Kreutzer Sonat – Niçin?

Kreutzer Sonat – Niçin?
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Beethoven’ın Kroyçer Sonatı’nın, ruhunda tarif olunmaz bir hissi filizlendirdiğini düşünürken, karısının hayat verdiği bu nağmelerin bir evliliğin sonu olacağını nereden bilebilirdi? Bu evlilik neden olmamış mıydı sevgiyi, aşkı, kadını, kadınlığı anlamaya çalışmasına? Karmaşık hisler ve düşünceler yumağının arasında içinde yaşadığı toplumun ahlak yapısını sorgulamasına? “Yalnız, erkeğin kadın hakkında, kadının da kendi hakkında edindiği fikir bu işte bir değişiklik yapabilir.” diyen Pozniçev, karmaşık ve duygu yüklü dünyasında gerçek aşkı ve sevdayı meçhul bir zamana bırakacaktır. Pozniçev’le kendini ifade eden Lev Tolstoy’un, kadın erkek ilişkilerini farklı bir bakış açısıyla ele aldığı bu eserinin ardından, farklı bir hikâyesi olan “Niçin”de, iki gencin yaralı yüreklerinde büyüttükleri aşka şahitlik ediyoruz. Sevginin yalnızca bedende yaşanmadığını gösteren, düşüncelerdeki güzelliği, yüreklerdeki umudu ve tutkuyu görerek sevmenin kuvvetini hisseden iki genç: Albin ve Migurski. Polonya’nın bağımsızlık mücadelesi içerisinde yeşeren bir sevda… Gözyaşıyla, ölümle, yoksullukla ve zulümle yoğrulan bir yaşam… Bu yaşam, yüreklerinde taşıdıkları bu ağır yük, onların gelecek günlere olan inancını kaybettiremeyecektir.

Lev Tolstoy
Kreutzer Sonat Niçin?

Fakat ben size diyorum ki her kim bir kadına hırs ve arzu ile bakarsa içinden onunla zina etmiş demektir.
    (Matta, V, 28)
Çömezleri ona dediler: Eğer erkekle karım arasındaki münasebet böyle ise evlenmek uygun bir şey olmaz. Fakat o cevap verdi: Bu herkesin elinden gelmez. Buna kadir olan yalnız onlardır ki kendilerine o kudret verilmiştir.
    (Matta, XIX, 10,11)


I
İlkbahar başlangıcında idik. İki gün ve bir geceyi şimendiferde geçirdik.
Durak yerlerinde trene binen ve inen yolcular oluyordu. Bununla beraber üç kişi vardı ki, benim gibi, trenin ilk hareketinden beri bizim vagonda bulunuyorlardı: Orta yaşlı bir kadın, oldukça çirkin, çekik bir yüz, ağzında sigara, başında bir avukat şapkası, sırtında erkek biçimini andıran bir manto; yanında kırklık bir erkek, fazla zevzek, yepyeni yolcu eşyası arasında; sonra, saçları vaktinden evvel ağarmış genç biri, ötekilerden ayrı olduğu belli, ufak tefek, sinirli hâli var, parlak gözleri mütemadiyen yeni bir şeye ilişiyor. Sırtında iyi bir terzi elinden çıkmış, astragan yakalı eski bir palto, başında yine astragan bir kalpak. Paltosunun altında, vücuduna yapışık bir mujik setresi ile işlemeli Rus gömleği görünüyor. Bu mösyönün tuhaf bir hâli de şu idi: İkide bir öksürür gibi veya kısa gülüşlere benzeyen acayip sesler çıkarıyordu.
Bütün yolculuğumuzda bu mösyö kimse ile konuşmamış, lafa karışmamış idi. Yeni bir münasebet tesisinden kaçındığı anlaşılıyordu. Ara sıra kitap okuyor, sigara içiyor, arada bir kendine çay hazırlıyor yahut eski bir çantadan çıkardığı reçelli ekmek dilimlerinden yiyordu. Kendisine bir şey sorulacak olsa cevapları kuru ve kısa olur, gözleri pencerenin dışarısında kayıp giden kırlara dalardı.
Böyle iken yalnızlığın ona ağır bastığını fark ettim. Hâlbuki yerlerimiz hemen karşı karşıya olduğu için ikide bir göz göze geldikçe o yine aramızda laf açılmasına meydan vermemek için başka bir tarafa bakıyordu.
İkinci günü akşama doğru tren büyük bir istasyonda durdu. Sinirli genç, çay yapmak için sıcak su aramaya gitti. Eşyası yepyeni olan öbür mösyö de -bu adamın avukat olduğunu sonra öğrendim- yanındaki kadınla beraber büfeye çay içmeye gittiler.
Onlar yokken vagona yeni yolcular geldi. Bunların arasında iri yapılı bir ihtiyar vardı: Yüzü yeni tıraşlı, alnı buruşuk, besbelli bir tüccar, Amerika sansarı koca bir kürklü paltoya bürünmüş, başında geniş siperli bir kasket, geldi, madamla avukatın koltukları karşısındaki yere oturarak tüccar kâtibi olduğu anlaşılan genç biri ile konuşmaya başladı. Bu da yeni gelenlerden biri idi.
Onlara çok yakın bulunuyordum. Tren istasyon yaptığı için başka yolcuların konuşmadıkları sırada sözlerinden birkaçı kulağıma çalındı. Önce ticaretten, eşya fiyatlarından, daha sonra Nijni-Novgorod panayırından bahsettiler. Kâtip, her ikisinin de tanıdığı zengin bir tacirin panayırdaki cümbüşlü âlemlerini anlattı. Fakat ihtiyar, sözünü keserek vaktiyle Kunavino’da kendisinin münasebettar olduğu bazı kadınlara ait hatıralarını anlatmaya başladı. Bu hatıraların tekrarı onu aşağı yukarı böbürlendiriyordu. Bir gün Kunavino’da iken sarhoş bir hâlde iştirak ettiği vur patlasın çal oynasın âlemini göğsü kabararak anlattı. Bunun besbelli birçok açık yerlerini eğilerek yazıcının kulağına söylemeye mecbur oluyordu.
Hikâyeyi dinlerken yazıcı çılgın kahkahalarla sarsılarak gülüyor, ihtiyar da sırıtarak önden iki sarı dişini gösteriyordu.
Bu muhaverenin beni alakadar eden bir kıymeti olmadığı için tren kalkıncaya kadar biraz da ben gezineyim diyerek inmek üzere kapıya doğru yürüdüm. Tam ineceğim sırada avukat ve arkadaşı madamla karşılaştım. İkisi de hararetle konuşuyorlardı, avukat “Çabuk olunuz…” dedi, “ikinci çan çalınmak üzeredir.”
Filhakika ben daha trenin son ucuna varmadan çan çalındı. Yerime geldiğim vakit avukat aynı hararetle arkadaşına bir şeyler söylüyordu. Karşılarındaki iri yapılı tüccar şimdi susmuş, onları dinliyor gibiydi. Dudaklarının menfi bir bükülüşü vardı ki işittiklerini hiç de kabul etmediğini gösteriyordu.
Ben avukatın önünden geçtiğim sırada o gülümseyerek şu sözleri söylüyordu:
“Demek kadın açıktan açığa kocasına kendisiyle yaşayamayacağını söylüyor ve sebep olarak da…”
Aşağısını duyamadım; kondüktör geçiyor, başka yolcular giriyor, arkalarından bir gazeteci geliyordu.
Ortalık durulduktan sonra yine avukatın sesi çıkmaya başladı. Muhavere mevzusu bana değişmiş gibi göründü. Hususi bir mevzudan umumi tezlere geçiliyordu. Avukat boşanma meselesinin bugün Avrupa efkârıumumiyesini işgal eden bir mevzu olduğunu ve Rusya’da karı koca ayrılıklarının gittikçe çoğalmakta bulunduğunu söyledi.
“Vaktiyle bu iş hiç de böyle değildi, öyle değil mi?”
Avukat bu sözü yaşlı tacire hitaben söylemişti. Çünkü kendisini alaka ile dinleyenin yalnız o olduğunu fark etmişti.
Tren sarsıldı, kalkıyordu. Yaşlı tacir başını açtı ve dudaklarının arasından bir dua mırıldanırken parmaklarının ucunu omuzlarına ve alnına götürerek haç işareti yaptı.
Avukat önüne bakarak tazimkârane bekledi.
İhtiyar duasını bitirince kasketini başına geçirip vaziyet aldıktan sonra cevap verdi:
“Eskiden de böyle şeyler olurdu, fakat daha az, bugün mecburi bir şekil almıştır. Herkes tahsile çok düştü.”
Tren gittikçe hızlandığı için tekerleklerin gürültüsünden sözleri pek işitemiyordum. Bahis alakamı celbettiği için biraz yaklaştım. Muhavere aynı zamanda yanımdaki sinirli efendiyi de alakalandırmış görünüyordu. Çünkü istifini bozmadan o da kulak kabarttı.
Kadın gülümsemeye çalışarak “Tahsilin bunda ne suçu var?” dedi. “Eskisi gibi nişanlılar birbirini hiç görmeden evlenirlerse daha mı iyi?”
Kadınların ekseriya yaptıkları gibi bu kadın da ileri sürülen iddiaya değil, kendi kafasındaki itiraza cevap veriyordu. Devam etti:
“Sevişiyorlar mı? Sevişebilirler mi? Bunu kendileri de bilmezdi: Kızlar bu suretle rastgele birine verilir ve ömürlerinin sonuna kadar ızdırap çekerlerdi. Size göre bu daha mı iyi?”
Kadın bu sözleri ihtiyardan ziyade avukata ve bana bakarak söylemişti. Yaşlı tacir, kadının mütalaasına cevap vermedi. Ona yüksekten bir nazar atarak kendi sözüne devam ile “Bugün herkes fazla âlim!” dedi.
Avukat belli etmek istemediği bir gülümseme ile “Aile geçimsizliği ile tahsil arasında ne gibi bir münasebet olduğunu izah etseniz çok istifadeli olacak!” dedi.
Tacir cevap vermek üzere idi. Fakat kadın lafını kesti:
“Yook!.. Geçmiş ola!.. O zamanlar geçti artık!..”
Avukat “Rica ederim…” dedi. “müsaade edin de mösyö fikrini izah etsin!”
İhtiyar kesin bir ifade ile “Çünkü…” dedi, “bütün fenalıklar tahsilden ileri geliyor.”
Kadın: “Birbirini sevmeyen kimseleri evlendiriyorlar. Sonra da onların geçinemediklerini görerek şaşıyorlar. Sahiplerinin keyfine göre çiftleşmek hayvanlara yaraşır. İnsanlar sevgi ve meyilleriyle hareket ederler.”
Kadın bu sözleri avukata, bana ve hatta -ayakta, minderin arkalığına dayanarak mütebessimane muhavereyi takip etmekte olan-yazıcıya bir göz atarak söylemişti.
İhtiyar: “Yanılıyorsunuz madam, hayvan hayvandır. İnsan ise kanun dairesinde yaşamaya mecburdur.”
Kadın: (yeni bir fikir ifade eder gibi) “Peki ama insan sevmediği bir erkekle nasıl yaşayabilir?”
İhtiyar: (emin ve mutmain) “Vaktiyle böyle bir mesele hiç yoktu. Bunlar hep yeni çıktı. Şimdi kadın en ufak bir şey için kocasına kafa tutarak gideceğini söylüyor. Bugün, hatta köylü karıları içinde bile, hem az değil, öyleleri var ki donlarını, gömleklerini kocasının ayaklarına atarak başını alıp, saçları daha kıvırcık, bir başkasına fertiği çekiyor. Siz ne söylüyorsunuz? Kadın dediğin her şeyden evvel erkekten korkmalıdır.”
Yazıcı bir avukata, bir madama, bir de bana baktı. Gizli bir gülümsemesi vardı ki her iki yana çekilebilirdi. Bizden alacağı ilhama göre ihtiyarın sözlerini hemen tasdike yahut onu alaya almaya hazır olduğu anlaşılıyordu.
Kadın: “Ne gibi korku, mesela?”
İhtiyar: “Basbayağı korku! Kadın kocasından korkmalıdır, işte o kadar!”
Kadın: (biraz titizlenerek) “Aman efendim, o zamanlar geçti!”
İhtiyar: “Zannettiğiniz kadar geçmedi madam. Cenabıhak, Hazreti Havva’yı, Âdem’in kaburga kemiğinden yaratmıştır. Kıyamete kadar bu böyle kalacaktır.”
Böyle söylerken ihtiyar, galip ve vakur öyle bir başını salladı ki yazıcı, zafer tacının ona nasip olduğunu görüp keyifli bir kahkaha attı.
Kadın davasından vazgeçmiyordu. Bize dönerek “Siz, erkekler…” dedi, “hep böyle düşünürsünüz! Kadını kilit altında tutarak ötede istediğiniz gibi keyfinize bakmak! Hatta siz de kendiniz için her şeyi mübah görürsünüz, değil mi mösyö?”
İhtiyar: (ciddiyetle) “Kimse böyle bir iddiada bulunamaz. Şu kadar var ki erkeğin dışarıdaki yolsuz hareketleriyle ailesinin efradı çoğalmış olmaz. Hâlbuki kadın, zevce nazik bir vazodur.”
Yaşlı tacir, hikmet savuran kısa sözleri ile etrafındakileri kazanmış gibi görünüyordu. Kadın müşkül vaziyette kalmakla beraber teslim olmak istemedi:
“Bununla beraber kadın da nihayet bir insandır. Onun da erkek gibi sinirleri, duyguları vardır. Kocasını sevmiyorsa ne yapsın?”
“Kocasını sevmiyorsa mı? Sevmiyorsa nasıl seveceğini öğretirler!”
Tacirin yüksek sesle söylediği bu söz, hele yazıcının pek keyfine gitti. Böyle bir cevabı hiç beklemiyordu. Dudaklarından alkış manasına gelecek bir mırıltı döküldü.
Kadın “Hayır…” dedi, “hiç kimse bunu ona öğretemez! Zorla sevgi olmaz!”
Avukat: “Peki, ya kadın kocasına hıyanetlik ederse… O zaman nasıl olur?”
Tacir: “Etmemeli, edememelidir. Nezaret altında bulunmalıdır.”
Avukat: “Ya böyle olduğu hâlde gene yaparsa! Çünkü malum ya bunlar oluyor.”
Tacir: “Olabilir, fakat bizde değil!”
Herkes sustu. Tüccar kâtibi kıpırdadı. Başkalarından geri kalmış olmamak için hep öyle gülümser gibi söze girişti.
“Bir arkadaşım var…” dedi, “karısı yüzünden başı öyle bir belaya uğradı ki sormayın. Karı son derece açık. Çok geçmedi, yoldan çıktı. Evvela muhasebe memuru ile işi pişirdi. Kocası aklı başında, zeki bir adamdı. Nasihatle onu yola getirmek istedi. Karı bildiğinden şaşmıyordu. Üstelik kocasının parasını çalmaya koyuldu. Bunun için dayak yemeleri de hayretmedi. Sonra bir kâfir, -sözüm meclisten dışarı- bir Yahudi ile buluşmaya başladı. Adamcağız ne yapsın? İradesini eline bıraktı. Kendi bekâr hayatı yaşıyor.”
İhtiyar: “Ahmağın biri imiş! Eğer başlangıçta karının dizginlerini ele alabilseydi, hiç de böyle olmazdı. Evde dizginlerini karının eline vermeye gelmez. Cadde üzerinde süvarinin dizginleri elinden bırakması caiz olmayacağı gibi.”
Bu sırada kondüktör geldi. İlerideki istasyon biletlerini topluyordu. Tacir kendininkini verdi.
“Evet, evet…” dedi, “kadınları vaktinde mat etmeli, yoksa geçmiş ola, her şey bitmiştir.”
Kendimi tutamadım:
“Peki ama…” dedim, “Kunavino’da evli erkeklerin kızlarla nasıl vakit geçirdiklerini demin siz kendiniz anlatmadınız mıydı?”
İhtiyar sadece “O başka!” dedi.
Çok geçmeden lokomotifin ıslığı duyuldu. Tren durmuştu. Tacir kalktı. Oturduğu yerin altından çantasını çıkardı. Kürküne büründü. Selam verdikten sonra indi.

II
İhtiyarın ayrılmasıyla beraber geride hararetli bir muhavere başladı:
Yazıcı: “Ahd-i Atik’ten kalma bir adam!”
Kadın: “Tecessüm etmiş bir Domostroy! Kadın ve izdivaç hakkında ne barbarca fikirler!”
Avukat: “Avrupa’nın başka yerlerine nispeten biz hâlâ evlenme mefhumunu anlamaktan çok uzağız.”
Kadın: “Bu gibi adamlara anlatılması kabil olmayacak bir şey varsa o da budur. Çünkü izdivacın meşruiyeti aşk ile kaimdir ve yalnız aşkın kutsiyetiyledir ki o, bu meşruiyeti kazanır.”
Yazıcı, gülünç yüzü ile baştan ayağa kulak kesilmişti. Fikrini açan bu kıymetli mütalaalardan mümkün olduğu kadar istifade etmek istiyordu.
Bu sırada gülme mi ağlama mı ne olduğu belli olmayan bir ses işitildi. Başımızı çevirdiğimiz vakit benim hizamda oturan kır saçlı, parlak gözlü mösyöyü, farkında olmadığımız hâlde, yanımıza kadar gelmiş, ayakta gördük. Geçen muhavere ona pek dokunmuş olacak. Hâli değişmiş, yüzü kızarmıştı. Bir yanağının adaleleri sinirden çekiliyordu. İşkilli bir sesle “Ne imiş o aşk!” dedi. “İzdivacın meşruiyetini temin eden aşk?..”
Kadın, söze yeni karışan bu komşumuzun müteheyyiç olduğunu fark ederek hazımlı göründü ve izah etti:
“Hakiki aşktan bahsediyorum, eğer erkekle kadın arasında böyle bir sevgi mevcut ise izdivaç pek tabiidir.”
Parlak gözlü adam mahcubiyetle gülümseyerek “Peki ama…” dedi, “hakiki aşktan neyi murat ediyorsunuz?”
Artık bu münakaşaya nihayet vermek istediği ayan beyan görülen kadın cevap verdi:
“Aşkın ne olduğunu bilmeyen yoktur!”
“Ben bilmiyorum. Onun tarifini sizden işitmek isterdim.”
“Pek basit…”
Kadın biraz düşünmeye lüzum gördü. Sonra devam etti:
“Aşk… Aşk…” dedi. “Bir kadın veya erkeğin mukabil cinsten bir kimseye karşı inhisarcı tercih duygusudur.”
(gülerek) “Tercih… Ne kadar zaman için? Bir ay mı, iki gün mü, yarım saat mi?”
“Affedersiniz ama siz başka şeyden bahsediyorsunuz galiba.”
“Hayır, aynı şeyden bahsediyorum.”
Avukat: “Madam demek istiyor ki izdivaç, kuvvetini aşktan, bağlılıktan almalıdır ve ancak böyle olursa o evlenme kutsiyet iktisap eder. Sonra hakiki bir sempatiye, siz isterseniz aşk deyiniz, ciddi bir bağlılık esasına dayanmayan izdivaçlar için de ahlaki mükellefiyet mevzubahis olamaz. Fikrinizi iyi anlamamış mıyım madam?” Son sözü kadına dönerek söylemişti. Kadın bir baş işaretiyle avukatı tasdik etti.
“Sonra…”
Avukat devam edecekti. Fakat kendini zor tuttuğu anlaşılan muhatabı ona meydan vermedi.
“Ne münasebet! Ben de işte aynen ondan bahsediyorum. Yani herhangi bir kimsenin mukabil cinsten diğer bir kimse için duyduğu inhisarcı tercih duygusunu soruyorum: Bu tercih ne kadar zaman için?”
Kadın: (omuzlarını kaldırarak) “Ne kadar zaman için olacak, pek uzun, belki de yaşadıkları kadar.”
“Romanlar için evet, fakat hayat için asla! Bu inhisarcı tercihin yıllarca sürdüğü de pek azdır. Çok kere aylara, haftalara, günlere, hatta saatlere münhasır kalır.”
Bu sözleriyle herkesi müteaccip ettiğinden dolayı memnundu.
“O!.. Amma da yaptınız ha!.. Müsaade buyurun!”
Bu protesto hemen her ağızdan çıkmıştı. Yazıcı bile protestoya iştirak ettiğini gösteren bir yüz almıştı. Hâlbuki kır saçlı mösyö bizim hepimizi bastıran gür bir sesle “Evet!” dedi. “Biliyorum, siz kendi tasavvurunuzdan bahsediyorsunuz. Bense hakiki şeniyeti,[1 - Şeniyet: Gerçeklik. (e.n.)] mevcut olanı söylüyorum. Sizin aşk dediğiniz şeyi bütün erkekler her güzel kadın için duyarlar.”
“Ama siz pek acayip şeyler söylüyorsunuz! Aşk namını alan ve değil aylar, yıllar, belki ölünceye kadar devam eden bu duygunun pekâlâ hayatta yeri olabilir. Olamaz mı?”
“Hayır hayır, farz edelim ki bir erkek yaşadığı müddetçe filan kadına bağlı kalsın, mutlaka o kadın bir başkasını tercih edecektir. Bu böyle gelmiş, böyle gidecektir.”
Paketinden bir sigara çıkarıp yaktı.
Avukat: “Fakat karşılıklı bir sempati de pekâlâ olabilir.”
“Hayır, imkânı yok! İki nohut alın, işaret koyun, bırakın. Nakliyat esnasında bu iki nohudun yan yana gelmesi ihtimali ne kadar zayıf ise bu dediğiniz de o kadar imkânsızdır. Evet, bunda zayıf bir ihtimal bile yoktur. Usanç gelmesi kati ve zaruridir. (sigarasını hırsla çekerek) Bir erkeği veya bir kadını, yaşadığı müddetçe sevmek bir mumun bitmeden ebediyen yanması demektir.”
“Fakat siz şehvani aşktan bahsediyorsunuz. Ruh birliğine ve ideal uygunluğuna dayanan karşılıklı bir sevgi olamaz mı diyorsunuz?”
“İsterim olsun, fakat o hâlde bir arada yatmak ne oluyor? Kaba söylediğim için affınızı dilerim, fikir birliği, ideal birliği yatak birliğini hiçbir vakit icap ettirmez.”
Bunu söylerken kır saçlı mösyö sinirinden gülüyordu.
Avukat: “Fakat hadiseler size hak vermiyor, izdivaç mevcuttur. Biz onun varlığını tasdike mecburuz. Bütün beşeriyetin değilse bile büyük bir ekseriyetin bu kaideye uyduğu malumdur. Pek çok aile yuvalarının namuskâr bir bağlılıkla uzun müddet bir arada yaşadığı görülmüyor mu?”
Sinirli mösyö yine alaylı bir bakışla bıyık altından gülerek “Pardon…” dedi. “Siz diyorsunuz ki evlenmenin temeli aşktır. Ben şehvani aşktan başka bir aşkın varlığından şüphe ettiğimi söyledim. Siz bu aşkın varlığına delil olarak evlenmeyi gösteriyorsunuz. Fakat bugünkü evlenmelerin temelinin yalan olduğunu görmüyor musunuz?”
Avukat: “Müsaade buyurun, ben geçmiş zamanda ve şimdiki hâlde izdivacın mevcudiyetini ileri sürdüm.”
“Fakat onun varlığına neden iman ediyorsunuz? Şu sebeple ki izdivaçta mukaddes bir şey, Cenabıhak huzurunda akdedilmiş bir bağ görülegelmiş ve görülmekte bulunmuştur, böyle düşünenler için şüphesiz o vardır, mevcuttur. Fakat bizim için hayır, biz ki evlenmede sadece çiftleşmekten başka bir şey görmeyiz, bizim için o, düzenbazlık veya zorbalıktan başka bir şey değildir. Aldatma siyaseti her zaman geçiyor? Kadınla erkek herkese karşı karı koca gibi yaşıyorlar. Hâlbuki aslını ararsan onlar da poligami ve poliandri, yani erkeğin birçok karıları, kadının da birçok kocaları vardır. Bu fena bir şey olmakla beraber iki tarafın rızası ile olursa pek o kadar mesele yoktur. Fakat kadın ile erkek bütün ömürlerini bir arada geçirmeyi resmen taahhüt ettikten sonra daha ikinci aydan itibaren birbirlerine hıyanetlik eder ve ayrılmak isterler de yine bir arada yaşarlarsa işte o zaman cehennemî bir hayat başlar. İşte o zaman içki, ölüm, başkasının canına kıymak… Hepsi, hepsi bu girdabın içinde kaynaşır.”
Bu sözleri gittikçe artan bir hızla, ateşlenerek, kimseye ağız açtırmayarak bir hamlede söyledi.
Herkes sıkılıyor gibi susmuştu, çok hararetlenen ve artık tatsızlaşmaya başlayan bu münakaşaya nihayet vermek ister gibi avukat “Evet…” dedi, “izdivaçta da kötü hâller oluyor.”
Bunun üzerine sinirli mösyö vakarlı bir sesle birdenbire şu suali sordu:
“Şüphesiz beni tanıdınız, öyle değil mi?”
“Hayır, henüz bu şerefe nail olamadım.”
“Şeref o kadar büyük değil. Ben Pozniçev’im. Hani şu demin dokundurmak istediğiniz kötü izdivaç hâllerinden birine maruz kalan adam. O adam ki (hepimize ayrı ayrı bakarak) böyle bir hengâmede karısını öldürmüştür!”
Ne söyleyeceğimizi bilmeyerek hepimiz susuyorduk, kendisine mahsus sinir geğirmelerini duyuyorduk.
“Zaten ehemmiyeti de yok.” dedi. “Sizi rahatsız etmek istemem.”
“Ne münasebet, rica ederim.”
Bunu söyleyen avukat neyi rica ettiğini kendi de pek bilmiyordu. Pozniçev ona kulak asmayarak arkasını döndü, gidip yerine oturdu.
Avukatla madam kendi aralarında sessizce konuşmaya başladılar.
Ben Pozniçev’in karşısında oturuyor ve ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ortalık kararmaya başladığı için bir şey okumak zordu. Uyur gibi gözlerimi kapadım. Bu hâlde yeni bir istasyona vardık.
Avukatla madam vagonlarını değiştirdiler. Yazıcı da hemen uykuya daldı.
Pozniçev durmadan sigara içiyor ve önceden demlendirdiği çayını yudumluyordu.
Gözlerimi açıp kendisine baktığım zaman öfkeli, âdeta beni azarlarcasına “Kim olduğumu anladıktan sonra…” dedi. “artık benimle bir arada yolculuk etmek hoşunuza gitmiyor, değil mi? Ben yerimi değiştirebilirim.”
“Hayır, katiyen böyle bir şey düşünmedim.”
“Öyle ise lütfen… Biraz koyucadır ama…”
Benim için bir fincan çay koyarken “Yalnız söylemesini bilirler!” dedi. “Söyledikleri ise yalandan başka bir şey değildir!”
“Neden bahsediyorsunuz?”
“Hep aynı şeyden… Onların aşklarından… Uykunuz var galiba?..”
“Hayır, hiç uykum yok!”
“O hâlde bu aşk yüzünden nasıl oldu da elimden o kaza çıktı, bunu size anlatayım ister misiniz?”
“Elbette… Size zahmet olmazsa eğer…”
“Zahmet mi?.. Benim için bu hususta susmak bir zahmettir… Fakat çayınızı içsenize!.. Fazla koyu değil ya?..”
Filvaki çay bira gibi idi. Böyle olmakla beraber yine bir bardak içtim. Bu aralık bir kontrol memuru geçti. Pozniçev onu sinirli bir bakışla teşyi etti[2 - Teşyi etmek: Uğurlamak, geçirmek. (e.n.)] ve o gidince hikâyesine başladı.

III
“Peki, anlatayım… Fakat hakikaten bu sizi alakadar ediyor mu?”
Pek merak ettiğimi tekrar temin ettim.
Sustu. Elini alnına götürdü.
“Bir kere anlatmaya başlayınca hepsini söylemek lazım.” dedi. “Ben niçin ve nasıl evlendim? Evleninceye kadar nasıl bir hayat geçirdim, bunları söylemeliyim:
Ben emlakimle geçinirim. Tahsilimi üniversitede bitirdim ve asalet mareşali oldum. O zamana kadar geçirdiğim hayat, mensup olduğum sosyal tabaka insanlarının hayatı idi. Ben de etrafımdakiler gibi intizamsız bir ömür sürüyor ve kendimi namuskârane yaşayan ahlakı düzgün bir delikanlı sayıyordum.
Bir Don Juan değildim. Gayritabii temayüllerim yoktu ve kendi seviyemdeki diğer akranım gibi eğlence ve sefahati hayatımın başlıca gayesi telakki etmiyordum. Sıhhatime zarar vermeyecek surette istediğim zaman zevk ederdim. Sadece sevişmek veya dünyaya bir çocuk getirmek suretiyle istikbalime engel olacak kadınlara yanaşmazdım. Kazara böyle bir şeyler olsa bile onu anlamazlığa gelir, umurlamazdım. Seciye sahibi olduğuma hükmeder ve bununla gurur bile duyardım.”
Durdu. Sinirli geğirmelerinden biri daha duyuldu. Galiba aklına yeni bir şey geldiği vakit böyle oluyordu. Daha yüksek perdeden “İşte…” dedi, “irat ve akar alçaklığı burada başlıyor!
Ben fuhşun sırf maddi münasebetlere münhasır olmadığını, maddi reziletin[3 - Rezilet: Faziletin karşıtı olarak kötü huy, erdemsizlik. (e.n.)] de mutlaka fuhuş olması lazım gelmeyeceğini ve hakikat hâlde fuhuş denilen şeyin kendisiyle cinsî münasebette bulunulan kadına karşı ahlaki münasebet hududunun aşılması demek olduğunu anlamıyordum. Beni mağrur eden işte bu husustaki kayıtsızlığım idi!
Bana sevgisinden dolayı teslim olan bir kadına para vermediğim için ne kadar üzülmüş olduğumu hatırlıyorum. Bir daha görüşmemek üzere ona parasını göndermedikçe içim rahat etmedi.”
Yüzüme baktı. Apansız:
“Öyle başınızı sallayarak beni tasdik etmekte ne mana var! Siz, hepiniz, mösyö, hepiniz aynı fikirdesiniz; meğerki Anka gibi misli görülmemiş bir kuş olasınız! Hoş, ne ehemmiyeti var? Affedersiniz, fakat inanınız bana, bu müthiş, çok müthiş bir şey!”
“Müthiş olan nedir?”
“Kadınla olan münasebetlerimizde yanılarak yuvarlandığımız girdap. Bundan bahsederken bir türlü kendimi tutamıyorum… Ama o adamın dediği gibi başımdan bir vaka geçmiş olduğu için değil, fakat o zamandan beri gözüm açıldığı ve her şeyi başka bir gözle gördüğüm için, tersine!.. Tamamıyla tersine!..”
Karanlıkta yüzünü seçemiyordum. Trenin gürültüleri arasında yalnız tatlı ahengi ile vakarlı sesini duyuyordum.

IV
Bir sigara yaktı ve dirseklerini dizlerine dayayarak devam etti:
“Evet, ancak birçok tecrübelerden ve ızdıraplardan sonra hepsinin sebebini, nasıl olması lazım geleceğini anladım ve dehşetini o zaman fark ettim.
Vaka neden oldu, nasıl oldu, bunu size işte şimdi anlatacağım. Başlangıcı eskidir, ta on altı yaşlarıma kadar gitmek lazım; ben kolejde idim. Ağabeyim üniversitede tahsil ediyordu. Henüz hiçbir kadınla münasebetim yoktu. Fakat bütün arkadaşlarım gibi ben de pek gözü kapalı değildim. Bir seneden beri arkadaşlarımla konuşa konuşa ahlakım eski masumiyetini kaybetti. Bir kadına gönül vermiş değildim. Kadınlığa müştak idim. Tatlı bir varlık, çıplak bir kadın vücudu hayalimi zapt etmişti. Benle akran olanların yüzde doksan dokuzu gibi bu yüzden üzüntü içinde idim. Daimî bir korku içinde bulunduğum için Allah’tan imdat umuyor, fakat yine de gittikçe düşüyordum. Her ne kadar hayalen ve hakikaten yoldan sapmış isem de daha son adımı atmış değildim. Başka hiçbir vücuda elim değmeksizin kendi âlemimde kendimi harap ediyordum.
Bir gün ağabeyimin bir arkadaşı geldi. Şen bir talebe. Böylelerine iyi bir çocuk denilir. İyi bir çocuk, yani haylazların en berbatı. Bizi içkiye, kumara alıştırdı. Sonra da sarhoşluğumuzdan istifade ederek bizi bir umumhaneye götürdü. Benim gibi masum olan ağabeyim o gece baştan çıktı. Ben ise on altı yaşında bir çocuk, yalnız kendim lekelenmekle kalmadım, hayalimde kadın namına taşıdığım ülküyü de birlikte lekeledim. Büyüklerimden hiç kimse bana yaptığım işin fenalığını anlatmamış olduğu için bu fenalığın derecesini ölçmeye de muktedir değildim. Vakıa bunları din dersinden öğrenebilirdim. Fakat din dersini biz ancak imtihanlarda papazlara cevap vermek için ezberledik. Ezberlediğimiz şeylerin herhangi bir gramer kaidesi kadar da bizce önemi yoktu. Büyüklerimden, düşüncelerine saygım olan kimselerden de hiçbiri bunun fena bir şey olduğunu bana söylememişti. Bilakis kendilerine kıymet verdiğim kimseler bunun iyi bir şey olduğunu söyledilerdi.
Onların dediğine göre ben üzüntülerimden böylelikle kurtulacaktım. Bunu ben başkalarından da işitmiş ve bir yerde okumuştum. Hatta büyüklerimden bunun sıhhat için faydalı olacağını bile duymuştum. Arkadaşlarım ise işin içinde ayıplanacak bir şey değil, erkeklik şanından sayılacak bir yararlık görüyorlardı. Bir hastalık kapmak tehlikesine gelince: Bunun da çaresi bulunmuştu. Hükûmet vazifesini yapıyordu. Böyle kapalı evlerin yolunda işlemesine nezaret ederek mekteplilere, eğlence âlemlerinde hastalık bulaşmamasını temin ediyor. Bu iş için doktorlara ücret veriliyor. Tabii değil mi ya! Mademki sefahat sıhhat için lazımmış, ona göre de tedbir almak lazım. Ben anneler bilirim ki oğullarının bu bakımdan sıhhatlerini korumak için çare ararlar. İlim namına onlara umumi evlerin yolunu öğretenler de eksik değildir.”
“İlim namına mı? Nasıl şey bu?”
“Doktorlar ilim adamlarının başkanları değil midir? İşte bu kabil hıfzıssıhha[4 - Hıfzıssıhha: Sağlıklı yaşamak için alınması gerekli önlemlerin bütünü. (e.n.)] dersleriyle gençlerin ahlakını bozan, sonra da hiç onlar değilmiş gibi ağır bir vakar ile frengilerine bakan onlardır.”
“Bakmasınlar mı?”
“Eğer frengi tedavisi için sarf olunan yararlığın yüzde biri sefahatin önüne geçilmek için sarf edilmiş olsaydı, bu hastalığın çoktan nam ve nişanı kalmazdı. Hâlbuki bütün yararlıklar sefahatin artması için sarf olunduktan sonra onun korkunç neticeleri önlenmek isteniyor.
Neyse, bunu bir tarafa bırakalım. Ne anlatıyordum?.. Ha, evet, o gece biz bir kere düştük. Bu akıbete uğrayan yalnız ben miyim?.. İnsanların onda dokuzu, sade bizim dengimiz olanlar değil, hatta köylüler bile nasıl düşüyorlarsa ben de öyle düştüm. Hem bir kadının güzelliğine tutularak düşmek de değil: Benim için bir tesadüf eseri olan bu işin bazılarına göre sıhhate yarar, faydalı ve yerinde bir nefsi körletme sayılmasından, bazılarına göre de bir genç için mazur görülecek masum ve tabii bir eğlence olması telakkisinden ileri gelen bir düşüş! Zevk ve ihtiyacın doğurduğu bu hareketin düşmek tabiriyle ifade edilmesinin sebebini anlamıyordum. Gençliğim ve görgüsüzlüğüm içkiye, sigaraya kendini nasıl kaptırdıysa buna da öyle kaptırdı.
Bununla beraber bu ilk sukutun[5 - Sukut: Düşüş, düşme. (e.n.)] acı, dokunaklı bir hususiyeti de oldu. İyice hatırlıyorum ki daha odadan çıkmadan, hemen o işten sonra, derin bir kedere uğradım, gözlerim doldu: Temiz ve suçsuz ruhumun artık benden uzaklaştığına ve kadınla olan normal münasebetlerimin ebediyen mahvolduğuna yanıyordum. Evet, kadınla olan normal münasebetlerim bir daha dönmemek üzere uçup gitmişti. O andan itibaren bir kadınla tertemiz bir münasebet akdetmem kabil olamazdı. Artık tabiri mahsusuyla ben bir şehvet adamı olmuştum. Şehvet adamı olmak ise ne bileyim, işin maddiliği itibarıyla alkolik veya esrarkeşlik derekesine düşmek gibi bir şeydi. Bir alkolik, bir esrarkeş nasıl artık normal bir hayat geçiremezse birçok kadınlarla görüşen, her çiçekten bal toplayan bir kimse de artık normal değildir. O, baştan çıkmış, ahlakı bozulmuş bir sefihtir. Bir alkolik, bir esrarkeş nasıl hâlinden belli olursa bir şehvetperest de öylece belli olur. Bu adam ihtiraslarıyla mücadele ederek kendini zapta kadir olsa bile bir kadınla kardeşçe, temiz ve hilesiz bir münasebet bağlayamaz. Bu ebediyen geçmiştir. Bunların zaafı bir genç kızın yüzüne baktıkları vakit gözlerinden anlaşılır. Ben de bir şehvet adamı olmuştum ve öyle kaldım. Beni mahveden de işte bu oldu.”

V
“Evet, böyle oldu. Sonra gitgide işi azıttık. Allah’ım! Bu kötü yolda bütün yaptıklarımı hatırladıkça, hele arkadaşlarımın her defasında benim bir türlü görgüsüzlüğümle, masumiyetimle nasıl alay ettiklerini düşündükçe nefretimden titrerim. Ya o yaldızlı gençlik, o zabitler, o Parisliler için söylenen şeyler! Ya o bizim gibi otuz yaşında, vicdanı kadınlara karşı binbir suçla dolu zevk adamları! Suçsuz, günahsız, masum bir eda ile sinekkaydı tıraş, resmî elbise veya üniforma içinde, gömleklerimizin parıltıları gözleri kamaştırırken baloya veya bir salona girişimiz vardır! Ne temizlik remzi! Ne hülya!..
Biraz düşünelim: Ne yapıyoruz, ne yapmamız lazım? Mesela bu sefihlerden biri kız kardeşime veya kızıma yanaşmış. Ben onun ne mal olduğunu bildiğim için bir tarafa çekerek ‘Arkadaş…’ diyorum, ‘ben senin ne çapkın bir adam olduğunu, gecelerini kimlerle beraber geçirdiğini bilirim. O hâlde burada işin yok demektir. Burada bulunan kızlar hep namusludurlar!’ İşte ona söylenecek söz bundan ibarettir. Hâlbuki biz bilakis ne yapıyoruz? Bunlardan, biri çıkıp kız kardeşimin veya kızımın belini sararak onunla dans edecek olursa keyfimizden kıs kıs gülüyoruz, çünkü delikanlı zengindir, kaçırılacak av değildir. Olabilir ya, belki benim kızımı da alıp şereflendirmek tenezzülünde bulunur. Hatta onda berbat bir hastalığın az çok izleri kalmış ise bile zararı yok! Bugün artık o hastalıkları iyi ediyorlar! Yüksek ailelerden ne kadarını bilirim ki kızlarını böyle hastalığı olan sefihlere vermişlerdir. Oh, ne iğrenç! Fakat elbet bir gün gelecek ki bütün bu alçaklıklar ve bütün bu yalanların maskesi düşecektir!”
Gene birkaç kere acayip seslerle geğirmeleri duyuldu. Çayına katmak için sıcak suyu kalmamıştı. Ağza alınmayacak derecede koyu olan çayını öylece susuz olarak içti. Kendim, içtiğim iki fincan çayın tesirini gördüğüm için bu çayın ona ne kadar dokunacağını kestirebiliyordum. Filhakika Pozniçev gitgide heyecanlanıyor, sesi değişik bir hâl alıyordu. Yerinde duramıyor, şapkasını çıkarmasıyla giymesi bir oluyordu. Yarı karanlıkta gördüğüm yüzünün her an ifade ettiği mana başka idi.
Devam etti:
“Zihnim aile ve izdivaç meseleleriyle meşgul olduğu hâlde bu suretle otuz yaşına geldim. O zaman işime uygun gelecek kızları tetkike başladım. Baştan çıkmış, sefih bir adam olduğum hâlde temizliği benim seviyemde bir kız aramaya cüret ediyordum. Masumiyetlerinin derecesini kendim için kâfi derecede bulmadığım birçoklarını mahaza bu sebeple reddettim.
Nihayet Penza taraflarında, arazi sahibi olan birinin iki kızından birine talip oldum. Bu adam vaktiyle zengin iken sonraları servetini kaybetmişti.
Mehtaplı bir gecede, bir vapur gezmesi dönüşünde, çıkacağımıza yakın, onun yanına oturmuş, düzgün endamını seyre dalmıştım. Vücuduna yapışık sıkı bir kazak o müstesna vücudun kalıbını olduğu gibi gösteriyordu. Gözlerimi ondan ve saçlarının kumral buklelerinden ayıramıyordum. Birdenbire ‘İşte!..’ dedim. ‘aradığım kız budur!’
Bana öyle geliyordu ki yüksek düşünce ve duygularım onda bir makes buluyor,[6 - Makes bulmak: Yansımak, yansıyacak yer bulmak. (e.n.)] bir ayna gibi ona aksediyordu. Endamına ve saçlarına bitiyordum, bir günlük tanışma bende daha candan bir tanışıp anlaşma isteğini uyandırdı.
Şaşılacak şeydir! Güzellikle iyilik ekseriya eş ve kardeş sayılır! Bir güzel kadın ne manasız şeyler söyler de bakarsınız dinleyenlere bunlar birer nükte, birer hikmet gibi gelir. O, münasebetsizlikler eder. Fakat göze çarpan yalnız onun hoşa giden güzel taraflarıdır. Şayet manasız şeyler söylemez ve münasebetsizlik etmezse o zaman o bir ahlak numunesi ve zekâ harikası telakki olunur.
Eve geldiğim vakit ruhum tatlı intibalarla dolup taşıyordu. Onu kadınlığın en mütekâmil bir örneği addederek, benim karım olmaya layık olduğuna hemen kanaat getirdim ve ertesi gün gidip kızı istedim.
Ne karışık mesele! Bizim ulusumuz gibi bir ulus halkı içinde ancak binde bir erkek belki çıkar ki resmen evlenmeden evvel on kere, yüz kere, hatta bin kere evlenmemiş olsun.
Bugünkü günde bu işin şaka götürür yeri olmadığını, bilakis fevkalade önemli bir ciddiyeti bulunduğunu takdir eden namuslu gençler vardır sanırım. Allah onları nazardan saklasın! Fakat bizim zamanımızda böylesi on binde bir çıkmazdı.
Bunu herkes bilir de hiç bilmiyormuş gibi hareket eder. Romanlarda duyguları bütün inceliğiyle tasvir olunan kahramanlar görülür ki akarsular, çitler, çiçekler arasında bir genç kıza karşı olan büyük sevgilerinden bahsolunduğu vakit onların mazilerine, kerhaneleri ziyaretlerine, hizmetçi kızlarıyla, aşçı kadınlarıyla, başkalarının karılarıyla olan münasebetlerine dair bir tek söz bile geçmez. Eğer bunlardan bahseden romanlar olursa bu gibi uygunsuz kitaplar asıl onları okuması lazım gelenlere, yani onları okumakla en çok istifade edecek olan genç kızların ellerine verilmez.
Bütün erkekler düşündüklerini genç kızlardan sakladıkları gibi kendi aralarında bile açığa vurmazlar. Sözlerine, sohbetlerine bakın, sanki ortada böyle bir mesele hiç yokmuş gibidir. Büyük şehirlerde ve hatta köylerde hemen herkesin içinde yuvarlandığı rezaletlere hiç temas bile etmezler. O kadar samimi görünen bir kanaatle söz söylerler ki sonunda, söyledikleriyle kendileri de aldanırlar. Fakat onları dinleyen zavallı genç kızlar… Onlar işittiklerine hakikaten inanırlar. Benim zavallı talihsiz karıcığım da işte bunlardan biri oldu.
Bir gün nişanlı iken ona içyüzümü gösterdiğimi hatırlıyorum. Onu geçmiş hayatımın ve bilhassa en son münasebetimin safhalarına agâh etmeyi[7 - Agâh etmek: Haberdar etmek. (e.n.)] kendimce bir ödev bilmiştim. Çünkü bunu ben söylemesem nasıl olsa başkalarından öğrenecekti.
İçyüzüme vâkıf olunca öyle derin bir yeis ve dehşete düştü ki o dakikada benden ayrıldığını sezdim. Keşke hakikaten ayrılmış olaydık! İkimiz için de ne kadar iyi olacaktı!”
Pozniçev sustu. Çayından bir yudum daha aldı.

VI
Sonra yüksek sesle “Hayır!” dedi. “İsabet ki böyle olmuş; çünkü ben de layığımı bulmuş oldum. Fakat sadet haricine çıkmayalım. Maksadım bu gibi işlerde aldananların hep genç kızlar olduğunu anlatmaktı.
Kocalarından ders aldıkları için anneler bunu bilirler ve erkeklere, erkeklerin masumiyetlerine inanır gibi görünerek güya inanmıyorlarmış gibi hareket ederler. Onlar hem kendileri hem kızları için erkekleri yemlemesini ve oltaya çekmesini bilirler.
Biz erkekler, öğrenmeye istidadımız olmadığı için bu işten anlamayız. Onlar pek iyi takdir ederler ki en temiz, tabiri mahsusuyla, en şairane sevgi kadının manevi vasıflarına değil belki yatak hâline, başının tuvaletine, giyinişine, boyanışına tabidir. Tecrübeli bir kokete hangisine razısın diye sorunuz: Ele geçirmek istediği bir erkeğin yalanına dolanına, cevrücefasına, hatta çapkınlıklarına mı yoksa ona kılıksız, kıyafetsiz takdim olunmaya mı? Göreceksiniz ki evvelkini tercih edecektir. Kadınların hepsi böyledir.
Onlar bilir ki biz temiz, lekesiz bir aşktan bahsederken yalan söyleriz. Bizi imrendiren münhasıran onların vücutlarıdır ve biz onların herhangi bir ahlaki pürüzlerini biçimsiz bir kılıklarından daha ehven buluruz.
Koket onu hiç düşünmeden içine doğarak; genç kız masum bir şuursuzlukla, hayvan gibi, aynı izi takip eder. İşte bunun için bu daracık, vücuda yapışık roplar giyilir; yapma kıçlar, lastik memeler yapılır; omuzlar, kollar, göğüsler meydana çıkar.
Kadınlar, hele malumatını erkeklerden edinmiş olanlar pek iyi bilirler ki hangi yüksek mevzu üzerine konuşulursa konuşulsun erkeğin gözünde bunlar kuru laftan başka bir şey değildir ve onun gözü asıl kadının vücudunda ve o vücuda renk veren şeylerdedir. İşte bundan dolayı onlar da erkeklerin bu zaafına göre cephe alırlar. Bizim için bir tabiat-i saniye[8 - Tabiat-i saniye: İkinci tabiat. (e.n.)] yerine geçen bu itiyat ne gibi amillerin tesiriyle bizde kökleşip kalmış, bunu aramayalım. Sosyetenin muhtelif tabakalarına ait rezilane hayatı gözümüzün önüne getirelim. Düpedüz bu bir kerhane hayatı değil midir?.. Siz başka türlü mü düşünüyorsunuz?..”
Ve benim itirazıma meydan bırakmadan “Durun size ispat edeyim.” dedi. “Sizin düşüncenize göre bizim sosyete kadınlarımız kerhanedekilerden ayrı bir gaye ve menfaat peşindedirler, öyle mi?.. Ben diyorum ki hayır! Ve işte size ispatı! Muhtelif gayeler takip eden kimselerin yaşama tarzları da muhtelif olur. Onlar bütün bütün başka olurlar ve bu benzemeyiş zahir hâllerinde apaçık görünür. Şimdi siz kerhanelere düşmüş o zavallı kadınlarla en yüksek sosyal tabakalarımızdaki kadınları karşılaştırınız: Ne görürsünüz? Aynı tuvaletler, aynı edalar, aynı kokular, aynı çıplak omuzlar, kollar, göğüsler, gerdanlar, aynı sıkma roplar, daracık eteklikler… Süse ve elmasa aynı düşkünlük; dansa, musikiye, şakımaya aynı heves! Erkekleri imrendirmeye çare aramak bunlar için de onlar için de aynı derece mübahtır. Açık söylemek lazımsa şunu itiraf edelim: Muayyen bir müddetle kiralanan orospu herkesin hakaretine uğrar, kaydı hayat[9 - Kaydı hayat: Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe. (e.n.)] şartıyla orospu ise herkesin hürmetine mazhar olur, mesele budur!”

VII
“İşte beni de baştan çıkaran bu daracık elbiseler, bu ondüle saçlar, bu yapma arkalar oldu.
Vakıa beni baştan çıkarmak zor bir iş değildi. Tuzağa düşmek için bahane arıyordum. Çünkü öyle bir muhit içinde yetişmiştim ki serlerde yetişen hıyarlar gibi orada da genç âşıklar türer. Bol gıda işsizleri kışkırtan bir şey değil midir? Bizim sosyetelerde erkekler aygır gibi besleniyorlar. Buna şaşıyorsunuz değil mi? İstediğiniz kadar şaşınız, bu böyledir. Son zamanlara gelinceye kadar ben de bunu fark etmemiştim, fakat şimdi görüyorum. En ziyade canımı sıkan şey de kimsenin bunu fark etmeyip de deminki kadın gibi ahmakça mütalaada bulunması oluyor.
Bu yaz köylüler bizim tarafta bir demir yolu işinde çalışıyorlardı. Bizim köylülerin ne yediklerini siz bilir misiniz? Ekmek, köpürmüş arpa suyu, bir de soğan. Bu kadar gıda bir mujiği pekâlâ tarlada çalıştırabiliyor. Demir yolu idaresi bunlara köpürmüş arpa suyu ile adam başına yarım kilo et veriyor. Fakat o, ağır bir el arabası sürerek günde on altı saat çalışmak suretiyle aldığını fazlasıyla ödüyor. İş ile gıda ödeşiyor. Biz ki onun iki misli et, balık, av eti, türlü türlü içkili, harlı yemekler yer içeriz. Bu yediklerimizi nasıl harcıyoruz? Sefahat âleminde vücudumuzu israf ederek, öyle değil mi? Eğer bu işte emniyet supabı açık bulundurulduysa her iş yolunda gider. Fakat benim ara sıra yaptığım gibi supap kapatılacak olursa o zaman azgınlık baş gösterir. Bir taraftan romanlar, şehvet edebiyatı, musiki, ziyafet gibi amiller de inzimam edince bu azgınlık karakteristik bir sevgi, hatta ‘Eflatunî’ bir aşk olur.
İşte ben de herkes gibi bu suretle âşık oldum. Bu aşkın hiçbir eksiği yoktu: Lezzeti, yumuşaklığı, şiiri vardı. Doğrusu aranırsa bu aşk bir taraftan anaların ve terzinin, bir taraftan da ense yapmanın ve işsizliğin marifeti ve mahsulü idi. Vapur gezmesi yapılmasaydı; o düzgün endam, o tıpa tıp vücuda göre biçilip dikilmiş roplar olmasaydı, bütün ev halkı çıkıp genç kız bol penyuvarıyla yalnız bırakılmasaydı; ben de yaptığı iş nispetinde beslenen, normal bir kimse vaziyetinde bulunacağım için bu aşka düşmeyecektim ve bu felaket vukuya gelmeyecekti.”

VIII
“Hâlbuki inadına gibi el birliğiyle hepsi bir araya gelmişti: Benim müsait vaziyetim, iyi bir terzi elinden çıkmış bir rop, şairane bir vapur gezmesi hep yolunda idi. Yirmi kere teşebbüs edilse belki hepsi boşa çıkardı. Bu seferki boşa çıkmadı. Size söylüyorum, bu hakiki bir tuzaktı, şaka değil.
Evlenmeler nasıl oluyor, biraz tetkik edelim. Bakılırsa bundan daha tabii ne olabilir? Kız yetişmiştir onu kocaya vermeli. Gelinlik bir kızı evlendirmekten daha basit bir şey olmaz. Yüzüne bakılmayacak kadar çirkin olmadıkça ona göz atacak âşıklar çıkacaktır. Eskiden kızlar evlenme çağına geldiler mi anaları, babaları onları evlendirirlerdi. Dünyanın her yerinde, Çin’de, Hindistan’da, Müslümanlarda, bizim köylerimizde, hasılı insanların yüzde doksan dokuzunda bu böyle olmuştur ve böyle olmaktadır. Geri kalan yüzde bir, yani biz ahlaksızlar bu usulü beğenmemişiz, başka bir yol bulmuşuz. Bulduğumuz yol nedir? Kızlar panayırda satılığa çıkarılır gibi ortaya çıkarılır.
Erkekler için duhuliye serbesttir; istediklerini seçebilirler. Orada genç kızlar açıktan söylemeye cüret edemezler, fakat içlerinden geçen şudur: ‘Sevgili! Gel, beni al, onu alma! Bak şu omuzlarıma, başka taraflarıma da bak!’ Biz erkekler bakar geçeriz, yine geçeriz. Onları gözden geçirirken içimizden memnun, şöyle deriz: ‘Biliyorum, biliyorum, boşuna üzülme, avlanmam!..’
Güzel ama, hele bir boş bulun, pat! Avlandığın gündür!”
“Fakat…” dedim, “başka türlü nasıl olabilir? Resmen kızlar mı erkeklere talip olsunlar, böyle mi istiyorsunuz?”
“Bilir miyim? Fakat mademki erkek kadın bir deniyor, müsavat[10 - Müsavat: Eşitlik, denklik. (e.n.)] adamakıllı olmalı. Kılavuzla evlenmek usulünü çirkin buldular. Şimdiki usul ondan bin kat fenadır. O usulde iki tarafın da hakları ve umaçları mahfuzdur. Bunda ise kadın bir esir mesabesindedir. Yahut tuzağa konmuş yem gibidir. ‘Çocukluktan çıkan bir kızı törenle ortaya çıkarıp sosyeteye karıştırmak’ koca avlamaya çıkarmaktan başka bir şey midir? Bu hakikati olduğu gibi bir anaya veya kızına söyleyin; bunu bir hakaret sayar, hemen gücenir. Hâlbuki maksatları, gayeleri bundan ibarettir, başka şey olamaz. Bunun daha müthişi bazı çok körpe kızlar görülüyor ki, masum ve görgüsüz, ne yaptıklarını bilmeyerek bunu yapıyorlar.
Bu analar, kızlar bari sözlerinde samimi olsalar! Hayır, ne münasebet, hepsi gösteriş, hepsi yalan!..
‘Ah, mahlukatta nevilerin menşesi, enteresan mevzu!’
‘Ah, edebiyattaki cazibe başka nerede vardır!’
‘Lili’nin resme ne kadar merakı var!’
‘Ede siz, sergiye gidecek misiniz?’
‘Araba gezintileri yapıyor musunuz?’
‘Tiyatroya gidiyor musunuz?.. Konsere gidiyor musunuz?..’
‘Lili’nin musikiye olan istidadı bizi hayrete düşürüyor.’ ‘Bu mütalaalara iştirak etmemeniz neden ileri geliyor?’
‘Ah, vapur gezintileri, ne hoş!..’
Bunları söyleyen kadınların ise düşünceleri şundan başka bir şey değildir:
‘Gel, benim ol, istersen Lili’mi al. Hayır, beni al. Hiç olmazsa dene bir kere!..’
Ne sahtekârlık! Ne yalancılık!”
Pozniçev çayını içip bitirmiş, fincanını kaldırıyordu.

IX
Şekerini, çayını çantasına yerleştirirken “Hâkimiyetin…” dedi, “kadında olduğunu elbet tasdik edersiniz. Erkeklerin bütün çektikleri kadın yüzündendir.”
“Nasıl? Hâkimiyet kadında mıdır dediniz? Fakat hak ve salahiyet erkeğe has bir imtiyaz değil midir?”
Heyecanla “Hah…” dedi, “işte ben de bu noktaya işaret etmek istiyorum. Bu fevkalade meselenin çözüm noktası buradadır; bir yandan onların son derece yumuşak başlı olup aşağıdan aşağıdan almaları, bir yandan kudret ve nüfuzu ellerinde tutmaları. Bu cihetten onlar Yahudilere benzerler. Yaşadıkları memleketteki mütevazı durumlarının intikamını paralarıyla çıkarırlar. İçlerinden geçen şudur: ‘Siz bize yalnız ticaret hakkını veriyorsunuz, öyle mi? Âlâ! Fakat biz ticaretimiz sayesinde sizin efendiniz olacağız, bilmiş olun!’ Kadınların da içinden geçen şudur: ‘Siz bizi yalnız zevkinize alet olarak kullanmak istiyorsunuz, öyle mi? Pekâlâ, öyle olsun! Biz de sizi bu yönden esaretimiz altına alırız!’
Kadın hukukunu baltalayan şey onların intihap hakkından mahrum olmaları veya hâkimler sırasına geçememeleri değildir. Bunlar bir hak sayılmaz. Kadın ile erkek arasındaki müsavatsızlık kadının istenmeden bir erkeği istemesinin veya boşanmadan ondan ayrılmasının yasak olmasındadır. Daima erkek seçer, beğenir, kadın beğenilir, seçilir; işte müsavatsızlık bundadır. Ne o! Hoşunuza gitmiyor, değil mi? Pekâlâ, öyle ise şimdi de erkeği aynı haklardan mahrum ediniz. Yani elinde tuttuğu ve kadına vermek istemediği hakları onun elinden alınız. Yapabilir misiniz? Fakat kadın hedefe başka yoldan gitmesini bilir; aradaki müsavatsızlığı gidermek için onun en çok güvendiği şey erkeğin hayvani duygularıdır. Erkeği yere vurmak için bu duygular onun elinde bir silahtır. Bu suretle görünüşte seçen erkek olduğu hâlde hakikatte kadındır. Hele kadın bu işin ehli olursa erkeğin başına çıkar ve orada müthiş saltanatını kurar.”
“Bu fevkalade kudrete, bu saltanata siz nerede rastladınız?”
“Nerede mi? Her yerde ve her şeyde! Büyük şehirlerde mağazalara giriniz. Orada akılalmaz, hesaba sığmaz büyük ve ince çalışmaların verimini yığın yığın milyonlar hâlinde bulursunuz. Bu mağazaların onda dokuzunda erkeğe yarar ufak bir şey görebilir misiniz? Hayatta lükse ait ne varsa hepsi onu arayan, onu kıymetlendiren kadınlar içindir. Atölyeleri, tezgâhları birer birer geziniz. Hepsi manasız birtakım kadın süsleri yapmakla meşguldür. Nesil nesil milyonlarca işçi bu manasız kadın hevesleri uğruna mahvolup gitmiştir. Zi-kudret[11 - Zi-kudret: Kudret sahibi. (e.n.)] kraliçeler gibi kadınlar beşeriyetin onda dokuzunu esir gibi kullanmış, çalıştırmıştır. Bütün bunlar ne için? Erkeklere eş haklar kendilerine verilmediği için. Gizli duygularımıza kurdukları tuzağa biz düştükçe onlar öçlerini almış oluyorlar. Üzerimizde öyle derin bir tesir yapmaya muvaffak olmuşlardır ki yanlarında irademizi kaybediyoruz. Erkek bir kadına bir kere yaklaştı mı sihrine kapılmış demektir. Şuur, muhakeme geçmiş ola!
Ben ne zaman balo tuvaletiyle bir genç kız veya bir kadın gördümse sıkılmışımdır. Şimdi ise bu manzara bana korku veriyor. Bunda erkekler için bir tehlike, tabiata aykırı bir şey görüyorum. Bu tehlikeyi izale için her vakit içimde, polis çağırmak, ondan imdat ummak isteğini duyarım!
Gülüyorsunuz, fakat ben hiç de şaka söylemiyorum. Eminim ki bir gün gelecek -ve o gün belki de pek uzak değildir- o gün herkes birbirine hayretle soracak, ‘Nasıl olmuş da…’ diyecekler, ‘kadınların hisleri gıcıklayarak herkesi baştan çıkaran şekillerle sosyetenin rahatını bozmalarına göz yumulmuş!’ Umumi gezme yerlerinde gezginlerin ayakları altına birer tuzak kurmadan bunun farkı ne? Hatta bu ötekine göre ehven bile kalır.
Size sorarım: Kumarı ve başka şans oyunlarını ne için yasak ediyorsunuz da ondan bin kere daha çok tehlikeli olan bir şeye, kadınların yarı çıplak ortaya çıkmalarına ses çıkarmıyorsunuz?..”

X
“İşte ben de tuzağa böyle düştüm. Adı üstünde âşık olmuştum. Yalnız onu tecessüm etmiş bir mükemmeliyet örneği görmekle kalmıyordum, nişanlı olduğumuz müddetçe kendimi de erkeklerin en iyisi farz ediyordum. Dünyada hiçbir sefih yoktur ki iyisini ararken kendinden kötüsünü bulmuş olmasın. Bakılırsa bu da bir zevk ve gurur kaynağıdır. Benim için de böyle oldu. Ben para için evlenmiyordum. Paraya düşkün değilim. Bildiklerimin pek çoğu bir kızın çeyiz parasını ele geçirmek veya faydalı münasebetler hasıl etmek için evleniyorlardı. Ben zengindim, o ise yoksuldu, gururumu okşayan bir cihet daha vardı; evlendikten sonra eski poligami âdetlerine devam edenler hilafına ben evlenir evlenmez monogamiye riayetkâr olacağıma, kendi karımdan başka hiçbir kadınla münasebet tesis etmeyeceğime yemin etmiştim. Evet, aslında korkunç bir domuz olduğum hâlde kendimi melek sanmıştım.
Nişanlılığımız çok sürmedi. Fakat çok sürmeyen bu zamana ait hatıralarımı da yüzüm kızarmadan aklımdan geçiremem. O ne tatsızlıktı ya Rabbi! Ruhlarımız arasında eğer bir anlaşma olsaydı… Çünkü asıl mesele ruhların yakınlığında, yani insanın perisi hazzetmesindedir; yoksa şehvani muhabbet de değil; evet, eğer perilerimiz hazzetseydi bu duygularımızı konuşa koklaşa birbirimize açar, anlatırdık. Ne gezer! Baş başa kaldığımız vakit konuşmak bizim için bir mesele, bir dertti. Konuşulacak bir mevzu bulup söylemeye başlasam bile yarıda bırakıp susmaya mecbur olur, başka bir mevzu arardım. Konuşacak şey bulamıyorduk. Hayatımızın ilerisine, bir yerde yerleşip oturmamıza ve buna benzer şeylere ait mevzular tükenmiş, bu mevzular etrafında ne söylenmek mümkünse hepsi söylenmişti. Daha ne söylenebilirdi?.. Eğer hayvan olsaydık aramızda konuşulacak bir şey olamayacağını bilir, ona göre hiç sıkılmazdık. İnsan olduğumuz için konuşmamız lazımdı. Fakat birbirimize söyleyecek hiçbir lafımız yoktu. Aklımızdan geçen şeyler konuşmakla hallolunmaya muhtaç şeyler değildi. Bu sessizliği acınacak bir itiyat ile şekerleme filan yiyerek karşılamak; düğün hazırlığı diyerek yatak odası döşemek, karyolalar, gündüzlük, gecelik esvaplar ısmarlamak, tuvalet takımları almak… Nedir bunlar?..
Domostroy kanununa[12 - Rus aile hayatına ait bir kanundur ki 16. asırda müthiş İran zamanından Büyük Petro zamanına kadar cari olmuştur. (y.n.)] göre evlenilecek olursa kuş tüyü yatak takımları, karyolalar, çeyizler, ufak tefek şeylere kıymet vermekle beraber izdivaca bir bakıma kutsiyet verilmiş olur. Fakat bizim telakkimize göre… Biz ki bu işin kutsiyetini bir tarafa bırak -buna ister inanılsın ister inanılmasın, ehemmiyeti yok- evet, bu işin kutsiyetine değil, fakat verdiğimiz söze, ettiğimiz taahhüde onda birimiz bile iman etmeyiz, fakat biz ki ancak ellide birimiz hemen karısına hıyanetlik etmemek metanetini gösteririz, hasılı biz ki bir kadına temellük etmeden evvel kiliseye gitmek mecburi olduğu için mahaza bu şartı yerine getirmiş olmak üzere kiliseye gideriz; bizim gibilere göre bu ufak tefek şeylerin canavarca bir manası vardır. Bunda biz adi, has bir pazarlık buluruz: Açıkçası ahlaksız bir sefihe bir kızoğlankız satılıyor ve bu satım resmî birtakım muamelelerle sarılıp sarmalanıyor.”

XI
“Hepimiz evlendiğimiz gibi işte ben de böyle evlendim. Meşhur balayı başladı. Balayı! Ne bayağı bir tabir! Bir gün Paris’te bir pazar yerinde dolaşıyordum. Bir barakada sakallı bir kadınla bir ‘su köpeği’ teşhir olunuyordu. Sakallı bir herif dekolte bir kadın kıyafetine girmiş, sakallı kadın olmuştu. Ötede bir havuzun içinde de fok derisine sokulmuş bir köpek yüzüyordu. Burada görülmeye değer hemen hiçbir şey yoktu. Barakadan çıkarken patron beni ahaliye göstererek ‘İnanmazsanız…’ dedi, ‘bu mösyöye sorun, içeri girmeye değer mi değmez mi? Haydi bayanlar, baylar girin, girin, içeri girin, adam başına sadece bir frank!’ Ben sıkıldım, herifi yalancı çıkaramadım, o da şüphesiz benim bu duyguma güvenmişti. Balayının tatsızlığını denemiş olanlar da mutlaka aynı duygu ile hareket ederek başkalarının hevesini kırmaya yanaşmıyorlardır.
Ben de kimsenin hülyasına dokunmadım, fakat artık bugün susmak için bir sebep görmüyorum. Bilakis her şeyi olduğu gibi söylemek ödevinde olduğumu zannediyorum. Evet, balayının hoşa gidecek hiçbir tarafı yoktur. Devamlı bir çekingenlik, bir sıkılma, bir utanma, kara bir neşesizlik ve hepsinden üstün müthiş bir can sıkıntısı. Bu hâli ben toy bir gencin sigaraya alışmaya yeltendiği ilk zamanlarına benzetebilirim: Zavallıya bulantılar gelir, boyuna yutkunur da yine kendini sigaranın tadını alıyormuş gibi gösterir. Eğer tütünden bir zevk alması lazımsa o alışırken değil, ileride alıştıktan sonra olacak bir şeydir. Karı koca da balayının tadını çıkarmadan evvel onun berbatlıklarına katlanıp alışmaya mecburdurlar.”
“Ne gibi berbatlıklar?” dedim. “Zannederim insanlar için en tabii olan şeylerden bahsediyorsunuz.”
“Tabii olan şeyler mi? Hiç de öyle değil! Ben şu kanaate vardım ki bunlar tabii olmak şöyle dursun bilakis tabiata aykırı şeylerdir. O iş, bir oğlan çocuğa karşı ne kadar tabiata aykırı ise masum bir genç kıza karşı da o kadar aykırıdır. Benim kız kardeşimi genç yaşında yaşlıca bir adama verdiler. Herif o zamana kadar feleğin çemberinden geçmiş, gerdeğe girdiği gece kardeşimin, öfkesinden sapsarı, baştan ayağa titrer bir hâlde ondan nasıl korkup kaçtığı gözümün önüne geliyor. Herifin kendisine nasıl melunca bir teklifte bulunduğunu mümkün değil söyleyemeyeceğini anlatıyordu.
Sizin tabii dediğiniz şey bu mudur? Yemek yemek tabiidir, yemek yemekte bir zevk vardır ve öteden beri bu iş için utanmaya mahal yoktur. Fakat öteki iş de böyle midir? Onda utanma ve acı vardır. Hayır, bu tabii değildir. Masum bir genç kız bu işi daima korku ve helecanla karşılar. Ben buna kanaat getirmişimdir.”
“Fakat nesl-i beşeri idame başka türlü nasıl mümkün olur?”
Cazip göründüğü kadar da harcıâlem ve bayağı bulduğu bu itirazı zaten bekliyormuş gibi kindar bir istihza ile “Hah!” dedi. “Tamamdır işte! Nesl-i beşerin zevali meselesi! Büyük tehlike!”
Durdu. Acaba ne söyleyecekti? Çok beklemedim, devam etti:
“Fukara ölsün, zenginler kalsın. İngiliz lortları adamakıllı ense yapsınlar diye Malthus nazariyesini kabul etmeye müsaade var. Çocuk olmasın, şehvani zevkler eksilmesin, artsın diye izdivaçta kısırlığı kabule müsaade var. Fakat ahlak namına biraz çiftleşmekten içtinap[13 - İçtinap: Sakınma, çekinme, kaçınma. (e.n.)] tavsiyesinde bulundunuz mu aman Allah’ım, ne kıyametler kopar! Sanki beş on kişi bu işte domuzlara benzemezse nesl-i beşerin kökü kururmuş gibi!.. Affedersiniz, bu ışık benim gözüme dokunuyor. Şu lambayı kapatabilir miyiz?”
Benim için hepsinin bir olduğunu söyledim. Kendine has bir çeviklikle kanepeye çıkarak lambayı örttü.
“Güzel ama…” dedim, “eğer herkes bu nazariyeye göre hareket edecek olsa nesl-i beşer yine münkati olur.”
Hemen cevap vermedi. Tam karşıma gelerek dirseklerini ayrık bacaklarına dayadı:
“Nesl-i beşerin nasıl üreyip türeyeceğini soruyorsunuz. Üreyip türemesi pek mi lazım?”
“Fakat o hâlde bizim de mevcut olmamamız icap ederdi.”
“Bizim varlığımız neye iyi? Biz ne için varız?”
“Ne için mi? Yaşamak için!”
“Yaşamak için ha? Fakat eğer gaye bundan ibaretse eğer ‘hayat bize yaşamak için verilmiş’[14 - Puşkin’in meşhur bir beyiti. (e.n.)] ise hayatın hiçbir lüzumu, faydası yok demektir. O hâlde Schopenhauer’lar, Hartman’lar, bütün Budistler yerden göğe kadar haklıdırlar. Fakat eğer hayatta bir gaye varsa bu gayeye erişildiği anda hayatın durması zaruri olur ve hakikatte de bu iş böyledir.”
Bunu söylerken muhatabımın gösterdiği heyecandan sözlerine ne kadar kıymet verdiğini anlıyordum.
Devam etti:
“Siz ne dersiniz? Eğer insanlığın gayesi saadeti, iyiliği, aşkı -istediğinizi seçin- evet, bunları tahakkuk ettirmekse, eğer insanlığın gayesi peygamberlerin kitabında denildiği gibi bütün insanları birleştirip aşk hamurunda yoğurmak, mızrakları, kargıları tırpana tahvil etmek gibi şeyler ise buna engel olan nedir? Buna engel olan bizim ihtiraslarımızdır. İhtiraslarımız içinde de en azgını, en kötüsü ve en yapışkanı olan zevk ve şehvet ihtirasıdır. Eğer biz ihtiraslarımızı ve bu meyanda en azgın olanını, şehvet ihtirasını yenecek olsak o zaman peygambere gelen ilham tahakkuk edecek, insanlar arasında birleşme hasıl olacak ve böylelikle ülküsüne varacak olan beşeriyetin varlığına sebep kalmayacaktır. Fakat beşeriyet baki kaldıkça onu sevk ve idare eden bir ülküsü de bulunacaktır. Ama nasıl bir ülkü? Öyle tavşanların ve domuzlarınki gibi çiftleşme ve çoğalma ülküsü değil, maymunların ve Parislilerinki gibi inceletilmiş şehevî zevkler ülküsü de değil, ancak ismet[15 - İsmet: Dürüstlük, temizlik. (e.n.)]

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lev-tolstoy/kreutzer-sonat-nicin-69428716/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Şeniyet: Gerçeklik. (e.n.)

2
Teşyi etmek: Uğurlamak, geçirmek. (e.n.)

3
Rezilet: Faziletin karşıtı olarak kötü huy, erdemsizlik. (e.n.)

4
Hıfzıssıhha: Sağlıklı yaşamak için alınması gerekli önlemlerin bütünü. (e.n.)

5
Sukut: Düşüş, düşme. (e.n.)

6
Makes bulmak: Yansımak, yansıyacak yer bulmak. (e.n.)

7
Agâh etmek: Haberdar etmek. (e.n.)

8
Tabiat-i saniye: İkinci tabiat. (e.n.)

9
Kaydı hayat: Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe. (e.n.)

10
Müsavat: Eşitlik, denklik. (e.n.)

11
Zi-kudret: Kudret sahibi. (e.n.)

12
Rus aile hayatına ait bir kanundur ki 16. asırda müthiş İran zamanından Büyük Petro zamanına kadar cari olmuştur. (y.n.)

13
İçtinap: Sakınma, çekinme, kaçınma. (e.n.)

14
Puşkin’in meşhur bir beyiti. (e.n.)

15
İsmet: Dürüstlük, temizlik. (e.n.)
Kreutzer Sonat – Niçin? Лев Толстой
Kreutzer Sonat – Niçin?

Лев Толстой

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Beethoven’ın Kroyçer Sonatı’nın, ruhunda tarif olunmaz bir hissi filizlendirdiğini düşünürken, karısının hayat verdiği bu nağmelerin bir evliliğin sonu olacağını nereden bilebilirdi? Bu evlilik neden olmamış mıydı sevgiyi, aşkı, kadını, kadınlığı anlamaya çalışmasına? Karmaşık hisler ve düşünceler yumağının arasında içinde yaşadığı toplumun ahlak yapısını sorgulamasına? “Yalnız, erkeğin kadın hakkında, kadının da kendi hakkında edindiği fikir bu işte bir değişiklik yapabilir.” diyen Pozniçev, karmaşık ve duygu yüklü dünyasında gerçek aşkı ve sevdayı meçhul bir zamana bırakacaktır. Pozniçev’le kendini ifade eden Lev Tolstoy’un, kadın erkek ilişkilerini farklı bir bakış açısıyla ele aldığı bu eserinin ardından, farklı bir hikâyesi olan “Niçin”de, iki gencin yaralı yüreklerinde büyüttükleri aşka şahitlik ediyoruz. Sevginin yalnızca bedende yaşanmadığını gösteren, düşüncelerdeki güzelliği, yüreklerdeki umudu ve tutkuyu görerek sevmenin kuvvetini hisseden iki genç: Albin ve Migurski. Polonya’nın bağımsızlık mücadelesi içerisinde yeşeren bir sevda… Gözyaşıyla, ölümle, yoksullukla ve zulümle yoğrulan bir yaşam… Bu yaşam, yüreklerinde taşıdıkları bu ağır yük, onların gelecek günlere olan inancını kaybettiremeyecektir.

  • Добавить отзыв