İşler Tıkırında Gidiyor
Anton Çehov
Dönemin eleştirmenleri tarafından 19. yüzyıl büyük Rus edebiyatının son temsilci ve son büyük romancısı olarak görülen Anton Çehov, 16 Ocak 1860’ta Rusya’da doğdu. Tıp fakültesinde okurken mizah dergilerinde ve gazetelerde ilk hikâyelerini yayımlamaya başladı. Bu dönemdeki öyküleri daha çok mizahiydi; onun için pek itibar görmüyordu. Modern tiyatro yazınının ve kısa öykünün en büyük ustalarından olan Çehov, 1890’lardan itibaren ise en önemli tiyatro eserlerini verdi. Tiyatro eserleriyle olduğu kadar kısa öyküleriyle de Rus ve dünya edebiyatında kendine önemli bir yer edindi. Günlük hayatta rastlanabilecek her olayı ve karakteri öykülerine taşıdı. Bu öykülerde tabiatın, insanların ve mekânın ince tasvirlerini yaptı. Bu ince tasvirler içinde beliren “küçük insanlar”ın dünyasını ise gereceğe en yakın şekliyle gözler önüne serdi. Bu seçkideki öyküler: İşler Tıkırında Gidiyor, Kader, Evet, Haklı Odur!, Kötü Kişi!, Günün Filozofu
Anton Çehov
İşler Tıkırında Gidiyor
İŞLER TIKIRINDA GİDİYOR!
I
Uzun eşya treni âdeta evveli bilinmeyen bir zamandan beri küçük bir garda beklemektedir. Lokomotif, ateşi sönmüş gibi ses vermiyor. Trenin yanında, istasyonun kapılarında tek bir kişi bile görünmüyor.
Vagonların birinden gar yolunun rayları üstüne solgun bir ışık çizgisi vurmaktadır. Vagonun içinde biri bir palto üzerinde uzanmış, geniş kır sakallı, beline kadar bir kürke sarılı, başına koyun derisinden Çerkez kalpağını andıran bir kalpak takmış bir ihtiyar; öteki daha yüzünde ayva tüyleri bulunan, sırtına yıpranmış bir pardösü, ayaklarına kirli iri birer çizme geçirilmiş bir genç… Topu topu iki kişi var. Bunlar aynı trene yüklü hayvanlarıyla birlikte yola çıkmışlardır.
Düşünceye dalmış olan ihtiyar bacaklarını uzatarak oturmakta, delikanlı yarı uzanmış, ucuz takımdan bir çalgıyı hemen hemen ses çıkartmaksızın çalmaktadır. Yanı başlarında vagonun duvarına, içinde bir mum yanan bir fener asılıdır.
Vagon dopdoludur; yük, mumun sönük ışığı ile muayene edilince ilk bakışta şekilsiz, canavarı andırır, canlı olduğu söz götürmez, birbirini sıkan, iten, kakan, kaygan bir duvar üzerinde tavana doğru tırmanan, sivri iğne sakallarını oynatan dev gibi yengeçlere benzer bir şeyler sezilir. Daha daha dikkat edilince karanlıkta birtakım boynuzlar, gölgeler görülür… Sonra da uzun, kirli kıllar, kuyruklar, boynuzlar ayırt olunur: Sığırlardan ve gölgelerinden ibaret karışık bir âlem…
Her vagonda bunlar sekizer tanedir. Birtakımı başlarını döndürmüş, insana bakar, kuyruklarını sallarlar. Birtakımı yolunu bulup yatmak, rahata varmak derdindedir. Gayet sıkışıktırlar. İçlerinden şayet biri yatarsa ötekilerin hepsi de sıkışık nizamda ayakta durmak zorundadır. Ne önlerinde bir yemlik ne su konabilecek bir gerdel ne altlarında kuru bir gübre ne de bir tutam ot vardır.
Uzun bir zaman sessiz sedasız geçtikten sonra ihtiyar koynundan iri bir gümüş saat çıkarır, bakar. İkiyi çeyrek geçmektedir. Esneyerek “Buraya geleli tam iki saat olmuş. Gidip efendileri kımıldatmalı… Yoksa sabahı boylarız, uyuyakalmış olacaklar yahut da kim bilir…” der, kalkar. Zaman zaman uzun gölgesini önüne katarak karanlıkta vagondan büyük bir ihtiyat ile iner. Trenin boyunca lokomotife kadar ilerler, aşağı yukarı yirmi araba kadar geçtikten sonra lokomotifin ağzı açık, içi kor dolu ocağını görür. Ocağın önünde insan kılığında biri hareketsiz, sessiz oturmuştur. Kasketinin siperi, burnu, dizleri kızıl bir hâldedir. Öte tarafları karadır ve karanlıkta ancak sezilir sezilmez bir hâldedir.
İhtiyar, “Burada daha çok kalacak mıyız?” diye sorar. Cevap çıkmaz. Hareketsiz şekil, galiba uyumaktadır. İhtiyar lahavle çeker, keskin rutubet içinde yüzünü ekşiterek lokomotifin önünden dolaşır, öbür tarafa geçer. Lokomotifin çok parlak iki şiddetli feneri gözlerini alır ve dönünce gece daha karanlık gelir, istasyona gider.
Garın taşları ve basamakları ıslaktır. Ötede beride daha yeni yağmış, erimekte olan bir kar beyazlığı vardır. Gar aydınlık ve bir hamamın içini andıracak surette çok ısıtılmış, etrafı petrol kokusu tutmuştur. Baskül ve üstünde kondüktör üniformalı birinin yatmakta bulunduğu arkalıksız sarı bir kanepeden başka mobilya namına ortalıkta bir şeyler görünmez. Solda iki büyük kapı artlarına kadar açıktır. Bunun birinden bir telgraf makinesi ile önünde yeşil abajurlu bir lamba, ötekinden yarısına kadar bir dolapla örtülmüş bir küçük oda göze çarpar. Bu odada pencerenin dayanılacak yerine başkondüktör ile makinist ilişmişlerdir. İkisi de ellerinde birer bone ile oynayarak münakaşa ederler.
Makinist, “Bu asıl kastor[1 - Kastor: Kunduz kürkü. (e.n.)] değil, Leh kastorudur.” der. “Asıl kastor böyle olmaz. Benim fikrimi öğrenmek isterseniz bu tutsa tutsa beş ruble tutar.”
Başkondüktör bozulmuş bir hâlde, “Çok iyi anlıyorsunuz!” der. “Beş ruble! Şu tüccara soralım.”
İhtiyara dönerek, “Sizce bu Leh kastoru mu, yoksa hakiki kastor mu?” der.
İhtiyar boneyi eline alır, bu şeyleri çok iyi bilir bir tavır takınır, tüyleri yoklar, üstlerine üfler, koklar ve tatmin edilmemiş siması üzerinde istihfaf edici bir tebessüm ve haz ile “Hiç şüphesiz bu Leh malı. Evet Leh malı!” der.
Münakaşa azar. Başkondüktör bunun sahici kastor olduğunda ısrarcıdır. Makinist ile ihtiyar aksi davayı tutar ve onu inandırmaya çalışırlar.
Münakaşanın ortasında ihtiyar oraya niçin geldiğini nasılsa hatırlar.
“Canım!” der. “Şu iyi kastor olsun olmasın, tren gitmiyor, kımıldamıyor. Ne var? Ne bekliyoruz? Artık kalksak!..”
Başkondüktör, “Peki, gidelim. Bir sigara daha tellendirip kalkalım. Fakat aceleye mahal yok. Az ileride yine durduracaklar…” diye cevap verir.
“O da neden?”
“Hiç!.. Çok rötar yaptık da… Bir gara vaktinden geç gelindiği zaman hiç istemeyerek insanı öbür istasyonlarda da tutarlar; çünkü karşı taraftan gelecek trenlere yol vermek lazım gelir. Mesela bizim şimdi hemen kalkmamızla yarın sabah kalkmamız arasında hemen bir fark yoktur. Artık biz 14 numaralı tren olmaktan kaldık. Yolumuza galiba 23 numaralı tren olarak devam edebileceğiz.”
“Bunlar ne biçim usul…”
“İşte öyle.”
II
Köylü ihtiyar, başkondüktörün yüzüne uzun uzun bakar, düşünür ve kendi kendine söylenir:
“Hesap tuttum, defterime de işaret ettim, yolda şimdiye kadar 34 saat fazla kaldık. Sığırlarım ya açlıktan ölecek yahut da gideceğimiz yere kadar yemsizlikten üzerlerinde bir tutam et kalmayacak, beş para etmeyecekler. Bu yolculuk değil… Yıkım!”
Başkondüktör kaşlarını yukarı kaldırır ve “Gerçek, öyle!” demek ister gibi içini çeker. Makinist susmakta ve uzun uzun bonesini muayene etmektedir.
Bu iki adamın yüzlerinden, açığa vurmadıkları gizli bir fikirleri olduğu anlaşılır.
Böyle işlerini açığa vurmamaları onu saklamak istediklerinden değil, böyle fikirlerin kelimelerden daha iyi sükût ile anlaşılması, daha kolay ve daha iyi olmasındandır. Nitekim ihtiyar da hemen anlar.
Elini cebine atar, on rublelik bir kâğıt çıkarır, ne bir girizgâh filan yapmaya ne tavrını edasını değiştirmeye lüzum görerek hemen hemen Ruslara has bir kararlılık ile kondüktöre uzatır.
Başkondüktör bir söz söylemeden alır, dörde katlar, hiçbir acele göstermeyerek cebine indirir. Ondan sonra her üçü odadan çıkar, yol üzerinde kondüktörü uyandırarak rıhtıma geçerler. Başkondüktör omuzlarını silkerek söylenir:
“Ne berbat hava…”
“Tam kurt havası…”
Pencereden yemyeşil lamba ve telgraf makinesinin yanında telgrafçının kumral saçları görülür. Yanı başında da sakallı, kırmızı kasketli biri, kim bilir belki de garın başmemurudur. Masanın üstüne eğilmiş şeridimsi mavi bir kâğıt üzerinde bir şeyler okuyor, cigarasını çekerek satırları acele acele kovalıyor.
İhtiyar ayrılır, vagonuna doğru gider.
Genç yoldaşı evvelki gibi yarı uzanmış bir hâlde hep pes perdeden çalgısını çalmaktadır. Bu, daha bıyıkları bitmemiş, henüz çocuk denilecek bir şeydir. Dolgun, beyaz siması, geniş elmacık kemikleri, hülyakâr bir hâli vardır. Bakışı diklikten uzak, tavrı mahzun ve munistir. Bununla beraber iri yarı, okkalı ve ihtiyar gibi kaba bir kerestedendir. Kımıldamaz, koca bedenini hareket ettirecek takat bulamıyormuş gibi durduğu hâlde kalır. Güya kımıldansa yerler sarsılacak ve çıkacak gürültüden hem sığırlar hem belki kendisi de ürkecektir. Kaba parmaklarının acemice kullandığı saz, ardı arası gelmeksizin zayıf ve perişan sesler çıkarmakta ve bunlar hep tek bir perde üzerinden yürümektedir. Hâlbuki o, bu seslere bayılmaktadır.
Hareket çanı çalar, fakat ses o kadar mecalsizdir ki çok uzaklardan geliyor sanılır. İkinci ve üçüncü çan hemen birincinin arkasından çalınır. Başkondüktör de düdüğünü öttürür. Derin bir sükût içinde bir dakika geçer. Tren ilerlemez, yerinde sayar; fakat aşağıdan kızaklar altında buzların kırılışına benzer garip garip gürültüler gelir, nihayet vagonlar titrer, o sesler kesilir, yeniden sükûn peyda olur. Fakat akabinde tamponlar birbirine çarpar, vagonlar sarsılır, sıçrar gibi bir hareket yapar, sığırlar birbirinin üstüne düşer.
İhtiyar sarsıntı sırasında ensesine doğru düşen bonesini yukarı kaldırarak, “Hay melunlar, hayvanlarımın topunu birden sakatlayacaklar!” diye söylenir; genç, ağzını açmadan kalkar, düşen bir sığırı boynuzlarından tutarak kalkmasına yardım eder.
Çarpışmadan sonra yeniden bir sessizlik peyda olmuştur. Yalnız vagonların altından bir ses gelir ve vagonlar geriye gidecekmiş gibi bir hâl olur.
İhtiyar, “Arabalar yine tos vuracaklar!” der. Ve gerçekten onun dediği gibi bütün treni baştan başa yeni bir titreme tutar, bir çatırtı duyulur. Vagonlar titrer, sığırlar yine birbirinin üstüne düşer. Genç etrafa kulak vererek, “Tren yedeğe almıyor, lokomotif kardan, buzdan çekemiyor.” der.
İhtiyar cevap verir: “Evvelden, ağır gelmedi, pekâlâ çekti, şimdi birden ne ağırlık bastı ki? Hayır evlat, bunun hikmeti, kondüktör ötekine pay vermedi. Al şunu da makiniste ver. Yoksa herif bizi saatlerce salıncakta sallar gibi sallayıp duracak!..”
Delikanlı kendisine ihtiyarın uzattığı üç rublelik kâğıdı alır, vagondan atlar. Ağır ayaklarının yerden çıkardığı gürültü, karanlıkta gittikçe hafifler. Bitişik vagonda sığırın biri uzun ve tatlı bir sesle seslenir, sanki terennüm eder.
Delikanlı döner, ıslak, sanki soğuk bir rüzgâr vagona hücum eder.
İhtiyar, “Oğul kapıyı kapa, hem yatalım, mum ne diye boş yere yansın?” der.
Delikanlı ağır kapıyı çeker. Islık gibi bir şey duyulur. Tren sarsılır. İhtiyar, keçe mantosunun üstüne uzanır, başını bir pakete dayayarak söylenir:
“Soğuk yerinde. Ah şimdi ev ne rahattır! Köşe bucak sıcak, her taraf tertemizdir. Ne ararsan bulunur. Burası domuz ininden de beter. Dört gün oluyor, daha bir kere ayakkabılarımızı çıkarmadık.”
Delikanlı her sarsıntıda bocalayarak feneri açar, fitili ıslak parmaklarıyla sıkar, mum cız ederek söner.
İhtiyar, delikanlının gelip yanı başına uzanması ve iri gövdesini kendi arkasına yaslaması üzerine devam eder:
“Ya, evlat… Soğuk, soğuk!.. Rüzgâr her aralıktan ayrı bir perdeden ayrı bir hava çalarak giriyor. Anan, kız kardeşin burada bir gececik geçirseler ertesi sabaha ancak ölüleri bulunurdu. Ya evlat, sen okumak istemedin, kardeşlerin liselere gitti, sen kaçındın! İşte sana babanla sığır sürüp satmak kaldı. Kendi günahın, kimselere bir diyeceğin yok. Kardeşlerin şu saatte rahat yataklarda, sıcak yorganlar altında; okumaktan kaçan sen ise sığırlarla berabersin, işte olan bu…”
III
Tren o kadar gürültü yapmaya başlar ki, ihtiyarın daha neler gevelediği duyulmaz olur; fakat bu onun daha uzun zaman söylenmesine, iç çekmelerine engel olmaz. Vagonun içinde soğuk hava daha kesif, daha boğucu bir hâl alır.
Taze tezeğin ekşi kokusu, mumun söndürülmesinden çıkan pislik havayı keskin, aşındırıcı bir hâle sokar, uyumuş olan delikanlının boğazı ve göğsü rahatsızlanır.
Aksırır, öksürür, tükürüğü gelir. Fakat böyle şeylere alışık olan ihtiyar hiçbir şeyler yokmuş gibi göğsünün bütün kuvvetini sarf ederek nefes alır; ancak zaman zaman içini çeker. Vagonun sarsıntıları, tekerleklerin sesi trenin hızla fakat intizamsız bir hâlde gittiğini anlatır. Lokomotif solur ve trenin gürültüsünden ayrı bir tempoda, fasılalarla nefes alır verir ve bundan da bir ses peyda olur. Sığırlar endişe ile birbirine sokulur. Boynuzları vagonun duvarlarına çarpar, ihtiyar uyandığı zaman gökyüzünden vagonun aralıklarından ve küçük pencereden gün doğacağı saate mahsus alaca bir mavilik vurur. Adamcağız iliklerine kadar üşümektedir; hele ayaklarında, böbreklerinde bir ağrı peyda olmuştur. Vagon durur, delikanlı suratı tamamen asık olarak gözlerinden uyku aktığı hâlde gider, sığırlara bakar.
İhtiyar ters tarafından uyanmıştır. Yüzü sert, kaşları çatıktır; öksürüp sesini bulmaya uğraşır. Yavaş yavaş bir sığırın göğsünü kaldırarak kösteklenmiş olan bir ayağını kurtarmaya çalışan oğluna bakar, kızar:
“Ben sana dün akşam kayışları uzun tutuyorsun demedim mi? Kulak asmadın. ‘Hayır, çok uzun değil.’ dedin. Seni yola getirmek imkânsız, hep bildiğini okursun. Sersem!..”
Kapıyı delicesine sürer, vagonun içine aydınlık dolar. Karşılarında bir yolcu treni uzanmış durmakta, tenteli kırmızı bir bina arkasında büfeli büyük bir gar görünmektedir. Çatı, vagonların üstü, yer, traversler, her taraf oralara daha yeni yağmış hafif bir kar tabakasıyla örtülüdür. Hava taze ve hafiftir. Yeni kara mahsus, güç hâl ile duyulur, ince, nemli bir koku vardır. Duran trenin arabalarının bağlandığı aralıklardan ötede birtakım yolcuların gidip geldikleri ve kırmızı yüzlü bir jandarma göze çarpar. Resmî giyinmiş, kar gibi beyaz önlüklü, lazım olduğu kadar uyuyamamış, talihinden galiba hiç memnun olmayan bir garson elinde bir tepsi, üzerinde bir bardak çay ve iki bisküvi ile şimendiferlerin rıhtımında koşmaktadır.
İhtiyar ayağa kalkar, gözünü doğuya çevirerek ibadet eder, delikanlı küreği bırakır, babasının yanına seğirtir, onun ibadetine iştirak eder. Yaptığı, dudaklarını kımıldatmaktan ibarettir; hâlbuki babasının sesi az çok çıkmakta, “velyevmilahiri” gibi bir şeyler mırıldandığı fark edilmektedir. Nihayet “Hayrihi ve şerrihi…” filan diyerek temiz bir hava yutar…
Delikanlı duasını bitirdikten sonra ihtiyara döner. “Bana beş kapik veriniz!” der. Parayı alınca kırmızı bakır çaydanlığı kaparak kaynar su bulmak üzere gara seğirtir. Bacaklarını açarak traversleri, rayları atlar, taze, hafif kar üstünde iri ayak izleri bırakır; çaydanlıkta, bir gün evvelden ne kalmışsa yolda boşaltır. Büfeye gelince, beş kapiğini çınlatarak atar.
Büfeci, çaydanlığı iterek beş kapiğe semaver için lazım olan kaynar suyun yarısını bile vermek istemez. Fakat delikanlı musluğu kendi açar ve rahat kalmak için dirsekleri büfecinin engel olmasını önler, kabını doldurur.
O, vagona doğru seğirtirken büfeci arkasından bağırır: “Utanmaz çapkın!”
Çayı içerek ihtiyarın bozuk yüzü yavaş yavaş düzelir. “Hepimiz yer içeriz, buna aklımız erer, fakat çalışmayı unuturuz. Dün bütün gün yiyip içmekten başka bir şey yapamadık. Hâlbuki masraflarımızı kaydetmedik. Ah, ne kafa, ya Rabbi!..” der.
Şimdi ihtiyar bir gün evvelki masrafını defterinden yüksek sesle okumaya başlar, orada tren şeflerine, makinistlere, şuna buna ne ve nasıl vermişse işaretlidir. İş bu hâlde iken yolcu treni çoktan kalkmıştır. Bir manevra lokomotifi, serbest hattın üzerinde muayyen bir hedefi olmaksızın, güya hür olmaktan memnun, bir ileri bir geri gitmektedir. Güneş yükselmiş, karlar üzerinde durarak oynamakta, garın ve vagonların çatılarından içerilere parlak su damlaları düşmektedir.
İhtiyar çayını bitirince vagondan inerek gara doğru yürür. Birinci sınıf bekleme salonunda kondüktör ile göğsü iliklenmiş, güzel bir pardösü giymiş, küçük zarif sakallı genç bir istasyon şefi bulunur. Yerinde bir türlü rahat duramayan genç, iyi bir koşu atı gibi ayağıyla bastığı yeri dövmekte, dört bir tarafına bakmakta, her gelen geçeni elini kasketine götürerek selamlamakta, gülümser gözleriyle işaretler vermektedir.
Gül gibi bir teni vardır, sıhhati tamamen yerindedir, şendir. Yüzü gökten yeniden düşmekte olan kar taneleri gibi terütazedir.
İhtiyarı görünce suçlu olduğunu anlıyormuş gibi başkondüktör içini çeker, kollarını açar. “14 numaralı tren olarak gidemiyoruz, bu numarayı başka bir tren almış…” der. İstasyon şefi hemen bazı kâğıtlara bakar; mavi, uyanık gözlerini ihtiyara çevirir, dudakları gülerek bir sürü soru sıralar:
“Hayvanların sahibi siz misiniz? Sığırlar sizin mi? Şimdi ne yapmalı? Sizin tren geç kaldı, 14 numara olarak bu geceki trene yol verdim. Şimdi ne yapmalı?”
Delikanlı güzel parmaklarıyla ihtiyarın esvabının kürkünü okşar; yine ayağı ile yere vurarak filan trenlerin de geçmesi için falan trenlere yol vermesi için emir geldiğini, hâlbuki mümkün ve her fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu nazik bir eda ile anlatır.
Yüzünden gerçekten yalnız ihtiyara değil, dünyalara yâr olmaya doğuştan yetenekli olduğu okunur; o kadar dürüst, şen ve memnundur. İhtiyar, trenlere ait bu kapalı sözlerden, numaralardan bir şey anlamamakla beraber tevekkülle dinler, tasvip yollu kafasını sallar, o da iki parmağı ile gencin düğmeleri ilikli pardösüsünün yumuşak tüylerini okşar. Bu iyiliksever, sevimli gencin yüzüne bakmaktan, onunla görüşmekten bir haz duyar. Bağlılığına bir işaret olmak üzere on rublelik bir kâğıt çıkarır ve azıcık düşünerek buna ikişer rublelik iki kâğıt daha katar, hepsini birden delikanlıya uzatır.
Delikanlı en sade bir iş oluyormuş gibi bunları alır, elini kasketine götürür, cazip bir eda ile cebine yerleştirir ve hatırına birden bir ilham olmuşçasına, “Efendim, bakınız ne yapalım?” der. “Askerî tren geç kaldı, işte hâlâ görünmüyor. Size onun yolunu versem… Askerî treni de 24 numarala tren olarak yola çıkarsam…”
Başkondüktör “Âlâ!” der.
İstasyon şefi sevinerek mukabele eder: “Âlâ!.. Âlâ!.. Şu hâlde burada demir atıp kalmazsınız. Hemen kalkınız, size şimdi yol vereyim… Âlâ!..”
Elini kasketine götürerek ihtiyarı selamlar, elindeki yol kâğıtlarını okuyarak odasına girer. İhtiyar şu sohbetten çok hoşnuttur, yüzü güler, gözleri salonda bu manzaranın bir şahidi bulunup bulunmadığını arar. Kolunu başkondüktörün koluna takarak “Biz de şuradan bir şeyler içelim!..” der.
Başkondüktör sorar:
“İçki için daha vakit erken değil mi?..”
“Hayır hayır, şöylece size bir şey ikram etmeme müsaade edersiniz.”
Sallana sallana büfeyi boylarlar. Votka kadehi elinde olduğu hâlde ihtiyar ne meze ısmarlayacağını bir müddet düşünür. Başkondüktör pek semiz, şişkin yüzünün rengi uçmuş, yaşlıca biridir. Çok içen, vaktinde yatıp kalkmayan adamlarda olduğu gibi yapısı düşük, rengi sarıya çalar.
İhtiyar: “Birer bardak daha fena olmaz, hava soğuk; azıcık daha içmek günah sayılmaz. Rica ederim, bir şeyler yiyiniz. Artık size güveniyorum, yolda karşımıza bir engel, bir münasebetsizlik çıkmasın. Bilirsiniz ya, bizim hayvan ticareti işimizde bir saatin dünya kadar ehemmiyeti vardır. Et bugün bir fiyata, yarın başka bir fiyatadır. Bir gün, iki gün geç kalmakla münasip fiyat kaçırılabilir. Neticede beş on para kazanılacağına eve, tabiri affediniz, donsuz dönmek vardır. Rica ederim, canınız ne çekiyorsa ondan buyurunuz, ümidim sizdedir. Bu gibi iyilikleriniz için her vesile ile emrinizi beklerim.”
Başkondüktörü adamakıllı kandırıp içirdikten sonra ihtiyar vagonuna döner. Oğluna anlatır:
“Büyük bir oyun oynadım, herifleri sepete koydum, bir asker treninin nöbetini kopardım. Çabucak tabanları kaldırıyoruz. Kondüktörün söylediğine göre, şayet sürekli aynı numarayı tutarsak yarın akşam sekizde varacağız. Ya evlat, işini yoluna koymayı bilmeyenin hâli haraptır. Dünya bu… Gözünü aç, ince yolları kavra!..”
İlk çan çalar, akabinde yüzü dumandan kapkara, ceketi ve geniş ayaklı pantolonu pis biri vagonun kapısına dayanır. Bu tekerlekleri, vidaları, perçinleri muayene için az evvel vagonların altında dolaşan adamdır.
“Efendiler!” der. “Sığırların bulunduğu şu vagonlar sizin mi?”
“Bizim. Ne olmuş?”
“Olan şu; iki vagon da aksak. Onları yola çıkarmak uygun değil. Tamir edilmeleri lazım.”
“Ne okuyorsun yahu!.. Bir şey istiyorsan açık söyle!”
“Siz istediğiniz gibi düşününüz, ben şimdi raporumu yazmaya mecburum.”
İhtiyar, bir küskünlük göstermez, karşı koymaz; rahatça, sanki bir makine işliyormuş gibi eli cebine gider ve iki tane yirmişer kopeklik çıkarır, muayeneciye uzatır. O da en tabii bir iş görüyormuş gibi alır, “Hayırlı kısmetler dilerim, Allah’a emanet olun.” der. İhtiyar içini çeker, muayene memurunun kara yüzüne sükûn ile bakarak sığır ticaretinin bir zamanlar kârlı bir iş olduğunu, fakat artık tehlikeli bir hâle düştüğünü, şimdilerde kaybetmekten başka bir şey görmediğini anlatır. Muhatabı onun bu fazla konuşmasının cezası olarak sözünü keser:
“Bir de arkadaşım var, onun için de bir şey vermelisiniz!” der.
İhtiyar konferansını durdurur, muayene memuruna arkadaşı için de bir şey tutuşturur.
Askerî tren(!) hızlı hızlı koşar, istasyonlarda nispeten az zaman durur. İhtiyar memnundur. Kadife pardösülü genç adamın üzerinde bıraktığı hoş tesir, içinde kökleşmiştir. Votka, beynine hafif bir sis tabakası çekmiştir. Hava mükemmeldir. Her şey istendiği gibi gidiyor demektir. O durmadan dinlenmeden söyler ve her varılan yerde büfeye atılıp sözlerini dinleyecek birine ihtiyaç duyduğundan her defasında yanına ya tren şefini yahut makinisti alır. Sadece bir şey içmekle kalmaz, uzun uzun içer; bardakları tokuştura tokuştura latifeler icat ederek içer. “Hepimiz birer işin arkasından koşarız. Siz kendi işinizi, biz de kendi işimizi biliriz. Tanrı hepimize selamet versin…” der. Votkanın tesiri altında gittikçe heyecanlanır, gene işlerinden dem vurmaya başlar. Kaynamak, atılmak, bir şeyler kapmak, durup dinlenmeden söylenmek ister. Ceplerini arar, cüzdanlarını karıştırır, bir kâğıt ararken hiç münasebet olmaksızın para çantasını çıkarır, paralarını sayar. Çırpınır durur, içini çeker, beyninden vurulmuş gibi olur; kollarını sallar, önüne mektup, telgraf makbuzlarını, sevkiyat pusulalarını, cep defterini atar, yüksek sesle hesaplar yapar ve oğlunun bunları hep dinlemesini ister.
IV
Sevkiyat pusulalarını okumaktan, navlun hesaplarını yapmaktan bezince durak yerlerde hemen sığırların bulunduğu vagonlara seğirtir, yalnız karşıdan bakar, kollarını sallar, ürkeklikler gösterir:
“Ah!” der. “Bir sığır, sığır olmakla yemekten içmekten kalamıyor. Dört güne bastı, daha ne bir tutam bir şey yediler ne bir damla bir şey içtiler. Ah! Ah!”
İtaatli oğlu arkasındadır. Ne istenirse onu yapar, babasının ikide bir büfelere atılmasını hiç beğenmez, bunu söylemekten de kendini alamaz. Babasının yüzüne bön bön bakarak:
“Yine soluğu büfede aldınız. Ne münasebet! Bir bayram, bir şenlik mi var?”
“Ulan babana dil mi uzatıyorsun?”
“O, sizce öyle…”
Oğlan babasının arkasından koşmaya lüzum görmedikçe fötr paltonun üzerinde mıhlanmış gibi oturur, çalgısını çalar. Bazen vagondan çıkıp trenin bir başından öbür başına kadar dolaşır. Lokomotifin önünde durur, ateşçiye filan bakar, işçilerin kömür ve su depolarını dolduruşlarını seyreder. Lokomotif tazyik altında derin derin nefes alır, odunlar taze ağaçlara mahsus diri bir ses vererek devrilir. Makinist ile yardımcısı soğuk ve kayıtsız bir hâlde, hiç acele etmeden birtakım anlaşılmaz hareketlerde bulunurlar. Lokomotifin yanında böylece bir zaman kaldıktan sonra delikanlı tembel bir yürüyüşle gara doğru yollanır. Büfedeki mezelere bakar, kendisi için hiçbir ehemmiyeti olmayan asılı ilanları yüksek sesle okur, yine yavaş yavaş vagonlarını boylar. Yüzünde ne bir arzu ne bir sıkıntı okunur… Orada veya başka bir yerde, evde, vagonda, lokomotifin yanında bulunmasının üzerine ayrı hiçbir tesir yapmadığı besbellidir.
Akşama doğru tren, büyük bir garda durur. Hat boyunda ışıklar daha yeni yanmıştır. Serin şeffaf havanın maviliği içinde bunlar, sarı berrak bir yıldızı andırır ve ancak kapanık çatının altında kırmızı bir renkte ışık verirler. Yolların hepsini sıra sıra vagonlar tutmuştur. Âdeta yeni bir tren daha gelse açıkta kalacaktır. Delikanlı, akşam çayı için kaynar su almaya koşar. Garın rıhtımı üzerinde güzel giyimli hanımlar, hanımların arkaları sıra ise esvaplı gençler dolaşır. Garın iki tarafında, uzakta, pus içinde ziyalar parıldar; orası şehirdir. Acaba hangi şehir? Bu, oğlanın umurunda değil. O, garın arkasına düşen tarafta donuk ziyalı eski binalardan başka bir şey fark etmez. Kulağına çarpan arabacıların bağırışlarıdır. Yüzüne, soğuk ve keskin bir rüzgâr vurur. Ona göre, o şehir besbelli güzel bir yer değildir; orada istirahat vasıtaları yoktur, can sıkılır.
Çay içerlerken artık hava zifirî karanlık olmuş ve fener yakılmıştır; tren hafif bir hareketle sarsılır ve yavaşçacık arkaya doğru gider, biraz yürür, durur.
Müphem gürültüler duyulur, biri tamponların yanında zincirlerle oynar ve “Hazır!” diye bağırır, tren sarsılır, ilerler, on dakika sonra geriye gelir.
İhtiyar, vagondan çıkar, treni tanıyamaz. Sığırların yüklü bulunduğu sekiz vagon önceden hiç görmediği bir sıra düz ve üstleri açık vagonlara bağlanmıştır. Bu vagonların ikisi üçü moloz dolu, ötekiler boştur. Trenin boyunca şimdiye kadar tanımadığı birtakım tren şefleri gidip gelmekte, kendilerine sorulan suallere istemeye istemeye kapalı cevaplar vermektedirler. Bunların yanında ihtiyarın irapta mahalli yoktur.[2 - İrapta mahalli yok: Hiçbir değeri ve önemi yok. (e.n.)] Bunlar yeni bir tren kurmak, çabuk kurmak ve sıcak yerlerine kavuşmak için uğraşırlar.
İhtiyar sorar: “Bu trenin numarası kaç?”
“18!”
“Asker treni nerede? Bizi ondan niçin ayırdılar?”
Cevap alamaz, gara seğirtir. İlk iş olarak, tanıdığı başkondüktörü arar, onu bulamayınca istasyon şefinin yanına dalar. Şef odasında masasının önüne oturmuş, bir paket dolusu beyannameyi gözden geçirmektedir; meşguldür ve birinin girdiğini görmemiş gibi hep kâğıtlara bakar. Üzerinden büyüklük akar. Başı kara, saçları kısa, kulakları düşük, burnu uzun ve kemerlidir; sert ve güya hakaret görmüş bir hâli vardır. İhtiyar derdini yanmaya başlar, aldığı cevap şudur:
“Ne demek istiyorsunuz?”
Koltuğunun arkasına yaslanarak ve gittikçe köpürerek:
“18 numara nenize yetmiyor? Açık, daha açık söyleyiniz. Anlamıyorum. Ne olmuş? Ben on dört parça mı olmalıyım?”
Bu sorgular artar, ortada aşikâr bir sebep olmaksızın başmemur gittikçe daha sertleşir; ihtiyar para kesesini çözmeye çoktan hazırdır; fakat bilinemez ne sebeple kendisine tecavüz edilmiş ve bu nedenle tamamen öfkelenmiş bir hâl alan başmemur koltuğundan sıçrar, dışarı fırlar. Omzunu kaldırarak ihtiyar da çıkar ve yine dert dökecek birini arar.
Can sıkıntısıyla bu dertli günü yeni bir dert ile bitirmek endişesiyle yahut da sadece gözüne üzerinde telgraf levhası asılı bir gişe tesadüf etmesiyle oraya yaklaşır, bir telgraf çekmek arzusuna düşer.
Eline kalemi alır, düşünür ve oradan verilen mavi bir kâğıdın üzerine “Aceledir. Hareket şefliğine. Sekiz vagon sığırım var. Her garda demir atıyor. Bana ekspres bir numara vermenizi dilerim. 20 kelime cevaplıdır.” ibaresini yazar, imzasını koyar.
Telgrafı çektirdikten sonra istasyon başmemurunun odasına döner. Siyaha çalar bir kumaşa geçirilmiş arkalıksız uzun bir kanepede gözlüklü, çenesi sakallı, kürk kalpaklı biri oturmaktadır. Kadın kürklerini andırır bir kürk giymiştir. Önünde kontrolör üniformalı, kuru, zayıf bir efendi durmaktadır.
V
Kontrolör, tuhaf kürklü yolcuya şunları anlatmaktadır:
“Bir misal olarak arz edeyim ki dinlemenize değer: Z. şimendifer kumpanyası hiç istifini bozmaksızın, en sade bir iş görüyormuş gibi N.şimendifer kumpanyasından 300 eşya vagonu çalmıştır. Bu bir hakikattir efendim. Bunu her türlü yeminlerle teyit ederim. Bunları çalmış, kendi mıntıkasına çekmiş, üzerlerine yeni bir boya geçirmiş, kendine mahsus harfleri vurmuş. İnanıyorsunuz ya! N. kumpanyası her tarafa memurlar çıkarır, arar, tarar, günün birinde ne ile karşılaşsa beğenirsiniz? Kendi hatlarından birinden geçen Z. kumpanyası vagonlarından biri sakatlanır, bir istasyona çekilip bırakılır. Bu vagon depolardan birinde tamire alınır. Bir de görülür ki vagon tekerleklerinde N. kumpanyasının ufak markaları vardır! Nasıl efendim, beğendiniz mi? Böyle bir münasebetsizliği ben yapsaydım ta Sibirya’yı boylatırlardı; fakat koca şimendifer kumpanyası yapınca bu mübah bir şey oluyor…”
Müdürler sınıfına mensup yüksek kimselerin sohbetine kulak misafiri olmak şerefi ihtiyara haz ve gurur verir; sakalını sıvazlar ve temkinli bir eda ile sokulur, söze karışır:
“Bir misal de benden efendiler.” der. “Elli sığır sevk ediyorum. Vagon başına mesela 600 pudluk[3 - Pud: Eski Rus ağırlık birimi. 1 pud = 16.38 kg. (e.n.)] bir ücret veriyorum. Sekiz vagon hiç 600 pud tutar mı? Çok daha eksik gelir. Fakat kime dert anlatmalı?”
Bu sırada ihtiyarı aramakta olan oğlu peyda olur: Kulak kabartır ve sandalyelerden birine ilişmek ister, ihtiyar devam eder:
“Bunu hesaba katmazlar. Hâlbuki işte ben oğlumla sığırlarla birlikte bulunduğumuz hâlde güya üçüncü sınıfta gidiyormuşuz gibi adam başına 60 ruble ücrete tabi tutuluyoruz. Oğlum şu, iki evladım da evde; fakat onlar tahsil görüyorlar. Sonra efendiler, biliniz ki, şimendiferler benim fikrimce hayvan ticaretini yıkmışlardır. Evvelleri hayvanları oldukları yerde ayakta satmak bin kat hayırlı idi.”
İhtiyar, sesine bir makam verir, her sözün sonunda oğluna bakar ve Görüyor musun, ben kimlerle konuşuyorum! demek ister.
Kontrolör, ihtiyarın sözünü keser:
“Düşününüz bir kere, bu hâllere hiç kızan, darılan var mı? Bir ses çıkaran var mı? Ne gezer! Niçin? Sebep pek sade: Rezalet göze çarpmak için, içimize batmak için birden patlamalı ve nizamı, intizamı birden kırıp geçirmeli. Fakat o alıştıra alıştıra gelmiş, geliyor, öteden beri kovalanan bir programın tatbikinden ibaret ve nizam, intizam denilen şeyin mayası o imiş gibi bir âdet şeklinde beliriyor! Şu şimendiferlerin her traversi bu rezaletin bir damgasını taşıdığı, pis kokusunu verdiği hâlde köklenen âdet bunları tamamen örtmektedir…”
İkinci çan çalar. Garip kürklü efendi kalkar, kontrolör onun koluna girer ve ateşli ateşli söylenmekte devam ederek garın rıhtımına çıkarlar. O, treni boylayınca istasyon şefi acele acele odasına girer, masasının başına geçer.
İhtiyar yaklaşır, sorar:
“Efendim, ben hangi trenle gideceğim?”
İstasyon şefi kâğıtlarına bakar ve heyecanla “Ay siz misiniz? Sekiz vagonu olan zat siz misiniz? Sizden vagon başına bir ruble yirmi kopek, yani toplam 14 ruble yirmi kopek almak lazım…” der, paraları alır, önündeki kâğıda bir şey yazar ve masasının üstünden bir demet kâğıt kavrayarak hızla çıkar.
Akşamın onunda ihtiyarın telgrafına cevap gelir: “Tercih olunmanız bildirilmiştir.”
İhtiyar bunu okuyunca sarhoş olur, böbürlenir, telgrafı büyük bir ehemmiyetle cebine indirir. Oğlunun yanına gider, gösterir. “Bak, anla!” der.
Gece yarısı tren kalkar. Bir gün evvel olduğu gibi gece zifirî karanlık, hava pek soğuktur. İstasyonlarda uzun müddet kalırlar, delikanlı fötr palto üzerine uzanmış, çalgısını çalar. İstasyonlardan birinde ihtiyarın aklından bir zabıt varakası tutturmak geçer. Dileği üzerine jandarma oturur, yazar:
“… 1889 yılının işbu kasımın onuncu günü N., şimendifer kumpanyası idaresinin 2’inci mıntıkası jandarma onbaşısı M., 19 Mayıs 1871 tarihli kanunun on yedinci maddesi hükmüne uygun olarak X. İstasyonunda işbu zabıt varakasını tanzim eyledim…” diye başlar ve sorar: “Peki, ne istiyorsunuz?”
İhtiyar, jandarmanın önüne üstündeki beyanname suretlerini, posta ve telgraf makbuzlarını yığar. Jandarmadan ne istediğini doğru dürüst kendisi de bilmez. Hadiseyi değil bütün kayıplarını, zabıt varakasına falan veya filan istasyon şefiyle konuştuklarını uzun uzadıya ve dokunaklı bir kalemle koydurmak ister:
“Ve Z. Garında istasyon şefi vagonları askerî trenden ayırttı. Sebebi sadece betine gitmiş olmamdan[4 - Betine gitmek: Kötü karşılamak, ayıp saymak, kendisine yedirememek. (e.n.)]
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anton-chehov/isler-tikirinda-gidiyor-69428713/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kastor: Kunduz kürkü. (e.n.)
2
İrapta mahalli yok: Hiçbir değeri ve önemi yok. (e.n.)
3
Pud: Eski Rus ağırlık birimi. 1 pud = 16.38 kg. (e.n.)
4
Betine gitmek: Kötü karşılamak, ayıp saymak, kendisine yedirememek. (e.n.)