Üç Kalp

Üç Kalp
Jack London
Jack London’ın son kitaplarından biri olan Üç Kalp, ölümünden dört yıl sonra 1920’de New York Journal’da yayımlandı. Üç Kalp, Jack London’ın kıvrak üslubuyla kaleme aldığı aksiyon dolu bir macera romanıdır. Richard Henry Morgan’ın vârisi, New Yorklu zengin bir genç olan Francis Morgan; borsadan ve yoğun iş yaşamından sıkılmıştır. Bir gün, vefatının ardından kimsenin bulamadığı köklü bir servet bırakan büyükbabasının kaybolan hazinesini aramak için Panama’ya gitmeye karar verir. Bu yola çıktığında, uzun süredir kayıp kuzeni Henry Morgan ile tanışır. Her iki adam da aynı kadına, Leoncia Solano’ya âşık olur ve üçü hazineyi bulmak için birlikte macera dolu bir serüvene atılırlar. Bu arada, New York’ta, kurnaz bir düşman, Morgan’ın servetini yok etmek için uğraşmaktadır. Francis, bunu engellemek ve ailesinin servetini kurtarmak için zamanında bu yolculuktan geri dönmelidir. Bu ekip, tehlikeli maceralara atılacak, bilinmeyen toprakları keşfedecek, tehlikeyle burun buruna gelecek ama en nihayetinde aşkı da bulacaklardır. İki Kızılderili kız, uzun süre bulundukları yerde oyalandılar. Çünkü artık suya hiçbir şey atmama konusunda aralarında anlaşmışlardı ve eğer bir şey çıkacak olursa bunun sadece tesadüften ibaret olduğunu ispatlanacaktı. Ama hiçbir şey ortaya çıkmayacak olursa onlar tarafından da bir şey suya atılmadığından, sihrin gerçekten de kendileri tarafından gerçekleştirildiği sonucuna varacaklardı. Gözlerine karanlık çökene kadar, bulundukları yerde saklanmaya devam ederek suyu izlediler ve sonunda yavaş yavaş ve ağırbaşlı bir tavırla, tanrılar tarafından kutsanmış olmanın farkına vararak köylerinin yolunu tuttular.

Jack London
Üç Kalp

Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğmuştur. Müzik öğretmeni Flora Wellman ve Astrolog William Chaney çiftinin oğludur. Ancak Chaney oğlunu kabul etmeyince annesinin intihar girişimi ve bunalımı sebebiyle Jack’in bakımı ile Virginia Prentiss ilgilenmiştir. Çocukluğu yoksulluk içinde geçen Jack, erken yaşlardan itibaren pek çok işte çalışmak zorunda kalmıştır.
1893 yılında gazetecilik ödülü kazanmıştır. Ancak 19 yaşındayken liseye başlayabilmiş ve kendisini sınavlara hazırlayarak üniversiteyi kazanmıştır. Fakat kısa bir süre sonra yoksulluk yüzünden eğitimini yarıda bırakmıştır. Bu süreçte kitaplarla arası hep iyi olmuş, sürekli Marx, Darwin, Spencer, Nietzche okuyarak kendi düşüncesini belirlemeye çalışmıştır. Yazmaya başladıktan sonra, onu üne kavuşturan eseri de Vahşetin Çağrısı olmuştur.
London, eserlerinde hayat mücadelesini duygusal bir bakışla anlatmış ve aynı zamanda çoğunlukla şiddetli bir kapitalizm eleştirisi yapmıştır. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş ABD’li yazarlardan olmuştur. Henüz 40 yaşındayken 22 Kasım 1916’da hayata veda etmiş olan Jack London’ın ölümü üzerine üç iddia söz konusu olmuştur: Böbrek yetmezliği, intihar ve kazara aşırı doz morfin. Vasiyeti üzerine cesedi yakılmış ve “Öldüğüm zaman küllerimin bu tepede dinlenmesini istiyorum.” dediği yere götürülmüştür.
Eserleri:
Açlar Ordusu, Âdem’den Önce, Alaska Kid, Alın Teri, Altta Kalanlar, Atalarının Tanrısı, Ateş Yakmak, Ay Vadisi, Beyaz Diş, Beyaz Sessizlik, Buck’ın Maceraları, Büyük Serüven, Can Yoldaşı, Cinayet Şirketi, Dehşet Ülkesi, Demir Ökçe, Demiryolu Serserileri, Deniz Kurdu, Direniş, Doğu Yakası (Uçurum İnsanları), Dönek, Düş Ülkelerine Yolculuk, Güneş Çocuğu, Halk Avcısı, İstiridye Korsanları, Japon Kıyılarında Dehşet, John Barleycorn, Kaptan David Grief, Kıyametten Sonra, Kız Kar ve Kan, Kızıl Veba, Kurt Dölü, Martin Eden, Meksikalı Devrimci, Midas’ın Müritleri, Ormandan Gelen Ses, Seçme Öyküler, Sevgili Jerry, Sevginin Katıksızı, Şampiyon, Tanrılar ve Köpekler, Uçurum İnsanları, Uzak Diyarlarda, Vahşetin Çağrısı, Yanan Gün, Yanan Günışığı, Yıldızlar Korsanı, Yol.
Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.
Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).

ÖN SÖZ
Umarım okuyucu, bu ön söze övgüyle başladığım için beni mazur görür. Gerçekte bu hikâye bir kutlamadır. Çünkü bu eseri tamamladığımda kırkıncı yaşımı, ellinci kitabımı, tiyatro eserleri yazma hususunda on altıncı yılımı ve bir başlangıcı kutluyor olacağım. “Üç Kalp” benim için yeni bir başlangıç olacak. Daha önce böyle bir şeyi kesinlikle yapmadım ve bir daha da asla yapmayacağımdan kesinlikle eminim. Bu yüzden de bunu yaptığım için kendimle gurur duyduğumu ilan etmekte en ufak bir çekincem yoktur. Ve şimdi, aksiyon seven okuyucuya, bu övgü dolu ön sözün geri kalanını atlamasını, kendini doğrudan hikâyeye bırakmasını ve bana bu kısmın doğru dürüst okunmayacağını söylemesini öneriyorum.
Daha meraklılar için biraz daha açıklama yapacağım. Sinemanın, tüm dünyada ezici bir çoğunlukla en popüler eğlence biçimi hâline gelmesiyle, dünyanın kurgu alanındaki olay örgüsü ve hikâye birikimi hızla tükenmeye başlamıştır. Tek bir yapım şirketi, bir yıl içerisinde çok sayıda yönetmenle, Shakespeare, Balzac, Dickens, Scott, Zola, Tolstoy ve düzinelerce daha az hacimli yazarın tüm yaşamlarının edebî eserlerini filme alma yeteneğine sahiptir. Elbette, sinema filmi yapan yüzlerce şirketin ortaya çıkmasıyla, sektör hızlı bir biçimde mevcut konuları tüketmiş ve yeni konu arayışı içine girmiştir.
Hâlihazırda, telif hakkı sona ermiş tüm benzer eserler, hazine avcısı bir gemi üzerindeki denizcilerin, altın külçelerini toplarken gösterdiği gibi bir hızla tükenmiştir. Telif hakkı kapsamında olan tüm roman, kısa öykü ve oyunların film hakları ise ya satın alınmakta ya da sözleşmeye bağlanmaktadır. Binlerce senaryo yazarı -kelimenin tam anlamıyla on binlerce senaryo yazarı çünkü ne erkek, ne kadın ne de çocuk senaryo yazamayacak kadar beceriksiz değildir- tüm literatürde korsanlık yapmış (telif hakkı olsun ya da olmasın) ve yazar kardeşlerinin başarılı olduğu herhangi bir yeni sahnesini, olay örgüsünü ya da hikâyesini çalmak amacıyla, basılan yeni dergileri kapmıştır.
Bahsi geçen bu durumun, haftada on beş ya da yirmi dolar ödeyen kalın enseli yönetmenler için fazla mesai yapan veya ürünlerini senaryo başına on ila yirmi dolar arasında bir fiyata satan ve zamanının yarısında vadesi gelen borçlarını ödeyemediğinden dolayı dayak yiyen ya da haftalık kölelik yaparak aynı derecede zarafetsiz ve utanmaz olan arkadaşları tarafından ürünleri onlardan çalınan senaryo yazarlarının, saygın hâle geldiği günlerde yaşanmakta olduğunu belirtmem doğru olacaktır. Ama bugün, diğer günlerden hiçbir farkı olmayan sıradan bir günde, üç daktilosu, iki şoförü olan, çocuklarını en seçkin hazırlık okullarına gönderen ve sarsılmaz bir ödeme gücü sağlayan senaryo yazarları da tanıyorum.
Senaristlerin kıymetli ve itibarlı bir hâle gelmelerinin nedeni, büyük ölçüde özgün eser kıtlığından kaynaklanmaktaydı. Senaryo yazarları kendilerini fazlasıyla talep gören bir konumda buldular, saygılı muamele gördüler, daha iyi maaşlar aldılar ve karşılığında onlardan daha yüksek kalitede bir ürün sunmaları beklendi. Bu özgün eser arayışının bir aşaması çalışmaya, meşhur yazarları dâhil etme girişimi oldu. Elbette ki adamın biri sadece çok sayıda roman yazdığı için iyi bir senaryo yazma kapasitesine de sahiptir denilemez. Tam tersine, başarısızlığın en kesin garantisinin, roman yazımında önceleri çok başarılı olmuş birinden gelebileceği kısa zamanda keşfedildi.
Bununla birlikte, film yapımcıları da reddedilmemelidir. İş bölümü yapmak bu konuda çok önemlidir. Güçlü gazete kuruluşlarıyla ittifak kurmak ya da “Üç Kalp” eserinde olduğu gibi tam aksine, çok yetenekli bir senaryo yazarının ortada olması, (günü kurtarmak için roman yazmayanlar) roman yazarları tarafından romanlara çevrilen senaryolar yazabilen birilerinin olması (günü kurtarmak için senaryo yazmayanlar) bu konuda en doğru ilerlemenin kaydedilmesini sağlamıştır.
Bay Charles Goddard’a değinilecek olursa, Jack London şöyle demektedir: “Zaman, mekân ve doğru insanlar buluştu; film yapımcıları, gazeteler ve sermaye de buna hazır, haydi bir araya gelelim.” Ve bunu yaptık da. Sonuç: “Üç Kalp” Bay Goddard’a “Pauline Tehlikeleri”, “Elairte Kahramanlıkları”, “Tanrıça” ve “Wallingford’da Hızlı Zengin Olmak” serisi v.b. eserlerden sorumlu olduğunu belirttiğimde, onun performans yeteneği hakkında en ufak bir şüphem dahi yoktu. Ayrıca, şimdiki kadın kahraman Leoncia’nın adı da onun tasarladığı bir isimdir.
Çiftlikte, Ay Vadisi’nde, kendine ait ilk birkaç bölümü yazdı. Ama benden çok daha hızlı yazıyordu ve onun on beş bölümü, benimkinden haftalar önce bitmişti. “Bölüm” kelimesi sizi yanıltmasın. Sadece ilk bölüm üç bin fitlik bir filmi kapsıyor. Sonraki on dört bölüm, filmin her iki bin fitlik kısmını oluşturuyor. Ve her bölüm, toplamda yaklaşık olarak on üç bin sahneden oluşan ortalama doksan sahneyi içeriyor. Yine de kendi üzerimize düşen görevlerimizde eş zamanlı çalışmayı başardık. Bundan sonrasını ya da bir düzine bölüm sonra olacakları gözümde canlandıramadım çünkü neler olabileceğini bilmiyordum. Bay Goddard da bunu bilmiyordu. Kaçınılmaz sonuç ise: “Üç Kalp”, kesinlikle ardışık olmasına rağmen pek karmaşık değildi.
Burada, Hawaii’de olduğumu, onuncu bölümün romanlaştırılması üzerine çalıştığımı, New York’taki Bay Goddard’dan on dördüncü bölümün senaryosunu posta yoluyla aldığımda romanımın kahramanının yanlış kadınla evli olduğunu öğrendiğim zamanki şaşkınlığımı gözünüzde canlandırabilir misiniz?.. Bu yüzden kahramanımı yanlış kadından kurtarıp doğru ve tek kadın ile bir araya getirmek zorunda kalacağım bir bölüm daha yazmak zorunda kaldım! Bunların tümü için lütfen on beşinci bölümün son kısmını okuyun. Nasıl olduğunun tasvir edilmesi konusunda ise Bay Goddard’a güvenebilirsiniz. Bay Goddard için hareketin ve hızın efendisi denilmektedir. Aksiyon onu hiç rahatsız etmez. O, bir sinema oyuncusu için, sakince “kayıt” diyen bir film yönetmenidir. Görünen o ki oyuncular da kayıt denildiği anda görevlerini yerine getirir, böylece Bay Goddard daha fazla aksiyonla çekimine devam eder. “Kederi kaydet!” diye emir verir ya da “keder”, “öfke” veya “eriyen bir sempati” yahut “cinayet içgüdüsü”, “intihar eğilimi” hepsi bu kadar. Hepsi bu kadar da olmalı zaten, yoksa on üç bin sahnenin tamamı başka nasıl çekilebilir ki?
Bu ruh hâlleri ve ifade biçimleri, Bay Goddard tarafından geçişler esnasında çok havalı bir biçimde yaratılırken, siz bir de o tılsımlı “kayıt” kelimesini söyleyemeyen ancak bunu kaçınılmaz bir biçimde tanımlaması gereken zavallı beni düşünün! Sizce, Dickens neden belirli bir kişinin belirli kederini tasvir ve incelikle karakterize ederken binlerce kelime harcamayı düşünmemiş. Buna karşılık Bay Goddard sadece “kayıt” diyor ve kameranın köleleri ona her anlamda itaat edebiliyor.
Ve oyun! Kendi dönemime uygun olarak bazı macera romanları yazdım ama hiçbir zaman “Üç Kalp” eserinde bulunan kahramanlara eş değer bir aksiyon hikâyesi oluşturamadım.
Ama sinemanın neden popüler olduğunu şimdi anlıyorum. Artık, neden Sayın “Barnes of New York” ve “Potter of Texas”ın milyonlarca kopya sattığını biliyorum. Şimdi yüksek faaliyetle ilgili şatafatlı bir konuşmanın neden en iyi ve en yüksek devlet adamlığı aksiyonu ya da düşüncesi olmaktan daha etkili bir oy toplayıcı olduğunu biliyorum. Bay Goddard’ın senaryosunun benim tarafımdan romanlaştırılmış olması ilginç ve öğretici bir deneyim olmuştur. Eski temel sosyolojik genellemelerime ışık tutmuş, temel hatları, çapraz bağlantıları ve aydınlatıcı unsurları ortaya çıkarmamı sağlamıştır. Bu yazı serüveniyle halkın zihnindekileri kitlesel olarak daha önceden idrak etmeyi başardığımdan, daha iyi anlamaya ve oylamayı kazanan tarafın sunduğu grafik eğlenceyi kitlelerin zihin anlayışını da ustalıkla kullanarak her zamankinden daha iyi ifade etmeye geldim. Eğer bu kitap çok satanlar arasına girmeyecek olursa buna kesinlikle şaşarım. (“Sürpriz Kayıt” ya da “Büyük Satış Kaydı” derdi Bay Goddard.)
Şayet bu “Üç Kalp” macerası bir iş birliğinin sonucuysa, ben kesinlikle bu işin içine dâhil edildim. Ama ne yazık! Korkarım ki Bay Goddard bir milyon kişinin içinde tek iş birlikçim olmalı. Bu çalışma boyunca onunla hiçbir zaman bir söz dalaşımız ya da tartışmamız olmadı. Durum böyle olduğuna göre, ben de bir iş birlikçinin bulunmaz mücevheri olmalıyım. Sonuç olarak on beş senaryo bölümünden, on üç bin sahneden ve otuz bin fit filmden, yüz on bir bin kelimelik romanlaştırmadan oluşan bir “kaydın” hazırlanmasını hiç şikâyet etmeden ya da sızlanmadan yapan kişi de ben değil miydim? Aynı şekilde, görevi tamamladıktan sonra doğru okunup okunmadığını bizzat kendim tespit etmek istediğimden, bunu keşke yapmasaydım dediğim zamanlar da oldu. Bunu öğrenmeyi çok istiyorum. Hem de çok merak ediyorum.

    Jack London
    Waikiki, Hawaii
    23 Mart 1916

BİRİNCİ BÖLÜM
O bahar sabahı, ilerleyen saatlerde Francis Morgan ile yaşanılan olaylar fazlasıyla hızlı gerçekleşmişti. Eğer bir insan zaman içerisinde, Yeni Dünya Latincesinin ilkel ve Orta Çağ melodramının duygu ve tutkusunun ham, kızıl dramı ve trajedisine atlıyorsa Francis Morgan kesinlikle o adam olmaya mahkûmdu ve kader doğrudan onun üzerine yönelirdi.
Bununla birlikte, dünyada bir şeyin kıpırdanmakta olduğunun farkında olmadığından, pek de heyecanlı değildi. Gece geç saatlere kadar köprüde vakit geçirmiş olması, sabah geç uyanmasına neden olmuştu. Kütüphaneye doğru yola çıkmadan önce, babasının çeşitli işlerde kullanmaya müsait olarak son derece zarif biçimde döşenmesini sağladığı büyük salonda, hızlıca meyve ve tahıldan oluşan geç kahvaltısını yaptı.
“Parker!” dedi, kendisinden önce babasına hizmet etmiş olan uşağına. “R.H.M.’in son günlerinde hiç yağlanma ibareleri gördün mü?”
“Ah! Hayır efendim.” oldu becerikli hizmetkârın tüm alçak gönüllülüğüyle verdiği cevap ama bunu söylerken genç adamın muhteşem orantılı yüz hatlarını ölçülü bir tavırla, istemsizce incelemekten de kendini alamamıştı. “Babanız, efendim. Asla şişmanlamadı. Vücudu her zaman aynıydı, geniş omuzları, kaslı göğüs kısmı ve iri kemikleriyle her zaman zayıf kalmayı başardı efendim, sağlam bedeni her zaman gözler önündeydi. Soyunduğu ve yıkandığı zamanlarda efendim, bedeni kasabadaki pek çok genci utandıracak kadar biçimliydi. Daima kendisine çok iyi baktı, egzersizlerini hiçbir zaman ihmal etmezdi efendim. Her sabah, yarım saat. Buna hiçbir şey engel olamazdı. Bunun bir tür ibadet olduğunu söylerdi.”
“Evet, o gerçekten de iyi görünümlü bir adamdı.” diye cevap verdi genç adam, babasının kurduğu borsa takip ekranı ve birkaç telefona göz atarak.
“Öyleydi.” diye onayladı Parker hevesle. “Geniş omuzlu, iri kemikli bir göğüs yapısına sahip olmasına rağmen zayıf ve aristokrattı. Ve siz de onun bu özelliklerini miras almışsınız efendim, sadece siz çok daha cömert hatlara sahipsiniz.”
Milyonların mirasçısı olan ve kaslı bir yapıya sahip genç Francis Morgan, oturduğu devasa deri sandalye üzerinde, heybetli bir biçimde geriye yaslandı; tıpkı hayvanat bahçesinde hâkimiyetini ilan eden bir aslan edasıyla, aşırı derecede gösterişli bir tavırla bacaklarını gerdirdi ve sabah gazetesinin Panama’daki Culebra Cut’ta yeni bir kayma olduğunu bildiren manşetine göz attı.
“Biz Morganlar’ın bu şekilde yaşadıklarını öğrenmemiş olsaydım.” diye esnedi. “Bu mal varlığı içerisinde çoktan şişmanlardım, değil mi Parker?”
Hemen cevap vermekten kaçınan yaşlı uşak, aniden sorulan sorunun ardından gelen duraklamayla irkilmişti.
“Ah! Evet efendim.” dedi aceleyle. “Yani, hayır demek istedim efendim. Siz gayet iyi durumdasınız.”
“Senin umurunda değil.” diye ısrar etti genç adam. “Şişmanlamıyor olabilirim ama kesinlikle yumuşuyorum, değil mi Parker?”
“Evet, efendim. Hayır efendim, hayır demek istedim efendim. Üç yıl önce üniversiteden eve döndüğünüz zamanla aynısınız.”
“Ve meslek olarak aylaklık yapmaya da devam ediyorum.” diye güldü Francis.
“Parker!”
Parker, sanki soru derin bir öneme sahipmiş gibi dikkatini tamamen toplamıştı. Son zamanlarda üst dudağının üzerinde oluşan ince bıyığını ovuşturmaya başlayan efendisi, kendisiyle düşünceli bir tartışmaya girişmişti.
“Parker, ben balığa gidiyorum.”
“Evet, efendim!”
“Buraya gönderilmesi için birkaç olta sipariş ettim. Lütfen onları toparla ve giderken yanıma alabilmem için hazırla. Ormanda geçireceğim iki haftaya ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Yoksa kesinlikle yağ bağlayacağım ve tüm aile soyağacının utanç kaynağı olacağım. Sör Henry’yi hatırlıyor musun? Eski, orijinal Sör Henry’yi, korsan olan, yaşlı kabadayıyı?”
“Evet, efendim. Onun hakkında bir şeyler okumuştum.”
Parker, efendisinin karamsarlıkla daldığı düşüncelerden kurtulup yola çıkmaya hazır duruma gelmesine ve onun kendi işlerine bakmasına izin verene kadar kapı eşiğinde bekledi.
“Eski korsan, gurur duyulacak biri değildi.”
“Ah! Hayır efendim.” diye itiraz etti Parker. “O, Jamaika valisiydi. Saygı duyularak öldü.”
“Asılarak ölmemiş olması bir lütuftu.” diye güldü Francis. “Olduğu hâliyle, kurduğu aileninin tek utanç kaynağıydı. Ama söylemek istediğim şey, onu oldukça dikkatli inceledim. Zayıflığını korumuştu ve Tanrı’ya şükür bu zayıf hâliyle öldü. Bu gerçekten devralmış olduğu iyi bir miras. Biz Morganlar onun hazinesini asla bulamadık ama yakutların ötesinde, bize açıkça görülebilen yalın bir miras daha bıraktı. Bu tam anlamıyla sabit karakter denen şeydir. Profesörlerin biyoloji derslerinde bana öğrettikleri şey buydu.”
Parker, Francis Morgan’ın Panama gazetesine gömüldüğü ve kanalın önümüzdeki üç hafta boyunca trafiğe açık kalmasının beklenmediğini öğrendiği bir sonraki sessizlikte odadan çıktı.
Telefonlardan biri çaldı, mükemmel medeniyetin elektrik sinirleri aracılığıyla kaderin dokunaçları ilk erişimlerini yaptı ve babasının Riverside Drive’da inşa ettiği konağın kütüphanesinden Francis Morgan ile temasa geçti.
“Ama sevgili Bayan Carruthers.” diye itirazda bulundu vericiye. “Bu her ne ise sadece yerel bir telaş. Tampico Petrol’de her şey yolunda. Bu oynanan bir kumar değil. Meşru bir yatırım. İçeride kalın. Bağlayın… Bazı Minnesotalı çiftçiler şehre gelerek birkaç blok almaya çalışıyor çünkü bu gerçekten fazlasıyla sağlam görünüyor… Peki, ya iki puan artacak olursa? Sakın satmayın. Tampico Petrol bir piyango ya da rulet teklifi değil. Gerçek anlamda bir endüstridir. Keşke bu kadar büyük olmasaydı da hepsini kendim finanse edebilseydim… Dinleyin lütfen, bu bir föy değil. Tanklarla ilgili mevcut sözleşmelerimiz bir milyonun üzerinde. Demir yolumuz ve üç boru hattımız beş milyondan fazlasına mal oluyor. Şu anda yüz milyonlar değerinde kuyu üretimine neden giriyoruz sanıyorsunuz, bizim tek hedefimiz ülkeyi baştan aşağı petrol transatlantiklerine ulaştırmak. Bu, şu anda yapılabilecek en mantıklı yatırım. Bundan bir ya da iki yıl sonra hisseleriniz, devlet tahvillerinden gelebilecek kazançlara dönüşecek…”
“Evet, evet, lütfen. Siz piyasada neler olduğunu boş verin. Ayrıca, lütfen, size ilk etapta içeride kalmanızı tavsiye ederim. Bunu arkadaşlarıma bile asla tavsiye etmedim. Ama şimdi içeride olduklarından dolayı memnunlar. Bu hisseler İngiltere bankası kadar sağlam… Evet, Dicky ve ben dün gece ganimeti paylaştık. Güzel bir partiydi, Dicky’nin briç oynamaya çok fazla hevesi olsa da… Evet, aptal şansı… Ha! Ha! Benim heveslerim mi? Ha! Ha!.. Evet?.. Harry’e birkaç haftalığına bir yerlere gideceğimi ve burada olmayacağımı iletin… Balıkçılık, alabalıklar, bilirsiniz; bahar gelmiş, nehirlerin suları yükselmiş, çiçekler tomurcuklanmaya başlamış, böyle şeyler işte… Evet, hoşça kalın ve Tampico Petrol’de kalın. Düşecek olursa, Minnesotalı çiftçiler saçmalayacak olursa kesinlikle biraz daha satın alın. Ben gidiyorum. Para bulma zamanı… Evet… Evet, kesinlikle… Şimdi bir föy satmaya cesaret etmek fazla iyidir çünkü bir daha asla düşmeyebilir… Elbette neden bahsettiğimi biliyorum. Daha yeni sekiz saat uykudan uyandım ve henüz bir şeyler içmedim… Evet, evet… Güle güle.”
Borsa fiyatlarını kaydeden kâğıt şeridini kendine doğru çekerek rahat sandalyesine yaslandı ve yavaş yavaş elindeki verilerin üzerinden geçerek, gittikçe yükselen bir ilgiyle kendisine iletilen mesajı inceledi.
Parker, her biri zanaat ve sanatın ışıltılı mücevheri gibi görünen birkaç ince olta ile geri döndü. Francis onu görür görmez sandalyesinden fırladı, elindeki kâğıtları bir tarafa atarak bir çocuğun coşkulu neşesiyle yeni oyuncaklarını incelemeye başladı. Birbiri ardınca onları deniyor, kırbaç gibi tiz sesler çıkarana kadar onları havada savuruyor, yüksek tavanın altında ihtiyatlı ve hassas bir şekilde oltasının ucunu hareket ettirirken sanki zemini görünmeyen, gizemli bir gölete atıyormuş gibi davranıyordu. Bu sırada yine telefonlardan biri çaldı. Duyduğu rahatsızlıktan dolayı anında yüzünü buruşturdu.
“Tanrı aşkına, şuna cevap ver Parker!” diye emretti. “Kumar oynamak isteyen aptal bir kadınsa ona öldüğümü, sarhoş olduğumu, tifodan yattığımı, evlendiğimi ya da herhangi bir felakete uğradığımı söyle.” Parker tarafından, odanın havalı, iffetli, asil haysiyetine kesinlikle yakışan ihtiyatlı ve ayarlanmış tonlarda yürütülen bir anlık diyoluğun ardından, “Bir dakika efendim.” diyerek eliyle vericiyi kapatan uşak, efendisine şöyle dedi:
“Arayan Bay Bascom, efendim. Sizi istiyor.”
“Bay Bascom’a cehenneme kadar yolu olduğunu söyle.” dedi Francis, bu sırada büyülenmiş gibi elinde tuttuğu oltayla uzun bir atış denemesi yaptığını hayal ediyordu; eğer gözünde canlandırmış olduğu şey gerçek olsaydı, atmış olduğu misinası pencereden dışarı fırlayarak bahçede gül çalılıklarının arasına çömelmiş, çiçek dikmekle meşgul olan bahçıvanı korkutmuş olurdu. “Bay Bascom konunun piyasa hakkında olduğunu söylüyor efendim ve sizinle sadece bir dakikalığına konuşmak istiyor.” diye ısrar etti Parker. Ancak bunu öylesine nazik ve alçak gönüllülükle söylüyordu ki sanki sadece önemsiz ve gereksiz bir mesajı tekrar ediyormuş gibi görünüyordu. “Tamam.” dedi Francis canı sıkılmış bir tavırla, elindeki oltayı dikkatlice masanın kenarına dayadı ve telefona doğru yürüdü.
“Merhaba.” dedi telefonun ahizesine doğru.
“Evet, benim, Morgan. Anlat. Neler oluyor?”
Bir süreliğine sessizce telefonda ona anlatılanları dinledi ve sonra sinirli bir ifadeyle karşı tarafın sözünü yarıda kesti: “Sat! Lanet olsun. Bu konuda hiçbir şey… Elbette, öğrendiğime sevindim. On puan yükselecek olsa bile ki olmayacak, her şeyi tut. Meşru bir yükseliş olabilir ve asla düşmeyebilir. Sağlam. Listelendiğinden çok daha değerli. Halk bilmese bile ben biliyorum. Bundan bir yıl sonra iki yüze çıkacak… Yani Meksika devrim meselesini bitirecek olursa… Ne zaman düşecek olursa benden sipariş alacaksın… Önemli değil. Kim kontrol etmek ister ki? Ben senden özür dilerim. Demek istediğim bu sadece geçici bir durum. Şimdilik iki haftalığına balık tutmaya gidiyorum. Beş puan düşecek olursa, satın al. Sunulan her şeyi satın al. Birisinin gerçek mülkü olduğunda zorbalığa uğraması, neredeyse ayıların birbiri ardına gelmesi kadar kötüdür dersin… Evet… Elbette… Evet. Güle güle.”
Ve Francis sevinçle oltalarına dönerken Thomas Regan’ın şehir merkezindeki özel ofisinde kader fazla mesai yapıyordu. Çeşitli aracıları vasıtasıyla alım ayarlamalarını yaptıktan ve gizli tanıtım kanalları aracılığıyla Tampico Petrol’ün, Meksika hükûmetinden verdiği tavizlerle ilgili bir şeylerin yanlış olduğuna dair ipuçlarını elde ettikten sonra Thomas Regan, Tampico Petrol’de gerçekte neyi görüp görmeyeceğini araştırmak için orada iki ay geçiren kendi petrol uzmanının sunmuş olduğu raporu inceliyordu.
Kâtiplerinden biri, gelen ziyaretçinin ısrarcı ve yabancı olduğu bilgisinin bulunduğu kartı getirmişti. Regan onu dinledi, karta baktı ve şöyle dedi:
“Ciodad de Colon’dan gelen bu Bay Senor Alvarez Torres’e onunla görüşemeyeceğimi söyle.”
Beş dakika sonra kâtip, bu kez kartın üzerine yazılmış bir mesajla geri dönmüştü. Regan mesajı okurken sırıttı:

“Sevgili Bay Regan! Onurlu Efendim! Sör Henry Morgan’ın eski korsanlık günlerinden kalma, gömülü olan hazinesinin yeri hakkında bir ipucu elde ettiğimi bildirmekten onur duyarım. Alvarez Tores.”
Regan başını salladı ve kâtip, işvereni onu birden geri çağırdığında neredeyse odadan çıkmak üzereydi.
“Onu hemen içeri alın.”
Yalnız kaldığı o kısa süre içerisinde, Regan öğrenmiş olduğu bu yeni bilgiyi aklında tartarken kendi kendine gülümsüyordu.
“Terbiyesiz genç!” diye mırıldandı, purosunu yaktığı sırada. “Yaşlı R.H.M.’nin oynadığı aslan rolünü oynayabileceğini düşünüyor. Haddini bildirmek gerek ve yaşlı, kır saçlı Thomas R. bunun olduğunu da görecek.”
Senyör Alvarez Torres’in İngilizcesi, tıpkı bahar modasına uygun kıyafetleri kadar düzgündü ve cildinin ağartılmış sarısı Latin Amerika kökenini bariz biçimde açığa çıkarmış olsa da simsiyah gözleri uzun zaman önce İspanyol ve Hintli kökenlerinin karışmış irsî parlaklığını yansıtıyordu, bununla birlikte yine de Thomas Regan’ın dileyebileceği kadar New Yorklu idi.
“Büyük çaba ve yıllar süren araştırmalarım sonucunda, nihayet Sör Henry Morgan’ın korsan hazinesine dair ipuçlarını elde etmeyi başardım.” diye giriş yaptı adam. “Hazine elbette Mosquito Sahili’nde. Size bu sahilin Chiriqui Lagünü’nden bin mil kadar bile uzakta olmadığını ve Bocas del Toro’nun makul bir biçimde en yakın kasaba olarak tanımlanabileceğini söyleyebilirim. Ben de orada doğdum -ancak eğitimimi Paris’te aldım- ve o bölgeyi avucumun içi gibi tanıyorum. Küçük bir yelkenlinin tedarik edilmesi yeterlidir -harcama çok ama çok az olacaktır- fakat geri dönüşte karşılığı büyük bir hazine olacaktır!”
Senyör Torres, durumu çok daha keskin bir biçimde anlatmakta yetersiz kaldığından durakladı ve zor adamlarla uğraşmaya alışkın olan Thomas Regan, çapraz sorgulama yapan bir ceza avukatı gibi onu ve verilerini sorgulamaya başladı.
“Evet.” diye hemen ekledi Senyör Torres. “Biraz utandım -bunu nasıl ifade etsem?– acil fonlar için.”
“Paraya ihtiyacınız var.” dedi hisse senedi operatörü kendinden emin bir tavırla, sertçe ve kederli bir ifadeyle başını eğdi. Karşısındaki adam, hızlı sorgulama altında çok daha fazlasını itiraf etmişti. Doğruydu, Bocas del Toro’dan yakın zamanda ayrılmıştı ama bir daha asla geri dönmemeyi umuyordu. Yine de eğer gerekli düzenlemeler yapılabilecek olursa geri dönmeyi düşünebilirdi…
Ama Regan, önünde ezilen küçük yaratıklarla uğraşmaya fazlasıyla alışkın olduğundan, adamı ani bir hareketle susturmayı bildi. Alvares Torres adına bir çek yazdı ve karşısındaki beyefendi kendisine uzatılan kâğıda baktığında bin dolarlık rakamları okudu.
“Size ne düşündüğümü söyleyeyim.” dedi Regan. “Hikâyenize hiçbir suretle inanmıyorum. Fakat genç bir dostum var -bu delikanlıya yürekten bağlıyım ama o bu kasaba, beyaz ışıklar ve bu ışıkların altında ortaya çıkan bayanlar ve diğerleri için çok fazla- anlayabiliyor musunuz?”
Senyör Alvares Torres anladığını göstermek istermiş gibi karşısındaki adamın önünde saygıyla eğildi. “Şimdi, onun iyiliği ve huzuru için başına gelebilecek en mükemmel şey, bir hazinenin peşinde çıkacağı yolculuk, macera, deneyim ve… Eminim ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur.”
Alvares Torres tekrar eğildi.
“Bu paraya ihtiyacınız var.” diye devam etti Regan. “Onun ilgisini çekmeye çalışın. Bu çek sadece onun ilgisini çekmenizi sağlayacak çabanız için. Eğer onun ilgisini çekmeyi başarır, yaşlı Morgan’ın hazinesinin peşinden koşmasını sağlayacak olursanız, o zaman size iki bin dolar daha ödeyeceğim. Sonuç olarak onun ilgisini çekip buradan üç aylığına ayrılmasını sağlayacak olursanız iki bin eğer altı ay ortalarda görünmemesini sağlarsanız da beş bin dolar daha vereceğim. Ah, inanın bana, babasını çok iyi tanıyordum. Biz can yoldaşıydık, ortaktık, neredeyse kardeştik diyebilirim. Oğlunun gerçek bir erkek olma yolunda, en sağlıklı şekilde ilerlemesini sağlayabilmek için her türlü bedeli ödemeye razıyım. Ne dersiniz? Bin dolar, başlamak için yeterli olacaktır. Tamam mı?”
Senyör Alvarez Torres, titreyen parmaklarıyla çeki bir katlayıp bir açtı.
“Ben… Kabul ediyorum.” diye kekeledi ve heyecanla bir süre duraksadı. “Ben… Ben… Nasıl söylesem?.. Emrinizdeyim.”
Beş dakika sonra oradan ayrılmak üzere ayağa kalktığında, oynayacağı rol konusunda tam olarak eğitilmiş ve Morgan’ın hazinesinin hikâyesi, kumarbazın mükemmel iş zekâsıyla ikna edici bir şekilde revize edilmişti; odadan çıkmadan önce neredeyse şakayla karışık bir tavırla, ağzından şu lafları kaçırdı:
“Ve bununla ilgili en eğlenceli şey Bay Regan, bunun doğru olması. Anlatımdaki tavsiye ettiğiniz değişiklikler kulağa daha gerçekçi geliyor bu doğru ama neticede olayın tamamı gerçek. Paraya ihtiyacım var. Siz çok cömertsiniz ve ben de elimden gelenin en iyisini yapacağım… Ben… İyi bir artist olduğum için kendimle gurur duyuyorum. Ama yine de doğru ve ciddi anlamda gerçek olan tek bir unsur var, Morgan’ın gömülü ganimetine dair bulduğum ipucu gerçek. Kesinlikle halkın erişemeyeceği kayıtlara ulaştım, ne burada ne de orada kendi ailemden hiç kimse -bunlar kesinlikle aile kayıtları- benzer erişime sahip oldular, benden önce hayatlarını yaptıkları aramalarla boşa harcadılar. Bununla birlikte onlar da doğru ipucu üzerindeydiler, sadece ellerindeki verilerin yirmi mil farkla hazinenin yerini ıskalaması dışında. Bütün bunlar kayıtlarda yazılıydı. Onlar bunu gözden kaçırdılar çünkü bana göre bu bir aldatmacaydı, bir bilmece, bir kamuflaj, bir labirentti ve ben bunu tek başıma araştırarak çözmeyi başardım. İlk gezginlerin hepsi çizdikleri çizelgeler üzerinde bu tür numaralara yer verdiler. İspanyol ırkım, Hawaii Adalarını beş derece boylamda sakladı.”
Dinlemeyi kabul ettiğini tebessümle gösteren ve aynı tebessümle, meşgul bir iş adamının hoşgörülü inançsızlığını ima eden Thomas Regan için tüm bu anlatılanların hepsi Yunancaydı. Francis Morgan, o ofise geldiğinde Senyör Torres çok kısa süre önce oradan ayrılmıştı.
“Biraz öğüt almak için uğramamın iyi olacağını düşündüm.” diyerek Regan’ı selamladı. “Ve babamın oyunlarına fazlasıyla aşina olan biri olarak, başvurabileceğim sizden başka kimse aklıma gelmedi. Anladığım kadarıyla, siz de o büyük anlaşmaların bazılarına ortaktınız. Bana, her zaman sizin kararlarınıza güvenebileceğimi söylemişti. Ve işte şimdi bu yüzden buradayım ve balığa gitmek istiyorum. Tampico Petrol’de neler oluyor?”
“Neler mi oluyor?” diye karşılık verdi Regan, hızlandırmak zorunda olduğu anın cehaletinin tam anlamıyla ince sahtekârlığıyla. “Tampico Petrol?”
Francis başını salladı, bir sandalyeye çöktü ve sigarasını yaktı, bu sırada Regan kâğıt şeridi inceliyordu.
“Tampico Petrol yükseldi -iki puan- endişelenmelisin.” diye ekledi.
“Demek istediğim de o zaten.” diye onayladı Francis. “Endişelenmeliyim. Ama aynı şekilde, sizce bu yükselişte içsel olarak bir grubun -ve bu gerçekten çok büyük- parmağı olabilir mi? Bilirsiniz, demek istediğim bu durum güvenli mi?”
Regan başını salladı. “Büyük. Haklısın. Bu gerçekten önemli bir durum. Meşru. Şimdi bu hareketlenmeyle birisinin veya bir kısmın kontrolü ele geçirmeye çalıştığını düşünebilir misiniz?”
Babasının can dostunun, çarpık kafasının üzerindeki kırlaşmış saçları dimdik olmuştu.
“Neden?” diye devam etti konuşmaya, “Bu, sadece yersiz bir telaş olabilir ya da hisse senetlerinde bunun gerçekten iyi olduğuna dair bir önsezi de diyebiliriz. Sen ne dersin?”
Francis’in tepkisi sıcak bir ifadeyle: “Elbette iyi.” oldu. “Raporlarım var Regan, o kadar güzel sonuçlar ki saçların diken diken olur. Bütün arkadaşlarıma da söylediğim gibi bu gerçekten meşru. Halkı buna dâhil etmek zorunda olmam çok büyük bir utanç. O kadar büyük ki buna mecbur kaldım. Babamın bana bıraktığı tüm nakit bile buna yetecek kadar büyük değil -yani, bağlı olmayan boşta paralar değil- çalışılması gereken paralar.”
“Sıkıntın var mı?” diye sordu yaşlı adam.
“Ah, üzerinde çalışmam gereken bir şeyler var.” dedi Francis gençliğin verdiği havalı edasıyla.
“Demek istediğin?..”
“Elbette. Sadece bu. Eğer düşecek olursa alırım. Para bulunur.”
“Alım konusunda ne kadar ileri gidebilirsin?” diye sordu Regan, iyi mizah ve onaylamanın birbirine karışmış ifadesiyle, maskelenen bir sonraki arayışın sorgulamasıyla.
“Elimde ne var ne yoksa.” diye hızla cevap verdi Francis Morgan. “Sana söylüyorum, Regan, bu çok büyük.”
“Bunun bir anlamı olup olmadığına bakmadım Francis ama bildiğim kadarıyla iyi söylentiler duydum.”
“Söylentiler! Sana söylüyorum, Regan, bu gerçekten lekesiz ve saf, listelenmiş olması gerçekten utanç verici. Doğrudan çekmek için kimseyi ya da hiçbir şeyi mahvetmek zorunda değilim. Dünya ben ona dâhil olduğumda daha iyi olacak, yüzlerce varilin gerçek petrol olduğunu söylemeye cesaret edemiyorum, diyelim ki Huasteca alanında yedi ay boyunca günde 27.000 varil petrol fışkıran tek bir kuyum var. Ve hâlâ bunu yapmaya devam ediyor. Şu anda piyasa, sadece sunduğumuz kovaya düşen tek bir damla. Ve yirmi iki yoğunlukta, tortunun yüzde birinin onda ikisinden daha azı. Ve ortada sadece tek bir fışkıran kuyu var. Üzerine inşa edilecek altmış millik bir boru hattı ve güvenlik sınırına kadar sıkıştırılmış bir alan düzenlenince, günde sadece yetmiş bin varil tüm arazi üzerinden akacak. Elbette ki tamamen güven içerisinde, biliyorsun. İyi gidiyoruz ve ben Tampico Petrol’ün fırlamasını istemiyorum.”
“Bunun için endişelenme evlat. Petrol borularını almalısın ve Meksika Devrimi, Tampico Petrol yükselmeden önce düzelecek. Balığına git ve unut gitsin.” Regan, bir anda aklına gelen fikirle durakladı ve üzerine kurşun kalemle yazılmış notun bulunduğu Alvarez Torres’in kartını aldı. “Bak, beni kim görmeye geldi?” Sanki birden aklına bir şey gelmiş gibi Regan hemen ardından kartı sakladı. “Neden sadece alabalık için balık tutmaya gidesin ki? Ne de olsa bu sadece eğlence. Şimdi, bunlardan sonra balık tutmaya gitmek için gerçek bir neden var, hem de Adirondack kampının buzlu, hizmetkârlarla dolu ve elektrikli düğmelerle döşeli Pers sarayının yeniden yaratılması değil, gerçek, tam boyutlu bir insanın varlığı var. Baban her zaman için o yaşlı aile korsanınızla gurur duymaktan fazlasını hissederdi. Ona benzediğini iddia ederdi ve sen de kesinlikle babana çok benziyorsun.”
“Sör Henry.” Francis karta uzanarak gülümsedi. “O zaman, yaşlı alçaktan gurur duyan tek kişi ben değilmişim.” Kartı okurken sorgulayan bakışlarını yukarı kaldırmıştı.
“O makul bir herif.” dedi Regan. “Mosquito Sahili’nde doğduğunu ve ailesinin özel kayıtlarından bazı ipuçları elde ettiğini iddia ediyor. Bir kelimesine dahi inandığımdan değil. Kendi alanım dışındaki şeylere inanmaya başlamak için zamanım ve ilgim yok.”
“Ben de aynı durumdayım, Sör Henry, aslında zavallı bir adam olarak öldü.” dedi Francis. Morgan’ın inatçılığının çizgileri, kaşlarına bir parıltı olarak yansıdı. “Ve onun gömülü olan hazinelerinden hiçbirini bulamadılar.”
“Rastgele!” dedi Regan neşeyle, onu kucaklayarak.
“Yine de bu Alvarez Torres ile aynı şekilde tanışmak isterim.” diye cevap verdi genç adam.
“Ahmak altını.” diye devam etti Regan. “Yine de herifin son derece sinir bozucu bir şekilde makul olduğunu kabul etmeliyim. Keşke daha genç olsaydım ama ah, lanet olası, buradaki işim benim için biçilmiş kaftan.”
“Onu nerede bulabileceğimi biliyor musun?” diye sordu devamında Francis, hiçbir suretle durumun farkında olmadan; Thomas Regan onu tuzağına çekmiş, kader ağlarını örerken onun tüm ilgisini bu yöne yöneltmeyi başarmıştı.
Ertesi sabah görüşme yine Regan’ın ofisinde yapılmıştı. Senyör Alvarez Torres, Francis’in yüzüne ürkek bir tavırla bakmış ve ilk anda duygularını toparlamakta zorlanmıştı. Bu elbette ki onları sırıtarak izleyen Regan’ın gözünden kaçmamıştı:
“Eski korsana ne çok benziyor, değil mi?”
“Evet, benzerlik gerçekten çarpıcı.” diye onayladı Torres, yarı sahte, yarı gerçek bir ifadeyle çünkü Sör Henry Morgan’a ait portrelerle olan benzerliği fark etmişti ama aynı zamanda göz kapaklarının altında, Francis ve Sör Henry’den daha az olmamak üzere, her ikisinin de bir diğerine benzeyen başka ve yaşayan bir adamın görüntüsünü görüyordu.
Francis inkâr edilemeyecek kadar gençti. Zamanla sararmış kâğıt üzerine solmuş mürekkeple yazılmış eski belgelerin yanı sıra modern haritalar, antik grafikler incelendi ve yarım saatin sonunda yakalayacağı bir sonraki balığın, Bull ya da Calf’da, Chiriqui Lagünü açıklarındaki iki adacıkta olacağını, Torres’in bu adalardan biri ya da diğerinde bahsi geçen hazinenin bulunduğunu tahmin ettiği açıklandı.
“New Orleans’a giden gece trenine yetişeceğim.” diye açıkladı Francis.
“Bu, United Fruit Company’nin Colon gemilerinden biriyle bağlantı kurmamı sağlayacaktır. Ah, daha dün gece uyumadan önce hepsine bakmıştım.”
“Ama Colon’sa sakın bir yelkenli kiralamayın.” dedi Torres. “At sırtında Belen’e kadar kara yolculuğuna çıkın. Orada pek karmaşık olmayan yerli denizciler ve diğer her türlü malzemeyi elde edebileceğiniz gemi kiralama yeri var.”
“İyice anladım!” diye onayladı onu Francis. “Hep o toprakları görmek istemişimdir. Bu akşamki treni benimle birlikte yakalamaya hazır mısınız, Senyör Torres?.. Elbette, anlarsınız, bu koşullar altında hazinenin sorumlusu ben olacağım ve masrafları karşılayacağım.”
Ancak Regan’ın özel bir bakışıyla, Alvarez Torres hızlı bir şekilde yalan söyledi.
“Size daha sonra katılmak zorundayım Bay Morgan. Burada halletmem gereken bazı küçük işlerim var. Nasıl desem? Önce çözmem gereken önemsiz küçük bir dava var. Söz konusu meblağ önemli değil. Ancak bu bir aile meselesi ve bu nedenle son derece öncelikli. Bir Torres gururumuz var ki bu çok aptalca bir şey, kabul ediyorum ama maalesef bizim açımızdan çok önemli.”
“Daha sonra katılabilir ve izini kaçıracak olursan sana destek olur.” diye temin etti onu Regan. “Ve bu durum senin aklını başından almadan, Senyör Torres ile ganimetin bir bölümünü paylaşmak daha iyi olur… Eğer bulursanız.”
“Sen ne dersin?” diye sordu Francis.
“Eşit paylaşma, yarı yarıya.” diye cevapladı Regan, iki adam arasında var olmadığını kanıtlamak istermiş gibi paylaşımı muhteşem bir biçimde ayarlamıştı.
“Ve mümkün olan en kısa sürede arkamdan geleceksin değil mi?” diye sordu Francis, Latin Amerikalıya. “Regan, ufak tefek hukuki işlemlerini halleder ve hızlandırırsın değil mi?”
“Elbette, evlat.” oldu adamın cevabı. “Peki, gerekirse Senyör Alvarez’e nakit de vereyim mi?”
“Olur!” dedi Francis ve sonrasında her ikisiyle de tokalaştı. “Bu beni biraz zorlayacak. Tüm eşyalarımı toparlayıp o treni yakalamak için acele etmem gerekiyor. Görüşmek üzere Regan. Bocas del Toro civarında bir yerlerde ya da Bull veya Calf Adası’ndaki küçük bir delikte tekrar buluşana kadar güle güle, Senyör Torres -size göre Calf olduğunu düşünüyordunuz değil mi? Neyse, o zamana kadaradios!”
Ve Senyör Alvarez Torres, bir süre daha Regan ile birlikte kaldı, oynaması gereken rol için lüzumlu talimatları aldı, Francis’in çıkacağı bu yolculuk esnasında gerekli geciktirmelerin başlatılması ve sonuç olarak sürekli devam ettirilerek, bu gecikmenin mümkün olan en uzun süreye kadar uzatılması için zaruri olan planlar yapıldı.
Regan sözlerini “Kısacası, bir daha buraya geri dönüp dönmemesi umurumda değil, onun iyiliği için, ne kadar uzun süre buralardan uzak tutabilirsen tut.” diye bitirdi.

İKİNCİ BÖLÜM
Para, gençlik gibi inkâr edilemeyecek bir özellikti ve Francis Morgan insan doğası ve doğanın kesinliğini, hem gençliğin hem de paranın üstünlüğüyle tam anlamıyla temsil eden kişiydi. Regan’la vedalaşmasından üç hafta sonra, bir öğleüzeri kendini Angelique isimli yelkenli geminin güvertesinde buldu. Su, cam gibi pürüzsüz ve dingindi, geminin ilerlemesi neredeyse güçlükle algılanabiliyordu; aynı dinginlik insanlara da nüfuz etmiş, ortamda reddedilemeyecek katıksız bir can sıkıntısı vardı ve tüketilmesi mümkün olmayan birikmiş fazla enerjisiyle Francis; yarı Jamaikalı siyahi, yarı Kızılderili ırktan gelme Kaptan’dan, geminin kenarına asılı küçük sandallardan birini indirmelerini istedi.
“Sanki bir papağan ya da maymun gibi bir şeyler avlayabilirmişim gibi görünüyor.” diye açıkladı, on iki kat güçlü Zeiss camıyla kuvvetlendirilmiş dürbünü ile yarım mil ötedeki ormanlarla kaplı sahili araştırırken.
“Bu büyük bir sorun olabilir efendim, oraya çıktığınızda ölümcül bir engerek yılanı tarafından ısırılmanızı istemem.” dedi Angelieque’nin melez, Jamaika dilini babasından miras almış Kaptan’ı sırıtarak.
Ancak Francis bu fikirden caydırılabilecek durumda değildi çünkü dürbünüyle sahili gözlemlediği sırada ilk olarak adanın ortasında beyaz bir çiftlik evi, ikinci olarak da sahil kenarında beyaz giyimli bir kadın figürü, dahası bu kadının da onu ve yelkenliyi elindeki dürbünüyle incelediğini görmüştü.
“Sandalı kıyıya çekin, Kaptan!” diye emretti Francis. “Orada kim yaşıyor? Beyaz halk mı?”
“Enrico Solano’nun ailesi, efendim.” oldu cevap. “Onların önemli beyefendiler olduğuna yemin edebilirim, eski İspanyollar ve denizden Cordilleras’a ve Chiriqui Lagünü’nün yarısına kadar tüm topraklara sahipler. Çok zavallılar, çok güçlü ve zengin olmalarına rağmen… Arazi bakımından gerçekten acı biber kadar gururlu ve ateşlidirler.”
Francis küçük sandalla kıyıya doğru kürek çekerken Kaptan, onun papağan ya da maymun avlamak için yanına bir av tüfeği almamış olduğunu fark etti. Sonra, etrafa bakındığında, ormanın karanlık kenarında beyaz giyimli bir kadın figürünü o da gördü.
Francis, doğrudan mercan renkli, kumlu beyaz kumsala doğru kürek çekti, kadının orada olup olmadığını ya da ortadan kaybolup kaybolmadığını görmek için omzunun üzerinden bakmaya bile çekiniyordu. Aklında sadece genç, sağlıklı bir adamın, genç bir hanımefendi ile ya da yarı vahşi beyaz bir kadın veya en iyi ihtimalle taşralı bir bayanla karşılaşması fikri vardı. Angelique’i sarmış olan hareketsizliğe ve derin sükûnete karşı, en azından birkaç dakikalığına hoşça vakit geçirebileceği birisiyle karşılaşmayı umut ediyordu. Sandal kumsala ulaşır ulaşmaz aşağıya atladı ve sandalı burnu yerden enikonu havaya kalkacak biçimde kumların üzerine çekerek sağlam biçimde bağlayabileceği bir konuma sürükledi. Sonra etrafına bakındı. Ormana giden kumsal tamamen çıplaktı. Kendinden emin adımlarla ilerledi. Bu kadar tuhaf bir kıyıya ulaşmış olan herhangi bir yolcunun, karşısına çıkan topraklar konusunda bilgi alabilmek için etrafında yöre halkından birilerini araması elbette ki gayet doğaldı, onu bu denli kendinden emin harekete geçiren fikir buydu. Ve sadece birkaç dakika içinde, tüm beklentilerini karşılayacak varlıkla karşılaşmıştı. Tıpkı sürpriz kutudan fırlamış gibi kadın bir anda ortaya çıkmıştı. Karşısında kesinlikle kadınsı bir kız çocuğu duruyordu, olgunlaşmış ama yine de büyük ölçüde küçük bir kız çocuğu gibi hareket eden, iki eliyle ormanın yemyeşil duvarına sarılan genç kadın bulunduğu yerden fırlayarak onun kolunu kavramıştı. Genç kızın güçlü bir biçimde onu kavraması şaşkına dönmesine neden olmuştu. Serbest eliyle şapkasını çıkardı ve Morganlara has ağırbaşlılıkla tuhaf kadına eğilerek selam verdi, New York eğitimi almış biri olarak hiçbir şeye şaşırmaması gerektiğini gayet iyi öğrenmiş olmasına rağmen karşılaştığı durumdan dolayı afallamıştı ve bununla bağlantılı olarak karşılaşacağı başka sürprizler onu daha da fazla hayrete düşürecekti. Onun bir tokat yemiş kadar şaşırmasına neden olan şey, kızın sadece yarı esmer muazzam güzelliği değildi, özellikle derinden bakan o iri gözler onu fazlasıyla etkilemişti. Bakışları ona öylesine tanıdık geliyordu ki… Onun deneyimlerine göre yabancılar, birbirlerine hiç bu kadar dikkatli bakmazlardı.
Genç kız gergin bir biçimde mırıldanmaya başladığında, kolundaki çifte kavrayış artık bir çekişmeye dönüşmüştü:
“Çabuk ol! Beni takip et!”
Francis bir anlığına direndi. Kız kesinlikle bunu kabul etmiyormuş gibi başını salladı ve kendisini takip etmesi için onu arkasından çekmeye başladı. Orta Amerika kıyılarında karşılaşılabilecek alışılmadık bir oyun olduğu hissiyle, gönüllülük esasına göre takip etmek zorunda olduğu için mi yoksa onun aceleciliğiyle ormanın içine sürüklenip sürüklenmediğinin farkında olmadığından mı bilinmez, duruma gülümseyerek boyun eğmişti.
“Benim yaptığımı yap.” diye bağırdı kız omzunun üzerinden arkaya doğru, bu sırada bir eliyle onun elini sıkıca kavramıştı.
Francis gülümseyerek kızın söylediklerine itaat etti, kız çömeldiğinde o da çömeliyor, ayağa kalktığında o da kalkıyordu, bu sırada zihninden sürekli olarak John Smith ve Pocahontas’ın görüntüleri geçip gidiyordu.
Birden onu kendine doğru çekerek yere çöktü, elini onu bırakmadan önce yanına oturması için yönlendirdi ve nefes alıp verirken diğer elini kalbinin üzerinde bastırdı:
“Tanrı’ya şükür! Ah, merhametli Meryem Ana!”
Francis onu taklit etmesi gerektiğini ve bunun oyunun bir parçası olduğunu düşünürek, ne Tanrı’ya ne de Meryem Ana’ya seslenmeden, sadece gülümseyerek elini kalbinin üzerine koydu.
“Siz hiç ciddi olamaz mısınız, acaba?” diye parladı genç kız, onun eylemini fark ederek. Ve Francis hemen kendine çekidüzen vererek mümkün olduğunca doğal bir biçimde ciddiyetini takındı.
“Sevgili Hanımefendi…” diye başladı konuşmaya.
Ama genç kız, ani bir hareketle onun susmasını sağladı; Francis giderek artan bir şaşkınlıkla, kadının eğilmesini ve etrafı dinlemesini izledi, birkaç metre ötedeki patikadan aşağıya doğru inen varlıkların hareketini duyabiliyordu. Yumuşak, sıcak avucunun içiyle ona sessiz olmasını emrederek ağzını kapattı ve sonrasında sanki çok sıradan bir hareket yapıyormuş gibi yerinden fırlayarak, Francis’i arkasında bırakıp patika yolun toprak zemininden aşağı doğru kaydı. Francis şaşkınlıktan neredeyse ıslık çalacaktı. Eğer genç kızın giderek uzaklaşan sesini, İspanyolca konuşmasını ve karşılığında sorgular, suçlayıcı, azarlar tarzdaki İspanyol erkeklerin ona verdikleri cevapları duymamış olsaydı, büyük ihtimalle arkasından ıslık da çalmış olurdu.
Onların yürümeye konuşmaya devam ettiklerini duyuyordu ve beş dakikalık neredeyse ölüm sessizliğinin ardından, genç kızın onun ortaya çıkması için istekli bir şekilde seslendiğini duydu.
“Vay be! Regan’ın bu koşullar altında ne yapacağını görmek isterdim!” dedi kendi kendine, bulunduğu yerden çıkarken gülümsüyordu.
Artık onunla el ele tutuşmaya gerek duymadan, ormandan kumsala kadar genç kızı arkasından takip ediyordu. Kız mola verdiğinde, hemen onun yanına gidip yüzüne baktı, hâlâ bütün bunların birer oyundan ibaret olduğuna dair düşüncesinin etkisi altındaydı.
“Ebe!” diye güldü Francis, onun omzuna dokunarak. “Ebe!” diye neşeyle tekrarladı.
“Sensin!”
Genç kızın parlak koyu gözlerindeki öfkesi yakıp kavuruyordu.
“Seni aptal!” diye haykırdı genç kız, onun diş fırçası gibi görünen bıyığına parmağıyla işaret ederek. “Sanki o seni gizleyebilirmiş gibi!”
“Ama Sevgili Hanımefendi…” dedi. Onunla hâlâ tanışmamış olmasından dolayı itiraz etmek için konuşmayı denedi.
Genç kızın konuşmasını kesintiye uğratan cevabı, daha önceki her şey kadar gerçek dışı ve tuhaftı. Kız o kadar hızlı hareket etmişti ki elindeki küçük gümüş tabancayı ne zaman çektiğini, ne zaman burnunun dibine kadar gelerek karnının alt tarafına doğrultmakla kalmayıp fazlasıyla sert bir şekilde bastırdığını fark edememişti.
“Sevgili Hanımefendi…” diye tekrar konuşmayı denedi.
“Ben seninle konuşmak istemiyorum!” diye bağırdı kız ona. “Hemen şimdi gemine geri dön ve burayı terk et…” Francis onun bir anda duyulamayacak biçimde fısıldamasından, son söz olarak “sonsuza kadar” dediğini tahmin edebilmişti.
Kesinlikle konuşmaya kararlı bir duruşla, karnına tutulmuş olan silahın namlusuna doğru hareket ettiğinde, bir kez daha konuşması engellendi. “Eğer bir kez daha geri gelecek olursan -Meryem Ana beni affetsin- seni vururum.”
“Sanırım gitsem daha iyi olacak.” dedi abartılı bir serinkanlılıkla. Sandala dönmek için yürümeye başladığında, hem yaşamış olduklarından hem de genç kızın önünde düşmüş olduğu saçma ve komik durumdan dolayı büyük utanç içindeydi.
Ruhunda kalan son haysiyet parçasını da korumaya çabalayarak sandala ilerlediği sırada, genç kızın onu takip ettiğini fark etmemişti. Sandalın burnunu kumdan kaldırırken hafif bir rüzgârın palmiye yapraklarını nasıl hışırdattığını duyabiliyordu. Güçlü bir esinti, kıyıya yakın konumda suyun kararmasına neden olurken uzaklarda Chiriqui Lagünü’nün manzarası berrak suyun üzerinde bir serap gibi parlamasını sağlıyordu.
Arkasından duyduğu hıçkırık sesi, Francis’in sandala binmesini engellemiş ve onu geri dönmek zorunda bırakmıştı. Tuhaf genç kadın, tabancasını taşıdığı eli yana düşmüş durumda ağlıyordu. Hemen ona doğru ilerledi, kızın koluna dokunuşu sempatik ve sorgulayıcıydı. Genç kadın onun dokunuşu karşısında titredi, ondan uzaklaştı ve gözyaşları arasında sitem dolu bir bakışla ona baktı. Pek çok ruh hâlini omuz silkerek ve durumun anlaşmazlığına teslim olmuş vaziyette yaşadığı belliydi, Francis onun hıçkırığıyla durduğunda sandala dönmek üzereydi.
“En azından sen…” diye başladı kız konuşmaya, sonra sendeledi ve yutkundu. “Bana bir veda öpücüğü verebilirsin.” Sağ elindeki tabancası bedenine göre uyumsuz bir vaziyette sallanıyordu. Francis şaşkınlık içerisinde bir an için tereddüt etti, sonra gözyaşları içinde başını omzunun üzerine düşürmüş olan kızın dudaklarına tutkulu bir öpücük vermek için onu kendine doğru çekti. Şaşkınlığına rağmen tabancanın namlusunun omuzlarının arasında, sırtına düz bir şekilde bastırılmış olduğunun farkındaydı. Kız gözyaşlarından ıslanmış yüzünü ona doğru kaldırdı ve onu tekrar tekrar öptü, Francis gizemli bir dürtüsellikle verilen bu öpücüklerin bir kızdan gelip gelmediğini merak ediyordu.
İçinden bu ateşli dakikaların ne kadar süreceğini umursamadığını kendi kendine tekrarlarken, birdenbire kızın korkunç bir öfke ve aşağılama ifadesiyle ona bakarak uzaklaşması, tehditkâr bir tavırla silahını ona doğrultup hemen sandalına binmesini emretmesiyle korkuya kapıldı.
Sanki güzel bir bayana asla hayır diyemeyecekmiş gibi rahat bir tavır takınarak omuzlarını silkti ve itaatkâr bir tavırla sandala oturdu, kürekleri çekmeye başladığında arkası ona dönüktü.
“Yüce Meryem Ana beni asi kalbimden korusun.” diye haykırdı genç kız arkasından, serbest kalan eliyle göğsündeki madalyonu söküp aldı ve altın parıltılar saçan mücevheri denize fırlattı.
Ormanın kenarından tüfeklerle donanmış üç adamın, kuma çökmüş olan kızın yanına doğru koştuğunu gördü. Onu kaldırırken kürek çekmeye başlamış olan Francis’i gördüler. Omzunun üzerinden kıyıya doğru yaklaşmış, hafifçe yan yatmış, önünü kesen Angelique’i gördü. Hemen ardından, sahildeki üçlüden sakallı, yaşlı bir adamın kızın dürbününü ona doğrulttuğunu fark etti. Ve hemen ardından da adamın dürbünü bir kenara fırlatıp tüfeğiyle ona nişan aldığını gördü.
Mermi, sandalın hemen yan tarafından suya düştü ve Francis bu sırada kızın bir anda ayağa fırladığını, koluyla tüfeği kaldırıp adamın ikinci atışını bozduğunu gördü. Hemen ardından, Francis genç kızın tüfekli adamları karşısına alarak onlardan ayrılışını ve silahlarını indirmeleri için tabancasıyla onları tehdit edişini büyük bir keyifle izledi.
Rüzgârdan dolayı köpüren suların üzerinde yan yatmış Angelique’in hemen yanında durmayı başaran Francis’in, hızlı bir hareketle güverteye atladığı sırada, Kaptan tayfalarına emir vererek kısa süre içinde sandalı gemiye çekmiş ve yelkenleri indirmelerini sağlamıştı. Francis, çocuksu bir zevkle ona bakan kıza bir veda öpücüğü göndermiş ve onun sakallı adamın omuzlarına doğru yaslanarak bayıldığını görmüştü.
Bembeyaz dişlerini göstererek gülen Kaptan, Francis’e dönerek. “Kırmızı biber, ah lanet olası, korkunç, çılgın gururlu Solanolar.” dedi.
“Sadece böcekler, tam anlamıyla çılgınlar, evde kimse yok.” diye gülerek karşılık verdi ona Francis, garip genç kıza daha çok öpücük göndermek için korkuluğa fırlarken.
Kara rüzgârını önüne alan Angelique, Chiriqui Lagünü’nün dış kenarını ve Bull ve Calf Adalarının kıyılarını geçerek gece yarısına kadar ilerlemesini sürdürdü. Karadan yaklaşık elli mil uzaklıkta Kaptan, gün ışığını beklemek üzere demir attı. Kahvaltıdan sonra Jamaikalı siyahi bir denizcinin kürekleri çektiği sandalla Francis, daha büyük bir ada olan ve Kaptan’ın ona yılın o mevsiminde kaplumbağa yakalayan Kızılderililer tarafından işgal edilmiş olabileceğini söylediği Bull’a, keşif yapmak için ana karaya çıktı.
Ve Francis adaya çıkar çıkmaz sadece New York’tan otuz derece enlem boyunca uzaklaşmış olmadığını, aynı zamanda medeniyetin son sözünden ilk çağın neredeyse ilk kelimesine kadar otuz, belki de çok daha fazla yüzyıllar boyunca geriye gitmiş olduğunu anlamıştı. Sadece bellerine sarılı olan peştamallar haricinde tamamen çıplak, acımasızca ağır kesme işlemlerini yapmaya müsait bıçaklarla silahlanmış kaplumbağa avcıları, kendilerini beğenmiş yamyamlar ve tehlikeli insan katilleri olduklarını onlara hızla kanıtlamışlardı. Jamaikalı denizcinin tercümanlığı aracılığıyla, Bull Adası’nın onlara ait olduğunu söylemişlerdi. Ancak eskiden kaplumbağa mevsimi boyunca kendilerine ait olan Calf Adası, artık onlara korku salan, pervasızca özgürlük yollarını kesen, delilikleri imkânsız boyutlara ulaşan bir Gringo ya da onların fazlasıyla korktuğu iki ayaklı insan yaratığı tarafından ele geçirilmişti.
Francis, gümüş bir dolar karşılığında onlardan birini, gizemli Gringo ile görüşmek istediğini belirten bir mesajı iletmesi için gönderirken, geri kalanı da Francis’in sandalının etrafına kümelenmiş, daha fazla para alabilmek için sızlanmaya, ona kızmaya, hatta yanında getirdiği tabakasından daha yeni tütün koyduğu ve dudaklarının arasında hâlâ sıcak bir biçimde sallanan piposunu bile küstahça çalmaya kalkışmıştı. Francis onu çalmaya çalışan hırsızın ve hemen ardından hamle yapan diğer hırsızın kulaklarına şiddetli birer tokat indirmiş ve piposunu onların elinden kurtararak cebine atmayı başarmıştı. Yerinden çıkarılmış, güneşten parlayan her iki kenarı keskin palaların tehdidini savurmak için Francis, otomatik tabancasını eline alarak çeteyi kontrol altına almıştı. Adamlar bir grup hâlinde geriye çekilip tehditkâr biçimde aralarında fısıldaşırlarken, yanında getirmiş olduğu denizci tercümanın fazlasıyla zayıf bir adam olduğunu fark ettiği sırada geri dönen elçisini karşıladı.
Siyahi, kaplumbağa avcılarının yanına gitti ve Francis’in hoşlanmadığı tonlarda bir samimiyet ve itaatle konuştu. Haberci ona kurşun kalemle yazılmış notu uzattı:
“Haydi!”
“Sanırım kendi başıma halletmek zorunda kalacağım.” dedi Francis, geri çağırdığı siyahiye.
“Çok dikkatli ve son derece ihtiyatlı davransanız iyi olur efendim.” diye siyahi onu uyardı. “Hiçbir amaçları olmayan bu hayvanlar, çok sorunlu yaratıklar ve kesinlikle mantıksız davranıyorlar, efendim.”
“Sandala bin ve beni diğer tarafa geçir.” diye emretti Francis kısaca.
“Hayır, efendim, üzgün olduğumu söylemek zorundayım, efendim.” oldu buna siyahi denizcinin cevabı. “Kaptan Trefethen’e denizci olarak imzamı attım efendim ama intihar etmek için yapmadım bunu ve sizi doğrudan ölüme götürmek için kürek çekmem mümkün değil, efendim. Kesinlikle ve hiç şüphe duymadan yapabileceğimiz en iyi şey, kalırsak bizim için daha da ısınacak olan bu ateşli yerden bir an önce ayrılmak olacaktır, efendim.”
Francis büyük bir tiksinti ve küçümsemeyle otomatik silahını cebine attı, sırtını işe yaramaz vahşilere döndü ve onların yanından uzaklaştı. Toprağın antik huzursuzluğunu içinde barındıran büyük bir mercan kayasının yükseldiği yerden sahile indi. Calf kıyısında, dar kanalın hemen karşısında başka bir sandalın çekili olduğunu fark etti. Kendi tarafında fazlasıyla hasarlı olduğu ve açıkça sızdırdığı görünen basit bir kano duruyordu. Kanoyu suya doğru devirdiğinde, kaplumbağa avcılarının onu takip ettiğini ve zayıf yürekli denizci ortalıkta görünmese de Hindistan cevizi ağaçlarının kenarından ona baktıklarını fark etti.
Kanalda kürek çekmek an meselesiydi ama Calf sahiline ulaştığında, palmiye ağaçlarının arkasından ortaya çıkan uzun boylu, yalın ayak genç bir adam tarafından karşılandığında, otomatik tabancasını eline alarak bağırdı:
“Haydi! Defol! Lanet olası!”
“Ah siz tanrılar ve küçük balıklar!” diye sırıttı Francis yarı esprili, yarı ciddi bir ifadeyle. “Bir adam yüzüne doğrultulmuş bir silah olmadan buralarda hareket edemez. Ve herkes buradan hep defolun diyor.”
“Seni kimse davet etmedi.” diye karşılık verdi yabancı. “Rahatsız ediyorsun. Benim adamdan defol. Sana yarım dakika veriyorum.”
“Üzüldüm dostum.” dedi Francis, aynı zamanda göz ucuyla en yakın palmiye ağacının gövdesinin mesafesini ölçerek kendini doğru biçimde güvence altına almaya çalıştı. “Burada tanıştığım herkes çıldırmış, saygısız, varlığımdan kurtulmak için huysuzluk derecesinde endişeliler ve benim de kendimi böyle hissetmeme neden oluyorlar. Ayrıca, sadece bana burasının senin adan olduğunu söylemen, benim için bir kanıt değil.”
Siper almış olduğu palmiye gövdesinden adamın ona doğru yaptığı hızlı hamle, lafını bitirememesine neden olmuştu. Onun, gövdenin arkasından çıkışıyla, ağacın gövdesine saplanan bir merminin gelişi eş zamanlıydı.
“Şimdi, sadece bunun için!” diye bağırdı, diğer adamın durduğu ağacın gövdesine nişan alıp ateşleyerek. Sonraki beş dakika boyunca ağaç gövdelerini siper almış olan adamlar ya silahlarını ateşliyor ya da atışların sayısını hesaplamaya çalışıyorlardı. Francis sekizinci ve son atışı da yaptıktan sonra, yabancının sadece yedi atış yaptığından tatsız bir şekilde emindi. Güneş kaskının bir kısmını dikkatlice siperinden açığa çıkardı, elinde tuttu ve delikleri saydı.
“Hangi tip silah kullanıyorsun?” diye sordu büyük bir soğukkanlılıkla.
“Colt.” oldu verilen cevap.
Francis açıklığa çıkarak şöyle dedi: “O zaman hepsini sıktın. Saydım. Sekiz. Şimdi artık konuşabiliriz.”
Yabancı saklanmış olduğu siperinden çıktı ve Francis, üzerinde kirli kanvas bir pantolon, pamuklu bir atlet ve disk şeklinde bir fötr şapka olmasına rağmen onun mükemmel beden yapısına hayran kalmaktan kendini alamadı. Dahası, kendisinin bir kopyasına baktığını aklına getirmemiş olsa da sanki onu daha önceden tanıyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.
“Konuş!” dedi yabancı, alay eder gibi tabancasını yere atıp bir bıçak çekti. “Şimdi sadece senin kulaklarını keseceğiz, belki de kafa derini yüzeriz.”
“Vay canına! Ormanın bu kesimindeki ne tatlı ve nazik hayvanlarsınız siz öyle.” diye karşılık verdi Francis, öfkesi ve tiksintisi giderek artıyordu. Yola çıkmadan önce bir dükkândan almış olduğu ve ışıltıyla parlayan yepyeni avcı bıçağını çıkardı cebinden.
“Haydi güreşelim ve bu yirmi iki-otuzluk bıçağın maharetini görelim.”
“Ben, senin kulaklarını istiyorum.” oldu yabancının cevabı nazik bir biçimde, ona doğru yavaşça yaklaşırken.
“Eminim. Önce yere sermen lazım, yere seren adam diğerinin kulağını alır.”
“Kabul.” Kanvas pantolonlu genç adam, bıçağını kınına soktu.
“Bunu filme alacak hareketli bir kameranın olmaması ne kötü.” dedi Francis kendi bıçağını kınına sokarken. “Gerçekten çok acı verici. Kendimi kötü bir Kızılderili gibi hissediyorum. Dikkat et! Acelem var! Her hâlükârda ilk atak için!”
Eylem ve söz bir araya gelmiş, görkemli koşuşturma rezil bir şekilde sona ermişti. Çünkü görünüşe göre güçlü olan alacağı darbeye önceden hazırlanmış, vücutlar karşı karşıya geldiğinde çarpmanın ani etkisiyle sırtüstü düşen Francis’in üzerine diğeri ayağını yerleştirmişti, Francis sert bir hamleyle üzerine yüklenen ayağı iterek ileriye doğru bir takla atmayı başarmıştı.
Kumun üzerine şiddetli düşüşü, bir anlığına da olsa Francis’in nefesini kesmiş ancak sert hamlesiyle fırlatmayı başardığı adamın ağırlığı üzerinden kalktığından yeniden nefes alabilmişti. Suskun bir hâlde sırtüstü vaziyette kendini yere bıraktığında, üzerine eğilen adamın merakla ona baktığını fark etti.
“Neden bıyık bırakmaya gerek gördün ki?” diye mırıldandı yabancı.
“Devam et, kes onları!” diye patladı Francis ilk derin nefesi alıp vermeyi başararak. “Kulaklar senin ama bıyık benim. Anlaşmada o yoktu. Ayrıca, bu düşüş düpedüz Japon güreşiydi.”
“Her hâlükârda ilk atak için diyen sendin.” dedi diğeri gülerek. “Kulaklarına gelince, sana kalsın. Asla onları kesmeye niyetim yoktu zaten, şimdi bir de onlara yakından bakınca hiç hevesim kalmadı. Kalk ve buradan git. Seni azat ediyorum. Haydi! Ve bir daha buraya asla gizlice gelme! Git! Lanet olası!”
Bu zamana kadar duymuş olduğu tiksintinin üzerine, şimdi bir de yenilginin aşağılaması eklenmişti; Francis sahile, kanosuna doğru yürüdü.
Zafer kazanan, “Söylesene, küçük yabancı, kartını bırakmak ister misin?” diye seslendi arkasından.
“Ziyaretçi kartı ve boğaz kesme bir arada olamıyor.” diye bağırdı Francis omzunun üzerinden, kanosuna binip kürek çekmeye başladığı sırada. “Benim adım Morgan.”
Şaşkınlık ve olduğu yerde donup kalma oldu yabancının tepkisi, ağzını açıp bir şeyler söylemek istedi ama sonra fikrini değiştirip kendi kendine mırıldandı: “Aynı soydan bu kadar benzememize şaşmamalı.” Hâlâ tiksinti içinde olan Francis, Bull kıyısına geri döndü, kanosunun yanına oturdu, piposunu doldurup yaktı ve hüzünlü bir şekilde kendini sakinleştirmeye çalıştı. Çılgınlık, herkes delirmiş, aklından geçen tek düşünce buydu. Kimse mantıklı hareket etmiyor diyordu kendi kendine. “Yaşlı Regan’ın bu insanlarla ticaret yapmaya çalışmasını görmek isterdim. Onun kulaklarını alırlardı.”
Eğer o sırada kanvas pantolonlu, genç adamın kendisine olan benzerliğini fark edebilmiş olsaydı, Latin Amerika’da deliliğin yersiz olmadığından emin olabilirdi, aynı esnada söz konusu genç adam ise adanın tam ortasına inşa edilmiş olan sazdan kulübesinde yüksek sesle bir şeyler söyleyerek kendi kendine sırıtıyordu. “Sanırım bu Morgan ailesine mensup adamın ruhuna Tanrı korkusunu saldım.” Ve bu sırada orijinal Sör Heny Morgan’ın duvarda asılı duran yağlı resminin fotoğrafik reprodüksiyonuna bakmaya devam ediyordu.
“Eh, yaşlı korsan.” diye kendi kendine konuşmasına devam etti sırıtarak, “En son torunlarından ikisi, tarih öncesi tabancalarınızın beş para etmez gibi görünmesini sağlayacak otomatiklerle birbirlerini vurmaya oldukça yaklaşmıştı.”
Yıpranmış ve tahtakuruları tarafından yenmiş bir denizci sandığına doğru eğildi, üzerinde “M” harfi kazınmış sandığın kapağını kaldırdı ve tekrar resimle konuşmaya devam etti:
“Eh, atalarından son kalan yaşlı korsan, bana bıraktığın tek şey eski ahbaplar ve seninki gibi görünen bir yüz. Ve eğer gerçekten gaza gelmiş olsaydım, senin Port-au-Prince dublörünle seninle oynadığım gibi oynayabilirdim.”
Bir dakika sonra, her tarafı güvelerle yenmiş olan eski kıyafetleri üzerine giymeye başlayıp ekledi: “İşte, bak sırtımdakiler eski ahbaplar. Hadi ama Bay Ata, çerçevenin dışına çık ve farklılık gösterdiğimiz bir bakış açısını bana söylemeye cesaret et.”
Sör Henry Morgan’ın özel kıyafetlerine bürünmüş, eline aldığı balta, beline taktığı iki çakmaklı tabancayla yaşayan adam ve uzun zaman önce ölmüş olan yaşlı korsanın resmi arasındaki görsel benzerlik gerçek anlamda çarpıcıydı.
Ana komutaya karşı arka arkaya,
Tüm mürettebat körfezde tutuldu…
Genç adam gitarın tellerini tıngırdatarak eski korsana ait şarkıyı söylemeye başladığında, atasına ait resim başka bir resme dönüştü ve şunu gördü:
Yaşlı korsanın bizzat kendisi arka direğin ardına geçmiş, palasını çekmiş ve yarım ay şeklinde etrafını saran mükemmel giyimli denizcilerine, kesik kesik ucu parlayan palasıyla talimatlar veriyor, benzer şekilde kılık değiştirmiş ve bilgili bir başka adam ise direğin etrafındaki yarım ay şeklinde halkayı tamamlayan diğer yarım halkayla yüzleşiyordu.
Hayalinde canlandırdığı görüntü, tutkuyla çaldığı gitarın bir telinin kopmasıyla yıkıldı. Ve sessizliğin kesin duraksamasında, yaşlı Sör Henry’nin yeni bir görüntüsü gözünde canlandı; çerçevenin dışına çıkıp onun yanına gelmiş, sanki gerçekmiş gibi sert bir biçimde onu kolundan sürükleyerek kulübeden çıkarmaya çalışırken, bir taraftan da hayalet sesiyle tekrar tekrar aynı sözleri fısıldıyordu:
Ana komutaya karşı arka arkaya,
Tüm mürettebat körfezde tutuldu…
Genç adam karanlık rehberine itaat etmeyi ya da kendi derin sezgisine uymayı tercih ederek, kapıdan çıkıp sahile indi; Bull sahilinin dar kanalından baktığı sırada, dalgaların karaya fırlattığı odun parçalarının arasından sıyrılarak sırtını mercan kayalıklarına dayamış, çuval giymiş Kızılderililerin palalı saldırılarından nasibini almış merhum atasının görüntüsünü görüyordu. Ve bu sırada aldığı taş darbesinden dolayı başı dönen Francis, sarsılarak çoktan öldüğünü ve gölgeler âleminde olduğunu, Sör Henry Morgan’ın elinde palasıyla kıyıdan bizzat onu kurtarmaya geldiğini görüyordu. Dahası onun hayalinde, kılıcı sallayan ve Kızılderilileri sağa sola dağıtan hayalet haykırıyordu:
Ana komutaya karşı arka arkaya,
Tüm mürettebat körfezde tutuldu…
Francis diz çökerek yavaşça büzüldüğünde, garip korsan figürünün saldırısından önce Kızılderililerin dağılıp, kaçtığını gördü ve haykırışlarını duydu:
“Tanrı’m bize yardım et!” “Yüce Meryem Ana bizi korusun!” “Bu yaşlı Morgan’ın hayaleti!”
Francis daha sonra Bull Adası’nın ortasındaki sazdan kulübenin içinde gözlerini açtı. İlk olarak bilinci biraz olsun yerine geldiğinde, duvardan Sör Henry Morgan’ın ona bakan resmini gördü. Daha sonra, dudaklarına bir kadeh brendi tutan ve ona içki ikram eden canlı, hareketli varlığın üç boyutlu daha genç baskısını fark etti. Francis, dudaklarını kadehe değdirmeden önce ayağa kalkmıştı, hem o hem de yabancı adam ortak bir dürtüyle hareket ederek, önce birbirlerinin gözlerinin içine, sonra duvardaki resme baktılar ve ellerindeki içkilerle resme selam vermeden önce kadehlerini tokuşturdular.
“Bana Morgan olduğunu söyledin.” dedi yabancı adam. “Ben bir Morgan’ım. Duvardaki o adam benim soyumdan gelen babam. Senin soyundan mı?”
“Yaşlı korsan.” diye cevap verdi Francis. “Benim adım Francis. Peki seninki?”
“Henry, tıpkı orijinalinin olduğu gibi. Uzaktan kuzen olmalıyız, başka türlüsü mümkün değil. Ben o yaşlı, çirkin, tilki korsanın ganimetinin peşindeyim.”
“Ben de öyleyim.” dedi Francis, tokalaşmak için elini uzatarak. “Ama paylaşmanın canı cehenneme.”
“İçindeki eski kan konuşuyor.” dedi Henry onaylayarak ve gülümsedi. “Kim bulursa onundur. Son altı ay boyunca, bu adanın büyük bir kısmının altını üstüne getirdim ve tek bulduğum eski süprüntüler oldu. Eğer yapabilirsem seni yenmek için yanında olacağım ama gerekli çağrı geldiğinde ana ustanın karşısına çıkacağım.”
“Bu şarkı bir mucize.” dedi ısrarla Francis. “Bunu öğrenmek istiyorum. Tekrar çalsana.”
Ve birlikte kadehlerini tokuşturarak, şarkıyı söylediler:
Ana komutaya karşı arka arkaya, tüm mürettebat körfezde tutuldu.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Ancak araya giren baş ağrısı, Francis’in şarkıyı yarıda bırakmasına neden oldu. Henry tarafından ayarlanan serin bir hamakta dinlenebilmek onu fazlasıyla mutlu etti; Henry ziyaretçisinin emriyle Kaptan’a demir alabileceğini ancak hiçbirinin izinsiz herhangi bir şey yapmaması kaydıyla Angelique mürettebatının karaya inebileceğini iletti. Francis, ertesi gün geç vakte kadar saatler süren yoğun bir uykunun ardından ayağa kalktı ve başının artık eskisi kadar berrak olduğunu söyledi.
“Nasıl olduğunu biliyorum, bir seferinde attan düşmüştüm.” Garip akrabası onu, büyük bir kupa sade kahveyle karşılamıştı. “İç şunu. Seni yeni bir adam yapacak. Pastırma, deniz bisküvisi ve biraz çırpılmış kaplumbağa yumurtası dışında sana kahvaltıda sunabileceğim pek bir şey yok. Hepsi taze. Bunu garanti edebilirim çünkü bu sabah sen uyurken topladım hepsini.”
“Bu kahve başlı başlına bir ziyafet.” diye övgüde bulundu Francis, bu arada bir taraftan akrabasını bir taraftan da duvarda resmi bulunan büyükbabasını karşılaştırıyordu.
“Sen de tıpkı onun gibisin ve görünüşten çok daha fazlasısın.” diye güldü Henry, onu dikkatle incelerken. “Dün eğer paylaşmayı reddetmemiş olsaydın, yaşlı Sör Henry hayatta olurdu. Kendi akrabalarıyla paylaşmaya bile derin bir antipatisi vardı. Sorunlarının çoğuna neden olan da buydu. Ve kesinlikle torunlarının hiçbiriyle hazinesinin bir kuruşunu paylaşmadı. Ancak ben farklıyım. Calf’ı seninle paylaşmakla kalmayacağım; sana kendi yarımı, tüm kilitlerimi, stoklarımı, silahlarımı, bu sazdan kulübeyi, tüm bu güzel mobilyaları, miras kalan tüm eşyaları, her şeyi ve kaplumbağa yumurtalarından bile geri kalanları hediye edeceğim. Ne zaman taşınmak istersin?”
“Demek istediğin?..” diye sordu Francis.
“Sadece bu. Burada hiçbir şey yok. Adayı neredeyse baştan aşağı kazdım, bulduğum tek şey eski kıyafetlerle dolu bu sandıktı.”
“Seni cesaretlendirmiş olmalı.”
“Muhtemelen. Üzerinde bir ipucu bulabileceğimi sanıyordum. Her hâlükârda, bana doğru yolda olduğumu gösterdi.”
“Bull’u denemeye ne dersin?” diye sordu Francis.
“Bu da şimdiki fikrim.” dedi. “Yine de ana karada bunun için başka bir ipucum daha var. Bu eski zaman adamları, enlem ve boylamların tüm derecelerini gözden çıkarmanın bir yolunu bulmuşlar.”
“Harita üzerindeki on kuzey ve doksan doğu, on iki kuzey ve doksan iki doğu anlamına gelebilir.” diye açıkladı Francis. “Bununla birlikte yine sekiz kuzey ve seksen sekiz doğu anlamına da gelebilir. Düzeltmeleri kafalarında tasarladılar ve beklenmedik bir şekilde ölecek olurlarsa ki bu onların geleneğiydi, sırları da onlarla birlikte ölürdü.”
“Bull’a çıkıp kaplumbağa avcılarını ana karaya kovalayacak bir fikrim var.” diye devam etti konuşmasına Henry. “Ama yine de ilk olarak ana kara ipucunu ele almak istiyorum. Sanırım sende de bir ipucu var, öyle değil mi?”
“Elbette.” dedi Francis başını sallayarak. “Ama öncelikle paylaşmama konusunda söylediklerimi geri almak istiyorum.”
“Sözleri söyle.” diye cesaretlendirdi onu diğeri.
Elleri birbirlerine doğru uzandı ve anlaştıklarını gösterir biçimde tokalaştılar.
“Morgan ve kesinlikle Morgan’la sınırlı.” diye kıkırdadı Francis.
“Varlıklar, tüm Karayip Denizi, İspanyol ana karası, Orta Amerika’nın çoğu, bir sandık dolusu tamamen eski güzel kıyafet ve zeminde bir sürü delik.” diyerek diğerinin mizahına katıldı Henry. “Sorumluluklar, yılan ısırması, hırsız Kızılderililer, sıtma, sarıhumma.”
“Ve tamamen yabancıları öpme alışkanlığı olan güzel kızlar ve hemen arkasından parlak gümüş tabancalarını sana doğrultan yabancılar.” diyerek araya girdi Francis. “Sana hepsini anlatmama izin ver. Dünden önceki gün, ana karaya çıktım. Sahile ulaştığımda, dünyanın en güzel kızı üzerime atladı ve beni ormanın içine sürükledi. Beni yiyeceğini ya da benimle evleneceğini düşündüm. Hangisi olduğunu tam olarak bilemiyordum. Ve ben daha tam olarak neler olduğunu öğrenemeden güzel kız ne yaptı dersin, bıyığıma gereksiz yere laf attı ve bir tabanca ile beni sandalıma kadar geri kovaladı. Bana defolup gitmemi, bir daha asla geri dönmememi ya da ona benzer bir şeyler söyledi.”
“Ana karanın neresinde oldu bu?” diye sordu Henry. Talihsiz macerayı anımsarken kıkırdayan Francis’in farkına varmadığı bir gerginlikle sormuştu bunu.
“Chiriqui Lagünü’nün diğer ucuna doğru.” diye yanıtladı Francis. “Solano ailesinin sahip olduğu topraklar olduğunu öğrendim ve yine öğrendiğim kadarıyla fazlasıyla ateşli bir aile. Ama daha sana her şeyi anlatmadım. Dinle. Önce beni bitki örtüsüne doğru sürükledi, sonra bıyığıma hakaret etti, sonra beni bir tabancayla sandala kadar kovaladı ve sonra onu neden öpmediğimi öğrenmek istedi. Bunu geri çevirebilir miydin?”
“Peki, yaptın mı?” diye sordu Henry, elini bilinçsizce yanında kenetleyerek.
“Garip bir diyardaki zavallı bir yabancı ne yapabilir ki? Kolları dolduracak kadar güzel bir kız.” Bir saniye sonra Francis ayağa fırlamıştı ve Henry’nin onu resmen ezen yumruğu çenesine inmişti.
“Ben… Ben özür dilerim.” diye mırıldandı Henry ve eski deniz sandığının yanına çökü. “Aptalın biriyim, biliyorum ama bunun için duramazsam asılırım…”
“İşte yine başlıyorsun.” diye küskünce sözünü kesti Francis. “Bu çılgın ülkede sen de herkes kadar çılgınsın. Bir an geliyor kırık kafamı bandajlıyorsun, başka anda aynı kafamı benden koparıp almaya çalışıyorsun. Bu, kızın beni öpmesiyle birlikte, namlusunun ucuna sokması kadar kötü.”
“Doğru, ateş et, hak ettim.” diye itirafta bulundu Henry kederli bir ifadeyle ama konuşmasına devam ederken sözleriyle ateş etmeye başlamıştı: “Seni şaşkına çeviren kişi Leoncia idi.”
“Leoncia ise ne olmuş? Mercedes? Ya da Dolores olsa ne olur? Bir adanın kötü şöhretli kum yığınının üzerinde karşılaştığı kirli kanvas pantolonlu bir kabadayı tarafından kafası kırılmadan, bir adam güzel bir kızı tabancanın namlusu ona çevrilmiş olsa bile öpemez mi?”
“O güzel kız, kirli kanvas pantolon içindeki kabadayı ile evlenmek üzere nişanlı…”
“Demek istediğin gerçekten de…” dedi diğeri heyecanla sözlerini tamamlayamadan.
“Sevgilisinin daha önce hiç görmediği bir hıyarı öptüğünün söylenmesi, bu özellikle de bir akraba için çok eğlenceli değil.” diye tamamladı Henry onun cümlesini.
“O zaman, beni sen diye yakaladı.” diye düşündü Francis, durumu gözden geçirerek. “Öfkeden kendini kaybettiğin için seni suçlayamam, yine de bunun iğrenç olduğunu kabul etmelisin. Dün kulaklarımı kesmek istememiş miydin sen?”
“Seninki de aynı derecede iğrenç ama Francis, evlat. Seni yere serdiğimde onları kesmem için ısrar etme şeklin. Ha! Ha!”
Her iki genç adam da içtenlikle birbirlerine güldü.
“Bu tamamen yaşlı Morgan’ın öfkesi.” dedi Henry. “O, her şeye rağmen acımasız, yaşlı bir küfürbazdı.”
“Evleneceğin Solanolardan daha acımasız olamaz. Ailenin çoğu sahil kıyısına gelmişti ve giderken hepsi beni tüfekleriyle vurmak istiyordu. Ve senin Leonciacığın küçük silahını babası olabileceğini tahmin ettiğim uzun sakallı, yaşlı bir adama doğrulttu, benim peşimi bırakmayacak olursa onu delik deşik edeceğini anlamasını sağladı.”
“Babasıydı, bahse girerim, yaşlı Enrico’nun ta kendisiydi.” diye bağırdı Henry. “Ve diğer çocuklar da kızın kardeşleriydi.”
“Şirin kertenkeleler!” diye patladı Francis, daha fazla kendini tutmayarak. “Söylesene, böyle huzurlu, güvercinlere benzeyen bir aileyle evlendiğinde hayatının önemsiz bir monotonluğa girebileceğini düşünmüyor musun?” Bir süreliğine sustu, aklına yeni bir fikir gelmişti. “Bu arada, Henry, herkes benim sen olduğumu düşündüğüne göre, neden bu denli ateşli biçimde seni öldürmek istiyorlardı? Yoksa müstakbel eşinin akrabalarını kızdıran huysuz Morgan öfkesinden bir şeyler mi vardı?”
Henry, sanki kendi kendisiyle tartışıyormuş gibi ona bir anlığına baktı ve sonra cevap verdi.
“Sana bunu söylemekten çekinmeyeceğim. Bu iğrenç bir karmaşa ve sanırım suç benim öfkemde. Amcasıyla tartışmıştım. Babasının en küçük erkek kardeşiyle…”
“Mıştım?” diye geçmiş zaman üzerine önemli bir vurgu yapmaya çalışarak sözünü kesti, Francis.
“Mıştım, dedim.” diye Henry başını salladı. “O, şimdi yok. Adı Alfaro Solano’ydu ve fazlasıyla sinirli bir adamdı. İspanyol fatihlerin soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı ve eşek arılarından bile daha fazla gururluydular. Odunluk ağaçlardan para kazanmış, sahilin daha aşağısında büyük bir tropikal bitki plantasyonu kurmuştu. Bir süre sonra onunla tartıştık. Şuradaki küçük kasabada oldu, San Antonio’da. Bir yanlış anlaşılma olmuş olabilir ancak ben yine de onun yanıldığını iddia ediyorum. Her zaman benimle takışmak için bir sebep arıyordu. Leoncia ile evlenmemi istemiyordu, anlıyor musun? Eh, işte aramızda hararetli bir şeyler geçti. Alfaro’nun haddinden fazla içtiği bir akşamdı. Bana hakaret etti. Bizi birbirimizden ayırmak ve silahlarımızı elimizden almak zorunda kaldılar, biz de ya ölüm ya yıkım diyerek birbirimize söz vererek ayrıldık. Sorun buydu, kavgamız ve birbirimize karşı savurduğumuz tehditlerimiz çok sayıda tanık tarafından duyuldu.
İki saat içinde Komiser ve iki jandarma beni kasabanın arka sokaklarının birinde Alfaro’nun bedeni üzerine eğilirken buldu. Sırtından bıçaklanmıştı ve ben sahile doğru giderken ona rastlamıştım. Açıklamak mı? Mümkün değildi. Kavga, intikam tehditleri vardı ve orada, iki saat dolmadan, henüz sıcak cesedinin yanı başında duruyordum. O zamandan bu yana San Antonio’ya geri dönmedim ve kaçmak için de hiç zaman kaybetmedim. Alfaro çok sevilen biriydi, şu ayaktakımının favori zevklerini yakalayan atılgan tipleri bilirsin. Kimse benden mahkemede bir ifade vermemi bile istemeyecekti. Onlar benim canımı almak istiyordu ve o zaman ben de çok çabuk oradan ayrılmak zorunda kaldım.
Sonra, Bocas del Toro’da, Leoncia’dan bir haberci nişan yüzüğünü geri verdi. Ve işte buradasın. Gerçekten de içimde büyük bir tiksinti gelişti. Tüm Solanolar ve hayatımın geri kalanı boyunca oradaki halkın yanına geri dönmeye cesaret edemediğim için burada bir keşiş yaşamı sürmeye ve Morgan’ın hazinesini aramaya başladım… Aynı zamanda, o bıçağı Alfaro’ya kimin sapladığını da çok merak ediyorum. Eğer onu bulacak olursam, Leoncia ve diğer Solanolar huzurunda kendimi temize çıkarmış olacağım, böylece bir düğün gerçekleşeceğine dair bu dünyada kimsenin şüphesi kalmayacak. Ve şimdi her şey bittiğine göre, Alfaro’nun iyi bir izci olduğunu inkâr edemem, öfkesi hayatını yarıda bırakmış olsa bile.”
“Durum parmak izi kadar netleşti.” diye mırıldandı Francis. “Babasının ve erkek kardeşlerinin beni delik deşik etmek istemelerine şaşmamalı. Şimdi sana baktıkça bıyığım dışında birbirimize tıpkı iki bezelye tanesi kadar benzediğimizi görüyorum…”
“Ve bunun için…” Henry kolunu sıvadı ve sol kolunun üzerinde uzun ince bir beyaz yara izini ortaya çıkardı. “Bu yara çocukken oldu. Bir yel değirmeninden, seranın cam çatısına düştüğümde.”
“Şimdi beni dinle.” dedi Francis, zihninde tasarladıklarıyla yüzü aydınlanmaya başlamıştı. “Birinin seni bu karışıklıktan kurtarması gerekiyor ve bu dostun adı Morgan ve Morgan şirketinin ortağı olan Francis olacak. Ben geri dönüp Leoncia ve onun diğer akrabalarına bir şeyleri açıklamaya çalışırken sen burada takılmaya devam edersin ya da Bull üzerine araştırma yapmaya başlarsın…”
“Ben olmadığımı anlayana kadar seni vurmazlarsa.” diye acı acı mırıldandı Henry. “Bu Solanoların sorunu bu. Önce ateş ederler, sonra konuşurlar. Ölüm gerçekleşmediği sürece mantık aramazlar.”
“Sanırım bir şans yaratabilirim, yaşlı dostum.” diye güvence verdi Francis, kendisi Henry ile kız arasındaki sıkıntılı durumu temizleme planıyla bir hamlede bulunacaktı.
Ancak onu düşünmesi bile aklını karıştırıyordu. Sevimli yaratığın kendisine çok benzeyen diğer adama ait olduğunu bilmesi, içinde pişmanlıktan çok daha fazlasını yaşamasına neden oluyordu. Kızla karşılaştığı anları aklına getirdiğinde, kızın da adamı sevdiğini ancak bu durumlardan dolayı onu küçümsediğini ve hor gördüğünü anladı. İstemsizce iç çekti.
“Ne oldu?” diye sordu merakla Henry.
“Leoncia son derece güzel bir kız.” diye cevap verdi Francis saf bir samimiyetle. “Aynı zamanda sana ait ve benim amacım senin onu elde ettiğini görmek olacak. Sana geri gönderdiği yüzük nerede? Senin için onu kızın parmağına takamaz ve bir hafta sonra iyi bir haberle buraya gelemezsem, kulaklarımla birlikte bıyıklarımı da kesebilirsin.”
Bir saat sonra Kaptan, Trefethen sinyale yanıt olarak Angeliue’den sahile bir sandal gönderdikten sonra, iki genç adam birbirleriyle vedalaştı.
“Sadece iki şey daha var, Francis. Birincisi, sana söylemeyi unuttum, Leoncia öyle olduğunu düşünse de o bir Solano değil. Bunu bana bizzat Alfaro söylemişti. O evlat edinilmiş bir çocuk ve yaşlı Enrico ona resmen tapıyor ancak ne kanı ne de ırkı damarlarında dolaşıyor. Alfaro, İspanyol olmadığını söylemesine rağmen bana hiçbir zaman bunun tüm ayrıntılarını anlatmadı. İngiliz mi, yoksa bir Amerikalı mı onu bile bilmiyorum. Manastırda gibi bir yaşam sürmesine rağmen yeterince iyi İngilizce konuşuyor. Anlayacağın, küçükken evlat edinilmiş ve Enrico’nun babası olduğundan başka bir şey bilmiyor.”
“O zaman, senin yüzünden benden nefret etmesine şaşmamalı.” diye güldü Francis. “İnandığı durum açısından bakıldığında, sen onunla tam kan bağı olan amcasını sırtından bıçaklamış oldun.”
Henry onaylarcasına başını salladı ve anlatmaya devam etti.
“İkinci durum ise oldukça önemli. Ve kanun bu. Ya da yokluğu daha doğrusu. Onlar bu çukurda ne istiyorlarsa onu yapıyorlar. Panama’ya kadar çok uzun bir yol var ve bu eyalet, bölge ya da buraya her ne diyorlarsa o şey, miskin yaşlı bir Silenus. San Antonio’daki Vali, dikkat edilmesi gereken bir adam. O ormanın, o körfezin küçük çarıdır ve huysuz bir heriftir, kendinden pay biçebilirsin. Rüşvetçi, bazı anlaşmalarına sadık kalmayacak kadar zayıf, tek kelime ile sansar kadar acımasız ve kana susamış bir adamdır. Ve bu adamın en büyük zevki infaz etmektir. Asmaya bayılır. Ne yaparsan yap, gözlerini ondan sakın ayırma… Eh, işte hepsi bu kadar. Ve Bull’da bulacağım her şeyin yarısı senindir… O yüzüğü Leoncia’nın parmağına yeniden tak.”
İki gün sonra, melez Kaptan karaya çıktıktan ve Leoncia’nın ailesindeki tüm erkeklerin uzakta olduğu haberini geri getirdikten sonra, Francis onunla ilk karşılaştığı sahile inmişti. Bu sefer sahilde gümüş tabancalı bir bakire ve ellerinde tüfekleri olan adamlar yoktu. Her şey fazlasıyla sakindi. Sahildeki tek kişi, bozuk parayı görünce büyük çiftliğin genç senyoritasına küçük bir not ulaştırmaya hemen razı olan, yırtık pırtık kıyafetli, küçük Kızılderili bir çocuktu. Francis not defterinin sayfasına bir şeyler karaladı. “Ben Henry Morgan sandığınız adamım ve size ondan bir mesaj getirdim.” Bu notu yazarken, istenmeyen olayların ilk ziyaretinde olduğu gibi aynı hız ve sıklıkta gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyordu.
Eğer, Leoncia’ya notu yazarken sırtını dayadığı kayanın çıkıntılarının üzerinden etrafına şöyle bir bakmış olsaydı, yüzmekten henüz dönen deniz tanrıçası gibi bir genç kadının, arkasından onu gözetlediğini görerek irkilebilirdi. Fakat yazmaya sakince devam etti, Kızılderili çocuk verilen göreve ondan daha fazla kendini adamıştı, bu yüzden de ikisi de fark etmedikleri bir anda, Leoncia’nın bir kayanın arkasından ortaya çıkmasıyla onu gören ilk kişi oldu. Boğuk bir çığlığın ardından, körü körüne ormanın yeşilliklerinin arasına dalarak kaçtı.
Francis ona yaklaşan genç kadının varlığını, ilk olarak ürkütücü bir biçimde atmış olduğu çığlığın ardından fark etmişti. Çığlığın geldiği yöne doğru fırladığı sırada elindeki not defteri ve kalemini kuma düşürmüş, çığlık atmasına neden olan şeyi anlamamış, ıslak ve üzerinde bir parça kıyafetle kaçmaya çalışan genç kadınla çarpışmıştı. Bu beklenmedik çarpışmanın bir saldırı değil, aksine onu korumak için yapılan bir hamle olduğunu anlayana kadar, genç kadın, ikinci bir korkunç çığlık daha koparmıştı. Yüzü korkudan kireç gibi beyaza dönmüş hâlde onun yanından geçmiş, Kızılderili oğlanın üzerine doğru tökezlemiş, ancak açık kuma varana kadar durmadan ilerlemişti.
“Bu da nedir?” diye bir cevap istedi Francis. “Yaralandın mı? Ne oldu?”
Genç kadın çıplak dizini işaret ederek güçlükle fark edilebilen iki küçük yaradan yan yana damlayan, iki küçük kan damlasını gösterdi. “Bir engerek yılanıydı.” dedi. “Ölümcül bir engerek yılanı. Beş dakika içerisinde ölü bir kadın olacağım ve bundan mutluyum, mutluyum çünkü o zaman kalbim artık senin tarafından kırılmayacak.”
Suçlayıcı parmağını ona doğru doğrultarak, söyleyemediği bazı sözlerin sıkıntısıyla ilk başta nefesini tutmuş, sonrasında baygın bir hâlde yere yığılmıştı.
Francis, Orta Amerika yılanlarını sadece söylentilerden biliyordu ama söylentiler bile yeterince korkunçtu. İnsanlar, on beş ila yirmi inç uzunluğundaki bu minik sürüngenler tarafından ısırıldıktan beş on dakika sonra korkunç acılar içerisinde ölen katır ve köpeklerden bahsetmişlerdi. O kadar hızlı nüfuz eden bir zehrin yayılmaya başlamasıyla beraber kadının bayılmış olmasına şaşmamalıydı. Yılan ısırığının tedavisine dair öneriler de aynı şekilde söylentilerden ibaretti ancak yaranın üzerindeki dolaşımı durdurması gerektiği ve zehrin kalbe ulaşmasını önlemek için bir turnike yapması gerektiği aklına gelmişti.
Hemen mendilini çıkardı ve dizinin yukarısından bacağının etrafına gevşek bir şekilde bağladı, kısa bir dal parçasını mendilin kenarından düğümün altına iterek mendili çok şiddetli biçimde kızın bacağını kavrayacak hâle gelene kadar sıktı. Sonra, tüm söylentilere uygun bir şekilde hızlı çalışmaya dikkat edip, çakısının küçük bıçağını açtı, mikroplara karşı emin olmak için birkaç kibritle ucunu yaktı ve yılanın dişlerini geçirdiği iki deliği dikkatlice ama acımasızca kesti.
Kendisi de korku içindeydi, ateşli bir ustalıkla çalışıyordu ve zehrin her an önünde yatan güzel varlığın bedenine yayılmaya başlayabileceğini düşünüyordu. Duyduğu kadarıyla, yılanın ısırmasından sonra kurbanların bedeni hızla ve olağanüstü bir şekilde şişmeye başlıyordu. Diş yaralarını açma işlemini tamamladıktan sonra, sıradaki iki eyleminin ne olacağına karar verdi. İlk olarak, alabileceği tüm zehri emmeye çalışacak, sonra bir sigara yakarak ısırılan yerin etrafındaki eti dağlayacaktı. Ama bıçağının ucuyla hafif, çapraz kesiler yaptığı sırada, genç kadın huzursuz bir biçimde hareket etmeye başladı.
Kadın doğrulmaya çalıştığında, “Uzan.” diye emretti ve tam o sırada dudakları görevini yerine geirmek için kadının bacağının üzerine eğiliyordu.
Buna karşılık, genç kadının küçük elinden, yüzüne patlayan bir tokat geldi. Aynı anda Kızılderili çocuk ormanın kenarında, elinde kuyruğundan tuttuğu küçük, ölü bir yılanı sallayarak ve coşkulu bir şekilde bağırıp dans ediyordu:
“Katırcın! Katırcın!”
Francis bu konuda en kötüsü olabileceğini varsayıyordu.
“Uzan ve sakin ol!” diye tekrarladı sert bir şekilde. “Kaybedecek bir saniyen bile yok.”
Ama genç kadının gözleri sadece ölü yılanın üzerine odaklanmıştı. Fazlasıyla sakinleşmişti fakat Francis henüz buna tanık olmamıştı çünkü yılan ısırığının klasik tedavi yöntemini icra etmek üzere yine onun üzerine eğilmişti.
“Bunu sakın yapma!” diye onu tehdit etti genç kadın. “Bu sadece bebek bir katırcın ve ısırığı zararsız. Bir engerek olduğunu sandım. Katırcınlar küçük olduğundan birbirlerine benziyorlar.”
Turnike yüzünden kan dolaşımının yavaşlaması onun canını yakıyordu ve aşağıya doğru baktığında, mendilin bacağına düğümlenmiş olduğunu fark etti.
“Ah, ne yaptın sen?”
Genç kadının yüzü kızardı.
“Ama o sadece bebek bir katırcındı.” diye sitem etti tekrar ona.
“Bana bunun bir engerek olduğunu söyledin.” diye karşılık verdi Francis.
Genç kadın yüzünü ellerinin arasına aldı, kıpkırmızı kesilmiş yüzü öfkeden yanıyordu. Yine de Francis delirdiğini düşünmese de onun güldüğüne yemin edebilirdi; ayrıca üstlendiği görev icabı, başka bir adamın yüzüğünü bu kadının parmağına takmanın ne denli zor olacağının da ilk kez farkına varmıştı. Bu nedenle onun güzelliğine ve büyüsüne karşı yüreğini elinden geldiğince soğutarak, acı bir şekilde şöyle dedi:
“Sanırım şimdi, aile eşrafınızdan bazıları beni delik deşik edecek çünkü ben ne engerek ne de katırcın yılanını tanıyorum. Bunun için çiftlikten birkaç kişinin gelmesini sağlayabilirsin. Ya da belki de bana doğrudan sen ateş etmek isteyebilirsin.”
Ama genç kadın, sanki onu duymamış gibi davranıyordu çünkü böylesine muazzam bir güzellikten beklenilmeyecek kadar güçlü bir çeviklikle ayağa fırlamış ve ayağını kuma vurmakla meşguldü.
“Uyuşmuş… Ayağım.” diye açıklamada bulundu genç kadın, bu sefer attığı kahkahayı eliyle gizlemeye gerek duymadan.
“Gerçekten inanılmaz utanç verici davranıyorsun.” diyerek sitemkâr bir tavırla karşılık verdi Francis ona. “Amcanızın katili olduğumu düşündüğünüze göre.”
Bu sözler onun eskiyi hatırlamasına sebep olmuştu, kahkahası bir anda kesildi ve yüzünün rengi çekildi. Ona hiçbir cevap vermedi ama eğilerek öfkeyle titreyen parmaklarıyla sanki iğrenç bir şeymiş gibi mendili açmaya çalıştı.
“Bırak, yardım etmeme izin ver.” dedi nazik bir şekilde Francis.
“Sen bir canavarsın!” dedi genç kadın öfkeyle. “Çekil kenara. Gölgen üzerime düşüyor.”
“Şimdi gerçekten çok tatlı ve çekicisin.” diye kucakladı onu Francis, onu kollarının arasında tuttuğunda içinde kabaran arzularını görmezden gelmeye çalışarak. “Burada, sahilde son geçirdiğimiz anları yeniden canlandırabiliriz, bir anlığına gelip seni öpmediğim için beni suçladın, sonra beni gelip sen öptün -evet, sen de öptün beni- ve daha sonra elindeki küçük oyuncak tabancanla beni sandalıma kadar kovalayarak, sonsuza kadar buradan gitmem konusunda tehdit ettin. Hayır, son seferden bu yana zerre kadar değişmemişsin. Tıpkı eski Leoncia hâline geldin yine. Bunu senin için çözmeme izin versen iyi olur. Düğümün sıkışmış olduğunu görmüyor musun? Küçük parmaklarınla bunu asla başaramazsın.”
Genç kadın, öfkesini tam anlamıyla ifade edemediği bir tavırla ayağını sertçe yere vurdu.
“Neyse ki yüzmeye giderken oyuncak küçük tabancanı yanına almadığın için şanslıyım.” diye alay etti Francis. “Yoksa tam burada, sahilde, niyeti asla kötülük yapmak olmayan mükemmel derecede hoş genç bir adamın cenazesi olurdu.”
Kızılderili çocuk tam bu sırada çiftlikten alelacele kapıp getirdiği havluyla koşarak geri dönmüştü. Küçük çocuğun yardımıyla genç kadın düğümü tekrar açmaya çalıştı. Mendil bacağından çıktıktan sonra, onu bir engerek yılanıymış gibi elinden fırlatıp attı.
“Kirliydi.” diye parladı, sanki ona kötü bir şey söylemek istemiyormuş gibi.
Ama yüreğini ona karşı hâlâ hissizleştirmeye çalışan Francis, başını yavaşça salladı ve şöyle dedi:
“Bu seni kurtarmaz Leoncia. Artık üzerinden asla gitmeyecek bir iz bıraktım.”
Dizinde açtığı yaraları işaret ediyor ve gülüyordu.
“Canavarın işareti.” diye karşılık verdi genç kadın, ayrılmak üzere harekete geçtiğinde. “Buradan hemen gitmen için seni uyarıyorum, Bay Henry Morgan.”
Ama Francis onun yolunu kesti.
“Tamam, şimdi artık biraz iş konuşalım Bayan Solano.” dedi Francis ses tonunu değiştirerek. “Ve sen de dinleyeceksin. Gözlerin istediği kadar ateş püskürsün, sözümü kesmeyeceksin.” Eğildi ve biraz evvel yazmakla meşgul olduğu notu aldı. “Sen çığlık attığın sırada, sana bu çocukla bir mesaj göndermeye hazırlanıyordum. Al bunu. Oku. Seni ısırmaz. Bu engerek yılanı değil.”
Almayı reddetmeye çalışsa da gözleri istemsizce, açılmış olan not kâğıdındaki yazıya takılmıştı:
“Ben, sizin Henry Morgan sandığınız adamım…”
Ona sanki hiçbir şey anlamıyormuş ama pek çok belirsiz şeyi tahmin edebiliyormuş gibi şaşkın gözlerle bakıyordu.
“Şerefim üzerine yemin ederim.” dedi Francis ciddi bir şekilde.
“Sen… Sen… O… Henry değil misin?” diye kekeledi.
“Hayır, ben o değilim. Lütfen alıp okur musun?”
Bu sefer Francis’in solgun yüz hatlarına ve gözlerine kararlı bir şekilde doğrudan bakmasından mı yoksa altın rengi tropik yüz hatlarına basan kanın şaşırtıcı derecedeki güzel dokunuşundan etkilendiğinden mi bilinmez, itaat etmişti.
Genç kadının kadife kahverengi gözlerini neredeyse bir rüyadaymış gibi sorgulayıcı ve ürkmüş bir tavırla ona yönlendirdiğini fark etti.
“Peki, bu yazının imza sahibi kimdir?” diye sordu.
Francis bir anda kendini toparladı ve kadının önünde eğildi.
“Ama ismi nedir? Senin ismin?”
“Morgan, Francis Morgan. Orada da açıkladığım gibi Henry ve ben bir tür uzak akrabayız, kırk beşinci kuşak kuzen ya da onun gibi bir şey.”
Şaşkınlığının üstesinden gelmeyi başarmış, gözlerinde aniden büyük bir şüphe ve eski tanıdık öfkenin ifadesi parlamıştı.
“Henry.” dedi sitemkâr bir ses tonuyla. “Bu kesinlikle bir aldatmaca, şeytani bir oyun oynuyorsun benimle. Elbette ki sen Henry’sin.”
Francis bıyığını gösterdi.
“O zamandan bu yana uzatmışsındır.” diye karşılık verdi öfkeyle genç kadın.
Kolunu sıvadı ve sol kolunu, bileğinden dirseğine kadar gösterdi. Ancak görünüşe göre genç kadın onun ne anlatmaya çalıştığını anlamamıştı.
“Yarayı hatırlıyor musun?” diye sordu.
Evet, anlamında başıyla onayladı.
“O zaman bul onu.”
Genç kadın çaresizlikle yara izini aramak için başını eğdi, sonra tereddüt ederek kafasını salladı:
“Ben… Ben senden af diliyorum. Çok büyük bir hata yapmışım ve nasıl olduğunu düşündükçe ben… Seni tehdit ettim…”
“O öpücük oldukça güzeldi.” diye afacan bir tavırla reddetti onu Francis.
Genç kadın onun neyi kastettiğini bir anda hatırladı, dizine baktı ve o yüzüne çok yakışan kıkırdamasını bastırmaya çalıştı.
“Henry’den bir mesaj getirdiğini söylemiştin.” dedi birden konuyu değiştirmek için. “Ve onun masum olduğundan bahsediyorsun… Bu doğru mu? Ah, sana gerçekten inanmak istiyorum!”
“Ahlaki olarak şundan eminim ki Henry’nin amcanı öldürme ihtimali en fazla benim öldürme ihtimalim kadar…”
“Tamam, o zaman şimdilik daha fazlasını söyleme.” diye neşeyle sözünü kesti. “Her şeyden önce, yaptığın ve söylediğin bazı şeylerin iğrenç olduğunu itiraf etmiş olmana rağmen bana bir özür borçlusun. Beni öpmeye hakkın yoktu.”
“Eğer hatırlayacak olursan.” dedi gülerek Francis. “Bunu tabancanın namlusu bana doğrultulmuşken yaptım. Eğer bunu yapmazsam neyi vuracağını nereden bilebilirdim.”
“Ah, sus, sus.” diye yalvardı genç kadın. “Şimdi kesinlikle benimle eve gelmelisin. Yol boyunca da bana Henry’den bahsedersin.”
Gözleri bir anda küçümseyerek fırlatıp atmış olduğu mendile takıldı. Hemen koşup onu aldı.
“Zavallı, kötü muamele görmüş mendilcik.” diye mırıldandı. “Bunu da sana ödemeliyim. Bizzat kendim temizleyeceğim ve…” Mendille konuşurken bakışlarını da Francis’e yöneltmişti. “Ve onu sana iade ederim, efendim, temiz ve güzelce katlanmış hâlde, kalbimden gelen minnettarlıkla…”
“Peki ya o canavarın izi?” diye sordu.
“Çok üzgünüm.” dedi samimi bir pişmanlıkla Leoncia.
“Peki, gölgemi senin üzerine düşürmeme izin verir misin?”
“Elbette! Elbette!” diye haykırdı neşeyle. “Orada! İşte şimdi gölgenin altındayım. Şimdi gitmemiz lazım.”
Francis, karşısında durmuş sırıtan Kızılderili çocuğa bir peso attı, çocuk onu hemen yakaladı ve büyük bir sevinçle tropik plantasyon boyunca seke seke çiftliğe kadar onları takip etti.
Solano tropik plantasyonunun geniş meydanında oturan Alvarez Torres, tropik çalılıkların arasından çiftin dolambaçlı araba yolu üzerinden yaklaştıklarını gördü. Ve çok hatalı sonuçlar oluşturabilecek manzarayı görür görmez dişlerini gıcırdattı. Kendi kendine öfkeyle mırıldanmaya başladı, dudaklarının arasına sıkıştırmış olduğu sigarayı bile unutmuştu.
Onu böylesine öfkeden deliye döndüren, her şeyden habersiz derin, heyecanlı bir muhabbete dalmış olan Leoncia ve Francis’in görüntüsüydü. Francis’in, Leoncia’nın birden önünde durduğunu ve onu dinlemesi için yalvarmaya çalıştığını, ona aciliyetini bildiren konuşma ve jestler yaptığını görüyordu. Torres gördüklerine güçlükle inanabiliyordu, Francis’in bir yüzük çıkardığını ve Leonica’nın somurtkan bir ifadeyle, sol elini uzattığını ve genç adamın onu yüzük parmağına taktığını gördü. Nişan yüzüğünün takıldığı parmaktı, Torres buna yemin bile edebilirdi.
Gerçekte olan şey ise tamamen farklıydı, Henry’nin vermiş olduğu nişan yüzüğü Leoncia’nın parmağına geri dönmüştü. Ve Leonica, neden olduğunu bilmiyordu ama yüzüğü takmakta isteksiz davranmıştı.
Torres, sanki kendi heyecanını da bu şekilde gidermek istermiş gibi sönmüş olan sigarasını uzağa fırlattı, bıyığını hırsla büktü ve meydanın ortasında onlarla buluşmak için ilerlemeye başladı. İlk başta kızın onu selamlamasına karşılık vermedi. Bunun yerine, öfkeli Latin yüzüyle doğrudan Francis’in üzerine fırladı:
“Bir katilden elbette ki utanması beklenmez ama en azından basit bir dürüstlük beklenebilir.” Francis tuhaf bir şekilde gülümsedi.
“İşte yeniden başladı.” dedi. “Bu çılgın diyarda başka bir çılgın. En son, Leoncia, bu beyefendiyi gördüğümde New York’taydı. Benimle iş yapmak için gerçekten çok heyecanlıydı. Şimdi de onunla burada karşılaşıyorum ve bana söylediği ilk şey ahlaksız, utanmaz bir katil olduğum.”
“Senyör Torres, ondan özür dilemelisiniz.” dedi genç kadın kızgınlıkla. “Solanoların evi misafirlerinin hakarete uğramasına alışkın değil.”
“Solanoların evi, anladığım kadarıyla insanlarının geçici maceracılar tarafından öldürülmesine alışkın.” diye karşılık verdi Francis. “Konukseverlik adına yapılan hiçbir fedakârlık çok büyük değildir.”
“Kaldır ayağını Senyör Torres.” diye nazik bir şekilde öneride bulundu Francis. “Tam üzerinde duruyorsun. Senin hatanın ne olduğunu biliyorum. Benim Henry Morgan olduğumu düşünüyorsun. Ben, Francis Morgan’ım ve sen de çok kısa süre önce, Regan’ın New York’taki ofisinde benimle bir iş birliğine girdin. İşte elimi uzatıyorum. Benimle tokalaşman bu koşullar altında yeterli bir özür sayılacaktır.”
Hatasını anlayan Torres, elini uzattı ve hem Francis’den hem de Leoncia’dan özür diledi.
“Ve şimdi…” diye neşeyle kıkırdadı Leoncia, hizmetçilerden birini çağırmak için ellerini çırptı, “Bay Morgan’ı rahatça oturabileceği bir yere götürüp üzerime bir şeyler giymeliyim. Ve sonrasında, Senyör Torres, bizi mazur görecek olursanız, size Henry’den bahsetmek isteriz.”
Leoncia yanlarından ayrıldığı ve Francis’in genç, güzel kadının arkasından büyük bir ilgiyle baktığı sırada, düşünmeye devam eden Torres, her zamankinden daha şaşkın ve kızgın olduğunun farkına vardı. Leoncia’nın parmağına nişan yüzüğünü takan, o zaman yeni ve yabancı biriydi. Bir an için hızla neler olabileceğini düşündü. Her zaman hayallerinin kraliçesi olarak gördüğü Leoncia, birden New Yorklu garip bir yabancı ile nişanlanmıştı. Bu, inanılmaz, korkunç bir durumdu.
Ellerini çırptı, San Antonio’dan bir araç çağırılmasını istedi ve Francis onunla birlikte yaşlı Morgan’ın hazinesinin saklandığı yer hakkında daha fazla ayrıntı öğrenmek için bir gezintiye çıktı.
Öğle yemeğinden sonra Chiriqui Lagünü, Bull ve Calf Adaları boyunca güçlü bir kara meltemi anlamına gelen hafif bir rüzgâr patlak verdiğinde, Henry’ye nişan yüzüğünü Leoncia’nın parmağına taktığına dair güzel haberleri bir an evvel anlatmak isteyen Francis, gece orada kalması ve Enrico Solano ve oğulları ile tanışması için kendisine sunulan misafirperver daveti kararlılıkla reddetti. Francis’in oradan aceleyle ayrılmak için başka bir nedeni daha vardı. Leoncia’nın varlığına tahammül edemiyordu ve hiçbir suretle bunun üstesinden gelmeyi başaramıyordu. Onu öylesine büyülüyor, güzelliğiyle öylesine etkisi altına alıyordu ki cazibesine katlanmaya yüreği yetmiyordu ve Bull Adası’nın kumlarını kazarak hazineyi aramak için çaba sarf eden kanvas pantolonlu adama sadık kalamayacağından korkuyordu.
Böylece Francis, cebinde Leoncia’dan Henry’ye yazılmış bir mektupla oradan ayrıldı. Son anda ayrılmadan, öyle donup kaldı. İç çekişini öylesine hızlı bastırmaya çalışmıştı ki Leoncia’nın onun bu düşüncelerini fark edip etmediğini sorgulamaktan kendini alamadı, evden uzaklaşmak için kendini zorladı. Leoncia, araç yolunda gözden kaybolana kadar Francis’in arkasından baktı, sonra belli belirsiz sıkıntılı bir ifadeyle parmağındaki yüzüğe gözlerini çevirdi.
Francis kumsaldan, Angelique’e bir işaret göndererek kıyıya bir sandal gönderilmesini talep etti. Ama o daha suya giremeden, yarım düzine beli silahlı, sırtlarında tüfekleri olan adam atlarını dörtnala koşturarak sahilden aşağıya indi. İki adam onlara önderlik ediyordu. Geriden onları takip eden dörtlü, sefil melezlerdi. Francis, iki liderden birinin Torres olduğunu fark etti. Tüm silahlar Francis’in üzerine doğrultulmuştu ve karşısında tanımadığı başka birinin olmasından dolayı onun, ellerini kaldırması gerektiğini belirten talimatına çaresizlikle boyun eğmek zorunda kaldı. Ve Francis yüksek sesle şunları söyledi:
“Bunu bir düşünün! Bir sefere mahsus, sadece birkaç gün öncesi için mi yoksa bir milyon yıl önce mi? Bir noktada bir dolar olan mezat köprüsünü düşünmek biraz heyecan vericiydi. Şimdi, baylar, siz atlarının üzerinde olanlar, silahlarınızı üzerime doğrultmuş beni vurmakla tehdit eden sizler, şimdi ne yapmamı bekliyorsunuz? Yaralanmadan bu sahilden çıkamayacak mıyım? Kulaklarımı mı yoksa bıyığımı mı istiyorsunuz?”
“Seni istiyoruz.” diye cevapladı bıyığı çarpık, simsiyah gözleri gibi neredeyse tüm bedeni kıllı olan yabancı lider.
“İlk günah ve tüm tatlı kertenkeleler adına, peki siz kimsiniz?”
“O, San Antonio’dan Sayın Vali Senyör Mariano Vercara e Hijos.” diye cevapladı Torres.
“İyi geceler.” diye güldü Francis, adam hakkında Henry’nin verdiği tarifi hatırlayarak. “Sanırım buraya demirleyerek bazı liman kurallarını ya da sıhhi düzenlemeleri çiğnediğimi düşünüyorsunuz. Ancak bu durumu çok değerli bir beyefendi olan kaptanım Yüzbaşı Trefthen ile çözmelisiniz. Ben geminin sadece kiralayıcısıyım, sadece bir yolcuyum. Kaptan Trefthen ile deniz hukuku ve geleneği konusunda rahatlıkla görüşebilirsiniz.”
“Alfaro Solano cinayetinden aranıyorsunuz.” oldu Torres’in cevabı. “Çiftlikte, başka birisi olduğunu söyleyerek beni kandıramadın Henry Morgan. Bunu başkasından da öğrendim. Adı Francis Morgan ve onun bir katil değil, bir beyefendi olduğunu belirtmekten de çekinmiyorum.”
“Siz tanrılar ve küçük balıklar!” diye haykırdı Francis. “Ve yine de benimle tokalaştınız, Senyör Torres.”
“Kandırıldım.” diye ekledi Torres üzgün bir ifadeyle. “Ama sadece bir an için. Sakince gelecek misin?”
“Sanki başka…” dedi Francis imalı bir ifadeyle. Kendisine doğrultulmuş altı tüfeği işaret ederek omuzlarını silkti. “Sanırım beni acil olarak yargılayacak ve gün doğarken de asacaksın.”
“Panama’da adalet hızlı işler.” diye cevapladı Vali, tuhaf bir şekilde aksanlı ama anlaşılır bir İngilizce ile. “Ama bu kadar değil elbette. Seni gün ağarırken asmayacağız. Sabah saat on herkes için daha uygun olur, değil mi?”
“Ah, elbette.” diye karşılık verdi Francis. “İster on bir, isterse öğlen iki olsun, umurumda değil.”
“Bizimle birlikte geleceksiniz, Senyör.” dedi nazikçe Mariano Ver-cara e Hijos. İfadesinin kibarlığı, niyetinin keskinliğini maskelemiyordu. “Juan! Ignacio!” diye talimat verdi İspanyolca. “İnin! Silahlarını alın. Hayır, ellerini bağlamanıza gerek yok. Onu, Gregorio’nun arkasına alın.”
Francis, duvarları beş fit kalınlığında, düzgün biçimde beyaz badanalı kerpiç hücrede, toprak zeminin üzerinde yarım düzine uyuyan mahkûmun yanında, çok uzaktan gelmediği belli olan kısık çekiç sesini dinleyerek başına gelenleri düşünmeye, uzun ve alçak sesli bir ıslık çalmaya başladı. Saat akşam sekiz buçuktu. Yargılama sekizde başlamıştı. Bu çekiç vuruşu ise ertesi sabah saat onda, boynuna geçirilecek ipin yerden destek alacağı idam sehpasının kirişlerinin birbirine çakılmasıydı. Yargılama onun saatine göre yarım saat sürmüştü. Leoncia’nın bu duruma dâhil olması yirmi dakika kadar almıştı ve Solano ailesinin büyük hanımı, nazikçe olaya müdahil olsa bile, sonunu ancak on dakika kadar uzatabilirdi.
“Vali haklıydı.” dedi Francis kendi kendine, yalnızlık meselesini kabullenerek. “Panama adaleti gerçekten hızlı ilerliyor.”
Leoncia tarafından kendisine verilen ve Henry Morgan’a hitaben yazılan mektubun yanında olması onu suçlu yapmıştı. Gerisi kolayca gerçekleşecekti. Yarım düzine tanık cinayeti görmüş ve onu katil olarak teşhis etmişti. Vali bizzat kendisi böyle bir ifade vermişti. Bu konuda tek gönül açıcı karar, Solano ailesinin felçli yaşlı bir teyzesinin Leoncia’ya eşlik edecek olmasıydı. Bu gerçekten tatlıydı, hiçliğe mahkûm edilmiş olmasına rağmen genç kadının hayatı için mücadele etmesi güzeldi.
Francis, sol kolunu sıvayıp açtığında Vali’nin aşağılayıcı bir şekilde omuzlarını silktiğini görmüştü. Ve Leoncia’nın onun takip edemeyeceği kadar hızlı bir şekilde hareket ederek Torres’e telaşla İspanyolca bazı sözcükler savurduğunu izlemişti. Bununla birlikte Torres kürsüye çıkarken, kalabalık mahkeme salonundaki hareketlenmeyi görmüş ve uğultuyu duymuştu. Ama görmediği şey, Torres ile Vali’nin aralarında fısıldaşarak konuştuklarıydı, zira Torres onu tanık kürsüsüne çıkması için zorluyordu. Yan tarafta oynanan bu oyunu görmüyordu, ayrıca ne Torres’in onu New York’tan mümkün olduğunca uzak tutmak için Regan’dan para almış olduğunu ve bu konuda elinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduğunu ne de Torres’in de aynı şekilde Leoncia’ya âşık olduğunu, bu yüzden de kıskançlıkta öfkesinin sınırı olmadığını biliyordu. Bütün bunların hepsi Francis’i, Leoncia’nın Torres’in sorgusu altında oynadığı oyuna kadar kör etmişti, Leoncia sorgu esnasında Torres’i, Francis Morgan’ın sol ön kolundaki yara izini hiç görmediğini kabul etmeye zorlamıştı. Leoncia büyük bir zafer ifadesiyle ufak tefek yaşlı yargıca bakarken Vali ilerlemiş ve Torres’den sert bir tonda konuşmasını talep etmişti:
“Henry Morgan’ın kolunda herhangi bir yara izi gördüğüne yemin edebilir misin?”
Torres bu duruma hem şaşırmış hem de utanmıştı, hayretle yargıca ve yalvarırcasına Leoncia’ya bakmış, sonunda konuşamayacak kadar kötü durumda olduğundan yemin edemeyeceğini başını sallayarak ifade etmişti. Sefil kalabalıktan zafer nidaları yükselmişti. Yargıç hükmünü vermiş, içerideki uğultu iki katına çıkmış ve görünüşe göre, ölümü için ertesi sabah ona kadar beklemeyi düşünmeyen kalabalıktan onu bir an önce kurtarmak istediklerinden dolayı Francis, jandarmalar ve Komiser tarafından, direnmesine rağmen sürüklenerek hücresine geri götürülmüştü.
“O zavallı serseri, Torres, Henry’nin yarası aklına gelmedi!”
Francis, hücre kapısının sürgüleri açıldığında ve Leoncia’yı selamlamak için ayağa kalktığında sakin bir şekilde düşüncelere dalmış, oturuyordu.
Ancak Leoncia ilk anda onu selamlamayı reddederek, kendisini hücreye getiren Komiser’e hızlı ve ateşli hareketlerle İspanyolca bir şeyler söyleyerek gardiyanların dışarı çıkmasını işaret etmiş, kısa bir süre içerisinde Komiser gerekli emirleri vererek herkesi dışarı çıkarmış, en son da özür dileyerek ve selam vererek kendisi dışarı çıkıp kapıyı kapatmıştı. Ve işte o anda Leoncia, ağlayarak kendini onun kollarına atmış, başını onun omzuna koymuştu: “Lanetli bir ülke, burası laneti bir ülke. Burada oynanan adil bir oyun yok.”
Francis, kadının ateşli bedeninin sıcaklığı altında eridiğini hissediyor, nefesini tutup kendini kontrol etmeye çalışırken sürekli olarak Henry’yi, kanvas pantolonuyla, başında gevşek fötr şapkasıyla, Bull Adası’nda, kumda çukurlar kazarken gözünde canlandırmaya çalışıyordu.
Kollarının arasındaki tutkulu kadının etkisinden uzaklaşmaya çalışıyordu ancak sadece kısmen başarılı olabiliyordu. Bununla birlikte, bu kısa mesafe içerisinde, eyleme geçmek için kendini fazlasıyla kaptırmaya hevesli olan duygusal tarafını değil, mantıksal tarafını kullanmayı deniyordu.
“Ve şimdi entrikanın ne demek olduğunu biliyorum.” dedi kendinden emin bir tavırla Francis ona, onu bedeninden olduğu gibi kalbinden de uzaklaştırarak. “Ülkenizdeki bu Latinler böylesine tutkulu davranmak yerine daha serinkanlı düşünebilselerdi, şimdi demir yolları inşa ediyor ve ülkelerini geliştiriyor olurlardı. Bu duruşma düpedüz planlanmış danışıklı dövüşten başka bir şey değildi. Suçlu olduğuma emindiler ve beni cezalandırmaya o kadar hevesliydiler ki herhangi bir kanıt bulma ya da kimlik tespiti bile yapma zahmetine bile girmediler. Neden ertelesinler ki? Henry Morgan’ın Alfaro’yu bıçakladığını biliyorlardı. Kişi buna kendini inandırdıysa neden öğrenmek için zahmet etsin ki?”
Genç kadın onun sözlerine tamamen sağır bir şekilde hıçkırıklar arasında kendisini sadece ona yakın tutmaya çalışıyordu. Francis sustuğu an, yine kendini onun kollarına atmış, dudaklarını onu öpmek istermiş gibi yukarı kaldırmıştı ve Francis de hiç farkında olmadan dudaklarını onunkine uzatmıştı.
“Seni seviyorum, seni seviyorum.” diye fısıldadı Leoncia hıçkırıklar arasında.
“Hayır! Hayır!” diye haykırdı Francis, bunu çok istemesine rağmen. “Henry ve ben birbirimize çok benziyoruz. Senin sevdiğin Henry ve ben Henry değilim.”
Leoncia bir anda kendini ondan uzaklaştırdı, parmağındaki Henry’nin yüzüğünü fırlatıp attı. Francis öylesine allak bullak olmuştu ki bir sonraki anda ne olacağını bilmiyordu, neyse ki asık bir yüzle sadece elindeki saate bakarak içeri giren Komiser onun kurtuluşu olmuştu. Leoncia mağrur bir ifadeyle doğrulmuş ve Francis, Henry’nin yüzüğünü onun parmağına tekrar taktığında ve elini öptüğünde yeniden altüst olmuştu. Kapıdan çıkmadan hemen önce döndü ve dudaklarının sesten yoksun fısıltılı hareketleriyle ona şöyle dedi: “Seni seviyorum.”
Saat onda Francis, darağacının kurulduğu hapishane terasına çıkarılmıştı. Tüm San Antonio, komşu nüfusun çoğu, Leoncia, Enrico Solano ve beş uzun boylu oğlu da neşeli kalabalığın içerisine dâhil olmuş haykırıyordu. Enrico ve oğulları fısıldaşıyor, tutarsızlıkla etraflarına bakıyorlardı. Ancak Komiser ve jandarmaları tarafından desteklenen Vali çok kararlı görünüyordu. Francis itile kakıla iskelenin ayağına kadar çıkarıldığı sırada, Leoncia nafile bir çabayla ona ulaşmak için uğraşırken ailesinin erkekleri onu avludan çıkarmaya çalıştılar. Babası ve erkek kardeşleri de Francis’in onların düşündüğü adam olmadıkları konusunda itiraz ediyorlardı. Ancak Vali aşağılayıcı bir tavırla gülerek infazın devam etmesini emrediyordu. İskelenin tepesine çıkarılan, darağacının altındaki taburenin üzerinde duran Francis, rahibin hizmetini reddederek, İspanyolca olarak asılan hiçbir masum insanın öbür dünyada şefaate ihtiyaç duymadığını ancak infaz işlemini gerçekleştirecek olanların bu şefaate fazlasıyla ihtiyaçları olacağını söyledi.
Francis’in bacaklarını ve kollarını bağlamışlardı ve ilmeği tutan adamlar, başına siyah çuvalı geçirmeye hazırlandıkları sırada, dışarıdan avluya doğru şarkı söyleyerek yaklaşan bir adamın sesi yükseldi ve şu şarkıyı söylüyordu:
Ana komutaya karşı arka arkaya,
Tüm mürettebat körfezde tutuldu…
Neredeyse bayılmak üzere olan Leoncia, yeniden konuşabilecek kadar kendini toparlamış ve avluya giren Henry Morgan’ı görünce keskin bir çığlık atıp, yolunu engellemeye çalışan kapıdaki muhafızları bir kenara iterek ona doğru ilerlemeye başlamıştı. Onu gördüğü anda üzüntüye kapılan tek kişi, yaşanan telaş esnasında fark edilmeyen Torres olmuştu. Şimdi halk, omuzlarını silkerek asılacak olan adamla, avludan içeri giren adamın birbiriyle aynı göründüğünü söyleyen Vali ile hemfikirdi. Ve işte tam bu sırada Solano erkekleri, Henry’nin Alfaro cinayeti konusunda da aynı şekilde masum olup olmadığına dair ateşli bir tartışmayı ortaya atmıştı. Ancak kargaşanın sesini bastırarak haykıran kişi, iskelenin tepesinde kolları ve bacakları çözülen Francis olmuştu:
“Beni denediniz! Onu denemediniz! Yargılamadan bir adamı asamazsınız! Duruşması olmak zorunda!”
Ve Francis iskeleden inip Henry ile tokalaştığı sırada, Vali ile Komiser, Alfaro Solano’yu öldürme suçundan Henry Morgan’ı usulüne uygun olarak tutuklamıştı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
“Hızlı çalışmalıyız, kesin olan tek şey bu.” dedi Francis, Solanoların çiftliğinin meydanında toplandıklarında.
“Bir şey kesin!” diye haykırdı kederli bir ifadeyle aşağı, yukarı yürüyüp duran Leoncia. “Kesin olan tek şey ise, onu kurtarmamız gerektiği.”
Konuşurken, amacını daha da vurgulamak istermiş gibi tutkuyla bir parmağını Francis’in burnuna doğru sallıyordu. Bu durumdan tatmin olmamış, sonrasında aynı şekilde parmağını babasına ve kardeşlerine de aynı şekilde sallamıştı.
“Hem de hızlı!” diye patladı öfkeyle. “Elbette çok hızlı davranmalıyız. Öyle ya da böyle…” Sesi, acele etmezlerse Henry’ye ne olacağına dair ifade edemeyeceği sonun dehşetine sürüklenmişti.
“Tüm Gringolar, Vali ile aynı görüşteler.” diye başını salladı Francis samimiyetle. Gerçekten ne harikulade ve muhteşem güzellikte, diye geçirdi aklından. “Tüm San Antonio’yu onun yönettiği ortada ve çok az önem vermek onun sloganı. Henry’ye bize verdiğinden daha fazla zaman vermeyecek. Onu bu gece dışarı çıkarmalıyız.”
“Şimdi dinleyin.” diye başladı yeniden konuşmaya Leoncia. “Biz Solanolar buna izin veremeyiz… Bu infaza. Bu bizim onurumuz… Bizim gururumuz. Buna izin veremeyiz. Konuşun! Herhangi biriniz bir şeyler söyleyin… Baba, sen. Bir şey öner…” Ve tartışma devam ederken Francis, bir süre sessiz kalarak içinde yaşadığı yoğun üzüntünün sancılarıyla derinden boğuştu. Leoncia’nın coşkusu muhteşemdi ama bu coşku tamamen başka bir adam içindi ve bu yüzden canı çok yanıyordu. Serbest bırakılmasının ardından, Henry’nin hapishanenin avlusunda tutuklandığı sıradaki görüntüsü gözünde canlandı. Henry’nin kollarındaki Leoncia’yı, Henry’nin yüzüğün kadının parmağında olup olmadığını anlamak için elini aramasını ve ardından gelen kucaklamadan sonra ki uzun öpücüğü yüreğine hâlâ bıçak saplanarak görebiliyordu. Ah, ne yapalım der gibi iç çekti, elinden geleni yapmak zorundaydı. Henry götürüldükten sonra, Leoncia’ya kasıtlı ve soğukkanlılıkla Henry’nin onun erkeği ve sevgilisi, Solano’nun kızı için de en akıllıca seçim olduğunu söylememiş miydi?
Bunun hatırası bile onu mutlu edemiyordu. Aynı şekilde gerçeğin bu olması da. Doğru davranışı sergilemişti. Yaptığı hareketi hiç sorgulamaması ve yüreğini bu konuda taşlaştırmış olması ona güç vermişti. Yine de kendisi açısından bu tam anlamıyla acınası bir teselli gibi görünüyordu.
Zaten bu konuda başka ne bekleyebilirdi ki? Orta Amerika’ya çok geç gelmiş olması onun talihsizliğiydi, hepsi bu kadardı, bu çiçek gibi güzel kadını ondan önce birisinin keşfetmiş ve elde etmiş olması onun şanssızlığıydı. Tıpkı kendisi kadar iyi kalpli ve adaletli, yüreği daha güçlü bir adam ondan önce harekete geçmişti. Kendi soyundan ve kanından olan Henry Morgan’ın adaletli yüreği, ondan Henry’ye karşı sadakati zorunlu kılmıştı. Yaşamını deniz bisküvisi ve kaplumbağa yumurtalarıyla sürdüren, Bull ve Calf Adaları arasında hayatına devam eden, yabancı insanların kulaklarını kesmeye meraklı, ateşli ve yabani atasının kanını hakkıyla taşıyan, kanvas pantolonlu, başına büyük gelen fötr şapkasıyla Henry Morgan’a ve yaşlı Sör Henry’nin hazinesine bunu borçluydu.
Enrico Solano ve oğulları çiftliğin geniş meydanında oturmuş, yapılması gerekenlere dair plan ve projelerden bahsederken, dikkati dağılmış olan Francis onların konuşmalarına sadece kulak misafiri oluyordu. Tam bu sırada evdeki hizmetçilerden birisi gelip Leoncia’nın kulağına bir şeyler fısıldadı ve onu, Francis’in tüm dikkatini ona yöneltmesini, heyecanlanmasını sağlayacak biçimde meydanda dolaştırmaya başladı.
Avludan içeri giren Alvarez Torres, büyük bir çiftlik sahibinin tüm Orta Çağ İspanyol ihtişamıyla, Latin Amerika’da edinmiş olduğu görgüyle, fötr şapkasını çıkartarak Leoncia’yı selamlamış ve onu ahşap kanepelerden birine oturtmuştu. Leoncia’nın onu selamlaması kederliydi ama sanki ondan umutlu bir haber almayı bekliyormuş gibi merakla ona bakıyordu.
“Yargılama bitti, Leoncia.” dedi yumuşak, şefkatli ve sanki bir ölüden bahsediyormuş gibi bir ifadeyle. “Mahkûm edildi. Yarın saat onda. Her şey çok üzücü, gerçekten çok üzücü. Ama…” Omuzlarını silkti. “Hayır, onun hakkında kötü bir şey söylemeyeceğim. Onurlu bir adamdı. Tek hatası öfkesiydi. Çok hızlıydı, çok ateşliydi. Bu, onu böylesine talihsiz bir duruma sürükledi. Makul bir durumda olsaydı, soğukkanlılığını koruyabilmiş olsaydı, Alfaro’yu asla bıçaklamazdı…”
“O, benim amcamı asla öldürmezdi!” dedi Leoncia yüzünü başka bir yöne çevirerek ağlamaya başlamıştı.
“Bu çok talihsiz bir gelişme.” diye herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için nazikçe ve üzüntüyle konuşmasına devam ederek. “Yargıç, insanlar, Vali maalesef onun yaptığına inanmak konusunda hemfikirler. Bu da gerçekten çok üzücü. Ama seni görmeye gelmemin nedeni bu değildi. Emredeceğin her ne olursa olsun, hizmetlerimi sunmak için geldim. Hayatım, onurum, emrinizde. Konuşun. Sizin kölenizim.”
Bir anda dizinin üzerine aniden zarif bir şekilde çökerek onun kucağına koymuş olduğu ellerini kavramıştı ve yüzük parmağındaki elmas nişan yüzüğü güneşten parlamamış olsaydı hızlıca konuşmasına devam etmeye niyetliydi. Kaşlarını çattı, çatık kaşlarıyla yüzünün ifadesini ancak tekrar başını kaldırıp konuşmaya başlayana kadar gizledi.
“Seni küçüklüğünden bu yana tanıyorum Leoncia, çok ama çok sevimli bir çocuktun ve ben seni her zaman sevdim. Hayır, dinle! Lütfen. Yüreğimdekileri konuşmam gerekiyor. Bana kulak ver. Ben seni her zaman sevdim. Ama sen bir kadın ve Solano evine hükmetmeye hazır, olgun, asil bir hanımefendi olarak manastırdan ve yurt dışındaki eğitiminden döndükten sonra güzelliğinle yanıp kavruldum. Sabırlıydım. Seninle konuşmaktan kaçındım. Ama tahmin etmiş olabilirsin. Kesinlikle tahmin etmiş olmalısın. O zamandan bu yana senin için yanıp tutuşuyorum. Her geçen gün güzelliğinin etkisi altında daha derin alevlerin içine düşüyorum, güzelliğinin yakıcı alevleri tarafından tüketiliyorum.”
Leoncia onu durdurmaması gerektiğini gayet iyi anladığından, sabırla dinliyordu, başını önüne eğmiş konuşmasını sürdüren Torres’in kafasına bakarak saçlarının neden bu kadar yakışıksız biçimde kesildiğini ve bunun New York’ta mı yoksa San Antonio’da mı yapıldığını merak etti.
“Döndüğünden bu yana beni ne hâle getirdiğini biliyor musun?”
Leoncia buna ne bir cevap verdi ne de elini çekmeye çalıştı ancak Torres’in eli bu sırada Henry Morgan’ın yüzüğünü ezercesine ovalıyordu. Bir düşünce zincirinin yönlendirmesiyle bir anlığına onu dinlemeyi bıraktı. Henry Morgan böylesine övgü dolu sözler söyleyerek onu sevmemiş ve bu şekilde onun sevgisini kazanmamıştı, zincirin başlangıç noktası burasıydı. İspanyol kanı neden duyguların her zaman bu kadar abartılı bir şekilde dile getirilmesine sebep oluyordu ki? Henry çok farklıydı. Bu zamana kadar hiç böylesine sözler söylememişti. O, hemen eyleme geçmişti. Leoncia’nın cazibesi altında, kendisi hiçbir çaba sarf etmeden onu büyülemişti, sevdiğini şaşırtmaması ve korkutmaması gerektiğini gayet iyi bildiğinden, kollarını ona yavaşça dolamış, dudaklarını dudaklarına tutkuyla bastırmıştı. Onun bu rahatlatıcı tavrıyla, Leoncia ondan ne ürkmüş ne de tamamen tepkisiz kalmıştı. Bu ilk öpücüğün ardından Henry, kollarını onun bedenine sararak oturmaya devam etmiş ve konuşmaya başlamıştı.
Peki ama şimdi, avlunun bir köşesinde oturan evin erkekleri ve Francis Morgan’ın arasında geçen konuşma ve yapılan plan neydi? Ayaklarının dibine çökmüş konuşmasını sürdüren talibin sesine artık tamamen sağır hâle gelmiş, aklı diğerlerinin yanında kalmıştı. Francis! Ah, neredeyse iç çekmek üzereydi ve şaşkınlık içerisinde Henry’ye olan aşkına ne oldu, bu yabancı Gringo senin kalbini nasıl da bu kadar büyüledi diye sorgulamaya başladı. Bir ahlaksız olabilir miydi acaba? Bu adam mıydı? Yoksa başka biri mi? Ya da herhangi bir adam mı? Hayır! Hayır! O, kesinlikle kararsız ya da sadakatsiz biri değildi. Ve henüz?.. Belki de bütün bu duyguları, Francis ve Henry birbirine çok benzediği için zavallı, sevgi dolu kadın kalbinin onları tam olarak ayıramamasından dolayı yaşıyor olabilirdi. Yine de Henry’yi iyi günde ya da kötü günde dünyanın herhangi bir yerine kadar takip edebileceğini düşünmüş olsa da şimdi Francis için de aynı şeyi yapabilecekmiş gibi görünüyordu. Henry’yi seviyordu, kalbi tüm ciddiyetiyle bunu ona ilan ediyordu. Ama aynı zamanda Francis’i de seviyor olabilir miydi? Francis’in onu sevdiğinden haberi olmamasına rağmen hapishane hücresindeki dudakların coşkusu silinemezdi; bununla birlikte iki adama olan sevgisinde, duygularını güçlü bir biçimde karıştıran, onu neredeyse Solano evinin en son ve tek kadınının ahlaksız olduğu gibi utanç verici bir sonuca götürmesine neden olan bir farklılık vardı.
Torres’in tutku dolu kavrayışı yüzünden Henry’nin yüzüğünün etine sert bir biçimde batmasının acısı, onun o ana geri dönmesini sağlamış ve böylece konuşmasının yoğunluğunu duyabilmişti:
“Sen benim için dünyanın en lezzetli dikeni oldun, gönlüme sonsuza kadar tek ve en dokunaklı aşk acısını yaşatan, en acı oklarını saplayan kişi sen oldun. Hep seni hayal ettim… Ve senin için. Sana özel bir isim buldum. Seni tanımlayabileceğim tek isim: Hayallerimin Kraliçesi. Ve sen, Leonciam, benimle evlenir misin? Zaten çoktan ölmüş olan o deli Gringo’yu birlikte unutabiliriz. Sana karşı nazik ve anlayışlı olurum. Seni her zaman çok severim. Onun hayalinin aramıza girmesine asla izin vermem. Kendi adıma buna asla izin vermem. Senin için… Seni öylesine çok seveceğim ki böylece onun anısının aramıza girmesini ve senin kalbini kırmasını imkânsız hâle getireceğim.”
Leoncia, Torres’in umutlarına güç katacak kadar uzun bir süre düşüncelere daldı. Şu anda oyalanmaya ihtiyacı vardı. Eğer Henry kurtulabilecek ve Torres hizmetlerini ona sunmamış olsaydı? Bir erkeğin hayatının ona bağlı olabileceği zamanlarda onu geri çeviremezdi.
“Konuş! Tükeniyorum!” diye ısrar etti Torres boğucu bir sesle.
“Sus! Sus!” dedi Leoncia yumuşak bir sesle.”Bir zamanlar sevdiğim adam hâlâ hayattayken, başka bir adamın sevgisine nasıl bir cevap verebilirim?”
Bir zamanlar sevdiğim! Geçmiş zaman kipi kullanmış olması onu şaşırtmıştı. Umutlarının alevlenmesine neden olabilecek bir cevap almış olması Torres’i de aynı şekilde şaşkınlığa uğratmıştı. Neredeyse onun olmak üzereydi. Onun hakkında, bir zamanlar sevdiğim adam demişti. Artık Henry’yi sevmiyordu. Onu önceden sevmişti ama artık âşık değildi. Leoncia, duyarlı ve hassas bir kadın olan Leoncia, diğer adam hâlâ hayattayken elbette ki başka bir erkeğe sevgisini veremezdi. Bu, onun çok fazla göze çarpmayan özelliğiydi. Torres her zaman kendi inceliğiyle övünürdü ve onun gizli kalmış bu düşüncesini şimdi anlayabiliyor olmaktan da gurur duyuyordu. Ve… Pekâlâ, karar vermişti, ertesi sabah onda ölecek olan adamın infazının ne ertelenmesi ne de bu infazdan kurtulması gerekiyordu. Net olan tek bir şey vardı, Leoncia’yı en kısa sürede kazanmak istiyorsa Henry Morgan’ın bir an önce ölmesi gerekiyordu.
“Gel.” dedi Leoncia. “Diğerlerine katılalım. Şimdi Henry Morgan’ı kurtarmak için plan yapıyorlar ya da bir şeyler bulmaya çalışıyorlar.”
Grubun sohbeti, sanki Torres’e karşı şüphe duyuyorlarmış gibi onlara doğru yaklaştıklarında durmuştu.
“Bir şey bulabildiniz mi?” diye sordu Leoncia.
Yaşlı Enrico, ihtiyarlığına rağmen tıpkı oğullarından biri gibi dimdik duruşuyla, narin ve zarif bir şekilde başını sallıyordu.
“Eğer izin verirseniz, bir planım var.” diye konuşmaya başladı Torres ancak çiftlik sahibinin en büyük oğlu Alesandro’nun sert bir uyarı bakışıyla durdu.
Meydanın aşağısına doğru yürüyüşe geçtikleri sırada ortaya korkuluk gibi görünen iki dilenci çocuk çıkmıştı. Gözleri ve yüzlerindeki afacan ifadeden en fazla on yaşında oldukları tahmin edilebiliyordu. Her ikisi de üzerlerinde garip birer kıyafet taşıyordu, öyle görünüyordu ki sanki bir gömlek ve pantolonu paylaşıyorlardı. Ama nasıl bir gömlek! Nasıl bir pantolon! Çocuklardan biraz daha uzun boylu olanı, pantolonun bel kısmını boynuna sarmış, omuzlarından kaymaması için düğüm atılmış bir iple bağlamıştı. Kolları, pantolonun yan ceplerinin olması gerektiği deliklerden dışarı çıkıyordu. Pantolonun bacakları, kol boyuna uyması için bir bıçak vesilesiyle kesilerek kısaltılmıştı. Diğer çocuğun üzerine giymiş olduğu gömleğin kuyruğu ise yerlerde sürükleniyordu.
“Haydi!” diye bağırdı Alesandro onlara, öfkeli bir şekilde.
Ama pantolonun içindeki çocuk, çıplak başının üzerinde taşıdığı ağır taşı kaldırarak mektubu ortaya çıkardı. Alesandro eğildi, mektubu aldı ve para için dilenmeye başlayan çocukların arasından geçerek onu Leoncia’ya uzattı. Francis, iki çocuğun gösterisini gülümseyerek izleyip onlara birkaç parça gümüş bozukluk fırlattı, bunun üzerine gömlek ve pantolon bir anda ortadan yok oldu.
Mektup Henry’den geliyordu ve Leoncia aceleyle yazılanlara göz attı. Bu tam olarak bir veda değildi, tamamen akılalmaz bir kaza dışında ölmeyi asla beklemeyen bir adamın yazdığı sözlerdi.
Yine de Henry, böylesine akılalmaz bir durumun mümkün olması ihtimaline karşın elveda demeyi başarmıştı ve Leoncia’ya kendisine çok benzediği için hatıralarını canlı tutacağına inandığı Francis’i unutmamasını alaycı bir tavırla tavsiye etmişti.
Leoncia’nın dürtüsel olarak ilk tepkisi, mektubu diğerlerine göstermek olmuştu ancak Francis konusundaki yorum onu germişti.
“Henry’den gelmiş.” dedi, mektubu koynuna koyarak. “Önemli hiçbir şey yazmamış. Bir şekilde bu durumdan kaçacağına dair en ufak bir şüphesi yok gibi görünüyor.”
“Bunu yaptığını da göreceğiz.” dedi Francis olumlu bir şekilde.
Ona minnettar bir gülümsemeyle baktıktan sonra, Torres’e sorgulayıcı bakışlarını yönelten Leoncia şöyle dedi:
“Bir plandan mı bahsediyordunuz, Senyör Torres?”
Torres bıyıklarını bükerek sinsice gülümsedi ve sanki çok önemli bir şeyler söylemek üzereymiş gibi bir tavır takındı.
“Sadece tek bir yol var, Anglo-Sakson yolundan Gringo’yu çıkarmak ancak o noktadan bu sağlanabilir. Tam olarak doğru nokta orası. Doğrudan, acımasız ve sert bir biçimde, tıpkı Gringo tarzında Henry’yi hapisten çıkaracağız. Onların beklemeyecekleri tek şey bu. Bu yüzden başarılı olacağız zaten. Sahil kıyısında hapishaneyi parçalamaya bile güçleri yetecek kadar etrafta boş dolaşan serseri var. Onları bu konuda işe alacak, karşılığını da gayet iyi verecek olursanız ve önden peşin olarak bir de avans verirseniz, bu işi kesinlikle başarırlar.”
Leoncia onun bu açıklamasını başıyla onayladı. İhtiyar Enrico’nun gözleri parlıyordu, sanki barut kokusu alıyormuş gibi burun delikleri açılmıştı. Genç oğulları ise onu örnek alarak şevke gelmişlerdi. Hepsi de bu fikrin uygunluğunu öğrenmek ve onayını almak için Francis’e bakıyordu. Başını yavaşça salladı, Leoncia, onun ifadesinden dolayı hayal kırıklığı ile bir çığlık attı.
“Bu yol kesinlikle umutsuz.” dedi. “Neden hepiniz baştan itibaren başarısızlığa mahkûm olan böylesine çılgınca bir fikirle kendinizi riske atıyorsunuz ki?” Konuşurken, bir anlığına Torres ile diğer adamlar arasında kalacak şekilde Leoncia’nın yanından korkuluklara doğru uzun adımlarla ilerledi ve bu sırada Torres’e belli etmeden Enrico ve oğullarına uyarı dolu bir bakış atmayı da başarmıştı. “Henry’e gelince, sanki her şey ona bağlıymış gibi görünüyor…”
“Benden şüphe mi ediyorsun sen?” diye öfkelendi bir anda Torres.
“Tanrı’m, adamım!” diye itiraz etti, Francis.
Ama Torres bir anda atılmıştı yeniden: “Çok eski ve çok şerefli dostlarım olan Solanoların konseyinden henüz doğru dürüst tanışma fırsatı bile bulamadığım bir adam tarafından menedildiğimi mi ima ediyorsun sen yoksa?”
Francis ve Leoncia’nın yüzünde bir anda yükselen öfkenin ifadesini fark eden ihtiyar Enrico, nazik bir hareketle Leoncia’ya uyarıda bulunmayı başardı ve Torres’i susturduktan sonra konuşmaya başladı.
“Solanoların sana yasakladığı hiçbir konsey yok, Senyör Torres. Sen gerçekten ailenin eski bir dostusun. Rahmetli baban ve ben yoldaştık, neredeyse kardeştik. Ama bu, -bu noktada yaşlı bir adamın yargısının kusuruna bakmayacaksın- Senyör Morgan’ın planının umutsuz olduğunu söylerken haklı olduğu gerçeğini değiştirmez. Hapishaneye saldırmak gerçekten delilik olacaktır. Duvarların kalınlığını gözünün önüne getirsene. Haftalarca yapılacak bir kuşatmaya bile dayanabilir. Yine de itiraf etmeliyim ki fikri ilk ortaya attığında neredeyse baştan çıkacak kadar etkilenmiştim. Genç bir adamken, Cordilleras’ın yükseklerinde Kızılderililerle savaşırken, bu şekilde çok önemli bir durum yaşamıştım. Gelin, hepimiz oturalım ve rahatlayayım, ben de size hikâyeyi anlatayım…”
Ancak, aklında yüzlerce tilki dolaşan Torres, beklemeyi reddetti ve sakinleşmiş bir hâlde, dostane tavırlarla hepsiyle tek tek tokalaştı, Francis’ten kısaca özür dileyip gümüş eyerli, gümüş rengi atıyla San Antonio’ya doğru yola koyuldu. Aklını meşgul eden en önemli konulardan biri, kendisiyle Thomas Regan arasında Wall Street ofisinde geçen konuşma ve aralarında yaptıkları telgraf yazışmalarıydı. Panama hükûmetinin San Antonio’daki telsiz istasyonuna gizli erişimi olduğundan, mesajlarını Vera Cruz’daki telgraf istasyonuna rahatlıkla iletebilmişti. Bu yazışmalar sadece Regan ile olan kazançlı ilişkisini kanıtlamakla kalmayacak, Leoncia ve Morganlar konusunda yapmış oldukları planları da ortaya çıkarmış olacaktı.
“Senyör Torres’in planını reddetmek ve onu öfkelendirmek için nasıl bir sebebiniz var?” diye bir açıklama istedi Leoncia, Francis’ten.
“Hiç yok.” oldu Francis’in cevabı. “Ona ihtiyacımız olmaması ve tam olarak ondan hoşlanmıyor olmamadan dolayı. O, kesinlikle aptal bir adam, her türlü planı mahveder. Benim duruşmamda ifade verirken bile nasıl bir duruma düştüğünü gördün. Belki de güvenilmez bir adamdır. Bilemiyorum. Her neyse, ona ihtiyacımız olmadığına göre neden güvenmek zorunda kalalım ki? Şimdi, planında herhangi bir sorun yok. Eğer buna hazırsanız, doğrudan hapishaneye gideceğiz ve Henry’yi dışarı çıkaracağız. Böylece sahildeki serserilere de güvenmemize gerek kalmayacak. Altı adam bunu başaramayacaksak, zaten hiçbir şey yapmamıza gerek yok.”
“Sürekli olarak hapishanede duran en az bir düzine kadar gardiyan vardır.” dedi, Leoncia’nın on sekiz yaşındaki en genç erkek kardeşi Ricardo, itiraz ederek.
Bir anda yeniden umutlanmış olan Leoncia’nın kaşları çatılmıştı ama Francis hemen devreye girdi.
“Doğru söylüyor.” diye onayladı. “Bu yüzden gardiyanları ortadan kaldıracağız.”
“Beş metrelik duvarlar.” dedi, Alvarado’nun ikiz kardeşi Martinez Solano.
“Onların üzerinden geçeceğiz.” diye yanıtladı Francis.
“Ama nasıl?” diye haykırdı Leoncia.
“Ben de bunu düşünüyordum. Siz, Senyör Solano, bir sürü atınız olmalı, öyle değil mi? Güzel. Sen, Alesandro, plantasyonun çevresinden bana birkaç dinamit çubuğu temin etme şansın var mı? İyi, hem de çok iyi. Ve sen, Leoncia, çiftliğin hanımı olarak, deponuzda bulunan o üç yıldızlı çavdar viskisinden elinizde yeteri kadar olup olmadığını söyleyebilir misin?”
“Ah, entrikalarımız yoğunlaşıyor.” diye güldü Francis, Leoncia yeteri kadar olduğunu temin edince. “Artık bir Rider Haggard ya da Rex Beach macerasına dair masallar yaratmak için tüm özelliklere sahibiz. Şimdi dinleyin. Ama bir dakika. Seninle konuşmak istiyorum, Leoncia, özel bazı durumlar hakkında…”

BEŞİNCİ BÖLÜM
Öğleden sonraydı. Henry parmaklıklı hücresinin penceresinden dışarı bakarak, Chiriqui Lagünü’nden başlayan rüzgârın çıkıp, havayı biraz olsun soğutmaya başlayıp başlamayacağını merak ediyordu. Sokak tozlu ve kirliydi çünkü kasabanın yüzyıllar önceki kuruluşundan beri çöpçüler olarak bildiği, sadece leş köpekleri ve o zamanlardan bu yana çöplerin arasında sinsice dolaşan tiksindirici akbabalar olmuştu. Alçak, beyaz badanalı, taş ve kerpiç binalar sokağı resmen büyük bir fırın hâline getirmişti. Bakmaya neredeyse tahammül edilemeyecek kadar yoğun toz tabakasını ve tüm binaların beyazlığını izleyen Henry, sokağın karşı tarafındaki binanın kapı eşiğinde uyuklayan, yırtık pırtık kıyafetli birkaç adamın dikkatlerini birden caddenin diğer tarafına yöneltmiş olduklarını gördüğünde, pencereden çekilmek üzereydi. Henry caddenin o kısmını göremiyordu ama hızla yaklaşan, takırdayan bir aracın gürültüsünü duyabiliyordu. Kısa süre sonra, bir atın çektiği küçük bir at arabası göründü. Faytonun koltuğunda oturan ak saçlı, ak sakallı ihtiyar, nafile bir çabayla hayvanı kontrol altında tutmaya çabalıyordu. Yoldaki derin çukurlar arabanın tekerleklerine öylesine hasar vermişti ki Henry faytonun hâlâ bir arada durabiliyor olmasına şaşırarak gülümsedi. Arabanın bütün tekerleklerinde derin oyuklar oluşmuş, her dönüşte tehlikeli bir şekilde titreyerek, her bir tekerlek birbirinden bağımsız döner hâle gelmişti. Henry neredeyse hurdaya dönmüş olan aracın parçalara ayrılmamış olmasının mucize olduğunu düşünmüştü. Tam olarak pencerenin karşısına geldiğinde, yaşlı adam dizginleri çekerek, koltukta yarı doğrulmuş hâlde son bir çaba sarf edip durdurabilmişti arabayı. Harap olmuş, beş parasız bir insan gibi görünüyordu. Sürücü koltuğa geri düşerken, dizginler üzerinde kalan ağırlığı atın keskin bir şekilde sağa kaymasına neden olmuştu. Sonra ne oldu… Henry, ne bir tekerleğin kırılıp kırılmadığını ne de bir çarkın yerinden çıkıp çıkmadığını gözlemleyebildi. Kesin olan tek bir şey vardı ki at arabası tamamen bir enkazdı. Yaşlı adam, tozu dumana katarak inatla dizginlere asılmaya devam etti ve atı durdurana kadar daire şeklinde döndü. Sırtı Henry’ye dönük vaziyette homurdanıyordu. Ayağa kalktığında etrafını büyük bir kalabalık sarmıştı. Hapishaneden çıkan jandarmalar, etrafındaki kalabalığı kabaca dağıtarak yaşlı adamı oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yaşayacak sadece birkaç saati kalmış bir adam olarak, biraz olsun eğlenceli vakit geçirmek isteyen Henry, dışarıda olup biteni pencereden seyretmeye devam ediyordu.
Atının dizginlerini tutması için jandarmaya veren yaşlı adam, üzerindeki pisliği temizlemeye gerek duymadan yük arabasına doğru aceleyle toparlayarak irili ufaklı birkaç paketi incelemeye koyulmuştu. Bir kutuya özellikle büyük ihtimam gösteriyordu hatta onu kaldırmaya çalışıyor ve kaldırırken sanki içindekini dinliyor gibi görünüyordu.
Jandarmalardan birinin sert biçimde ona seslenmesiyle bulunduğu yerden doğruldu ve cevap verdi.
“Ben mi? Ne yazık ki Senyörler, ben yaşlı bir adamım ve evimden çok uzaktayım. Ben Leopoldo Narvaez’im. Doğru, annem Alman’dı, Azizler onun ruhunu korusun ama babam Baltazar de Jesus y Cervallos e Narvez, bizzat büyük Bolivar komutası altında savaşan güçlü bir savaşçı olan General Narvaez’in oğluydu. Şu anda yorgunluktan mahvolmuş durumdayım ve evden çok uzaktayım.”
Durumuna acıyan jandarmaların, alçak gönüllü ve hatta fazlasıyla cömert bir nezaketle sordukları sorulara politik ama aynı zamanda minnettar bir tavırla cevap veren yaşlı adam, hikâyesini de aynı tavırla anlatmaya devam etmeyi başarmıştı.
“Arabayı Bocas del Toro’dan bu yana sürüyorum. Beş günümü aldı ve işler oldukça kesat. Evim Colon’da, keşke güvenli bir biçimde oraya ulaşabilsem. Ama ne olursa olsun, asil bir Narvaez bile bir seyyar satıcı olabilir ve bir seyyar satıcının dahi yaşamaya hakkı vardır, eh, senyörler, sizce de öyle değil mi? Bu arada, bu hoş San Antonio şehrinde yaşayan bir Tomas Romero yok muydu?”
“Panama’nın her yerinde yaşayan bir dünya Tomas Romero var.” diye güldü gardiyan yardımcısı Pedro Zurita. “Onu biraz daha tanımlaman gerekiyor.”
“O, ikinci karımın kuzenidir.” diye cevapladı ihtiyar umutla ve kalabalığın kükreyen kahkahası karşısında şaşkına döndü.
“Ama San Antonio ve çevresinde bir düzine Tomas Romero yaşıyor.” diye devam etti konuşmasına gardiyan yardımcısı. “Yani onlardan herhangi biri ikinci karınızın kuzeni olabilir, senyör. İşte bir Tomas Romero var, sarhoş olan. Burada bir hırsız Tomas Romero var. Burada da bir Tomas Romero var ama hayır, o bir ay önce hırsızlık ve cinayetten asıldı. Tepelerde birçok sığırı olan zengin bir Tomas Romero var. Burada da…”
Önerilen her Tomas isminde, Leopoldo Narvaez, sığır sahibinden bahsedilene kadar başını kederli bir şekilde salladı. Onu duyduğunda bir anda umutlandı ve lafa girdi:
“Affedersiniz bayım, o olmalı ya da onlardan biri. Ben onu bulurum. Kıymetli eşyalarımı güvenli bir şekilde saklayabileceğim bir yer bulabilirsem, onu hemen aramaya gideceğim. Talihsizliğim belki bir işe yarar. Sizler gibi onlara göz kulak olacak dürüst ve onurlu insanlara güvenebilirim.” Konuştuğu sırada cebinden iki gümüş peso çıkararak gardiyana vermişti. “İşte, sizin ve adamlarınızın bana memnuniyetle yardımcı olmanızı diliyorum.”
Henry, bozuklukları alan Pedro Zurita ve adamlarının yaşlı adamla ilgilenmesini, onu dikkate almalarını ilgiyle izleyerek gülümsedi. Çok daha merak uyandıran, enkaz hâlindeki at arabasından kutular, adamlar tarafından itilerek çıkarıldı ve yavaş yavaş hapishaneye taşınmaya başlandı.
“Dikkatli olun, baylar, dikkatli olun.” diye yalvardı yaşlı adam, büyük kutu taşınırken çok endişeliydi. “Dikkatli tutun. Çok değerlidir ve kırılgandır, en kırılgan kutu o.”
Arabanın içindekiler hapishaneye taşınırken, yaşlı adam attan tüm koşum takımlarını çıkarıp arabanın içine yerleştirdi.
Pedro Zurita, sefil kalabalığa bir bakış atarak koşum takımının da içeri alınmasını emretti:
“Sırtımızı çevirdiğimiz anda ne bir kayış ne de bir toka kalır ortada.”
Araçta kalanlar, gardiyanlar ve geri kalan ekibin becerikli elleri sayesinde güzelce hapishanenin içerisine yerleştirilmiş, yaşlı adamın rahatlıkla atına binebilmesi için hayvan da dikkatlice eyerlenmişti.
“Gayet güzel.” dedi yaşlı adam ve minnetle ekledi: “Binlerce teşekkürler, baylar. Eşyalarımı güvenle emanet edebileceğim sizler gibi dürüst adamlarla karşılaşmam, benim için büyük şans oldu. Hepsi zavallı eşyalar aslında, seyyar satıcı malları, anlayış gösterirsiniz ama benim için yol boyunca ayakta durmamı sağlayacak eşyalar. Sizinle tanışmak benim için büyük zevkti. Yarın, akrabamla birlikte buraya geri döner, bu önemsiz malların yükünden sizi kurtarırım.” Bu sözlerin ardından adam şapkasını çıkararak “Hoşça kalın baylar, hoşça kalın.” diyerek adamları selamladı.
Sürüş esnasında neredeyse bir felakete sebebiyet verebilecek atına dikkatlice binerek yola koyulmaya hazırlandı. Pedro Zurita’nın bir anda ona seslenmesi üzerine durdu ve ona doğru döndü.
“Mezarlığa da bakın, Senyör Narvaez.” dedi gardiyan. “Orada da yatan yüzlerce Tomas Romero var.”
“Lütfen siz de çok dikkatli olun, bayım, özellikle o ağır kutuya dikkat edin.” diye seslendi seyyar satıcı, adamların yanından uzaklaşırken.
Henry, jandarmaların, etrafa toplanmış olan halkın, kavuran güneşin altından kaçarak dağılmasını ve sokağın giderek büyüyen ıssızlığını izledi. “Küçük bir mucize.” diye düşündü kendi kendine, yaşlı seyyar satıcının sesi ne kadar da tanıdık geliyordu. Bunun bir nedeni, dilinin döndüğünce yarım yamalak İspanyolca konuşmaya çalışması, bir diğer nedeni de anne tarafından yarı Alman olmasından kaynaklıydı. “Öyle olmasına rağmen yine de tıpkı bir yerli gibi konuşuyordu ve eğer o büyük ağır kutunun içerisinde çok değerli bir şey varsa, jandarmalar onun eşyalarını içeriye taşımamış ve korumaya almamış olsaydı, tıpkı yerliler gibi soyulacaktı.” diye geçirdi aklından Henry, gözünün önünde gerçekleşen gösteriyi tekrar düşünerek.
Ancak Leopoldo Narvaez, Henry’nin hücresinden elli metre uzakta bulunan nöbetçi odasında, o anda bir soyguna uğruyordu bile. Soygun, Pedro Zurita’nın büyük kutuyu derin ve dalgın bir şekilde incelemesiyle başladı. Ağırlığını ölçmek için kutunun bir ucunu havaya kaldırdı ve burnu sanki ona içeriğiyle ilgili bir bilgi verebilecekmiş gibi kutuyu çatlaklarından tıpkı bir av köpeği gibi kokluyordu.
“O kutuyu rahat bırak, Pedro.” diye güldü jandarmalardan biri. “Dürüstlüğün karşılığında sana iki peso ödedi adam.”
Gardiyan yardımcısı derin bir iç çekip, oturdu, bir süre kutuya baktı ve tekrar iç çekti. Aralarındaki sohbet giderek zayıflamıştı. Adamların gözleri sürekli olarak kutuya takılıp duruyordu. Oyun kartları bile onların akıllarını dağıtmaya yetmemişti. Oyun durgunlaşmıştı. Pedro’ya uyarıda bulunan jandarma oturduğu yerden kalkarak kutunun yanına gitti ve koklamaya başladı.
“Hiçbir koku almıyorum.” dedi diğerlerine. “Kutunun içinde kesinlikle kokacak hiçbir şey yok. Peki ama içinde ne olabilir ki? O beyefendi, bunun çok değerli olduğunu söyledi!”
“Beyefendi!” dedi jandarmalardan biri, kutuyu koklayarak. “Yaşlı adamın babası, Colon sokaklarında ondan önce bayat balık satan, babası gibiydi. Her yalancı dilenci, fatihlerin soyundan geldiğini iddia eder zaten.”
“Peki ama neden olmasın, Rafael?” diye karşılık verdi Pedro Zurita. “Hepimiz bu kadar aşağılık değil miyiz?”
“Hiç şüphesiz.” diye hemen onu onayladı Rafael. “Fatihler pek çok…”
“Hayatta kalanların ataları öyle değil mi?” diye tamamladı Pedro onun sözünü ve neşeli bir kahkaha attı. “Ama yine de kutuda ne olduğunu öğrenmek için bu pesoları feda edebilirim.”
“Ignacio var.” dedi Rafael, öğle uykusundan yeni uyanmış, uykudan şişmiş gözlerini güçlükle açmaya çalışan adamı işaret ederek. “Dürüstlüğü karşılığında ona herhangi bir şey ödenmedi. Gel, Ignacio, kutunun içinde ne olduğunu bize söyle de merakımız giderilsin.”
“Ben nereden bilebilirim ki?” diye sordu Ignacio, ilgiyle kutuya bakarak. “Daha şimdi uyandım.”
“İşte, bu yüzden dürüstlüğün karşılığında ödeme almadın, öyle değil mi?” diye sordu Rafael.
“Tanrı’nın merhametli annesi, kim dürüstlüğüm karşılığında bana para ödeyecekmiş?” diye sordu Ignacio.
“O zaman, oradaki baltayı al ve kutuyu aç.” dedi Rafael, aleti işaret ederek. “Bize kesinlikle dürüstlüğümüz karşılığında para verildiğinden ancak Pedro iki pesosunu bizimle paylaşacak olursa emin olabiliriz. Kutuyu aç, Ignacio, yoksa meraktan çatlayacağız.”
“Sadece bakacağız, sadece ne olduğuna bakacağız.” diye mırıldandı Pedro, kutunun tahtasını baltanın keskin ucuyla hafifçe kaldırarak. “Sonra kutuyu tekrar düzgünce kapatırız ve… Hadi Ignacio, elini içeri sok. Bakalım orada ne bulacaksın?.. Ha? Nasıl bir şeye benziyor? Ah!”
Elini içeri iyice sokup biraz karıştırdıktan sonra, Ignacio’nun eli başka bir karton kutuyla yeniden ortaya çıktı.
“Tekrar yerine koymamız gerektiğinden, onu düzgün çıkar.” diye gardiyan onu uyardı.
Kutunun içerisindeki mendil ve ambalaj kâğıtları çıkarıldıktan sonra, tüm gözler içinde duran bir litre çavdar viskisine odaklandı.
“Nasıl mükemmel paketlenmiş öyle.” diye mırıldandı Pedro hayranlıkla. “Bu kadar özen gösterildiğine göre, kesinlikle çok iyi olmalı.”
“Bu Amerikan viskisi.” diye iç çekti jandarma. “Bir seferinde, Amerikan viskisi içtim. Harikaydı. Beni o kadar cesaretlendirmişti ki Santos’taki boğa güreşi alanına atladım ve vahşi bir boğayla ellerimle güreştim. Bu gerçekten doğru, boğa beni altına aldı ama ben arenadan yine de kaçmadım.”
Pedro şişeyi eline aldı ve şişenin ağzını açmaya çalıştı.
“Dur!” diye haykırdı Rafael. “Dürüstlüğün karşılığında para aldın.”
“Kendisi bize karşı dürüst olmayan biri tarafından.” diye karşılık verdi Pedro. “Mallar kaçak. Bunlar kesinlikle bedelleri ödenmiş mallar değil. Yaşlı adam kaçak mallara sahip. Şimdi artık minnetle ve gayet huzurlu bir şekilde onun mallarına sahip olabiliriz. Onlara el koyabiliriz. Onları yok edebiliriz.”
Şişenin ellerine geçmesini beklemeden, Ignacio ve Rafael diğer şişeleri alarak, onların ağızlarını açtılar.
“Üç yıldız… Çok mükemmel.” dedi Pedro Zurita, duraksayıp şişenin üzerindeki ticari markayı göstererek. “Görüyorsunuz ya, Gringo viskilerinin hepsi çok güzeldir. Bir yıldız bunların çok iyi olduğunu; iki yıldız mükemmel olduklarını ve üç yıldız onların mükemmelden öte, en iyisi olduklarını gösterir. Ah, bunu biliyorum. Gringolar sert içkiler konusunda güçlüdür. Meksika içkileri onları kesmez.”
“Peki, ya dört yıldız?” diye sordu Ignacio, sesi içkiden dolayı boğuklaşmış, gözleri zevkten parlar hâlde.
“Dört yıldız mı? Dostum Ignacio, dört yıldız ya ani bir ölüm ya da cennete bir bilet anlamına gelir.” Birkaç dakika içerisinde başka bir jandarmaya sarılmış olan Rafael, ona kardeşim diyerek, aşağıda insanları mutlu etmenin pek mümkün olamayacağını ilan ediyordu.
“Yaşlı adam tam bir aptalmış, hem de üç kat aptal.” diye haykırdı asık suratlı bir jandarma olan Augustino, bu zamana kadar ilk kez konuşmuştu.
“Harika Augustino!” diye alkışladı Rafael. “Üç yıldız resmen bir mucize yarattı. Bakın şu işe! Augustino’nun ağzındaki kilidi bile açmayı başarmamış mı?”
“Yine de üç katı, bu yaşlı adam üç katı aptalmış!” diye resmen kükredi Augustino. “Onunkiler tanrıların içkileriymiş ve o adam Bocas del Toro yolunda beş gün boyunca tek başına yolculuk yapmış, onlardan bir yudum dahi içmemiş. Bence böylesi adamları bir karınca yuvasının üzerine çıplak bırakmalı.”
“Yaşlı adam bir hayduttu.” diye geveledi Pedro. “Üç yıldız için yarın geri geldiğinde, onu kaçakçılıktan tutuklayacağım. Bu da şapkalarımıza bir tüy daha eklenmesini sağlayacak.”
“Eğer kanıtları bu şekilde yok edecek olursak?” diye sordu Augustino, bir şişenin daha ağzını açarak.
“Kanıtları koruyacağız bu şekilde!” diye cevapladı Pedro, boş bir şişeyi taş sütunlardan birinin üzerinde kırarak. “Dinleyin, yoldaşlar. Kutu çok ağırdı, hepimiz bu konuda hemfikir olacağız. Düştü. Şişeler kırıldı. İçkiler dışarı döküldü ve biz de böylece kaçak mallardan haberdar olduk. Kutu ve kırılan şişeler bunun için yeterli kanıt olacaktır.”
İçkiler azaldıkça, içerideki kargaşa da giderek büyüyordu. Bir jandarma, Ignacio ile uzun zaman önce unutulmuş olan on pesoluk borcu yüzünden tartıştı. Diğer ikisi kollarını birbirlerinin boynuna dolayarak yere oturdu ve evli oldukları için kendi sefaletlerine ağladılar. Augustino, çok boş bir konuşma yaparak, kendi felsefesine göre sessizliğin altın olduğunu açıkladı. Ve Pedro Zurita kardeşliğe dair hassaslaştı.
“Mahkûmlarımı bile…” dedi tutarsız ve anlaşılmaz bir tavırla konuşarak. “Onları bile kardeşlerim olarak seviyorum. Hayat üzücü.” Bir içki daha içtiği sırada, gözlerinden akan yaşlara hâkim olamadı. “Mahkûmlarım benim çocuklarımdır. Onlar için kalbim kanıyor. Onları seyrederken! Ağlıyorum. Haydi, onlarla paylaşalım. Onların da bir anlık mutluluk yaşamalarına izin verelim. Ignacio, benim en sevdiğim kardeşim. Bana bir iyilik yap. Bak, ellerine ağlıyorum. Gringo Morgan’a bu iksirden bir şişe götür. Ona ne kadar üzgün olursam olayım, yarın asılmak zorunda olduğunu söyle. Onu sevdiğimi söyle, bir içki ikram et ve bugün mutlu olmasını sağla.”
Ve Ignacio bu görevi yerine getirmek için oradan ayrılırken, bir zamanlar Santos’daki boğa güreşi arenasına atlayan jandarma yeniden kükredi:
“Bir boğa istiyorum! Bir boğa istiyorum!”
“Bütün kalbiyle, kollarını onun boynuna dolayıp onu sevmek istiyor.” diye ağlayarak açıklamada bulundu Pedro Zurita. “Ben de boğaları severim. Ben her şeyi severim. Sivrisinekleri bile seviyorum. Dünya sevmeye değer. Bu dünyanın sırrıdır. Oynamak için bir aslanım olsun isterdim…”
Sokakta bir anda söylenmeye başlayan Ana komutaya karşı arka arkaya, tüm mürettebat körfezde tutuldu şarkısının nağmeleri açık havada Henry’nin dikkatini çekmişti ve tam hücresinin penceresinden dışarı bakmak istediği sırada, kapısının büyük anahtarının çevrildiğini duyarak uyuyormuş gibi yaptı. Ignacio elinde bir şişeyle, tamamen sarhoş hâlde sendeleyerek içeri girdi ve elindeki şişeyi ciddiyetle Henry’ye sundu.
“İyi yürekli gardiyanımız Pedro Zurita’nın yüce cömertliğiyle.” diye mırıldandı. “İçkiyi içmeni ve bir anlığına yarın asılacağını unutmanı söyledi.”
“Senyör Pedro Zurita’ya en yüce iltifatlarımı sunduğumu ve viskisiyle birlikte cehenneme gitmesini söyle.” diye yanıtladı Henry.
Gardiyan bir anda doğruldu ve sanki aniden sarhoşluğu geçmiş gibi sallanmayı bırakmıştı.
“Pekâlâ, bayım.” dedi, sonra hücreden ayrılarak, kapıyı kilitledi. Henry hemen bulunduğu yerden kalkarak, Francis’le yüz yüze geleceği şekilde pencereye doğru yöneldi ve tam Francis parmaklıkların arasından ona bir tabanca fırlatmak üzereyken pencerenin altında durdu.
“Selam, dostum.” dedi Francis. “Seni buradan hemen çıkaracağız. Emniyet pimi ve kapakları tamamlanmış iki dinamit çubuğunu havaya doğru kaldırdı. “Seni dışarı çıkarmak için bu güzel parçaları getirdim. Hücrenin en ücra köşesine düzgünce gizlen çünkü birazdan bu duvarda Angelique’in bile geçebileceği kadar büyük bir delik açacağım. Ayrıca Angelique de bizi sahilde bekliyor. Şimdi hemen geri çekil. Onu ateşleyeceğim. Fitili çok kısa.”
Hücresinin kapısı beceriksizce açılıp Latin Amerika’nın kadim ve değişmez savaş çığlıkları arasında küstah bir biçimde “Gringo’yu öldürün!” diye bağıran gardiyanın sesini duyduğunda, Henry hücrenin arka köşesine henüz geri dönmüştü.
İçeri girer girmez gevezelik eden Rafael ve Pedro’nun seslerini de duyabildi: “O kardeş sevgisinin bile düşmanı.” diyordu biri. Diğeri de: “Cehenneme gitmeni söyledi, tam olarak söylediği bu değil miydi, Ignacio?” diye konuşmaya devam etti. Ellerinde tüfekleriyle içeri girmişlerdi. Sırtlarına baltalarını, bellerine kılıçlarını ve tabancalarını, yanlarına bilumum silahlarını almış, diğer sarhoş gardiyan güruhunu da arkalarından çağırıyorlardı. Henry’nin elinde tuttuğu tabancayı görünce bir an için donup kaldılar ve Pedro elinde tuttuğu tüfekle dengesini sağlamaya çalışırken, ciddiyetini takınarak mırıldanmaya başladı:
“Senyör Morgan, cehennemde hak ettiğiniz yeri almak üzeresiniz.” Ancak Ignacio beklemedi. Çılgınca, hiç tereddüt etmeden silahını belinden çıkararak ateş etti ve Henry’nin hücrenin içerisinde geriye doğru gitmesine, sonrada kurşunun etkisiyle yere yığılmasına neden oldu. Geri kalanların hepsi bir anda, hapishane koridoruna doğru çekilmişlerdi, oradan kendilerini hiç ortaya çıkarmadan silahlarını hücrenin içine doğrultarak mermileri boşaltmaya başlamışlardı.
Duvarların kalın olmasından dolayı içeri giremeyen kurşunlar için Tanrı’ya şükreden Henry, hiçbir kurşunun kendisine doğru sekmemesini umarak koruyucu bir açıyla hücrenin köşesine sinmiş ve patlamayı beklemeye koyulmuştu. Ve patlama gerçekleşti. Pencere ve altındaki duvar ansızın tek parça delik hâline geldi. Taşlardan uçan bir parça kafasına çarptı ve Henry başına aldığı darbenin etkisiyle sersemleyerek yere yuvarlandı. İçeri dolan toz ve duman yavaş yavaş kalkmaya başladığı sırada, bulanık bir şekilde delikten uzanan Francis’in yüzünü gördü. Delikten dışarı doğru sürüklendiği sırada, Henry yeniden kendine gelmişti. Solano ailesinin en genç oğulları olan Enrico ve Ricardo’nun ellerinde tüfekleriyle, sokağa toplanan kalabalığı delikten uzak tutmaya çalıştıklarını; aynı şekilde ikizlerin, Alvarado ve Martinez’in de caddenin diğer tarafından yaklaşan benzer şekildeki kalabalığın yollarını kestiklerini görebiliyordu.
Ancak halk sadece meraktan oraya toplanıyordu, hayatlarını kaybetmeyi göze alan ve güpegündüz açıkça bir hapishanenin duvarını patlatarak içerideki mahkûmu ustaca kaçırmayı başaran bu gözü kara adamların önüne çıkmaya ya da onlara müdahale etmeye hiç niyetleri yoktu. Mahkûmu kaçıran grup, toplu hâlde caddede yürümeye başladığında ise, hepsi saygıyla geri çekilmişlerdi.
“Atlar bir sonraki sokakta bekliyor.” dedi Francis, Henry ile tokalaştığı sırada. “Ve Leoncia da onlarla birlikte bekliyor. Dörtnala ilerleyecek olursak, on beş dakika içerisinde, bizi sahilde bekleyen sandala ulaşmış oluruz.”
“O söylediğin, benim sana öğrettiğim şarkıydı.” diye sırıttı Henry. “Islık çaldığını duyduğumda her şeyin yoluna gireceğini anlamıştım. Köpekler o kadar aceleciydi ki beni asmak için yarına kadar beklemeye hiç niyetleri yoktu. Viskiden körkütük sarhoş hâldeydiler ve hemen işimi bitirmeye karar vermişlerdi. Şu viski olayı gerçekten komikti. Seyyar satıcı olmaya mahkûm olmuş yaşlı bir beyefendinin arabası hapishanenin hemen önünde mahvolmuştu…”
“Zira asil bir savaşçı olan General Narvaez’in oğlu, Baltazar de Jesus Cervallos e Narvaez’in torunu, soylu Narvaez bile bir seyyar satıcı olabilir ama bir seyyar satıcının bile yaşamaya hakkı vardır, ha beyler, öyle değil mi?” diye taklit etti Francis.
Henry şaşkınlık içerisinde, durumun farkına vararak neşeyle ekledi:
“Francis, bir şeyden dolayı çok mutluyum, çok sevindim…”
“Neymiş o?” diye sordu Francis duraksayarak, köşeyi dönüp atların bulunduğu yere geldikleri sırada.
“O gün, Calf Adası’nda senin ısrarlarına rağmen kulaklarını kesmemiş olmaktan dolayı çok mutluyum.”

ALTINCI BÖLÜM
San Antonio Valisi Mariano Vercara e Hijos mahkeme salonundaki sandalyesine yaslanmış, dingin, tatminkâr bir gülümsemesiyle sigara içiyordu. Dava önceden düzenlendiği gibi devam etmişti. Ufak tefek, yaşlı yargıcı tüm gün boyunca makamından uzak tutmuş, bunun karşılığında yargıcın davayı kontrol etmesi ve gerektiği gibi yargılamasıyla ödüllendirilmişti. Kesinlikle bir kayma olmamıştı. Ağır para cezasına çarptırılan altı amelenin, Santos’taki plantasyona geri gönderilmesi emredilmişti. Ve Vali bu işin sonucunda iki yüz dolarlık Amerikan altınıyla daha da zenginleşmişti. “Santos’daki bu Gringo-lar.” diye gülmüştü kendi kendine, bağlanılması gereken adamlardı. Onların çiftliklerindeki plantasyonlarıyla ülkeyi geliştirdikleri doğruydu. Ama bundan daha da iyisi, kelimelerle ifade edilemeyecek miktarda paraya sahiplerdi ve onlar adına yapabileceği en ufak bir hizmet karşılığında iyi para ödüyorlardı.
Alvarez Torres’i selamlarken gülümsemesi daha da genişledi.
“Dinle.” dedi Torres, kulağına doğru eğilip fısıldayarak. “Bu Morgan şeytanlarının ikisini de ele geçirebiliriz. Henry domuzu yarın asılacak. Francis domuzunun bugün dışarı çıkmaması için hiçbir sebep yok.”
Vali sorgular bir ifadeyle kaşlarını kaldırarak, sessiz kaldı.
“Ona, hapishaneye saldırmasını tavsiye ettim. Solanolar da onun yalanlarını dinlediler ve onunla birlikte hareket edecekler. Bu akşam, böyle bir eylemi kesinlikle gerçekleştireceklerdir. Daha önce yapamazlar. Böyle bir olaya hazır olmanız gerekiyor ve özellikle Francis Morgan’ın ortaya çıkacak çatışmada vurularak öldürüldüğünden emin olmalısınız.”
“Ne için ve neden?” diye konuyu geçiştirmeye çalıştı Vali. “Ortadan kaldırılmasını istediğim tek kişi Henry. Bırakalım da Francis, sevgili New York’una geri dönsün.”
“Bugün dışarı çıkmak zorunda ve nedeninden sen de memnun olacaksın. Bildiğin üzere, telgraflarımı devlet telsizi üzerinden okumaktan…”
“Devlet istasyonunu kullanma izni konusunda yapmış olduğumuz anlaşmamız buydu.” diye hatırlattı Vali.
“Zaten bundan bir şikâyetim de yok.” diye güvence verdi ona Torres. “Ama daha önce de söylediğim gibi New Yorklu Regan ile ilişkilerimin gizli ve önemli olduğunu gayet iyi biliyorsun.” Bu sırada elini göğüs cebinin üzerine dokundurdu. “Az önce başka bir telgraf aldım. Francis domuzunun bir ay boyunca New York’tan uzak tutulması şart hatta mümkünse sonsuza kadar ve Senyör Regan’ı yanlış anlamadıysam bu süre ne kadar uzun olursa o kadar iyi. Ben bunda başarılı olduğum sürece, senin de durumun gayet iyi olacak.”
“Ama sen bana ne kadar aldığını ve ne kadar alacağını hâlâ söylemedin.” diye yokladı Vali.
“Bu özel bir anlaşmaydı ve senin düşündüğün kadar büyük bir meblağ değil. O sert bir adam, Senyör Regan gerçekten sert bir adam. Yine de girişimimizin sonucunda elde edeceğimiz başarıyı seninle adil bir şekilde paylaşacağım.”
Vali başını salladı ve şöyle dedi:
“Alacağım bin altın kadar olabilir mi?”
“Olabilir. Elbette İrlandalı o kumarbaz domuz bana bir miktar ödeme yapabilir ve eğer o Francis domuzu kemiklerini San Antonio’da bırakacak olursa beş yüzü senindir.”
“Yüz bin altından daha mı çok olacak?” dedi Vali, tereddütle.
Torres sanki bu bir şakaymış gibi güldü.
“Kesinlikle binden fazla olmak zorunda.” dedi Vali ısrarla.
“Ve cömert de olabilir.” diye yanıtladı Torres. “Bana binin haricinde beş yüz bile verebilir, bunun yarısı da daha önce de söylediğim gibi doğal olarak senin olacak.”
“Buradan çıkar çıkmaz hemen hapishaneye gideceğim.” dedi Vali. “Bana güvenebilirsin, Senyör Torres, benim sana güvendiğim gibi. Gel. Hemen gidelim, şimdi, sen ve ben, Francis Morgan’ın karşılama töreni için yapacağım hazırlığı kendi gözlerinle gör. Bir silahla kurnazlığımı kaybetmeye hiç niyetim yok. Ayrıca, üç jandarmaya sadece ona ateş etmelerini söyleyeceğim. Demek bu Gringo köpeği hapishanemize saldıracak, ha? Gel. Hemen yola koyulmalıyız.” Ama tam odanın yarısına geldiğinde, nefes nefese kalmış ve koşmaktan terden sırılsıklam olmuş, yırtık pırtık kıyafetli bir çocuk içeri girmiş, kolunu kavrayarak, yakınmaya başlamıştı:
“Haberlerim var. Bunun için bana para ödemelisiniz, Senyör, hem de oldukça yüksek. Tüm yolu koşarak geldim.”
“Değersiz leşini akbabaların didiklemeleri için seni San Juan’a göndereceğim.” oldu adamın cevabı.
Oğlanın bu tehdit karşısında bir süreliğine titremesine rağmen aç karnından aldığı cesaret ve paraya gerçekten ihtiyacı olmasından dolayı, bir sonraki boğa güreşi arenasına ücretsiz giriş bileti dileğini ifade etmeye cüret etti.
“Bu haberi size getirdiğimi sakın unutmayın, senyör. Gördüğünüz üzere, tüm yolu nefesim kesilene kadar koştum, senyör. Size haberi söyleyeceğim ama siz de benim bütün yolu koşarak geldiğimi ve bu haberi ilk verenin ben olduğumu unutmayacaksınız.”
“Evet, evet, hayvan, unutmayacağım. Ama bunu çok iyi hatırlamamın bedelini ağır ödeyeceksin. Söyleyeceğin önemsiz bilgi neymiş bakalım? Bir sentten daha değerli değildir. Ve eğer değilse, yaşadığın her gün için pişman olacaksın. San Juan’da üzerine üşüşecek olan akbabalar, sana yapacaklarımın yanında hiç kalacak.”
“Hapishane.” diyerek titredi çocuk. “Dün asılacak olan garip Gringo hapishanenin yan tarafını havaya uçurdu. Merhametli Azizler! Delik, katedralin çan kulesi kadar büyük! Ve diğer Gringo, hani tıpkı ona benzeyen, yarın asılacak olan, onunla birlikte delikten kaçtı. Onu delikten kendisi sürükleyerek çıkardı. Tüm bunları, bu iki gözümle gördüm ve sonra koşarak buraya haber vermeye geldim, siz bunu unutmayacaksınız…”
Ancak Vali çoktan şaşkın bir ifadeyle Torres’i incelemeye başlamıştı.
“Peki, eğer bu Senyör Regan dediğin kadar cömert olursa, sana ve bana bahsi geçen bu meblağı verecek, öyle mi? Bu Gringo kaplanının yasaları ve düzeni bozması, gayet kaliteli hapishanemizin duvarlarını yıkmasının karşılığı, onun ödeyeceği paranın beş hatta on katı daha fazla olacaktır.”
“Bu kesinlikle bir yanlış alarm olmalı, sadece Francis Morgan’ın rüzgârının hangi yöne doğru estiğini gösterecek bir işaret olmalı.” diye mırıldandı Torres, kederli bir ifadeyle. “Unutma ki hapishaneye saldırmasını ona ben önerdim.”
“Sen ve Senyör Regan hangi durumda o hapishane duvarının bedelini ödeyeceksiniz?” diye sordu Vali, sonra bir duraksayarak ekledi: “Böyle bir şeyin başarıldığına inandığımdan değil. Bu mümkün değil. Aptal bir Gringo bile buna cesaret edemez.”
Elinde tüfeğini tutmaya devam eden Jandarma Rafael, kafa derisindeki yaradan dolayı yüzüne doğru akan kanla, mahkeme salonunun kapısından içeri girdi ve Torres ile Vali’nin etrafında toplanmaya başlayan meraklıları bir kenara itti.
“Saldırıya uğradık.” oldu Rafael’in ilk sözleri. “Hapishanenin çoğu yıkıldı. Dinamit! Yüz kilo ağırlığında! Belki bin! Hapishaneyi kurtarmak için elimizden geleni yaptık. Ama patladı, binlerce kilo dinamit. Elimde tüfeğimle bayılmışım. Kendime tekrar geldiğimde, etrafıma baktım. Diğerleri, cesur Pedro, cesur Ignacio, cesur Augustino, hepsi, hepsi etrafımda ölü olarak yatıyordu!” Neredeyse “Hepsi sarhoş.” hâlde diye ekleyecekti ama Latin Amerikalı mizacı öylesine karmaşıktı ki felaketi, en cesur ve trajik şekilde abartarak hayal gücünün tüm içtenliğiyle ifade etti. “Ölmüş hâlde yatıyorlardı. Ölmemiş olabilirler, belki de bayılmışlardır. Ben emekleyerek çıktım. Gringo Morgan’ın hücresi boştu. Duvarda kocaman ve korkunç bir delik vardı. Delikten sokağa doğru sürünerek çıktım. Büyük bir kalabalık vardı. Ama Gringo Morgan gitmişti. Onları gören ve ne yaptıklarını bilen birileri ile konuştum. Atlar onları hazır bekliyormuş. Sahil yönüne doğru gitmişler. Orada demirlenmemiş bir gulet varmış. Onları aldıktan sonra yelken açmış. Francis Morgan’ın eyerinde bir çuval altın varmış. Etraftakiler görmüş. Çok büyük bir çuvalmış.”
“Peki, ya delik?” diye sordu Vali. “Duvardaki delik?”
“Çuvaldan daha büyük, hem de çok daha büyük.” oldu Rafael’in yanıtı. “Ama çuval da büyük. Etraftakiler öyle söyledi. Ve bindiği atın eyerindeymiş.”
“Hapishanem!” diye haykırdı Vali. Sol kolunun altından, paltosunun iç tarafından bir hançer çıkardı ve havaya doğru kaldırdı, böylece hançerin kabzası üzerine ince bir şekilde işlenmiş olan İsa’nın çarmıha gerilmiş hâlinin tasviriyle, gerçek bir haç gibi göründü. “Alacağım intikam için tüm Azizler üzerine yemin ederim. Hapishanem! Adaletimiz! Yargımız!.. Atlar! Atlar! Jandarma atları!” Sanki Torres’in üzerine gitmek istermiş gibi ona doğru yönelip bağırmaya devam etti: “Senyör Regan’ın canı cehenneme! Ben kendi derdimin peşindeyim! Bana meydan okundu! Hapishanem mahvoldu! Benim kanunum, bizim kanunumuz, iyi dostlarımız, onlarla alay edildi. Atlar! Atlar! Onları sokaklardan toplayın. Acele! Acele edin!”
Maya-Kızılderili bir anne ve Jamaikalı siyahi bir babadan olma, Angelique’nin sahibi Kaptan Trefethen, yelkenlerini açmış, gemisinin dar güvertesinde ileri geri yürüyordu. San Antonio sahilinden sandala binerek, gemiye doğru gelenleri izlerken çılgın Amerikan yolcusunun kaçışı hakkında düşüncelere dalmıştı. Aynı zamanda, orada kalmak ve fazlasıyla hasar görmüş gemisini bir yenisiyle değiştirerek üç katı daha yüksek bir bedel karşılığında kaçakları teslim etmeyi de kuruyordu kafasında; melez kanının etkisiyle düşünceleri garip bir şekilde parçalanmış, aklı karışmıştı. Siyahi yönü, Panama yasalarına uyulması ve ihtiyatlı davranılması gerektiğini söylüyordu. Kızılderili yönü ise hukuksuzluğun ve çatışmanın bedelinin ödenmesi gerektiğini düşünüyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzhek-london/uc-kalp-69428647/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Üç Kalp Джек Лондон

Джек Лондон

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Jack London’ın son kitaplarından biri olan Üç Kalp, ölümünden dört yıl sonra 1920’de New York Journal’da yayımlandı. Üç Kalp, Jack London’ın kıvrak üslubuyla kaleme aldığı aksiyon dolu bir macera romanıdır. Richard Henry Morgan’ın vârisi, New Yorklu zengin bir genç olan Francis Morgan; borsadan ve yoğun iş yaşamından sıkılmıştır. Bir gün, vefatının ardından kimsenin bulamadığı köklü bir servet bırakan büyükbabasının kaybolan hazinesini aramak için Panama’ya gitmeye karar verir. Bu yola çıktığında, uzun süredir kayıp kuzeni Henry Morgan ile tanışır. Her iki adam da aynı kadına, Leoncia Solano’ya âşık olur ve üçü hazineyi bulmak için birlikte macera dolu bir serüvene atılırlar. Bu arada, New York’ta, kurnaz bir düşman, Morgan’ın servetini yok etmek için uğraşmaktadır. Francis, bunu engellemek ve ailesinin servetini kurtarmak için zamanında bu yolculuktan geri dönmelidir. Bu ekip, tehlikeli maceralara atılacak, bilinmeyen toprakları keşfedecek, tehlikeyle burun buruna gelecek ama en nihayetinde aşkı da bulacaklardır. İki Kızılderili kız, uzun süre bulundukları yerde oyalandılar. Çünkü artık suya hiçbir şey atmama konusunda aralarında anlaşmışlardı ve eğer bir şey çıkacak olursa bunun sadece tesadüften ibaret olduğunu ispatlanacaktı. Ama hiçbir şey ortaya çıkmayacak olursa onlar tarafından da bir şey suya atılmadığından, sihrin gerçekten de kendileri tarafından gerçekleştirildiği sonucuna varacaklardı. Gözlerine karanlık çökene kadar, bulundukları yerde saklanmaya devam ederek suyu izlediler ve sonunda yavaş yavaş ve ağırbaşlı bir tavırla, tanrılar tarafından kutsanmış olmanın farkına vararak köylerinin yolunu tuttular.

  • Добавить отзыв