Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler

Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler
Stefan Zweig
Yaşlı bir ressam ve genç Esther’in dostluğuyla başlayan hikâye aynı zamanda dönemin karmaşıklıklarını da gözler önüne seriyor. Kiliseye Meryem Ana tablosu yapması istenen ressam model olarak Esther’i seçer ve çizimde ona bir çocuk verir. Başlarda çocuğa dokunamayan bu genç kız zamanla âdeta tabloyla özdeşleşir ve sonu da tıpkı tablonun başına gelenle aynı olur… Mezhep farklılıklarından doğan çatışmalara ve genç bir kızın içine kapanık dünyasından nasıl annelik içgüdüleriyle dolup taştığına Zweig’ın anlatımıyla şahit oluyoruz. Ve o anda büyü bozulmuştu. Aşağılanmış topluluk utanç ve öfke içinde yukarıya hücum etti. Sert bir yumrukla yana savrulan Esther sendeledi. Ama toparlandı; sanki söz konusu olan kendi gerçek hayatıymış gibi resim için savaştı. Kör bir öfkeyle ve eski inadıyla ağır bir gümüş şamdan ile vurdu; içlerinden birisi küfrederek yere düştü ama bir başkası öfkeyle öne fırladı. Bir hançer kırmızı bir şimşek gibi parladı ve Esther yere kapaklandı. Aynı anda sunaktan kırılan sivri parçalar artık acı hissetmeyen bedeninin üzerine yağmaya başladı. Meryem Ana’nın çocukla ve kalbi kanayan Meryem Ana resmi, ikisi birden tek bir öfkeli balta darbesiyle düştü. *** Duyduğu aşk ve kavuşmanın imkânsızlığı karşısında eli kolu bağlı olan bir adam… Gerçekliğin yüzüne çarpan derin acısı ve soğuk tren rayları… Aşkın en saf hâli ve kalpleri sızlatan bir hikâye…O zaman gözlerini bir kere daha açtı. Üstünde sessiz, lacivert siyah gökyüzünü ve birkaç ağacın sallanan tepesini gördü. Ve ormanın üzerinde parlayan beyaz bir yıldız. Ormanın üzerinde yalnız bir yıldız… Şimdi raylar başının altında hafifçe titremeye ve inlemeye başlamıştı. Ama düşüncesi kalbinde ve aşkının tüm coşkusunu, çaresizliğini içeren gözlerinde ateş gibi yanıyordu. Tüm özlemi ve acı veren bu son soru, yukarıdan ona merhametle bakan o beyaz, parlak yıldıza doğru yükseldi. Tren yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Ve ölecek olan adam, tarif edilemeyecek son bir bakışla o pırıldayan yıldızı, ormanın üzerindeki o yıldızı bir kere daha sarmaladı. Sonra gözlerini kapattı… *** Eski bir yapının muhteşem benzerlikteki iki kulesinin hikâyesinin anlatıldığı kitapta babalarının hırsını ve annelerinin güzelliğini kendilerinde toplayan kıskanç ikiz kardeş Sophia ve Helena, tamamen zıt bir karaktere sahiptirler fakat tek ortak yönleri birbirlerini delicesine kıskanmalarıdır. Yaşadıkları fakir hayattan bıkan kız kardeşlerden Helena bir gün evden kaçar ve erkekleri para karşılığı evinde ağırlayan bir kadına dönüşür. Fakat tüm ülkeye ünü yayılan kardeşini delicesine kıskanan ve hâlâ fakir hayatı yaşayan Sophia da intikam almak ister ve kardeşinden tamamıyla zıt bir hayat yaşayarak, yani dünyevi zevklerden uzak bir hayat yaşayarak kendinden bahsettirmek ister. İsteği gerçekleşir fakat bu sırada kardeşinin hain planından bihaberdir… Böylece yalancı dünyamızda ve ilk defa olmamak üzere Helena Sophia’yı yenmiş, güzellik bilgeliğe karşı, kötülük erdeme karşı, her zaman istekli olan beden de bocalayan ve başına buyruk ruha karşı galip gelmişti ve zamanında Hz. Eyüp’ün o önemli konuşmasında yakındığı gibi, yeryüzünde kötülerin hayatı iyi giderken, dindarlar zarar görmeye ve iyilerin alay konusu olmaya devam ediyorlardı.

Stefan Zweig
Hayatın MucizeleriOrmanın Üzerindeki YıldızZıt İkizler

Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen şeylerle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-TarihîBirHatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-GeleceğinÜlkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının YirmiDörtSaati,YarınınTarihi,KendileriileSavaşanlar:Kleist-Nietzsche-Hölderlin,ÜçBüyükUsta:Balzac-Dickens-Dostoyevski, KendiHayatınınŞiiriniYazanlar:Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’daDüğün,YıldızınParladığıAnlar,KarışıkDuygular,Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da KöleliğeKarşıÖzgürDüşünce,Fouche-BirPolitikacınınPortresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo,Mektuplaşmalar,Buluşmalar,RotterdamlıErasmus,Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.

HAYATIN MUCİZELERİ
Antwerpen’in[1 - Antwerpen (Anvers): Belçika’da bir liman kenti. (ç.n.)] üzerine gri bir sis bulutu inmiş, tüm şehri yoğun ve bunaltıcı örtüsüyle sarmalamıştı. Evler hafif bir dumanın içinde kayboluyor ve caddeler bilinmeze doğru gidiyor gibiydi. Bütün bunların üzerinde ise Tanrı’nın bir sözüymüş gibi bulutların içinden yükselen bir uğultu, vızıldayan bir çınlama vardı zira kiliselerin kulelerindeki çanlar boğuk seslerle yakınıyor, yalvarıyorlardı ve bu sesler hem şehirde hem bütün bölgede hatta uzaktaki limanda okyanusun huzursuz, hafifçe kabaran dalgalarını bile saran bu büyük ve vahşi sis denizinin içinde duyulmaktaydı. Orada burada soluk bir ışık nemli dumanla savaşıyor, parlayan bir tabelayı aydınlatmaya çalışıyordu ama sadece sert gırtlaklardan gelen boğuk gürültüler ve kahkahalar üşüyenlerin ve bu havayı sevmeyen insanların birbirlerini buldukları meyhanenin nerede olduğunu belli ediyordu. Sokaklar boştu ve arada sırada bir silüet geçse de bu sadece sisin içinde eriyip giden belli belirsiz bir çizgi gibi görünüyordu. Bu pazar sabahı can sıkıcı ve bitkindi.
Sadece çanlar sanki sis haykırışlarını boğacakmış gibi çaresizce hiç durmadan çalıyor, çalıyorlardı çünkü dindarlar azalmıştı; yabancı bir kâfirlik yerleşmişti ülkeye ve dinden ayrılmamış olanlar da Tanrı’ya hizmet etme konusunda isteksiz ve durgundular ve sabahleyin yükselen sis bulutu onları dinî görevlerinden caydırmak için yeterli olmuştu. Gayretle tespihlerini çeken buruşmuş yaşlı kadınlar, basit pazar kıyafetlerini giymiş fakir insanlar, sunakların ve şapellerin altın, ayin kaftanın yumuşak ve hafif bir alev gibi parladığı kilisenin derin ve karanlık salonlarında yollarını kaybetmiş gibi duruyorlardı.
Sis, duvarlardan buraya da sızmış gibiydi çünkü buraya da o terk edilmiş ıssız caddelerin hüzünlü ve ürpertici havası yerleşmişti. Ve sabah vaazı da soğuk ve buruktu, güneş ışığından yoksundu; şiddetli bir güç bilinci, vahşi bir kızgınlık, nefretle karışıktı ve Protestanları hedef alıyordu çünkü ılımlı zamanlar geride kalmıştı ve İspanya’dan kilise görevlilerine gelen güzel haberlere göre yeni kral övgüye değer bir sertlikle kilisenin işlerine hizmet edecekti. Son Mahkeme’nin[2 - Son Mahkeme: Mahşer günü (ç.n.)] tehditlerinin açıklamalarına gelecek zaman ile ilgili uyarılar eklenmişti, belki dinleyenler grubu büyük olsaydı bu sözler fısıltılar hâlinde yayılır, çok insana ulaşırdı ancak böyle karanlık boşlukta, nemli, soğuk havada yağmur yağıyormuş gibi yere düşüyorlardı.
Vaaz sırasında iki adam hızla ana kapıdan içeri girmişti, ilk bakışta paltolarına sarınmış, yakaları kalkık, yüzlerine düşen saçları nedeniyle kim oldukları anlaşılmıyordu. Daha uzun boylu olan, ıslak paltosunu bir hamlede çıkardı; aydınlık, sıra dışı olmayan bir yüzü vardı, hâli vakti yerinde burjuva havasına zengin tüccar giysileri iyi uyuyordu. Diğeri her ne kadar öyle olağanüstü giyinmemiş olsa da biraz daha tuhaftı; yumuşak ve sakin hareketleri, biraz iri kemikli, köylü gibi ama yüzüne düşen gür beyaz saçlarının yumuşak bir Protestan havası verdiği iyi kalpli yüz ifadesiyle uyumluydu.
İkisi de kısa bir süre dua etti, sonra tüccar daha yaşlı refakatçisine kendisini takip etmesi için bir el işareti yaptı ve birlikte yavaş yavaş ve sessiz adımlarla mumların huzursuzca titrediği ve renkli camların önünde hâlâ kalkmamış olan ağır bir bulut yüzünden aydınlanmamış, neredeyse tamamen karanlık ve nemli olan yan koridora geçtiler. Tüccar genellikle şehrin miras yoluyla zengin olmuş ailelerinin kiliseye bağışları ve adakları ile dolu olan küçük yan şapelin önünde durdu ve eliyle küçük sunağı işaret ederek kısaca: “İşte burada.” dedi.
Diğeri yaklaştı, alaca karanlıkta daha iyi görebilmek için elini gözüne siper etti. Sunağın bir kanadında renkleri karanlıkta daha yumuşak ve sıcak görünen, ressamın bakışlarını hemen büyüleyen parlak bir resim asılıydı. Bu Meryem Ana’nın resmiydi, kalbine saplanmış bir kılıç vardı; resim acıya ve üzüntüye rağmen çok yumuşak ve barış doluydu. Meryem’in yüzünde tuhaf bir şirinlik vardı. Sözde kayıtsızlığını gölgeleyen hafif acı düşüncelerin, gülümseyen zarafetini gölgelediği hayalci ve mutlu bir bakire olan Meryem Ana gibi değildi. Erguvan rengindeki bir yara gibi parlayan kırmızı dudaklarının olduğu ince, solgun ve parlak yüzünü siyah gür uzun saçları okşar gibi sarmalıyordu. Harika ince yüz hatları vardı, ince ve kavisli kaşları gibi bazı çizgileri neredeyse ihtiraslı ve nazik bir görüntü veriyor, koyu renkli dalgın ve hülyalı bakan gözleri sanki tüm korkuların ve acıların olmadığı çok renkli, daha tatlı bir dünyanın düşünü kuruyordu. Elleri yumuşak bir teslimiyetle birleşmişti ve göğsü yarasından akan kana sebep olan kılıcın soğuk temasından dolayı hâlâ korkuyla titriyor gibiydi. Bütün bunlar harika bir parlaklıktaydı ve başının üzerinde altın bir parıltı vardı ve güneşin vurduğu renkli kilise camlarının ışığında kalbi de sıcak akan kandan dolayı değil de sanki kutsal kâsenin[3 - Kutsal kâse ya da mukaddes kâse, İsa’nın Son Akşam Yemeği’nde kullandığı iddia edilen, mucizevi güçleri olduğuna inanılan kap. Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerilen İsa’nın damlayan kanını kutsal kâseye koyduğuna inanılır. (ç.n.)] mistik ışığı gibi yanıyordu. Yavaş yavaş çöken alaca karanlık bu resmin son dünyevi görüntüsünü de aldı ve böylece bu tatlı genç kızın başının üzerindeki kutsal ışık, gerçek bir aydınlanmanın canlı pırıltıları gibi yanmaya başladı.
Hayranlıkla ve gözlerini ayırmadan sürekli resme bakan ressam alelacele toparlandı.
“Bu resmi bizimkilerden birisi yapmamıştır.”
Tüccar onaylarcasına başını salladı.
“Bir İtalyan’dı. Genç bir ressam. Ama bu çok uzun bir hikâye. Size en başından anlatmak istiyorum ve bildiğiniz gibi son noktayı da siz koyacaksınız zaten. Ama bakın, vaaz sona erdi, her ne kadar çabamız ve amacımız onun için olsa da geçmişi anlatmak için kilisenin dışında bir yer bulalım. Haydi gidelim.”
Ressam, buğu, pencerenin etrafını altın gibi çevrelediğinde ve sisli karanlık daha çok açıldıkça, daha da yoğun bir parlaklıkta görünen resmin yanından ayrılmadan önce tereddütle biraz daha kaldı. Ve bir an için daha dikkatle inceleyerek resme bakmaya devam ederse bu çocuk dudaklarının yumuşak acı kıvrımları bir gülümsemeye dönüşecek ve yeni bir zarafet görünecek sandı. Ancak refakatçisi önden gitmişti ve kapıda ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmak zorundaydı. Geldikleri gibi birlikte çıktılar kiliseden.
İlkbahara yaklaşırken şehrin üzerine sabahleyin çöken kalın sis tabakası üçgen çatıların üzerine tutturulmuş mat gümüş renginde bir tüle dönüşmüş gibiydi. Sıkışık yerleştirilmiş kaldırım taşları nemden dolayı çelik gibi parlıyor ve üzerilerine düşen güneşin ilk ışıkları altın gibi yansıyordu. İkisinin de yolu tüccarın oturduğu aydınlık limana doğru dar ve dönemeçli yollardan geçiyordu. Düşüncelere ve anılara dalarak yavaş yavaş yürüdükleri için tüccarın anlattığı hikâye onları dalgın adımlarından daha hızlı hedefe ulaştırdı.
“Size daha önce anlattığım gibi…” diye başladı. “Gençlik yıllarımda Venedik’e gitmiştim. Ve kısacası, orada pek Hristiyan inançlarına uygun davranmadım. Babamın bürosunu yönetmek yerine, zamanımı, bütün gün çılgınca yaşayan oranın gençleri gibi meyhanelerde içerek, kumar oynayarak, çılgınca şarkılar söyleyerek geçirdim, hatta bazı edepsiz şarkılar da öğrendim ve diğerleri gibi bazı kötü küfürler etmeyi de. Eve geri dönmeyi hiç düşünmüyordum. Babamın bana sürekli yazdığı ısrarlı ve tehdit dolu mektuplardaki gibi, hayat benim için rahattı. Beni bilenler bu namussuz hayatın beni yutacağı konusunda uyarmışlardı. Bense bunlara sadece gülüyor, bazen de kızıyordum; o çok tatlı şaraptan aceleyle içtiğim bir yudum tüm sıkıntıları geçiriyordu, eğer o yapmazsa bir fahişenin öpücüğü bunu hallediyordu.
Mektupları açıyor ve hemen sonra yırtıyordum; çılgınlık beni ele geçirmişti, kurtulmayı hiç düşünmüyordum. Ama bir akşam hepsinden kurtuldum. Çok tuhaftı ve bugün bile bazen yoluma, görünür biçimde bir mucizenin çıktığını düşünürüm. Meyhanemde oturuyordum; bugün hâlâ oradaki sigara dumanını ve meyhane arkadaşlarımı görüyor gibiyim. Fahişeler de vardı orada, birisi çok güzeldi; o geceden daha çılgın ve gizemli bir gece geçirdiğimiz nadirdi. Birdenbire, tam müstehcen bir fıkra gümbürtülü kahkahalara sebep olmuşken, uşağım geldi ve bir kuryenin Flaman’dan[4 - Flaman: Belçika’nın bir bölgesi. (ç.n.)] getirdiği mektubu uzattı. Çok kızmıştım çünkü babamdan gelen mektupları görmeyi sevmiyordum, beni sürekli görevlerim ve bir Hristiyan olarak yapmam gerekenler, yani benim çoktan şaraba gömdüğüm konularda uyarıyordu. Mektubu tam alacakken, meyhane arkadaşlarımdan biri fırladı; yakışıklı bir gençti, becerikli ve tüm şövalyelik sanatlarında ustaydı! ‘Bırak şu sinek vızıltısını. Sana ne bundan!’ diye bağırdı, mektubu havaya fırlattı, çabucak kılıcını çekti ve düşen mektubu duvara öyle derine sapladı ki kılıcın esnek mavi ucu titredi. Kılıcı dikkatle geri çekti, kapalı mektup duvarda kaldı. ‘İşte yarasa oraya yapıştı!’ diye güldü. Diğerleri alkışladı, fahişeler sevinç içinde yanına koştu, onun şerefine içildi. Ben de güldüm, onlarla içtim; mektubu, babamı, Tanrı’yı ve kendimi unutmak için çılgınca neşelenmeye çalıştım. Sonra mektubu düşünmeden neşemizin deliliğe dönüştüğü başka bir meyhaneye gittik. Hiç olmadığım kadar sarhoştum ve fahişelerden biri günah kadar güzeldi.”
Tüccar gayriihtiyari durdu ve hatırlamak istemediği sevimsiz bir görüntüyü uzaklaştırmak ister gibi birkaç defa eliyle alnını sildi. Ressam hemen bunun üzücü bir anı olduğunu fark etti ve onun yüzüne bakmayıp sanki merak ediyormuş gibi bakışlarını, birlikte yürüyüp vardıkları renkli ve karmaşık limana şişkin yelkenleriyle yaklaşan bir kalyona çevirdi. Suskunluk uzun sürmedi, tüccar hikâyesini anlatmaya hemen devam etti.
“Neler olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ben genç ve şaşkındım, kadın ise cesur ve güzel. Birlikte gittik, ben huzursuz ve şehvet doluydum. Ancak değişik bir şey oldu. Kadının işveli kollarında yatmış, dudakları dudaklarıma bastırırken bu durum beni daha istekli yapmadı ve keyifle karşılık vermeme yol açmadı, aksine bu dudaklar bana ebeveynimin evindeki akşam selamlaşmalarındaki o yumuşak öpücüğü hatırlattı. Fahişenin kollarındayken birdenbire mucizevi ve inanılmaz bir şekilde babamın buruşturulmuş, atılmış, okunmamış mektubu geldi aklıma ve sanki arkadaşımın darbesini kanayan göğsümde hissettim. Fırladım, öyle aniden ve soluk bir yüzle ki yanımdaki fahişe korku dolu gözlerle ne olduğunu sordu. Ama ben bu aptalca korkum yüzünden utanmış, yatağında yattığım ve güzelliğinin zevkini çıkardığım ancak o anın tek bir saçma düşüncesini bile anlatmak istemediğim yabancı kadının yüzüne bakamaz olmuştum. Ama o bir dakikada tüm hayatım değişmişti ve bugün de o gün olduğu gibi böyle bir şeyin ancak Tanrı’nın lütfuyla olabileceğine inanıyorum. Kadına para fırlattım, onu aşağıladığımı zannettiği için istemeyerek aldı ve bana aptal bir Alman olduğumu söyledi. Oysa ben artık hiçbir şey duymuyordum, soğuk ve yağmurlu gecede koşturuyor ve biçare birisi gibi karanlık kanallara doğru bağırarak bir gondol arıyordum. Sonunda biri geldi, ücret olarak neredeyse altın değerindeydi ama kalbim öyle hızlı, öyle acımasız ve anlaşılmaz bir korkuyla atıyordu ki bir mucizenin bana hatırlattığı o mektuptan başka bir şey düşünemiyordum. Meyhaneye geldiğimde o satırları okuma arzum gittikçe yükselen bir ateş gibiydi; bir çılgın gibi meyhaneye daldım, arkadaşlarımın neşeli ve şaşkın bağrışmalarına aldırmadan üzerindeki bardakları şangırdatarak masaya çıkıp duvardaki mektubu aldım ve arkamdaki alaycı kahkahalara, öfkeli küfürlere aldırış etmeden dışarıya koştum. Köşe başında titreyen ellerle mektubu açtım. Bulutlu gökyüzünden yağmur boşanıyor, rüzgâr elimdeki kâğıdı çekiştiriyordu. Ama gözlerimdeki yaşlarla yazılanları okumadan onu bırakmaya niyetim yoktu. Çok uzun değildi yazılanlar, annem ölebilecek kadar hastaydı ve eve gelmem isteniyordu. Başka zamanlarda olduğu gibi azarlama ve suçlama sözleri yoktu. Ancak kılıcın ucunun annemin isminin tam ortasını delip geçtiğini görünce kalbim büyük bir utançla alev alev yanmaya başladı…”
“Bir mucize, çok belirgin bir mucize işareti bu, herkes anlayamaz, kimin için hazırlanmışsa ancak o anlar.” diye mırıldandı ressam, anlatan derin bir sessizliğe gömüldüğünde. Bir süre yine hiç konuşmadan yan yana yürüdüler. Tüccarın görkemli evi uzaktan görünmüştü bile. Tüccar başını kaldırıp bunu fark ettiğinde hemen anlatmaya devam etti.
“Kısaca anlatayım, o gece ne kadar acı çektiğimi, nasıl pişmanlık dolu bir cinnet geçirdiğimi bırakın anlatmayayım. Sadece şunu söyleyeyim, ertesi sabah kendimi Markus Kilisesi’nin basamaklarında diz çöküp tüm kalbimle dua ederken buldum, orada anneme ölmeden yetişip ondan özür dileyebilirsem Meryem Ana’ya bir sunak yaptırmaya söz verdim. Aynı gün yola çıktım, çaresizlik ve korku içinde geçen saatler ve günler sonrasında Antwerpen’e vardığımda çıldırmış gibi ve umutsuzca ebeveynimin evine koştum. Kapıda annem duruyordu, yaşlanmış ve solgundu ama iyiydi. Beni görünce sevinçle kollarını açtı ve ben endişelerle geçen tüm günleri, rezilliklerle ziyan ettiğim geceleri düşünerek onun göğsünde utanç içinde ağlayarak rahatladım. O zamandan sonra hayatım başka türlü oldu, evet hatta daha iyi bir hayatım oldu diyebilirim. Elimde olan, en çok sevdiğim şeyi, o mektubu kendi ellerimle inşa ettiğim bu evin temeline gömdüm ve adağımı yerine getirmeye çalıştım. Geldikten kısa bir süre sonra gördüğünüz o sunağı yaptırdım ve onu layık olduğu şekilde süslemek için elimden geleni yaptım. Ancak sizin bildiğiniz ama benim sanatınızı değerlendirebilecek sırları bilmediğim ve Meryem Ana’nın bana yaşattığı mucizeye layık bir resim yaptırmak için Venedik’teki iyi bir arkadaşıma mektup yazıp kalbimdeki Meryem Ana portresini layığıyla yapabileceğine inandığı ve tanıdığı en çalışkan ressamı bana göndermesini rica ettim.
Aylar geçti. Günün birinde genç bir adam kapıma geldi, neden geldiğini söyledi, arkadaşımın selamını ve mektubunu getirdi. O harika ve garip bir hüzünle dolu yüzünü bugün bile hatırladığım o İtalyan ressam benim Venedik’teki gürültücü ve çok konuşan meyhane arkadaşlarıma kesinlikle benzemiyordu. Kıyafetleri uzun ve siyah, saçları sade taranmış ve yüzü gece nöbet tutanların ve çilekeşlerin yüzü gibi ruhsal bir soluklukta olduğu için onun ressamdan çok bir rahip olduğunu zannederdiniz. Mektup da bu olumlu izlenimimi teyit ve ressamın genç olması ile ilgili endişelerimi bertaraf etti; arkadaşım yaşlı ressamların İtalya’da prenslerden daha kibirli olduklarını ve orada etraflarının arkadaşlarıyla ve kadınlarla, soylularla ve halkla çevrili olduğu için en cazip iş teklifinin bile onları yurtlarından uzaklaştıramadığını yazıyordu. Bu genç ustayı rastlantı sonucu bulmuştu; kendisinin de bilmediği bir sebepten dolayı İtalya’yı terk etmek istemesi yapılan teklifteki para miktarından daha önemliydi çünkü o da ülkesinde değeri bilinen ve saygı gören genç bir ressamdı.
Arkadaşımın gönderdiği bu adam sessiz ve içine kapanıktı. Hiçbir zaman hayatı hakkında kendisinden bir şey öğrenemedim, sadece bazı imalarından kaderindeki acıların sebebinin güzel bir kadın olduğunu ve onun yüzünden yurdundan ayrıldığını çıkardım. Ve bunun için bir kanıtım olmasa da ve düşündüklerim dinsizlik gibi, Hristiyanlığa uymuyor gibi görünse de sizin de gördüğünüz ve ressamın birkaç hafta içinde model kullanmadan ve büyük bir hazırlık yapmadan sadece hafızasından yaptığı o resmin sevdiği kadının yüz hatlarını içerdiğini zannediyorum. Çünkü ne zaman ona gitsem kendisini sizin de gördüğünüz o tatlı çehreyi yeniden çizmeye çalışırken ya da rüyalara dalmış gibi onu seyrederken buluyordum. Ve resim bittiğinde bir fahişenin Meryem Ana olarak resmedilmesi kâfirlik olabilir şeklinde duyduğum gizli bir korkuyla ikinci bir resim için başka birisini seçmesini emrettiğimde, cevap vermedi. Ertesi gün ona gittiğimde tek bir veda kelimesi etmeden buradan gitmişti. Bu resimle sunağı süslemek konusunda endişelerim vardı ancak kendisine sorduğum papaz hiç tereddüt etmeden izin verdi…”
“Ve doğrusunu yapmış.” dedi ressam heyecanla. “Çünkü karşılaştığımız her kadının güzelliğinin farkına varmazsak sevdiğimiz kadınlarımızın hoş güzelliklerini nasıl anlatabiliriz ki. Bizler Tanrı’nın sureti olarak yaratılmadık mı ve en kusursuz olanı yapabilmek için görünmeyenin sadece soluk bir kopyası olsa da mükemmele en yakınını resmetmemiz gerekmez mi! Bakın! İkinci resmi yapmak için seçtiğiniz ben, doğada olmayanın resmini yapmayı bilmeyen, kendi içinden gelerek yapamayıp sadece gerçekten var olanları zahmetle kopya eden zavallılardan birisiyim. Saygıdeğer Meryem Ana’yı çizmek için sevdiğimi seçmezdim çünkü el değmemişi günahkâr bir yüz ile göstermeye çalışmak günah olurdu ama ben güzeli arardım ve dindar rüyalarımda gördüğüm Meryem Ana’nın yüzüne en çok benzeyen kişiyi resmederdim. Ve inanın bana, günahkâr birisinin yüzünü bile iman içinde çizerseniz o zaman o yüzde kötülüğün ve günahın izi bile olmaz, hatta bu harika iffet büyüsünü çoğu zaman dünyevi kadınların yüzünde bile görürsünüz. Ben kendim bile bu mucizeyi defalarca gördüğümü zannettiğimi söyleyebilirim.”
“Her durumda -ben size güveniyorum- siz olgun, çok sabretmiş ve yaşamış bir insansınız, siz bunda bir günah görmüyorsanız…”
“Tam tersine! Bunun övülmeye değer bir şey olduğunu düşünüyorum ve sadece Protestanlar ve diğer mezheplerden olanlar, Tanrı’nın evindeki süslere karşıdırlar!”
“Bu konuda haklısınız. Ama yine de resmi yapmaya bir an önce başlamanızı rica ediyorum çünkü yerine getirmediğim bu adak bir günah gibi beni yakıyor. Yirmi yıl boyunca ikinci resmi unutmuştum ancak kısa bir süre önce hasta çocuğumuzun yatağı başında karımın acı içinde ağlayan yüzünü gördüğümde kendimi suçlu hissettim ve adağımı yeniledim. Ve sizin de bildiğiniz gibi bütün doktorlar çaresiz kalıp, sırtlarını dönmüşken Meryem Ana oğlumu iyileştirerek mucizesini gösterdi. Rica ediyorum bu işi fazla geciktirmeyin.”
“Ne yapabilirsem yapacağım ancak önceden söyleyeyim, uzun meslek yıllarımda hiçbir eser bu kadar zor görünmedi bana çünkü bu -çalışmalarından daha fazla şey görmek istediğim- genç sanatçının yaptığı resmin yanında beceriksiz birisinin dikkatsizce yaptığı bir işmiş gibi olmaması için Tanrı’nın elinin işimin üzerinde olması gerekir.”
“O kendisine sadık olanlardan hiç ayrılmaz. Hoşça kalın! Ve huzur içinde işe başlayın. Yakında iyi haber vereceğinizi ümit ediyorum.”
Tüccar evinin kapısının önünde ressamın elini içtenlikle bir kere daha sıktı ve ressamın kaba, keskin hatlı Alman yüzünde, etrafındaki aşınmış sivrilikler ve dik kayalarla çevrili pırıl pırıl parlayan bir dağ gölüne benzeyen mavi, berrak gözlerine güvenle baktı. Ressamın dilinin ucunda bir şey daha var gibiydi ama cesurca yuttu ve kendisine uzatılan eli kuvvetlice sıktı. İkisi de birbirlerinin duygularını çok iyi anlamış olarak ayrıldılar.
Ressam işleri kendisini evine bağlamadığında alışık olduğu gibi limanda yavaş yavaş yürümeye başladı. İşin hiç kesilmeden sürdüğü bu vahşi, çok renkli manzarayı seviyor ve bazen çalışanlardan birisinin bedeninin garip bir duruşunu çizmek ve dolayısıyla zor zanaatının inceliklerine bir adım daha yaklaşabilmek için bir iskele babasının üzerine otururdu. Denizcilerin yüksek sesle bağrışmaları, arabaların takırtıları ve denizin kekeler gibi monoton kıyıya vuran dalga sesleri onu hiç rahatsız etmezdi, içinden hayal ettiği resimleri çok güzel yapamasa da karşısındaki çok sıradan şeylerde bile bir sanat eseri olan ışığı tanıyabilen bakışlar bahşedilmişti ona. Bu yüzden de her zaman hayatın en renkli ve değişik cazibelerinin çok olduğu yerlere giderdi; yavaş adımlarla ve arayan gözlerle denizcilerin arasında yürür, kimse de onunla alay etmeye cesaret edemezdi çünkü sahildeki boş midyeler ve parçalanmış taşlar gibi bir limanda da bir sürü gürültücü ve işe yaramaz insanın olduğu yerde sakin tavırları ve yüzündeki saygı uyandıran ifadesiyle dikkat çekerdi.
Ama bu defa aramaktan çabuk vazgeçti. Tüccarın hikâyesi biraz da kendi kaderine dokunduğu için onu çok etkilemişti ve başka zaman sanatında mucizeler yaratan şeyler bugün görevini yapmamıştı. Tüm kadınların yüzünde, hem de bu kadınlar hantal balıkçılara benzese bile o genç ustanın elinden çıkmış Meryem Ana’nın resmindeki o yumuşak ışıltı parlıyordu. Bir süre kararsız ve hülyalı düşünceler içinde pazar günlerinin süslü kalabalığında dolaştı ama sonra içindeki özlem dolu arzuya direnmeyi bıraktı ve dönemeçli sokakların karanlık ağından yine kiliseye, o yumuşak kadının harika portresine giden yolu aradı.
***
Ressamın arkadaşına sunak için Meryem Ana’nın resmini yapacağına söz vermesinin üzerinden birkaç hafta geçmişti ve hâlâ hiç dokunulmamış olan tuval neredeyse ondan korkmaya başlayan yaşlı ustaya suçlayarak bakıyor, o ise kendi cesaretsizliğinin zalim ve sessiz uyarılarını hissetmemek için saatlerce sokaklarda gezmeyi tercih ediyordu. Sürekli çalışarak hatta belki de kendi içine bakma fırsatı bulamayacak kadar çok yoğun geçen iş hayatında, genç ressamın resmine baktığı gün bir değişim geçirmişti; gelecek ve geçmiş ansızın açılmış ve içinde sadece karanlığın ve gölgelerin aktığı boş bir ayna gibi ona bakıyorlardı. Ve hayatta cesaretle yukarıya kadar tırmandıktan sonra son adımı atarken yanlış yola girdiğini düşünerek korkuya kapılmak, kalan birkaç kolay adımı öne doğru atacak gücü kaybetmek kadar korkunç bir şey yoktur. Hayatında yüzlerce dinî konuyu tasvir etmiş olan ressama bir insanın yüzünü layığıyla çizme yeteneği bir anda kaybolmuş gibi geliyordu hatta bunun sadece ilahi varlıklara has olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Yüzlerini bir saat resmedilmesi karşılığında satan, bedenlerini satan, içteki temizliklerinin, pırıltılarının yüzlerine vurduğu halktan kadınlar ve narin kızlar aramıştı ancak ne zaman onun yakınında dursalar ve o ilk çizgiyi yapmak için fırçasını eline alsa onların insan olduğunu hissetmişti. Birisinin sarışın, diğerinin açgözlü ve keyif düşkünü olduğunu, bir diğerinin aşk oyunlarında bastırılmış vahşi hırsını görüyor, dar parlak genç kız alınlarının ardındaki boşluğu hissediyor ve kaba adımlarından ürküyor, fahişelerin şevhetli kalça hareketlerinden korkuyordu. Ve dünya birdenbire gözüne öyle sıkıcı gelmişti ki etrafında gördüğü tüm insanlar; soluğu kesilmiş tanrısallık, artık mistik bekâretten bihaber ve başka dünyaların düşlerine yumuşak bir ürpertiyle lekesiz olarak teslimiyet duygusunu bilmeyen, bu şehvetli kadınların gelişen bedenleri… Kendi çalışmalarını topladığı dosyaları açmaktan utanıyordu, sanki dünyadan uzaklaşmış, hantal çiftçileri, Mesih’in şehitleri ve iğrenç kadınları onun hizmetkârları olarak seçtiği için günah işlemiş gibi hissediyordu. Bu duygu durumu gittikçe daha ağır ve baskılı çöküyordu üzerine. Gençliğinde, sanata yönelmeden çok önceleri babasının pulluğunun arkasından yürüdüğü zamanları, sert çiftçi elleriyle tırmığı kara toprağa daldırışını hatırladı ve acaba bu biçimsiz ellerle hiç kendisine göre olmayan sırları ve mucize işaretlerini sarsacağına sarı mısırlar ekseydim ve çocuklar için varlıklı olsaydım nasıl olurdu diye sordu kendisine. Tüm hayatı bir saat içinde uyurken rüyalarına süzülen, uyanıkken hem işkence eden hem de mutluluk veren bir resim ve üstünkörü öğrendiği bazı şeyler yüzünden ek yerlerinden ayrılmış gibiydi. Çünkü artık dua ederken Meryem Ana’yı başka türlü hayal edemiyordu; o genç ressamın tablosundaki hoş bir portreydi ama yine de karşılaştığı tüm dünyevi kadınların güzelliklerinden farklı, ilahi bilgilere ve kadınsı bir tevazuya sahipti. Sevdiği tüm kadınların görüntüsü hafızanın yanıltıcı loşluğunda bu figürün muhteşem görüntüsüne dönüşüyordu. Ve hayatında ilk defa gerçek bir modelle değil de Meryem Ana’nın aklındaki hayalini, yani Meryem Ana’yı çocuğuyla hafifçe gülümserken ve keyifli bir tasasızlık içinde resmetmek istese fırçayı hareket ettirmesi gereken parmakları kramp girmiş gibi güçsüz kalıyordu.
İç gözüyle sanki düz bir duvara çizilmiş gibi çok net gördüğü berrak hayaline giden akım durmuştu, gözlerinin anlattıklarının karşısında parmakları çaresiz kalmıştı. Gerçeklik kendi yoğunluğundan bir köprü oluşturmadığı takdirde, rüyalarının en güzel ve en sadığını gerçeğe dönüştürme yeteneğinin olmadığını bilmenin acısı ateş gibi yakıyordu. Ve o zaman endişeyle kendisine şu soruyu sordu: Bunlar olduktan sonra kendisine hâlâ sanatçı diyebilir miydi yoksa tüm hayatı boyunca taşları yan yana yerleştiren bir işçi gibi renkleri zahmetle bir araya getiren iyi bir zanaatkâr mıydı sadece?
Bu tür kendi kendisine işkence ettiği düşünceleri ona bir gün bile rahat vermiyor ve boş tuvalin ve itinayla hazırlanmış malzemelerin alaycı seslerinin olduğu odadan dışarı fırlıyordu. Birçok kere tüccara bu sıkıntısını itiraf etmek istedi ancak bu dindar ama aynı zamanda iyi niyetli de olan adamın onu hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağından ve daha ziyade bittiğinde birçok usta ve amatör sanatçının alkışlarını toplayabileceği böyle bir eseri başlayabilecek yeteneğinin olmadığını değil, beceriksiz bir işten kaçış bahanesi uydurduğunu zannetmesinden korktu. Ve bu yüzden genellikle amaçsızca ve mola vermeden caddelerde dolaşıyor ve tesadüfün ya da gizli bir sihrin onu dalıp gittiği rüyalarından tekrar tekrar o kilisenin önünde uyandırdığını fark edince yine ürküyordu, sanki görünmeyen bir ip onu bu resme bağlıyor ya da ruhunu rüyalarında bile ilahi bir güç yönetiyordu. Bazen tabloda bir kusur, bir eksik bulurum ve böylece bu zorlayıcı büyüden kurtulurum umuduyla içeriye giriyordu ancak resmin karşısında durduğunda genç ustanın sanatını ve el emeğini kıskanarak değerlendirmeyi tamamen unutuyor, aksine ona baktıkça daha saf, daha yüce duyguların dalga dalga tüm çevresine ve benliğine yayıldığını ve onu başka boyutlara yükselttiğini hissediyordu. Ve sonra kiliseden ayrılıp kendisini ve çabalarını düşünmeye başladığında eski acısını iki kat daha güçlü hissediyordu.
Bir öğleden sonra yine çok aydınlık caddelerde dolaşmıştı ve bu defa kendisine işkence eden kuşkularının azaldığını hissediyordu. Güneyden ilk ilkbahar rüzgârları gelmeye başlamış ve henüz sıcaklığını değilse bile çiçeklerin açtığı baharın aydınlık günlerini getirmişti. İlk defa o gün kendi eleminin dünyanın üzerine örttüğü o gri ve donuk parıltının dağıldığını ve o büyük diriliş mucizesinin[5 - Diriliş mucizesi: İsa’nın  dirilişi, Hristiyanlıkta  İsa’nın çarmıha gerildiği cuma gününü izleyen pazar gününde mucizevi şekilde hayata dönmesi olayıdır. (ç.n.)] bazı işaretlerle kendini ara sıra belli ettiğinde olduğu gibi kalbinde Tanrı’nın lütfunu hissetti. Berrak bir mart güneşi tüm çatıları ve caddeleri pırıl pırıl yıkıyor, flamalar limanda hafif hafif sallanan gemilerin arasında rengârenk dalgalanıyor ve şehrin bitmeyen gürültüsü coşkulu bir şarkı gibi şakıyordu. Meydandan bir İspanyol süvari birliği geçti; bugün kimse diğer zamanlarda olduğu gibi düşmanca bakmıyordu onlara; tam tersine halk parlak teçhizatlarının ve miğferlerin güneşte ışıldamasını zevkle seyrediyordu. Kadınların rüzgârın geriye uçurduğu beyaz bonelerinin altından canlı ve sağlıklı renkteki yüzleri görünüyordu; el ele tutuşmuş çocuklar halka oluşturmuş şarkılar söyleyerek dans ediyor, tahta ayakkabılarının sesleri kaldırım taşlarında çınlıyordu. Gittikçe keyfi yerine gelen adam başka zamanlarda karanlık olan liman sokaklarına girdiğinde ışık yağmuru varmış gibi hafif bir pırıltı vardı. Güneş parlak yüzünü, öne doğru eğilmiş sivri çatıların arasından tam olarak gösteremiyordu çünkü çatılar sürekli gevezelik eden iki yaşlı anacığın siyah, buruşuk boneleri gibi iyice birbirine yanaşmıştı. Ama pencereden pencereye yansıyan güneş ışıkları coşkulu bir oyun oynayan parlak eller tarafından oradan oraya atılıyormuş gibiydi. Ve bu parlaklığın akşamın başlayan alaca karanlığında düş kuran bir göz gibi sakin, yumuşak kaldığı yerler de vardı. Çünkü aşağıda, caddede hareketsiz ve yıllardan beri sadece ve nadiren kışın kar paltosunun altına saklanan bir karanlık vardı. Ve orada oturanlar gözlerinde sürekli alaca karanlığın hüznünü ve isteksizliğini taşırdı; sadece ruhları ışık ve aydınlık özlemiyle yanıp tutuşan çocuklar kendilerini ilkbaharın bu ilk ışıklarına güvenle bırakmış, ince giysileriyle kirli ve eğri büğrü kaldırım taşlarında çatıların arasından sızan dar, mavi şeridin ve güneş ışıklarının altın halkalarının danslarıyla coşmuş, her şeyden habersiz neşeyle oynuyorlardı.
Ressam yorgunluk hissetmeden yürüdü, yürüdü. Sanki ona da gizli ve çok büyük bir neşe bahşedilmişti ve kalbine ulaşan her güneş pırıltısı Tanrı’nın parıldayan bir merhamet ışığıydı. Yüzündeki tüm acılar yok olmuş, öyle huzurlu ve iyilikle parlıyordu ki oynayan çocuklar onu rahip sanıp şaşkınlıkla saygıyla selamladılar. Amacını ve sonunu düşünmeden yürüdü, yürüdü, zira yaşlı kuru ağaçlardaki yeni sürgünlerin ışığa çıkacak genç güçlerine ulaşmalarına izin vermesini sağlamak için ağacın gövdesine vurmaları gibi ilkbaharın gücü bütün uzuvlarını zorluyordu. Adımları genç bir delikanlınınki gibi neşeli ve hafifti; aslında saatlerden beri yolda olmasına ve geride kalan mesafeyi hızlı ve ahenkli bir tempoyla arkasında bırakmış olmasına rağmen canlanmış ve gençleşmiş gibi görünüyordu.
Ressam birdenbire taş kesilmiş gibi durdu ve parlak bir ışıkla ya da korkunç, inanılmaz bir olayla yaralanmış gibi korumak istercesine elleriyle gözlerini kapattı. Başını kaldırarak güneş ışığında çok parlayan bir pencereye baktığında yansıyan ışığın acısını gözlerinde hissetti ancak leylak ve altın renkli sis yüzünden garip bir görüntü, karmaşık kızıl bir tül gibi olan havanın içinde harika bir hayal belirdi: O genç ressamın Meryem Ana tasviriydi bu, aynı o resimdeki gibi dalgın ve hafifçe ağrısı varmış gibi geriye yaslanmıştı. Bütün bedeni ürperdi, zalim bir hayal kırıklığı korkusu ile Tanrı’nın lütfu birleşti, çok insanın iddia ettiği ancak aslında çok azının gerçekten gördüğü gibi Meryem Ana’nın harika görüntüsünü karanlık bir rüyada değil, gün ışığında görmüş olduğu için mutlu bir sarhoşluk içindeydi. Henüz kendisini yeterince güçlü hissetmediği için bakışlarını kaldırıp bakmaya cesaret edemedi, titreyen omuzlarının üzerinde taşıyamayacağı bu anın hayatını, ürkek kalbinin acımasızca kendi kendisine işkence etmesinden daha şiddetli ezip geçebileceğinden korkuyordu. Ancak kalbi daha yavaş ve sakin atmaya başladığında ve çekiç vuruşlarını artık boğazında hissetmediğinde toparlandı ve yavaş yavaş titreyen eliyle siper ettiği gözlerini o cazip resmi gördüğü pencereye çevirdi.
Yanılmıştı. Genç ustanın çizdiği Meryem resmindeki kız değildi bu. Ama bu yüzden kaldırdığı eli ürkerek inmedi. Zira baktığı bu şey de bir mucize gibiydi ve bağışlanmış bir saatte, parlak bir ışıkta görünen ilahi bir görüntüden çok daha sevimli, yumuşak ve insaniydi. Pencerenin parlayan pervazına dayanmış olan, düşünceli bu kızla, sunağın üzerindeki resimdeki kız arasında çok uzaktan ve çok az benzerlik vardı: Bu kızın yüzünü de siyah bukleler çevreliyor ve gizemli ve olağanüstü bir solgunlukla parlıyordu ama bu kızın yüz çizgileri daha sert, daha keskin, neredeyse öfkeli gibiydi, ağzının etrafında ağlamaklı ve inatçı bir öfkenin izleri vardı ve bunları eski ve derin bir üzüntünün sebep olduğu hülyalı gözlerindeki dalgın ifade bile hafifletemiyordu.
Zorla dizginlediği bu huzursuzluğunda çocuksu bir kötü niyetle, irsî ve derinlerdeki bir acı birlikte parlıyordu. O sakinliğinin içindeki sessizliği her an patlak verecek öfkeli, hiçbir yumuşak hayalin akıl edemeyeceği olağanüstü ve maceracı bir harekete dönüşecek gibiydi ve ressam, kızın gergin yüz hatlarında bu çocuğun içinde, hayal ettiklerini yaşayan, özlemleriyle tutuşan, ruhlarının sevdiği şeylere tüm benlikleriyle bağlanan ancak onlardan zorla ayrıldıklarında ise ölen o kadınlardan birinin oluşmaya başladığını hissediyordu. Ancak onu kızın yüzündeki tüm bu değişiklikten ve yabancılıktan daha çok kızın başının arkasındaki pencerede güneş ışığının yansıyarak siyah çeliktenmiş gibi görünen buklelerinin üzerinde bir hale gibi parlatan doğanın mucizevi oyunuydu. Ve bu oyunda eserini layığıyla ve memnun edici bir biçimde bitirebilmesi için kendisine yol gösterenin Tanrı’nın eli olduğunu belirgin bir şekilde hissediyordu.
El arabasıyla geçen bir adam, caddenin ortasında bakarken dalıp gitmiş ressama sert bir şekilde çarptı. “Tanrı aşkına! Dikkat edemez misiniz? Yoksa güzel Yahudi kız sizin gibi yaşlı bir adama çarptı da utanmadan yolu kapatmış onu mu seyrediyorsunuz?”
Ressam korkarak sıçradı ama bu kötü giyimli, saygısız adamın verdiği mesaja dikkat ettiğinden kaba ses tonuna aldırmadı. Ve çok şaşırmış bir hâlde sordu:
“O bir Yahudi mi?”
“Bilmiyorum, öyle söylüyorlar. Ancak bu insanların kızı değil, onu ya bir yerde bulmuşlar ya da birinden almışlar. Beni ilgilendirmiyor, hiç merak etmedim, etmeyeceğim de. Ne olduğunu bilmek istiyorsanız ustanın kendisine sorun, onu nereden bulduğunu benden daha iyi bilir.”
Adamın yönlendirdiği “usta”, kumarbazların ve denizcilerin, askerlerin ve aylakların oraya yerleşip çok nadir dışarı çıktıkları için hayatın ve gürültünün eksik olmadığı bunaltıcı, dumanlı meyhanelerden birinin sahibiydi. Geniş bedeni, şişmiş ama iyi niyetli yüzüyle dar kapıda davetkâr bir tabela gibi duruyordu. Ressam hiç düşünmeden ona yaklaştı. Meyhaneye beraber girdiler; ressam köşede kirli masalardan birine oturdu, biraz huzursuz ve heyecanlıydı, meyhaneci ısmarladığı içeceği getirdiğinde biraz yanına oturmasını rica etti. Yan masadaki biraz sarhoş olmuş, kendi kendilerine söylenen denizcilerin dikkatini çekmemek için alçak sesle ne istediğini söyledi. Çabuk çabuk ama coşkulu sözlerle kendisine görünen mucizeden söz etti ve kendisini şaşkınlıkla dinleyen ve şarabın zayıflattığı kavrama gücünü zorlayarak ressamın anlattıklarını takip etmeye çalışan meyhaneciden kızının kendisine Meryem Ana resmi için modellik yapmasına izin vermesini rica etti. İzin verdiği takdirde babanın da bu kutsal işte bir katkısının olacağını söylemeyi unutmadı ve birkaç defa da bu hizmetin karşılığını nakit olarak ödeyeceğini tekrarladı.
Meyhaneci hemen cevap vermedi fakat kalın parmağıyla sürekli geniş, kabarık burun deliklerini karıştırdı. Nihayet konuşmaya başladı:
“Benim kötü bir Hristiyan olduğumu zannetmeyin, Tanrı korusun ama bu iş sizin düşündüğünüz gibi basit değil. Zira o kızın babası ben olsaydım ve çocuğuma git, sana emrettiğim gibi yap diyebilseydim sizinle hemen anlaşırdım. Ancak bu çocukla durum başka… Tanrı aşkına, orada ne oluyor!”
Yerinden fırladı, öfkelenmişti çünkü konuşurken rahatsız edilmekten hoşlanmazdı. Başka bir masada birisi boş kupayla sıraya vuruyor ve yeniden doldurulmasını istiyordu. Meyhaneci herifin elinden kupayı hışımla aldı ve küfür etmemek için kendisini zor tutarak yeniden doldurdu. O sırada bir bardak ve bir şişe alıp misafirinin masasına geldi ve iki bardağı da doldurdu. Bir dikişte kendisininkini bitirdi ve kendine ancak gelmiş gibi bakımsız bıyığını düzeltti ve anlatmaya başladı:
“Bu Yahudi kızı nasıl bulduğumu anlatayım size. Ben askerdim, İtalya’nın aşağılarında, sonra Almanya’da. Kötü bir işti, ne bugün ne de o zamanlar daha kötüsü olamazdı. Bitirmiştim ve Almanya üzerinden evime gitmek ve onurlu bir zanaatla uğraşmak istiyordum çünkü pek bir şeyim kalmamıştı; ganimet çok çabuk akıp gidiyordu ve ben hiçbir zaman tutumlu bir insan olmamıştım. Almanya’da bir şehre geldim ve tam da geldiğim o akşam orada büyük bir patırtı koptu. Nedenini tam olarak hatırlamıyorum artık ama halk Yahudilere saldırmak için toplanmıştı, ben de hem bir şeyler ele geçirebilirim umuduyla hem de neler olacağını merak ettiğim için onlarla gittim. Çılgıncaydı, insanlar saldırıyor, öldürüyor, çalıyor, ırza geçiyordu ve herifler zevkten ve şehvetten çığlıklar atıyordu. Bir süre sonra bıktım ve kalabalıktan ayrıldım, onurlu savaş kılıcımı kadın kanıyla lekelemek ve fahişelerle ganimet kavgası yapmak istemedim.
Eve gitmek için girdiğim yan sokakta uzun titrek sakallı ve şaşkın yüzlü yaşlı bir Yahudi, kucağında korkarak uykudan uyanmış bir çocukla, bir sürü anlaşılmaz şeyler söyleyerek bana doğru koştu. Onun Yahudi Almancasından anladığım tek şey ikisini kurtarırsam bana çok para vereceğiydi. Korku dolu kocaman gözlerini bana dikmiş çocuğa çok acıdım, kötü bir pazarlık sayılmazdı bu yüzden paltomu üzerlerine örttüm ve onları kaldığım yere götürdüm. Sokaklarda birkaç kişi durdu ve yaşlı adamın üzerine yürümeyi düşündüler ama ben parlak kılıcımı gösterince ikisini de rahat bıraktılar. Onları bana götürdüm ve ihtiyar adam dizlerinin üzerine çöküp bana yalvardığı için aynı akşam yangın ve cinayetlerin gecenin geç saatlerine kadar sürdüğü şehirden ayrıldık. Çok uzaklaştığımızda bile hâlâ alevleri görüyorduk, yaşlı adam çaresizlik içinde onlara bakıyor, çocuk sakin sakin uyumaya devam ediyordu. Üçümüz çok uzun zaman beraber kalmadık. İhtiyar birkaç gün sonra ağır hastalandı ve yolda öldü. Öncesinde bana yanına aldığı parayı verdi ve garip harflerle yazılmış bir mektubu, ismini söylediği ve Antwerpen’de yaşayan bir emlakçıya vermemi söyledi. Ölürken torununu bana emanet etti. Buraya geldim ve garip harflerle yazılmış mektubu verdim. Emlakçı bana büyük miktarda, beklediğimden çok daha fazla para verdi. Buna çok memnun olmuştum çünkü bu sayede oradan oraya dolaşmayacaktım, bu evi ve bu meyhaneyi satın aldım ve bir süre sonra korkunç savaş yıllarını unuttum. Çocuğu yanımda tuttum. Ona acıyordum, sonra bir de büyüdüğünde benim gibi müzmin bir bekârın ev işlerini yapacağını ummuştum. Ama öyle olmadı. Onun bütün günleri demin sizinde gördüğünüz gibi geçer. Pencereden havaya bakar, kimseyle konuşmaz, sadece ürkek cevaplar verir ve o anda da birisi ona vuracakmış gibi siner. Erkeklerle hiç konuşmaz. Önceleri burada meyhanede bana yardım edeceğini, karşıdaki meyhanecinin kızının yaptığı gibi müşteri çekeceğini, onlarla şakalaşacağını, bardakları peş peşe yuvarlamaları için coşturacağını düşünmüştüm. Ama o aşırı hassas. Birisi ona dokunduğunda çığlık atıyor ve fırtına gibi kapıdan dışarıya kaçıyor. Sonra onu aradığımda bir köşede büzülmüş ve öyle ağlarken buluyorum ki kim olsa yüreği parçalanır; kim bilir neler, ne acılar yaşadı diye düşünür. Garip bir halk.”
“Söyle şimdi.” diye anlatırken gittikçe daha düşünceli olan adamın sözünü kesti ressam. “Kız hâlâ Yahudi mi, yoksa dinimize döndü mü?”
Meyhaneci sıkılarak başını kaşıdı. “Biliyor musunuz…” derken başını kaldırdı. “Ben askerdim ve kendim de Hristiyanlığım hakkında fazla şey bilmiyorum. Her ne kadar pişman olsam da nadiren kiliseye giderdim ve bu bugün de öyle; çocuğun dinini değiştirmesi bana hep çok saçma geldi. Hiçbir zaman bunu denemedim, bu inatçı kızla uğraşmak boşuna çaba olacak gibi geldi bana. Bir defasında papazları üzerime saldırtıp hayatımı cehenneme çevirdiler; kız akıllanınca diyerek atlattım. On beş yılı geride bırakmış olmasına rağmen, buna daha çok zaman var zira çok garip ve inatçı. Kim bu Yahudi halkını anlayabiliyor ki çok tuhaf insanlar, ihtiyar adam bana göre iyiydi, bu kız da yaklaşılması zor olsa da kötü birisi değil. Ve şimdi sizin konunuza gelirsek benim de hoşuma gitti çünkü bence de dürüst bir Hristiyan ruh temizliği için ne yapsa yetmez ve her zahmeti zamanı gelince mükâfatlandırılacaktır… Size açık açık söylüyorum, bu çocuğun üzerinde fazla gücüm yok çünkü birisine o kocaman siyah gözleriyle baktığında, onu üzecek bir şey yapmaya kimsenin cesareti olmuyor. Ama siz de göreceksiniz zaten. Onu çağıracağım.”
Gösterişli bir tavırla ayağa kalktı, kendisine bir bardak daha doldurdu, ayakta bir dikişte içti, sonra meyhanenin içinde ayaklarını yere kuvvetle basa basa yürüyerek o sırada yine içeri yeni gelen ve kısa, beyaz kilden yapılma pipolarından yoğun dumanlar yükselen tayfaların yanına gitti. Ellerini samimiyetle sıktı, bardaklarını doldurdu, kaba şakalar yaptı. Sonra amacını hatırladı ve ressam onun yavaş ve güçlü adımlarla merdivenleri çıktığını duydu.
Ressam kendisini garip hissediyordu. Kendisine armağan edilen bu mutlu tesadüfe duyduğu güveni meyhanenin yavaş yavaş kararan ışığında matlaşmaya başlamıştı. Hafızasındaki parlak resmin üzerini caddelerin tozu ve yoğun bir duman örtüyordu.
Ve tekrar tekrar günaha girmekten duyduğu o büyük korku; her yerde dünyevi kadınlar görüntüsünde artan bu kötü ve canavarca insani duyguların kendi dindar rüyalarının üzerine çıkacağı korkusu… Kendisine yol gösteren gizemli ve belirgin mucize işaretlerini hangi ellerden alacağını düşünerek ürperdi.
Meyhaneci geri geldi ve onun ağır, geniş ve siyah gölgesinde kararsız, gürültüden ve dumandan korkmuş gibi eşikte kalakalmış ve narin elleriyle yardım ister gibi kapının pervazına tutunmuş bir kızın görüntüsü vardı. Meyhanecinin kabaca içeriye girmesini söylemesi kızın gölgesinin daha ziyade merdivenin karanlığına geri çekilmesine sebep oldu ama o sırada ressam ayağa kalkmış ve ona doğru gitmişti. Yaşlı, büyük ama yine de yumuşak iki eliyle kızın ellerini tuttu, gözlerinin tam içine bakarak yavaşça ve içten bir tonla kıza sordu: “Birkaç dakika benim yanıma oturmak istemez misin?”
Kız hayretle ona baktı, en çok da bu meyhanenin duman altındaki karanlığında ilk defa böyle yumuşak ve sevgi gösteren bir ses tonuyla karşılaştığı için şaşırmıştı. Onun ellerindeki yumuşaklığı fark ettiğinde, gözlerindeki şefkatli iyiliği görünce haftalardır ve yıllardır sevgiye aç kalmış ve günün birinde onu bulduğunda şaşıran bir ruh gibi tatlı bir ürperti ve korku hissetti. Adamın kar gibi yumuşak başına baktığında, iç gözüyle ölmüş büyükbabasının resmini görür gibi oldu, kalbindeki unutulmuş çanlar yine çalmaya başladı ve bütün damarlarından geçerek boğazına kadar öyle yüksek sesle ve coşkuyla çaldılar ki, cevap olarak vereceği bir kelime bulamadı. Yüzü kızardı ve evet anlamında başını sallayabildi sadece, sanki kızmış gibi sertti bu ani hareketi. Korkarak ve beklenti içinde adamı yerine kadar takip etti ve masaya dokunmadan onun yanına oturdu.
Ressam konuşmadan şefkatle ona doğru eğildi. Yaşlı adamın keskin bakışları bu çocuğun içinde çok erken başlayan yalnızlığın trajedisini ve gururlu bir yabancılığın mücadelesini gördü. Onu kendisine çekip alnına kutsayıcı, sakinleştirici bir öpücük kondurmayı çok isterdi ama onu korkutmaktan ve gülerek birbirlerine bu grubu gösteren diğerlerinin bakışlarından çekindi. Dudaklarından tek kelime çıkmayan bu çocuğu anlamıştı ve içinde sıcak ve çağlayan bir sel gibi yakıcı bir merhamet oluştu zira böyle sert, öfkeli ve tehditkâr bir inadın acısını biliyordu çünkü bu sevgiydi, sevginin büyük ve anlaşılamaz yoğunluğuydu, kendisini armağan etmek isteyen ve reddedilmiş hisseden bir sevgi. Usulca sordu: “Senin adın ne çocuk?”
Kız ona güvenle ama şaşkın baktı. Henüz onun için her şey çok tuhaf, çok yabancıydı. Hafifçe ve biraz da arkasını dönerek “Esther”[6 - Esther Perslerin lisanında “yıldız”, İbranicede ise gizli, gizemli anlamındaki “astar”dan gelmektedir. (ç.n.)] derken sesinde utangaç bir titreme vardı.
Ama yaşlı adam kızın ona güvendiğini ancak bunu göstermeye henüz cesaret edemediğini hissetti. Ve usulca konuşmaya başladı:
“Ben ressamım Esther ve senin resmini yapmak istiyorum. Sana kötü bir şey olmayacak ve benim yanımda bazı güzel şeyler göreceksin ve belki bazen ikimiz iyi arkadaşlar gibi sohbet de ederiz. Her gün bir ya da iki saat sürecek, sen ne kadar istersen. Bana gelmek ister misin Esther?”
Kızın yüzü daha çok kızardı ve ne cevap vereceğini bilemedi. Sanki önünde zor bilmeceler vardı ve çözüm yollarını bulamıyordu. Sonunda huzursuz ve soran bakışlarla yanlarında durmuş merak içindeki meyhaneciye baktı.
“Baban izin veriyor hatta memnun oldu.” diye ekledi ressam aceleyle. “Sadece sen karar vereceksin çünkü seni zorlamak istemem, bunu yapamam da. İster misin Esther?”
Büyük, güneş yanığı çiftçi elini davetkâr bir şekilde uzattı. Kız bir an tereddüt etti, sonra küçük beyaz elini çekinerek ve hiç konuşmadan kabul edercesine adamın avucuna koydu, o da bir saniye kadar bir av yakalamış gibi o eli avucunda tuttu. Sonra dostça bakışlarla bıraktı. Meyhaneci bu kadar çabuk anlaşmaya varılan pazarlığa çok şaşırdı ve bu tuhaf olayı göstermek için yan masalardan birkaç denizciyi çağırdı. Ama kız herkesin dikkatini çektiği için utanç hissederek birden ayağa fırlayıp şimşek gibi kapıdan dışarıya fırladı. Herkes şaşkınlık içinde arkasından baktı.
“Vay canına!” dedi meyhaneci şaşkınlıkla. “Harika bir şey yaptınız. Bu ürkek şeyin kabul edeceğini hiç zannetmemiştim.”
Sonra söylediklerini pekiştirmek ister gibi bir bardak daha yuvarladı. Kendisiyle yavaş yavaş samimi olmaya başlayan bu topluluktan rahatsız olan ressam masaya parasını attı, meyhaneciyle ayrıntıları konuştu, teşekkür ederek elini sıktı ama dumanından ve gürültüsünden sıkıldığı, içindeki içen ve bağıranlardan tiksindiği bu meyhaneden bir an önce çıkmak için acele etti.
Caddeye çıktığında güneş çoktan batmış, gökyüzünü saran sadece donuk pembe bir alaca karanlık kalmıştı. Akşam yumuşak ve temizdi. Yavaş adımlarla evine doğru giderken yaşadığı bu rüya gibi garip ve güzel olayları düşündü yaşlı adam. Mutluluktan titremeye başlayan kalbi Tanrı korkusuyla dolmuştu, sanki bir kilise kulesinden ilk çan sesi insanları ibadete çağırmış, sonra da çevredeki bütün kuleler çan sesleriyle mutlu ve endişeli ve acılı insanlar gibi berrak ve derin, boğuk ve neşeli, çınlayan ve homurdanan seslerle ona katılmıştı.
Bir ömür boyu doğru yolun karanlığında düzgün yürüdükten sonra geç de olsa Tanrı’nın mucizesinin ışığının yanması ona inanılmaz geliyordu ama daha fazla endişelenmeye cesaret edemedi; hep hayalini kurduğu bu lütfun ışığını, karanlık caddelerden evine giderken ilahi bir uyanış ve mucizevi bir rüya gibi taşıdı…
***
Günler geçmiş, ressamın şövalesi üzerindeki tuvale henüz dokunulmamıştı. Ancak ellerini bağlayan artık korku değildi, aksine günleri hesaplamayan ve saymayan, hiç acele etmeyen, ilahi bir sessizlikte ve zapt edilen bir güç ile şüphe duymayan ve içten gelen bir kendine güvendi. Esther gelmişti, gerçi ürkek ve şaşkındı ama bu basit ve ürkek insanın ruhundan geliyor gibi olan baba şefkatinin sıcak ışığında kısa zamanda daha özverili, yumuşak ve samimi olmuştu. Günlerini yıllardan sonra karşılaşan ama aynı zamanda birbirlerini yeniden tanımak, eski samimi konuşmalarını yeniden ve içten duygularla hatırlamak ve eski zamanların değerini tekrarlamak isteyen arkadaşlar gibi sohbet ederek geçirdiler. Ve kısa bir süre sonra birbirlerine o kadar uzak ama aynı zamanda hislerinin sadeliği ve masumiyeti bakımından benzeyen bu iki insanı gizli bir ihtiyaç birbirine bağladı: Birisi hayatın derinliklerinde sadece şeffaflık ve sessizlik olduğunu öğrenmiş, uzun günlerin ve yılların sadeleştirdiği tecrübeli bir insandı. Ve diğeri, kendisini karanlığın içinde kalmış, hayallere kaptırmış ve aydınlık dünyadan gelen ilk ışık hüzmesini içten kabul ederek tek renkli, sessiz ışıklarla geri yansıtan birisiydi. Ve ikisi de insanların arasında yalnızdılar bu yüzden birbirlerine çok yaklaştılar. Aralarındaki cinsiyet farkı önemli değildi; birisinde bu düşünce sönmüştü ve sadece bir akşam ışığı gibi hayatında anılar vardı ve kız henüz karanlıktaki, uyanmamış kadınsı duygularını hissetmiyordu ve bu duygunun etkisi sadece henüz hedefinin ne olduğunu bilmeyen yumuşak, çok güvensiz ve huzursuz bir özlemdi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/stefan-cveyg/hayatin-mucizeleri-ormanin-uzerindeki-yildiz-zit-ikizler-69428653/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Antwerpen (Anvers): Belçika’da bir liman kenti. (ç.n.)

2
Son Mahkeme: Mahşer günü (ç.n.)

3
Kutsal kâse ya da mukaddes kâse, İsa’nın Son Akşam Yemeği’nde kullandığı iddia edilen, mucizevi güçleri olduğuna inanılan kap. Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerilen İsa’nın damlayan kanını kutsal kâseye koyduğuna inanılır. (ç.n.)

4
Flaman: Belçika’nın bir bölgesi. (ç.n.)

5
Diriliş mucizesi: İsa’nın  dirilişi, Hristiyanlıkta  İsa’nın çarmıha gerildiği cuma gününü izleyen pazar gününde mucizevi şekilde hayata dönmesi olayıdır. (ç.n.)

6
Esther Perslerin lisanında “yıldız”, İbranicede ise gizli, gizemli anlamındaki “astar”dan gelmektedir. (ç.n.)
Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler Стефан Цвейг
Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler

Стефан Цвейг

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yaşlı bir ressam ve genç Esther’in dostluğuyla başlayan hikâye aynı zamanda dönemin karmaşıklıklarını da gözler önüne seriyor. Kiliseye Meryem Ana tablosu yapması istenen ressam model olarak Esther’i seçer ve çizimde ona bir çocuk verir. Başlarda çocuğa dokunamayan bu genç kız zamanla âdeta tabloyla özdeşleşir ve sonu da tıpkı tablonun başına gelenle aynı olur… Mezhep farklılıklarından doğan çatışmalara ve genç bir kızın içine kapanık dünyasından nasıl annelik içgüdüleriyle dolup taştığına Zweig’ın anlatımıyla şahit oluyoruz. Ve o anda büyü bozulmuştu. Aşağılanmış topluluk utanç ve öfke içinde yukarıya hücum etti. Sert bir yumrukla yana savrulan Esther sendeledi. Ama toparlandı; sanki söz konusu olan kendi gerçek hayatıymış gibi resim için savaştı. Kör bir öfkeyle ve eski inadıyla ağır bir gümüş şamdan ile vurdu; içlerinden birisi küfrederek yere düştü ama bir başkası öfkeyle öne fırladı. Bir hançer kırmızı bir şimşek gibi parladı ve Esther yere kapaklandı. Aynı anda sunaktan kırılan sivri parçalar artık acı hissetmeyen bedeninin üzerine yağmaya başladı. Meryem Ana’nın çocukla ve kalbi kanayan Meryem Ana resmi, ikisi birden tek bir öfkeli balta darbesiyle düştü. *** Duyduğu aşk ve kavuşmanın imkânsızlığı karşısında eli kolu bağlı olan bir adam… Gerçekliğin yüzüne çarpan derin acısı ve soğuk tren rayları… Aşkın en saf hâli ve kalpleri sızlatan bir hikâye…O zaman gözlerini bir kere daha açtı. Üstünde sessiz, lacivert siyah gökyüzünü ve birkaç ağacın sallanan tepesini gördü. Ve ormanın üzerinde parlayan beyaz bir yıldız. Ormanın üzerinde yalnız bir yıldız… Şimdi raylar başının altında hafifçe titremeye ve inlemeye başlamıştı. Ama düşüncesi kalbinde ve aşkının tüm coşkusunu, çaresizliğini içeren gözlerinde ateş gibi yanıyordu. Tüm özlemi ve acı veren bu son soru, yukarıdan ona merhametle bakan o beyaz, parlak yıldıza doğru yükseldi. Tren yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Ve ölecek olan adam, tarif edilemeyecek son bir bakışla o pırıldayan yıldızı, ormanın üzerindeki o yıldızı bir kere daha sarmaladı. Sonra gözlerini kapattı… *** Eski bir yapının muhteşem benzerlikteki iki kulesinin hikâyesinin anlatıldığı kitapta babalarının hırsını ve annelerinin güzelliğini kendilerinde toplayan kıskanç ikiz kardeş Sophia ve Helena, tamamen zıt bir karaktere sahiptirler fakat tek ortak yönleri birbirlerini delicesine kıskanmalarıdır. Yaşadıkları fakir hayattan bıkan kız kardeşlerden Helena bir gün evden kaçar ve erkekleri para karşılığı evinde ağırlayan bir kadına dönüşür. Fakat tüm ülkeye ünü yayılan kardeşini delicesine kıskanan ve hâlâ fakir hayatı yaşayan Sophia da intikam almak ister ve kardeşinden tamamıyla zıt bir hayat yaşayarak, yani dünyevi zevklerden uzak bir hayat yaşayarak kendinden bahsettirmek ister. İsteği gerçekleşir fakat bu sırada kardeşinin hain planından bihaberdir… Böylece yalancı dünyamızda ve ilk defa olmamak üzere Helena Sophia’yı yenmiş, güzellik bilgeliğe karşı, kötülük erdeme karşı, her zaman istekli olan beden de bocalayan ve başına buyruk ruha karşı galip gelmişti ve zamanında Hz. Eyüp’ün o önemli konuşmasında yakındığı gibi, yeryüzünde kötülerin hayatı iyi giderken, dindarlar zarar görmeye ve iyilerin alay konusu olmaya devam ediyorlardı.

  • Добавить отзыв