Tom Amca’nın Kulübesi

Tom Amca’nın Kulübesi
Harriet Beecher Stowe
Tom Amca’nın Kulübesi 1852’de yayımlandıktan sonra kölelik karşıtı hareketi besleyen ve dünya çapında ün kazanan bir eserdir. Hikâye ilk başta National Era’da bir dizi olarak yerini almış, gördüğü ilgi üzerine kitap olarak basılmıştır. Pek çok dile çevirisi yapılan eser, dünya edebiyatının klasiklerinden biridir. Kitaptaki olaylar işine bağlı, sevgi dolu ve sadık köle Tom Amca’nın etrafında geçmektedir. Eser, kölelerin yaşayışını gerçekçi bir dille ele alırken, aynı zamanda sorunlarının çözümlerine yönelik bir çağrı niteliğinde olmuştur. Köle olan insanın çaresizliği, köleliğin ahlaki açıdan yanlışlığı, insanlığı küçük düşürmesi ve din ile bağdaşmayan yönleri kitapta anlatılmıştır. Bu duygusal roman, yayımlandığı zaman büyük tepki toplasa da 19. yüzyılın en çok satan romanlarından biri hâline gelmiştir. Kölelerin acılarını ve köle sahibi olanların vicdansızlıklarını gözler önüne sererek köleliğe karşı bir tavır alınan eserde, özgürlüğün değeri insanlığın ayıbı olan kölelikten örneklerle anlatılır. Romanın ana karakteri olan vefalı, dürüst Tom Amca, iyi kalbiyle ve inançlı davranışlarıyla rol modeli olmuştur. Ölürken ailesine onun yolunu izlemelerini vasiyet eden Tom Amca, zalim bir efendisi olsa da içindeki iyiliği ve sevgiyi diğer insanlarla paylaşmıştır. Roman, siyah ırkı temsil etmesi sebebiyle de eleştirilere hedef olmuştur. Yine de yazıldığı zamandan bu yana milyonlarca kişinin yüreğine dokunmuş, günümüze kadar yankısını sürdürmüş olan duygusal bir romandır. Tom Amca’nın hüzünlü ve iç burkan hikâyesi, eğitici ve merakla okunacak bir eserdir. "Sağlam adamlar altı yedi yıl dayanırlar, çürüklerinin iki üç yılda işleri biter. İşe ilk başladığımda onlarla epey bir canımı sıktım ve dayanmaları için uğraştım, hastalandıklarında doktora gösterdim, onlara giysi, battaniye ve benzeri şeyler verdim, rahat ve temiz tutmaya çalıştım. Tanrı’m, buna hiç gerek yokmuş, onların yüzünden para kaybettim ve bir sürü dertle uğraştım. Artık gördüğünüz gibi hasta ya da iyi, onları doğrudan işe koşturuyorum. Zencinin biri ölünce diğerini alıyorum, her açıdan daha ucuza ve kolayıma geliyor."

Harriet Beecher Stowe
Tom Amca’nın Kulübesi

Harriet Beecher Stowe, 1811 yılında ABD’nin Connecticut eyaletinde doğdu ve 1896 yılında Hartford, Connecticut’da öldü. Dindar bir aileye sahip olan Stowe, köle olan siyahların zor şartlarını konu aldığı Tom Amca’nın Kulübesi romanıyla tanınmaktadır. 30’dan fazla kitap yazan Stowe, günün toplumsal meselelerine eğilerek söz sahibi oldu.
Stowe, aile arasında olayları ve toplumsal meseleleri tartışarak görüşlerini inandırıcı bir şekilde savunmayı öğrendi. Kendisini dine ve başkalarına yardıma adayan babası eğitime önem veriyordu. Eğitim ve ahlaki dürüstlük atmosferi içinde büyüyen Stowe, edebiyat ve dil üzerine akademik eğitim aldı. 1824’te kız kardeşi tarafından kurulan Hartford Female Seminary’de öğrenci olup sonra da öğretmen olarak görev aldı. Burada saatlerini makaleler yazmaya harcayarak yazı becerilerini geliştirdi. 1832’de babası Lane ilahiyat fakültesinin başına geçtiği için ailesiyle Cincinnati’ye taşındı. 1836’da profesör olan Calvin Ellis Stowe ile evlendi ve yedi çocuk sahibi oldu. Cincinnatti’de yaşarken kaçak kölelerle tanışıp onların güneydeki yaşamlarını öğrendi. 1830’larda köleliğin kaldırılması taraftarı oldu. 1850’de kocası Bowdoin College’da profesör olunca aile Maine’e taşındı. Orada okuduğu ve gözlemlediği olaylara dayanarak kölelerle ilgili bir hikâye yazdı. Bu hikâye, 1851-1852’de National Era gazetesinde çıktı, 1852’de Tom Amca’nın Kulübesi adı altında kitap olarak yayımlandı. Basıldığı zaman büyük sansasyon yaratan kitap birçok dile çevrildi ve oyun olarak oynandı. Kitabıyla kırbaçlamaları, zalimliği ve ailelerin bir araya gelemeyişini konu alarak okuyucularının köleliğe başkaldırmasını umdu. Amerika’da ve Avrupa’da köleliğe karşı konuşmalar yaptı. 1860’larda Florida’da ev alarak oradaki siyahlar için okullar kurulmasına yardımcı oldu. Kocası emekli olduktan sonra aile Hartford’a taşındı. Hartford’da bulunduğu sürede birisi doğu kıyılarına, birisi batı eyaletlerine olan iki konuşma turuna çıktı. Wadsworth Atheneum’da bir sanat müzesinin yenilenmesinde çalıştı, daha sonra Hartford Üniversitesinin bir parçası hâline gelecek olan Hartford Sanat Okulunu kurdu.
Stowe, 19. yüzyılın en popüler Amerikalı yazarları arasındadır. Stowe’un yazarlık kariyeri 51 seneye yayıldı. Yazıları sayesinde kadınların oy kullanamadığı, topluluk arasında konuşmasının iyi karşılanmadığı bir zamanda toplum önünde düşüncelerini ve inançlarını ifade etti. Kitaplarında ev hayatı, çocuk yetiştirme ve din konularına eğildi. Sık sık çocukluğundan, geniş ve dindar ailesinden esinlendi. Şiirler, seyahat kitapları, biyografik eserler ve çocuk kitapları yazdı. Portreleriyle toplumsal hayatı ve o zamanın kültürünü yansıtan bir realisttir. Eserleri arasında 1856’da kölelik yüzünden yozlaşan toplumu ele aldığı Dred, 1859’da toplumsal hayatı irdelediği The Minister’s Wooing bulunmaktadır. 1889’da ilk resmî biyografisini yazan en küçük çocuğu Charles’a yardımcı oldu. Diğer eserleri The American Woman’s Home (1869), Old Town Folks (1869), The Atlantic Monthly dergisinde yayımlanan The True Story of Lady Byron’s Life (1869), Palmetto Leaves (1873) ve Poganuc People (1878)’dır.
Eren Gökce, 1975 yılında Ankara’da doğdu. Gazi Üniversitesinden Endüstri Mühendisliği lisans; California State University, Long Beach’den Finans alanında İşletme yüksek lisans ve İstanbul Bilgi Üniversitesinden İşletme yüksek lisans derecesine sahiptir. Tusaş Motor Sanayi AŞ (TEI), MITS, MİKES AŞ ve ABD’de Panasonic Avionics Corporation şirketlerinde proje mühendisi olarak görev aldı. Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ’de endüstri mühendisi ve çeşitli kuruluşlarda danışman olarak çalıştı. Koçoğlu Elektromekanik şirketinde proje yönetici yardımcısı olarak görev almaktadır.
Stanford Üniversitesinde İleri Proje Yönetimi (SAPM) sertifika programını tamamlamıştır. Proje Yönetim Derneği (PMI)’nden Proje Yönetim Profesyoneli (PMP) sertifikasyonu, AACE International’dan Kazanılmış Değer Profesyoneli (EVP) sertifikasyonu bulunmaktadır.
2005 yılından bu yana serbest çevirmen olarak çalışmaktadır. TED konferanslarında gönüllü olarak Türkçe dil koordinatörlüğü görevi yapmaktadır.

BÖLÜM I

I
Okuyucunun, İnsanlığın Bir Bireyi ile Tanıştırıldığı Yer
Soğuk bir şubat akşamüstü, iki beyefendi Kentucky’nin P. kasabasında iyi döşenmiş bir yemek salonunda şaraplarıyla bir başlarına oturuyorlardı. Görünürde hizmetçiler yoktu ve beyefendiler sandalyelerini birbirine yanaştırmış, bir meseleyi samimiyetle tartışır görünüyorlardı.
Şimdiye dek iki beyefendi dememizin nedeni uygun bir dil kullanmaktı. Ancak dikkatle incelendiğinde doğrusunu söylemek gerekirse, bir taraf bu türden biri değildi. Bayağı, sıradan yüz çizgileriyle dünyada daha iyi bir yer edinmek için dirsek atan düşük birinin göstergesi olan iddialı serseri hareketleriyle kısa, tıknaz bir adamdı. Karmaşık renkli şatafatlı yeleği, sarı benekleriyle neşeyle sallanan mavi atkısı, yanına adamın genel havasına uyan gösterişli boyun bağıyla aşırı süslüydü. İri, kaba elleri yüzükle doluydu ve altın köstekli saatin zincirine bağlı olan bir deste rengârenk, aşırı büyüklükte mühür vardı ve bunları konuşmanın heyecanına kapıldığında sallayıp şakırdatıyordu. Konuşması Murray’nin Grameri[1 - İngilizce Grameri (1795), Lindley Murray (1745-1826), zamanının en güvenilir Amerikalı gramercisi. (y.n.)]’ne karşı serbest ve kolay bir meydan okumaydı, burada net olma isteğimizin bile bunları aktarmaya bizi ikna edemeyeceği, arada sırada kullandığı pek çok saygısız ifadeyle süslüydü.
Arkadaşı Bay Shelby ise beyefendi havasındaydı ve evin düzeni, yaşam tarzına ilişkin hava kolay ve varlıklı koşullara dahi işaret ediyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi ikisi samimi bir konuşmanın ortasındaydılar.
“Benim konuyu böyle düzenlemem gerekiyordu.” dedi Bay Shelby.
“Ben ticareti böyle yapamam. Gerçekten öyle Bay Shelby.” dedi diğeri, elindeki bir bardak şarabı gözüyle ışık arasında tutuyordu.
“Gerçekten nedeni şu, Haley, Tom eşsiz biridir; bu miktar her yerde muhakkak eder. Sağlam, dürüst, yetenekli, tüm çiftliğimi saat gibi işletir.”
“Yani zenciler gibi dürüst demek istiyorsun.” dedi Haley, kendine bir bardak konyak koydu.
“Hayır; gerçekten öyle demek istedim. Tom iyi, sağlam, duyarlı, dindar bir adamdır. Dört yıl önce kamp toplantısında din edindi ve gerçekten öyle olduğuna inanıyorum. O zamandan beri ona güvendim, sahip olduğum her şeyde -para, ev, atlar- çiftlikte girip çıkmasına izin verdim ve her seferinde de her konuda onun dürüst ve namuslu olduğunu gördüm.”
“Bazı kimseler dindar zencilerin olduğuna inanmıyor Shelby.” dedi Haley, elini abartılı bir içtenlikle sallayarak, “Ama ben inanıyorum. Bu yıl son kura için Orleans’a götürdüğüm biri vardı. Bir toplantıya kadar iyiydi, şimdi, gerçekten, o mahluku dua ederken duymak; oldukça kibar görünüyordu. Bana iyi para da getirmişti, zira onu zorunlu nedenlerden dolayı satmak zorunda kalan birinden ucuza almıştım; sonunda ondan altı yüz elde ettim. Evet, zencide din para getiren bir şey, içten gelen ve hatasız olunca.”
“Eh, Tom’da bu özellik kimsede olmadığı kadar var.” diye katıldı diğerine. “Nedeni de geçen sonbaharda tek başına bana iş yapması ve eve beş yüz dolar getirmesi için Cincinnati’ye gönderdim. ‘Tom.’ dedim ona, ‘Sana güveniyorum çünkü bir Hristiyan olduğuna inanıyorum. Biliyorum ki üçkâğıt yapmazsın.’ Elbette Tom geri geldi; öyle olacağını biliyordum. Bazı kendini bilmezler demiş ki ona ‘Tom, neden Kanada’ya gitmiyorsun?’ ‘Ah, efendim bana güvendi, yapamam.’ diye söylediler. Tom’dan ayrıldığıma üzüldüğümü söylemeliyim. Onu borcun tamamını kapatmaya saymalısın, Haley, eğer vicdanın olsa öyle yaparsın.”
“Eh, bende de bu işte olanlardaki kadar vicdan var. Bilirsin biraz, bir şeye yemin edecek kadar.” dedi tüccar şakayla karışık. “Ve sonra arkadaşlara iyilik olsun diye mantık çerçevesinde her şeyi yapmaya hazırım ama bu yıl, gördüğün gibi bu adam için işler çok tatsız, çok tatsız.” Tüccar düşünceli bir şekilde iç çekti ve biraz daha konyak doldurdu.
“Eh, o zaman, Haley, nasıl iş yapacaksın?” dedi Bay Shelby, zor geçen bir sessizlikten sonra.
“Eh, Tom’la sepete atacağın bir oğlan ya da kız yok mu?”
“Hımm! Gözden çıkarabileceğim biri yok; doğrusunu söylemek gerekirse sadece zor şartlardan dolayı satmak zorundayım. Ayrıca, yardımcılarımın hiçbirinden ayrılmayı sevmiyorum.”
Burada kapı açıldı ve dört beş yaşlarında küçük melez bir çocuk odaya girdi. Görünüşünde kayda değer bir güzellik ve insanı çeken bir şeyler vardı. Ham ipek gibi güzel siyah saçları parlak buklelerle yuvarlak, gamzeli yüzünü çevrelerken, ateş ve yumuşaklıkla dolu bir çift iri göz sık, uzun kirpiklerinin altından bakıyordu, bu esnada odayı merakla inceliyordu. Dikkatlice dikilmiş, üstüne iyice oturtulmuş kırmızı ve sarı kareli hoş bir giysi, güzelliğinin esmerliğini ve etkileyiciliğini ortaya çıkarıyordu; utangaçlıkla karışık komik bir kendine güven, efendisi tarafından el üstünde tutulmaya ve fark edilmeye alışık olduğunu gösteriyordu.
“Merhaba, Jim Crow!” dedi Bay Shelby, ıslık çalarak ve bir avuç üzümü ona doğru attı. “Hadi, al bunları!”
Çocuk tüm gücüyle ödülün peşinden koşarken efendisi gülüyordu.
“Gel buraya, Jim Crow.” dedi. Çocuk geldi, efendisi kıvırcık saçlarını tıpışladı ve çenesinin altını okşadı.
“Şimdi Jim, bu beyefendiye nasıl dans edip şarkı söylediğini göster.” Oğlan zenciler arasında yaygın olan yaban, tuhaf şarkılardan birini gür, duru sesiyle söylemeye başladı. Hepsi de müziğe tam bir zamanlamayla eşlik eden ellerinin, ayaklarının ve tüm bedeninin komik değişimleriyle şarkısına eşlik ediyordu.
“Bravo!” dedi Haley, ona çeyrek bir portakal attı.
“Şimdi Jim, romatizmalı yaşlı Cudjoe Amca gibi yürü.” dedi efendisi.
Anında çocuğun esnek uzuvlarının biçimi bozuldu ve çarpıldı, sırtı kambur ve elinde de efendisinin sopasıyla odada dolaşırken, çocukça yüzü sıkıntıyla buruştu ve yaşlı adamı taklit ederek sağa sola tükürdü.
İki beyefendi de kahkahalara boğuldu.
“Şimdi Jim.” dedi efendisi. “Bize yaşlı Elder Robbins’in nasıl ilahi okuduğunu göster.”
Oğlan tombul yüzünü zorla uzatıp ağırbaşlı ciddiyetle burnundan bir ilahi tonuna başladı.
“Yaşa! Bravo! Ne çocuk ama!” dedi Haley. “Bu ufaklık bir olay, sözüm söz. Sana bir şey söyleyeceğim.” dedi, aniden elini Bay Shelby’nin omuzuna vurarak. “Ufaklığı ortaya at ve iş tamam olsun. Bitiririm. Hadi gel, en doğru çözüm bu değilse nedir!”
O anda kapı yavaşça açıldı ve belli ki yirmi beşlerinde olan genç bir melez kadın odaya girdi.
Annesi olduğunu anlamak için çocuktan kadına bir bakış yeterliydi. Aynı uzun kirpikleriyle güzel, büyük, koyu gözler; aynı dalgalı ipeksi siyah saçlar. Esmer tenli yanaklarında fark edilebilir bir kızarıklık oldu, tuhaf adamın cüretkâr ve apaçık hayranlığıyla bakışlarını sabitlediğini görünce bu arttı. Giysisi mümkün olabilecek en iyi şekilde üzerine oturuyor ve biçimli bedenini ortaya çıkarıyordu; narin elleri, biçimli ayakları ve bilekleri bir dişinin iyi yerlerini bir bakışta ayırt etmekte usta olan tüccarın hızlı bakışlarından kaçamamıştı.
“Eh, Eliza?” dedi efendisi, kadın duraksayıp ona tereddütle bakarken.
“Harry’ye bakıyordum, efendim, lütfen.” Oğlan ona doğru sıçradı, şımarıklığını giysisinin eteğine sokularak gösterdi.
“Eh, al o zaman.” dedi Bay Shelby; kadın çocuğunu kucağına alarak alelacele çekildi.
“Tanrı istedi ki…” dedi tüccar, ona hayranlıkla dönerek. “Artık iyi bir mal var! Ne zaman istersen Orleans’ta bu kadınla bir servet yapabilirsin. İyi günümde daha güzel olmayan kadınların binden fazla ettiğini gördüm.”
“Servetimi onunla yapmak istemiyorum.” dedi Bay Shelby, kuru bir sesle; konuşmanın akışını değiştirmek için yeni bir şişe şarap açtı ve arkadaşına fikrini sordu.
“Kusursuz, bayım, birinci kalite!” dedi tüccar; sonra dönüp elini teklifsizce Shelby’nin omzuna vurdu, ekledi:
“Hadi nasıl satacaksın kadını? Ona ne kadar vermeliyim? Ne kadar alırsın?”
“Bay Haley, o satılık değil.” dedi Shelby. Ağırlığınca altın olsa da karım ondan ayrılmaz.”
“Aman canım! Kadınlar hep böyle şeyler söyler çünkü bu tür hesaplamalar yapamazlar. Onlara sadece ağırlığınca altının kaç tane saat, tüy ve incik boncuk alacağını gösterin, o zaman değişir, buna inanıyorum.”
“Size diyorum Haley, bunun sözünü etmeyelim. Eğer hayır diyorsam, hayır demek istiyorumdur.” dedi Shelby kararlılıkla.
“Peki ama çocuğu verirsin.” dedi tüccar. “Onun için iyi bir fiyat verdim, düşün.”
“Çocuğu ne yapacaksın Tanrı aşkına?” dedi Shelby.
“Nedeni; bu sene bu iş koluna giren bir arkadaşım var. Yakışıklı çocukları bu pazar için almak istiyor.Yalnızca çekici olanları. Garsonluğa ve benzeri işlere yakışıklı olanları ödeyebilecek zenginlere satacak. Büyük yerlerinizden birinde başlar. Kapıyı açmak, beklemek ve eğilmek için gerçekten yakışıklı bir çocuk. İyi bir miktar getirirler; bu küçük şeytan da hem komik hem müziğe yatkın, tam bir mal!”
“Onu satmayı tercih etmem.” dedi Bay Shelby, düşünceli bir şekilde. “Doğrusu şu ki bayım, ben vicdanlı bir adamım ve çocuğu annesinden ayırmak istemem.”
“Ya, öyle mi? Hımm, evet, o tür bir duygu yani. Tam olarak anlıyorum. Kadınlarla başa çıkmak bazen çok tatsız olabilir. Ben hep o çırpınışlardan, çığlıklardan nefret etmişimdir. Müthiş can sıkıcı olabilirler ama ben işi idare ettiğimden genelde bunlardan kaçınıyorum, efendim. Eğer kızı bir günlüğüne ya da haftalığına uzaklaştırırsanız işler sessizce yürür. O eve gelmeden her şey biter. Karınızla barışmak için de ona yeni bir küpe, giysi ya da birkaç eşya alırsınız.”
“Korkarım olmaz.”
“Tanrı seni korusun, evet! Bu mahluklar beyaz adamlar gibi değildir, bilirsin; olanları unuturlar, sadece düzgün yönet. Derler ki…” dedi Haley, samimi ve sır verir gibi bir tavır takınarak. “Bu tür ticaret duyguları köreltirmiş ama öyle olduğunu hiç görmedim. Doğrusu, ben bazı adamların işleri yönettiği gibi yönetmiyorum. Onların çocuğu kadının kollarından çekip de sattıklarını gördüm ve kadın hep feryat ediyordu. (Çok kötü bir yöntem.) Mala zarar verir, bazen onları hizmet edemez duruma getirir. Bir keresinde gerçekten çok güzel bir kadın tanıdım Orleans’ta fakat bu tür davranışlardan mahvolmuştu. Onu satın alan adam bebeğini istemedi; kanı tepesine çıkınca epey sorun yaratmıştı. Sana diyeceğim, kadın çocuğu kollarında sımsıkı kucaklayıp çok kötü konuştu. Düşününce hâlâ kanım donar ve çocuğu götürüp kadını kilitleyince, kadın çıldırdı ve bir hafta sonra öldü. Gerçekten ziyan, efendim, bin dolar, yönetim yüzünden, olan buydu. Her zaman insancıl olmak daha iyidir, efendim; bu benim deneyimim.” Ve tüccar sandalyesine yaslandı ve kollarını kavuşturdu, erdemli karar veren bir havası vardı, belli ki kendini ikinci Wilberforce olarak düşünüyordu.
Konu beyefendinin çok ilgisini çekmiş gibiydi; Bay Shelby düşünceli bir şekilde portakalını soyarken, Haley giderek çekinerek ama gerçeğin gücü birkaç cümle daha etmesini sağlıyormuş gibi yeniden başladı.
“Bir adamın kendini övmesi çok hoş görünmüyor ama gerçek bu olduğu için söylüyorum. İnanıyorum ki gelen en iyi zencileri benim getirdiğim söyleniyor, en azından bana öyle söylendi. Bir değil, tahmin ederim yüz defa böyle -hepsi iyi durumdalardı- şişman ve hoştu, ben de işte birkaç fire verdim. Ve bunu da yönetimime bağlıyorum efendim ve insancıllık, efendim, benim yönetimiminin en büyük temelidir diyebilirim.”
Bay Shelby ne diyeceğini bilemedi ve “Çok iyi!” dedi.
“Bu görüşlerim için bana güldüler bayım ve benimle konuştular. Öyle popüler değildi ve sıradan da değildi ama onlardan vazgeçmedim, efendim; onlardan da olumlu dönüş aldım; evet, efendim, diyebilirim ki geçişlerini ödediler.” Ve tüccar kendi şakasına güldü.
İnsancıllığın böyle izahında çok etkileyici ve orijinal bir şeyler vardı ki Bay Shelby gülmeden edemedi. Belki siz de gülüyorsunuz, sevgili okuyucu ama biliyorsunuz ki bugünlerde insancıllık pek çok değişik şekilde kendini gösteriyor ve insancıl kişilerin ne deyip yaptıklarında garip şeylerin sonu yok.
Bay Shelby’nin gülmesi tüccarı devam etmek için yüreklendirdi.
“Şimdi bu garip geliyor fakat bunu insanların kafasına asla sokamadım. Natchez’de eski ortağım Tom Loker vardı; akıllı bir adamdı ama işler zencilere gelince şeytan gibiydi, görsen prensipte daha iyi kalpli bir adamla ekmeğini bölüşmezdi, bu onun sistemiydi, efendim. Onunla eskiden konuşurdum. ‘Neden Tom?’ derdim. ‘Kızların ağlarken, onların kafalarına vurup evire çevire dövmek de ne diye? Çok korkunç.’ derdim, ‘Hiçbir işe yaramıyor. Nedense ağlamalarında bir kötülük görmüyorum.’ derdim. ‘Bu doğaları.’ derdim. ‘Ve eğer doğası öyle çıkmazsa böyle çıkar. ‘Bu sadece onların güzelliklerini bozuyor; hasta oluyorlar ve ağızları bozuluyor; bazen çirkinleşiyorlar, -özellikle açık renkli olanları- bütün bunlar kötü ve onları da kötüleştiriyor. Şimdi.’ derdim. ‘Neden onları tatlı sözlerle kandırmıyorsun ve güzelce konuşmuyorsun? Buna güven, Tom, gösterilen az bir insanlık senin itip kakmandan çok daha fazla iş görür ve daha fazla kazandırır.’ derdim. ‘Buna güven.’ Fakat Tom bir türlü bunu anlamadı ve benimkilerden bir sürü bozdu ki onunla ayrılmak zorunda kaldım, aslında iyi kalpli bir adamdı ve işlerim dürüstlükle iyi gidiyor.”
“Yani işleri yönetme biçiminizi Tom’unkinden daha mı iyi buluyorsunuz?” dedi Bay Shelby.
“Nedense böyle diyebilirim, evet, efendim. Görüyorsunuz, küçüklerin satılması gibi işlerde hoşa gitmeyen şeyleri elimden geldiğince dikkatle ele alırım, kızları göz önünden çekerim. Bilirsiniz, gözden ırak, gönülden de ıraktır ve işler tertemiz bitince, elden bir şey gelmeyince doğal olarak buna alışırlar. Bilirsin, bunlar çocuklarla karılarını ve diğer şeyleri korumaları beklenen beyaz insanlar değiller ki. Bilirsiniz ki zenciler uygun şekilde ele alınınca, hiçbir beklentileri kalmaz; böyle işler daha kolay hâle gelir.”
“Korkarım benimkiler düzgünce yetiştirilmemiş o zaman.” dedi Bay Shelby.
“Zannederim öyle; siz Kentucky insanları zencilerinizi şımartıyorsunuz. Onlara iyi davranmak istersiniz ama gerçek iyilik bu değildir aslında. Şimdi bir zenci, gördüğünüz gibi, dünyanın dört bir yanında itilip kakıldıktan sonra Tom, Dick ya da Tanrı bilir kime satılmışsa beklentilerine nezaket göstermek iyilik değildir, zira itilip kakılmak ona daha zor gelir. Şimdi cesaret edip söyleyeyim, tarlada çalışan zencileriniz şarkı söyleyip neşeyle bağırırlarken sizin zenciler kesilmiş ağaç gibi orta yerde kalakalır. Bildiğiniz gibi Bay Shelby, her insan kendi aklını beğenir ve düşünceme göre ben zencilere onlara layık olduğu gibi davranıyorum.”
Huysuz doğasının anlaşılabilir olduğunu gösteren hafif bir omuz silkişiyle, “Tatmin olmak iyi bir şey.” dedi Bay Shelby.
“Eh.” dedi Haley, her birinin kendi durumunu değerlendirdiği bir sessizlikten sonra. “Ne diyorsunuz?”
“Meseleyi düşüneceğim ve karımla konuşacağım.” dedi Bay Shelby. “Bu arada, Haley, dediğiniz gibi meselenin sessiz bir şekilde halledilmesini istiyorsanız işleriniz bu çevrede duyulmasa iyi olur. Erkekler arasında yayılır ve diğerlerinin de duyması ile birlikte bu iş sessiz olarak kalmaktan çıkar.”
“Ah! Elbette, her şekilde öyle. Ama bakın ne diyeceğim. Oldukça acelem var ve neye güveneceğimi en kısa zamanda bilmek istiyorum.” dedi, ayağa kalkıp paltosunu giyerken.
“Eh, bu akşam altı ya da yedi arasında arayıp cevabımı öğrenin.” dedi Bay Shelby, tüccar eğilip daireden çıkıp gitti.
“Şu adamı merdivenlerden itmeyi isterdim.” dedi kendi kendine, kapı biraz kapanınca. “Arsız kendine güveniyle bana karşı üstünlüğü olduğunu biliyor. Eğer biri bana Tom’u rezil tüccarlardan birine satacağımı söylemiş olsa, derdim ki ‘Bu hizmetkâr bir köpek mi bunu ona yapayım?’ Şimdi zamanı geldi zira göreceğiz. Ve Eliza’nın çocuğu da! Biliyorum ki karımla başım ağrıyacak ve Tom’la ilgili olarak da tabii. Bu kadar borç içinde olmasaydım, aman Tanrı’m! Adam üstünlüğünü görüyor, ona göre bastırıyor.”
Belki de kölelik sisteminin en hafif şekli Kentucky eyaletinde görülüyordu. Hâkim olan genel tarımsal faaliyetler sessiz ve yavaştı. Daha güney eyaletlerdeki işler gibi acele ve baskı gerektiren periyodik sezonlar gerekmiyordu. Bu da zencilerin işlerini daha sağlıklı ve mantıklı hâle getiriyordu. Bu sırada efendisi daha yavaş verim elde etmekten mutlu, yardıma muhtaç ve korunmasızın çıkarlarından üstün olmayan dengeyle hızlı kazanç söz konusu olduğunda kırılgan insan doğasına hep üstün gelen katı yürekliliğe meydan vermiyordu.
Buradaki konakları kim ziyaret etse bazı efendilerin ve hanımefendilerin iyi niyetli şımartmalarına ve bazı kölelerin sevecen bağlılıklarına tanık olsa masal gibi gelen ataerkil kurumun şiirsel efsanelerini düşler hâle gelebilir ama bu sahnenin üzerine, uğursuz bir gölge tünemiştir; yasanın gölgesi. Yasa, atan kalpleri ve var olan duygularıyla bu insanları efendisine ait şeyler olarak gördüğü sürece, -bir başarısızlık ya da şanssızlık, düşüncesizlik veya cesur efendinin ölümü- onların bir günde hayatlarının koruma ve şımartılmadan umutsuz ızdırap ve meşakkate dönüşmesine sebep olabilir. En iyi düzenlenen kölelik yönetiminde bile böyle bir şeyi güzel ya da çekici yapmak imkânsızdır.
Bay Shelby orta hâlli bir adamdı, iyi huylu ve nazik, çevresindekilere kolaylıkla hoşgörü göstermeye hazırdı ve konağındaki zencilerin fiziki rahatını bozabilecek bir şey olmamıştı. Ancak oldukça çok spekülasyon yapmıştı, bu işe kendini vermişti ve büyük miktarda banknotu Haley’nin eline düşmüştü; bu küçük bilgi önceki konuşmanın anahtarıdır.
Şimdi öyle oldu ki kapıya yaklaşınca Eliza tüccarın efendisine, birisi için teklifler yaptığını bilecek kadar konuşmayı duydu.
Dışarı çıktıktan sonra, dinlemek için memnuniyetle kapıda dururdu ama hanımı o sırada çağırınca aceleyle uzaklaşması gerekmişti.
Hâlâ tüccarı oğlu için teklif yaparken duyduğunu düşündü. Yanlış anlamış olabilir miydi? Yüreği kabardı ve hızla çarptı, elinde olmadan oğlunu öyle sıktı ki küçük çocuk yüzüne şaşkınlıkla bakakaldı.
“Eliza, kız, neyin var bugün?” dedi hanımı, su ibriğiyle sehpayı devirip sonunda hanımının dolaptan getirmesini istediği ipek giysi yerine uzun geceliği dalgın dalgın uzatınca.
Eliza başladı. “Ah, hanımım!” dedi, gözlerini kaldırarak; sonra gözyaşlarına boğuldu, bir sandalyeye oturarak hıçkırarak ağlamaya başladı.
“Neden canın sıkılıyor, Eliza çocuğum?” dedi hanımı.
“Ah! Hanımım, hanımım.” dedi Eliza. “Salonda efendimle bir tüccar konuşuyordu! Onu duydum.”
“Eh, şaşkın çocuk, öyle olsa ne olur?”
“Ah, hanımım, sizce efendim Harry’mi satar mı?” Ve zavallı mahluk kendini sandalyeye atıp katılarak ağlıyordu.
“Satmak mı? Hayır, aptal kızım! Bilirsin ki efendin hiçbir zaman o Güneyli tüccarlarla alakadar olmaz ve iyi davrandıkları sürece hiçbir hizmetkârını satmayı düşünmez. Neden, aptal çocuk, senin Harry’ni almak istesin ki? Seninki gibi bütün dünyanın onun üzerine mi kurulu olduğunu düşünüyorsun, sersem tavuk? Hadi gel, neşelen ve elbisemi ilikle. Sonra da geçen gün öğrendiğin gibi saçlarımı tepemde toplayıp o güzel örgüyü yap ve artık kapıları dinleyip durma.”
“Eh ama hanımım, siz hiçbir zaman izin vermezsiniz, değil mi?”
“Saçmalama, çocuğum! Emin ol, vermem. Neden bunu konuşuyoruz ki? Kendi çocuklarımı da satsaydım bari. Ama Eliza, gerçekten o küçük çocukla ilgili çok fazla böbürleniyorsun. Biri kapıdan burnunu uzatamıyor, onu satın almak için geldi sanıyorsun.”
Hanımının güvenli ses tonundan rahatlayan Eliza ustalıkla tuvaletini bitirdi, bu esnada kendi korkularına güldü.
Bayan Shelby hem entelektüel olarak hem de ahlak açısından yüksek sınıftan bir kadındı. Kentuckyli kadınların özelliği olarak görülebilecek doğal asalet ve cömertliğe, yüksek ahlak, dinî duyarlılık ve prensipler eklemişti, pratik sonuçlar sağlayan bol enerjisi ve kabiliyeti ile de tatbik ediyordu. Pek de dindar biri olmayan kocası ise yine de onun tutarlılığına saygı duymuştu ve belki de fikirlerine karşı korkuyla huşu karışımı bir yerde duruyordu. Şu bir gerçek ki ona hizmetkârların rahatı, eğitimi ve gelişiminde yüce gayretleri için geniş imkânlar vermişti ama kendi karar mekanizmasında yer almamıştı. Aslında, azizlerin aşırı iyiliklerinin etkisi prensibine tam olarak inanmasa da karısının ikisi için de yetecek kadar dindarlık ve hayırseverlik sahibi olması gerçekten bir şekilde hoşuna gitmişti. Hiçbir şekilde özenmediği karısındaki iyi özelliklerin bolluğu ile cennete girme konusunda puslu beklentilerle memnundu.
Tüccarla konuştuktan sonra düşüncelerindeki en ağır yük, niyet edilen anlaşmayı karısına söyleme gerekliliğiydi. Karşılaşmak zorunda kalacağı ısrarlar ve karşı koymalarla yüzyüze gelmek.
Kocasının utandıran durumundan tamamen habersiz olan ve sadece ruh durumunun inceliğini bilen Bayan Shelby Eliza’nın şüpheleriyle karşılaştığında tam olarak inanmazlığında oldukça samimiydi. Aslında meseleyi ikinci kez düşünmeden tamamen aklından çıkardı ve akşam ziyareti hazırlıklarıyla meşgul hâlde bunlar düşüncelerinden uzaklaştı.

II
Anne
Eliza, hanımı tarafından genç kızlığından beri el üstünde tutularak ve şımartılarak büyütülmüştü.
Güneydeki seyyahların sıkça değindiği gibi o kendine mahsus seçkin hareketler, ses ve davranışlardaki yumuşaklık birçok yönden zenci beyaz melezi kadınlara özel bir hediye gibiydi. Melezlerdeki bu doğal incelikler güzelliğin en kamaştırıcı olanıyla birleşir, neredeyse her seferinde tatlı ve hoş bir görünüm ortaya çıkardı. Eliza anlattığımız gibi bir hayal ürünü değil, yıllar önce Kentucky’de onu gördüğümüz gibi anılardan aktarılmıştır. Hanımının koruyucu bakımı altında Eliza köleler için güzelliğini öldürücü bir yazgı yapan sapıklıklara maruz kalmadan ergenliğine erişmişti. Yan konakta yaşayan akıllı ve yetenekli George Harris adındaki melez köleyle evlenmişti.
Bu genç adam, efendisi tarafından bir çuval bezi fabrikasında çalışmak üzere kiralanmıştı, bu yerde becerikliliği ve açık yürekliliğiyle önde gelen biri olmuştu. Kenevir liflerini temizlemek için bir makina icat etmişti ki mucitin eğitimini ve şartlarını düşününce Whitney’in çırçır makinesi[2 - Bu tanımdaki bir makine gerçekten Kentucky’deki genç melez bir adamın icadıdır. (Bayan Stowe’un notu.) (y.n.)] kadar mekanik deha gösterdiği söylenebilir.
Yakışıklı bir adam olduğu kadar hoşa giden tavırları da vardı ve fabrikada herkesin gözdesiydi. Bununla birlikte, yasa önünde bu genç adam bir insan değil bir nesne olduğu için tüm bu üstün özellikler kaba, dar kafalı ve zalim efendisinin kontrolündeydi. George’un icadını duyan aynı beyefendi bu akıllı taşınır malın neler yaptığını görmek için fabrikaya bir ziyaret yaptı. İşveren tarafından heyecanla karşılandı, böylesine değerli bir köle sahibi olduğu için tebrik edildi.
Fabrikada beklendi, George tarafından makineler gösterildi, ki o keyifli bir biçimde öylesine akıcı konuştu ve kendini dimdik tuttu ki çok yakışıklı ve erkeksi görünüyordu, efendisi bu durumda aşağılık duygusuna sürüklenmeye başladı. Kölesinin çiftlikte sağda solda ne gibi bir işi olabilirdi, makineler icat edebilirdi ve başını beyefendiler arasında dimdik tutabilirdi. En kısa zamanda bunu durdurması gerekiyordu. Onu geri alıp çapanın ve kazmanın başına koyacaktı ve “O zaman burada da aklını göstersindi.” Bunun üzerine, işveren ve ilgili öbür kişiler aniden George’un yevmiyesini istediğinde ve onu eve götürme niyeti olduğunu söylediğinde çok şaşırdılar.
“Ama Bay Harris.” diye sitem etti işveren. “Bu biraz ani olmadı mı?”
“Olduysa ne olmuş? Adam benim değil mi?”
“Ücret bedelini artırmaya gönüllüyüz, efendim.”
“Hiç zahmet etmeyin. Ben aklıma koymadan hiçbir adamımı kiralayamazsınız.”
“Ama efendim, bu işe tuhaf bir şekilde uyum sağlamıştı.”
“Belki öyleydi; hiçbir şeye ona vereceğim iş kadar uyum sağlayamayacak, kuşkum yok.”
“Ama bu makineyi icat ettiğini bir düşünün.” diye işçilerden biri umutsuzca lafa karıştı.
“Ah, evet! İşi kolaylaştıracak bir makine, değil mi? Kuşkum yok, onu icat etmiştir. Hele bir zenciyi yalnız bırakın, bitti. Kendileri zaten iş kolaylaştırıcı birer makine, her biri. Hayır, gelecek!”
George kaçınması olanaksız bir güç tarafından dile getirilen ani alın yazısını duyarken donakalmış gibi duruyordu. Kollarını kavuşturmuştu, dudaklarını sıkmıştı ama acı duygular ciğerinde tam bir volkan gibi yandı ve damarlarından ateş dalgaları geçti. Kesik kesik nefes aldı, koyu gözleri canlı kömürler gibi parladı ve eğer nazik işveren koluna dokunup düşük bir seste konuşmasaydı tehlikeli bir taşkınlık yapabilirdi.
“Kabul et, George; şimdilik onunla git. Sonra sana yardım etmeye çalışırız.”
Zalim adam fısıldamayı gördü ve söyleneni tahmin etti, ne olduğunu tam duyamasa da kurbanı üzerindeki gücünü koruma kararlılığını içten içe pekiştirdi.
George eve götürülmüştü ve çiftliğin en pis angaryaları verilmişti. İçinden gelen her saygısız sözü baskılamayı başarmıştı ama yanan gözleri, kederli ve tedirgin çehresi bastırılamayacak doğal dilin bir parçasıydı. Bir adamın nesne olamayacağını açıkça gösteren kesin göstergeler.
George fabrikadaki mutlu çalışma zamanlarında karısını görmüş ve evlenmişti. Bu süreçte, -işvereni tarafından çok güvenilip kayrılmıştı- istediği gibi gidip gelme hakkı vardı. Evliliği Bayan Shelby tarafından çokça onaylanmıştı ki arayı bulmaktaki bir miktar kadınsı kendini beğenmişlik ile sevdiği güzellerden birini ona oldukça uygun görünen kendi sınıfından biriyle birleştirmekten mutluluk duymuştu ve böylece hanımının büyük salonunda evlenmişlerdi, hanımın kendisi gelinin güzel saçlarını portakal çiçekleriyle süslemişti, üzerine daha açık renkli bir saçta hoş durmayacak bir duvak atmıştı, beyaz eldivenler eksik değildi, kek ve şarap da. Gelinin güzelliğiyle hanımın hoşgörüsü ve özgür düşünceli olmasını öven konuklar da. Bir iki sene Eliza kocasını sık sık gördü ve mutluluklarını bozacak hiçbir şey yoktu, iki çocuğunu yitirmesi dışında. Onlara sıkı sıkı bağlanmıştı ve öylesine yoğun bir yas tutmuştu ki hanımı ona nazik bir sitemde bulunup annelik kaygılarının getirdiği doğal tutkulu duygularını mantık ve din çerçevesinde yaşamasını söylemişti.
Harry’nin doğuşundan sonra ancak giderek sakinleşmiş ve durgunlaşmıştı; her kanayan düğüm ve atan damar tekrar bu küçük yaşamla sarıp sarmalanmış, iyi ve sağlıklı görünüyordu ve Eliza kocası nazik işvereninden kabaca alınıp yasal sahibinin demir yönetimi altına getirilinceye kadar mutlu bir kadın olmuştu.
İşveren sözüne sadık kalarak George alındıktan bir veya iki hafta sonra Bay Harris’i ziyaret etti. O zaman olayın ateşinin söndüğünü umdu ve işine geri dönmesi için her yolu denedi.
“Daha fazla konuşmanıza gerek yok.” dedi kararlı bir biçimde. “Kendi işimi bilirim ben, efendim.”
“İşinize karışmak gibi bir niyetim yok, efendim. Sadece iyiliğiniz için önerilen şartlarda adamınızı bize vermeyi düşünürsünüz diye tahmin ettim.”
“Ah, meseleyi gayet iyi anladım. Onu fabrikadan aldığım gün göz kırpıp fısıldadığınızı gördüm ama beni bu şekilde alt edemezsiniz. Burası özgür bir ülke, bayım; adam benim ve onunla ne istersem onu yaparım, işte bu kadar!”
George’un son umudu da kayboldu, artık önünde zahmetli ve ağır işlerden başka bir şey yoktu. Zalimin zekâsının düşüneceği her küçük eziyet ve aşağılama altında durumu daha acı hâle geliyordu.
Bir zamanlar çok insancıl bir hukukçunun söylediği gibi, bir insana yapabileceğin en kötü şey onu asmaktır. Hayır; bir adama yapılabilecek bir başka şey daha vardır ki o daha da KÖTÜDÜR!

III
Koca ve Baba
Bayan Shelby ziyaretine gitti ve Eliza da verandada oturuyordu, uzaklaşan arabanın arkasından üzgünce bakıyordu, o sırada bir el omuzuna dokundu. Döndü ve parlak bir gülüş, güzel gözlerini aydınlattı.
“George, sen misin? Beni korkuttun! Eh, geldiğine çok sevindim! Hanımım öğleden sonrayı dışarıda geçirmek için gitti; o hâlde küçük odama gel de birlikte zaman geçirelim.”
Böyle deyip onu hanımını duyabilecek şekilde genelde dikiş için oturduğu verandaya açılan temiz, küçük bir daireye aldı.
“Ne kadar mutluyum! Neden gülmüyorsun? Harry’ye de bak nasıl büyüyor.” Oğlan annesinin elbisesinin eteklerine tutunarak bukleleri arasından babasına utangaçca bakıyordu. “Ne kadar güzel değil mi?” dedi Eliza, uzun buklelerini tutarak ve onu öperek.
“Keşke hiç doğmasaydı!” dedi George acı içinde. “Ben de keşke hiç doğmasaydım!”
Şaşırıp korkan Eliza oturdu, başını kocasının omuzlarına koydu ve gözyaşlarına boğuldu.
“Eliza, seni zavallı hissettirmek beni çok kötü yapar!” dedi şefkatle. “Çok kötü. Ah, keşke beni hiç görmeseydin, o zaman mutlu olabilirdin!”
“George! George! Nasıl böyle konuşursun? Ne kadar korkunç bir şey oldu ki ya da olacak ki? Son zamanlara kadar eminim ki çok mutluyduk.”
“Öyleydik canım.” dedi George. Sonra da çocuğu dizlerine çekerek muhteşem koyu gözlerine dikkatle baktı ve ellerini uzun buklelerinden geçirdi.
“Aynı sen, Eliza; sen gördüğüm en güzel kadınsın ve görmek istediğim ama ah, keşke seni hiç görmeseydim, sen de beni!”
“Ah, George, nasıl böyle konuşursun!”
“Evet, Eliza, hep dert, dert, dert! Yaşamım pelin otu gibi acı; hayatım içimde tükeniyor. Ben zavallı, perişan ve ümitsiz bir köleyim; seni yalnızca kendimle aşağılara sürükleyebilirim, hepsi bu. Bir şey yapmaya, bir şeyi bilmeye, bir şey olmaya çalışmamızın amacı ne? Yaşamanın amacı ne? Keşke ölmüş olsaydım!”
“Ah, şimdi, sevgili George, bu gerçekten çok kötü! Fabrikadaki işini kaybettiğin için ne hissettiğini biliyorum ve sert bir efendin var ama dua edip sabırlı ol ve belki bir şeyler…”
Onun sözünü keserek “Sabırlı!” dedi. “Sabırlı olmadım mı ben? Bana herkesin nazik davrandığı yerden olası hiçbir neden olmadan gelip beni almasına bir kelime ettim mi? Kazancımın her sentini gerçekten ona veriyordum ve herkes de iyi çalıştığımı söylüyordu.”
“Eh, bu çok korkunç.” dedi Eliza. “Ama her şeyden önce o senin efendin, biliyorsun.”
“Efendim! Kim onu benim efendim yaptı? Ben böyle düşünüyorum. Benim üzerimde ne hakkı var? Ben de onun kadar insanım. Ondan daha iyi insanım. İş hakkında ondan daha çok şey biliyorum; ondan daha iyi bir yöneticiyim; ondan daha iyi okuyabiliyorum; yazım daha iyi -hepsini kendim öğrendim ve ona teşekkür borcum yok- ona rağmen öğrendim, şimdi nasıl oluyor da beni yük beygiri yapıyor? Yapabildiğim şeyleri ve ondan iyi yapabildiğim şeyleri benden almak ve beni atın yapabildiği işlere vermek? Yapmayı deniyor; beni aşağılara getirip burnumu sürteceğini söylüyor ve bilerek beni en zor, en kötü ve en pis işlere koyuyor!”
“Ah, George! George! Beni korkutuyorsun! Seni hiç böyle konuşurken duymadım; korkunç bir şey yapacağından korkuyorum. Duygularından hiç şüphe etmiyorum ama ah, ne olur dikkatli ol, mutlaka, benim hatırım için, Harry’nin hatırı için!”
“Dikkatli oldum ve sabırlı oldum ama giderek daha kötüye gidiyor; bu etle can taşıyamıyor artık bunu, bana bütün hakaret ve işkence etme şanslarını kullanıyor. İşimi iyi yapıp sessiz olmayı ve iş saatleri dışında okumak ve öğrenmek için zamanım olur diye düşündüm ama yapabildiğimi gördükçe, daha çok yük yüklüyor. Hiçbir şey söylemediğim hâlde, bende şeytan gördüğünü söylüyor ve dışarı çıkartacakmış; bugünlerden birinde hiç istemediği bir şekilde dışarı çıkmazsa ben de bir şey bilmiyorum!”
Eliza kederli bir sesle, “Ah canım! Ne yapacağız?” dedi.
“Daha dün.” dedi George. “Taşları arabaya yüklemekle meşgulken, genç Efendi Tom orada duruyordu, kamçısını ata o kadar yakın şaklattı ki at ürktü. En hoş tavrımı takınıp ona durmasını söyledim, hiç durmadan devam etti. Ona tekrar yalvardım ve sonra bana dönüp beni kırbaçlamaya başladı. Elini tuttum, sonrasında bağırıp tekme attı ve babasına koştu, onunla dövüştüğümü söyledi. O da öfkeyle geldi ve bana kimin efendi olduğunu öğreteceğini söyledi, beni bir ağaca bağladı ve genç efendi için dallar kesti, ona yoruluncaya kadar beni kırbaçlayabileceğini söyledi ve o da öyle yaptı! Ona bunu bir gün hatırlatmazsam!” Ve genç adamın alnının rengi koyulaştı ve gözleri genç karısını titreten bir ifadeyle yandı. “Kim bu adamı benim efendim yaptı? Ben bunu bilmek istiyorum!” dedi.
“Eh.” dedi Eliza kederle. “Ben hep efendimle hanımıma uymazsam iyi bir Hristiyan olamayacağımı düşünmüşümdür.”
“Senin durumunda bunda bir mantık var; seni bir çocuk gibi büyütmüşler, beslemişler, giydirmişler, hoşgörü göstermişler ve öğretmişler, bu yüzden iyi bir eğitimin var; senden bazı şeyler istemekte haklılar. Ama ben tekme atılmış, tokatlanmış ve hakaret edilmişim, en iyi hâlde yalnız bırakılmışım; ne borcum var? Beni tutmalarının borcunu yüz kat ödedim. Buna katlanmayacağım. Hayır, bunu yapmayacağım!” dedi. Kaşlarını çatmış, yumruğunu sıkmıştı.
Eliza titredi ve suskun kaldı. Kocasını bu hâlde daha önce hiç görmemişti; ılımlı ahlaki değerleri böylesine tutku seli karşısında kamışlar gibi eğiliyor gibiydi.
“Bana verdiğin zavallı küçük Carlo var ya.” diye ekledi George. “Yaratığın da rahatı benimki kadar yerindeydi. Geceleri benimle uyudu, gündüzleri beni takip etti ve nasıl hissettiğimi anlıyormuş gibi yüzüme bakıyordu. Derken, geçen gün mutfak kapısının oradan topladığım eski kırıntılarla onu beslerken, efendi geldi ve onun parasıyla beslediğimi söyledi, her zencinin köpeğini beslemeye parası yetmezmiş ve bana onun boynuna bir taş bağlayıp göle atmamı emretti.”
“Ah, George, bunu yapmadın ya!”
“Yapmak? Ben değil, o yaptı. Efendi ve Tom boğulan yaratığı taş yağmuruna tuttular. Zavallı şey! Neden onu kurtarmadığımı merak eder gibi bana acı dolu gözlerle baktı. Kendim yapmadığım için de kırbaçlandım. Umurumda değil. Efendi bir gün kırbaçlanmayla yola gelmediğimi anlayacak. Kendini kollamazsa benim de sıram gelecek.”
“Ne yapacaksın? Eh, George, kötü bir şey yapma. Eğer Tanrı’ya inanıyorsan doğru şeyi yap, o sana yardım eder.”
“Ben senin gibi Hristiyan değilim Eliza, kalbim acılarla dolu; Tanrı’ya güvenemiyorum. Neden bunlara izin veriyor?”
“Eh, George, inancımız olmalı. Hanımım diyor ki her şey kötü gittiğinde bile, Tanrı’nın en iyisini yaptığına inanmalıymışız.”
“Kanepelerine kurulan ve arabalarında gezen insanlara bunu söylemesi kolay ama benim yerimde olsalar biraz zor derlerdi. İyi olmayı ben de isterdim ama kalbim yanıyor ve hiçbir şekilde uzlaşacak gibi değilim. Benim yerimde olsan yapamazdın, şimdi de yapamazsın, söylemek istediğim her şeyi söylesem. Her şeyi henüz bilmiyorsun.”
“Daha neler olabilir ki?”
“Eh, son zamanlarda efendi diyor ki evlenip gitmeme izin verdiği için aptalca davranmış, Bay Shelby ve ailesinden nefret ediyormuş çünkü gururlularmış, başlarını ondan yukarıda tutuyorlarmış, sizden gururlu olmayı öğrenmişim, buraya gelmeye artık izin vermeyeceğini, bir kadın almamı ve onun oraya yerleşmemi söylüyor. Baştan sadece azarlayıp bu şeyleri geveledi ama dün karım olarak Mina’yı almamı ve onunla bir kulübeye yerleşmemi söyledi, yoksa beni nehrin aşağısında satacakmış.”
“Neden ama sen benimle evlisin, dinî nikâhla, sanki bir beyaz adam gibi!” dedi Eliza sadelikle.
“Bir kölenin evlenemeyeceğini bilmiyor musun? Bu ülkede bunun için yasa yok; bizi ayırmaya karar verirse seni karım olarak tutamam. Bu yüzden seni hiç görmemeyi istedim, -keşke hiç doğmasaydım dedim, ikimiz için de en iyisi olurdu- bu zavallı çocuk için doğmaması en iyisi olurdu. Ona da aynısı olabilir!”
“Eh ama efendi çok nazik!”
“Evet ama kim bilir? O ölebilir ve çocuk kimsenin tanımadığı birine satılabilir. Yakışıklı, akıllı ve yetenekli olmasının ne yararı var? Sana diyorum Eliza, çocuğunun onun olan ya da sahip olduğu her iyi ve hoş şey için bir kılıç ruhunu delip geçecek; bunlar onu senin alıkoyamayacağın kadar değerli kılacak.”
Sözcükler Eliza’nın kalbine tüm ağırlığıyla çarptı; tüccarın görüntüsü gözlerinin önüne geldi ve sanki biri ölümcül bir darbe indirmiş gibi beti benzi attı ve soluğu tıkandı. Endişeli bakışlarla verandaya baktı, ciddi konuşmalardan sıkılan oğlan Bay Shelby’nin bastonunu at yapmış bir aşağı bir yukarı zafer kazanmışcasına koşuyordu. Korkularını kocasına anlatmalıydı ama kendini tuttu.
“Hayır, hayır, zavallı adamın derdi başından aşkın!” diye düşündü. “Hayır, ona söylemeyeceğim, zaten doğru değil. Hanımım bizi aldatmaz.”
“Evet, Eliza, kızcağızım.” dedi kocası acı dolu bir sesle. “Dayan şimdi ve güle güle zira ben gidiyorum.”
“Gitmek, George! Nereye gitmek?”
“Kanada’ya, dedi, kendini toparlamaya çalışarak. “Ve oraya varınca sizi satın alacağım; tüm umudum bu kadar. Nazik bir efendin var, seni satmayı reddetmez. Seni ve oğlanı alacağım. Tanrı’nın yardımıyla bunu yapacağım!”
“Ne korkunç! Ya yakalanırsan?”
“Yakalanmayacağım, Eliza. Önce ölürüm! Ya özgür olacağım ya da öleceğim!”
“Kendini öldürme!”
“Buna gerek yok. Ondan önce beni öldürürler, asla nehri canlı geçmeme izin vermezler!”
“Ah, George, benim hatırım için dikkatli ol! Kötü bir şey yapma; ne kendinin ne de başkasının aleyhine bir şey yap! Çok kafaya takmışsın, çok fazla -eğer zorunluysan git- ama dikkatli ol, ihtiyatlı ol; sana yardım etmesi için Tanrı’ya dua et.”
“Eh, o zaman Eliza, planımı dinle. Efendi aklına esip birkaç kilometre geride yaşayan Bay Symmes’e bir notla beni buraya gönderdi. Düşündüklerimi sana anlatacağımı bekliyor olmalı. Onun adlandırdığı gibi Shelby’ninkileri çileden çıkaracağını düşünmek onu memnun edecek. Sanki hepsi bitmiş gibi oldukça uysal eve gidiyorum, anlıyorsun. Yapacak bazı hazırlıklarım var ve bana yardım edecekler var; bir iki haftaya kadar kayıplara karışırım. Bana dua et, Eliza; belki yüce Tanrı seni duyar.”
“Eh, sen de kendine dua et, George ve ona inan; o zaman kötü bir şey yapmazsın.”
“Eh, şimdilik hoşça kal.” dedi George, Eliza’nın ellerini tutarken ve kıpırdamadan gözlerinin içine baktı. Suskun durdular; sonra son sözler, hıçkırıklar, acı dolu ağlayışlar -bunların ayrılışı örümcek ağına takılanların karşılaşma umutlarına benziyordu- ve karı koca ayrıldılar.

IV
Tom Amca’nın Kulübesinde Bir Akşam
Tom Amca’nın kulübesi zencilerin deyişiyle tipinin en kusursuz örneği olan efendisinin “ev”in bitişiğinde küçük kütüklerden yapılma bir kulübeydi. Önünde her yaz çileklerin, ahududuların, çeşitli meyve ve sebzelerin özenli bakımla fışkırdığı temiz bir bahçe parçası vardı. Ön tarafın tamamı geniş kızıl begonyalar ve yerli çok çiçekli güllerle çevrilmişti, bunlar örgü gibi örülüp birbirine geçerek kaba saba kütüklerin görünmesini engelliyordu. Burada aynı zamanda yazları kadife çiçekleri, petunyalar, akşam sefaları gibi birçok çeşit, her yıl açan çiçekler görkemini gösterecek, onları şımartan köşeler bulmuştu ve bunlar Chloe Teyze’nin yüreğinin hazzı ve gururuydu.
Haydi içeri girelim. Evde akşam yemeği bitmiş ve baş aşçı olarak hazırlıkları yöneten Chloe Teyze temizlik ve bulaşıkları yıkama işlerini mutfakta astlarına bırakmıştı. İhtiyarın akşam yemeğini hazırlamak için kendi kuytu yerine geçmişti; bu sebeple ateşin çevresinde cazırdayan bir şeyleri istekli bir şekilde yöneten ve çok geçmeden içinde şüphesiz “iyi bir şeyler” olduğu izlenimi veren, buharlar gelen tencerenin kapağını ciddiyetle kaldıran kişi odur. Yuvarlak, ışıldayan yüzü öylesine parlaktı ki sanki yüzünü kendi çay peksimetleri gibi yumurta akları ile yıkadığı aklınıza gelebilirdi. Tüm bu dolgun çehresi güzelce kolalanmış başörtüsü altında tatmin ve memnuniyetle parlıyordu ancak itiraf edelim ki çevredeki en iyi aşçı olmasından gelen bir nebze kendini bilmeyle de bunun bir ilgisi vardı ki Chloe Teyze’nin ünü dünyaca biliniyor ve onaylanmıştı.
Kendisi iliğine ve tırnağına kadar gerçekten iyi bir aşçıydı. Bahçede onun geldiğini görüp de üzgün olmayan bir piliç, hindi veya ördek yoktu, belli ki sonları gelmişti. Kümes hayvanları arasında dehşet yaratacak derecede sıkıca bağlasa mı, içini doldursa mı ve kızartsa mı diye meditasyon yaptığı kesindi. Mısır ekmeği, her türden çapa keki, oval kek, yuvarlak kek ve sayılamayacak kadar çeşitli türler daha az bilen aşçılar için tam anlamıyla bir sırdı; kendi düzeyine erişmek isteyen akranlarının faydasız çabalarını anlatırken şişman kalçalarını haklı bir gurur ve keyifle sallardı.
Eve misafir çağrılması, ikindi ve akşam yemeklerinin “usulünce” hazırlanması ruhundaki tüm enerjiyi açığa çıkarır; verandada yığılı seyahat sandıkları kadar hiçbir görüntü ona çekici gelmezdi, zira yeni çabalar ve yeni zaferler müjdelerdi.
Şu anda Chloe Teyze gözlerini tavaya dikmiş durumda; evin resmini çizmeyi bitirinceye kadar onu onun için biçilmiş kaftan olan işle başbaşa bırakacağız.
Evin bir köşesinde bir yatak vardı, üzeri kar gibi beyaz bir örtüyle derli toplu örtülmüştü ve yanında pek büyük olmayan bir halı duruyordu. Bu halı üzerinde Chloe Teyze durur ve hayatı hakkında önemli kararlar alırdı. Orası ve üzerindeki yatak, bütün bir köşenin aslında özel bir önemi vardı ve mümkün olduğunca küçük çocukların bu kutsal köşeyi yağmalaması ve saygısızlık etmesi önlenmişti. Aslında bu köşe evin oturma odasıydı. Diğer köşede ise daha mütevazı görünen bir yatak vardı ve belli ki kullanım içindi. Şöminenin üzerindeki duvar çok güzel kutsal kitaptan sahnelerle süslenmişti ve eğer karşılaşsaydı kahramanı kesinlikle şaşırtacak bir şekilde çizilen ve renklendirilen General Washington portresi asılıydı.
Köşedeki kaba saba sırada parlak siyah gözleri ve ışıldayan tombul yanaklarıyla birkaç kıvırcık saçlı çocuk bir bebeğin ilk adımlarını denetlemekle meşguldüler ki bu çocuğun ayakları üzerine kalkıp bir an dengelendikten sonra yere yuvarlanmasıyla son buluyordu. Her başarısızlığı sanki karar verilerek yapılmış zekice bir şeymişcesine çılgın bir neşeyle karşılanıyordu.
Bacakları romatizmalı bir masa ateşin önüne çekilmişti ve üzerindeki örtüye yaklaşan yemeği gösteren diğer şeylerle birlikte parlak desenli fincanlar ve tabaklar konulmuştu. Bu masaya Bay Shelby’nin sağ kolu Tom Amca otururdu, bu hikâyenin kahramanı olarak resmini okuyucu için gümüş çerçeveye alacağız. İri yarı, geniş göğüslü, güçlü kuvvetli bir adamdı, parlayan siyah teni, tam Afrikalı özelliklerine sahip yüzü vardı, ifadesi ciddi ve iyi durumunu gösteriyor, nezaket ve hayırseverlikle birleşiyordu. Havasında kendine saygı ve vakar vardı ama bunlar güvenilir ve alçak gönüllü bir sadelikle karışmıştı.
Şu anda önündeki taş tahtanın orada öylesine meşguldü ki bazı mektupları dikkatle ve yavaşça yazması gerekiyordu, on üçünde akıllı ve zeki bir öğretmen olarak sorumluluğunun bilincinde olan Efendi George’un gözetimi altındaydı.
“Öyle değil, Tom Amca, öyle değil.” dedi uyanık bir tavırla. Tom Amca işgüzarlıkla ‘g’nin kuyruğunu yanlış tarafa doğru yapınca. “Bu q oldu, gördüğün gibi.”
Genç öğretmeni yetişmesi için sayısız kez ‘q’ları ve ‘g’leri başarılı bir şekilde yazarken saygılı ve hayranlık dolu bir şekilde, “Senin hatırın için, değil mi?” dedi Tom Amca ve sonra kalemi büyük ve ağır parmakları arasına alarak sabırla yeniden başladı.
“Bu şeyleri beyaz adamlar ne kadar da kolay yapıyor!” dedi Chloe Teyze, çatalında bir parça pastırmayla demir tavayı yağlarken durup gururla genç Efendi George’a saygı duyarken. “Şimdi hem yazıp hem de okuma şekli ve üstüne akşamları buraya gelip bize ders vermesi oldukça ilginç!”
“Ama Chloe Teyze, ben çok acıktım.” dedi George. “Tava kekin hâlâ olmadı mı?”
“Olmak üzere, Efendi George.” dedi Chloe Teyze, kapağı kaldırıp göz attı. “Çok güzel kahverengileşiyor, çok tatlı bir kahverengi. Ah! Bunda beni bir rahat bırak. Geçen gün hanımım Sally’ye kek yapması için izin verdi, azıcık öğrensin diye. ‘Ah, gidin hanımım.’ dedim. Şimdi bu malzemelerin bu şekilde ziyan olduğunu görmeye gerçekten acıyorum! Kekin bir tarafı kabarmış, hiçbir şekli yok; pabucumdan daha iyi değil, hadi git!”
Sally’nin acemiliğini küçümseyen bu son ifadeden sonra, Chloe Teyze kabın üzerindeki kapağı kaldırıverdi ve hiçbir şehir pastacısının utanç duymasına gerek olmayan düzgünce pişmiş keki ortaya çıkardı. Belli ki bu eğlencenin ana noktasıydı ki Chloe Teyze telaşla akşam yemeği için koşuşturmaya başladı.
“Oradaki Mose ve Pete! Yoldan çekilin, sizi zenciler! Sen de çekil, Polly, canım annesi bebeciğine daha sonra bir şeyler verecek. Şimdi Efendi George, şu kitapları sen bir al ve ihtiyarcığımla bir yerleşin, ben de sosisleri alayım ve bir dakikada önce tabaklarınızı kekle doldurayım.”
“Akşam yemeği için eve gelmemi istediler.” dedi George. “Ama buradakilerin bırakılmayacak kadar iyi olduğunu biliyordum, Chloe Teyze.”
“Biliyordun, biliyordun, canım.” dedi Chloe Teyze, bir yandan da dumanı tüten gözlemeleri tabağına yığıyordu. “Bilirsin ki ihtiyar teyzeciğin en iyileri sana saklar. Ah, seni yalnız bırakayım! Hadi oradan!” Bunu yaparken Teyze, George’u gayet şakacı bir şekilde parmağıyla dürttü ve büyük bir kıvraklıkla tekrar tavasına döndü.
“Şimdi sıra kekte.” dedi Efendi George, tava işleri biraz durulunca ve bununla birlikte genç adam söz konusu parça üzerine koca bir bıçağı getirdi.
“Tanrı sizi korusun, Efendi George!” dedi Chloe Teyze, samimiyetle onu kolundan yakalayarak. “Onu bu kocaman ağır bıçakla kesmeyecektiniz herhâlde! Hepsini parçalar, o güzel kabarıklığı kaybolur. Burada ince bir eski bıçak var, bu tür işler için bilerim. Şimdi bakın! Tüy gibi bölünüyor! Şimdi yiyebilirsiniz, bundan iyisini bulamazsınız.”
“Tom Lincon diyor ki.” dedi George, ağzı dolu konuşarak. “Onlardaki Jinny senden daha iyi aşçıymış.”
“Linconları bırakın şimdi, olmaz!” dedi Chloe Teyze kibirlice. “Bizimkilerin yanında ne söylediği önemli değil. Sıradan işlerde düzgün şeyler yapabilirler ama bir şeyi şık şekilde yapmak denince daha bunun hakkında fikirleri yok. Şimdi Efendi Lincon’u bir yana bırakın Efendi Shelby! Aman Tanrı’m! Peki ya Lincon Hanım, hanımım gibi bir odaya süzülerek girebilir mi; kendisi olağanüstüdür, bilirsiniz! Eh, git işine! Bana Linconlar hakkında bir şey söyleme!” Ve Chloe Teyze kafasını dünya çapında bir şey biliyormuşçasına salladı.
“Eh, aslında seni duymuştum.” dedi George. “Dedin ki Jinny oldukça iyi bir aşçı.”
“Onu dedim.” dedi Chloe Teyze. “Bunu söylemiş olabilirim, Jinny sıradan, sade, yaygın yemekleri yapar -iyi bir mısır ekmeği yapmak, mısır unundan kekleri o kadar da iyi değil Jinny’nin- ama Tanrı bilir ya, daha iyi bir şey yapması istense ne yapabilir? Elbette, o da tart yapıyor, elbette yapıyor ama nasıl dışı var? O ağızda eriyen kabarıklıkları veren bir hamur yapabilir mi? Ben oraya Bayan Mary evlenirken gitmiştim ve Jinny de bana düğün pastasını göstermişti. Biliyor musunuz, Jinny ile ben iyi arkadaşız. Ben haydi git dedim, başka bir şey demedim, Efendi George! Eğer öyle bir pasta yapsaydım, gözüme bir hafta uyku girmezdi. O pastadan bile sayılmazdı.”
“Sanırım Jinny çok güzel olduklarını düşünmüştü.” dedi George.
“Sanırım öyle! -öyle yapmadı mı? İşte orada tüm aklı ermezliğiyle onlara gösteriyor- Gördün, burada, Jinny bilmiyor. Aile de bilmiyor! Ondan da bilmesi beklenemez! Onun suçu değil bu. Ah, Efendi George ailenizin size sağladığı ayrıcalıkların yarısının bile farkında değilsiniz!” Burada Chloe Teyze duygulanıp gözlerini yuvalarında çevirerek içini çekti.
“Eminim, Chloe Teyze, tüm tart ve puding ayrıcalıklarımın farkındayım.” dedi George. “Tom Lincon’a sor bakalım, onunla her karşılaştığımda övünüp övünmediğimi.”
Chloe Teyze sandalyesine oturdu ve genç efendinin nüktesine içinden gelen kahkahalarla güldü, kara, parlak yanaklarından yaşlar süzülünceye kadar gümeye devam etti. Efendi George’a şaka yollu hafifçe vurarak ve dürterek durumu değiştiriyordu; ona işine gitmesini, amma da garip bir tip olduğunu, onu neredeyse öldüreceğini ve bir gün mutlaka öldüreceğini söylüyordu. Bu uğursuz öngörüleri arasında her biri diğerinden uzun ve güçlü kahkahalara boğuluyordu, ta ki George gerçekten tehlikeli bir şakacı adam olduğunu düşünmeye başlayıncaya kadar ve artık “olabildiğince komik” olmak konusunda dikkatli olması gerektiğini düşündü.
“Tom’a öyle söylediniz, değil mi? Ah, Tanrı’m! Ne gençler var! Tom’a övündünüz demek? Ah, Tanrı’m! Efendi George, siz bir böceği bile güldürürsünüz!”
“Evet.” dedi George. “Dedim ona, ‘Tom, Chloe Teyze’nin tartlarını bir görmelisin; tam ağzına layık.’ dedim.”
“Yazık, Tom göremedi bunları.” dedi Chloe Teyze, hayırsever yüreğinde Tom’un cahil durumu onu derinden etkilemiş gibiydi. “Bugünlerde onu yemeğe davet et sen de Efendi George.” diye ekledi. “Size o yakışır. Biliyorsunuz, Efendi George, ayrıcalıklarımız yüzünden kimsenin üzerinde kendimizi hissetmemeliyiz, ayrıcalıklarımız bize ödüldür; bunu her zaman hatırlamalıyız.” dedi Chloe Teyze, oldukça ciddi görünüyordu.
“Eh, o zaman haftaya bir gün Tom’u buraya davet ederim.” dedi George. “Sen de en güzel şeyleri yap, Chloe Teyze ve o da bakakalsın. Ona iki hafta kendine gelemeyecek kadar yedirmez miyiz?”
“Evet, evet, kesinlikle.” dedi Chloe Teyze, hoşuna gitmişti. “Göreceksin. Tanrı’m! Bazı akşam yemeklerimizi düşünüyorum da! General Knox’a akşam yemeği verdiğimizde yaptığım o tavuklu turtayı hatırlıyor musun? Ben ve hanımım, turtanın kabuğu yüzünden az kalsın tartışıyorduk. Kadınlara bazen neler oluyor, bilmiyorum ama üstlerinde en ağır yükler varken ve çok meşgulken, etrafta takılıp dururlar ve müdahale ederler! Şimdi hanımım bunu böyle yapmamı istedi ve şöyle yapmamı istedi, sonunda benim de sabrım taştı ve şöyle dedim, ‘Şimdi hanımım, uzun parmaklarınızla güzel beyaz ellerinize bir bakın, üzerinde çiy olan beyaz zambaklarım gibi yüzüklerle parlıyor; bir de benim kocaman, kara, kütük gibi ellerime bakın. Şimdi Tanrı’nın benim turta kıtırını yapmamı ve sizin de salonda oturmanızı istediğini düşünmüyor musunuz?’ Tanrı’m! Öylesine sabırsızdım ki, Efendi George.”
“Peki, annem ne dedi buna?” dedi George.
“Demek mi? Onun gözlerinin içi güler, kocaman, güzel gözleriyle, ‘Eh, Chloe Teyze, sanırım doğru söylüyorsun.’ der; salona gider. Bu kadar sabırsız olduğum için kafamı yarması gerekir ama böyledir işte, hanımlarla bir şey yapamam mutfakta!”
“Eh, o akşam yemeğinde harikalar yaratmıştınız, herkesin öyle söylediğini hatırlıyorum.” dedi George.
“Öyle değil miydi? O gün yemek odasının kapısının arkasında değil miydim? General’in böğürtlen turtasını tabağına üç kere doldurduğunu görmedim mi? Bir de şöyle dedi: ‘Bulunmaz bir aşçınız olmalı Bayan Shelby.’ Tanrı’m! Sevincimden çatlayacaktım.”
“General ne piştiğini de biliyordu.” dedi Chloe Teyze, kendine gururlu bir hava vererek. “Çok hoş bir adam General! Eski Virginia’nın köklü ailelerinin birinden geliyor! Benim bildiğim kadar, neyin ne olduğunu biliyordu şu General. Bütün turtaların bir püf noktası vardır, Efendi George ama ne olduğunu herkes bilmez. Ama General biliyordu; bunu söylediklerinden anladım. Evet, püf noktalarının ne olduğunu biliyordu!”
Bu sırada Efendi George (Alışılmadık durumlarda.) bir erkek çocuğunun tek bir lokma bile yiyemeyeceği noktaya gelmişti ve bu yüzden karşı köşede aç gözlerle onu izleyen kıvırcık saçlı kafaları ve parıldayan gözleri fark edecek zamanı oldu.
“Alın siz de Mose, Pete.” dedi, bolca koparıp onlara doğru atarak. “Siz de biraz istersiniz, değil mi? Gel, Chloe Teyze, onlara da biraz kek pişiriver.”
Sonunda George ve Tom bacanın köşesinde daha rahat bir yere geçtiler, bu sırada Chloe Teyze bir sürü kek daha yapmış, bebeğini kucağına almış ve bir onun ağzını, bir kendi ağzını dolduruyordu, masanın altındaki yerde yuvarlanarak, birbirlerini gıdıklayarak ve bazen bebeğin ayak parmaklarını çekerek yemeklerini yemeyi tercih eden Mose ve Pete’e veriyordu.
“Ah! Bi gider misiniz?” dedi anne, masanın altına arada bir rastgele vurarak hareketleri çok yaramaz hâle gelince. “Beyaz adamlar sizi görmeye geldiğinde doğru dürüst oturamaz mısınız? Kesin şunu artık, tamam mı? Kendinize çekidüzen verin, yoksa Efendi George gittikten sonra sizin canınıza okurum!”
Bu berbat tehdidin altında ne yattığını söylemek zordu fakat korkunç muğlaklık söz konusu genç günahkârlarda çok az etki yaratmışa benziyordu.
“Kesin şimdi!” dedi Tom Amca. “Eğlenmek hoşlarına gidiyor, doğru dürüst davranamıyorlar.”
Bu arada oğlanlar masanın altından çıktı, elleri ve yüzleri esmer şekere bulanmış hâlde bebeği durmadan öpmeye başladılar.
Anne yünü andıran kafalarını iterek, “Hadi gidin şuradan!” dedi. “Eğer böyle yaparsanız birbirinize yapışırsınız ve hiç ayrılamazsınız. Hadi dereye gidin de temizlenin!” dedi. Tembihlerini bir de korkunç bir sesle yankılanan bir tokatla noktaladı ama gençler buna sadece daha çok güldüler, kapıdan dışarı birbiri üstünde telaşla çıkarlarken, çıkınca da neşeyle çığlıklar koyuverdiler.
“Daha can sıkıcı gençler gördünüz mü?” dedi Chloe Teyze, kendinden memnun bir şekilde. Bir yandan da böyle acil durumlar için sakladığı eski havluyu, çatlak çaydanlıktan biraz su dökerek ıslatıp esmer şekerleri bebeğin yüzüyle ellerinden silmeye başladı ve parlayana kadar sildikten sonra da bebeği Tom’un kucağına oturtup akşam yemeği artıklarını temizlemeye koyuldu. Bebek fırsat bu fırsat Tom’un burnunu çekiyor, yüzünü tırmalıyor ve şişman ellerini yün gibi saçlarına gömüyordu, bu sonuncu yaptığından özellikle keyif alıyordu.
“Ne şirin şey değil mi?” dedi Tom, onu kendinden uzakta tutarak; sonra ayağa kalkıp onu geniş omuzlarına yerleştirdi ve hoplamaya, onunla dans etmeye başladı, bu arada Efendi George da mendiliyle bebeğe vuruyordu. Tekrar dönen Mose ve Pete onun ardından ayılar gibi homurdanıyorlardı, ta ki Chloe Teyze gürültücülerin “kafalarını kopartacağını” söyleyene kadar. Ama dediğine göre bu olay kulübede olağandı, açıklanışı coşkuyu azaltmadı, ta ki herkes sakinleşinceye kadar bağırdılar, yuvarlandılar ve dans ettiler.
“Eh, artık istediğiniz olmuştur.” dedi, açılır kapanır yatağın altından tekerlekli yatağı çekmeye uğraşan Chloe Teyze. “Ve şimdi de siz Mose ve Pete, şuraya girin zira biz bir toplantı yapacağız.”
“Ah, anne, bunu istemiyoruz. Biz de oturmak istiyoruz, toplantıyı merak ediyoruz. Bu hoşumuza gidiyor.”
“Chloe Teyze, it onu alta ve orada otursunlar.” dedi Efendi George kararlı bir şekilde ve kaba saba şeyi şöyle bir itiverdi.
Durumu kurtarmış olan Chloe Teyze onu alta itmekten son derece memnundu, bunu yaparken de şöyle dedi, “Eh, belki bu sefer işe yarar.”
Ev şimdi herkesin toplantının hazırlıklarını ve düzenlemelerini tartıştıkları bir komiteye dönüşmüştü.
“Bu yer konusunda ne yapacağız, ben ne yapacağımızı bilmiyorum.” dedi Chloe Teyze. Toplantı bir süredir Tom Amcalarda haftalık olarak yapıldığından, daha fazla yer yoktu ve yer sorununun çözümlenme umudu var gibi görünüyordu.
“Geçen hafta yaşlı Peter Amca ilahi söylerken o eski sandalyenin bacaklarını kırdı.” dedi Mose.
“Hadi oradan! Eminim onları sen oradan çıkarmışsındır; parlak fikirlerinden biridir.” dedi Chloe Teyze.
“Eh, duvara dayarsanız, yine de ayakta durur!” dedi Mose.
“O zaman Peter Amca oraya oturmamalı çünkü ilahi söylerken zıplıyor. Geçen gece, ta odanın öbür ucuna zıpladı.” dedi Pete.
“Aman Tanrı’m! O zaman onu içeri alalım.” dedi Mose. “Ve sonra şöyle der, ‘Gelin azizler ve günahkârlar, beni dinleyin.’ Ve sonra aşağı yuvarlanır. Mose yaşlı adamın genizden gelen sesini aynen tekrarladı, olabilecek felaketi göstermek için de yere yuvarlandı.
“Hadi bakalım, doğru durun, olmaz mı?” dedi Chloe Teyze. “Hiç utanmıyor musunuz?”
Ancak Efendi George gülerek suçlunun yanını tuttu ve Mose’u kararlı bir tavırla bir âlem ilan etti. Böylece annenin uyarısı havada kaldı.
“Eh, yaşlı adam.” dedi Chloe Teyze. “Artık şu fıçıları taşımak zorundasın.”
“Annemin fıçıları Efendi George’un iyi kitapta okuduğu gibi insanı asla yarı yolda bırakmaz.” dedi Mose, Peter’dan yana çıkarak.
“Eminim geçen hafta biri yıkıldı.” dedi Pete. “Ve ilahinin ortasında hepsi yere yığıldı; biz de düşüyorduk, öyle değil mi?”
Bu sırada Mose ile Pete iki boş fıçıyı kulübeye yuvarlamış ve iki tarafından taşla yuvarlanmasın diye emniyete alıyorlardı, üzerlerine tahtalar yerleştirildi, bazı varil ve kovaların çevrilmesiyle ve çürük sandalyelerin hazırlanmasıyla hazırlıklar sonunda tamamlanmıştı.
“Efendi George öylesine iyi bir okuyucu ki, şimdi kalıp bize de okuyacak.” dedi Chloe Teyze. “Hem böylesi çok daha ilginç olur.”
George buna dünden razıydı, zira bu oğlan onu önemli kılacak her şeye her zaman hazırdı.
Çok geçmeden oda her türden kalabalıkla doldu, sekseninde yaşlı, beyaz saçlı saygın dededen, genç kıza ve on beşinde delikanlıya kadar. Çeşitli konularda küçük, zararsız dedikodular birbirini takip etti, mesela Sally Teyze yeni kırmızı başörtüsünü nereden almıştı, “Lizzy’nin düğün töreni yapıldığında hanımı benekli muslin giysi verecekti.” Nasıl Efendi Shelby yeni bir kızıl doru tay almayı düşünüyordu ki bu yerin şanına şan katacaktı. Katılmaya izinleri olan, yakın çevredeki ailelerden ibadet edenler evlerinde ve çevrelerinde olup bitenlerle ilgili çeşitli haber kırıntıları getirmişlerdi. Bunlar daha üst çevrelerde aynı türden küçük laflar nasıl dolaşırsa onun gibi serbestçe dolaştı.
Bir süre sonra ilahiler başladı, herkesin çok zevk aldığı belliydi. Genizden gelen tonlamaların olumsuzluğu, bir zamanlar vahşi ve hevesli bir havası olan doğal güzellikteki seslerinin etkisini engelleyemiyordu. Sözler bazen kiliselerde bilinen ve söylenen ilahilerden dizeler ve bazen de kamp toplantılarında seçilen daha yabansı, daha tanımsız sözlerdi.
Büyük coşku ve hazla söylenen birinin sözleri şu şekildeydi:
Ölmek savaş alanında,
Ölmek savaş alanında,
Ruhumda şan ve şerefle.
Diğer bir sıkça yenilenen şu sözleri tekrarlıyordu:
Şerefimle gidiyorum, benimle gelmez misin?
Görmüyor musun melekler çağırıyor ve beni de çağırıyorlar.
Altın şehri ve ölümsüz günü görmüyor musun?
Diğerleri de vardı, durmadan adı geçen “Ürdün’ün kıyıları”, “Kenan tarlaları” ve “Yeni Kudüs”, coşkulu ve hayalperest zenci aklı her zaman kendini canlı ve resim gibi doğanın ilahilerine ve ifadelerine bağlıyordu; ilahi söylerken, bazıları gülüyordu, bazıları ağlıyordu, bazıları el çırpıyordu ya da birbirleriyle el sıkışıyordu, sanki nehrin diğer tarafını kazanmış gibi.
Çeşitli tavsiyeler veya deneyimler ilahiyle karışmış olarak bir sonraki sırada yer alıyordu. Çoktan çalışma yaşı geçmiş ama tarihin bir sayfası olarak saygı gösterilen, beyaz saçlı yaşlı bir kadın ayağa kalktı ve değneğine abanarak, dedi ki: “Eh, çocuklar! Sizi bir kere dinlediğim ve gördüğüm için çok memnun oldum çünkü cennete ne zaman giderim bilmiyorum ama hazırlandım çocuklarım; öteberimi bağladım ve bonemi de taktım, sadece beni alıp evime götürmelerini bekliyorum. Bazen geceleri tekerlek sesi duyar gibi oluyorum ve hep dışarı bakıyorum; şimdi siz de hazır olun, zira size söylüyorum çocuklar.” diyerek değneğini sertçe yere vurdu. “Şu cennet çok yüce bir şey! Çok yüce bir şey çocuklar, -onunla ilgili bir şey bilmiyorsunuz- o muhteşem.” Yaşlı kadın gözlerinden sicim gibi yaşlar akıtarak yerine oturdu, kendine gelmeye çalışırken, çepeçevre dizilmiş herkes söylemeye başladı.
Ah, Kenan, parlak Kenan
Kenan topraklarına gitmeye hazırız.
Efendi George istek üzerine Vahiy Kitabı’nın son bölümlerini okudu. “Yüzü suyu hürmetine!”, “Şunu duy!”, “Bunu bir düşün!”, “Bütün bu söylenenler yeterli değil mi?” gibi feryatlarla sık sık sözü kesiliyordu.
Parlak bir çocuk olan ve annesi tarafından dinî meselelerde iyi yetiştirilen George genel olarak hayranlık duyduğu bir şey keşfetmiş ve övgüye değer ciddiyet ve ağırbaşlılıkla kendi izahatlarına zaman zaman yer veriyordu, zira bunun için gençler tarafından beğenilmiş ve yaşlıların da rızasını kazanmıştı; herkesçe de kabul edilmişti ki “Bir rahip bile ondan iyisini beceremezdi; bu gerçekten harikaydı!”
Tom Amca çevrede dinî konularda hatırı sayılır biriydi. Doğal olarak manevi değerlerin güçlü olduğu bir düzen kurduğundan, bunun yanında da akranları arasından daha geniş bilgili ve yetişmiş olduğundan ona büyük bir saygıyla bakılırdı, aralarında bir tür rahipmiş gibi davranılırdı; basit, içten ve yürekten gelen tembihleri daha eğitimli insanlarınkinden dahi daha eğitici olurdu. Ancak asıl üstünlüğü dua konusundaydı. Kutsal Kitap diliyle zenginleştirdiği dualarının dokunaklı sadeliği, çocuksu içtenliğini hiçbir şey geçemezdi. Tüm bunlar onun benliğiyle öylesine iç içe geçmiş, bir parçası olmuştu ki dudaklarından bilinçsizce dökülüyordu; dindar yaşlı bir zencinin dilinde “dualar oluşuveriyordu”. Dinleyicilerin ibadetle ilgili duygularına öylesine hitap ediyordu ki sık sık çevresinde patlak veren karşılıkların çokluğunda hepten yitip gitme tehlikesi içinde görünüyordu.
Adamın kulübesinde bu sahne yaşanırken, efendinin salonunda çok daha değişik bir sahne vardı.
Tüccar ve Bay Shelby yemek odasında kâğıtlar ve yazı gereçleriyle kaplı bir masanın başında oturuyorlardı.
Bay Shelby bir tomar faturayı saymakla meşguldü, saydıkça tüccara doğru itiyor, o da onları onun gibi sayıyordu.
“Her şey uygun.” dedi tüccar. “Şimdi de şunları imzalayıverin.”
Bay Shelby satış faturalarını aceleyle kendine doğru çekti ve imzaladı, sanki rahatsız edici bir iş yapan bir adamın aceleci tavrıyla, sonra da parayla birlikte onları itti. Haley eskimiş bir valizden bir parşömen çıkardı, ona bir süre baktıktan sonra Bay Shelby’ye uzattı, o da bastırmaya çalıştığı bir sabırsızlıkla aldı.
“Eh, bu iş tamamdır!” dedi tüccar, ayağa kalkarken.
“Tamamdır!” dedi Bay Shelby, düşünceli bir tavırla ve derin derin içini çekerek tekrarladı, “Tamamdır!”
“Çok mutlu değilmişsiniz gibi geliyor bana.” dedi tüccar.
“Haley.” dedi Bay Shelby. “Umarım verdiğiniz sözü tutarsınız, Tom’u nasıl birileri olduğunu bilmediğiniz birine şerefiniz üzerine söz verdiğiniz gibi satmazsınız.”
“Neden, siz az önce bunu yaptınız efendim.” dedi tüccar.
“Koşullar, biliyorsunuz, beni buna zorladı.” dedi Shelby kibirli bir tavırla.
“Eh, o zaman beni de zorlayabilir.” dedi tüccar. “Yine de Tom’a iyi bir yatacak yer verme konusunda elimden gelenin en iyisini yapacağım; ona kötü davranmam konusunda, zerre kadar korkunuz olmasın. Eğer Tanrı’ya şükrettiğim bir şey varsa o da hiçbir şekilde zalim olmadığımdır.”
Tüccarın insancıl ilkelerini daha önce izah etmesinden sonra, Bay Shelby bu açıklamalarla özellikle rahatlamış hissetmedi ama koşulları ancak bu kadarına izin veriyordu. Tüccarın sessizce ayrılmasına izin vererek bir puro yaktı.

V
Sahipleri Değişen Canlı Malın Duygularını Göstermesi
Bay ve Bayan Shelby gece için dairelerine çekilmişlerdi. Adam büyük bir koltuğa oturmuş, öğleden sonra postayla gelen bazı mektuplara bakıyordu. Kadın da aynanın karşısında ayakta durarak Eliza’nın saçlarına yaptığı karmaşık örgü ve bukleleri fırçalıyordu. Zira solgun yanaklarını ve bitkin gözlerini fark edip o gece için ona izin vererek yatağına yollamıştı. Doğal olarak işle ilgili kızla sabah konuşacaklarını söylemişti ve dikkatsizce kocasına dönerek şöyle dedi:
“Sırası gelmişken Arthur, bugün akşam yemeği masamıza sürüklediğin o düşük düzeyli adam kimdi?”
“Adı Haley.” dedi Shelby, sandalyesinde tedirgin bir tavırla dönerek ve gözleri bir mektuba dikilmişti.
“Haley! O da kim ve burada ne işi var Tanrı aşkına?”
“Eh, geçen sefer Natchez’e gittiğimde onunla biraz iş yapmıştım.” dedi Bay Shelby.
“O da buna güvenerek kendini evinde gibi hissedip gelip sofraya oturdu, öyle mi?”
“Nedeni ben onu davet ettim; onunla bazı hesaplarımız vardı.” dedi Shelby.
“Köle taciri mi?” dedi Bayan Shelby, kocasının tavırlarında kendini belli eden bir utanma fark ederek.
“Canım, neden böyle bir şey aklına geldi?” dedi Shelby başını kaldırarak.
“Hiç, sadece Eliza akşam yemeğinden sonra buraya geldi, çok kaygılıydı ve ağlayıp sızlıyordu, bir tüccarla konuştuğunu söyledi ve adamın oğlu, şu komik küçük ördek, için bir teklif yaptığını duymuş!”
“Öyle mi yaptı?” dedi Bay Shelby, kâğıdına döndü, bir süre tüm dikkatini ona vermiş görünerek, onu baş aşağı tuttuğunu fark etmiyordu.
“Nasıl olsa er ya da geç satışa çıkacaktı.” diye fikrini söyledi.
“Eliza’ya dedim ki.” dedi Bayan Shelby, saçlarını fırçalamayı sürdürüyordu. “O acıları çekmekle aptallık ediyor ve bu tür insanlarla işiniz olmaz. Elbette, hiçbir adamımızı satmak istemediğinizi biliyordum, en azından öyle bir adama.”
“Eh, Emily.” dedi kocası. “Her zaman hissettiğim ve söylediğim gibi işin doğrusu yardım almadan işimi başaramam. Bazı yardımcılarımı satmak zorunda kalabilirim.”
“O yaratığa mı? İmkânsız! Bay Shelby ciddi olamazsınız.”
“Öyle olduğu için üzgünüm.” dedi Bay Shelby. “Tom’u satma konusunda anlaştık.”
“Ne! Bizim Tom’u? O iyi, vefalı yaratığı! Küçüklüğünden beri vefalı bir yardımcı oldu! Ah, Bay Shelby! Ve ona özgürlüğü için söz de vermiştiniz. Ben ve o, bunun hakkında yüzlerce kez konuştuk. Eh, artık her şeye inanırım, zavallı Eliza’nın tek çocuğu küçük Harry’i bile satacağınıza artık inanırım!” dedi Bayan Shelby, sesi kederle öfke arasındaydı.
“Eh, her şeyi bilmen gerektiğinden, öyle. Tom ve Harry’i birlikte satmaya karar verdim ve neden bilmiyorum herkesin her gün yaptığı bir şey için bir canavarmışım gibi davranıldığını bilmiyorum.”
“Ama tüm onların içinden neden bunlar?” dedi Bayan Shelby. “Satmanız gerekiyorsa neden diğerleri değil de bunlar.”
“Çünkü diğerlerinden daha iyi parayı bunlar getiriyor, o nedenle. Başka birini de seçebilirdim, dediğin gibi. Eğer sana uyacaksa adam Eliza için yüksek bir fiyat önerdi.” dedi Bay Shelby.
“Alçak adam!” dedi Bayan Shelby hiddetle.
“Bir an bile onu dinlemedim, duygularınıza saygımdan, bunu yapmazdım bu yüzden bana biraz hak verin.”
“Canım.” dedi Bayan Shelby kendini toparlayarak, “Beni bağışla. Aceleci davrandım. Çok şaşırdım ve buna tamamıyla hazırlıksızdım ama elbette bana bu zavallı yaratıklar için araya girmeme izin vereceksiniz. Tom zenci olsa da soylu yüreği olan sadık biridir. İnanıyorum ki, Bay Shelby, eğer ona sorsanız sizin için hayatını verecektir.”
“Biliyorum, söylemeye cesaret edeyim ama bütün bunların faydası ne? Elimde değil.”
“Parayı feda etsek olmaz mı? Payıma düşen zorluklara katlanmaya hazırım. Ah, Bay Shelby, bu zavallı, basit, yardıma muhtaç yaratıklara görevimi yapmayı denedim, bir Hristiyan hanımın yapması gerektiği gibi inançla denedim. Onlara özen gösterdim, eğitim verdim, gözledim, küçük ilgi alanlarını, sevinçlerini yıllarca hep bildim ve küçük bir kazanç uğruna, zavallı Tom kadar böylesine sadık, harika ve güvenilir bir yaratığı satarsak, onu sevmesi ve değer vermesi için öğrettiğimiz yerden koparıp alırsak başımı nasıl dik tutarım. Onlara ailenin görevlerini, anne babanın ve çocuğun, karı kocanın görevlerini öğrettim ve parayla kıyaslandığında ne kadar kutsal olsa da hiçbir bağa, göreve, ilişkiye değer vermediğimizi açıkça ortaya koymamıza nasıl dayanabilirim? Eliza’yla oğlu hakkında konuştum. Hristiyan bir anne olarak onu gözlemesi, ona dua etmesi ve Hristiyan âdetleriyle onu büyütmesi konusunda, görevleri hakkında; şimdi ona ne diyebilirim, eğer onu koparıp az bir para biriktirmek uğruna bedeni ve ruhuyla bayağı, ilkesiz bir adama satarsanız? Ona tek bir ruhun dünyadaki bütün paradan daha önemli olduğunu söyledim; dönüp de onun çocuğunu sattığımızı görürse bana nasıl inanacak? Hem de belki bedeni ve ruhu iflas etmiş bir adama satmak!”
“Böyle düşündüğüne üzüldüm, gerçekten üzüldüm.” dedi Bay Shelby. “Duygularınıza da saygı duyuyorum, tam olarak aynı düşünüyormuş gibi yapmak istemem ama şimdi size ciddi bir şekilde söylüyorum, bu konuda yapabileceğim bir şey yok, elimden bir şey gelmiyor. Bunu sana söylemek istemezdim Emily ama kısacası bu ikisini satmakla her şeyi satmak arasında başka seçimim yoktu. Ya onlar gidecek ya da her şey. Haley ipotekleri eline geçirdi ki onunla direkt olarak kapatmazsam önüne gelen her şeyi alacaktı. Arayıp taradım, giderleri azalttım, borç aldım ve hatta yalvardım. Açığı kapatmak için bu ikisinin satılması gerekti ve ben de onlardan vazgeçtim. Haley çocuğu beğendi; meseleyi başka şekilde değil, bu şekilde çözümlemeye razı oldu. Onun eline düşmüştüm ve bunu yapmak zorundaydım. Bunları satmak varken, hepsini satmak mı iyi olur?”
Bayan Shelby felakete uğramış biri gibi kalakalmıştı. Sonunda tuvalet masasına dönerek yüzünü elleri arasına aldı ve bir inilti çıkardı.
“Bu Tanrı’nın köleliği lanetlemesi! Çok acı, çok acı, en berbat şey! Hem efendiye bela, hem de köleye! Böylesine ölümcül bir kötülükten iyilik çıkartabileceğimi düşünürken aptalmışım. Bizim gibi yasalar altında bir köleyi tutmak bir günah, -hep böyle hissettim- küçük bir kızken bile hep böyle düşündüm. Kiliseye katıldıktan sonra düşüncem daha da güçlendi ama onu güzelleştirebileceğimi düşündüm. Nezaket, dikkat ve eğitimle benimkilerin durumunu özgürlükten daha iyi yapabileceğimi düşündüm, ne aptalmışım!”
“Karıcığım, bakıyorum bayağı köleliğin kaldırılmasından yana oluyorsun.”
“Köleliğin kaldırılmasından yana! Kölelik hakkında benim bildiğimi bilselerdi, o zaman konuşabilirlerdi! Bize söylemeleri gerekmez; biliyorsun köleliğin doğru olduğunu hiç düşünmedim, asla köle sahibi olmaya gönüllü olmadım.”
“Eh, o zaman pek çok akıllı ve dindar adamdan farklı düşünüyorsun.” dedi Bay Shelby. “Geçen pazar Bay B.’nin verdiği vaazı hatırlıyor musun?”
“Böyle vaazlar duymak istemiyorum; bir de Bay B.’yi kilisemizde duymak istemiyorum. Rahipler kötülüğe yardım edemez belki -bizden çok iyileştiremez- ama ona karşı koyarlar! Hep benim mantığıma karşı oldu. Ben senin de o vaaz hakkında pek düşünmediğini sanıyorum.”
“Eh.” dedi Shelby. “Diyebilirim ki bu vaizler bazen meseleleri biz zavallı günahkârların cesaret edeceğinden çok daha ileri götürürler. Biz erkekler bazı şeylere gözlerimizi kapamalı ve çok da doğru olmayan işlere alışık olmalıyız. Şu da bir gerçek ki kadınlar ve din adamlarının liberal ve eski kafalı düşüncelerle erdem veya ahlaki konularda bizi aşmalarını pek hoş karşılamayız. Ama şimdi sevgilim, bu olayın gerekliliğini ve koşulların gerektirdiği en iyi şeyi yaptığımı gördüğüne inanıyorum.”
“Ah, evet, evet!” dedi Bayan Shelby, çabucak ve dalgın bir şekilde altın saatine dokundu. “Çok fazla para edecek mücevherim yok.” diye ekledi düşünceli bir şekilde. “Ama bu saat bir işe yaramaz mı? Alındığında, epey pahalıydı. En azından Eliza’nın çocuğunu kurtarabileceksem, sahip olduğum her şeyi feda ederdim.”
“Çok üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm, Emily.” dedi Bay Shelby. “Bu işin seni bu kadar etkilemesine üzgünüm ama bir işe yaramayacak. Doğrusu şu ki Emily, her şey olup bitti. Satış anlaşmaları çoktan imzalandı ve Haley’nin ellerinde. Daha kötüsü olmadığı için minnettar olmalısın. O adamda hepimizi mahvedecek bir güç vardı ve şimdi neyse ki ondan kurtulduk. Adamı benim kadar bilseydin, kıl payı kurtulduğumuzu düşünürdün.”
“O zaman çok acımasız.”
“Tam olarak zalim değil de biraz sert biri, -sadece satış ve kâr için yaşayan biri- soğuk, duraksamayan ve merhametsiz, ölüm ve mezar gibi. İyi bir fiyata anasını bile satabilir, tabii ihtiyar kadına bir zarar gelsin istemez.”
“Bu adi adam bir de iyi, sadık Tom ve Eliza’nın çocuğunun sahibi!”
“Eh, sevgilim, bu da bana zor geliyor; düşünmekten nefret ettiğim bir şey. Haley işleri ayarlayıp yarın emanetleri alacak. Sabah erkenden atıma binip uzaklaşacağım. Şu bir gerçek ki Tom’u göremem ve sen de bir yerlere gitsen ve Eliza’yı alsan iyi olur. O burada ortalarda yokken işler olup bitsin.”
“Hayır, hayır.” dedi Bayan Shelby. “Bu zalim işe hiçbir şekilde suç ortağı ya da yardımcı olmayacağım. Gidip zavallı yaşlı Tom’u göreceğim, sıkıntıları için Tanrı ona yardım etsin! Ne olursa olsun, hanımlarının onların ne hissettiklerini anladıklarını ve onlarla olduğunu görsünler. Eliza’ya gelince düşünemiyorum bile. Tanrı bizi bağışlasın! Biz ne yaptık ki, bu zalim gereklilik bizi buldu?”
Bu konuşmanın Bay ve Bayan Shelby’nin hiç aklına gelmeyecek bir kulak misafiri vardı.
Dairelerinde dış koridora bir kapıyla açılan büyük bir dolap bulunuyordu. Bayan Shelby Eliza’ya o gece için izin verince, ateşli ve heyecanlı duyguları bu dolap fikrini aklına getirmişti ve kendini oraya saklamıştı. Kulağı kapının çatlağına yapışmış hâlde, konuşmanın bir kelimesini bile kaçırmamıştı.
Sesler kesilince ayağa kalkıp usulcacık uzaklaştı. Solgun, tir tir titreyen hâli, donmuş yüz çizgileri ve kasılmış dudaklarıyla, o zamana kadar olduğu yumuşak ve çekingen yaratıktan tamamen başkası gibi olmuştu. Holde dikkatlice ilerledi, hanımının kapısında bir anlığına durdu ve ellerini sessiz bir yakarışla göğe doğru kaldırdı, sonra da dönüp kendi odasına süzüldü. Odası hanımıyla aynı katta sessiz, düzenli bir daireydi. Dikiş dikerken sık sık oturduğu güneşli hoş bir penceresi vardı; küçük bir kitap dolabı ve birkaç güzel küçük süs eşyası, aralarına serpiştirilmiş Noel hediyeleri bulunuyordu. Dolabında ve çekmecelerinde basit giysileri vardı, burası kısacası onun eviydi, içinde mutlu olduğu yer. Ama orada, yatakta uyuklayan oğlu yatıyordu, uzun bukleleri kayıtsızca bilinçsiz yüzüne düşmüştü, gül gibi ağzı yarı açıktı, küçük şişman elleri çarşafın üzerindeydi ve bir gülümseme güneş ışığı gibi tüm yüzüne yayılmıştı.
“Zavallı çocuk! Zavallıcık!” dedi Eliza. “Seni sattılar! Ama annen seni kurtaracak!”
O yastığa hiçbir yaş damlamadı; bunun gibi üzüntülerde, yüreğin akıtacağı yaş yoktur, sadece kan damlatır, kendi kendine sessizce kanar. Bir parça kâğıt, kalem aldı ve aceleyle yazdı:
“Hanımım! Sevgili hanımım! Benim nankör olduğumu sanmayın, hakkımda hiçbir şekilde kötü düşünmeyin, bu gece sizin ve efendinin dediklerinin hepsini duydum. Oğlumu kurtarmaya çalışacağım, beni suçlamayın! Nezaketiniz için Tanrı sizi kutsasın ve ödüllendirsin!”
Aceleyle katlayıp üzerini yazdı, çekmeceye gidip oğlunun giysilerini küçük bir paket yaptı, bir mendille sıkıca beline bağladı; o dehşet dakikalarında bile şefkatli bir annenin hatırlayacağı gibi en sevdiği oyuncaklardan bir ikisini küçük pakete koymayı unutmadı, onu uyandırdığında eğlendirecek güzel boyanmış bir papağanı da ayırdı. Küçük uykucuyu uyandırmak biraz sorun olduysa da biraz uğraştıktan sonra yatakta oturup kuşuyla oynamaya başlamıştı, bu sırada annesi bonesini takıp şalını örtmüştü.
“Nereye gidiyorsun anne?” dedi çocuk, annesi yatağın kenarına küçük paltosu ve başlığıyla yaklaşırken.
Annesi yanına yaklaşıp gözlerine öylesine içten baktı ki o zaman çocuk olağandışı bir şeyler döndüğünü hemen anladı.
“Sus Harry.” dedi. “Yüksek sesle konuşmamalısın, yoksa bizi duyarlar. Kötü bir adam küçük Harry’i annesinden almaya gelecek ve karanlığın içine götürecek ama annesi buna izin vermeyecek. Küçük oğlanın şapkasını, paltosunu giydirecek ve çirkin adam onu yakalayamasın diye onunla kaçacak.”
Bunları söylerken, çocuğun basit kıyafetini bağlayıp düğmeledi ve onu kollarına alarak çok sakin durması gerektiğini fısıldadı; odasının dış verandaya açılan kapısını açarak sessizce dışarı süzüldü.
Işıl ışıl, dondurucu, yıldızların aydınlattığı bir geceydi ve annesi şalını çocuğuna sardı, belli belirsiz bir korkuyla tamamen sessiz çocuk boynuna sarıldı.
Verandanın diğer ucunda uyuyan büyük bir Newfoundland olan yaşlı Bruno, kadın yaklaştığı sırada hafif bir homurtuyla ayağa kalktı. Kadın hafifçe adını söyledi, kadının eski oyun arkadaşı olan hayvan hemen kuyruğunu sallayarak bu basit köpeğin kafasında belli ki pek anlam veremediği bu yersiz gece yarısı yürüyüşü ne anlama geliyorsa, onu takip etmeye hazırlandı. Kendi ölçülerine göre belli belirsiz, bazı akılsız veya yakışıksız fikirler onu oldukça utandırıyordu; zira ilerledikçe sık sık durdu, sonra özlemle önce ona, sonra eve baktı ve sanki düşüncelerinde güven tazeledikten sonra onun ardından peşi sıra gitti. Birkaç dakika sonra Tom Amca’nın kulübesine geldiler ve Eliza durarak yavaşça pervaza vurdu.
Tom Amcalarda süren dua toplantısı ilahi söylenmesi yüzünden geç saatlere kadar sürmüştü; sonrasında Tom Amca birkaç uzun soloya kendini kaptırmıştı, sonuç olarak da şu an saat on iki ile bir arasında olsa da o ve değerli yardımcıları daha uyumamışlardı.
“Aman Tanrı’m! Bu ne?” dedi Chloe Teyze, fırlayıp aceleyle perdeyi açtı. “Bu Lizy değilse ne olayım! Üstünü giy, yaşlı adam, çabuk! Yaşlı Bruno da burada, dolanıp duruyor; neler oluyor! Ben kapıyı açmaya gidiyorum.”
Sözlerine uyarak kapıyı ardına kadar açtı ve Tom’un aceleyle yaktığı mum ışığı kaçağın bitkin yüzüne ve koyu, yabani gözlerine düştü.
“Tanrı seni korusun! Sana bakmaya korkuyorum, Lizy! Hastalandın mı, ne oldu sana?”
“Kaçıyorum Tom Amca ve Chloe Teyze, çocuğumu kaçırıyorum. Efendi onu sattı!”


Eliza Tom Amca’ya satıldığını ve çocuğunu kurtarmak için kaçacağını söylemeye gelir

“Onu sattı mı?” ellerini umutsuzlukla havaya kaldırarak ikisi de tekrarladılar.
“Evet, onu sattı!” dedi Eliza kısaca. “Bu gece hanımımın kapısının oradaki dolapta saklandım ve efendinin hanımıma Harry’mi sattığını söylediğini duydum ve seni de Tom Amca, ikinizi, bir tüccara; bu sabah atına atlayıp gidecekmiş ve bugün adam sizi alacakmış.”
Konuşma boyunca sanki rüyada gibi Tom ellerini kaldırmış ve gözleri kocaman olmuş bir şekilde kalakalmıştı. Yavaşça ve ağır ağır olanlara mana verdikçe, oturmaktan ziyade kendini eski koltuğa bıraktı ve kafasını dizlerine gömdü.
“Tanrı bize acısın!” dedi Chloe Teyze. “Ah! Hiç gerçekmiş gibi gelmiyor! Ne yaptı ki, Efendi onu satıyor?”
“Bir şey yapmadı, bu yüzden değil. Efendi satmak istemiyor ve hanımım her zaman iyidir. Onun bizi savunduğunu ve yalvardığını duydum ama ona faydasının olmadığını söyledi; bu adama borçlu olduğunu ve ona gücü yettiğini ve borcunu temizlemezse evini ve adamlarını satıp taşınmasıyla son bulacağını söyledi. Evet, onun ikisini satmakla her şeyi satmak arasında kaldığını söylediğini duydum, adam çok bastırıyormuş. Efendi üzgün olduğunu söyledi ama ah, hanımım, konuşmasını duymalıydın! Hristiyan ve melek değilse nedir. Onu öyle bıraktığım için kötü bir kızım ama buna zorunluyum. Kendisi bir ruhun dünyaya bedel olduğunu söyledi ve bu çocuğun da ruhu var. Eğer onu bıraksam, ne olacağını kim bilir? Bu yaptığım doğru olmalı ama doğru değilse, Tanrı beni affetsin zira bunu yapmak zorundayım!”
“Eh, yaşlı adam!” dedi Chloe Teyze “Neden sen de gitmiyorsun? Zencileri ağır işten ve açlıktan öldürdükleri nehrin kıyısına götürmelerini mi bekleyeceksin? Oraya gitmektense ölmeyi yeğlerim! Hâlâ zamanın var, Lizy’le git, istediğin zaman gelir gidersin. Hadi, acele et, ben de senin eşyalarını toparlayayım.”
Tom yavaşça başını kaldırdı, üzgünce ama sessizce çevresine bakındı ve şöyle dedi:
“Hayır, hayır, ben gitmiyorum. Eliza gitsin, bu onun hakkı! Hayır diyen ben olamam, ondan kalması beklenemez ama ne söylediğini duydun! Eğer ben ya da buradaki herkes satılıp her şey mahvolacaksa o zaman ben satılayım. Ben de herkes kadar buna katlanabilirim sanırım.” diye ekledi. Bu sırada hıçkırık ya da iç geçirme gibi bir şey geniş, kaba göğsünü sarsıcı bir şekilde salladı. “Efendi hep beni yerimde buldu, hep de bulacak. Hiçbir zaman güvenini boşa çıkarmadım, söylediklerime ters düşmedim ve hiç de yapmam. Bu yerin mahvolup her şeyin satılmasındansa tek başına giderim daha iyi. Efendi suçlu değil, Chloe ve o, sana da yoksullara da bakar.”
Burada küçük yün gibi kafalarla dolu kaba tekerlekli yatağa döndü ve âdeta çöktü. Sandalyenin arkasına dayandı ve iri elleriyle yüzünü kapadı. Ağır, boğuk ve yüksek sesli hıçkırıklar sandalyeyi salladı, kocaman yaşlar parmaklarından yere aktı. Beyefendi siz böyle gözyaşlarını ilk doğan oğlunuzu tabuta koyduğunuzda; siz hanım, böyle gözyaşlarını ölen bebeğinizin ağlamalarını duyduğunuzda dökersiniz. Zira beyefendi o bir adamdı ve siz de başka bir adamsınız. Siz hanım, ipek ve mücevherlerle donanmış olsanız da bir kadınsınız ve hayatın büyük sıkıntıları ve zorlu acıları arasında bir tek üzüntü duyarsınız!
“Şimdi de.” dedi Eliza, kapıda dururken, “Kocamı yalnızca bu öğleden sonra gördüm ve o zaman ne olacağını bilmiyordum. Onu son derece zorladılar ve bugün bana kaçacağını söyledi. Eğer olabilirse ona olanları söylemeye çalışın. Ona nasıl ve neden gittiğimi söyleyin; ona Kanada’yı bulmaya çalışacağımı söyleyin. Ona onu sevdiğimi söyleyin ve deyin ki onu bir daha görmezsem…” arkasını döndü ve bir an onlara sırtı dönük boğuk bir sesle ekledi, “Olabildiği kadar iyi olsun ve cennetin krallığında beni bulsun.”
“Bruno’yu da oraya çağırın.” diye ekledi. “Ona kapıyı kapatın, zavallı hayvan! Benimle gelmesin!”
Birkaç son söz ve gözyaşı, birkaç basit veda ve hayır duası derken kollarındaki şaşkın ve korkmuş çocuğuna sarılarak, sessizce süzülerek gitti.

VI
Keşif
Bay ve Bayan Shelby bir gece önceki uzun süren tartışmalarından sonra uykuya hemen dalamadılar ve sonuç olarak ertesi sabah da her zamankinden daha geç saatlere kadar uyudular.
“Eliza nerede bilmem.” dedi Bayan Shelby, çanı birkaç kere boş yere çalınca.
Bay Shelby boy aynasının önünde durmuş usturasını bileyliyordu ve sonra kapı açıldı, tıraş suyuyla zenci bir çocuk içeri girdi.
“Andy.” dedi hanımı. “Eliza’nın kapısına gidip üçtür onu çağırdığımı söyle. Zavallı şey!” diye içini çekerek ekledi.
Andy çok geçmeden döndü, gözleri şaşkınlıktan yuvalarından fırlamıştı.
“Tanrı’m, hanımım! Lizy’nin çekmecelerinin hepsi açık ve eşyaları her yana dağılmış; inanıyorum ki gitmiş!”
Gerçek aynı anda Bay Shelby ve karısının kafasına dank etti. Adam bağırarak:
“O zaman şüphelendi ve kaçtı!”
“Tanrı’ya şükürler olsun!” dedi Bayan Shelby. “Eminim yapmıştır.”
“Karıcığım, budala gibi konuşuyorsun! Eğer öyleyse, benim için gerçekten tuhaf olacak. Haley bu çocuğu satmaktaki tereddütümü gördü ve onu kurtarmak için hoş gördüğümü düşünecek. Onuruma dokunuyor!” Bay Shelby aceleyle odadan çıktı.
Büyük bir koşuşturma ve haykırma başladı, kapıların açılıp kapanması, değişik yerlerde değişik renklerdeki yüzlerin görünmesi çeyrek saat kadar sürdü. Meseleyi aydınlatabilecek tek bir kişi tamamen sessizdi ve o da baş aşçı Chloe Teyze’ydi. Sessizce ve neşeli yüzüne ağır bir bulut yerleşmişçesine, çevresindeki heyecanı duymamış ve görmemiş gibi kahvaltı bisküvitlerini yapmaya koyulmuştu.
Çok geçmeden bir düzine kadar genç afacan karga sürüsü veranda parmaklıklarına tünemiş, her biri garip efendiye kötü kaderini ilk haber verecek kişinin kendi olduğuna karar vermişti.
“Gerçekten çok kızacak, buna eminim.” dedi Andy.
“Sövmez mi şimdi!” dedi küçük kara Jake.
“Evet, buna söver.” dedi yün saçlı Mandy. “Dün akşam yemeğinde onu duydum. O zaman her şeyi duydum. Çünkü Hanım’ın büyük kavanozları koyduğu dolaba saklanmıştım ve her kelimeyi duydum.” Hayatı boyunca bir kara kediden fazla duyduğu bir kelimenin anlamını düşünmemiş olan Mandy şimdi süper zekâlı havalarındaydı ve kasıla kasıla geziyordu, bu süre içinde aslında kavanozlar arasına kıvrıldığını ve derin derin uyuduğunu söylemeyi unutmuştu.
Sonunda çizmelerini çekmiş ve mahmuzlarını kuşanmış Haley göründüğünde, dört bir yandan kötü havadislerle selamlandı. Verandadaki genç afacanların onu “söverken” duyma umutları suya düşmedi, onları hayranlıktan ağzı açık bırakacak biçimde akıcı ve hararetle bunu yaptı. Bu arada adamın kamçısından kaçınmak için bir oraya, bir buraya kaçıp kurtuluyorlardı. Hepsi bir arada bağrışıyorlar, ölçüsüz kıkırdayışlarıyla solmuş çimenlerin üzerine devriliyorlardı, burada topuklarına vura vura avazları çıkıncaya kadar bağrıştılar.
“Küçük şeytanlar sizi bir ele geçirirsem!” diye dişlerinin arasından homurdandı.
“Ama ele geçiremedin!” dedi Andy, zaferle elini kolunu sallayarak ve duyamayacak kadar ileri gidince de talihsiz tüccarın arkasından tarifsiz maymunluklar yaparak.
“Diyorum ki Shelby, bu yılın en garip olayı bu!” dedi ansızın salona giren Haley. “Öyle görünüyor ki kız küçüğü de alıp kaçmış.”
“Bay Haley, Bayan Shelby yanımızda.” dedi Bay Shelby.
“Pardon, bayan.” dedi Haley, hâlâ çatık kaşlarıyla hafifçe eğilerek. “Ama daha önce de dediğim gibi, hâlâ söyleyeceğim, bu, bu yılın en tuhaf olayı. Doğru değil mi, beyefendi?”
“Beyefendi.” dedi Bay Shelby. “Eğer bana bir şey söylemek istiyorsanız, bir beyefendi tavrında yapın. Andy, Bay Haley’nin şapkasını ve binici kırbacını al. Oturun beyefendi. Evet, efendim; çok üzgünüm ama genç kız ya duyduklarından ya da bu işi birisinin ona anlatmasından çocuğu gece alarak kaçmış.”
“İtiraf etmeliyim ki bu işte dürüst bir anlaşma bekliyordum.” dedi Haley.
“Eh, efendim.” dedi Bay Shelby, sertçe ona dönerek. “Bu laftan ne çıkarmam gerekiyor? Eğer biri onurumu sorgularsa verecek bir tek cevabım var.”
Tüccar bu laftan korktu ve biraz daha yavaş bir tonda şöyle dedi: “Dürüst pazarlık yapmış bir adamın bu şekilde dolandırılması çok can sıkıcı bir şey.”
“Bay Haley.” dedi Bay Shelby. “Hayal kırıklığınız için bir nedeniniz olduğunu düşünmeseydim, bu sabah salonuma kaba saba ve laubali şekilde girişinize katlanamazdım. Şunu da söyleyeyim, öyle görünüyor ki bu meseledeki haksızlıklarda payım varmış gibi imalara izin vermeyeceğim. Üstelik malınızın tekrar ele geçirilmesinde atlar, hizmetçiler gibi her türlü yardımı vermeye zorunlu hissediyorum. Yani kısacası, Haley.” dedi birden o ağırbaşlı soyluluktan basit bir içtenlikli dürüstlük tonuna düşerek. “Sizin için en iyi yol sakin olup biraz kahvaltı etmeniz sonra ne yapabileceğimize bakarız.”
Bayan Shelby ayağa kalktı ve o sabah işlerinin kahvaltı masasında olmasını engellediğini söyledi; yan masada beylerin kahveleriyle ilgilenmesi için çok saygın bir melez kadını yerine bırakıp odayı terk etti.
“Yaşlı bayan naçiz kulunuzdan hiç hoşlanmıyor.” dedi Haley, tanıdık gelme çabasıyla teklifsizce konuşmuştu.
“Karım hakkında bu kadar serbestçe konuşulmasına alışkın değilim.” dedi Bay Shelby kuru bir şekilde.
“Çok pardon; elbette yalnızca şakaydı, biliyorsunuz.” dedi Haley, gülmeye çalışarak.
“Bazı şakalar diğerlerinden daha kabul edilebilir.” diye söze karıştı Shelby.
“Şu kâğıtları haddinden rahat imzaladım, lanet herif!” diye kendi kendine mırıldandı. “Dünden beri oldukça şey değişti!”
Etrafta hiçbir başkanın mahkemeye düşüşü arkadaşları arasında Tom’un kaderinin durumu kadar sansasyon yaratmamıştı. Herkesin ağzındaki konuydu, her yerde; evde ya da tarlada olası sonuçlarını tartışmaktan başka bir şey yapılmamıştı. Eliza’nın kaçışı -çevrede daha önce eşi görülmemiş bir olay oluşu- genel heyecanı uyarmak üzere büyük bir yardımcı unsurdu.
Çevredeki her siyah oğlandan üç kat daha kara olması dolayısıyla, bilinen adıyla Kara Sam, kapsamlı görüşleriyle ve kendi kişisel durumuna çok dikkat ederek Washington’daki her beyaz vatansevere itibar getirecek bir şekilde, meseleyi tüm yönleri ve etkileriyle derinlemesine irdeliyordu.
“Hiçbir yere esmeyen bir bela rüzgârı bu, olan budur.” dedi Sam veciz bir şekilde, pantolonunu biraz daha yukarı çekerek ve kayıp askı düğmesi yerine uzun bir çiviyi ustaca koyarak, bu mekanik dehasından dolayı son derece hoşnut görünüyordu.
“Evet, hiçbir yere esmeyen bir bela rüzgârı.” diye tekrar etti. “Şimdi burada Tom’un işi bittiğine göre, bir zencinin yükselmesi için yer açıldı ve neden o, bu zenci olmasın? Fikrim bu. Tom çiftlikte at biner, çizmeler parlatılmış, cebinde para, her şey kahve kadar yerinde. Ama o kim ki? Şimdi neden Sam olmasın? Benim bilmek istediğim bu.”
“Merhaba Sam, hey Sam! Efendi gidip Bill ile Jerry’i yakalamanı istiyor.” dedi Andy, Sam’in kendi kendine konuşmasını keserek.
“Selam! Neler dönüyor bakalım delikanlı?”
“Neden, biliyorsun sanırım, Lizy küçük oğluyla çekip gitti.”
“Sen büyükannene öğret!” dedi Sam, bayağı bir aşağılayarak. “Senin bildiğinden çok daha erken öğrendim; bu zenci artık o kadar toy değil!”
“Eh, her neyse, Efendi Bill ve Jerry’i hemen istiyor; senle ben Efendi Haley’le gidip onu arayacağız.”
“O zaman iyi! Gün bugün!” dedi Sam. “Bunca yıl sonra Sam’e iş düştü. O zenci benim. Şimdi onu yakalamazsan Efendi Sam’in ne yapabileceğini görecek!”
“Ah! Ama Sam.” dedi Andy. “Bir daha düşünsen iyi edersin; zira hanımım onun yakalanmasını istemiyor, saçını başını yolmasın.”
“Harika!” dedi Sam gözlerini açarak. “Sen bunu nereden biliyorsun?”
“Onu söylerken duydum, bu mübarek sabah, efendinin tıraş suyunu götürdüğümde. Lizy’nin neden onu giydirmek için gelmediğine bakmam için beni gönderdi ve ona kaçtığını söyleyince de sadece ayağa kalkıp, ‘Şükürler olsun.’ dedi ve efendi gerçekten çok kızmış gibiydi. ‘Karıcığım, budala gibi konuşuyorsun.’ dedi. Aman Tanrı’m! O onu yola getirecek! Bunun nasıl olacağını biliyorum, hanımımın tarafında durmak daha iyi, bak sana söylüyorum.”
Bunun üzerine Kara Sam, içinde engin bir zekâ taşımasa da hâlâ her türden ve ülkeden politikacının özel yeteneğini içeren ve kabaca “iş bilenin kılıç kuşananın” diye tabir edilebilen yünlü kafasını kaşıdı. Büyük bir ciddiyetle durarak kafa karışıklıklarında sıkça başvurduğu metoda başvurarak tekrar pantolonunu çekiştirdi.
“Bu sizin dünyanızda hiçbir şey için imkânsız yok.” dedi sonunda. Sam sanki bir filozof gibi konuşmuştu, bu sözcüğünü vurgulayarak, sanki değişik dünyalarda geniş deneyimleri olmuş da tavsiye olarak bu sonuca varmış gibi.
“Şimdi hanımımın Lizy’nin arkasından onu köşe bucak tüm dünyada araması lazımdı.” dedi Sam düşünceli bir şekilde.
“Öyle gerekirdi.” dedi Andy. “Ama gerçeği göremiyor musun, kara zenci? Hanımım, Efendi Haley’nin Lizy’nin oğlunu almasını istemiyor; durum bu!”
“Harika!” dedi Sam, sadece zencilerin içinde yaşayanların duyduğu şekilde anlatılmaz bir tonlamayla.
“Sana daha da fazlasını söyleyeyim.” dedi Andy. “Bence atları hazırlasan iyi olur, hem de hemen, zira hanımımın seni sorduğunu duydum, burada aptal aptal dikildiğin yeter.”
Bunun üzerine Sam samimiyetle harekete geçti ve bir süre sonra görünerek Bill ve Jerry’nin eşkin yürüyüşü eşliğinde eve doğru şerefle gitmeye başladı. Atlar durmayı düşünmeden önce beceriklilikle kendini önlerine atıyordu, onları at bağlama yerinin önüne kadar bir fırtına gibi getirdi. Ürkek genç bir tay olan Haley’nin atı ürktü ve yularını gerdi.
“Ho, ho!” dedi Sam. “Korktun mu?” Ve kara yüzü meraklı, yaramaz bir ışıltıyla parladı. “Şimdi seni yola getiririm!” dedi.
Eve yakın, gölgesi düşen, büyük bir kayın ağacı vardı ve küçük, keskin, üçgen kayın meyveleri yeri iyice örtmüştü. Parmaklarında bunlardan biri, Sam taya yaklaştı, vurup okşadı ve gerginliğini gidermekle meşgul göründü. Eyeri ayarlarmış gibi gözükerek ustaca altına keskin, küçük meyveyi kaydırdı. Öylesine yapmıştı ki seleye getirilecek en ufak ağırlık bile görülebilir bir sıyrık ya da yara bırakmadan hayvanın gergin sinirlerini attıracaktı.
“İşte!” dedi, kendini onaylayan bir sırıtışla gözlerini devirerek. “Bunu hallettim!”
O anda Bayan Shelby balkonda belirerek onu çağırdı. Sam St. James ya da Washington’da boş bir yer bulmuş bir talibin kur yapan kararlılığıyla yaklaştı.
“Neden böylesine oyalandın, Sam? Acele etmen için Andy’yi gönderdim.”
“Tanrı sizi korusun hanımım!” dedi Sam. “Atlar bir dakikada yakalanmıyor ki, ta güney çayırına kadar gitmişlerdir, Tanrı bilir neresi!”
“Sam, sana daha kaç kere söylemeliyim. ‘Tanrı sizi korusun ve Tanrı bilir’ gibi şeyler söylememelisin. Bu kötü bir şey.”
“Ah, Tanrı ruhumu korusun! Unutmuşum hanımım! Bir daha böyle şeyler söylemeyeceğim.”
“Sam, yine söyledin işte.”
“Dedim mi? Ah, Tanrı’m! Yani, bunu söylemek istememiştim.”
“Dikkatli olmalısın Sam.”
“Biraz nefes alayım, hanımım daha iyi çalışabilirim. Çok dikkatli olacağım.”
“Eh, Sam, Bay Haley ile birlikte ona yolu göstermek ve yardım etmek için gideceksin. Atlara dikkat et Sam; biliyorsun Jerry geçen hafta biraz topallıyordu, onları çok hızlı koşturma.”
Bayan Shelby son sözlerini alçak bir sesle ve üstüne basa basa söylemişti.
“Bu işi bu çocuğa bırakın!” dedi Sam, gözlerini içinde bir sürü anlamla devirdi. “Tanrı bilir! Harika! Buna böyle denmez mi!” dedi, komik görünüşüyle birden nefesini yakalayarak. Bu, hanımı da kendini tutmasına rağmen güldürdü. “Evet, hanımım, atlara dikkat ederim!”
“Şimdi, Andy.” dedi Sam, kayın ağaçlarının altındaki yerine dönerek. “Göreceksin ki şu beyefendinin yaratığı, atına binmeye gelince çok geçmeden onu fırlatmazsa çok şaşırmam. Biliyorsun, Andy, yaratıklar böyle şeyler yapabilir; sözün burasında Sam çok imalı bir şekilde Andy’yi yanından dürttü.
“Harika!” dedi Andy, hemen onaylar bir hareketle.
“Evet, görüyorsun ki Andy, hanımım zaman kazanmak istiyor. En sıradan adam bile bunu anlar. Ben onun için biraz zaman kazanırım. Şimdi sen gidip bütün bu atları sal, karmakarışık ormanda oynaşsınlar ve efendinin de o kadar acelesi yok nasılsa.”
Andy sırıttı.
“Görüyorsun.” dedi Sam. “Görüyorsun, Andy, eğer efendi Haley’nin atı aksilik etmeye başlar ve huysuzluk ederse sen ve ben atlarımızdan inip ona yardım edeceğiz ve ona yardım edeceğiz, ah evet!” Sam ve Andy bunun üzerine başlarını omuzlarına atıp yavaş, ölçüsüz bir kahkaha patlattılar, bir yandan da parmaklarını şıklatıp topuklarını büyük bir keyifle sallıyorlardı.
O anda Haley verandada göründü. Çok iyi birkaç fincan kahveyle biraz sakinleşmiş olarak çekilir nüktelerle, dışarı gülerek ve konuşarak çıktı. Sam ve Andy onları şapka gibi düşünme alışkanlığı içinde bölük pörçük palmiye yapraklarını çekip atların bağlı durduğu yere koşarak “efendiye yardıma” hazır olmak için gittiler.
Sam’in palmiye yaprağı saç örgüsü gibi örüldüğü tepe bölümlerinin kenarlarına doğru ustalıkla çözülmüştü; kıymıklar ayrılmaya başlamıştı ve havaya doğru kalkmıştı, ona herhangi bir Fejee şefine eşit, belirgin bir özgürlük ve meydan okuma havası veriyordu. Andy’ninkinin kenarları hepten ayrılmıştı, tacı başına hünerle pat diye oturttu ve oldukça memnun biçimde baktı, sanki “Kim demiş şapkam yok diye.” dermiş gibi.
“Eh, çocuklar.” dedi Haley. “Canlanın bakalım; zaman yitirmememiz lazım.”
“Bir dakika bile efendim!” dedi Sam, Andy de diğer iki atı çözerken. Haley’nin dizginini eline koydu ve üzengisini tuttu.
Haley eyere dokunur dokunmaz, atak yaratık ani bir sıçrayışla yerden hopladı, efendinin ayaklarını bir yerlere, yumuşak, kuru çimenlerin üzerine gelişigüzel attı. Sam çılgınca haykırışlarla dizginlere doğru atladı ama tek başarabildiği daha önce sözünü ettiğimiz keskin palmiye ağaçlarını atın gözlerine sürtmek oldu, bu da hiçbir şekilde sinirlerini yatıştırmadı. Bununla büyük bir öfkeyle Sam’i devirdikten sonra iki üç küçümseyici homurtu çıkardı, kuvvetle ayaklarını havaya kaldırdı ve çok geçmeden çayırlığın alt taraflarına doğru koşturarak gitti. Peşinden Andy’nin anlaşmaya göre çözmeyi unutmadığı, dehşetli haykırışlarla hızlandırdığı Bill ve Jerry gidiyordu. Artık herkesin başka bir şey yaptığı sahne meydana geldi. Sam ve Andy koştu, bağırdı, köpekler orada burada havladı. Mike, Mose, Mandy, Fanny ve hem erkek hem kız çevredeki küçükler aşırı bir işgüzarlık ve bitmek bilmeyen bir gayretle koşturdu, ellerini çırptı, bağrıştı ve haykırdı.
Haley’nin beyaz, çok hızlı ve canlı atı sahnenin en can alıcı noktasına büyük bir iştahla girdi; kendine yaklaşık bir kilometre uzunluğunda, her yanı hafif bir eğimle koca ormana giden bir çayırlığı rota belirledi. Onu takip edenlerin ne kadar yaklaşacağına izin verdiğini görmekten sonsuz bir mutluluk duyar gibiydi ve sonra bir kol boyu uzunluk kalmışken, yaramaz bir canavar gibi homurdanıp öne fırladı ve orman yolunda son hızla gitti. Hiçbir şey, yakışık alacak zaman gelmeden güruhtan birini yanına alacak kadar Sam’in aklına uzak değildi ve harcadığı çabalar gerçekten son derece kahramancaydı. Her zaman en önde ve savaşın en yoğun yerinde parlayan Aslan Yürekli Richard’ın kılıcı gibi, Sam’in palmiye yaprağı atın yakalanabileceği en tehlikesiz anlarda her yerden görülebiliyordu. Orada eğilerek bağırıyordu, “Hadi şimdi! Yakalayın onu! Yakalayın onu!” Bir anda her şeyi birbirine katıyordu.
Haley yukarı aşağı koşturdu, sövdü ve orada burada tepindi. Bay Shelby boş yere balkondan emirler yağdırdı ve Bayan Shelby odasındaki pencereden kâh güldü, kâh düşündü. Tüm bu kargaşanın altında yatanlardan duyduğu kuşkuyu göz ardı etmeden.
Sonunda saat on iki civarlarında, Sam zaferle Jerry’nin üzerine binmiş döndü, Haley’nin atı yan tarafında terden sırılsıklam ancak çakan gözleri ve genişlemiş burun delikleriyle özgürlük ruhunun tamamen yatışmadığını gösteriyordu.
“Yakalandı işte!” diye zaferle haykırdı. “Eğer ben olmasaydım kendi başlarına tıkanırlardı hepsi ama ben onu yakaladım!”
“Sen!” diye homurdandı Haley, hiç de yumuşak başlı tonda değildi. “Eğer sen olmasaydın, bu hiç olmazdı.”
“Tanrı bizi korusun efendi.” dedi Sam, sesinde derin bir kaygıyla. “Kan ter içinde kalıncaya dek koşturup yakalamaya çalışan bendim!”
“Peki, peki!” dedi Haley. “Bana lanet olası saçmalıklarınla üç saat kaybettirdin. Hadi şimdi gidelim, daha fazla aptallık yapma.”
“Neden efendim.” dedi Sam, itiraz eden bir ses tonuyla. “Sizin bizi öldürmeye niyetiniz var herhâlde, atlarla hepimizi. Burada hepimiz düşmek üzereyiz ve yaratıkların hepsinden terden buğu tütüyor. Efendi akşam yemeğinden önce başlamayı düşünmez. Efendinin atı kurulanmak ister, baksanıza nasıl sırılsıklam; Jerry de topallıyor. Hanımımın bu şekilde gitmemize izin vermeyeceğini düşünüyorum. Tanrı sizi korusun efendim, eğer dinlenirsek yakalayabiliriz. Lizy hiç de iyi bir yürüyüşçü değildi.”
Olanlarla çok eğlenen Bayan Shelby konuşmayı verandadan duymuştu, artık sıra kendisine gelmişti. İlerledi ve nazikçe Haley’nin kazasıyla ilgili endişelerini dile getirdi, ona akşam yemeğine kalması için ısrar etti, aşçının yemeği hemen masaya getireceğini söyledi.
Her şey göz önüne alındığında Haley muğlak bir lütuf gibi salona ilerledi, bu sırada Sam tarif edilmez bir anlamla arkasından gözlerini devirerek atları ahıra ağırbaşlılıkla götürdü.
“Onu gördün mü Andy? Onu gördün mü?” dedi Sam, ahırın oldukça içine girince atı bir direğe bağladı. “Ah Tanrı’m, şimdi onun dans ettiğini, tekme attığını ve bize sövdüğünü görmek toplantı kadar iyiydi. Söv bakalım moruk; (Dedim kendi kendime.) atını şimdi mi istersin, yoksa yakalayıncaya kadar bekler misin? (Dedim.) Tanrı’m, Andy, şimdi onu görebilirim sanırım.” Sam ve Andy ahıra dayanıp içlerinden geldiği gibi güldüler.
“Atı ona getirdiğimde nasıl da kızdığını görmeliydin. Tanrı’m, beni öldürecek gibiydi ve bense orada masum ve alçak gönüllü duruyordum.”
“Tanrı’m, seni gördüm.” dedi Andy. “Sen de eski bir beygir değil misin, Sam?”
“Öyleyimdir herhâlde.” dedi Sam. “Hanımı yukarıda pencerede gördün mü? Onu gülerken gördüm.”
“Elbette öyledir, ben koşuyordum, o yüzden bir şey görmedim.” dedi Andy.
“Eh, gördün.” dedi Sam, Haley’nin tayını yıkamak için ağır ağır ilerleyerek. “Gözlem diye adlandırabileceğin bir yeteneğim var, Andy. Bu çok önemli bir yetenek Andy ve sana bunu edinmeni tavsiye ederim, şimdi daha gençsin. O arka ayağı kaldır, Andy. Gördün mü, Andy, zencilerde bunca farklı olan gözlemdir. Bu sabah rüzgârın nereden estiğini görmedim mi? Hiç söylemese de hanımımın ne istediğini görmedim mi? Bunlar gözlem, Andy. Bunlara beceri diyebilirsin. Beceriler farklı insanlarda değişir ama bunları edinmek insana çok yol aldırır.”
“Sanırım bu sabah gözlemine yardım etmeseydim, yolunu bu kadar akıllıca göremezdin.” dedi Andy.
“Andy.” dedi Sam. “Sen umut veren bir çocuksun, bundan hiç kuşkum yok. Senin hakkında çok düşündüm, Andy; senden hiçbir şekilde fikir almaktan gocunmuyorum. Hiç kimseye aldırmamız gerekmez, Andy çünkü bazen en akıllılarımız yanılıyor. Hadi şimdi eve gidelim, Andy. Eminim hanımım bize alışılmadık güzel bir şeyler verecek bu sefer.”

VII
Annenin Mücadelesi
Tom Amca’nın kulübesinden ayrılıp gittiğinden beri Eliza’dan daha yalnız ve ümitsiz bir insanoğlu tasavvur etmek imkânsızdı.
Kocasının acıları, karşılaştığı tehlikeler ve çocuğunun içinde bulunduğu tehlike, karmakarışık ve sersemletici risk duygusu, tek bildiği evi terk etmesi ve sevdiği, saygı duyduğu bir arkadaşın korumasından ayrılması ile hepsi birden kafasında karışmıştı. Sonra her bildiği nesneden ayrılmak vardı, büyüdüğü yerden, altında oynadığı ağaçlardan, mutlu günlerinde genç kocasının yanında akşamları yürüdüğü korulardan… Her şey açık ve soğuk, yıldızların aydınlattığı bir gecede ona sitemli bir şekilde konuşuyor ve böyle bir evden gitmeli mi diye soruyor gibiydi.
Ama bunların en güçlüsü ana sevgisiydi, çok yakına gelmiş korkunç tehlike ile çılgınlık nöbetine dönüşmüştü. Oğlu yanı başında yürüyecek yaştaydı ve başka bir durumda elinden tutar götürürdü ama şimdi onu kollarından bırakmak düşüncesi tüylerinin ürpermesine sebep oluyordu ve hızla ilerledikçe sarsıcı bir kucaklamayla bağrına basıyordu.
Donmuş toprak, ayaklarının altında çatırdadı ve sesten ürperdi; her titreyen yaprak ve gölgeyle ağzı yüreğine geliyordu ve adımlarını sıklaştırıyordu. Sanki bedenini sarmalamış gibi gelen gücü düşündü; zira oğlunun ağırlığı bir tüy gibi geliyor ve her korku dalgası üzerine gelen olağanüstü gücü artırıyor gibi geliyordu, bu sırada solgun dudakları açılarak sık sık yukarıdaki arkadaşa dualar söyleyiveriyordu: “Tanrı’m, yardım et! Tanrı’m, beni kurtar!”
Eğer o sizin Harry’niz, anneniz ya da Willie’niz olup da yarın sabah zalim bir tüccar tarafından koparılıp alınacak olsaydı -eğer adamı görseydiniz ve kâğıtların imzalanarak verildiğini duysaydınız, kaçmak için sadece saat on ikiden sabaha kadar vaktiniz olsaydı, siz ne kadar hızlı yürüyebilirdiniz? Ciğerpareniz göğsünüzde, küçük uykucu kafası omzunuzda- o birkaç kısa saatte kaç kilometre yol yapabilirdiniz, küçük, yumuşak kolları size güverenek boynunuzu tutarken?
Zira çocuk uyudu. Önceleri acayiplikler ve korkular onu uyanık tutuyordu ama annesi öylesine hızlıca her nefesi ya da sesi bastırıp eğer uslu durursa mutlaka onu kurtaracağı güvencesini verdi ki uykusunun geldiğini fark ederek sessizce onun boynuna asılıp sadece şunu sordu:
“Anne, uyanık kalmak zorunda değilim, değil mi?”
“Hayır tatlım; eğer istiyorsan uyu.”
“Ama anne, eğer uykuya dalarsam onun beni almasına izin vermezsin değil mi?”
“Hayır! O zaman Tanrı yardımcım olsun!” dedi annesi, daha solgun yanakları ve iri koyu gözlerinde parlak bir ışıkla.
“Eminsin, değil mi, anne?”
“Evet, eminim!” dedi annesi, kendisini bile ürküten bir sesle zira ses onun parçası olmayan içindeki bir ruhtan gelmiş gibiydi. Çocuğun küçük, yorgun kafası kadının omzuna düştü ve çok geçmeden uykuya daldı. O sıcacık kolları, boynuna gelen nazik nefesi nasıl da hareketlerine bir ateş ve canlılık katmıştı! Teslim olmuş uyuyan çocuğun her nazik dokunuşu ve hareketi içindeki elektrik ırmaklarına bir güç veriyor gibiydi. Beyninin bedeni üzerinde üstün oluşu o kadar muhteşemdi ki bir süreliğine et ve sinirleri dayanıklı kılabiliyordu ve kasları çelik gibi geriyor, böylece zayıf bile çok güçlü hâle geliyordu.
Yürüdüğü sırada çiftliğin sınırları, baş döndürücü bir şekilde yanından geçti ve o bir tanıdık nesneyi diğerinin ardında bırakarak yürümeye devam etti, yavaşlamadı, durmadı, ta ki kızıllaşan gün ışığı her tanıdık objenin izlerinden kilometrelerce uzakta açık otoyolda onu buluncaya dek.
Hanımıyla birlikte sık sık bazı bağlantılarını ziyaret etmek için Ohio Nehri’nden çok da uzak olmayan küçük köy T.’yi ziyaret ederlerdi ve yolu iyi bilirdi. Oraya gitmek, Ohio Nehri’nden karşı tarafa kaçmak aceleyle yapılmış kaçış planının ilk hatlarıydı; bunun ötesini yalnızca Tanrı’dan umut edebiliyordu.
Atlar ve arabalar otoyolda hareket etmeye başladığında, heyecanlı duruma özgü, bir esin gibi gelen uyanık bir idrakle, başı önde gidişi ve telaşlı tavrının dikkat ve kuşku çekeceğinin farkına vardı. Bu sebeple oğlanı yere koydu ve elbisesiyle başlığını düzelterek, görüntüsüne uyduğunu düşündüğü bir hızda yürümeye başladı. Çocuğun hızını artırmak için kullanmak üzere çıkınında kek ve elma erzağı vardı, önlerinde elmayı yuvarladıkça oğlan bütün gücüyle peşinden koşuyordu ve sık sık tekrarlanan bu numarayla onlara bir kilometreye yakın yol aldırıyordu.
Bir süre sonra içinden temiz bir derenin şırıl şırıl aktığı sık ormanlık bir araziye ulaştılar. Çocuk açlık ve susuzluktan yakınırken, kadın onunla bir çiti aştı ve onları yoldan saklayan büyük bir kayanın arkasında oturarak ona küçük çıkınından kahvaltı verdi. Oğlan onun yemeyişine meraklanıp üzülmüştü ve kollarını boynuna dolayarak kekin bir kısmını onun ağzına sokmayı denese de boğazında yükselen bir şey onu boğacakmış gibiydi.
“Hayır, hayır, Harry tatlım! Sen güvende olana dek anne yiyemez! Nehre gelinceye kadar devam etmeliyiz!” Sonra tekrar aceleyle yola çıktı ve kendini düzgünce yürümek, sakince ilerlemek için zorladı.
Kişisel olarak bilindiği çevreleri geçeli kilometrelerce yol olmuştu. Eğer onu tanıyan birine rastlayacak olursa ailenin iyi bilinen iyi yürekliliğinin şüphe çekmesine engel olacağını düşündü, onun kaçak olabileceği zannını ihtimal dışına itecekti. Eğer irdelenmezse zenci soyundan olduğu bilinmeyecek kadar beyazdı ve çocuğu da beyaz olduğu için şüphelenilmeden geçmesi daha kolay olacaktı.
Bu varsayımla, biraz dinlenmek ve çocuğuyla kendine biraz akşam yemeği almak için öğleyin temiz bir çiftlik evinde durdu. Zira mesafeyle tehlike azaldığı için sinir sisteminin doğal olmayan baskısı azalmış ve kendini hem yorgun hem de acıkmış bulmuştu.
Kadın iyi kalpli, nazik ve dedikoducu biriydi, konuşacak birinin gelmesinden memnun görünüyordu; Eliza’nın dediklerini pek de sorgulamadan kabul etti. Eliza, “Arkadaşlarıyla bir hafta geçirmek için kısa bir süreliğine gidiyordu.” İçinden de bunun gerçek olmasını diliyordu.
Gün batımından bir saat önce, Ohio Nehri kıyısındaki T. köyüne girdi, yorgun ve ayakları şişmiş hâlde olsa da yüreği hâlâ güçlüydü. İlk olarak, kendisiyle diğer tarafında özgürlük ülkesi Kenan olan, Ürdün gibi yayılmış nehre baktı.
İlkbaharın başları olduğundan nehir kabarmış ve çalkantılıydı; yüzen büyük buz kütleleri çalkantılı sularda şiddetle bir oraya bir buraya dönüp duruyordu. Kentucky tarafında kıyının garip şekli sebebiyle, kara suya doğru kavisleniyordu, buz büyük kütlelerle takılmış duruyordu ve kavisi çevreleyen dar kanal birbiri üstüne dizilmiş buzla doluydu, merdiven gibi inen buza geçici bir bariyer olmuştu, büyük, dalgalanan bir miktarı takılarak bütün bir nehri doldurmuş ve neredeyse ta Kentucky kıyılarına kadar uzanmıştı.
Eliza bir anlığına durarak durumun olumsuz yanlarını düşündü, hemen her zamanki geminin hareketini engellediğini görmüştü ve sonra kıyıdaki küçük hana birkaç soru sormak üzere gitti.
Ocak üzerinde bir şeyler kaynatarak akşam yemeği hazırlığı ile meşgul bayan elinde bir çatalla durdu, Eliza’nın tatlı ve kederli sesi onu esir almıştı.
“Ne var?” diye sordu.
“İnsanları B.’ye götürecek bir gemi ya da tekne yok mu şimdi?” dedi.
“Hayır, kesinlikle!” dedi kadın. “Tekneler çalışmayı bıraktı.”
Eliza’nın umutsuzluğu ve hayal kırıklığı kadını etkiledi ve soruştururcasına şöyle dedi:
“Belli ki yola çıkmak istiyorsunuz. Birisi mi hasta? Çok endişeli görünüyorsunuz.”
“Tehlikede olan bir çocuğum var.” dedi Eliza. “Geçen geceye kadar duymamıştım ve bugün tekneye binme umuduyla bayağı bir yürüdüm.”
“Eh, şimdi bu şanssızlık.” dedi kadın, analık duyguları epey kabarmıştı. “Sizin için gerçekten endişelendim. Solomon!” pencereden arkadaki küçük bir binaya doğru bağırmıştı. Deri bir önlük takmış, elleri çok kirli bir adam kapıda belirdi.
“Diyorum ki, Sol.” dedi kadın. “Bu gece bizim adam varilleri taşımayacak mı?”
“Akla yatkın bir yol bulabilirse deneyeceğini söyledi.” dedi adam.
“Şuralarda bir adam var, uygun olursa bu akşam bir kamyonla yola çıkacak; bu gece akşam yemeği için burada olacak, siz oturup burada bekleyin. Bu ne tatlı bir çocuk.” diye ekledi kadın, ona biraz kek uzatarak.
Ama yorgunluktan tamamen tükenmiş olan çocuk ağlamaya başladı.
“Zavallı çocuk! Yürümeye alışkın değil ve ben de onu acele ettirdim.” dedi Eliza.
“Eh, o zaman onu bu odaya alın.” dedi kadın, içinde rahat bir yatağın olduğu küçük bir yatak odasının kapısını açtı. Eliza yorgun oğlanı üzerine koydu ve ta ki uykuya dalıncaya kadar ellerini kendi ellerinde tuttu. Ona göre dinlenmek yoktu. Onları takip edenin düşüncesi kemiklerinde bir ateş gibi onu zorladı ve onunla özgürlüğü arasında yatan kasvetli, çalkantılı sulara özlem duyan gözlerle baktı.
Onları takip edenlerin ne yaptığını görmek için şimdilik onu burada bırakmamız gerekiyor.
Bayan Shelby akşam yemeğinin masaya çabucak geleceğine söz verdiği hâlde, yakında görüleceği gibi daha önce sık sık da görüldüğü gibi, uzlaşmak için bir kişiden fazlası gerekir. Bundan dolayı emir Haley’nin duyacağı şekilde verilmiş ve Chloe Teyze’ye en az yarım düzine genç haberciyle taşınmış olduğu hâlde, o büyük adam edasıyla huysuz homurtular çıkartıp başını sallamış ve her faaliyeti alışılmadık şekilde sükûnetle ve ayrıntılı biçimde ele almıştı.
Bir sebepten, hanımın genelde gecikmelerden kaynaklanan bilhassa gücenmeyeceğine dair hizmetkârlar arasında izlenim hüküm sürmekteydi ve işlerin akışını geciktirmek için durmadan kazaların olması harikaydı. Şansı yaver gitmeyen birisi sosu bozunca, büyük bir dikkat ve ciddiyetle sosun tekrar yapılması gerekti. Chloe Teyze büyük bir dikkatle takip ederek izliyor ve sosu karıştırıyordu, acele etmesi için yapılan tüm tekliflere kısaca “Birisini yakalamaya yardım etmek için çiğ sosu masaya koyamayacağını.” söylüyordu. Birisi elindeki suyla yuvarlandı ve kaynaktan gidip su alması gerekti; diğeri olaylar zinciriyle yağı acele ettirdi ve zaman zaman mutfağa kıkırdayarak getirilen haberler vardı “Efendi Haley çok huzursuz ve hiçbir şekilde sandalyesinde oturamıyor ama sarmaşıkların orada ve verandada yürüyüp duruyor.”
“Ona oh olsun!” dedi Chloe Teyze öfkeyle. “Eğer bugünlerde kendine çekidüzen vermezse tedirgin olur tabii. Onu Tanrı’ya ısmarlayınca, nasıl göründüğüne bak!”
“Çok canı sıkılacak ve hak etti.” dedi küçük Jake.
“O bunu hak ediyor!” dedi Chloe Teyze zalimce. “Çok ama çok kalp kırdı, size bunu söyleyeyim!” dedi, ellerinde bir çatalı kaldırmış durarak. “Efendi George’un Vahiy’de okuduğu gibi ruhlar mihrabın altına çağrılıyor! Birbirlerinden intikam almak için Tanrı’ya yapılan çağrı! Çok geçmeden Tanrı bunları duyacak, evet duyacaktır!”
Mutfakta çok saygı gösterilen Chloe Teyze ağzı açık dinlendi ve akşam yemeği büyük oranda gönderildiği için bütün bir mutfağın onunla dedikodu yapmak ve görüşlerini dinlemek için vakti vardı.
“Kendileri sonsuza dek yanacaklar kuşkusuz, değil mi?” dedi Andy.
“Eminim bunu gördüğüme sevinirdim.” dedi küçük Jake.
“Çocuklar!” dedi, ses, hepsinin sıçramasına sebep oldu. İçeri giren Tom Amca’ydı ve kapıda konuşmayı dinlemek için durdu.
“Çocuklar!” dedi. “Korkarım ne dediğinizi bilmiyorsunuz. Sonsuza dek korkunç bir söz, çocuklar; düşünmesi bile kötü. Bunu hiçbir insanoğlu için dilemeyin.”
“Kimseye dilemeyiz, ruhları güdenler hariç.” dedi Andy. “Kimse onlara dilemezlik edemez, onlar son derece kötüler.”
“Doğa da onlar için ağlamıyor mudur?” dedi Chloe Teyze. “Onlar anasının göğsünden meme emen çocuğu çekip satmıyorlar mı ve çocuklar ağlayıp eteklerine yapışıyor, onları çekip satmıyorlar mı? Karı kocayı birbirinden çekip ayırmıyorlar mı?” dedi Chloe Teyze, ağlamaya başladı. “Bu onların içindeki yaşamı almıyor mu? Bütün bunlara bir şey hissetmezler, yiyip içip sigaralarını tüttürmüyorlar mı ve acayip bir şekilde boş vermiyorlar mı? Tanrı’m, eğer şeytan onları almazsa ne işe yarar?” Chloe Teyze ekose desenli önlüğüyle yüzünü kapattı ve tüm içtenliğiyle hıçkırmaya başladı.
“Sizi kullananlar için dua edin der iyi kitap.” dedi Tom.
“Onlara dua etmek!” dedi Chloe Teyze. “Tanrı’m bu çok acımasız! Onlara dua edemem.”
“Bu doğa, Chloe ve doğa güçlüdür.” dedi Tom. “Ama Tanrı’nın lütfu daha güçlüdür; bunun yanında, böyle yaptığı için bu zavallı yaratığın ruhunun ne kadar berbat bir durumda olduğunu düşün, onun gibi olmadığın için Tanrı’ya şükretmelisin, Chloe. Eminim ki bu zavallı yaratığın yanıtlayacağı sorulara sahip olmaktansa on bin kez daha satılmayı yeğlerim.”
“Ben de öyle yapardım, hem de yığınla.” dedi Jake. “Tanrı’m, onu yakalamasa mıydık, Andy?”
Andy omuzlarını silkti ve onaylayan bir ıslık çalıverdi.
“Efendinin bu sabah düşündüğü gibi gitmediğine memnunum.” dedi Tom. “Bu beni satılmaktan daha çok üzerdi. Bu onun için belki doğal olurdu ama benim için zor olurdu, onu bebekliğinden beri tanıdığım için ama efendiyi gördüm ve Tanrı’nın isteğiyle şimdi uzlaşmışım gibi hissetmeye başladım. Efendi başka türlü yapamadı, doğrusunu yaptı ama korkarım ben gidince işler sarpa saracak gibi geliyor. Efendinin benim yaptığım gibi, her yere burnunu sokması, her şeye yetişmesi beklenemez. Oğlanlar iyi niyetli ama çok dikkatsizler. Bu beni telaşlandırıyor.”
Burada zil çaldı ve Tom salona çağrıldı.
“Tom.” dedi efendisi nezaketle. “Bu beyefendiye istediği zaman seni yerinde bulamazsa kaybedeceğim bin dolarlık kefalet verdiğimi bilmeni isterim; bugün başka işlerini halletmek üzere gidecek ve günün geri kalanında istediğini yapabilirsin. İstediğin yere git evladım.”
“Teşekkür ederim, efendim.” dedi Tom.
“Bana bak.” dedi tüccar. “Efendine o zenci numaralarını çekme sakın, zira orada olmazsan ondan her sentini alırım. Eğer bana kulak verirse hiçbirinize güvenmemeli, yılan balığı gibi kaygansınız!”
“Efendim.” dedi Tom, dimdik duruyordu. “Yaşlı hanımım sizi kollarıma koyduğunda, ben sadece sekiz yaşındaydım ve siz de bir yaşında bile değildiniz. ‘Burada.’ dedi. ‘Tom, bu senin genç efendin;
ona iyi bak.’ dedi. Şimdi size soruyorum efendim, size verdiğim bir sözü tutmadığım ya da size ters düştüğüm bir durum oldu mu, özellikle de Hristiyan olduğumdan beri?”
Bay Shelby oldukça etkilenmişti ve gözleri yaşlarla doldu.
“Benim iyi oğlum.” dedi. “Tanrı biliyor ki doğruyu söylüyorsun ve eğer elimden bir şey gelseydi, dünyalar seni alamazdı.”
“Bir Hristiyan kadın olduğuma emin olduğum kadar eminim ki…” dedi Bayan Shelby. “Tutarı bir araya getirir getirmez bedelini verip seni geri alacağız, beyefendi.” dedi Haley’e. “Onu kime satacağınız konusunu iyice düşünün ve bana haber verin.”
“Tanrı’m, evet, öyleyse.” dedi tüccar. “Bir sene içinde fazla yıpranmadan geri getirip size satabilirim.”
“O zaman sizinle alışverişimi yapar ve sizin de yararınıza olmasını sağlarım.” dedi Bayan Shelby.
“Elbette.” dedi tüccar. “Benim için fark etmez; iyi bir iş de olabilir, kötü bir iş de, ben iyi bir iş yapıyorum. Benim tek istediğim ekmek paramı kazanmak, biliyorsunuz, bayan; bu hepimizin istediği şey sanırım.”
Bay ve Bayan Shelby tüccarın laubali yüzsüzlüğünden dolayı kızmış ve küçük düşmüş hissediyordu ama ikisi de duygularına gem vurmanın mutlak gerekliliğini görüyordu. Adam daha umutsuzca çıkarcı ve duygusuz biri gibi göründükçe, Bayan Shelby’nin onun Eliza ve çocuğunu tekrar ele geçirmekte başarılı olabileceği korkusu daha da büyüdü ve elbette her türlü kadınca hilelerle onu alıkoymak için istekleri de arttı. Bu sebeple nazikçe gülümsedi, onu onaylayarak yakın bir tavırla sohbet etti ve zamanın nasıl geçtiğini fark etmemesi için elinden geleni yaptı.
Saat ikide Sam ve Andy atları direklere getirdiler, belli ki sabahki koşuşturmanın ardından tazelenmişlerdi ve canlanmışlardı.
Sam istekli ve hazırdaki işgüzarlığının bolluğuyla akşam yemeğinden yakıtını yeni almıştı. Haley yaklaşırken, harekâtın şüphesiz ve üstün başarısından emin şekilde Andy’ye abartılı hareketlerle böbürleniyordu, artık “Ona çok yaklaşmıştı.”
“Efendinin sanırım köpeği yok.” dedi Haley, düşünceli bir şekilde, ata binmeye hazırlanırken.
“Yığınla var.” dedi Sam zafer kazanmış gibi. “Bruno var, çok güzel havlar! Bunun yanında, her bir zencinin huyu, o ya da bu şekilde bir köpeği vardır.”
“Pöh!” dedi Haley ve sözü edilen köpeklere ilişkin bir şeyler daha söyledi, Sam bunlara mırıldanarak yanıt verdi:
“Onlara sövmeye ne gerek var.”
“Ama efendin zencileri izlemek için köpek yetiştirmemiş. (Öyle olmadığını biraz biliyorum.)”
Sam onun ne demek istediğini tam olarak biliyordu ama ona içtenlikle ve umutsuz bir saflıkla bakmaya devam etti.
“Köpeklerimiz çok keskin koku alırlar. Uygulamada değil pek ama cinsleri iyi sanırım. Eğer onları harekete geçirirseniz, her şeyde mesafe katederler. Buraya gel, Bruno.” diye çağırdı, hantal Newfoundland’e ıslık çalarak, o da onlara doğru paldır küldür koşmaya başladı.
“Sen bir bak oralara!” dedi Haley, kalkarken. “Hadi acele et şimdi.”
Sam dediği gibi acele davranırken, bir yandan da Andy’yi gıdıklamayı el çabukluğuyla becerdi, bu da Andy’nin Haley’nin gazabını üstüne çeken bir kahkaha patlatmasına sebep oldu ki Haley sürücü kamçısıyla onu susturdu.
“Sana çok şaşırdım, Andy.” dedi Sam müthiş bir ciddiyetle. “Bu iş çok ciddi, Andy. Oyun oynamamalısın. Efendi’ye böyle yardım edemezsin.”
“Nehre giden düz yoldan gideceğim.” dedi Haley kararlı bir şekilde, malikâne sınırlarına geldikten sonra. “Bütün yolları biliyorum, yer altına doğru giderler.”
“Elbette.” dedi Sam. “İşte fikir bu. Efendi Haley hedefi tam ortadan vuruyor. Şimdi nehre iki yol var, toprak yol ve ana yol, efendi hangisinden gitmek ister?”
Andy bu yeni coğrafik durumu duyduğuna şaşırarak masumca Sam’e baktı ama coşkulu bir tekrarlamayla hemen söylediğini onayladı.
“Çünkü.” dedi Sam. “Ben Lizy’nin daha az geçilen yol olduğu için toprak yolu seçtiğini düşünüyorum.”
İhtiyar bir kurt ve doğal olarak her şeyden şüphe eden biri olmasına karşın, bu bakış açısı Haley’nin aklına yatmıştı.
“İkiniz de lanet yalancılarsınız!” dedi, bir anlığına düşündükten sonra dalgınca.
Adamın konuşmasındaki düşünceli, dalgın ton Andy’yi müthiş şekilde eğlendirmiş görünüyordu ve biraz geride kalarak, atından düşme pahasına şöyle bir silkelendi, bu sırada Sam’in yüzünü hareketsiz bir biçimde çok ciddi bir üzüntü kaplamıştı.
“Elbette.” dedi Sam. “Efendi ne isterse onu yapar, eğer efendi en iyi yol olduğunu düşünüyorsa düz yoldan gider. Bize hepsi aynı. Şimdi biraz düşününce, bence düz yol şüphesiz en iyisi.”
“Doğal olarak tenha yoldan gitmiştir.” dedi Haley, Sam’in düşüncelerine kulak asmadan sesli düşünerek.
“Kimse bilemez.” dedi Sam. “Kızlar gariptir; yapacağını düşündüğünüz şeyleri hiçbir zaman yapmazlar, genelde tersini yaparlar. Doğaları bile zıttır ve eğer bir yoldan gittiğini düşünüyorsanız kesinlikle diğer yoldan gidin, o zaman onları bulursunuz. Benim kişisel görüşüme göre Lizy bu yolu seçmiştir, o zaman düz yoldan gidelim.”
Bu kadın cinsi hakkındaki derin ve kapsamlı görüş Haley’i düz yolu özellikle seçmesi için ikna etmiş görünmüyordu ve kararlı bir şekilde diğerinden gitmek istediğini söyleyerek Sam’e ne zaman gelineceğini sordu.
“Biraz ötede.” dedi Sam, Andy’nin tarafındaki gözünü kırparak; ciddi bir edayla da ekledi, “Ancak ben meseleyi düşündüm ve bana öyle geliyor ki bu yoldan gitmemeliyiz. Ben hiç o yoldan gitmedim. Çok tenha bir yol olduğundan yolumuzu kaybedebiliriz, nereye çıkacağımızı yalnızca Tanrı bilir.”
“Yine de.” dedi Haley. “O yoldan gideceğim.”
“Şimdi üzerinde düşününce o yolun nehre kadar çitle çevrildiğini duydum sanırım, öyle değil mi Andy?”
Andy emin değildi; sadece yol hakkında bir şeyler “söylendiğini duymuştu” ama hiç kendisi gitmemişti. Kısacası tam anlamıyla ters düşüyordu.
Daha büyük ya da daha küçük yalanlar arasındaki olasılık dengesini kestirmeye alışık olan Haley’e göre bahsi geçen toprak yoldan gitme yanlısıydılar. İlk başta Sam’in gayriihtiyari olarak yoldan bahsettiğini düşündü ve Liza’yı dâhil etmek istemeyen sonraki düşünceleriyle, onu caydırmak için şaşkın çabaları onu ümitsiz yalanlara düşürmüştü.
Bu yüzden Sam yolu gösterdiğinde Haley çabucak oraya daldı, Sam ve Andy de onu takip etti.
Yol aslında eskiydi ve eskiden nehre geçit yoluydu ama yeni ana yolun yapılmasından sonra yıllarca terk edilmişti. Bir saatlik sürüş için açıktı ve sonra çeşitli çiftlikler ve çitlerle kesiliyordu. Sam bunu çok iyi biliyordu, aslında yol o kadar uzun süre kapalı kalmıştı ki Andy yolu duymamıştı bile. Bu yüzden görevine bağlı bir uysallıkla gidiyor, sadece arada bir sızlanıp “Berbat, Jerry’nin ayakları için de kötü.” diye bağırıyordu.
“Şimdi sizi uyarıyorum.” dedi Haley. “Sizi bilirim; bütün bu velvelenizle beni bu yoldan döndüremezsiniz, o yüzden susun!”
“Efendi kendi dediği yerden gider!” dedi Sam, kederli bir boyun eğişle, aynı zamanda kötü bir olayın haberciliğini yaparcasına Andy’ye göz kırptı. Andy’nin sevinci artık patlama noktasına yaklaşmıştı.
Sam’in keyfi çok yerindeydi, -canla başla gözcülük yaptığı açıktı-arada bir yüksek bir tepede “bir kadın şapkası” gördüğünü söylüyor ya da “çukurdaki kişinin ‘Lizy’ olup olmadığını” Andy’ye soruyordu; bu uyarılarını hep yolun engebeli veya sarp yanına geldiklerinde yapıyordu, buralarda hızlanmak hepsi için bilhassa zordu ve bu da Haley’i sürekli kargaşa içinde tutuyordu.
Bu yönde bir saat kadar gittikten sonra, hepsi birden büyük bir çiftliğe ait olan avluya apar topar ve gürültülü bir iniş yaptılar. Görünürde tek bir kişi bile yoktu, bütün yardımcılar tarlalarda çalışıyordu ancak ambar bariz olarak yolun ortasında kare biçimiyle dikilirken, o yöndeki yolculuklarının sona erdiği açıktı.
“Bu benim efendiye söylediğim şey değil mi?” dedi Sam, incinmiş saf biri havasında. “Yabancı bir beyefendi nasıl olur da ülkeyi orada doğup büyümüş olan yerlilerden daha iyi bilebilir?”
“Seni alçak!” dedi Haley. “Bütün bunları biliyordun.”
“Ben bildiğimi söylemedim mi size ve siz de bana inanmadınız? Efendiye dedim ki oralar hep kapalı ve çitli, geçebileceğimizi beklemiyordum, Andy beni duydu.”
Bunlar tartışılmayacak kadar doğruydu ve şanssız adam elinden gelen zarafetle öfkesini yutmak zorunda kaldı ve üçü de sağa dönüp otoyol istikametine doğru hareket etti.
Tüm bu gecikmeler sonucunda, Eliza’nın köydeki salonda çocuğu uyutmasından üç çeyrek saat sonra, adamlar aynı yere atlarıyla geldiler. Eliza pencerede durmuş başka bir yöne bakıyordu ki Sam’in cin gibi gözleri onu seçti. Haley ve Andy iki metre arkadan geliyordu. Bu tehlikeli durumda Sam şapkasını havaya atmayı akıl etti ve yüksek, garip bir sesle de bağırdı. Bu ses kadını hemen ürküttü; birden geriye çekildi, bu arada bütün hepsi pencereyi süpürüp ön kapıya kadar geldi.
Eliza’ya o an binlerce yaşam yoğunlaşmış gibi geldi. Odasında nehre açılan bir yan kapı vardı. Çocuğunu kaptığı gibi doğru merdivenlerden fırladı. Kıyıda gözden kaybolurken, tüccar onu bir anlığına gördü ve kendini atından atarak Sam ve Andy’yi bağırarak çağırdı, bir geyiğin peşindeki av köpeği gibiydi. O baş döndürücü anda kadının ayakları yere değmiyordu sanki ve bir an sonra suyun kıyısındaydı. Hemen arkasından gelirlerken o da Tanrı’nın yalnızca umutsuzlara verdiği güçle cesaretlenmiş olarak vahşi bir çığlıkla uçarcasına bir adım atarak kıyıdaki yoğun akıntının üzerinden dümdüz ötedeki buz yığınının üzerine atladı. Umutsuz bir atlayıştı bu, çılgınlık ve çaresizlik olmasa imkânsızdı; bunu yaptığı sırada, Haley, Sam ve Andy içgüdüsel olarak bağırarak ellerini havaya kaldırdılar.
Kadının üzerine atladığı koca, yeşil buz kütlesi ağırlığı üzerine gelince çalkalanıp çatırdadı ama o orada bir dakika bile kalmadı. Çılgınca çığlıklar ve umutsuz bir güçle bir diğerine atladı ve oradan da bir diğerine; sendeleyerek, atlayarak, kayarak, tekrar yukarı sıçrayarak! Ayakkabıları gitmişti, çorapları yırtılmıştı, kan her adımını işaretliyordu ama o hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey hissetmiyordu ta ki bir rüyadaymış gibi bulanık Ohio tarafını ve bir adamın kıyıdan yukarıya ona yardım ettiğini görünceye dek.
“Sen her kimsen cesur bir kızsın!” dedi adam bir küfür sallayarak.
Eliza eski evinden pek de uzakta olmayan bir çiftliği olan adamın sesini ve yüzünü tanıdı.
“Ah, Bay Symmes! Beni kurtarın, lütfen beni kurtarın, lütfen beni saklayın!” dedi Eliza.
“Neden, neler oluyor?” dedi adam. “Bu Shelby’nin kızı değilse ne olayım!”
“Çocuğumu, bu oğlanı, sattı o! İşte efendisi o.” dedi, Kentucky kıyısını işaret ederek. “Ah, Bay Symmes, sizin de küçük bir oğlunuz var!”
“Evet var.” dedi adam, sertçe ama iyi niyetle onu dik kıyıdan çekerken. “Bunun yanında, çok cesur bir kızsın. Yürekliliği nerede görsem severim.”
Kıyının tepesine gelince adam durdu.
“Senin için bir şeyler yapmak isterim.” dedi. “Ama seni götürebileceğim bir yer yok. Sana yapabileceğim en iyi şey oraya gitmeni söylemek.” dedi, köyün ana caddesinin yanında tek başına duran geniş, beyaz evi işaret ederek. “Oraya git; iyi kalpli insanlardır. Orada hiçbir tehlike yok, sana yardım ederler. Bu tür şeylere alışkındırlar.”
“Tanrı sizi korusun!” dedi Eliza içten bir şekilde.
“Hiçbir durumda, dünyadaki hiçbir durumda.” dedi adam. “Senin için yaptığımın bir önemi yok.”
“Ah, elbette, efendim, kimseye söylemezsiniz değil mi?”
“Ağzından yel alsın, kızım! Arkadaşlar ne içindir? Söylemem elbet.” dedi adam. “Gel şimdi hadi, aklı başında bir kız gibi git. Sen özgürlüğünü kazandın ve bana göre alacaksın.”
Kadın çocuğunu göğsüne yaklaştırıp sert adımlarla yürüyerek hızla uzaklaştı. Adam durup ardından baktı.
“Shelby şimdi belki de bunun dünyanın en iyi komşuluğu olmadığını düşünebilir ama bir arkadaş ne yapabilir? Eğer benim kızlardan birini bu durumda yakalarsa o da bu şekilde yapabilir. Bir sebepten hiçbir yaratığın peşinde köpeklerle böyle çabalamasına ve soluk soluğa kendini kurtarmaya çalışmasına dayanamam. Bunun yanında avcı ve takipçi gibi diğer insanları yakalamak için bir neden göremiyorum.”
İşte böyle konuştu, yasal ilişkilerle ilgili eğitim almamış ve sonuç olarak da Hristiyan adaplı davranışlara sırtını dönmüş, eğer daha iyi durumda ve daha okumuş olsa, böyle davranmayacak olan bu garip, barbar Kentuckyli.
Haley, Eliza kıyının yukarısında gözden kayboluncaya kadar hayret dolu bakışlarla sahneyi izlemişti, sonra Sam ve Andy’ye boş, soran bakışlarını yöneltti.
“Bu katlanılabilir işe hakça vurulan bir darbe.” dedi Sam.
“İnanıyorum ki bu kızın içinde yedi şeytan vardı!” dedi Haley. “Nasıl da yaban kedisi gibi sıçradı!”
“Eh, şimdi.” dedi Sam, başını kaşıyarak. “Umarım Efendi bu yolu denediğimiz için bizi affeder. Bunun için yeterince canlı hissetmiyorum hiçbir şekilde!” ve Sam boğuk bir sesle kıkırdadı.
“Sen gül bakalım!” diye homurdandı tüccar.
“Tanrı sizi korusun efendim, şimdi buna engel olamıyorum.” dedi Sam, ruhunda uzun zamandır baskı altında kalmış coşkuyu dışa vurmuştu. “Atlarken ve sıçrarken, buz da çatlarken çok garip görünüyordu; onun sesi duyuluyordu, patır, kütür, foş, atla gibi sesler. Tanrı’m! Nasıl da gitti!” Sonra Sam’le Andy yanaklarından yaşlar süzülünceye dek güldüler.
“Ağzınızı diğer tarafa döndürüp güldüreceğim sizi!” dedi tüccar, sürücü kamçısını da başlarına salladı.
Her ikisi de sinerek bağıra çağıra kıyıdan yukarı koştular ve o yukarı gelmeden atlarına binmişlerdi.
“İyi akşamlar efendim!” dedi Sam büyük bir ciddiyetle. “Hanımımın Jerry ile ilgili olarak çok endişelendiğini düşünüyorum. Efendi Haley artık bizi istemez. Hanımım yaratıkları bu gece Lizy’nin ardından koşturduğumuzu duymak istemezdi.” Andy’nin böğrünü şakacıktan dürttü ve yola koyuldu, ardından diğeri tüm hızıyla takip ederken kahkahaları rüzgârda boğuldu.

VIII
Eliza’nın Kaçışı
Eliza nehrin diğer yanında umutsuzca kaçarken karanlık bastırmıştı. Akşamın yavaşça nehirden yükselen gri sisi o kıyıdan yukarıda kaybolurken onu sarmaladı ve kabarmış akıntıyla batıp çıkan buz kütleleri onunla peşindeki arasına umutsuz bir bariyer koydu. Bu yüzden Haley küçük hana yavaşça ve hoşnutsuzlukla ne yapılacağını düşünmek üzere döndü. Kadın ona eski bir halıyla kaplı küçük salonun kapısını açtı. Odada çok parlak siyah muşamba kaplı bir masa duruyordu, çeşitli uzunlukta, yüksek arkalı tahta sandalyeler, hafifçe tüten ızgaranın üstündeki şömine rafında göz alıcı renklerde alçı süsler, ocak boyunca uzanan uzun, sert, tahtadan rahatsızca bir kanepe vardı. Haley buraya insan umutlarının ve mutluluklarının genel değişkenliği üzerine düşünmek üzere oturdu.
“Şu küçük yaratıktan ne istedim sanki.” dedi kendi kendine. “Bana bir zenci gibi davranılmasını hak etmek için?” ve Haley pek de seçkin sayılmayacak bir dizi küfrü tekrarlayarak kendini rahatlattı, bunları doğru saymak için geçerli nedenler olsa da bu bir beğeni meselesi olduğu için bunu yapmayacağız.
Kapıda atından indiği belli olan birinin gür ve kaba saba sesiyle irkildi. Pencereye doğru aceleyle gitti.
“İşe bak! Şimdi bu takdiriilahi denen şeye en yakın şey değilse nedir.” dedi Haley. “İnanıyorum ki bu Tom Loker.”
Haley aceleyle dışarı çıktı. Odanın köşesinde barda duran kişi güçlü kuvvetli, kaslı bir adamdı, boyu iki metreye yakın ve geniş bir gövdesi vardı. Adam kabarık ve sert bir görünüm veren bizon kılından yapılmış bir palto giymişti, bu yüzündeki havaya tam olarak uyuyordu. Başındaki ve yüzündeki her organ ve çizgi, ölçüsüz gelişecek olan acımasız ve tereddütsüz bir şiddetin ifadesiydi. Aslında okuyucularımız adamın evine bir buldogun gelip şapka ve paltoyla yürüdüğünü düşünseler, adamın fiziğinin genel görünüşü ve etkisi hakkında uygunsuz bir fikirleri olmuş olmaz. Adamın yolculuk arkadaşı pek çok yönden adamın tam olarak zıddıydı. Kısa ve inceydi, hareketleri kıvrak ve kedi gibiydi, keskin siyah gözlerinde dikkatle bakan, sinsi bir ifade vardı, yüzünün her özelliği hâlden anlayacak şekilde yontulmuş görünüyordu; ince, uzun burnu genelde işlere burnunu sokmaya meraklı bir şekilde çıkıntı yapıyordu; parlak, ince, siyah saçları sabırsızca öne düşüyordu, tüm hareketleri ve değişimleri basit, dikkatli bir zekânın göstergesiydi. Koca adam büyük bir bardağa yarıya kadar saf ispirto döküp tek kelime etmeden hepsini yuvarladı. Ufak tefek adamsa ayak parmakları üzerinde duruyordu, başını bir o yana, bir bu yana çevirerek şişeleri dikkatle kokladıktan sonra sonunda ince ve titrek bir sesle ve büyük bir dikkatle naneli bir içki ısmarladı. İçkisi konduktan sonra aldı, doğru şeyi yapmış ve turnayı gözünden vurmuş bir adam havalarında keskin, keyfi yerinde bir tavırla ona baktı ve küçük, ihtiyatlı yudumlarla içmeye koyuldu.
“Eh, şimdi şansımın kapımı çalacağını kim bilebilirdi? Loker, nasılsın bakalım?” dedi Haley, ilerleyip elini koca adama uzatarak.
“Şeytan seni!” diye nazikçe yanıtladı. “Seni buraya ne getirdi, Haley?”
Adı Marks olan sinsi adam hemen içmeyi bıraktı ve kafasını ileri doğru uzatarak yeni tanıdığa cin gibi baktı, bir kedinin bazen kuru bir yaprağa ya da takibindeki bir objeye bakışı gibi.
“Diyorum ki, Tom, bu dünyadaki en şanslı olay. Bir sorunum var ve bana yardım etmelisin.”
“Ha? Ya! Öyle görünüyor!” diye hâlinden memnun tanıdığı homurdandı. “Kuşkun olmasın ki onu gördüğüne memnun olmuşsan biriyle bir işin vardır. Haberler nedir?”
“Burada bir arkadaşın mı var?” dedi Haley, Marks’a şüpheyle bakarak. “Belki de iş ortağı?”
“Evet öyle. İşte Marks! Natchez’de birlikte olduğum adam bu.”
“Tanıştığımıza memnun oldum.” dedi Marks, kuzgun pençesi gibi uzun, ince bir el uzatarak. “Sanırım Bay Haley?”
“Ben de öyle, bayım.” dedi Haley. “Şimdi baylar bu mutlu karşılaşmanın üzerine bence bu salonda kalıp bir şeyler alalım. O hâlde ihtiyar zenci.” dedi bardaki adama. “Bize sıcak su, şeker, puro ve doğru dürüst bir şeyler getir de eğlenelim.”
Böyle derken mumlar yandı, ızgaradaki ateş iyice canlandırıldı ve üç kafadarlar arkadaşlığı pekiştirici malzemeler önceden üzerine tek tek yayılmış olan bir masanın çevresine oturdular.
Haley garip sorunlarının acıklı beyanına başladı. Loker sustu ve onu soğuk, sert bir dikkatle dinledi. Endişeli ve oldukça huzursuz bir şekilde bir bardak punçu kendi garip damak zevkine uydurmaya çalışan, uğraşından arada sırada başını kaldırıp ona bakarak sivri burnunu ve çenesine neredeyse Haley’nin yüzüne sokacak olan Marks, tüm bu konuşmaya en içten ilgiyi gösterdi. Sonucu onu son derece neşelendirmiş gibi görünüyordu zira omuzları ve böğrü sessizce sarsıldı, ince dudakları içten gelen büyük bir neşeyle canlandı.
“O zaman seni iyice hallettiler, değil mi?” dedi. “He, he, he! Temiz iş çıkarmışlar da.”
“Bu çocuklar ticarette çok sorun çıkarıyor.” dedi Haley keyifsizce.
“Çocuklarını umursamayan bir kadın türü bulsaydık.” dedi Marks. “Söyleyeyim ki bildiğim en büyük modern gelişme olurdu bu.” Marks şakasını sakince yaptığı girişle destekledi.
“Sanırım öyle.” dedi Haley. “Hiçbir zaman anlayamadım, çocuklar başlarına bir yığın bela açıyor, sanırsın ki onlardan kurtulduğuna sevinirler ama öyle değil. Çocuk ne kadar bela açıyorsa hiçbir işe yaramaz, genelde de onlara daha çok yapışırlar.”
“Eh, Bay Haley.” dedi Marks. “Sıcak suyu getirir misiniz? Evet, efendim, hepimizin ne düşündüğünü dile getirdiniz. Bir zamanlar ticaretteyken bir kız almıştım; sıkı, güzel, genç bir kadındı ve oldukça da akıllıydı, berbat şekilde hasta bir çocuğu vardı; sırtı kamburdu, öyle ya da böyle, onu yetiştirmeyi deneyecek olan bir adama verdim, öyle fazla para tutmadı. Kızın bunun için ağlayıp sızlayacağı aklıma gelmedi ama Tanrı’m nasıl sızlandı görseniz. Aslında kadının çocuktan hasta, baş belası olduğu ve onun canını sıktığı için kurtulmak istediğini sandım, üstelik numara da yapmıyordu, bayağı bir ağladı ve kötürüm gibi dolaştı, sanki bütün arkadaşlarını kaybetmiş gibi. Düşününce bile komik geliyor. Tanrı’m, kadınların düşüncelerinin sonu gelmiyor.”
“Eh, benim için de öyle.” dedi Haley. “Geçen yaz Red Nehri’nde güzel görünen bir çocuğuyla beraber bir kız aldım, çocuğun gözleri seninki kadar parlaktı ama işe gel ki çocuk taş gibi sağırdı. Eh, gördüğünüz gibi çocuğu elden çıkarmakta bir sakınca olmadığını düşündüm ve bir şey söylemedim, bir fıçı viskiyle güzelce takas ettim ama onu kızdan almaya gittiğimde kız kaplan kesildi. Daha işlere başlamadan önceydi ve köleleri zincirlememiştim; yaptığı şey bir pamuk balyasının üstüne kedi gibi atlamak, güverte tayfalarının birinin elinden bıçağı kapmaktı ve işe yaramadığını görünceye kadar bir dakika boyunca havada uçtu. Bir anda döndü ve önce çocuğun kafasını yakaladı, sonra ikisi de nehre. Küt diye dibe indiler ve bir daha da çıkmadılar.”
“Pöh!” dedi Tom Loker, bu hikâyeleri bastırmaya çalıştığı bir tiksintiyle dinliyordu. “İkiniz de sümsüksünüz! Benim kızlar böyle parlak numaralar yapmaz, size söyleyeyim!”
“Elbette! Bunu nasıl beceriyorsun?” dedi Marks şevkle.
“Becermek mi? Eğer bir kız aldıysam ve satılacak bir çocuğu varsa sadece yürüyüp yumruğumu yüzüne dayarım ve şöyle derim, ‘Bana bak şimdi, eğer bana tek bir söz edersen, yüzünü dağıtırım. Tek sözcük bile duymayacağım, ilk harfini bile.’ Böyle derim onlara. ‘Bu çocuk benim, senin değil ve onunla bir işin yok. İlk fırsatta satacağım, haberin olsun, bununla ilgili numara yapma, yoksa doğduğuna pişman ederim.’ Bu işte hiç şakam olmadığını anlarlar. Balıklar gibi suspus yaparım onları ve eğer biri başlayıp viyaklayacak olursa…” ve Bay Loker sonucu en iyi biçimde açıklayacak şekilde güm diye yumruğunu indirdi.
“Buna vurgu da diyebilirsin.” dedi Marks. Haley’yi dürterek ve yine bir kıkırtı bırakarak. “Tom garip biri değil mi? He, he! Diyorum ki Tom sen onların anlamasını sağlıyorsun, zira tüm zencilerin kafaları yün gibi. Ne demek istediğini tam olarak anlamaları lazım, Tom. Eğer sen şeytan değilsen Tom, onun ikiz kardeşisin, sana bunu söyleyeyim!”
Tom alçak gönüllülükle iltifatı kabul etti ve tutarlı olduğu kadar rahat da görünmeye başladı, John Bunyan’ın dediği gibi, “O köpeksi doğasıyla.” Akşam havasının tadını çıkartan Haley ahlaki değerlerinde hissedilir bir artış ve genişleme hissetmeye başladı, aynı koşullardaki ciddi ve derin düşünülen değişimlerde beyler arasında garipsenecek bir olgu değil.
“Eh, şimdi, Tom.” dedi. “Sen gerçekten kötüsün, sana hep dediğim gibi; biliyorsun sen ve ben eskiden bu meseleleri Natchez’de konuşurduk, sana onlara iyi davranarak tam olarak küpümüzü doldurabileceğimizi, o yıl iyi geçinebileceğimizi kanıtlamıştım, hem de kötünün kötüsü olur da elimizde bir şey kalmazsa sonunda elimizde bir şansımız daha olur, bilirsin.”
“Pöh!” dedi Tom. “Bilmiyor muyum? Senin meselelerinle beni daha fazla hasta etme, midem şimdi biraz bulanıyor.” ve Tom yarım bardak kadar sek konyak içti.
“Diyorum ki.” dedi Haley, sandalyesinde arkasına yaslanarak etkili bir jest yaptı. “Bunu şimdi söylüyorum, her adam gibi ben de ticareti her şeyin önünde tutarak para kazanmak üzerine yaptım ama sonra ticaret her şey değil ve para her şey değil çünkü hepimizin ruhu var. Şimdi beni kimin duyduğunu umursamıyorum, sanırım üzerimde kem göz var, o yüzden söylesem iyi olur. Ben dine inanıyorum ve bir gün işlerimi tam olarak yoluna koyunca kendi içime dönmeyi tasarlıyorum, gerektiğinden fazla kötülük yapmanın kime yararı var? Bana mantıklı gelmiyor.”
“Kendi içine dönmek mi!” diye tekrarladı Tom kibirlice. “İçinde bir ruh bulmak için iyice bir bakış atacak, bu defterleri kapatacaksın. Eğer şeytan seni kıl elekten geçirirse kimseyi bulamayacak.”
“Tom gücenmiş gibisin.” dedi Haley. “Arkadaşın iyiliğin için konuşunca neden güzellikle kabul etmiyorsun?”
“Şu çeneni kapa.” dedi Tom sertçe. “Çoğu konuşmana katlanabiliyorum ama o dindar konuşmaların beni öldürüyor. Her şey bir yana, farkımız ne? Biraz daha düşüncelisin ya da daha çok hislerin var. Açık, düpedüz, köpekçe adilik, bu senin şeytanı kandırmaya ve postu kurtarmaya çalışman, sanki görmüyor muyum? Senin deyiminle bu din edinme meselesi nihayetinde her yaratık için kaypakça. Hayatın boyunca şeytana borcun biriksin, sonra da ödeme zamanı gelince sıvış! Hop!”
“Hadi gelin beyler, bu iş böyle olmaz.” dedi Marks. “Konulara değişik açılardan bakılabilir, biliyorsunuz ki. Şüphesiz ki Bay Haley çok iyi bir adam, kendi vicdanı var, Tom senin de kendi alışkanlıkların var ve bazıları da çok iyi ama tartışma hiçbir amaca hizmet etmez. Hadi işe devam edelim. Şimdi, Bay Haley, ne olduğunu söyleyin. Bu kızı yakalama işini üstlenmemizi istiyorsun.”
“Kız benim değil, o Shelby’nin; sadece oğlan. Maymunu aldığım için enayiymişim!”
“Sen genelde enayisin!” dedi Tom sertçe.
“Hadi gel Loker, kabadayılık etme.” dedi Marks, dudaklarını yalayarak. “Görüyorsun ki Bay Haley bize iyi bir iş öneriyor, zannederim; bir rahat dur, bu anlaşmalar benim uzmanlık alanım. Bu kız, Bay Haley, nasıl biri? Neyin nesi?”
“Eh! Beyaz ve güzel, iyi yetişmiş. Shelby’ye onun için sekiz yüz ve bin teklif ettim, sonra daha çok kazanırım.”
“Beyaz ve güzel, iyi yetişmiş!” dedi Marks, keskin gözleri, burnu ve ağzına iş yüzünden canlılık gelmişti. “Bak buraya Loker, çok güzel bir açılış. Burada kendi hesabımıza iş yapacağız. Elbette oğlanı yakalayıp Bay Haley’ye vereceğiz, kızı da Orleans’a götürüp vurgun yapacağız. Güzel değil mi?”
Tom’un bu konuşma sırasında yarı açık olan kaba ağzı birden kapandı, sanki büyük bir köpeğin bir parça eti kapması gibi. Fikri acelesi olmadan hazmediyormuş gibiydi.
“Görüyorsunuz.” dedi Marks Haley’ye, bu sırada da punçunu karıştırıyordu. “Görüyorsunuz ya, her derde devayız, her küçük işi mantıklıca yaparız. Tom, darbeyi vurur ve ben de baştan aşağı giyinmiş olarak, parlayan çizmelerle gelirim, iş güvene gelince her şey birinci sınıf. Göreceksiniz şimdi.” dedi Marks, profesyonelliğinden gurur duyarak. “Nasıl nabza göre şerbet verildiğini. Bir gün New Orleans’tan Bay Twickem’im; başka bir gün Pearl Nehri’ndeki çiftliğinde yedi yüz zenci çalıştıran biri; sonra Henry Clay’in uzaktan akrabası veya Kentucky’den ihtiyar bir horoz. Yetenek başka bir şey, bilirsiniz. Şimdi Tom dövüş ya da kavgada kükrer ama yalan söylemede iyi değil, Tom beceremez. Bu ona doğal gelmez ama Tanrı’m bu ülkede her şeye yemin edecek, tüm koşulları belirleyip asık suratını sergileyecek, benden daha iyi iş götürecek biri varsa onu tanımak isterim, hepsi bu! Tüm kalbimle inanıyorum ki eğer yasalar şimdikinden daha ayrıntılı olsaydı idare eder, kıvırırdım. Bazen daha ayrıntılı olmalarını diliyorum, daha çok keyif alırdım, öyle olsaydı, daha eğlendirici olurdu, bilirsiniz.”
Tom Loker daha önce anlattığımız gibi yavaş düşüncelerin ve hareketlerin adamıydı. Burada ağır yumruğunu masaya vurarak her şeyi şangırdatıp Marks’ı böldü, “Böyle olacak!” dedi.
“Tanrı seni korusun, Tom, tüm bardakları kırmana gerek yok!” dedi Marks. “Yumruğunu gerekli olan zamana sakla.”
“Ama beyler kârı nasıl paylaşacağız?” dedi Haley.
“Senin için oğlanı yakalamamız yetmiyor mu?” dedi Loker. “Ne istiyorsun?”
“Eh.” dedi Haley. “Eğer size bir iş veriyorsam bir değeri olmalı, diyelim ki yüzde on. Kâr üzerinden, giderler ödenmiş.”
“Şimdi.” dedi Loker, muazzam bir küfür savurarak ağır yumruğunu masaya indirdi. “Seni bilmiyor muyum, Dan Haley? Sakın üstüme geleyim deme! Diyelim ki Marks ve ben bu yakalama işini aldık, sadece senin gibi bir beyefendiye yardım edip kendimize hiçbir şey almayacak mıyız? O kadar uzun boylu değil! Kızı alıp gideriz ve sen de ses çıkarmazsın, yoksa ikisini de alırız. Buna kim engel olabilir? Bize oyunun kurallarını mı gösteriyorsun? Sana olduğu gibi bize de serbest, umarım. Eğer sen ya da Shelby bizi izlemek isterse geçen seneki keklikler nerede bir bak; eğer onları ya da bizi bulabilirsen, ne âlâ.”
“Ah, elbette, öyle olsun.” dedi Haley panikle. “İş için oğlanı yakalayın; benimle uzun süre ticaret yaptınız, Tom ve senin istediğin olurdu.”
“Bunu biliyorsun.” dedi Tom. “Ben senin o ağlama numaralarını yapmam ama kendi hesabıma şeytana da yalan söylemem. Dediğimi yaparım, yapacağım da bunu biliyorsun, Dan Haley.”
“Aynı dediğin gibi öyle söyledim, Tom.” dedi Haley. “Eğer oğlanı bir hafta içinde yerini sizin söyleyeceğiniz bir yere getirmeye söz verirsen tek istediğim bu.”
“Ama benim tek istediğim bu değil.” dedi Tom. “Seninle Natchez’de boşuna iş yaptığımı düşünmüyorsun herhâlde Haley;
balığı yakalayınca, tutmayı öğrendim. Elli dolar çıkar, yoksa bu çocuk peşine düşmem. Seni bilirim.”
“Elinde yaklaşık bin ya da altı yüz temiz kâr getirebilecek bir iş varken, mantıksız davranıyorsun Tom.” dedi Haley.
“Evet, gelecek beş haftayı elimizden geleni yapmak için bu işe ayırmadık mı? Diyelim ki her şeyi bıraktık ve senin çocuğun peşinden gittik, sonunda kızı da yakalayamadık. Kadınlar şeytan gibi olur yakalamak isteyince. Sonra ne olacak? Bize tek sent öder miydin, yapar mıydın? Senin ne yapacağını görebiliyorum, ah! Hayır, hayır, elliyi çıkar. Eğer işi yapar ve parayı alırsak sana geri veririm; eğer öyle olmazsa, çektiğimiz zahmetin bedeli olur. Bu uzun iş, değil mi, Marks?”
“Elbette, elbette.” dedi Marks, uzlaştırıcı bir tonla. “Bu sadece avukatlık ücreti, gördüğün gibi. He, he, he! Biz avukatlar, malum. Eh, hepimiz iyi davranışlar içinde olmalı, işi kolaylaştırmalıyız, biliyorsunuz. Tom istediğin bir yere çocuğu getirir, değil mi Tom?”
“Eğer çocuğu bulursam Cincinnati’ye getirir ve Granny Belcher’in inişine bırakırım.” dedi Loker.
Marks cebinden yağlı bir cep defteri çıkardı ve oradan uzun bir kâğıt alarak oturdu, keskin siyah gözlerini üzerine dikip içeriğini mırıldanmaya başladı: “Barnes-Shelby Bölgesi-Jim çocuk, onun için üç yüz dolar, ölü ya da diri.”
“Edwards, Dick ve Lucy, karı koca, altı yüz dolar; fahişe Polly ve iki çocuğu, kadın veya kafası için altı yüz dolar.”
“İşlerimizin üzerinden geçiyorum, bu yılı kazasız belasız atlatabilir miyiz ona bakıyorum, Loker.” dedi bir süre durakladıktan sonra. “Adams ve Springer’ı da bu işe dâhil etmeliyiz; bir süredir işleri vardı.”
“Çok fazla isterler.” dedi Tom.
“Ben onu ayarlarım; bu işte yeniler ve ucuza çalışmayı beklemeliler.” dedi Marks, okumaya devam ederken. “Onların üçü kolay işte çalışır çünkü tek yapmaları gereken onları vurmak ya da vurduğuna yemin etmek; elbette, bunun için fazla istemezler. Diğer işlerdeyse.” dedi kâğıdı katlayarak. “Belayı savuşturacaktır. Şimdi ayrıntılara gelelim. Şimdi, Bay Haley, bu kızın karaya çıktığını gördünüz mü?”
“Kuşkusuz, sizi gördüğüm kadar net.”
“Kıyının üstünde ona yardım eden bir adam ha?” dedi Loker.
“Kuşkusuz onu da gördüm.”
“En büyük olasılık.” dedi Marks. “Bir yere götürüldüğü ama neresi, soru bu. Tom, sen ne diyorsun?”
“Bu gece nehri geçmeliyiz, hata olmamalı.” dedi Tom.
“Ama kayık yok çevrede.” dedi Marks. “Buzlar korkunç biçimde yuvarlanıyor, Tom. Bu tehlikeli olmaz mı?”
“Bu konuda bir şey bilmiyorum. Sadece yapılması gerekiyor.” dedi Tom kararlı bir şekilde.
“Aman Tanrı’m.” dedi Marks, huzursuzca. “Olacak da… Diyorum ki…” dedi, pencereye yürüyerek. “Kurt ağzı kadar karanlık dışarısı ve Tom…”
“Sözün kısası, sen korkuyorsun, Marks ama buna bir şey yapamam. Gitmek lazım. Diyelim ki sen daha başlamadan kızı yer altından Sandusky’ye veya bir yerlere taşıyıncaya kadar sen bir iki gün yattın.”
“Ah, hayır; zerre kadar korkmuyorum.” dedi Marks. “Sadece…”
“Sadece ne?” dedi Tom.
“Eh, kayıkla ilgili. Gördüğün gibi hiç kayık yok.”
“Kadının bu akşam bir tane geleceğini söylediğini duydum ve bir adam onunla geçecekmiş. Ya hep, ya hiç, onunla gitmeliyiz.” dedi Tom.
“Umarım iyi köpekleriniz vardır.” dedi Haley.
“Birinci sınıf.” dedi Marks. “Ama ne işe yarar? Kadının koklatacak bir şeyi yok.”
“Evet, var.” dedi Haley, zafer kazanmış gibi. “Aceleyle çıkarken yatağın üzerinde bıraktığı şalı var, şapkasını da bırakmış.”
“Şansımız yaver gidiyor.” dedi Loker. “Ver bakalım şunları.”
“Kadın habersizken saldırırlarsa köpekler zarar verebilir.” dedi Haley.
“Buna dikkat etmeliyiz.” dedi Marks. “Bizim köpekler bir keresinde Mobile’da biz oraya yetişmeden bir adamı parçalara ayırmışlardı.”
“Eh, bu tipler görünüşü için satılır, öbür türlü işe yaramaz.” dedi Haley.
“Anlıyorum tabii.” dedi Marks. “Bunun yanında eğer tongaya basarsa o denli gidemez. Bu yaratıkların taşındığı eyaletlerde köpeklere güven olmaz. Elbette onları izleyemezsiniz. Sadece tarlalarda işe yarar, zencilerin kendi kendilerine koştuğu ve yardım almadığı.”
“Eh.” dedi Loker, biraz araştırma yapmak için bardan çıkmıştı. “Adamın kayıkla geleceğini söylüyorlar, öyleyse Marks…”
Bu değerli zat ayrılacağı rahat yere hazin bir bakış attı ama yavaşça çağrısına uyarak ayağa kalktı. Daha sonraki işlerle ilgili birkaç söz söyledikten sonra Haley belli olan bir gönülsüzlükle elli doları Tom’a verdi ve bu saygın üçlü gece için ayrıldılar.
Bizim seçkin ve Hristiyan okuyucularımız bu sahnenin onlara tanıştırdığı topluluğa itiraz ederlerse zamanla ön yargılarından kurtulmalarını rica edelim. Onlara hatırlatmamıza izin versinler, yakalama işi yasal ve vatansever bir mesleğin itibarıyla yükseliyor. Mississippi ve Pasifik arasındaki geniş araziler bedenler ve ruhlar için büyük bir pazara dönüşürse ve insan mal olarak on dokuzuncu yüzyılın başta gelen eğilimlerinden biri olmayı sürdürürse tüccar ve avcılar aristokrasimiz arasında sayılabilir.
Handa bu sahne geçerken, büyük bir kutlama havası içerisindeki Sam ve Andy eve doğru yola koyuldular.
Sam kendini tüy gibi hissediyordu ve sevincini her türlü garip bağırış ve haykırışla, tüm bedeninin tuhaf hareketleri ve eğilişiyle gösterdi. Bazen yüzü atın kuyruğu ve böğrüne dönük ters oturuyor, sonra bir çığlık ve taklayla tekrar yerine geçiyordu ve ciddi bir ifadeyle, yüksek sesle gülerek ve saf taklidi yaparak Andy’ye ders vermeye başlıyordu. Çok geçmeden kollarıyla yanlarına vurarak geçtikleri sırada yaşlı ormanı çınlatan gülme seslerine boğuldu. Tüm bu değişik hareketlerle atları son süratle götürmeyi başardı, ta ki on ile on bir arasında, nalların sesi balkonun sonundaki çakıllarda duyuluncaya kadar. Bayan Shelby parmaklıklara doğru uçarcasına gitti.
“Sen misin Sam? Neredeler?”
“Efendi Haley handa dinleniyor, çok fena yoruldu hanımım.”
“Peki Eliza, Sam?”
“Eh, o Ürdün’e geçti. Kenan topraklarında bile denilebilir.”
“Sam, sen ne demek istiyorsun?” dedi Bayan Shelby, bu kelimelerin muhtemel anlamını kavradığında nefesi tıkandı ve neredeyse bayılıyordu.
“Eh, hanımım, Tanrı kullarını korur. Lizy nehirden Ohio’ya sanki Tanrı onu iki atlı ateşten bir arabayla almış gibi dikkate şayan bir biçimde gitti.”
Sam’in dindar damarı her zaman hanımının yanında alışılmadık şekilde kabarırdı ve kutsal kitaptaki figürler ve şekiller gibi konuşurdu.
“Buraya gel, Sam.” dedi onu verandada takip eden Bay Shelby. “Ona istediği şeyi anlat. Gel, gel, Emily.” dedi kolunu ona dolayarak. “Üşümüşsün, titriyorsun, kendini çok fazla duygularına kaptırıyorsun.”
“Duygularına çok fazla kaptırmak mı! Ben bir kadın değil miyim, bir anne değil miyim? Bu zavallı kız için Tanrı’ya ikimiz de sorumlu değil miyiz? Tanrı’m! Bu günahtan bizi koru.”
“Ne günahı, Emily? Sen de gördün ki biz sadece yapmak zorunda olduğumuz şeyi yaptık.”
“Ama bununla ilgili kötü bir suçluluk duygusu var içimde.” dedi Bayan Shelby. “Ondan kaçamıyorum.”
“Hadi Andy, seni zenci, canlan!” diye verandanın altından seslendi Sam. “Bu atları ahıra götür, duymuyor musun efendi çağırıyor?” ve Sam elinde palmiye yaprağıyla çok geçmeden salon kapısında belirdi.
“Şimdi Sam, bize ayrıntısıyla neler olduğunu anlat.” dedi Bay Shelby. “Eliza nerede, biliyor musun?”
“Eh, efendim, onu kendi gözlerimle yüzen buzun üzerinden geçerken gördüm. Şaşılacak şekilde aştı orayı, bir mucize de değildi, Ohio tarafında bir adamın ona yardım ettiğini gördüm ve sonra alaca karanlıkta kayboldu.”
“Sam, bence bunun doğruluğu şüpheli, bu mucize. Yüzen buzun üzerinde geçmek kolay değil.” dedi Bay Shelby.
“Sakin olun! Tanrı’nın yardımı olmadan kimse yapamazdı. Bakın şimdi.” dedi Sam. “Şöyle oldu. Efendi Haley, ben ve Andy nehrin kıyısındaki küçük hana geldik ve ben biraz önden gidiyordum. Lizy’yi yakalamaya öylesine hevesliydim ki kendimi tutamıyordum, mümkün değil. Hanın yanındaki sarmaşıklara vardığımda, o da oradaydı, tam karşımda, öbürleri de arkadan geliyordu. Eh, ben de şapkamı fırlatıp ölüyü kaldıracak kadar bağırdım. Elbette Lizy duydu ve Efendi Haley kapıyı geçerken çekilip kaçtı; sonra yan kapıdan çıkıp nehrin kıyısına gitti. Efendi Haley onu görüp bağırdı. O, ben ve Andy arkasından gittik. O nehrin kıyısına geldi ve kıyıda üç metre genişliğinde akıntı vardı, öbür taraftaysa buz sanki kocaman bir ada gibi sallanıyor, aşağı yukarı batıp çıkıyordu. Onun tam arkasına geldik, onu kesin yakalar diye düşündüm. O zaman hiç duymadığım bir çığlık koyverdi ve işte oradaydı, akıntının öbür tarafına geçmiş, buzun üstündeydi. Sonra çığlık ata ata atlamaya devam etti. Buzlar kırıldı! Şap, çatır, tok ve bir beygir gibi zıplıyordu! Tanrı’m, kızın yaptığı sıçrayışı ben pek görmedim, fikrime göre öyle.”
Sam öyküsünü anlatırken, Bayan Shelby heyecandan beti benzi atmış şekilde sessiz sedasız oturuyordu.
“Tanrı’ya şükür, ölmemiş!” dedi. “Ama o zavallı çocuk nerede şimdi?”
“Tanrı onu korur.” dedi Sam, huşu içinde gözlerini devirerek. “Dediğim gibi takdiriilahi ve hanımımın bize bu yolu gösterdiği gibi davranıyoruz. Biz Tanrı’nın isteklerini yerine getiriyoruz. Eğer ben olmasaydım, bugün onlarca kez yakalanmıştı. Bu sabah atları kovalamaya başlayıp ta akşam yemeğine kadar bunu yapmadım mı? Efendi Haley’yi bu akşam yolun sekiz kilometre uzağına çekmedim mi? Yoksa zencinin peşindeki köpek gibi kolaylıkla Lizy’le çıkıp gelirdi. Bunlar hep takdiriilahi.”
“Bunlar ihtiyatlı davranman gereken takdiriilahiler, Sam Efendi. Evimde beyefendilere böyle davranmana izin veremem.” dedi Bay Shelby, koşullar elverdiğince kontrol edebileceği kadar katı konuşmuştu.
Bir zenciyi bir çocuk gibi inandırmaya çalışırken sinirlenmenin bir faydası yoktur. İkisi de tam tersine inandırmaya çalışma gayretlerine rağmen içgüdüsel olarak olayı olduğu gibi görürler. Sam’in bu azardan ümidi zerre kadar kırılmamasına karşın sıkıntılı bir tehlike havası sezdi ve pişman bir şekilde ağzının uçları sarkmış kalakaldı.
“Efendi çok haklı, çok; çok çirkin bir şey yaptım, bunu tartışmaya gerek yok ve elbette efendim ve hanımım böyle işleri onaylamaz. Bunlara karşı duyarlıyım ama benim gibi zavallı bir zenci şaşılacak şekilde bazen böyle çirkin davranışlara yöneliyor, Efendi Haley gibileri seçkin davranışlara zarar verince; hiçbir şekilde bir beyefendi değil, benim gibi yetişmiş biri bunu görmeden edemiyor.”
“Eh, Sam.” dedi Bayan Shelby. “Hatalarına karşı uygun duyguların olduğuna göre, şimdi gidip Chloe Teyze’ye bugün akşam yemeğinden arta kalan soğuk domuz etinden vermesini söyleyebilirsin. Sen ve Andy aç olmalısınız.”
“Hanımım bize karşı fazlasıyla iyi.” dedi Sam, şevkle eğilip dışarı çıktı.
Daha önce de bahsedildiği gibi fark edilecek ki Sam Efendi’nin şüphesiz onu politik hayatın tepesine taşıyacak olan doğal bir yeteneği vardır. Bu, kendisine övgü ve zafer yaratmak üzere meydana gelen her şeyden kazanç sağlama yeteneğidir. Düşündüğü gibi salondakilerin memnuniyetini kazanacak şekilde dindar ve alçak gönüllü davrandıktan sonra palmiye yaprağını kafasına serbest, kaygısız bir tavırla koyuverdi ve mutfakta muvaffak olmak gayesiyle Chloe Teyze’nin idaresine yollandı.
“Bu zencilere bir nutuk çekmeli.” dedi Sam kendi kendine. “Şimdi şans ayağıma geldi. Tanrı’m, bana baksınlar diye takır tukur konuşacağım.”
Sam’in özel zevklerinden birisi gözlendiği gibi efendisiyle her tür politik toplantıda bulunmaktı. Burada ya bir parmaklığa tüner ya da bir ağacın tepesine yerleşir, kolayca anlaşılan büyük bir iştahla konuşmacıları seyreder ve sonra kendi renginden kardeşlerinin arasına inerek aynı konu üstünde onları çevresine toplayıp komik parodiler ve taklitlerle onları eğitir ve eğlendirirdi, bütün bunları da vakur bir samimiyet ve ciddiyetle yapardı. Yakınındaki dinleyiciler genelde kendi renginden olmasına karşın, daha açık renkli olanların dinleyerek, gülerek ve Sam’in müthiş kendini kutlamasına göz kırparak onlara yaklaşması pek de az görülmezdi. Aslında Sam hitabeti mesleği gibi görür ve kendini övmek için hiçbir fırsatı kaçırmazdı.
Sam ve Chloe Teyze arasında eski zamanlardan beri bir tür kronik düşmanlık, daha doğrusu karar verilmiş bir soğukluk vardı ama Sam işleyişinin gerekli ve apaçık temeli olarak koşullarını derinden düşünürken bu durumda son derece barışçıl davranmaya karar verdi. Zira “hanımının emirleri”nin şüphesiz sonuna kadar izlenecek olduğunu biliyor olsa da ruhunu da bu işe katarak epey bir kazanç sağlayabilirdi. Bu yüzden Chloe Teyze’nin karşısına içe dokunan yumuşak, uysal bir ifadeyle çıktı, sanki eziyet görmüş birinin adına ölçüsüz zorluklar çekmiş biri gibiydi. Hanımının yeme içme konusunda Chloe Teyze’ye onu gönderdiği gerçeğini abartarak aktardı. Üstüne de yemek işlerindeki hakkına ve üstünlüğüne dair şeylerden açık bir şekilde ona söz etti.
İşler yolunda gitti. Seçim propagandası için çalışan bir politikacının hiçbir yoksul, basit, erdemli bir kişiyi ikna edişi, Chloe Teyze’yi Sam Efendi’nin tatlı dilliliğiyle kazandığından daha kolay kazanılmamıştır. Eğer mirasyedi bir oğlan olsaydı bile, daha fazla analara özgü eli açıklıkla sarılıp sarmalanmazdı. Çok geçmeden kendini oturmuş, geniş bir teneke tepside geçmiş iki üç gündür sofraya çıkan her şeyi içeren türlü türlü yemeklerle mutlu ve muzaffer buldu. Lezzetli domuz eti parçaları, altın renkli mısır ekmeği dilimleri, akla gelen her geometrik biçimde turtalar, tavuk kanatları, taşlıklar ve butlar, hepsi de resim gibi karmakarışık görünüyordu. Sam gördüğü her şeye hükmederek, palmiye yaprağı neşeyle bir yana yatmış olarak ve sağ yanında Andy’yi denetleyerek oturdu.
Mutfak günün kahramanlığının sona erişini duymak için çeşitli kulübelerden aceleye gelerek içeriyi doldurmuş arkadaşlarıyla doluydu. Şimdi Sam’in zafer saatiydi. Günün hikâyesi etkisini artırmak için gerekli olan her türlü süs püsle anlatıldı zira Sam, moda olan sanat meraklıları gibi hikâyenin ellerinden geçerek yaldızlarının dökülmesine hiçbir zaman izin vermezdi. Anlatılanlara kahkaha gürültüleri eşlik ediyor ve gülüşler değişik sayılarda yerde yatan ya da her köşeye tünemiş çoluk çocuk tarafından uzatılıyordu. Ancak Sam hareketsiz ciddiyetini koruyordu, sadece zaman zaman gözlerini yuvalarında devirerek konuşmasındaki duygusal yükselişleri bozmadan, dinleyicilere anlatılmaz gülünç bakışlar atıyordu.
“Gördüğünüz gibi hemşehrilerim.” dedi Sam, bir hindi budunu coşkuyla havaya kaldırarak. “Gördüğünüz gibi, bu evlat orada hepinizi savundu, evet, hepsi sizin içindi. O adam için insanlarımızdan birini almak hepsini almak gibiydi; gördüğünüz gibi ilke aynı, bu açık. O takipçilerden biri insanlarımızı koklayarak gelirse yolunda beni bulur; karşısına çıkacak olan benim, hepinizin baş vuracağı adam benim, ben sizin haklarınız için direnirim, son nefesime kadar onları savunacağım!”
“Ama Sam bana bu sabah efendiye Lizy’yi yakalamak için yardım edeceğini söyledin; görünüşe göre konuşman birbirini tutmuyor.” dedi Andy.
“Şimdi sana söyleyeceğim, Andy.” dedi Sam, fena hâlde üstünlük taslayarak. “Fikir sahibi olmadığın şeyler hakkında konuşma; senin gibi oğlanlar Andy, iyi niyetlidirler ama hareketlerdeki büyük ilkelere başvurması beklenemez.”
Andy özellikle kritik sözcük başvurmak ile azarlanmış gibi olsa da topluluktaki daha genç üyelerin çoğu bunu olayı son bulduran cevap olarak gördüler, Sam devam etti.
“Bu vicdandı Andy; Lizy’nin peşinden gidildiğini düşününce efendinin de o şekilde düşünmesini bekledim. Hanımımın tam tersi düşündüğünü öğrenince, daha vicdanlı geldi. Çünkü hanımımın tarafını tutarak daha çok kazanırız. Gördüğünüz gibi iki türlü de inat ettim ve vicdana sarıldım, ilkelere tutundum. Evet, ilkeler.” dedi Sam, elindeki tavuk boynuna coşkulu bir hamle yaparak. “Eğer üzerinde diretilmeycekse ilkelerin ne yararı var, bunu bilmek isterim. İşte Andy, şu kemiği alabilirsin, tam temizlenmemiş.”
Sam’in dinleyicileri ağızları açık onu dinliyorlardı, o da elinden başka şey gelmez gibi devam etti.
“Bu diretme meselesi zenci arkadaşlar.” dedi Sam, derin bir konuya giren birinin havasıyla. “Bu diretme meselesi pek çoklarının çok açıkça anlayamadığı bir şey. Şimdi gördüğünüz gibi biri gündüz bir şeyi savunsa ve gece de tam tersini, insanlar (Doğal olarak yeter derler.) neden diretmiyor derler. Bana şu mısır ekmeğinden bir parça ver, Andy. Yine de işin içine girelim. Hanımlar ve beyler, umarım kullanacağım benzetmenin basitliğini bağışlarsınız. İşte! Diyelim ki saman yığınının üzerine çıkmaya çalışıyorum. Eh, merdivenimi bu yana dayarım, olmazsa orayı artık denemem, onun yerine merdivenimi diğer tarafa dayarım, şimdi diretmedim mi? Merdiven hangi tarafta olursa olsun, yukarı çıkmak için direndim. Görmüyor musunuz, her şey size bağlı.”
“Senin bugüne kadar tek direttiğin şeyi ancak Tanrı bilir!” diye mırıldandı Chloe Teyze, giderek yerinde duramıyordu; akşamın neşesi ona Kutsal Kitap’taki “güherçilenin üstündeki sirke” benzetmesini hatırlatıyordu.
“Evet, elbette!” dedi Sam, geceyi kapatmak için son bir çabayla karnı yemekle ve kendisi zaferle dolu olarak ayağa kalktı. “Evet, hemşehrilerim ve bayanlar, benim ilkelerim var, onlarla gurur duyuyorum, bu zamanda bu ayrıcalıktır ve hep öyle olmuştur. İlkelerim var ve onlara kırkındaymış gibi sarılırım. İlke olan her şeye giderim, beni canlı canlı yaksa umursamam. Dosdoğru olaya giderim, bunu yapar ve ilkelerim için, ülkem için, toplumun hayrı için kanımı son damlasına kadar dökerim derim.
“Eh.” dedi Chloe Teyze. “İlkelerinden biri de bu gece çok geçmeden yatağa girip herkesi sabaha kadar ayakta tutmamak olmalı; şimdi gülmekten çatlamak istemeyen çocuklar çabuk toparlansanız iyi olur.”
“Zenciler! Hepinize sesleniyorum.” dedi palmiye yaprağını sevecenlikle sallayan Sam. “Size şükranlarımı iletiyorum; şimdi yatağınıza gidin ve iyi çocuklar olun.”
Bu acıklı hayır duasıyla toplananlar dağıldı.

IX
Senatörün de Bir İnsan Olduğunun Belli Olması
Senatör Bird uzaklarda, siyasi gezilerindeyken karısının onun için hazırladığı yeni bir çift güzel terliğe ayaklarını geçirmek üzere hazırlanıp çizmelerini çıkartırken, neşeyle yanan ateşin ışığı rahat salondaki kilimlere ve halılara vuruyor, çay fincanlarıyla iyice parlatılmış çaydanlığın kenarlarını ışıldatıyordu. Hoş bir resim gibi olan Bayan Bird masanın düzenlenişini denetliyordu; Nuh Tufanı’ndan beri anneleri anlatılmaz oyunları ve yaramazlıkları ile coşarak şaşırtan birkaç neşeli çocuğa zaman zaman uyarı niteliğinde sözlerle karışıyordu.
“Tom, kapı tokmağını bırak, bir adam var! Mary! Mary! Kedinin kuyruğunu çekme, zavallı pisicik! Jim, masaya tırmanmamalısın, hayır, hayır! Bilemezsin canım, bu gece seni burada görmek hepimiz için bir sürpriz!” dedi, sonunda kocasına bir şeyler söylemek için bir fırsat bulduğunda.
“Evet, evet, bir koşu gelip geceyi evde geçirip evde biraz rahat ederim diye düşündüm. Ölesiye yorgunum ve başım ağrıyor!”
Bayan Bird yarı açık bir dolapta duran kâfur şişesine bir göz atarak ona el atmayı düşündü ama kocası karşı çıktı.
“Hayır, hayır, Mary, doktorluk yapma! İstediğim şey sıcak bir bardak çay ve biraz evimizin güzel havasını almak. Bu yasa yapma işi çok yorucu!”
Senatör ülkeye karşı fedakârlık etmiş olma fikri hoşuna gitmiş olarak gülümsedi.
“Eh.” dedi karısı, çay masası işi yavaşlayınca. “Senato’da neler yapıyordun?”
Tatlı, ufak tefek Bayan Bird’ün eyalet meclisinde neler olduğu konusunda kafasını yorduğunu düşünmek oldukça alışılmadık bir şeydi, yeterince kendi işi olduğunu düşünmek daha akıllıcaydı. Bu yüzden Bay Bird gözlerini şaşkınlıkla açtı ve şöyle dedi:
“Önemli bir şey değil.”
“Eh ama insanların yeni gelen şu zavallı zencilere yiyecek içecek vermesini yasaklayan bir yasa getirdikleri doğru mu? Böyle bir yasadan söz edildiğini duydum ama hiçbir Hristiyan millet meclisi üyesinin bunu geçireceğini düşünmedim!”
“Ne oluyor, Mary, birden politikacı kesildin.”
“Hayır, saçmalama! Sizin o politikanıza genelde pek önem vermem ama bu bence büsbütün zalimce ve Hristiyanlık dışı. Umarım canım, böyle yasalar gelmemiştir.”
“Kentucky’den gelen kölelere yardımı yasaklayan bir yasa geçti canım; bunun çoğu düşüncesiz kölelik karşıtları tarafından yapıldı, Kentucky’deki din kardeşlerimiz çok heyecanlandılar ve gerekli görüldü, Hristiyan ve iyiliksever olsun olmasın, heyecanı yatıştırmak için eyaletimiz bir şeyler yapmalıydı.”
“Peki yasa ne diyor? Bu zavallı yaratıkları bir gece barındırmamızı yasaklamıyor, değil mi, onlara sıcak bir yemek ve birkaç eski giyecek vermemizi ve onları sessizce kendi işlerine yollamamızı?”
“Evet, canım; bu biliyorsun ki yardım etmeye ve suç ortaklığına girer.”
Bayan Bird çekingen, yüzü hemen kızaran kısa boylu bir kadındı. Boyu bir metreden biraz fazla, yumuşak mavi gözlü ve şeftali tenliydi, dünyadaki en nazik, en tatlı sese sahipti; cesaretine gelince, orta boylu bir baba hindinin ilk bağırışında onu bozguna uğrattığı biliniyordu ve orta hâlli sadık bir ev köpeği sadece dişini göstererek ona boyun eğdirirdi. Kocası ve çocukları onun tüm dünyasıydı ve onları emir veya tartışmadan çok rica ve ikna ile yönetirdi. Onu harekete geçirmeye gücü yeten tek bir şey vardı ve o tahrik onun olağanüstü nazik ve sempatik doğasına rağmen çıkardı. Zalimce herhangi bir şey doğasının genelde yumuşak havasına göre korkutucu ve esrarengiz bir şekilde onu hırslandırırdı. Genelde bütün annelerin en hoşgörülüsü ve en kolay bir şey isteneniydi, yine de oğulları ondan şiddetli bir dayak yediklerini unutulmaz şekilde hatırlıyorlardı çünkü oğullarının çevredeki terbiyesiz oğlanlarla bir olup savunmasız bir kedi yavrusunu taşladıklarını öğrenmişti.
“Size söyleyeyim.” derdi Efendi Bill. “O zaman korktum. Annem bana doğru geldiğinde çıldırdığını sandım, beni dayaktan geçirdi ve yemek yemeden yatağa devrildim, daha ne olduğunu bile anlamamıştım. Sonra annemin kapının dışında ağladığını duydum ve bu beni her şeyden daha beter etti. Size söyleyeyim.” derdi. “Biz oğlanlar bir daha kedilere taş atmadık!”
Şimdiki duruma gelince, Bayan Bird kıpkırmızı yanaklarla çabucak ayağa kalktı, genel görüntüsü oldukça değişmişti ve kararlı bir havayla kocasına yürüyüp kati bir tonla şöyle dedi:
“John, şimdi bilmek istiyorum, böyle bir yasanın doğru ve Hristiyanlığa uygun olduğunu düşünüyor musun?”
“Eğer öyle olduğunu söylersem beni vurma Mary!”
“Senden hiç böyle bir şey beklemem, John; oy vermedin değil mi?”
“Verdim, benim güzel politikacım.”
“Kendinden utanmalısın, John! Zavallı, evsiz, barksız yaratıklar! Utanç verici, kötü ve berbat bir yasa, ilk fırsatta onu çiğneyeceğim; umarım bir fırsatım olur, bunu yapacağım! Sadece köle oldukları için, bütün hayatları boyunca kötü davranılmış ve ezilmiş oldukları için bu zavallı, aç yaratıklara bir kadın sıcak bir yemek ve yatak veremiyorsa işler pek yolunda değildir, zavallı şeyler!”
“Ama Mary, beni dinle. Senin duyguların oldukça doğru canım ve ilginç, seni bunlar için seviyorum ama canım duygularımız yargılarımızı etkilememeli; bunun kişisel duygular olduğunu anlamalısın, burada toplumun çıkarı söz konusu ki toplumsal çalkalanma arttığı için kişisel duygularımızı bir kenara koymalıyız.”
“John, politikayı bilmiyorum ama İncil’imi okuyabiliyorum ve orada diyor ki açları doyur, çıplakları giydir ve yalnızları rahatlat, benim de izlemek istediğim bu İncil.”
“Ama öyle durumlar vardır ki senin bu yaptıkların büyük bir toplumsal kötülük ortaya çıkarır…”
“Tanrı’ya itaat asla toplumsal kötülük getirmez. Öyle olduğunu biliyorum. Her şeyden çok O’nun bize emrettiğini yapmak en güvenlisidir.”
“Şimdi beni dinle Mary, sana çok açık bir delille gösterebilirim ki…”
“Ah, saçmalama John! Bütün gece konuşur ama bunu yapamazsın. Sana açıkça soruyorum John, sen şimdi kaçak olduğu için zavallı, titreyen, aç bir yaratığı kapından döndürebilir misin? Bunu yapabilir misin?”
Doğruyu söylemek gerekirse, senatörümüzün özellikle insancıl ve kandırılabilir bir yapısı vardı ve başı belada olan birini geri döndürmek onun güçlü tarafı değildi; bu tartışmada daha kötü olan şey karısının bunu bilmesiydi ve elbette savunmasız bir noktaya saldırı yapıyordu. Böyle durumlarda zaman kazanmak için genelde yaptığı şeye yöneldi; “ehem” deyip birkaç kez öksürdükten sonra cebinden mendilini çıkardı ve gözlüklerini silmeye başladı. Düşman topraklarındaki savunmasız koşulları gören Bayan Bird üstünlüğünü sürdürmek için pek de vicdanlı davranmadı.
“Seni bunu yaparken görmek isterdim John, gerçekten isterdim! Örneğin, kar fırtınasında kalmış bir kadını geri göndermek veya belki de onu alıp hapse atardın, değil mi? Belki bunda çok başarılı olurdun!”
“Elbette, çok acı verici bir görev olurdu.” diye ılımlı bir tonda söze başladı Bay Bird.
“Görev mi, John! Bu kelimeyi kullanma! Biliyorsun bir görev değil, bir görev olamaz! Eğer insanlar kölelerinin kaçmasını istemiyorsa onlara iyi davranmalı, benim prensibim budur. Eğer benim kölem olsaydı (Umarım hiçbir zaman olmaz.) benden veya John, senden kaçma riskini göze alırdım. Sana insanların mutluyken kaçmayacaklarını söyleyeyim ve kaçtıklarında, zavallı yaratıklar, soğuk, açlık ve korkudan yeterince acı çekmiş oluyor, herkes onlara karşı çıksa da yasal olsun olmasın, ben asla yapmayacağım. Tanrı yardımcım olsun!”
“Mary! Mary! Canım, bırak seni ikna edeyim.”
“İkna edilmekten nefret ederim John, özellikle de bu konularda ikna edilmekten. Siz politikacıların bir doğrunun çevresinde dolanmaları yok mu, iş pratiğe gelince siz kendiniz de inanmıyorsunuz. Seni iyi tanıyorum, John. Sen de benden fazla doğru olduğuna inanmıyorsun ve benden çabuk harekete geçmezsin.”
Bu önemli anda, her işi yapan yaşlı zenci Cudjoe kafasını kapıdan uzattı ve “Hanımım mutfağa gelse iyi olur.” ricasında bulundu. Senatörümüz oldukça rahatlamış olarak ufak tefek karısının arkasından neşe ve sıkıntının garip karışımı bir şeyler duyarak baktı ve koltuğuna oturarak gazeteleri okumaya başladı.
Bir an sonra, karısının aceleci, içten sesi kapıdan duyuldu. “John! John! Biraz buraya gelirsen iyi olur.”
Gazetesini bırakıp mutfağa gitti, karşısına çıkan görüntüyü görünce oldukça şaşırdı: Giysileri yırtılmış ve donmuş genç ve narin bir bayan, bir ayakkabısı gitmiş, çorabı ayağında yırtılmış ve ayağı kanıyor; iki sandalye üzerinde ölü gibi baygın hâlde yatıyordu. Yüzünde hor görülen bir ırkın izi vardı ama hiçbiri hüzünlü ve acıklı güzelliğini görmeden edemedi, bir yandan da taş gibi sertliği, soğuk, hareketsiz, ölümcül hâli ciddi bir ürperti veriyordu. Soluğunu içine çekip sessizce durdu. Karısı ve tek zenci hizmetçileri yaşlı Dinah Teyze onu ayıltmaya çalışmakla uğraşıyordu, yaşlı Cudjoe ise oğlanı dizlerine almış, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp küçük, soğuk ayaklarını ovuşturmakla meşguldü.
“Tam görülecek şeydi!” dedi merhametle yaşlı Dinah. “Sıcak bayılmasına sebep oldu. Geldiğinde kısmen canlıydı ve burada bir süre ısınabilir mi sordu. Tam ona nereden geldiğini soruyordum ki oracıkta bayıldı. Ellerine bakılırsa sanırım ağır iş görmemiş.”
“Zavallı yaratık!” dedi Bayan Bird sevecenlikle, o sırada kadın kocaman, koyu renk gözlerini yavaşça açtı ve bomboş kadına baktı. Birden yüzünden bir acı ifadesi geçti ve yerinden fırlayarak şöyle dedi. “Ah, Harry’im! Onu aldılar mı?”
Bunun üzerine Cudjoe’nun dizlerinden atlayan oğlan kollarını havaya kaldırarak koştu. “Ah, işte burada! Burada!” diye bağırdı kadın.
“Ah, bayan!” dedi çılgın bir sesle Bayan Bird’e. “Bizi koruyun! Onu almalarına izin vermeyin!”
“Kimse burada size zarar veremez, zavallı kadın.” dedi Bayan Bird cesaret vererek. “Güvendesiniz, korkmayın.”
“Tanrı sizi korusun!” dedi kadın elleriyle yüzünü kapatıp hıçkırıklara boğularak. Bu sırada onun ağladığını gören küçük çocuk, dizlerine tırmanmaya çalıştı.
Hiç kimsenin Bayan Bird’den iyi bilmeyeceği nazik ve kadınca hizmetlerle zavallı kadın çok geçmeden sakinleştirildi. Ona ateşin yanında kanepede geçici bir yatak yapıldı ve kısa süre sonra çocuğuyla ağır bir uykuya daldı, ondan daha az bitkin görünmeyen çocuk kollarında deliksiz uykudaydı. Çocuğu ondan almak için yapılan nazik denemelere kaygılı ve endişeli bir biçimde karşı çıktı; uykusunda bile kolunu sıkıca ona dolamıştı, sanki tetikte gibi kavrayışından o zaman bile vazgeçmeyecekti.
Bay ve Bayan Bird salona geri döndüler, garip gibi görünse de önceki konuşmalara ilişkin iki taraf da tek bir kelime etmedi; Bayan Bird örgü işleriyle meşgul oldu ve Bay Bird de gazete okuyormuş gibi yaptı.
“Kimin nesi olduğunu merak ediyorum!” dedi Bay Bird sonunda işini bırakırken.
“Uyanınca ve kendini dinlenmiş hissedince, göreceğiz.” dedi Bayan Bird.
“Diyorum ki hanım!” dedi Bay Bird, gazetelerin ardında sessizce düşüncelere daldıktan sonra.
“Evet, canım!”
“Eğer canını sıkmazsa senin elbiselerinden birini giyer mi acaba, ne dersin? Senden epeyce iri görünüyor ama.”
Cevap verdiği sırada, oldukça anlaşılır bir gülümseme Bayan Bird’ün yüzünü aydınlattı. “Bakarız.”
Yine bir duraklama oldu ve Bay Bird gene kendini tutamadı:
“Diyorum ki hanım!”
“Evet! Şimdi ne var?”
“Öğleden sonra uykularında üzerime örtmek için sakladığın eski ipek pelerin var ya, onu ona verebilirsin, giysilere ihtiyacı var.”
Bu sırada Dinah kadının uyandığını ve hanımı görmek istediğini söylemek için içeri baktı.
Bay ve Bayan Bird peşlerinde iki büyük oğluyla mutfağa gittiler, küçük olanı bu saate kadar sağ salim yatağa gönderilmişti.
Kadın şimdi ateşin yanında kanepede oturuyordu. Daha önceki telaşlı çılgınlığından farklı olarak sakin, kalbi kırık bir ifadeyle durmadan alevlere bakıyordu.
“Beni mi istediniz?” dedi Bayan Bird kibar bir ifadeyle. “Şimdi daha iyi hissettiğinizi umarım, zavallı kadın!”
Uzun, titrek bir iç çekiş tek yanıttı ve koyu renk gözlerini kaldırıp öylesine mahzun ve yalvaran bir ifadeyle kadının üzerine bakışlarını dikti ki küçük kadının gözleri yaşlarla doldu.
“Hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok; burada hepimiz arkadaşız, zavallı kadın! Bana nereden geldiğinizi ve ne istediğinizi söyleyin.” dedi.
“Kentucky’den geldim.” dedi kadın.
“Ne zaman?” dedi Bay Bird soru sormayı üstlenerek.
“Bu gece.”
“Nasıl geldiniz?”
“Buzların üzerinden karşıya geçtim.”
“Buzların üzerinden karşıya geçmek!” dedi oradaki herkes.
“Evet.” dedi kadın yavaşça. “Öyle yaptım. Tanrı’nın yardımıyla buzların üzerinden geçtim; zira arkamdaydılar, tam arkamda ve başka yolu yoktu!”
“Tanrı’m, hanımım.” dedi Cudjoe. “Buzlar kırılmış kütlelerdi, suda sallanıyor, aşağı yukarı batıp çıkıyorlardı!”
“Biliyorum öyleydi, biliyorum!” dedi çılgın gibi. “Ama yaptım! Yapabilir miyim diye düşünmedim, başarabileceğimi düşünmedim ama umursamadım! Eğer yapamasaydım ölürdüm. Tanrı bana yardım etti; deneyene kadar kimse Tanrı’nın onlara ne kadar yardım edeceğini bilemez.” dedi kadın, ışıldayan gözleriyle.
“Köle miydiniz?” dedi Bay Bird.
“Evet, efendim; Kentucky’de bir adama aittim.”
“Size kötü mü davranıyordu?”
“Hayır, efendim; çok iyi bir efendiydi.”
“Peki hanımınız size kötü mü davranıyordu?”
“Hayır, efendim, hayır! Hanımım bana hep iyi davranırdı.”
“O zaman güzel evinizi terk edip kaçmanızın ve böyle tehlikelere atılmanızın sebebi ne?”
Kadın keskin, dikkatli bakışlarla Bayan Bird’e baktı ve derin bir matem içinde olduğu gözünden kaçmadı.
“Hanımefendi.” dedi birden. “Siz hiç çocuğunuzu kaybettiniz mi?”
Beklenmeyen bir soruydu ve yeni bir yaraya tuz basmıştı; zira ailenin sevgili çocuğunu mezara koyalı sadece bir ay olmuştu.
Bay Bird döndü ve pencereye yürüdü, Bayan Bird gözyaşlarına boğuldu ama sesini toparlayarak şöyle dedi:
“Bunu neden soruyorsunuz? Bebeğimi kaybettim.”
“O zaman beni anlarsınız. Birbiri ardına iki tane kaybettim, gelirken onları orada gömülü bıraktım ve sadece bu kaldı. Onsuz bir gece bile uyumadım; elimde olan tek şey oydu. Gece gündüz huzurum ve gururumdu; hanımefendi, onu benden alacaklardı, -satmak için- güneyde satacaklardı hanımefendi, tek başına, hayatında anasından hiç uzak kalmamış bir bebeği! Buna dayanamadım, hanımefendi. Eğer yapsalardı, hiçbir zaman iflah olmazdım; kâğıtların imzalandığını ve satıldığını öğrenince, onu alıp gece kaçtım ve beni takip ettiler, onu satın alan adam ve efendinin bazı adamları. Tam arkamdan geliyorlardı ve onları duydum. Direkt buzun üzerine atladım ve nasıl karşıya geçtim bilmiyorum ama ilk bildiğim şey, kıyının yukarısında bir adam bana yardım ediyordu.”
Kadın ne hıçkırdı ne de ağladı. Gözyaşlarının kuruduğu noktadaydı ama çevresindeki herkes kendi karakterine özgü biçimde samimi sempati işaretleri gösteriyordu.
İki küçük oğlan, annelerinin orada olmadığını bildikleri mendillerini bulmak için ceplerini ümitsizce araştırdıktan sonra kendilerini kederli bir şekilde annelerinin eteğine atıp orada gözlerini, burunlarını sile sile içten bir şekilde hıçkırdılar. Bayan Bird mendiliyle yüzünü bayağı bir saklamıştı ve kara, dürüst yüzünden yaşlar inen yaşlı Dinah bir zenci din toplantısının coşkusuyla “Tanrı bize acısın!” diye haykırıyordu. Bu sırada yaşlı Cudjoe elleriyle gözlerini sertçe oğuşturuyor, yüzünü şekilden şekle sokuyor, arada sırada büyük bir coşkuyla aynı perdeden bağırıyordu. Senatörümüz ise bir devlet adamıydı ve elbette ki diğer ölümlüler gibi ağlaması beklenemezdi, o da odadakilere sırtını döndü ve pencereden baktı, boğazını temizlemekle ve gözlüklerini silmekle meşgul görünüyordu, aralarında ciddi bir şekilde onu gözleyecek biri varsa, arada bir şüphe çekecek bir şekilde burnunu temizliyordu.
“Nasıl olur da bana iyi bir efendiniz olduğunu söylüyorsunuz?” diye birden bağırdı, boğazında yükselen bir şeyi metin bir şekilde yutarak, birdenbire kadına doğru dönmüştü.
“Çünkü iyi bir efendiydi, onun için bunu söyleyebilirim ve hanımım da iyiydi ama ellerinden bir şey gelmiyormuş. Borçları varmış, nasıl olduğunu bilmiyorum ama bir adamın bir üstünlüğü vardı ve onlar da istediğini vermek zorundaydı. Onları dinledim ve bunu hanımıma söylediğini duydum, hanımım benim için yalvardı ve beni savundu. O ise elinden bir şey gelmediğini, kâğıtların imzalandığını söyledi. O zaman ben oğlanı alıp evi terk ettim ve buraya geldim. Eğer başarsalardı yaşamaya çalışmanın gereksiz olduğunu biliyordum, zira bu çocuk sahip olduğum tek şey.”
“Kocanız yok mu?”
“Var ama o da başka bir adama ait. Efendisi ona gerçekten sert davranıyor ve beni görmeye gelmesine pek izin vermiyor; bize giderek daha kötü davranmaya başladı ve onu güneyde satmakla tehdit ediyor; sanki onu bir daha hiç görmeyecekmişim gibi!”
Kadının bu sözcükleri söylediği sakin ton yüzeysel bir gözlemciyi onun tamamen duygusuz olduğunu düşündürebilir ama kocaman, koyu renk gözlerinde daha derin manalar taşıyan sakin, sabit, içten gelen bir elem vardı.
“Peki nereye gitmeyi düşünüyorsun, zavallı kadıncağızım?” dedi Bayan Bird.
“Kanada’ya, bir de nerede olduğunu bilsem. Kanada çok uzak, değil mi?” dedi, Bayan Bird’ün yüzüne masum ve saf bir ifadeyle bakıyordu.
“Zavallı şey!” dedi Bayan Bird istemsizce.
“Çok uzaklarda olduğunu mu düşünüyorsunuz?” dedi kadın içtenlikle.
“Düşündüğünden daha uzakta, zavallı çocuk!” dedi Bayan Bird. “Ama senin için ne yapabileceğimizi düşüneceğiz. Dinah, kendi odanda mutfağa yakın bir yerde ona bir yatak yap ve sabah ona ne yapabileceğimizi düşüneceğim. Bu arada, hiç korkma, zavallı kadın; Tanrı’ya güven, o seni korur.”
Bayan Bird ve kocası salona geri döndüler. Kadın ateşin önündeki küçük sallanan sandalyesine oturup düşünceli bir şekilde öne arkaya sallanmaya başladı. Bay Bird ise odada uzun adımlarla gidip geldi, kendi kendine homurdandı. “Öf, pöf! Kahrolası garip bir iş!” Sonunda uzun adımlarla karısına gelerek şöyle dedi:
“Diyorum ki hanım o bu gece buradan gitmek zorunda. O adam kokuya yarın sabah erkenden gelmiş olur. Kadın tek başına olsa her şey bitene kadar sessizce yatardı ama eminim o küçük çocuk bir alay at ve askerle rahat durmayacaktır, kafasını bir pencere ya da kapıdan çıkartarak hepsini buraya toplar. Bu ikisiyle burada yakalanmak benim için de garip olur! Hayır, bu gece gitmek zorundalar.”
“Bu gece! Bu nasıl mümkün olur, nereye giderler?”
“Eh, ben nereye olacağını iyi biliyorum.” dedi senatör, dalgın bir tavırla çizmelerini giymeye başlayarak. Bacağının yarısını sokmuşken durup dizini iki eliyle kavradı ve derin düşüncelere daldı.
“Kahrolası garip, çirkin bir iş.” dedi sonunda, çizmelerini tekrar çekmeye başladı. “Ve bu gerçek!” Bir çizmesini giymiş gibiyken, senatör diğerini eline alıp halının şekillerini adamakıllı inceliyor gibi göründü. “Bunun yapılması gerekir, ne kadar istemesem de lanet olsun!” Ve kaygıyla diğer çizmesini çekerek pencereden bakmaya başladı.
Ufak tefek Bayan Bird sağduyulu bir kadındı, hayatı boyunca “Sana söylemiştim!” dememişti ve şimdiki durumda kocasının düşüncelerinin alacağı şeklin oldukça farkında olarak ihtiyatlı bir biçimde işe karışacağı zaman için sabrediyordu, sadece çok sessizce sandalyesinde oturdu. Beyinin uygun olduğu zamanda bahsedeceği planları duymak için oldukça hazır görünüyordu.
“Gördüğün gibi.” dedi adam. “Benim Kentucky’den gelen ve bütün kölelerini salan eski müşterim Van Trompe burada koydan on kilometre kadar ötede, ormanın içinde kimsenin bir amacı yoksa gitmediği bir yer almıştı, bu yer aceleyle bulunacak bir yer değil. Burada kadın yeterince güvende olur ama işin kötü yanı bu gece oraya benden başka kimsenin arabayı süremeyecek olması.”
“Niye? Cudjoe harika bir sürücüdür.”
“Evet ama olay şu. Koy iki kere geçilmek zorunda ve ikinci geçiş benim bildiğim kadar bilmiyorsan oldukça tehlikeli. At üstünde yüzlerce kez geçtim ve dönüşleri tam olarak bilirim. Gördüğün gibi, buna yardım gerekmiyor. Cudjoe saat on iki civarlarında mümkün olduğu kadar sessizce atları hazırlasın ve kadını götürürüm. Sonra işin rengini değiştirmek adına, oraya üç dört gibi gelen Columbus’un dikkatini çekmek için yakındaki hana götürsün, böylece arabayı bu iş için hazırlanmış sanarlar. Yarın sabah erkenden işe giderim. Ancak bütün olup bitenlerden sonra kendimi âciz hissedeceğim ama canı cehenneme, elimde değil!”
“Kalbin kafandan daha iyi bu durumda, John.” dedi karısı, küçük, beyaz elini onunkinin üzerine koymuştu. “Senin kendini tanıdığından daha iyi seni tanımasam, seni sever miydim?” Ufak tefek kadın gözlerinde yaşlar parlarken öylesine güzel görünüyordu ki senatör böylesine tatlı bir yaratığın onu tutkuyla sevmesine sebep olduğu için mutlaka akıllı bir adam olduğunu düşündü ve arabayla ilgilenmek üzere ağırbaşlı bir şekilde yürüdü. Ancak kapıda bir an durdu ve sonra geri gelerek tereddütle şöyle dedi:
“Mary, ne hissedersin bilmiyorum ama zavallı küçük Henry’nin eşyalarıyla dolu bir çekmece var.” Bunu söyleyerek çabucak topukları üzerinde döndü ve arkasından kapıyı kapattı.
Karısı odası yanındaki küçük bir yatak odasını açtı ve şamdanı alarak komodinin üzerine koydu, sonra küçük bir girintiden bir anahtar aldı ve düşünceli bir şekilde çekmecenin kilidine soktu, peşi sıra gelen iki oğlu sessiz, manalı bakışlarla annelerine bakarken ansızın durdu. Ah, bunu okuyan anne! Evinizde onu açmanın küçük bir mezarı tekrar açmak gibi hissettirdiği bir çekmece veya dolap hiç oldu mu? Ah! Eğer böyle değilse, ne mutlu bir annesiniz.
Bayan Bird yavaşça çekmeceyi açtı. Birçok çeşit ve desende paltolar, destelerle önlükler ve sıra sıra küçük çoraplar vardı, burnu sürtülerek yıpranmış küçük bir çift ayakkabı bile, kâğıt yığınının arasından görünüyorlardı. Oyuncak bir atla araba, bir topaç, bir top vardı, bir sürü gözyaşı ve kalp kırıklığıyla yüklü anılar da! Çekmecenin yanında oturdu ve başını ellerine dayayarak gözyaşları parmaklarından çekmeceye akıncaya kadar ağladı, sonra birden başını kaldırarak kaygılı bir ivedilikle en sade, en sağlam olanları seçti ve onları bir çıkın yaptı.
“Anne.” dedi oğlanlardan biri, yavaşça koluna dokunarak. “Bunları verecek misin?”
“Sevgili oğullarım.” dedi içtenlikle ve yumuşak bir sesle. “Eğer sevgili, canımız küçük Henry’miz cennetten bakıyorsa bunu yaptığımıza memnun olacaktır. Onları herhangi birine vermeye gönlüm razı olmadı, mutlu olan birine. Ancak onları benden daha kalbi kırık ve acılı bir anneye vereceğim ve umarım Tanrı onlarla bize rahmetini gönderir!”
Bu dünyada üzüntüleri diğerleri için neşeye dönen kutsanmış ruhlar vardır; mezarda bir sürü gözyaşıyla yatan dünyevi umutları, yalnızlar ve kederliler için baharın iyileştiren çiçekleri ve otlarından gelen tohumlardır. Bunların içinde lambanın yanında oturup yavaşça gözyaşı dökerken, bir yandan da toplumdan dışlanmış bir evsiz barksız için kendi kaybının anılarını hazırlayan narin bir kadın vardı.
Bir süre sonra Bayan Bird gardırobunu açtı ve oradan bir iki düz, işe yarar elbise seçerek çalışma masasına meşguliyet içinde oturdu, elinde iğnesi, makası ve yüksüğüyle sessizce kocasının önerdiği “canını sıkmama” işlemine başladı, işini yapmaya ta ki köşedeki eski saat on ikiyi vuruncaya kadar ve kapıda hafif bir tekerlek tıkırtısı duyuncaya kadar durmadan devam etti.
“Mary.” dedi kocası elinde paltosuyla içeri girerek. “Onu artık uyandırsan iyi olur, gitmemiz lazım.”
Bayan Bird topladığı çeşitli şeyleri küçük, sade bir sandığa aceleyle koydu ve kilitledi, kocasının arabada görmesini istedi ve sonra kadını çağırmaya gitti. Az sonra hayırsever kadına ait pelerin, şapka ve şalı giyinmiş olarak kollarında çocukla kapıda kadın göründü. Bay Bird onu aceleyle arabaya götürdü ve Bayan Bird arkasından arabanın basamaklarına geçti. Eliza arabadan dışarı sarktı ve ona uzatılan el kadar yumuşak ve güzel elini uzattı. İçten anlamlarla dolu, iri, koyu renkli gözlerini Bayan Bird’ün yüzüne dikti ve bir şey söyleyecek gibiydi. Dudakları kıpırdadı, bir iki kez denedi ama sesi çıkmadı, görüntüsü asla unutulmayacak bir biçimde yukarıyı işaret ederek koltuğa geri düştü ve yüzünü kapattı. Kapı kapandı ve araba hareket etti.
Eyaletinin millet meclisinde kaçaklar, sığınanlar ve onların suç ortaklarına karşı daha sıkı tedbirler geçirmek için bir hafta boyunca destek veren vatansever senatör için nasıl bir durumdu bu!
Bizim iyi senatörümüz eyaletinde, güzel söz söylemede onlara ölümsüz ün kazandıran Washington’daki din kardeşleri tarafından geçilememişti. Elleri ceplerinde asil bir şekilde oturmuş ve birkaç zavallı kaçağın refahını eyaletin büyük çıkarlarından önde tutanların duygusal zayıflıklarını reddetmişti.
Bu konuda aslanlar kadar gözü pekti ve sadece kendini değil, onu duyan herkesi “Tüm gücüyle ikna etmişti.” Ancak bildiği kaçak kavramı ona göre kelimeyi oluşturan harflerdi veya en fazla, elinde bohçasıyla küçük gazete resminde “kölelikten kaçış” yazısıydı. Gerçek üzüntünün büyüsünü -yalvaran insan gözlerini, çelimsiz, titreyen insan elini, umarsız acıların ümitsiz yakarışlarını- hiç tecrübe etmemişti. Kaçağın bahtsız bir ana, şimdi ölen oğlunun bildiği küçük şapkasını giyen çocuk gibi savunmasız bir çocuk olacağını hiç düşünmemişti, zavallı senatörümüz taştan veya çelikten değildi, bir erkekti ve hem de soylu yüreği olan biriydi, herkesin görmesi gerektiği gibi vatanseverlik açısından da üzücü bir durumdaydı. Güney eyaletlerinin iyi yürekli kardeşleri, onunla ilgili övünmenize gerek yok, zira benzer durumlarda pekçoğunuzun daha iyi şeyler yapamayacağınıza dair kuşkular var. Mississippi’deki gibi Kentucky’de de acı dolu hikâyelerin boşuna anlatılmadığı soylu ve cömert yüreklerin olduğunu bilme sebebimiz var. Ah, iyi yürekli kardeşler! Bizim yerimizde olsaydınız, kendi cesur, gururlu yüreğinizin mümkün kılmayacağı hizmetleri bizden beklemeniz adil mi olurdu?
Bizim iyi senatörümüz politik bir günahkârsa bu gecenin cezasını ödemek için iyi yoldaydı. Uzun süren yağmurlu bir havadan sonra herkesin bildiği gibi Ohio’nun yumuşak, zengin toprağı çamur üretmeye pek uygun olmuştu ve yol da eski zamanların Ohio demir yoluydu.
“Tanrı’m, bu nasıl yol?” derdi, düzgün olması ve hızı dışında demir yolu hakkında hiçbir fikri olmayan Doğulu seyyahlar.
Öğren o zaman masum Doğulu arkadaş, çamurun ölçüsüz ve olağanüstü derinlikte olduğu Batı’nın karanlıkta kalmış yörelerinde, yollar enine yan yana dizilerek yuvarlak, kaba kütüklerden yapılır ve saf tazeliğinde toprak, çimen ve ele ne geçerse onunla kaplanmış olur, sonra mutlu halk ona yol deyip dosdoğru üzerinden giderler. Zaman geçtikçe yağmurlar bütün o bahsedilen çayır çimeni yıkar, kütükleri oraya buraya, resim gibi pozisyonlarda, yukarı, aşağı, çapraz oynatır, çeşitli yarıklardan ve izlerden kara çamur içine dolar.
İşte böyle bir yolda senatörümüz tökezleyerek ilerliyor, durumdan beklenildiği gibi sürekli kınıyor, -araba aynen şöyle ilerliyordu, küt, küt, küt! Sulu çamur! Çamurun içine!– senatör, kadın ve çocuğun pozisyonları daha tam yerleşmeden öylesine hızla değişiyordu ki kendilerini aşağı pencereye yapışmış buluyorlardı. Araba hızla saplanıyor, bu arada Cudjoe’nin dışarıda atları büyük gayretle toplamaya çalıştığı duyuluyordu. Birkaç faydasız çekiştirme ve seğirmeden sonra senatör sabrını kaybederken, araba birden hoplayarak düzeldi, iki ön tekerleği diğer bir çukura daldı ve senatör, kadın ve çocuk, hepsi birden karmakarışık hâlde ön koltuğa yuvarlandılar, senatörün şapkası teklifsizce gözleriyle burnuna düşüyor ve o da kendini âdeta tükenmiş gibi görüyordu, çocuk ağlıyor, Cudjoe dışarıda kamçının yinelenen vuruşları altında tekme atan, çırpınan ve gerilen atlara canlandıracak bir şeyler söylüyordu. Araba yine hoplayıp zıplıyor, arka tekerlekler batıyor, senatör, kadın ve çocuk arka koltuğa uçuyor, adamın dirsekleri kadının şapkasına çarpıyor, kadının iki ayağı adamın sarsıntıda uçan şapkasına takılıyordu. Birkaç dakika sonra “batak” geçildi ve atlar soluyarak durdu; senatör şapkasını buldu, kadın başlığını düzeltip çocuğu susturdu ve kendilerini gelecek olana karşı hazırladılar.
Bir süre yalnızca çeşitli seslere sürekli güm, güm sesleri karıştı, yan tarafların batış çıkışı ve arabanın sarsılışı yanında; aslında o kadar da kötü olmadığına dair kendilerine ümit vermeye başladılar. Sonunda hızla hepsini ayağa dikip yerine tekrar çarpan nizamsız bir saplanışla araba durdu ve dışarıdaki gürültü patırtıdan sonra Cudjoe kapıda belirdi.
“Lütfen efendim, burası gerçekten berbat bir yer. Nasıl çıkacağız bilmem. Düşünüyorum da raylara çıkmalıyız.”
Senatör umutsuzca dışarı çıktı, temkinlice ayağını koyacak sert bir yer aradı, bir ayağı ölçüsüz derinliğe gömüldü, onu çıkarmaya çalıştı, dengesini kaybetti, çamurun içine yuvarlandı ve çok çaresiz bir durumdan Cudjoe tarafından çekilip çıkarıldı.
Ama biz anlayışımızdan ötürü okuyucuların anlamazlığından kaçınıyoruz. Arabalarını çamur deliklerinden çıkarmak için gece yarısı ray parmaklıkları sökmek gibi ilginç süreçlerle vakit geçiren Batılı gezginler şanssız kahramanımıza saygılı ve hüzünlü bir sempati duyacaklardır. Onlardan sessizce gözyaşı dökmeyi bırakıp yollarına devam etmelerini rica ediyoruz.
Araba sular damlayarak çamur içinde koydan çıktığında gecenin bir yarısıydı ve büyük bir çiftlik evinin kapısında durdu.
Evdekileri uyandırmak az bir çaba gerektirmedi ama sonunda saygın mal sahibi göründü ve kapıyı açtı. İri yarı, uzun, kıllı ayı gibi bir adamdı, çoraplarıyla beraber bir seksen metreden uzundu ve kırmızı pazen bezinden avcı gömleği giymişti. Kum rengi arapsaçı gibi saçları bilinçli olarak karmakarışık bırakılmış gibiydi ve birkaç günlük sakalı bu değerli zata özellikle hoş bir görünüş vermiyordu. Şamdanı havada tutarak birkaç dakika öylece durdu ve tam anlamıyla gülünç olan kasvetli ve şaşkın bir ifadeyle yolcularımıza gözlerini kırpıştırarak baktı. Senatörümüzün olayı tam olarak kavratması biraz çabasını gerektirdi ve o bunun için elinden geleni yaparken, biz okuyucularımıza biraz onu tanıtalım.
Dürüst yaşlı John Van Trompe, Kentucky eyaletinde oldukça büyük bir toprak sahibi ve köle sahibiydi. “Kürkünden başka bir şeyi olmayan ayı misali.” ve doğa tarafından devasa yapısına uygun şekilde kocaman, dürüst ve adil bir yürekle donanmıştı. Ezen ve ezilen için eşit şekilde kötü olan bir sistemin işleyişine yıllardır baskı altına aldığı bir tedirginlikle şahitlik yapıyordu. Sonunda bir gün John’un büyük yüreği artık bunu taşımayacak kadar öylesine şişti ki masasından çek defterini alıp Ohio’ya gitti ve orada güzel, zengin toprakları olan bir kasabanın çeyreğini alarak erkek, kadın, çocuk, bütün adamlarını bedavaya azat eden kâğıtları hazırladı, onları vagonlara doldurdu ve yerleşmeleri için gönderdi. Sonra dürüst John yüzünü koya döndü ve vicdanıyla düşüncelerinin keyfini çıkaracağı kuytu, ıssız çiftliğinde sessizce oturdu.
“Zavallı bir kadınla çocuğu köle avcılarından kaçıracak bir adam olduğunuz doğru mu?” diye açıkça sordu senatör.
“Öyle olduğumu düşünüyorum.” dedi dürüst John, açıkça bir vurgu yaparak.
“Öyle düşünmüştüm.” dedi senatör.
“Eğer birisi gelirse…” dedi iyi adam, uzun, kaslı vücudunu yukarı kaldırarak. “Onun için hazır bekliyorum: Yedi tane oğlum var, her biri bir seksen boyunda ve onlara karşı hazır bekleyecekler. Onlara saygımızı ilet.” dedi John. “Ne zaman geldiklerinin umurumuzda olmadığını söyleyin, bizim için fark etmez.” dedi John, kafasını sarmalayan gür saçlarında parmaklarını dolaştırarak ve koca bir kahkaha patlatarak.
Yorgun, bitkin ve cansız Eliza, kollarında derin bir şekilde uyuyan çocuğuyla kendisini kapıya doğru sürüdü. Kaba saba adam şamdanı yüzüne yaklaştırdı ve şefkatli bir şeyler homurdanarak durdukları büyük mutfağın yanındaki küçük yatak odasının kapısını açtı ve kadına içeri girmesini işaret etti. Bir mum alarak yaktı ve masanın üzerine koydu, sonra Eliza’ya bir şeyler söyledi.
“Şimdi kızım buraya kimin geleceği ile ilgili olarak en ufak bir korku duymanıza gerek yok. Böyle şeylere alışkınım.” dedi, şömine rafındaki iki üç büyük tüfeği işaret ederek. “Beni bilen pek çok insan ben istemeden evimden birini çıkarmanın pek sağlıklı bir şey olmadığını bilir. Şimdi siz sanki anneniz sizi sallarmış gibi sessizce uyuyun.” dedi, kapıyı kapattı.
“Bu eşine az rastlanır güzellikte.” dedi senatöre. “Ah, zaten güzeller bazen kaçmak için en haklı nedene sahiptir, iyi bir kadında olması gereken türden duyguları varsa. Bütün bunları iyi bilirim.”
Senatör birkaç kelimeyle Eliza’nın hikâyesini özetledi.
“Ah, ah! Korkunç! Bilmek istemezdim.” dedi iyi adam acır bir şekilde. “Aman, aman! Doğa böyledir, zavallı yaratık! Bir geyik gibi avlanmış, doğal duyguları yüzünden ve annenin elinden başka türlüsü gelmediği için! Bunlar yüzünden her şeye sövesim geliyor.” dedi dürüst John, büyük, çilli, sarı elinin tersiyle gözlerini silerken. “Size ne söyleyeceğim yabancı, ben kiliseye gitmeyeli yıllar olmuştu çünkü etraftaki papazlar İncil’den bazı şeylerin kesilmiş olduğunu vaaz ederlerdi, ben de Yunanca ve İbraniceleri yüzünden onlara gitmedim, İncil’i hepten boş verdim. Yunanca bilen bir papaza rastlayıncaya kadar da kiliseye gitmedim, o da tersini söyleyince asılmaya karar verip kiliseye gittim. Olay bu işte.” dedi John, bu süre boyunca da böylesine önemli bir anda sunmak üzere çok süslü bir şişe elma şarabını açmaya çalışmıştı.
“Gün ışıyıncaya kadar burada kalsanız iyi olur.” dedi içtenlikle. “Ben de yaşlı kadını çağırıp size hemen yatak hazırlattırayım.”
“Teşekkür ederim, sevgili dostum.” dedi senator. “Gidip bu gece Columbus’a görünsem iyi olur.”
“Ah! Peki o zaman, eğer gitmeniz gerekiyorsa ben de biraz sizinle gelirim ve sizi oraya götürecek geldiğiniz yoldan daha iyi bir kavşak gösteririm. O yol çok kötüdür.”
John giyindi ve az sonra elinde bir lambayla evinin arkasındaki boş yola doğru arabaya rehberlik etti. Ayrıldıkları sırada, senatör eline on dolarlık banknot bıraktı.
“Onun için.” dedi kısaca.
“Evet, tabii.” dedi John, aynı şekilde kısa bir cevapla.
El sıkışıp ayrıldılar.

X
Mal Taşınıyor
Şubat sabahı, Tom Amca’nın kulübesinden gri ve sisli görünüyordu. Üzgün yüzleri, kederli yüreklerin yansımalarını seyrediyordu. Ateşin önündeki küçük masa ütü beziyle örtülmüştü; temiz ama kaba, yeni ütülenmiş bir iki gömlek ateşin yanındaki sandalyenin arkasına asılmıştı ve Chloe Teyze önündeki masaya bir diğerini sermişti. Her katı, her kenarı büyük bir titizlikle iyice ovup ütüledi, arada bir elini kaldırıp yanaklarından süzülen yaşları silmek için yüzünü ovalıyordu.
Tom dizlerinde Ahit açık, başı ellerine dayanmış oturuyordu ama ikisi de konuşmuyordu. Hâlâ erkendi ve çocuklar birlikte küçük, kaba tekerlekli karyolada uyuyorlardı.
Tom’un iyilikle dolu, nazik, evine düşkün bir kalbi vardı, bu sebeple de üzüntü duyuyordu. Bu mutsuz ırkın tipik bir örneği olarak kalkıp sessizce çocuklarına baktı.
“Son kez.” dedi.
Chloe Teyze cevap vermedi, sadece kaba gömleği ovdu durdu, bir elin yapabileceği kadar düzgün hâle getirdi ve sonunda birden çaresizlikle ütüyü bastırdı, masanın başına oturdu ve “Yüksek sesle ağladı.”
“Diyelim ki oluruna bıraktık ama ah, Tanrı’m! Nasıl yapabilirim? Nereye gittiğini ya da sana nasıl davranacaklarını bilsem neyse! Hanımım seni bir iki sene içinde almaya çalışacaklarını söyledi ama Tanrı’m! Oraya giden kimse dönmez! Öldürürler! Tarlalarında nasıl çalıştırdıklarını duydum.”
“Orada da buradaki aynı Tanrı var, Chloe.”
“Eh.” dedi Chloe Teyze. “Diyelim ki öyle ama Tanrı bazen kötü şeylerin olmasına izin veriyor. Bunun beni rahatlatmadığını söyleyeyim.”
“Ben Tanrı’nın elindeyim.” dedi Tom. “Onun izin verdiğinden ötesi olmaz ve şükredebileceğim bir şey var. Satılan ve giden benim, sen ya da çocuklar değil. Sen burada güvendesin, olan bana olacak ve Tanrı bana yardım etsin, biliyorum edecek.”
Ah, cesur, mert yürek, sevdiklerini rahatlatmak için kendi acılarını bastıran! Tom kaba bir sesle ve boğazında acı bir tıkanmayla konuşmuştu ama yiğit ve güçlü seslenmişti.
“Lütuflarımızı düşünelim!” diye ekledi, titreyerek, sanki onlar hakkında çok iyi düşünmesi gerektiğinden oldukça emindi.
“Lütuflar!” dedi Chloe Teyze. “Bunda bir lütuf görmüyorum! Doğru değil! Böyle olması doğru değil! Efendi borçları için alınmana asla izin vermemeliydi. Senin için verdiği parayı iki kez ödedin ona. Sana özgürlüğünü borçlu ve yıllar önce vermesi gerekirdi. Şimdi belki elinden bir şey gelmiyor ama yanlış olduğunu hissediyorum. Buna kimse engel olamaz. Sen hep sadık biri oldun, kendi işinden çok onunkini önemsedin ve kendi karınla çocuklarından çok onu dikkate aldın! Kendi çıkmazlarından kurtulmak için yürek sevgisi ve yürek kanı satıyorlar, işleri Tanrı’ya kaldı!”
“Chloe! Eğer beni seviyorsan böyle konuşma, bu belki de son kez birlikte oluşumuz! Sana söyleyeyim Chloe, efendi aleyhine söylenen tek kelime bile ağırıma gidiyor. Kollarıma bir bebekken verilmedi mi? Onun için iyi düşünmem doğal. Ayrıca zavallı Tom’u çok da düşünmesi gerekmez. Efendi onun için bu şeylerin yapılmasına alışkın ve doğal olarak üzerinde fazla düşünmüyor. Zaten hiçbir şekilde bu beklenemez. Diğer efendilere nazaran, bendeki yaşantı ve davranış kimde vardı? Bunu baştan görseydi bana böyle olmasına izin vermezdi. Biliyorum öyle.”
“Eh, her neyse, bir yerlerde bir şeyler yanlış.” dedi inatçı bir adalet duygusu baskın karakteri olan Chloe Teyze. “Ne olduğunu tam bilmiyorum ama bir yerlerde yanlışlık var, bundan kuşkum yok.”
“Yukarıdaki Tanrı’ya bakmalısın, o her şeyin üstünde, onun haberi olmadan bir serçe düşmez.”
“Bu beni pek rahatlatmıyor ama öyle olduğunu umarım.” dedi Chloe Teyze. “Ancak konuşmanın bir faydası yok; mısır ekmeğini ıslatacağım ve sen de iyi bir kahvaltı yap çünkü bir daha ne zaman kahvaltı yapacağını kimse bilemez.”
Güneye satılan zencilerin acılarını anlayabilmek için bu ırkın içgüdüsel duygularının özellikle güçlü olduğunu anımsamak gerekir. Bir yere bağlılıkları oldukça güçlüdür. Doğal olarak gözü pek ve girişken değillerdir, evine düşkün ve sevecenlerdir. Bunlara cehalet ve bilinmeyenin korkularıyla güneye satılmanın zencilerde çocukluktan beri cezalandırmanın son aşamaları olduğunu da ekleyin. Kırbaçlanmak ya da herhangi bir işkence tehdidinden daha çok korkutanı nehrin aşağısına gönderilmekti. Bu duyguların ifade edildiğini biz onlardan duyduk ve dedikodu saatlerinde oturup “nehrin aşağısı” hakkında korkunç hikâyeler anlattıklarında o içten korkuyu onlarda gördük ki nehrin aşağısı onlar için,
O keşfedilmemiş ülke ki sınırlarından
Hiçbir gezgin dönmez.[3 - Hamlet’ten çok az yanlışlık olan bir alıntı, Oyun III, sahne I, satırlar 369-370. (y.n.)]
Kanada’daki kaçaklar arasında bulunan bir misyoner bize pek çok kaçağın nispeten nazik efendilerden kaçtığını itiraf ettiğini ve her defasında ya kendileri ya kocaları, karıları ya da çocukları üzerinde asılı bir kara yazı olan güneye satılmanın umutsuz dehşetiyle kaçmanın tehlikelerine cesaret etmeye ikna olduklarını söyledi. Bu doğal olarak sabırlı, çekingen ve girişken olmayan Afrikalıyı kahramanca bir cesaretle donatıyor ve açlık, soğuk, acı, yabanın tehlikeleri, yeniden yakalanmanın korkunç cezalardan acı çekmesine sebep oluyordu.
Basit sabah yemeğinin masada dumanı tütüyordu, zira Bayan Shelby bu sabah Chloe Teyze’nin büyük evdeki görevine izin vermişti. Zavallı kadın kalan enerjisini bu veda şölenine harcamıştı, en iyi tavuğu kesip soslamış, kocasının damak zevkine göre mısır ekmeğini büyük bir titizlikle hazırlamış, şömine rafından gizemli kavanozlar çıkarmıştı, bunlar özel durumlar dışında çıkarılmayan bazı reçellerdi.
“Tanrı’m, Pete.” dedi Mose, zaferle. “Bizde kahvaltının âlâsı yok mu!” Aynı anda bir tavuk parçası yakalamıştı.
Chloe Teyze aniden kulağına bir tokat patlattı. “Buraya bakın! Zavallı babanızın evde edeceği son kahvaltıya karga gibi üşüşmeyin!”
“Ah, Chloe!” dedi Tom nazikçe.
“Eh, elimde değil.” dedi Chloe Teyze, önlüğüyle yüzünü saklayarak. “Kafam altüst oldu, çirkin davranmama sebep oluyor.”
Oğlanlar sakince durarak önce babalarına, sonra annelerine baktılar. Bu sırada bebek kadının giysilerine tırmanarak zorunlu, emredici bir şekilde ağlamaya başladı.
“İşte!” dedi Chloe Teyze, gözlerini silip bebeği alırken. “Şimdi iyiyim sanırım, bir şeyler yiyin. Bu benim en iyi tavuğum. İşte çocuklar, biraz alın, zavallı yaratıklar! Anneniz bir de kızdı size.”
Oğlanlar ikiletmeden büyük bir iştahla yiyeceklerin başına geçtiler; iyi ki öyle yaptılar çünkü öbür türlü parti amacına hizmet edecek pek az şey kalacaktı.
“Şimdi.” dedi Chloe Teyze, kahvaltıdan sonra telaşla koşuşturarak. “Giyeceklerini koymalıyım. Hepsini almalısın yanına. Onları biliyorum, çok cimridirler! Eh, şimdi romatizman için fanilalar bu köşede, dikkat et çünkü artık bunları yapmak için kimse olmayacak. Sonra bunlar eski gömleklerin, bunlar da yeniler. Dün gece çoraplarının burunlarını ördüm ve örmek için topu içine koydum. Aman Tanrı’m! Kim senin için bunları tamir edecek?” Ve Chloe Teyze duygularına yenilerek başını kutunun kenarına koydu ve ağladı. “Düşününce! İyi de olsan, kötü de hiçbir yaratık senin için bir şey yapmayacak! Artık iyi olmak için bir neden olmadığını düşünüyorum!”
Oğlanlar kahvaltı masasında ne var ne yoksa silip süpürdükten sonra olayı biraz kavramaya başlamışlardı ve annelerini ağlar, babalarını çok üzgün görünce sızlanmaya ve ellerini gözlerine götürmeye başladılar. Tom Amca bebeği dizlerine oturtmuştu ve azami oranda eğlenmesine izin veriyordu, yüzünü tırmalayarak, saçını çekerek, arada bir belli ki kendi iç dünyasının yansıması olan gürültülü sevinç patlamaları çıkararak.
“Ah, çekil bakalım, zavallı yaratık!” dedi Chloe Teyze. “Sıra sana da gelecek! Kocanın satıldığını göreceksin veya belki kendin satılacaksın; oğulların satılacak, tahmin ederim, iyi de olsalar kötü de zencilerin bir şeyleri olmasına gerek yok!”
Bu sırada oğlanlardan biri bağırdı: “Hanımımız geliyor!”
“Bir işe yaramaz ki, neden geliyor?” dedi Chloe Teyze.
Bayan Shelby içeri girdi. Chloe Teyze ona açık bir şekilde aksi ve huysuz bir tavırla sandalye koydu. Bayan Shelby ne bu hareketi ne de tavrını görmüş görünmüyordu. Solgun ve endişeli görünüyordu.
“Tom.” Dedi. “Buraya gelmemin…” Ve aniden durdu, sessiz grubu dikkate alarak sandalyeye oturdu, mendiliyle yüzünü kapatarak hıçkırmaya başladı.
“Tanrı’m, şimdi yapmayın hanımım, yapmayın!” dedi Chloe Teyze, sırası gelince ağlamaya başladı ve birkaç dakika beraber ağladılar. Beraber döktükleri o az ya da çok gözyaşlarıyla bütün yürek yangınları ve ezilenlerin öfkeleri eriyip gitti. Ah, üzgünü ziyaret eden sen, soğuk, dönük yüzle paranın satın alabileceği her şeyin gerçek şefkatle dökülen bir dürüst gözyaşına değer olmadığını biliyor muydun?
“İyi adamım.” dedi Bayan Shelby. “Sana işe yarayacak bir şey veremem. Eğer sana para versem senden alınır. Ama sana ciddiyetle ve Tanrı’nın önünde söylüyorum ki senin izini süreceğim ve parayı bulur bulmaz seni geri getireceğim, o zamana kadar Tanrı’ya güven!”
Bu sırada oğlanlar Efendi Haley’nin geldiğini söylediler ve sonra kaba saba bir tekmeyle kapı açıldı. Haley bir gece önce çok fazla ata binmiş ve avını ele geçirememe başarısızlığından dolayı sakinleşememiş olarak orada aksi mizacıyla duruyordu.
“Gel.” dedi. “Sen zenci, hazır mısın? Hizmetinizdeyim, hanımefendi!” dedi, Bayan Shelby’i görünce şapkasını çıkararak.
Chloe Teyze kutuyu kapatıp iple bağladı, ayağa kalkarken tüccara ters ters baktı, gözyaşları birden ateş kıvılcımlarına dönüşmüştü.
Tom yeni efendisini izlemek için uysalca ayağa kalktı ve ağır kutuyu omuzlarına yükledi. Karısı onunla arabaya kadar gitmek için bebeği kollarına aldı ve hâlâ ağlayan çocuklar arkaya dizildiler.
Bayan Shelby tüccara doğru yürüyüp onunla içtenlikle konuşarak onu birkaç dakika alıkoydu. O konuşurken, tüm aile kapıda hazır bekleyen arabaya doğru gittiler. Çevredeki yaşlı ve genç kalabalık eski dostlarına veda etmek için çevresinde toplandı. Tom tüm çevrede baş hizmetçi ve Hristiyanlık öğretmeni olarak görülüyordu. Onun için özellikle de kadınlar arasında içten bir sempati ve keder vardı.
“Chloe, sen bizden iyi dayanıyorsun!” dedi açıkça ağlayan kadınlardan biri, arabanın yanında dururken Chloe Teyze’nin hüzünlü soğukkanlılığını fark etmişti.
“Benim gözyaşlarım bitti!” dedi asık suratla, oraya doğru gelen tüccara bakarken. “Bu ihtiyara ağlamak artık içimden gelmiyor!”
“Gir içeri!” dedi Haley Tom’a, asık yüzleriyle ona bakan hizmetçi grubu arasından uzun adımlarla geçerken.
Tom içeri girdi ve Haley arabanın alt tarafından bir çift ağır pranga çıkararak ayak bileklerine bağladı.
Arabayı çevreleyenler arasından baskı altında kalmış bir öfke homurtusu yükseldi ve Bayan Shelby verandadan konuştu: “Bay Haley, size temin ederim bu tedbir son derece gereksiz.”
“Bilmiyorum hanımefendi, bu yerde beş yüz dolar kaybettim ve daha fazla riske girmek istemiyorum.”
“Ondan daha başka ne beklenir ki?” dedi Chloe Teyze öfkeyle, bu sırada babalarının kaderini hemen hemen anlamış görünen iki oğlan eteğine yapışmış hâlde şiddetle ağlayıp sızlanıyorlardı.
“Üzgünüm.” dedi Tom. “Efendi George uzakta.”
George komşu malikânelerden birindeki arkadaşında iki üç gün geçirmeye gitmişti ve Tom’un kötü kaderi halk tarafından duyulmadan, o da duymadan sabah erkenden çıkıp gitmişti.
“Efendi George’a sevgilerimi iletin.” dedi içtenlikle.
Haley atı kırbaçladı ve son ana kadar eski yerine dikili kalan sabit, kederli bakışıyla Tom götürüldü.
Bunlar olurken Bay Shelby evde yoktu. Korktuğu bir adamın gücünden kaçma zorunluluğunun dürtüsüyle Tom’u satmıştı, pazarlığın bitmesi ardından ilk duyduğu his bir rahatlama olmuştu. Fakat karısının eleştirileri yarı uykudaki pişmanlıklarını uyandırmıştı ve Tom’un erkekçe tarafsızlığı duygularının memnuniyetsizliğini artırmıştı. Beyhude bir şekilde buna hakkı olduğunu kendi kendine söylemişti, herkes bunu yapıyordu, hem de gerekli olmadan yapıyorlardı ama yine de duygularını tatmin edememişti. Vedanın tatsız sahnelerine tanıklık etmemek için döndüğünde hepsinin bittiğini umut ederek ülkenin kuzeyinde kısa bir iş gezisine gitmişti.
Tom ve Haley tozlu yolda tıngırdayarak ilerlediler, malikânenin sınırlarını aşana kadar her eski tanıdık noktadan hızla geçtiler ve kendilerini açık yolda buldular. Bir buçuk kilometre kadar gittikten sonra Haley birden bir nalbant dükkânının kapısına çekti, yanına bir çift el prangası alarak küçük bir değişiklik yaptırmak üzere dükkâna girdi.
“Bunlar onun yapısına biraz küçük geliyor.” dedi Haley, prangaları gösterip Tom’u işaret ederek.
“Tanrı’m! Umarım bu Shelby’nin Tom’u değil. Onu satmadı ya?” dedi demirci.
“Evet, sattı.” dedi Haley.
“Yok ya! Eh, gerçekten mi?” dedi demirci. “Kimin aklına gelirdi! Onu böyle prangalamanıza gerek yok. O dünyanın en sadık, en iyi insanıdır.”
“Evet, evet.” dedi Haley. “Ama sizin iyi adamlarınız hep kaçmak isteyen yaratıklar oluyor. Aptal olanlar nereye gittiğini umursamıyor, uyuşuk, sarhoş olanlar hiçbir şeyi umursamıyor, sadık duruyorlar, yük gibi taşınmaktan memnun olmuyorlar ama bu en iyi adamlarınız, bundan günah gibi nefret ediyorlar. Onları prangalamaktan başka yolu yok, bacakları var, onları kullanırlar, kuşkunuz olmasın.”
“Eh.” dedi demirci, araçlarıyla uğraşırken. “Orada tarlalar var yabancı, Kentuckyli bir zencinin gitmek istediği bir yer değil, oraya gider gitmez ölüyorlar, değil mi?”
“Eh, evet, gider gitmez ölüyorlar, iklimden ya da başka bir şeyden, pazarı canlı tutmak için ölüyorlar.” dedi Haley.
“Eh, şimdi insan Tom gibi iyi, sessiz, uysal bir adamın şeker tarlalarından birinde eziyet çekmeye gitmesinin oldukça üzücü olduğunu düşünmeden edemiyor.”
“İyi bir şansı var. Ona iyi davranacağıma söz verdim. Ona iyi, eski bir ailede ev içi hizmetçilik ayarlarım, sonra sıcağa ve iklime dayanırsa bir zencinin isteyebileceği kadar iyi bir işi olur.”
“Karısıyla çocuklarını burada bırakıyor sanırım.”
“Evet ama orada bir başkasını bulur. Tanrı’m, her yerde yeterince kadın var.” dedi Haley.
Bu konuşma sürerken Tom dükkânın dışında çok kederli bir şekilde oturuyordu. Birdenbire arkasında bir atın hızlı, kısa toynak sesini duydu; şaşkınlıktan daha sıyrılamadan genç Efendi George arabaya atladı, kollarını karmakarışık bir şekilde boynuna attı, olanca gücüyle hıçkırıp terslenmeye başladı.
“Bunun gerçekten kötü olduğunu söylüyorum! Hiçbirinin ne söylediği umurumda değil! Bu berbat, kötü bir utanç! Eğer yetişkin olsaydım yapamazlardı, yine de yapmamalılar!” dedi George, bastırılmış bir iniltiyle.
“Ah, Efendi George! Bu bana iyi geldi!” dedi Tom. “Sizi görmeden gitmeye dayanamazdım! Bana gerçekten iyi geldi, anlatamam size!” Burada Tom ayaklarını hareket ettirdi ve George’un gözü prangalara takıldı.
“Ne utanç verici!” diye ellerini kaldırarak bağırdı. “O ihtiyarı haklayacağım, yapacağım bunu!”
“Hayır, yapmayacaksınız Efendi George ve bu kadar yüksek sesle konuşmayın. Onu kızdırmanın bana yararı olmaz.”
“Eh, o zaman senin hatırın için yapmam ama düşününce… Utanç verici değil mi? Bana hiç bahsetmediler, tek kelime etmediler, eğer Tom Lincon olmasaydı, haberim olmayacaktı. Sana söylüyorum, evde hepsini iyice paylayacağım!”
“Korkarım bu doğru olmaz, Efendi George.”
“Elimde değil! Bunun utanç verici olduğunu söylüyorum! Bak buraya Tom Amca.” dedi, sırtını dükkâna dönüp gizemli bir ses tonuyla konuşarak. “Sana dolarlarımı getirdim!”
“Oh! Bunları almayı düşünemem Efendi George, hayatta olmaz!” dedi Tom, oldukça duygulanmıştı.
“Ama alacaksın!” dedi George. “Buraya bak. Chloe Teyze’ye bunu yapacağımı söyledim, o da ortalarına delik açmamı ve ip geçirmemi tavsiye etti, boynuna asıp kimsenin görmemesini sağlayacaksın. Yoksa bu cimri arsız hepsini alır. Sana söylüyorum Tom, onu paylamak istiyorum! Bana iyi gelecek!”
“Hayır, yapmayın Efendi George, zira bu bana iyi gelmez.”
“Eh, senin hatırın için yapmayacağım.” dedi George, bir yandan da dolarları Tom’un boynuna bağlamaya çalışmakla meşguldü. “Ama işte, şimdi paltonu üzerine iyice ilikle ve sakla, bunu her gördüğünde, senin peşinden geleceğimi ve seni geri getireceğimi unutma. Chloe Teyze ve ben bunu konuştuk. Ona korkmamasını söyledim, bu işle ilgileneceğim ve eğer yapmazsa babamı canından bezdireceğim.”
“Ah, Efendi George, babanız hakkında böyle konuşmamalısınız!”
“Tanrı’m, Tom Amca ben kötü bir şey kastetmedim.”
“Şimdi Efendi George.” dedi Tom “İyi bir çocuk olmalısınız; kaç tane yüreğin size bağlı olduğunu hatırlayın. Annenize hep yakınlık gösterin. Oğlanların annelerini unutacak kadar girdiği aptalca yollara sakın dalmayın. Size söyleyeyim Efendi George, Tanrı birçok güzel şeyi iki kere verir ama anneyi bir kez verir. Yüz yıl yaşasanız da ona benzer bir kadını bulamayacaksınız, Efendi George. O zaman şimdi ona sarılın, büyüyünce ona yardım edin, iyi bir çocuk olun, böyle yapacaksınız, değil mi?”
“Evet, öyle yapacağım, Tom Amca.” dedi George ciddiyetle.
“Konuşmanıza da dikkat edin Efendi George. Sizin yaşınızdaki delikanlılar bazen bildiğini okur, doğa böyledir, böyle olmalıdır. Ancak gerçek beyefendiler ki siz de umarım öyle olacaksınız, hiçbir zaman ebeveynlerine saygılı olmayan sözler etmez. Gücenmediniz ya Efendi George?”
“Hayır, hiç de değil Tom Amca, sen bana hep iyi öğütler verdin.”
“Ben senden yaşlıyım, biliyorsun.” dedi Tom, çocuğun güzel, kıvırcık başını büyük, güçlü eliyle okşarken ama sesi bir kadınınki kadar narin çıkıyordu. “Bütün bunların sana yabancı olmadığını biliyorum. Ah, Efendi George, her şeyiniz var; öğrenme, ayrıcalıklar, okuma, yazma. Büyüyünce büyük, eğitimli, iyi bir adam olacaksınız ve evinizdeki herkes, anneniz, babanız sizinle gurur duyacaklar! Babanız gibi iyi bir efendi olun ve anneniz gibi bir Hristiyan olun. Gençlik günlerinizde Yaratıcı’mızı hatırlayın, Efendi George.”
“Gerçekten iyi olacağım, Tom Amca, sana söz veriyorum.” dedi George. “Birinci sınıf bir insan olacağım ve sen de cesaretini yitirme. Seni eve geri götüreceğim. Bu sabah Chloe Teyze’ye söylediğim gibi, büyüyünce evimizi baştan aşağı yeniden yapacağım ve senin de salon gibi halılı bir odan olacak. Ah, iyi günlerin olacak!”
Haley ellerinde kelepçeyle kapıya çıktı.
“Buraya bakın bayım.” dedi George, dışarı çıktığı sırada üstünlük taslayan bir havada. “Tom Amca’ya nasıl davrandığınızı babamla anneme bildireceğim!”
“Tabii buyrun.” dedi tüccar.
“Bence bütün hayatınızı erkeklerle kadınları satın alıp hayvan sürüleri gibi zincirleyerek geçirmekten utanç duymalısınız! Kötü biri olmalısınız!” dedi George.
“Büyükleriniz erkeklerle kadınları almak istediği sürece, ben de onlar kadar iyiyim.” dedi Haley. “Satmak almaktan daha kötü değil ki!”
“Büyüyünce ben ikisini de yapmayacağım.” dedi George. “Bugün bir Kentuckyli olmaktan utanç duyuyorum. Önceden hep gurur duymuştum.” George atında dimdik oturdu ve sanki ülkenin fikrinden etkilenmesini bekliyormuş gibi bir havayla etrafına bakındı.
“Eh, hoşça kal Tom Amca, soğukkanlılığını koru.” dedi George.
“Hoşça kalın, Efendi George.” dedi Tom, ona şefkatle ve hayranlıkla bakarken. “Yüce Tanrı sizi korusun! Ah, Kentucky’de sizin gibilerden fazla yok!” dedi tüm kalbiyle, dürüst, çocukça yüzün görüntüsü yitip giderken. George iyice uzaklaştı ve Tom atının tıkırtıları yitinceye kadar ona baktı, bu evinin son sesi veya görüntüsüydü. Ancak yüreğinde, o genç ellerin değerli dolarları yerleştirdiği yerde, sıcak bir nokta var gibiydi. Tom elini kaldırıp yüreğinin üstüne koydu.
“Şimdi sana bir şey söyleyeceğim Tom.” dedi Haley, arabaya gelip kelepçeleri attığı sırada, “Zencilerimle genelde öyle olduğu gibi, seninle de işe doğru başlamak isterim ve şimdi sana söylüyorum, başlangıç olarak sen bana doğru davran, ben de sana, zencilerime hiçbir zaman kötü davranmam. Onlara elimden geldiğince iyi davranırım. Gördüğün gibi senin için en iyisi rahatça oturman ve numara yapmayı düşünmemen çünkü zencilerin her numarasını bilirim ve bir faydası yok. Eğer zenciler sessizce durur ve kaçmayı düşünmezlerse benimle iyi zaman geçirirler. Eğer öyle olmazsa bu onların suçu, benim değil.”
Tom Haley’e kaçmak gibi bir niyeti olmadığının garantisini verdi. Aslında ayaklarında kocaman bir çift demir pranga olan bir adam için nasihat gereksiz gibi geldi. Ancak Bay Haley malıyla ilişkilerine başlamak için bu çeşit küçük nasihatler verme alışkanlığındaydı, muhtemelen bu neşe ve güven vermek, tatsız sahneleri önlemek içindi.
Burada hikâyemizdeki diğer karakterlerin kaderini izlemek üzere şimdilik Tom’u bırakıyoruz.

XI
Malın Ruh Hâli Yersiz Hâle Geliyor
Kentucky’de N. köyündeki küçük bir taşra otelinin kapısında bir yolcu belirdiğinde yağmurun çiselediği bir öğleden sonrasının geç saatleriydi. Barın olduğu odada kötü havanın getirdiği gerginliğin bu limana attığı her türden insanın toplandığını gördü ve bu yer bu tip toplanmalara sık sık sahne olurdu. Av gömlekleri giymiş ve esneklikleriyle geniş alanlarda yol gitmiş, iri yarı, uzun, zayıf Kentuckyliler ırklarına özgü rahatlıklarıyla resimde karakteristik özelliklerini sergiliyorlardı. Tüfekler köşeye istiflenmişti, fişek torbaları, av torbaları, av köpekleri ve kısa boylu zencilerin hepsi köşelerde toplanmıştı. Şöminenin bir köşesinde sandalyesi arkaya yatmış, uzun bacaklı bir beyefendi oturuyordu, kafasında şapkası vardı ve çamurlu çizmelerinin topukları asil bir şekilde ocak başında dinleniyordu. Okuyucularımızı bilgilendirelim, bu duruş Batılı barlarda hoşa gidiyordu, burada yolcular bu tip bir düşüncelerini yüceltme modunu kararlı bir şekilde tercih etmişlerdir.
Barın arkasında duran ev sahibi pek çok taşralı adam gibi boylu poslu, iyi huylu ve rahat biriydi, başında inanılmaz çok saçı ve üzerinde de büyük, uzun bir şapka vardı.
Aslında odadaki herkes erkek egemenliğinin tipik simgesini taşıyordu. İster keçe kumaştan bir şapka, isterse palmiye yaprağı, yağlanmış kunduz kürkünden yapılma veya güzel, yeni bir şapka olsun, gerçek bir cumhuriyetçinin bağımsızlığının güvencesiydi. Gerçekte her bireyin kendine özgü simgesini gösteriyor gibiydi. Bazıları özgür bir şekilde yana yatırıyordu, bunlar sizin esprili, neşeli, kaygısız adamlarınızdı. Bazıları burunlarına kadar özgürce bastırırdı, bunlar sizin çetin ceviz, esaslı adamlarınızdı, şapkalarını giydiklerinde giymek istemişlerdi ve düşündükleri şekilde olmasını isterlerdi. Bir de şapkalarını arkaya doğru yatırmış olanlar vardı; bunlar gözü açık, açık beklentileri olan adamlardı. Şapkalarının nasıl durduğunu bilmeyen veya umursamayan ilgisiz adamlar her yöne doğru kaydırırlardı. Aslında bu çeşitli şapkalar bir Shakespeare çalışmasına benzerdi.
Serbest ve rahat pantolonları olan, gömlek çizgilerinde bolluk olmayan türlü türlü zenciler etrafta genelde her şeyi efendinin ve misafirlerinin yararına çevirmekten yana genel isteklerini ifade etmek dışında belli bir sonuç almadan oraya buraya seğirtiyorlardı. Bu görüntüye kocaman, geniş bir bacadan memnun memnun tüten neşeli, çatırtılı, eğlenceli ateşi, her biri sonuna kadar açık dış kapı ve pencereleri, ıslak, nemli havadaki güzel, sert rüzgârda çarpıp şaklayan patiska perdeleri de katarsanız bir Kentucky barındaki eğlenceler hakkında fikriniz olur.
Bugünün Kentuckylisi daha önceki kuşaklardan içgüdülerin ve özelliklerin geçmesi prensibine iyi bir örnekti. Babaları sıkı birer avcıydı, yıldızları kandil gibi düşünerek ormanda yaşayan, serbest, açık havada uyuyan adamlardı ve bugünün nesilleri de evlerini hep kamp gibi kullanırlar, her zaman şapka giyerler, yuvarlanır ve topuklarını sandalyelerin tepesine veya ocak başlarına koyarlar, aynı babalarının yeşil çimenlerde yuvarlandığı ve ağaçlara, kütüklere yaslandığı gibi. Büyük akciğerlerine yeterince hava çekmek için yaz kış pencereleri ve kapıları açık tutarlar, umursamaz bir iyi huylulukla herkese “yabancı” derler, sonuçta da en dürüst, en kolay geçinilen, en neşeli varlıklardır.
İşte yolcumuz böylesine serbest ve rahat bir topluluğa girdi. Kendisi kısa, tıknaz bir adamdı; dikkatlice giyinmişti, yuvarlak, iyi huylu bir yüzü ve görünüşünde telaşlı, titiz bir hava vardı. Valizi ve şemsiyesi konusunda çok dikkatliydi, içeri kendi elleriyle getirmişti ve kararlılıkla onları almak isteyen hizmetkârların önerilerine direnmişti. Bar odasına kaygılı bir havayla bakındı, değerli eşyalarını en sıcak köşeye çekip sandalyesinin altına koyarak oturdu ve topukları ocak başının yanında görülen değerli zata endişeli bir şekilde baktı, adam zayıf sinirleri ve kendine özgü alışkanlıkları olan beyefendilere oldukça korkutucu gelen bir cesaret ve enerjiyle sağa sola tükürüyordu.
“Diyorum ki yabancı, nasılsın?” dedi sözü edilen beyefendi, yeni gelenin yönüne doğru şerefle selamlarmış gibi çiğnediği tütünü tükürerek.
“Eh, fena değil.” dedi diğeri, tehditkâr şereflendirmeye biraz korkuyla verilmiş kaçamak bir yanıtla.
“Haberler var mı?” dedi yanıtlayan kişi, cebinden bir tütün şeridi ve büyük bir avcı bıçağı çıkarmıştı.
“Bildiğim kadarıyla yok.” dedi adam.
“Çiğner misin?” dedi ilk konuşan, kararlı bir tavırla kardeş gibi davranarak yaşlı beyefendiye biraz tütün uzattı.
“Hayır, teşekkür ederim, bana uymaz.” dedi ufak tefek adam konuyu kapatarak.
“Uymaz ha?” dedi diğeri rahatça ve toplumun genel yararı için tütün çiğnemeye devam etmek üzere parçayı kendi ağzına attı.
Yaşlı beyefendi yanındaki uzun boylu kardeşi ne zaman onun tarafına püskürse irkildi, bunu gören arkadaşı iyi huylu bir tavırla silahını diğer tarafa çevirdi ve bir şehir almaya yetecek askerî yetenekle ocak demirlerinden birine tütün saldırısına geçti.
“O nedir?” dedi yaşlı adam, büyük bir el ilanının başına toplanmış grubu gözlemleyerek.
“Zenci ilanları!” dedi gruptan biri kısaca.
Adı Bay Wilson olan yaşlı beyefendi kalktı ve valiziyle şemsiyesini dikkatlice ayarladıktan sonra, incelikli olarak gözlüklerini çıkararak burnuna yerleştirdi, bu işleri yaptıktan sonra aşağıdaki yazıyı okudu:

Efendisinden kaçan melez adamım George. Adı geçen George bir seksenden uzun, çok açık melez, kahverengi, kıvırcık saçlı; çok akıllıdır, düzgünce konuşur, okuyup yazabilir, bir beyaz gibi davranabilir, sırtı ve omuzlarında derin yaralar vardır, sağ elinden H harfiyle işaretlenmiştir.
Onu canlı getirene dört yüz dolar ve öldürüldüğüne dair tatmin edici kanıt getirene de aynı miktarı vereceğim.
Yaşlı adam ilanı baştan sona alçak bir sesle, sanki onu öğreniyormuş gibi okudu.
Ocaktaki ilgilendiği demiri kuşatma altında tutan uzun bacaklı eski kurt hantal bacaklarını indirdi, uzun bedenini havaya kaldırarak ilana doğru yürüdü ve üzerine son derece kasıtlı ağız dolusu tükürdü.
“Bunun için düşündüğüm işte bu!” dedi kısaca ve tekrar oturdu.
“Şimdi yabancı, neden yaptın bunu?” dedi ev sahibi.
“Eğer burada olsaydı, bu kâğıdı yazana da aynısını yapardım.” dedi uzun adam, eski tütün kesme işine serinkanlı biçimde devam ederek. “Böyle bir adama sahip olup da ona nasıl davranacağını bilmiyorsa onu kaybetmeyi hak ediyor. Bunun gibi kâğıtlar Kentucky’de yüz karasıdır, eğer bilmek isteyen varsa bu benim fikrim!”
“Eh, bu bir gerçek.” dedi ev sahibi, hesap defterine geçirirken.
“Bende bir sürü oğlan var, bayım.” dedi uzun adam, ocak demirlerine saldırısını sürdürerek. “Onlara şöyle derim, ‘Çocuklar.’ derim, ‘Kaçın şimdi! Kaçın! Gidin! Ne zaman isterseniz! Sizin arkanızdan bakmaya hiçbir zaman gelmeyeceğim!” Benimkileri böyle tutuyorum. İstedikleri zaman kaçmakta özgürler ve bu onların isteklerini kırıyor. Üstelik onlar için kayıtlı bedava kâğıtlarım var, bugünlerde düşüp kalırsam diye ve onlar da biliyor. Sana söylüyorum yabancı, bizim oralarda zencilerinden benden iyi yararlanan yoktur. Oğlanlarım beş yüz dolarlık taylarla Cincinnati’ye gittiler ve parayı da bana direkt getirdiler. Bu mantıklı olanı. Onlara köpek gibi davranırsan, köpek işleriyle köpek hareketleri olur. Onlara adam gibi davranırsan, adam gibi iş verirler.” Bu dürüst davar tüccarı olanca sıcaklığıyla bu ahlaki duyarlılığı şömineye mükemmel bir kutlama atışıyla onayladı.
“Bence tamamıyla haklısınız, dostum.” dedi Bay Wilson. “Burada sözü edilen iyi bir adamdır, yanlış anlaşılmasın. Altı yıl kadar benim bez fabrikamda çalışmıştı ve sağ kolumdu, bayım. Becerikli bir adamdır da. Kenevir liflerini temizlemek için bir makine icat etmişti, çok değerli bir iş; birkaç fabrikada kullanılıyor. Patenti efendisi tutuyor.”
“Sizi temin ediyorum.” dedi davar tüccarı. “Onu tutar ve ondan para kazanır, sonra da döner ve oğlanı sağ elinden işaretler. Elime bir fırsat geçseydi, ben de onu dağlardım, bir tane de o taşısın.”
“Bu bilmiş zenciler çok can sıkıcı ve alaycı.” dedi odanın diğer tarafından kaba saba görünümlü biri. “Bu yüzden kesilip işaretleniyorlar. İyi davransalardı öyle olmazdı.”
“Başka bir deyişle, Tanrı onları insan olarak yarattı ve onları canavara dönüştürmek için iyice canlarını sıkmak gerekir.” dedi davar tüccarı kuru bir sesle.
“Akıllı zenciler efendilerine fayda sağlamaz.” diye devam etti diğeri, karşısındakinin aşağılamasından kaba, bilinçsiz bir duygusuzluk içinde lafını söylüyordu. “Kendin onları kullanamıyorsan, yeteneğin falan anlamı ne? Tek bildikleri yarar seni kandırmaktır. Benim de böyle bir iki kölem vardı, onları nehrin aşağısına sattım gitti. Öyle yapmasaydım, nasılsa onları kaybedecektim.”
“Sen en iyisi Tanrı’ya ruhları olmayan bir takım ısmarla.” dedi davar tüccarı.
Burada konuşma otele küçük, tek atlı, hafif bir arabanın yaklaşmasıyla kesildi. Nazik bir görünüşü vardı, koltukta iyi giyimli, beyefendi görünümlü bir adam oturuyor, zenci bir hizmetçi arabayı sürüyordu.
Bütün herkes yağmurlu bir günde aylak gezenlerin her yeni geleni incelediği gibi, yeni geleni ilgiyle inceledi. Çok uzun boyluydu, koyu, İspanyol gibi bir teni, güzel, anlamlı kara gözleri ve kıvırcığa yakın, parlak siyah saçları vardı. Güzel biçimli gaga burnu, düz ince dudakları, iyi gelişmiş kolları ve bacaklarının hayranlık uyandıran şekli pek sık rastlanmayan bir şey olduğu fikriyle hemence herkesi etkiledi. İnsanlar içinde rahatça yürüdü ve hizmetçisine sandığı nereye koyacağını baş işaretiyle gösterdi, insanları selamladı, elinde şapkasıyla sakince bara yürüdü, adını Oaklands, Shelby Bölgesi’nden Henry Butter olarak verdi. Kayıtsız bir tavırla dönerek, ilana yavaşça yürüdü ve onu okudu.
“Jim.” dedi adamına. “Bunun gibi bir oğlana Beman’da rastladık sanırım, öyle değil mi?”
“Evet, efendim.” dedi Jim. “Sadece el konusunda emin değilim.”
“Eh, ben de bakmadım, elbette.” dedi yabancı umursamaz bir esnemeyle. Daha sonra ev sahibine giderek, hemen bir yazılacak yazıları olduğunu belirtip özel bir oda istediğini söyledi.
Ev sahibi dalkavukluk edip genç yaşlı, kadın erkek, büyük küçük yedi tane zenci ayarladı, çok geçmeden Efendi’nin odasını hazırlama gayretiyle keklik sürüsü gibi vızır vızır dönmeye, koşuşturmaya, birbirlerinin ayaklarına basmaya ve birbirilerinin üzerine devrilmeye başladılar, o ise bu sırada odanın ortasında bir sandalyede rahatça oturuyor ve yanında oturan adamla konuşuyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/garriet-bicher-stou/tom-amca-nin-kulubesi-69428650/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İngilizce Grameri (1795), Lindley Murray (1745-1826), zamanının en güvenilir Amerikalı gramercisi. (y.n.)

2
Bu tanımdaki bir makine gerçekten Kentucky’deki genç melez bir adamın icadıdır. (Bayan Stowe’un notu.) (y.n.)

3
Hamlet’ten çok az yanlışlık olan bir alıntı, Oyun III, sahne I, satırlar 369-370. (y.n.)
Tom Amca’nın Kulübesi Гарриет Бичер-Стоу
Tom Amca’nın Kulübesi

Гарриет Бичер-Стоу

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Tom Amca’nın Kulübesi 1852’de yayımlandıktan sonra kölelik karşıtı hareketi besleyen ve dünya çapında ün kazanan bir eserdir. Hikâye ilk başta National Era’da bir dizi olarak yerini almış, gördüğü ilgi üzerine kitap olarak basılmıştır. Pek çok dile çevirisi yapılan eser, dünya edebiyatının klasiklerinden biridir. Kitaptaki olaylar işine bağlı, sevgi dolu ve sadık köle Tom Amca’nın etrafında geçmektedir. Eser, kölelerin yaşayışını gerçekçi bir dille ele alırken, aynı zamanda sorunlarının çözümlerine yönelik bir çağrı niteliğinde olmuştur. Köle olan insanın çaresizliği, köleliğin ahlaki açıdan yanlışlığı, insanlığı küçük düşürmesi ve din ile bağdaşmayan yönleri kitapta anlatılmıştır. Bu duygusal roman, yayımlandığı zaman büyük tepki toplasa da 19. yüzyılın en çok satan romanlarından biri hâline gelmiştir. Kölelerin acılarını ve köle sahibi olanların vicdansızlıklarını gözler önüne sererek köleliğe karşı bir tavır alınan eserde, özgürlüğün değeri insanlığın ayıbı olan kölelikten örneklerle anlatılır. Romanın ana karakteri olan vefalı, dürüst Tom Amca, iyi kalbiyle ve inançlı davranışlarıyla rol modeli olmuştur. Ölürken ailesine onun yolunu izlemelerini vasiyet eden Tom Amca, zalim bir efendisi olsa da içindeki iyiliği ve sevgiyi diğer insanlarla paylaşmıştır. Roman, siyah ırkı temsil etmesi sebebiyle de eleştirilere hedef olmuştur. Yine de yazıldığı zamandan bu yana milyonlarca kişinin yüreğine dokunmuş, günümüze kadar yankısını sürdürmüş olan duygusal bir romandır. Tom Amca’nın hüzünlü ve iç burkan hikâyesi, eğitici ve merakla okunacak bir eserdir. "Sağlam adamlar altı yedi yıl dayanırlar, çürüklerinin iki üç yılda işleri biter. İşe ilk başladığımda onlarla epey bir canımı sıktım ve dayanmaları için uğraştım, hastalandıklarında doktora gösterdim, onlara giysi, battaniye ve benzeri şeyler verdim, rahat ve temiz tutmaya çalıştım. Tanrı’m, buna hiç gerek yokmuş, onların yüzünden para kaybettim ve bir sürü dertle uğraştım. Artık gördüğünüz gibi hasta ya da iyi, onları doğrudan işe koşturuyorum. Zencinin biri ölünce diğerini alıyorum, her açıdan daha ucuza ve kolayıma geliyor."

  • Добавить отзыв