zahmetinde bulunmadan direkt içeri daldım.
Giriş katında her şey sessiz sakindi. Mutfakta ateşin üzerinde bir çaydanlık ötüyor, hasır sepette büyük, siyah bir kedi yatıyordu; ama daha önce gördüğüm kadından iz yoktu. Hemen diğer odaya koştum; burada da kimse yoktu. Sonra üst kata çıktım ve buradaki iki odanın da boş olduğunu gördüm. Koca evde hiç kimse yoktu. Eşyalar ve tablolar çok sade ve kabaydı, pencerede gördüğüm o tuhaf yüzün bulunduğu oda dışında. Orası rahat ve şıktı. Ne zamanki üç ay önce benim ricamla çektirdiğimiz eşimin büyük boy fotoğrafını şöminenin üzerinde gördüm, işte o zaman şüphelerim hiddete dönüştü.
boş olduğuna emin olana kadar evde dolaştım. Sonra kalbimde daha önce hiç hissetmediğim bir ağırlıkla oradan ayrıldım. Ben evimize girerken eşim koridora çıktı ama o kadar içerlemiş ve kızgındım ki bırakın onunla konuşmayı tek kelime etmeden koşarak çalışma odasına gittim. ancak ben kapıyı kapatmadan o da peşimden içeri girmişti.
‘Sözümde durmadığım için özür diliyorum Jack.’ dedi. ‘Ama durumu bilseydin eminim beni affederdin.’
‘O hâlde bana her şeyi anlat.’ dedim.
‘Anlatamam Jack, anlatamam!..’ diye bağırdı.
‘O evde kimlerin yaşadığını ve o fotoğrafı verdiğin kişinin kim olduğunu söylemediğin sürece, aramızda bir daha asla güven söz konusu olamaz!’ dedim ve evden ayrıldım. Bunlar dün oldu Bay Holmes ve eşimi en son o zaman gördüm. Ayrıca bu tuhaf mesele hakkında daha fazla bilgim yok. Aramıza giren ilk gölgedir bu ve o kadar yıprandım ki ne yapacağımı bilemiyorum. Bu sabah, sizin bana tavsiyelerde bulunabileceğiniz geldi aklıma aniden. Bu yüzden koşup size geldim ve kendimi ellerinize bırakıyorum. Eğer anlayamadığınız herhangi bir nokta varsa lütfen sorun. ama en önemlisi bana ne yapacağımı söyleyin, yoksa daha fazla dayanamayacağım!”
Holmes ile birlikte bu olağanüstü hikâyeyi büyük bir ilgiyle dinlemiştik. Bu üzücü olay nedeniyle büyük bir sarsıntı geçiriyordu adamcağız. Arkadaşım bir süre eli çenesinde, sessizce düşüncelere dalmıştı.
“Söyler misiniz…” dedi sonunda. “Penceredeki yüzün bir adama ait olduğuna yemin edebilir misiniz?”
“Onu uzaktan gördüm. Bu nedenle bu soruya tam olarak cevap vermem imkânsız.”
“Görünüşe göre sizi çok etkilemiş.”
“Doğal olmayan bir ten rengi ve kaba hatları vardı. Yaklaştığımda hızla gözden kayboldu.”
“Eşiniz sizden yüz sterlini ne zaman istedi?”
“Yaklaşık iki ay önce.”
“Onun ilk kocasının fotoğrafını hiç gördünüz mü?”
“Hayır, ölümünden sonra Atlanta’da büyük bir yangın çıkmış ve eşimin bütün evrakları yok olmuş.”
“Yine de ölüm belgesi var. Gördüğünüzü söylemiştiniz.”
“Evet, yangından sonra yenisini çıkartmış.”
“Karınızın Amerika’dan tanıdığı kimse var mıydı?”
“Hayır.”
“Oraları tekrar ziyaret etmeyi düşünüyor muydu?”
“Hayır.”
“Peki, mektup alır mıydı?”
“Hayır.”
“Teşekkür ederim. Bu durumu düşünmek için biraz süre istiyorum. Bu ev tamamen terk edildiyse işimiz zorlaşabilir. Diğer yandan eğer evdekiler, siz gelmeden önce uyarılıp dışarı çıktılarsa -ki öyle olduğunu tahmin ediyorum- geri dönebilirler ve bu durumda biz de meseleyi kolayca çözebiliriz. Size tavsiyem şudur, tekrar Norbury’ye dönün ve evin pencerelerini yeniden inceleyin. İçeride olduklarına emin olursanız, sakın zorla girmeye kalkışmayın, lütfen arkadaşımla bana bir telgraf çekin. Elimize ulaştığında bir saat içinde yanınızda olacağız ve bu meseleyi kökünden çözeceğiz.”
“Ya hâlâ boş ise?”
“Böyle bir durumda yarın yanınıza geleceğiz ve olayları konuşacağız. Hoşça kalın ve en önemlisi sebepsiz yere endişeye kapılmayın.”
“Korkarım ki işler pek yolunda değil Watson.” dedi arkadaşım, Bay Grant Munro’yu kapıdan geçirdikten sonra. “Sen ne diyorsun olanlara?”
“Çok çirkin görünüyor.” diye cevap verdim.
“Evet. Yanılmıyorsam işin içinde şantaj var.”
“Şantajcı kim peki?”
“Evin tek rahat odasında yaşayan ve şöminenin üzerine kadının resmini koyan yaratık olsa gerek. İnan bana Watson, penceredeki soluk yüz çok ilgimi çekiyor ve ben bu davayı dünyada kaçırmam.”
“Teorin nedir?”
“Aslında geçici bir teorim var. Haklı çıkmazsam şaşarım. Bu kadının ilk kocası o evde yaşıyor.”
“Neden böyle düşünüyorsun?”
“Kadının, kocasının eve girmemesi için çırpınmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Anladığım kadarıyla olaylar şöyle gelişti: Bu hanım Amerika’da evlendi. Kocası kötü alışkanlıklar edindi ya da kötü bir hastalığa yakalandı mı desek; mesela cüzzam gibi? En sonunda kocasından kaçtı, İngiltere’ye döndü, adını değiştirdi ve yeni bir başlangıç yapmak için hayatına yön verdi. Üç yıldır evliydi ve güvende olduğunu düşünüyordu. Yeni kocasına da uydurma bir isim adına düzenlenmiş bir ölüm belgesi gösterdi ama bir gün ilk kocası ortaya çıktı. Kadına mektup gönderip gerçekleri anlatmakla tehdit etti. Kadın kocasından yüz sterlin isteyerek onu susturacağını sandı. bu o kadar da işe yaramadı ve bir süre sonra kadının oturduğu yere geldiler, ikinci kocası kır evine yeni birilerinin taşındığını söyleyince kadın bunların kim olduğunu anladı. Kocası uyur uyumaz kendisini huzur içinde bırakmaları konusunda onları ikna etmekte kararlıydı; ancak başarısızlığa uğrayınca ertesi sabah tekrar gitti ama bu sefer kocasıyla karşılaştı. Oraya bir daha gitmeyeceğine söz verdi kocasına ama iki gün sonra, kendisinden istenilen fotoğrafı da yanına alarak onları tekrar ikna etme çabasına başvurdu. Görüşme sırasında hizmetçi hemen yanına koşturup kocasının geldiğini haber verdi. Kadın, kendisini onu evde bulamayınca kır evine geleceğini bildiğinden herkesi arka kapıdan ağaçlık alana götürerek sakladı. Bu sebepten kocası evin terk edildiğini düşündü. Bu gece incelemelerde bulunmak üzere gittiğinde hâlâ kimsenin evde ikamet etmediğini görürse herhâlde bu olaya benim kadar şaşıran olmaz. Teorim hakkında ne düşünüyorsun?”
“Sadece tahminlerde bulunuyorsun.”
“En azından gerçeklerle örtüşüyor. Yeni gerçeklerle yüzleştiğimizde ve örtüşmediğini gördüğümüzde işte o zaman tekrar düşünürüz. Zaten Norbury’deki arkadaşımızdan haber almadığımız müddetçe elimiz kolumuz bağlı.”
Haberin gelmesi için çok fazla beklemedik. Çayımızı bitirmek üzereyken haber elimize ulaştı. “Evde hâlâ ikamet ediyorlar.” yazıyordu. “Penceredeki yüzü tekrar gördüm. Yedi treniyle sizi karşılayacağım ve o saate kadar bir şey yapmayacağım.”
Vagondan indiğimizde bizi platformda bekliyordu ve istasyonun ışıkları altında onun çok solgun olduğunu ve üzüntüden titrediğini görebiliyorduk.
“Hâlâ oradalar Bay Holmes.” dedi eliyle arkadaşımın kolunu tutarak. “Gelirken kır evinin ışıklarını gördüm. Bu meseleyi tamamen halledelim.”
“Planınız nedir?” diye sordu Holmes ağaçlarla çevrelenmiş yolda yürürken.
“İçeri zorla girip orada kimlerin yaşadığını öğreneceğim. İkinize de şahit olarak ihtiyacım var.”
“Bu sırrı çözmemeniz konusunda ısrar eden eşinize rağmen sonuna kadar gitmekte kararlısınız demek.”
“Evet, kararlıyım.”
“Bence doğrusunu yapıyorsunuz. Gerçekler, sonsuz şüphelerden daha iyidir. Bir an önce gidelim. Gerçi yasalara karşı geliyoruz ama yine de buna değer.”
Çok karanlık bir geceydi. Ana yoldan, her iki tarafı çalılıklar ve derin tekerlek izleriyle kaplı dar bir yola saptığımızda yağmur çiselemeye başlamıştı. Bay Grant Munro sabırsızca ilerlerken biz, onu takip etmekte zorlanıyorduk.
“Oradaki ışıklar benim evime ait.” diye mırıldanarak ağaçlar arasındaki parıltıya işaret etti. “Burası da girmeyi planladığımız kır evi.”
O konuşurken bir yola saptık ve hemen karşımızda bir ev göründü. Karanlıkta, toprağın üzerine yansıyan küçük, sarı bir ışık, kapının tamamen kapalı olmadığını gösteriyordu. Üst kattaki bir oda ise pırıl pırıl aydınlatılmıştı. Pencereye bakarken bir karaltının hızla hareket ettiğini gördük.
“İşte yaratık!” diye bağırdı Grant Munro. “Orada birinin olduğunu siz de görebilirsiniz. Beni takip edin ve artık olanları öğrenelim.”
Kapıya yaklaşırken içeriden bir kadın fırladı ve lamba ışığının altında durdu. Karanlıkta yüzünü pek seçemiyordum ama kollarını yalvarırcasına öne doğru tutuyordu.
“Tanrı aşkına yapma Jack!” diye bağırdı. “Bu gece geleceğini tahmin ettim. Lütfen iyi düşün, tatlım! Bana tekrar güven, pişman olmayacaksın!”
“Sana fazlasıyla güvendim Effie!” dedi sert bir tavırla. “Bırak beni! Geçmeliyim. Arkadaşlarım ve ben bu meseleyi kökünden çözeceğiz!” Eşini bir kenara itti ve biz de onu hemen arkasından takip ettik. Kapıyı açar açmaz yaşlı bir kadın önüne atlayarak onu durdurmaya çalıştı ama o, kadını kenara fırlattı ve hepimiz merdivenleri tırmanmaya başladık. Grant Munro, ışıklandırılmış odaya bir hışımla girerken biz de onun arkasındaydık.
Konforlu, iyi döşenmiş odada, masanın ve şöminenin üstünde olmak üzere ikişer mum yanıyordu. Köşede, bir masanın üzerine eğilmiş, küçük bir kız çocuğuna benzeyen biri vardı. İçeri girdiğimizde yüzü bize dönük değildi. Üzerinde kırmızı bir elbise ile beyaz eldivenleri vardı. Bize hızla döndüğünde ben şaşkınlık ve korkudan ufak bir çığlık attım. Bize çevirdiği yüzü çok tuhaf bir şekilde solgundu ve herhangi bir ifadeden yoksundu. Bir dakika sonra olayın gizemi çözüldü. Holmes bir kahkaha atarak elini çocuğun kulağının arkasına götürdü ve maskesini çıkardı. Bembeyaz dişleriyle şaşkın şaşkın yüzlerimize gülümseyerek bakan küçük, kömür gibi bir siyah kız duruyordu karşımızda. Onun neşesi karşısında ben de kahkahayı patlattım ama Grant Munro elini boğazına götürerek gözlerini ona dikip bakakalmıştı.
“Tanrı’m!” diye bağırdı. “Bunun anlamı ne?”
“Ben sana anlatacağım.” diye bağırdı gururlu bir ifadeyle içeriye koşturan Effie. “Sana anlatmamak için çok uğraştım ama olanlar oldu artık. Kocam Atlanta’da öldü. Çocuğum ise kurtuldu.”
“Çocuğun mu?”
Göğsünden büyük, gümüş bir madalyon çıkardı. “Bunu açık hâlde hiç görmedin değil mi?”
“Açılmadığını sanıyordum.”
Bir yaya dokunur dokunmaz ön kapak dönüverdi. İçinde çok yakışıklı, zeki görünümlü bir erkeğin resmi vardı; ancak siyah olduğu gözden kaçmıyordu.
“Bu Atlantalı John Hebron.” dedi kadın. “Dünyaya ondan daha asil bir erkek gelmemiştir. Onunla evlenebilmek için ailemi reddettim ve evliliğimiz boyunca bir kez bile pişman olmadım. Tek çocuğumuzun onun tarafına benzemesi büyük talihsizlikti. Genelde böyle olurmuş. ama küçük Lucy babasından bile daha koyu tenli oldu. Açık veya koyu, o benim küçük kızım ve annesi onu çok seviyor.” Bu sözleri duyar duymaz küçük kız annesine koşarak sarıldı. “Onu Amerika’da bırakmamın sebebi sağlığının iyi olmayışıydı. Hava değişikliğinin ona iyi gelmeyeceğini düşündüm.” diye devam etti. “Bir zamanlar bizimle çalışan güvenilir, İskoç bir kadına emanet ettim onu. Fakat sen karşıma çıktığında ve seni sevmeye başladığımda sana çocuğumdan bahsetmeye çekindim Jack. Tanrı affetsin seni kaybetmekten korktum ve anlatmaya cesaret edemedim. İkinizin arasında bir seçim yapmalıydım ve kendi küçük kızıma sırtımı dönme zayıflığını gösterdim. Üç yıldır onun varlığını senden gizli tutuyordum ama bakıcısından haberlerini alıyor, her şeyin yolunda gittiğini öğreniyordum; ancak onu görme ihtiyacını hissettim. Karşı koymaya çalıştım ama boşunaydı. Tehlikeli olacağını bilmeme rağmen birkaç haftalığına da olsa onu buraya getirtecektim. Bakıcıya yüz sterlin gönderdim ve kır evi hakkında bilgi verdim. Böylece komşu olarak gelecekti ve benimle olan bağlantısı anlaşılmayacaktı. O kadar dikkatle önlem aldım ki gündüz çocuğu dışarı çıkarmıyor, yüzünü ve ellerini örtüyordum. Böylece mahallede siyah bir çocuğun olduğu dedikodusunu engellemiş oldum. Biraz daha ihtiyatlı olsaydım daha iyi olurdu ama gerçeği öğrenmenden o kadar korkuyordum ki…
Kır evine kiracıların taşındığını ilk sen söyledin. Sabahı beklemem gerektiğini biliyordum ama çok heyecanlanmıştım ve seni uyandırmanın ne kadar zor olduğunu bildiğimden gizlice oraya gitmeye karar verdim. fakat beni giderken gördün, bu da sorunların başlangıcı oldu. Ertesi gün benim sırrım senin insafına kalmıştı; ama asilce davranarak daha fazla üstelemedin. ancak üç gün sonra, sen ön kapıdan girmeye çabalarken bakıcısı ile kızım güç bela arka kapıdan kaçabilmişti. Artık her şeyi öğrendiğine göre çocuğuma ve bana ne olacağını sorabilirim sana.” dedi ve ellerini birleştirerek kocasının vereceği cevabını bekledi.
Grant Munro çok uzun geçen iki dakika sonunda sessizliğini bozdu, verdiği cevabı hâlâ sevgiyle hatırlarım… Küçük çocuğu kollarına aldı, öptü ve onu taşırken diğer elini eşine uzattı, kapıya doğru yöneldiler.
“Sanıyorum bunu evde daha rahat konuşuruz.” dedi Grant Munro. “Mükemmel bir adam olmayabilirim Effie ama düşündüğünden daha iyi biri olduğumu sanıyorum.”
Holmes ile beraber onları yol boyunca takip ederken arkadaşım bir ara kolumu çekiştirdi.
“Sanıyorum Londra’ya dönsek daha iyi olacak.” dedi.
O gece geç saatlerde, mumuyla beraber odasına çekilene kadar olay hakkında tek bir kelime dahi etmemişti.
“Watson…” dedi odasına giderken. “Eğer kendime fazla güvenmeye başlarsam ya da bir vakaya hak ettiğinden daha az özen gösterirsem lütfen kulağıma ‘Norbury’ diye fısılda. Ben de sana sonsuza dek minnettar kalayım.”

Borsa Kâtibi
Evlendikten kısa bir süre sonra Paddington bölgesinde bir muayenehane buldum. Yaşlı Bay Farquhar’dan devraldığım muayenehane, bir zamanlar muhteşem iş yapıyordu ama yaşı icabı ve yakalandığı Kore hastalığı yüzünden Bay Farquhar çok zayıflamıştı. Halk, kendisine derman bulamayanın başkasına da derman bulamayacağı inancında olduğu için bu doktorun şifa verebileceği konusuna şüpheyle bakmaya başlamıştı. Bu nedenle meslektaşım güçsüzleştikçe kazancı da düşüşe geçti. Ben devraldığımda geliri yılda on iki binden, üç binin biraz üstünde bir miktara kadar gerilemişti. ancak ben, gençliğime ve enerjime güveniyordum ve birkaç yıl içinde burayı eski parlak günlerine kavuşturacağıma inanıyordum.
İşimin başına geçtim, üç ay boyunca çok sıkı bir çalışma temposuna girdim. Arkadaşım Sherlock Holmes’u çok az görmeye başlamıştım çünkü Baker Caddesi’ne gidemeyecek kadar meşguldüm ve arkadaşım da zaten iş dışında pek dışarı çıkmıyordu. Bu yüzden haziran ayının bir sabahında, kahvaltıdan sonra “British Medical Journal”ı okurken zilin çalışını ve arkasından da eski arkadaşımın yüksek, tiz sesini duyunca çok şaşırmıştım.
“Ah, sevgili Watson!” dedi odaya girerken. “Seni gördüğüme çok sevindim! Eminim ‘Dörtlerin Yemini’ maceramızdan sonra Bayan Watson kendine gelmiştir.”
“Teşekkür ederim, ikimiz de çok iyiyiz.” dedim içtenlikle tokalaşırken.
“Ümit ederim ki…” diye devam ederken sallanan sandalyeye oturdu. “Tıp çalışmaların, birlikte çözdüğümüz küçük tümevarım problemlerimize olan ilgini azaltmamıştır.”
“Aksine.” dedim. “Daha dün gece eski notlarıma göz atıyor ve elde ettiğimiz sonuçları sınıflandırıyordum.”
“Topladığın notların son olduğunu düşünmediğine eminim.”
“Asla! Bunlar gibi başka deneyimler yaşamak bana mutluluk verecektir.”
“Bugüne ne dersin?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-konan-doyle/sherlock-holmes-un-anilari-butun-maceralari-4-69428722/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4 Артур Конан Дойл
Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4

Артур Конан Дойл

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Sevgili Watson…” dedi. “Alçak gönüllülüğü erdem ile aynı kefeye koyanlara katılamayacağım. Alçak gönüllülüğü meziyet sayanları anlayamıyorum. Bir mantıkçı için her şey, tam olarak ne ise öyle görünmelidir. Kendini küçük görmek de yeteneklerini abartmak da gerçeklerden kaçmaktır. Onun için Mycroft’un benden daha iyi bir gözlemci olduğunu söylediğimde, bunun kesinlikle doğru olduğunu bilmelisin.” Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).

  • Добавить отзыв