İnsanın Macerası
Piero Scanziani
İnsanın Macerası adlı bu değerli, şiirsel, insanın yüreğine dokunan kitap, doğum öncesinden çocukluğa, ilk gençlikten ebeveynliğe, olgunluktan yaşlılığa, ölüm ve sonrasına kadar hepimizin hikâyesini anlatıyor. Bu kitap her bir insanın şahsi biyografisi. İnsan psikolojisini ve maneviyatı anlatmanın yanı sıra okuyucunun elinden tutup onlara eşsiz bir incelikle kendi yaşam yollarını gösteriyor. Fizik Üzerine Yedi Kısa Ders kitabının yazarı Carlo Rovelli ve 21. Yüzyıl İçin 21 Ders, Homo Deus, ve Sapiens kitaplarının yazarı Yuval Noah Harari tarafından ilham kaynağı olarak gösterilen İsviçreli ünlü yazar Scanziani, okuyucularını günlük sorularla bir yolculuğa çıkarıyor: “Ben kimim?”, “Neden buradayım?” “Nereye gidiyorum?”, “Ölümlü olduğum hâlde neden sonsuzluğu hissediyorum?” Bir milyondan fazla satan bu kitap ilk defa Türkçede… "Bizler var olmaya yaşamın başladığı yerde başladık. Peki yaşam nerede başladı? On dokuzuncu yüzyıl, kolay bir yüzyıldı; bilim insanları atomlardan oluşan, asal bir maddenin varlığından emindi ve atom sağlam, yıkılmaz, son ve sonsuzdu. Yirminci yüzyıl nispeten daha zor bir yüzyıldı, bilim insanları atomu incelediler ve onun iki kutuplu bir enerjide çözüldüğünü gördüler: Protonu oluşturan pozitif elektrik, elektronu oluşturan negatif elektrik. Elektron ve protonlar dalga mı yoksa partikül mü? Bazen dalgalar hâlinde bazen partiküller hâlinde görünürler, belki tamamen farklıdırlar belki de fotonlardan yani ışık tanelerinden oluşurlar."
Piero Scanziani
İnsanın Macerası
Piero Scanziani, (1908-2003) Gazeteci Antonio Scanziani ve Linda Tenchio’nun oğludur. 1929’dan 1933’e kadar Roma’da İtalyan Orta ve Uzak Doğu Enstitüsü’nde (ISMEO) bulundu. 1905 yılında oluşturulan Schiller Vakfı tarafından verilen İsviçreli edebiyat ödülü “Schiller Ödülü”nü aldı. 1986 ve 1987 yıllarında “Nobel Edebiyat Ödülü”ne aday gösterildi. Avrupa, Amerika, Asya’dan Hindistan’a ve Uzak Doğu’ya Tanrı ile yüz yüze tanıştığını iddia edenleri aramak için seyahat edip araştırmalar yaptı. Bütün bunlar, 1970 Katolik Ödülü “Maria Cristina Entronauti”yi kazanan Entronauti romanında anlattı. Çok sayıda ölümsüz esere imza attı. Bunlardan başlıcaları: İnsanın Macerası, Yararlı Köpek, Dünyanın Anahtarı.
Burcu Ün, 1991 yılında İstanbul’da doğdu. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İtalya Perugia Yabancı Diller Üniversitesinde kısa süreli dil eğitimi gördü. İtalyan Kültür Merkezinin İtalyanca öykü yarışmasında birinci oldu. 2013 yılından beri İtalyan Ticaret ve Sanayi Odasında çalışmaktadır. 2015 yılında Nicolai Lilin isimli yazarın Serbest Düşüş isimli kitabını çevirdi.
KARŞILAŞMA
Hayatımızın tam olarak ne zaman başladığını bilmiyoruz, yalnızca hayatta olduğumuzu biliyoruz. Bize yalnızca doğum tarihimizi söylediler ve o zamandan beri bunu tekrarlayıp duruyoruz, ancak o güne dair hatırladığımız hiçbir şey yok, sanki o gün hiç var olmamış gibi.
Düşüncelerimizi mazinin pusundan arındırsak dahi, asla varoluşumuzun başlangıcına ulaşamayız: En fazla soluk, belirsiz, hayal meyal hatırlanan birkaç görüntünün sızdığı çocukluğumuza varırız. İlk hatıra (iki ya da üç yaşlarındayken) unutulmuşluğun siyahlığı içine sıçrayan bir renge benzer. Şayet çocukluk fotoğraflarımızın (bugün olduğumuzdan tamamen başka biri gibi göründüğümüz) tanıklığı olmasaydı, böyle bir anının varlığı bize imkânsız gelebilirdi. Ancak fotoğraflara bakınca o muhteşem geçmişimizin varlığına ikna oluruz ve işte o zaman geçmişte olduğumuz ve artık asla olamayacağımız o çocuk için nostaljik bir acı hissederiz.
Oysaki varlığımız o anıyla da o eski fotoğrafla da başlamadı. Varlığımız tekrarlayıp durduğumuz doğum tarihimizle bile başlamadı: Onun öncesinde de zaten vardık, rahimdeydik, ebeveynlerimiz kucaklaştığından bu yana hayattayız. Tüm insan hayatı bir kucaklama ve bir sevinç dalgası ile başlar. Maceramız rahimin karanlığında ve sıcaklığında, üreme hücreleri ve diğer hücrelerin gizeminde, sonsuz, küçük ve gizli bir alanda başladı. Varlığımızın şafağında, bizler henüz mikroskobiktik.
Varoluşumuz; uzun bir yolculuk sonrası nihayet aradığı dişi hücre ile karşılaşan erkek üreme hücresi ile başladı. Hücre kendisinden yüz kat daha büyük olan dişi hücreye tamamen yok olana dek nüfuz etti. Bu üreme hücresi külfetli bir sınavın kahramanıydı, kaybeden iki milyon yoldaşı arasında hayatta kalabilen tek oydu. Hayatta olan her birimiz, bir galibin çocuklarıyız.
Benzerlikler… Güneşli bir sabah, kraliçe arı çiftleşme uçuşuna başlamak için başını kovandan dışarı çıkarır: On binlerce erkek arı etrafındaki tüm kovanlardan itila ederek, gökyüzünde yükseğe ve daha da yükseğe tırmanarak, yakalanamaz bu melikenin arkasında, uçmaktan ve yüksekliklerden sarhoş olmuş hâlde onu kovalar. Zayıflar, hastalar ve yaşlılar pes eder, dikkatsizler vazgeçer, talihsizler, obur bir kuşun kurbanları yollarını kaybederler. On bin erkek arıyken, sayı bine düşer, sonra yüze, sonra ona: dişi arı acımasızca yükselir. Sonunda yalnızca biri ona yaklaşır, her ikisi güneşin parlattığı havanın kusursuz sessizliği içinde ve kuşların kanat çırpışları eşliğinde bulutların ötesine uçar. Son kanat çırpışı ile galip erkek arı kraliçeye ulaşır ve dar bir yükselişte onu döller. Ancak birden elektrik çarpmışa döner, artık galip değildir, on binlercesi arasında birinci değildir, bir kahraman da değildir. Aşkı onu meşk ederken öldürmüş; cılız, aciz, kuru ve artık işe yaramaz bedeni rüzgâra av olmuştur.
Peki iki yüz milyonluk bir nüfus ile kıyaslandığında on binlik arı sürüsü nedir ki?
İki yüz milyon erkek üreme hücresi, rahimin sıcak karanlığında benzersiz, muazzam, mehveş, küre biçiminde, şeffaf, yüksek ve ırak dişi hücreye ulaşmak için göçlerine başlıyor. Bunlar aynı dürtü ile bitiş çizgisine doğru koşan canlı, çevik ve hızlı iki yüz milyon varlıktır. Tümü kaybeder, yalnızca biri hayatta kalır.
Bize hayat veren erkek üreme hücresi o kadar küçüktür ki insan vücudunda ondan daha küçük bir element yoktur. Yine de o küçük element erkek arının gökyüzüne daha da yükselmesine ve somon balıklarının dağların eteklerine varabilmek için okyanus sularını terk etmesine sebep olan aynı dürtü ile hayat bulur.
Benzerlikler… Bir kış günü, şimdiye kadar Atlantik’in derinliklerinde yaşamış olan somonlar gizemli bir heyecana kapılırlar. Varlıklarını sürdürmeleri için gerekli olarak karidesleri karınlarına tıka basa doldurduktan sonra bir tiksinti yaşarlar. O kadar tiksinirler ki aylarca ve aylarca hiçbir şey yiyemezler. Binlerce dişi ve erkek balık sanki müşterek bir çağrı almışlar gibi göç etmeye başlar. Denizin derinliklerindeki huzuru bırakarak dalgalar tarafından savrula savrula yüzeye doğru çıkarlar ve büyük nehirlerin ağzına doğru yönelirler. Bizim için stratosfer katmanı neyse, onlar için de tatlı su odur. Tatlı suda nefes alamazlar. Yine de somonlar derinlere inerler. Pek çoğu boğularak ölür. Diğerleri, açıklanamayan bir spazm ile kanlarının yapısını dönüştürmeyi ve solunum ritimlerini değiştirmeyi başarırlar: Denizciyken, nehirci olmuşlardır. Böylece okyanusu arkalarında bırakırlar ve akıntıya karşı yükselmeye başlarlar. Bu yeni sularda sayısız güçlük onların sonunu getirir: Beklenmedik sürüler, beklenmedik seller, kirlilik, savak kapıları, yırtıcı turna balıkları, kurnaz su samurları, obur kuşlar, deniz kabukluları, solucanlar, bakteriler, su yosunları, virüsler. Somonların sayısı binlere düşer, bunlar kesif bir düşmanlığa galip gelmiş olanlardır. Çok azı nehirden göle ulaşmayı, onları geçebilmeyi, akarsuları aşabilmeyi başarır, daha da azı Atlantik’ten ayırıp dağların eteklerine onları ulaştıran yüzlerce mili katedebilir. Galipler nihayet yumurtalarını kaynak sularına bırakır, onları döllerler.
İki yüz milyon üreme hücresi de işte bu aynı ivme ile göçlerine başlar, üstelik bu yolculukta akıma karşı ve neredeyse dikey olarak rotaya doğru tırmanırlar. Pek çoğu mukoza zarının titreşen silyum organelleri tarafından durdurulur, birçoğu akıntılar tarafından boğulur ve pek çoğu da pusuya yatmış lökositler tarafından yutulur. Ancak diğerleri kuyruklarının yorulmaz titreşimi ile yollarına devam ederler.
Onların kısa ömürlü yaşamı için çok değerli olan zaman akar. Bazılarında canlılık gitgide azalır ve sonunda yok olur. İnatçı olan pek azı ilerlemeye devam eder. Yolculuğa başlayan iki yüz milyondan yalnızca bin tanesi bitiş çizgisine yaklaşabilir. Onlar en iyileri ya da en şanslılarıdır. Onlardan yalnızca birini büyük ödül bekler.
İşte nihayet gizemli bir çağrı ile tümünü davet eden, pek çoğunun yol boyunca kendini feda ettiği, arzu edilen yüzünü gösterir. İşte biricik, soylu; işte muazzam, küre şeklinde, ay gibi kristal dişi hücre.
Bir döngü sonucu meydana gelen dişi hücre yavaş yavaş galiplere doğru yol alır. Binlercesi titreyerek onun etrafına üşüşmeye başlar.
Biri direkt ve tek başına ilerliyor: Kahramanımız o mu yoksa? Tüm insanlık tarihi pim şeklindeki kafasının içinde saklıdır. Yakın ve uzak mirasları da beraberinde getirir. Kendisi ile birlikte baba tarafının burun hatlarını, dedelerinin azmini de getirir, soyunun devamlılığını sağlar ve bağlı olduğu soyun derisini de taşır. Yüzyıllar ve binlerce yılın tarihine sahiptir. O geçmişe ait ancak yepyeni bir şekil çizmek için şimdiki zamana baskı kuran bir geçmiştir. Şimdi burada sonsuz bir boşluk içinde ilerler: Şu an ölümsüzdür.
Kolayca bozulup çürüyebilen bedenimizde ölümsüz bir element taşırız. Beden ölüme mahkûm çok sayıda hücreden oluşur, yalnızca bir hücre kendini kurtarır. Düşünme mucizesine katılan gri beyin maddeleri, duygularla boğuşan kalp hücrelerimiz, itaatkâr kas liflerimiz ölür. Tümü ölebilir, yalnızca bir tanesi hayatta kalır: üreme hücresi. Bu değişmez kuraldır ve Âdem’den sonra her baba eşit şekilde onu alır ve iletir. Üreme hücresi asla ölmez; nesilden nesile özdeş olarak geçer. Bu uzun ömrünün bedeli de babaların teri ve annelerin acısı ile ödenir.
İki yüz milyon geride kalır, yalnızca biri ulaşabilir; dişi hücre ona doğru hareket eder ve artık birbirlerine dokunurlar.
Birbirlerine dokunurlar ve çok daha küçük ancak çok daha ateşli olan erkek üreme hücresi başıyla karşısındaki duygusuz, kendi içinde hareketsiz, böylesi bir ivmeye yabancı dişi hücrenin zarına vurmaya başlar.
Bu sırada geride kalan diğerleri, birinci ile aynı kaygı içinde ilerlemeye devam ederler. Yine yüzlercesi hızlıca gruplar hâlinde aşağıdan gelmeye devam eder.
Çılgına dönen üreme hücresi uzun bir yolculuk sonrasında nihayet âşığının kapısına ulaşmış bir sevdalı gibi kapıya vurup durur ve kapıyı açması için ona yalvarır. Hiçbir dişi yaratık bu şiddetli yalvarışa daha fazla dayanamaz ve müsaade ederek kapılarını açar. O zaman dişi hücrenin umursamazlığının yalnızca görünüşte olduğu anlaşılır, içinde aynı çarpıntıyı onun da hissettiği görülür.
Üreme hücresinin kendisine nüfuz ettiği sırada dişi hücre seçileni karşılamaya giden özünün yarattığı coşku ile hücreyi sıkar ve tam bir birleşme olabilmesi için onu kendi odağına taşıyarak cevaplar.
Bu esnada diğerleri nihayet dişi hücreye ulaşırlar, yüzlercesi kendi yöntemi ile hücrenin kapısını çalar. Ancak başvuru kabulü sona ermiştir çoktan. Kahramanına sadık olan dişi hücre vakit kaybetmeden kendi etrafında aşılmaz bir duvar oluşturur. Böylece iki eş birlikte bir balayı seyahatine başlarlar.
Sağ kalan üreme hücreleri nihayetinde pes ederler; kimi tükenene kadar kapıyı yumruklar, kimi daha yükseğe tırmanmaya çalışır, kimi yeni yollar dener. Ancak yaşam süreleri çok kısadır. Çift balayı seyahatindeyken etrafındakilerin çoğu hayatını kaybeder. İki yüz milyonu kurban edilir.
Hayat bu hâliyle bize oldukça acımasız görünür ve kendi kendimize şu soruyu sordurtur: Bitiş çizgisinde yalnızca tek bir taneye ihtiyaç varsa neden on binlerce erkek arı, yüz binlerce somon, iki yüz milyon üreme hücresi harekete geçer?
Ancak hayat har vurup harman savurmaz. Biz öngörüde hata yapmasak da yargılamada hata yaparız. Eğer insan ekimi birdenbire iki yüz milyondan yirmi milyon üreme hücresine düşerse, insanlık kısırlaşır ve bir nesilde solar gider. Bizim için yirmi milyon oldukça büyük bir rakam: Oysa hayat biliyor ki çoğu, hatta biri bile dişi hücreye ulaşmayabilir. Pürüzlü yolda kaybolanlar düşünüldüğünde, iki yüz milyon kesin ölçüdür.
Ancak hayat neden herkes için ve daima bu kadar sert? Yaşam bize yıldızlardan atomlara kadar tek bir güçmüş gibi görünür, kendini sayısız akım, şekil ve yaratılışta ifade eder, bunlardan her biri farklı bir ölçüyle esas enerjiye katılır ve her biri bir diğerinden ayrılır, bu yüzden rekabet ve mücadele içindedirler. Yaşam güçtür, kim daha fazla güce sahipse daha fazla yaşama şansı vardır.
Çiftin balayı serüveni yedi gün boyunca sürer. Dünyaya kapalı hâlde, kendilerini akışkan bir sıvıya teslim ederek, atalet içinde rahime doğru eğimler çizerek yuvarlanır dururlar.
Görünüşteki bu rehavette olağanüstü başkalaşımlar gerçekleşir, tümü özünde ve çekirdeğinde dönüşümler yaşarlar, bir kromozom yuvası, çok küçük, ipliksi ve renklendirilebilir yaratıklar hâline gelirler.
Yolculuk boyunca, üreme hücresinin ve dişi hücrenin iki çekirdeği birbirine yaklaşır, eşleşir, her bir engel düşene değin birbirlerini sıkarlar ve erkek kromozomları dişi kromozomların önünde durur. Sonra dans etmeye başlarlar.
Onlar şimdi yalnızca birbirine kördüğüm olmuş iplik hâlindeler: Karşı karşıya hareket ederler, eğilirler, taç ve yıldız şekline girerler, kendilerini ritmik olarak ikiye katlarlar, kadril dansı ile girdaba kapılırlar, iki saf ve iki kutba ayrılırlar. Böylece vücudumuzun oluşumu başlar.
Yolculuğun sonunda artık ne erkek üreme hücresi ne de dişi hücre kalır. Tamamen yeni bir şey doğar, tek hücreli bir insan embriyosu meydana gelir. Sonrasında kendini ikiye, dörde ve sekize katlar böylece onu sonsuz evreninden koparıp bizim ölçülerimize vardıracak ve dünyamıza kadar götürecek müthiş bir geometrik ilerleme kaydeder. Hücreden hücreye bu büyüme kromozomların ritmik dansları arasında, bir mimari plana ve hassas bir uyum yasasına göre yerine getirilir.
Nasıl oluyor da yaşam daha önce bize anlaşılması güç ve uyumsuz gibi görünürken, bir üreme hücresi ile yumurtanın birleşmesi esnasında bu kadar yumuşak başlı olabiliyor? Yaşam yalnızca tüm yaratıkları birbirinden ayıran sonra da onları savaşmaya iten bir güçten ibaret değildir. O aynı zamanda birleştiren de bir enerjidir. Savaşın diğer yüzü barıştır, bir yüzü nefret bir yüzü aşktır.
Hayat güçtür ve bununla birlikte aşktır da. Kim daha güçlüyse daha çok yaşama şansı vardır, kim daha çok yaşarsa daha çok aşk yaşama şansı elde eder.
Yedi günlük balayı süresince anne; bizzat kendi rahminde yaşanan bu olağanüstü maceraların tümünden bihaberdir. Anne olduğunun farkına varmadan zaman geçirir, yemek yer, bir şeyler içer, uyur, gezinir, giyinir. Babaya gelince, bir şüphe bile düşmez aklına. Sıklıkla tohumları ekme hareketi, artık bir haftası geçmiş eski bir harekettir ve çoktan tamamen unutulmaya başlamıştır.
Yaşam için Tristan ve İsolde’nin asırlık sevdasına ihtiyaç yoktur, yaşam için annenin sadık Penelope ya da ensest Francesca olmasının da bir önemi yoktur, yaşam için babanın ölümüne değin tek bir aşkın peşinde koşan Romeo ya da ölümüne kadar tüm kadınların peşinden koşan Don Juan olması bir fark yaratmaz. Hayata yalnızca kısa bir karşılaşma yeter, konsantre ya da özensiz olmasının bir önemi yoktur.
Yine de yedi günün sonunda mucizelerin taşıyıcısı olan kadın çoğunlukla bir işaretle karşılaşır, bir tiksinme, baş ağrısı, baş dönmesi ya da nedensiz ağlama arzusu. Bu belirtiler anne ile çocuk arasındaki mücadelenin temelidir.
Embriyo bir hafta boyunca akıntı dalgaları üzerinde yelken açtıktan sonra, asırlık gençlik adasına, hücrelerin adasına, pürüzsüz, kadifemsi, yuvarlak veya yıldız formlarındaki o zarif adaya, rahime ulaşır. Bunlar daima bahar hücreleridir çünkü Ay’ın evrelerine göre yirmi sekiz günde yenilenirler. Bu masum adaya embriyo bir korsan gibi demir atar.
İmplantasyon başlar, binlerce hücreyi öldürür ve onların üzerinde beslenir, aradığı kanı bulana kadar bir niş kazar, bu şekilde buraya kendini yerleştirir, gün geçtikçe büyür, başka bir kuşun yuvasına kendi yumurtalarını bırakan guguk kuşuna benzer, burada yumurtadan çıkan kuş yiyip içerek diğer kuşun öz yavrularına zarar verir. İşte embriyo da böyle çok yakında her şeyin kendi lehine hareket etmek ve kendisine boyun eğmek zorunda kalacağı bu adanın tiranı hâline gelir. Mukoza zarı bu işgalcinin karşısında geri çekilir, salgı bezleri geri püskürtülür, kan damarları tıkanır ve vampir gibi kana susadığı için arterler ve damarlar bu zalim ev sahibini besleyebilmek uğruna muazzam bir ölçüde büyür ve dolambaçlı hâle gelirler.
Anne ile bebeği arasında daima bir savaş vardır. Annemizin rahmine varır varmaz sınırsız bir bencillikle genişleriz. Bize yeni, kaçınılmaz ve abartılı bir iştah getiren bu kadının içinde büyür, onu uyandırırız. Yüzünü boyayıp karnını deşerek çirkin hâle getiririz. Kusana ve bayılana kadar onu zehirleriz. Ona karşı konulmaz bir uyku isteği ve anlamsız bir hüzün veririz. Sonunda ona vereceğimiz acıların düşüncesiyle onu korkuturuz. Dışarıdan onu öldürmeye hazır gibi görünürüz oysa yaptığımız tek şey doğup yaşama hazırlanmaktır.
Annemiz kendi karnında ancak kendisine ait bir parça olmadığımızı hissetti, biz ondan başka biriydik. Kendisinin içinde onu boğmaya ve yok etmeye hazır amansız bir mekanizma gibi harekete geçtiğimizi gördü. Ancak yine de bizi çok sevdi.
Daima güç ve aşktan ibaret olan yaşam birbirimizi severek, basit bir şey gibi annemizden yeni bir insan macerası oluşturmasını istedi, annemiz izin verdi.
KİMSE YALNIZ DOĞMAZ
Anne karnında uykuda geçirdiğimiz iki yüz seksen gün boyunca yalnız değildik. Bu kış uykumuzun etrafında tüm atalarımız, en uzaktakiler bizi yalnız bırakmazlardı.
Şayet birbiri ardına üç yüz insanı sıraya koyacak olursak, yalnızca yarım kilometrelik bir alanı kaplayacaklardır. Oysa üç yüz atamızı (ebeveynlerimiz, büyükbabamız, büyük büyükbabamız ve bu şekilde babadan babaya giderek) zaman sırasına koyarsak, bu sıra bizi Buzul Çağı’na değin götürmeye yetecektir.
Üç soy geriye gidelim, işte geçen yüzyıldayız, altı soy geri gidelim, kendimizi Fransız Devrimi’nin arifesinde buluruz, on ikinci soyda Michelangelo dönemi ve yirmi dördüncü soyda Aslan Yürekli Richard ile karşılaşırız. Altmışıncı soy Mesih çağıdır, iki yüzüncü Taş Devri’ne aittir, üç yüzüncü soyumuzu ise mağaralara sığınarak, Ren geyiği kovalayarak, mamutlardan kaçarak ve ateş yakarak yaşayan, Büyük Tufan öncesi dönemde buza dönmüş dünyanın soğuğunda yürüyen atalarımız oluşturur. Bizden evvel geçen zamanda yaşamış üç yüz insan babadan babaya giderek bizi insanlığın başlangıcına kadar götürmeye yeter.
Ana rahminde kıvrılmışken, tüm atalarımız ve büyükbabalarımız etrafımızı sarmıştı ve her biri bize kendinden bir şey teklif ediyordu. Birincisi kendi mavi gözlerini sunarken hemen bir başkası “Hayır hayır, benimkiler, siyah!” diyerek onu reddediyordu; kimi sarı saçlarını gösteriyordu, kimi esmerliğini, nihayetinde tümü bizi kendine çağırıyordu: “Benim gibi, benim gibi.” Kimi boyunu vermek için kimi de kan grubunu geçirmek için bağrışırdı. Bazıları kendi gücü kuvvetini önerirdi, diğerleri fiziksel kusurlarını, kimi şahin bakışlarını, kimi renk körlüğünü, kimi tüberküloza direncini, kimi soğuk algınlığına bile kapılma kolaylığını aktarmak isterdi. Tümü oradaydı, kış uykumuzun etrafında elleri teklifleriyle dolu atalarımızın yüzyıllardan beri ortadan kaybolmuş olmalarına rağmen, her birinin empoze edecek bir şeyi vardı. Binlerce yıldır ölü oldukları hâlde, hâlâ ölümü tamamen kabul etmiyorlardı.
Bu sağır edici, gürültülü kalabalığın arasında, seçim yapmak zorundaydık: Siyah ya da sarı saçları kabul etmek, kanın bileşimini ve gözün şeklini belirlemek, iskeletimizi, kaslarımızı ve deri hücrelerimizi kimden alacağımıza karar vermek. Oysa biz karanlığa batmış hâlde, sessizce ve su altı yaşamının huzurlu sıcaklığında uyuyorduk. O hâlde seçim bizim yerimize merkezimizde yer alan gizli ve manevi bir bilgelik tarafından gerçekleştirildi. Bu bilgelik gece gündüz kanımızın akışını yönlendiren, bezlerin salgılanmasını ve peristaltizm hareketlerini sağlayan, yaraları iyileştirmek için müdahale eden, düşman mikropları bastıran, beyaz kan hücrelerini savaşa yönlendiren, vücut sıcaklığını ve şeker seviyesini sabit tutan, nefes alışverişimizi ve kalp atışlarımızı düzenleyen bir bilgeliktir.
Bu bilgelik, büyük babalarımızın haykırışlarını dinliyor ve ebeveynlerimizinki önce olmak üzere en güçlü ve en yakın sesleri bir köşeye ayırıyordu. Beden mirasımızın neredeyse yarısını anne ve babamızdan aldı. Ölçümü tamamlamak için dörtte birini büyükbabadan, sekizde birini büyük büyük babadan, on altıda birini büyük büyükanne ve büyükbabadan aldı, daha küçük kesirlerde daha uzaktan ve daha loş olarak gelen sesleri kullandı. Ancak herkesten mutlaka bir şey almış oldu: Orta Çağ şövalyesinden, Buda dönemi çağdaşından, Pamirli bir adamdan, Büyük Tufan öncesi Buzul Dönemi’nin uyuşmuş sakinlerinden.
Bu seçimlerle bizim yalnızca vücudumuzu değil aynı zamanda kaderimizin önemli bir parçasını da iki yüz seksen günde inşa etmiş oldu.
Atalarımızın bu çalkantılı kalabalığında teklifini ancak mırıldananlar, çekingen olanlar vardı, inatçı olanlar vardı, başkalarını susmaya ve itaat etmeye zorlayan zorbalar da vardı.
Onlar her nesli, alnın belirli bir çizgisini veya elmacık kemiklerinin belirli bir çıkıntısını veya belirli bir çene modelini sadakatle kopyalamaya zorlayarak kendi ailelerine belirli sima bahşediyorlardı.
Bundan yarım bin yıl önce yaşayan I. Maximilian büyük bir imparator, olağanüstü ve yaratıcı bir insandı, güzel konuşma, edebiyat ve sanat âşığıydı. Simasına güçlü bir çene ve çıkıntılı bir alt dudak kondurulmuştu. Bu çıkıntılı dudağı bir tahakküm işareti olarak kabul ederdi. Yakışıklı lakaplı oğlu Philipp’e bu geçince çok sevindi: Karısı bu güzelliği öylesine kıskanıyordu ki Karl ve Ferdinando dünyaya geldiğinde her ikisinde de büyükbabasının dudağını görünce deliye döndü.
İmparator Maximilian daha altmışına bile gelemeden hayata gözlerini yumdu ancak onun soyundan biri bir kraliçenin rahmine düştüğü her seferinde aceleyle koşturmaya hazır olan gölgesi baki kaldı. V. Karl’ın bir oğlu oldu: II. Philip ve Maximilian’ın gölgesi Titian’ın bir tablosuyla kanıtlandığı gibi o malum alt dudağını torununa teslim etmişti. II. Philip’in de bir oğlu vardı: III. Philip Velázquez’in kanıtladığı bir resim olarak onda da büyük büyük büyükbabanın gölgesi vardı. II. Carlos dünyaya geldi, büyük büyükbabasının dudağı onda da tekrarlanıyordu ama hasta, zayıf fikirli ve üretmek konusunda yetersizdi.
Daha sonra Maximilian’ın gölgesi bir başka yerde dal verdi: Bu yeğeni Ferdinand’dı. İşaretini sadece Habsburg soyunda değil ama aynı zamanda Savoy’a kadar götürdü ve ilgili kraliyet ailelerinde de kendini gösterdi, en nihayetinde malum dudak III. Vittorio Emanuele’in posta pulu profilinde asılı kaldı.
Her birimizin ataları arasında yarım bin yıl önce öldüğü hâlde bizi göz kapaklarını veya kulağını kopyalamaya zorlayan bir Maximilian vardır.
Embriyonik uyuşukluğumuzun etrafında kalabalık eden toplamda kaç adet atamız vardı? Üç yüz kişilik bir zaman sırası ile babadan babaya Buzul Çağı’nın eşiğine gidebilirken, büyük büyükbabalarımızın sayısını hesaplayabilmemiz mümkün değildir.
Her birimizin iki ebeveyni, dört tane büyükanne ve büyükbabası vardır, sekiz tane büyük büyükbabası ve büyük büyükannesi ve on altı tane büyük büyük büyükannesi ve babası vardır. Aslan Yürekli Richard’ın zamanına kadar bu geometrik ilerleme ile 8.388.608 adet yaşamış ecdadımız olmalıydı. Ancak eğer hesabımızı Mesih’in doğuşuna kadar götürürsek o zaman yaşayan atalar 576.460.752.303.423.488 olurdu, bu açıkça imkânsızdır çünkü Dünya’nın yüzünde hiç bu kadar insan yaşamamıştır.
Bunun nedeni, zamanda geriye giderken, geçmişte yaşamış insanların her birinin bizim birkaç kez atamız olmasıdır, bunun nedeni soy dallarımızın birbirine çaprazlanmış olmasıdır, tıpkı kalelerin duvarları üzerindeki eski sarmaşıklar gibi.
Aynı şey kitaplarda yazılı ve iyi belgelenmiş safkan atların soyağacında da meydana gelir. Her safkan iki ebeveyne, dört büyük anne ve büyük babaya, sekiz büyük büyükanne ve büyük büyükbabaya, on altı büyük büyük büyükanne ve babaya sahiptir ve geometrik artış bu şekilde devam eder. Ancak bir noktada ırkın eski ataları daima birbirinin aynıdır ve onların (üç ya da dörtten fazla olmamak üzere) tümünün soyu aşağı doğru gider ve onların kanı her büyük toruna akar.
Böylece her ne kadar bizim halklarımız ve medeniyetlerimizin bugün ayrı olduğunu düşünsek de hepimiz aynı kütük ve aynı insanların çocuklarıyız. Aynı kan bizi kardeşçe bağlar.
Biz embriyonik uykumuzdayken bin yıl boyunca ter döken neredeyse tüm erkekler ve Havva ile başlamak üzere dünyada doğum yapan tüm kadınlar etrafımızda kalabalık eder.
Atalarımızın sayısız kalabalığı yalnızca bedenlerimizin inşası için teklifler sunmuyordu, aynı zamanda mirasları bizim ruhumuzu da şekillendirmeye hizmet ediyordu.
Kimi kendi sakinliğini, kimi kendi öfkesini, kimi kıvrak zekâsını, kimi duygusallığını, kimi müziğe kimi matematiğe yatkınlığını, kimi açgözlülüğünü, kimi cömertliğini, kimi zorbalığını, kimi uysallığını, kimi inatçılığını ve kimi de kaygısızlığını sunuyordu.
Bizzat merkezimizde yer alan aydınlık bilgelik vücudumuzu şekillendirmek için gerekli mirasları toplarken, eş zamanlı olarak ruhumuzu da şekillendirmeye başlar. Böylece belirli öfke, açgözlülük, korkular, sevinçler, depresyonlar, seçerek eğilimlerimizi belirler. Bu esnada farklı düzeylerde gözlemleyen, farklı düzeylerde denetleyen, farklı düzeylerde bilgiyi gruplandıran ve ayıran, farklı bir dereceye kadar bazen gösterişli sezgilere yükselmeyi başaran zihin yapımızı da inşa eder. Ayrıca herkesten ve her şeyden bağımsız olarak, biz olmakla ilgili keskin bir duyguyu ifade eden kendi özbenliğimizi de oluşturur. Bazılarında öz benlik içinde kilitli şekilde yaşadığı bir kaledir, kimilerinde ise basitçe aşılabilecek bir alçak çittir, bir başkasını çok çabuk anlayacak ve kendimizi unutacak kadar.
Bu incelikli seçim sırasında, atalarımız kargaşa içinde bağırmaya devam ediyordu: “Benim gibi! Benim gibi!” Yüksek veya zayıf seslerle ve burada da utangaç, inatçı ve huzursuz insanlar vardı. Karşı konulamaz eğilimleri ailelere aktaran baskın genlerdir, bu genler nedeniyle Bernoulliler matematikçi, Vecelliolar ressam, Siemensler teknisyen olur, Bachlar ise Veit adındaki bir değirmenciden dolayı müzisyendirler.
Tavuklar ve bezelyeler bile bir civciv ya da bir baklanın tasarımında her defasında kargaşa ile bağrışan atalarına sahiplerdir. Babalardan çocuklara oradan torunlara aktarılan bu bitkisel, hayvansal ve insani benzerlikler, tekrarlamalar bir yasa tarafından mı düzenleniyor yoksa rastgele ve kaotik mi diye merak edip sorup duran insanları yüzyıllar boyunca hayrete düşürmüştür. İnsan kaosa dayanamaz. Bir şeyi anlayamadığımız her seferinde “Ne karışıklık!” diye isyan ederiz.
İlk kez büyük bir istasyona getirilen çocuklar, dağcılar, yabaniler trenlerin düzensiz gelişi ve gidişi arasında kaybolmuş hissederler. Ancak onlara tren tarifesi açıklanınca sakinleşirler, etraflarına bakıp gülümserler.
Gece gökyüzüne bakıp yıldız düzenini keşfetmeye ve göksel yörüngeleri bulmaya başlayınca aynı gülümseme ilk insanların yüzlerini de aydınlatmış olmalı. İnsan her yerde yasaları aradı çünkü anlamadan yaşaması onun için imkânsızdır.
Yüzyıllar boyunca bir bakla, bir civciv, bir çocuk tasarlandığında bağırıp çırpınan ataların sesi hakkında hiçbir şey anlaşılamamıştı. Nihayet ataların heyecanlı korosunda sesleri birbirinden ayırt etmeyi başaran bezelye tutkunu Avusturyalı bir başrahipti. Adı Gregor Johann Mendel’di ancak dinde Don Gregor adını almıştı. Bir ilahiyatçıydı ve botanikle uğraşıyordu. Hiç tanınmadan öldü.
Don Gregor 1822 yılında, bir çiftçi ailede dünyaya geldi. Çocukluğundan bu yana bezelye bitkileri yetiştirme fırsatı bulmuştu ve bu hayatı için büyük bir önem taşıyordu. Brno’daki San Tommaso Manastırında okudu sonra matematikte gelişmek için Viyana’ya gitti ve nihayet bir lise öğretmeni olarak tekrar Brno’ya döndü. Burada yayınlarını okumak bile istemeyen bilim adamlarının ilgisizliği arasında otuz yıl boyunca bezelyeler üzerine araştırmalar yaptı. 1868’de cesareti kırıldı, başrahip olarak anılmayı kabul etti ve o zamandan itibaren sadece manastırla uğraştı.
O yıllarda bilim Charles Darwin etkisindeydi, herkes doğal ve cinsel seçilim yoluyla türlerin kökenini tartışırken, kimse Brno’nadaki mütevazı bir Doğa Dostları Derneği’nin bitki melezlerinin araştırılması üzerine belirli bir Mendel tarafından hazırlanmış iki yayın yayımladığının farkına varmamıştı.
1882’de Charles Darwin öldü, Isaac Newton’un yanına, Londra’daki Westminster Manastırına gömüldü. İki yıl sonra Don Gregor öldü, şafak vakti alelacele Brno Mezarlığı’na gömüldü. Hiç kimse o soğuk ocak sabahında, bu mütevazı başrahibin çalışmalarının Darwinci teorilerini fırlatıp attığını tahmin edemezdi.
Mendel şiirde Rimbaud, kurguda Svevo, resimde Van Gogh ile aynı kadere sahipti.
Mendel’in keşfi diğer tüm büyük keşifler gibi çok basitti. Uzun saplı bir bezelye dikti ve onları cüce saplı bezelye poleni ile gübreledi ve sonra neler olup bittiğini seyretti. Cüce bir ebeveynleri yokmuş gibi tüm bezelyelerin boyu upuzun olmuştu. Yine de eğer kendi aralarında birleşirlerse üç uzun bitkiden bir tanesi cüce doğuyordu. İlk nesilde unutulmuş gibi duran lilliput büyükbabasının sesi, ikinci nesilde üçte bir olmak üzere ortaya çıkıyordu.
Don Gregor köylü bir ailenin oğluydu ve matematikçiydi. Her türde ve çok sayıda melez bezelye üzerinde çalıştı ve belirli standartlara uyan çeşitli istatistikler çıkardı. Bu atalar korosunun kaotik bir kargaşa olmadığını ve bu sesler arasında bile insan zihninin bir düzen, dolayısıyla bir yasa bulabildiğini tüm dünyada gösteren ilk kişi oldu. Bu şaşırtıcı bir keşifti ve kimse fark etmedi.
Kalemlerini öfkeyle atan Rimbaud ve Svevo gibi Don Gregor da böyle bir öfkeye kapılmış ki, yemekhanede bile olsa daha fazla bezelye görmek istemiyordu, hayatının son on dört yılını sadece iyi bir başrahip olmaya adamıştı. Yine de öldüğü anda gölgesi ona huzur vermedi. İmparator Maximilian gibi fizyonomik özellikleri ya da değirmenci Bach gibi müziksel becerileri aktaracağı çocuğu yoktu. Don Gregor’un gölgesi bilimseldi ve on beş yıl boyunca bilimin kapılarını çalmaya devam etti.
Biyolojik, sanatsal ya da bilimsel anılara yol açan gölge fikri gülünç görünebilir. Yine de motive edici bir anı olmadan, 1900 yılında üç farklı ülkeden üç botanikçinin farklı dillerde Don Gregor’un tozlu yayınlarını bulmaları, onları okuyup heyecanlanmaları ve biri diğerinin farkında olmadan eş zamanlı olarak tüm dünyaya kimse önemini anlayamadan bir âlimin yaşayıp öldüğünü ilan etmelerini açıklamak zor olurdu.
Böylece 1900’de baskın veya resesif özelliklere dayanan Mendel genetiği adını alan yeni bir bilim doğdu. Belki de bu bilim yarım yüzyıl sonra daimi simyagere bir test tüpünün içinde yaşam üretmesi için fırsat veren moleküler genetiği ortaya çıkaracaktı.
Hikâye herkes için iyi bitiyordu. Sanki Don Gregor kendi hayatında elde edemediği onuru ölümünden sonraki arkadaşlarına dağıtıyormuş gibi Mendel’in üç kâşifi şan ve şöhret ile ödüllendirildi. Tek kurban Charles Darwin’di.
O zamanlarda Avrupa hâlâ Tanrı üzerine ateşli şekilde tartışacak kapasitedeydi. İncil’deki öfkeli ve kibirli yaratıcı Yehova’ya, şapellerin ve kiliselerin ticaretine ve gücüne, sermayenin ayrıcalıklarına ve çalışmak hususundaki baskıya, Viktorya ahlakına, aşktan başlayarak derin insani gerçeklerin deforme edilişine tahammül edemeyenler Darwinci bayrak altında toplanmışlardı. Hepsi dünyayı açıklamak için cennete gerek olmadığını göstererek Darwinizimin onları kurtuluşa götüreceğine inanıyordu. Dediler ki: “Dünya kendi kendini açıklar. Dünya üzerinde yaşam, mekanik mukavemet, kişisel olmayan ve ateist bir güç vardır. Dünya yalnızca doğal çevre tarafından modellenmiş hâlde otomatik olarak protoplazmadan insana yönelmiştir.”
Ancak don Gregor’un keşfi tam tersini kanıtlıyordu.
Doğal çevre modellenmez, doğuştan olmayıp sonradan edinilen özellikler transfer edilemez, binlerce yıl köpeklerin kulakları kesilse de kulakları olmayan bir köpek doğması imkânsızdır. Lamarck nesiller boyu zavallı tavukları suya beyhude atıp durdu. Ayakları perdeli olmadı. Herkese atalarından kalma valizlerini veren baskın ve çekinik miraslar vardır. En güçlü bireylerin seçimi türlerin değişmesine neden olmaz, onları korur.
Nadir görülen ani değişiklikler çevresel etkilerden değil kromozomal bir değişiklikten kaynaklanmaktadır.
Hayat bize ne kör ne de mekanik gelir, hayat yaratma gücü ve planlarla doludur. Amaçlar tarafından öne atıldığı kadar sebeplerle arkadan itilmez. Bu nedenle geleceği tanır. Bu nedenle de bir kadının rahmine bir hücre yerleştirip bir insanı oradan dışarı çıkarabilir.
Ana rahminde uyuduğumuz iki yüz seksen gün boyunca, uykumuzun etrafında baskın ve çekingen mirasları ile yalnızca atalarımız bulunmaz. Arkalarında insani olmayan başka çığlıklar da seçilir.
Biz yalnızca şimdiki zamanın ve geçmişin insanları ile ilgili değiliz, aynı zamanda tüm canlı varlıklarla da bir bağımız var. Kimse yalnız doğmaz. Maymunlarla ortak olarak ellere ve gözyaşlarına sahibiz, diğer memeliler ile ortak olarak dudaklarımız var ve ilk hatıra olarak anne kıçına sahibiz, omurgalılar ile ortak bir kalp atımımız vardır; tüm hayvanlarla birlikte ortak korku, sevgi, yorgunluk ve acı çekeriz.
Genellikle içimizde bizi bitkilerle benzeştiren, uykulu bir bitkisel yaşam ortaya çıkar, bu yaşam bitkilerle bizi eşit derecede hücresel bir yapı, benzer bir protoplazma ile birbirimize bağlar, ağaçlarda beyaz ve sessiz hâlde, karanlık köklerden güneşte titreyen yapraklara kadar kesintisiz yükselen sıvı bizde kırmızı ve sıcak bir hâlde tüm bedeni dolaşır. İçimizde, kemiklerde biriken mineral mirası bile vardır: kalsiyum, tuzlar, çimento. Dilsiz ve ağır iskeletimiz taşı andırır.
İnsan evrensel bir vâristir. Bir kadının rahmine düşen her canlı her defasında dünya macerasına sıfırdan başlamak zorundadır.
BAŞKALAŞIM
İçeride ve dışarıda, bizler mütemadiyen değişim geçiririz. Ruhumuzun kararsız bir doğası vardır: Duygular yanardönerdir, birbirlerini kovalarlar ve bizi şaşkınlıktan neşeye, öfkeden yalnızlığa, aşktan sıkıntıya ve melankoliye sürüklerler.
Zihnimiz de asla sabit değildir, aksine uçsuz bucaksız düşünce nehirleri içinden akar durur: Basmakalıp ya da basmakalıp olmayan fikirler, okunan ya da dinlenilen fikirler, kaba fikirler, tuhaf fikirler, yeni fikirler, gri ya da renkli fikirler, bizi oyalayan yavaş fikirler, haberdar olmanın yettiği anlık ve titrek fikirler, neredeyse çıplak, bir kelime giysisi bile olmayan fikirler.
Durağan ve sapasağlam görünen vücudumuz bile mütemadiyen bir değişim içindedir. Bir iki ay bir arkadaşımızı görmediğimizde onu şişmanlamış ya da zayıflamış, saçları ağarmış ya da kelleşmiş, daha canlı ya da solgun bulmamız mümkündür, hatta kimi tanıdıklar o kadar değişir ki onları nereden çıkardığımızı düşünmek zorunda kalırız.
Ancak gerçekte yaşadığımız başkalaşımların en önemlisi ana rahminde geçirdiğimiz dokuz aylık dönemde gerçekleşir. Çocukluğumuzda daha aktif sonrasında sönmüş bir enerjiye dönüşen ve kumları devirmeye çalışan yorgun dalgalar gibi daha az dinamik hâle gelen yaşam boyu sahip olduğumuz tüm başkalaşımların bu dönemde geçirdiğimiz başkalaşımların bir sonucu olduğunu söyleyeyebiliriz.
Bu dokuz ayda insanlığımızı hak etmek için belirli yaşam formlarına ulaşmamız gerekliymiş gibi kristallerden protozoaya, balıklara, maymunlara kadar tüm embriyonik yaşam formlarına geçici olarak büründük.
Bizler var olmaya yaşamın başladığı yerde başladık. Peki yaşam nerede başladı? On dokuzuncu yüzyıl, kolay bir yüzyıldı, bilim insanları atomlardan oluşan, asal bir maddenin varlığından emindi ve atom sağlam, yıkılmaz, son ve sonsuzdu. Yirminci yüzyıl nispeten daha zor bir yüzyıldı, bilim insanları atomu incelediler ve onun iki kutuplu bir enerjide çözüldüğünü gördüler: Protonu oluşturan pozitif elektrik, elektronu oluşturan negatif elektrik. Elektron ve protonlar dalga mı yoksa partikül mü? Bazen dalgalar hâlinde bazen partiküller hâlinde görünürler, belki tamamen farklıdırlar belki de fotonlardan, yani ışık tanelerinden oluşurlar. Biz de embriyonik kökenimizde iki kutuplu bir elektrik pıhtısıydık. Ancak hemen sonra kesinlikle canlı olan kristallerin yolunda yürüdük. Kristallerin canlı varlıklar olduğunu ilk anlayan Napoli’de patolojik anatomi profesörü olan bir doktordu.
Büyük kâşiflerin diğer disiplinler ile iç içe olması gelenekseldir: Mikrobiyolojinin babası Antonie van Leeuwenhoek Hollanda’da bir belediyede muhasebeciydi, her türlü bilimsel altyapıdan yoksundu, oksijen ile azotu birbirinden ilk ayıran Joseph Priestley, Presbiteryen bir papazdı ve kendisi sodanın patentini almıştır; enfeksiyonların kökenini ortaya çıkaran Agostino Bassi borcu gırtlağında Lodili bir tüccardı, genetik bilimi Don Gregor Mendel isimli bir teolog tarafından kuruldu. Bu bihredler her türlü alışkanlıktan uzak kalarak büyük problemlere odaklandılar ve onları çözdüler. Geometrik yaratıklar olarak kristal yaşamın tümünü ortaya çıkaran da Doktor Otto von Schrön’dü.
Hof’ta doğup Münih’ten mezun olan Otto von Schrön kristallerle ilk olarak Torino’da karşılaştı: Quintino Sella’nın ünlü kristalografi derslerini yayınladığı esnada bu üniversiteye çağırılmıştı. Ancak asıl büyük ve nihai karşılaşma yirmi bir yıl sonra Napoli’de gerçekleşti.
Otto von Schrön artık ünlü bir doktor ve saygın bir profesördü, öğrencileri arasında Cardarelli, D’Antona, Tizzoni gibi isimler vardı. Kristalize edici maddenin salgılanmasını fark ettiğinde Tüberküloz basilini inceliyordu. Yüzyıl sona erdi ve 1900’lü yıllar başladı.
Kristallerden oldukça etkilenen Otto on sekiz yıl boyunca onlar üzerinde çalışmayı sürdürdü. Yüz bin deney yaptı, on iki bin mikrograf çekti. İşe bir hazneyi tuzlu suyla doldurarak başladı ve oluşturduğu çözeltiyi mikroskop altında inceledi: Granül içermiyordu, dört yüz bin çap genişlemiş olsa bile kusursuz bir biçimde tek tipti. Daha sonra kristalleri doğurmak için haznenin etrafındaki sıcaklığı düşürdü. Gerçekten de çözeltinin içinde küçük bir küre oluştu: bir hücre. Von Schrön bu hücrenin içinde yavaş yavaş minik kürenin yüzeyinde beliren iki karanlık noktanın döner bir hareketle ortaya çıktığını gördü; onlar ana hücreden tomurcuklanan iki yeni kristal hücresiydi. Böylece, hazne hücreden hücreye çiçeklenerek kristallerle doldu. Von Schrön bitki ve hayvan protoplazmasına benzeyen bu kristal dokuya petroplazma demişti.
Kristaller arasında çok büyük olanları ya da mikroskobik olanları da vardır, küçük ve büyük kristaller bir araya gelerek neredeyse tüm katı cisimlerin omurgasını oluştururlar. Her gaz sıvıya dönüşebilir ve her sıvı da katı olabilir. Madde katılaştığında kristalleşir, yani belirli bir formda yaşama kavuşur.
Kristal yalnızca genişlemekle ya da çoğalmakla kalmaz, aynı zamanda iyileştirici gücü de vardır. Eğer büyüdükçe kırılırsa, kristal hemen kendi yarasını iyileştirir ve ancak ondan sonra genişlemeye düzenli şekilde devam eder. Kısacası, canlı bir doku gibi davranır. Büyümekte olan iki kristal buluştuğunda, hayatta kalabilmek için mücadele ederler ve büyük olan diğerini geriye hiçbir iz bırakmadan emer. Kristallerin çocukluğu, gençliği, yetişkinliği, yaşlılığı ve sonunda fosile dönüştükleri ölümleri vardır. Tüm mineraller yaşayan ya da yaşamış olan varlıkların kolonileridir. Kristallerin oluşumunun arkasında mükemmel geometrik bir bilgelik bulunur, basit kaya tuzu küpünden karmaşık pirit dodekahedrona kadar bu varlıkların biçiminde her zaman inanılmaz harmoni yatar.
Otto von Schrön Napoli’de petroplazmanın yaşamını fotoğraflarken, 1900 yılında Paris’te büyük bir uluslararası fizik kongresi gerçekleşti. Katılımcılar arasında Hindistan’dan gelen Jagadish Chandra Bose isimli bir profesör de vardı. Neredeyse hiç kimse onu tanımıyordu. Yalnızca Cambridge’den mezun olduğu ve on beş yıldır Kalkütadaki Başkanlık Kolejinde fizik öğretmenliği yaptığı biliniyordu. Onun varlığı yalnızca kongrede Asya Kıtası’ndan da bir temsilin olduğunu göstermek içindi. Ancak Profesör Bose öyle bir makale okudu ki etkisi bugün bile devam eden bir yaygara koptu: Metal Tepkileri.
O zamanlarda herkes inert bir madde ve canlı bir maddenin varlığını kabul etmekte hemfikirdi. İkincisi heyecan vericiydi çünkü uyaranlar ile reaksiyona girebilme yeteneğine sahipti. Canlı varlıklar (deniyordu) her uyarana ( belki basit bir çimdik) özel bir cihazla ölçülebilen bir elektrik darbesi ile tepki verirler. Eğer çimdik elektriksel tepki yaratmaz ise bitkisel ya da hayvansal doku artık yaşamıyordur, şüphesiz ölmüştür.
Kalkütalı Proseför Bose metalleri çimdiklemeye başlamıştı ve onların da canlı dokular gibi uyaranlara cevap verdiğini gösterdi. Eğer bitki ve hayvan lifleri sıklıkla uyaranlara maruz kalırsa sonunda enerjiyi kaybederler ve elektriksel tepkileri kaybolur. Aynı şey yorulan metallerde de meydana gelir ancak ılık bir banyodan sonra tekrar güç kazanırlar.
Meclis sersemlemiş hâlde kıpır kıpır olurken bilim insanı raporunu sakin bir üslupla okuyordu. 1900’lü yıllarda tanınmayan Jagadish Chandra Bose hemen sonrasında Kalküta’dan dünyayı şaşırtan araştırması sayesinde meşhur olacaktı. Hatta Hint milliyetçiliğine karşı tam mücadelede olan İngiltere kralından alkışı koparmayı bile başardı, dahası kral söz konusu kahverengi tenli dehanın önünde eğilmek istedi, ona baronet unvanını verdi.
Paris Kongresi’nde Sir Jagadish Chandra Bose tıpkı canlı dokular gibi metaller içinde toksik ve antitoksik maddeler olduğunu ortaya çıkardı. Bir metal de zehirlenebiliyordu: Akut elektrik spazmı aşamasından sonra, artık uyaranlara cevap vermiyor, atıl hâle geliyor ve neredeyse ölüyordu. Ancak eğer panzehir zamanında gelirse metal yavaş yavaş iyileşene kadar kendini kurtarmayı başarıyordu.
Metal nedir? Bir kristal kümesidir. Kristallerden bir tür yaşam formu oluşur, bu evrensel bir yaşamdır çünkü evrendeki tüm katı cisimler, en uzak gezegenlere kadar kristallerden oluşur.
Başkalaşımlarımız da biz kendini kopyalayıp çoğalan, görünmez bir hücreyken başladı, tıpkı kristaller de aynı muntazamlıkla sadece tekrarlama ihtiyacı ile hareket ederek, kendi aralarında birbirleri ile özdeşleşirler.
Bu esnada amipler gibi protozoalara benzeriz, belirli bir boyuta ulaşırız sonra ikiye, dörde, sekize ayrılırız. Böylece çok hücreli küçük bir varlık hâlini alırız, bu hâlimizle de deniz hidralarının embriyosuna sonra da kimi balıklara benzeriz hatta onlar gibi solungaçlarımız vardır.
Bu başkalaşım girdapları ile geçen bir aydan sonra sekiz milimetreye ulaşırız ve etrafımızı ceviz büyüklüğünde bir yumurta sarar. İçimizde taşemengillere benzeyen geçici böbrekler oluşur.
Ancak ertesi ay başkalaşımlar bizi bir su canlısından karasal olana dönüştürür ve geçici olarak bazı amfibilerin embriyosuna benzeyip onlar gibi kuyruklanırız. İkinci ayın sonunda tıpkı tavuk gibi büyük bir yumurtanın içine gireriz, o hâlimizle bazı insan özellikleri olan yumuşak küçük bir canavar gibi görünürüz. Dördüncü ayda kalbimizin nabzı belirginleşir ancak bu önce sürüngenlerinkine sonra da kuşlarınkine benzeyen kusurlu bir kalptir. Boyumuz yirmi bir santimetreye ulaşır ve kilomuz ise yarım kilodur. Vücudumuz tüm omurgalıların embriyolarına paralel olarak büyür. Cinsiyetimiz ise çoktan bellidir: Erkek ya da kız.
O andan itibaren kapalı olduğumuz sıcak sıvı içinde bir civciv gibi hareket etmeye başlarız. İlk duyu olarak önce dokunma hissini hemen sonra da tat alma hissini elde ederiz. Ancak, suya batırılmış hâlde olduğumuzdan doğru düzgün ne koku alabilir, ne tam duyabilir ne de tam görebiliriz. Altıncı aydan itibaren yutmaya ve işemeye başlarız. Bizi çevreleyen sıvı ile güzel bir ziyafet çeker sonra saatler boyunca bir hıçkırığa tutuluruz. Amacımız, anne kıçıyla tanıştığımız gün emmeye hazır olmaktır.
Yedinci aya doğru memeliler ve özellikle maymunlara benzer hâlde tutarlı bir şekilde büyürüz, zayıf ve buruşuk hâlimiz yaşlı amcalara benzer. Vücudumuz küçük bir şempanze ile karıştırılmaya yetecek kadar tüylerle kaplanmıştır. Sekizinci aydan hemen sonra kıllarımız dökülür ve bununla birlikte yaşadığımız pek çok insanlık dışı özellik geride kalır. Nihayet artık bir bebek gibi görünürüz.
Başkalaşımlarımızın birçok mucizesi arasında en büyüğü kesinlikle doğum arifesinde sahip olduğumuz kocaman, karmaşık, ağır olan beynimizdir, bununla birlikte evrenle ilk zihinsel temasımıza beynimiz izin verir.
Şayet hayat kristaller ve protoplazma ile (Proteinler, yağlar, tuzlar ve sudan meydana gelmiş, nabzı olan daha da doğrusu canlı olan beyaz yumurta akları; bitkisel ve hayvansal olduklarında neredeyse özdeş görünen tuhaf yumurta akı, oysa bir solucan ile bir meşe düşünüldüğünde fark devasa olmalıdır.) başlıyorsa, eğer hayat yosun ve infüzyonla başlıyorsa, zihin ne zaman başlar? Bazen köpeğimizin bile düşündüğünü fark ederiz, maymun da düşünür, düşünürler ve seçerler. Ancak bazen de düşünmez, deneyim kazanırlar, amipler o kadar küçük su yosunlarını seçerler ki başka bir yosun olan pandorina onu yer. Bu deneyimden sonra, minik amipler zararlı boyaları yutmayı bırakır. Sadece beyinden değil aynı zamanda duyu organları, ağız ve sindirim sisteminden de yoksun olan deniz anemonu diğer balıkları yakalasın diye kendisine doğru iten dost canlısı balıkları ayırt edebilir ve ona saygı gösterebilir.
İnsanlarda duyarlılık beyne o kadar bağlıdır ki zihin sinir sisteminin bir etkisi gibi görünür.
Oysa tam tersidir. Sinir sistemi olmadan bile duyarlı olabilirsiniz, küstüm çiçeği kendisine dokunulduğunda anında geri çekilir.
Zihin ne beyinden ne onun şeklinden, ne özünden, büyüklüğünden ne de kıvrımlarından meydana gelir. Arı küçük ve basit bir beyne sahiptir. Oysa bu küçük beyin işçi bir arı için yeterlidir çünkü gözleri sadece şekilleri görmekle kalmaz ultraviyole dâhil tüm renkleri de görür çünkü yalnızca kulak zarlarıyla duymazlar aynı zamanda ultrasonu duyabilecek kadar hassas tüyleriyle de duyarlar çünkü keskin kokular gamını heyecanla hissederler, yüksek dokunsal hassasiyete sahiplerdir; tatlı, acı, ekşi, tuzlu olanı sadece ağzıyla değil aynı zamanda ayaklarıyla da tadarlar.
Peygamberdevesinin beyni minimaldir ancak bizim karmaşık elektronik beyinlerimizden daha hızlı çalışır. Mikrosaniyenin bir kısmında peygamberdevesi hızı, rotayı, pozisyonu hesaplar ve yanılmaz bir şekilde etrafına yanıp sönen böceği ortalayarak vurur. Uçaksavar elektronik beyinleri bunu çok daha uzun zaman alarak yapar.
Zihin beyinden meydana gelmez ancak beyin zihinden meydana gelir: Zihin her zaman vardır, madde içinde kış uykusuna yatar ve madde ölü değildir, uyanmakta olan uykuda bir şeydir.
Bazılarına evrenin geri planında ve her canlının, arıların, hatta peygamberdevesinin bile arkasında bir bilgeliğin var olduğunu kabul etmek itici gelir. Diğerlerine göre böyle bir bilgelik öylesine açıktır ki onun varlığını inkâr etmek güneşin varlığını inkâr etmekten daha kötüdür. Onu bilgelik diye anmak istemeyen ona hayat der çünkü hayat bilgeliktir. Kristelleri düzenleyen bilgelik amipleri hareket ettirir, arıları yönetir, peygamberdevelerine rehberlik eder. İnsanda ise bilgeliğin ışığı belirli bir ölçüde beynin gri maddesi aracılığı ile süzülüyor gibi görünür, böylece bilincimiz aydınlanır ve zekâ alev alır, insana hata yapmaya izin veren bir tür özgürlük doğar.
Bizim hatalarımızın aracı ansefaldir. Doğmak üzereyken, kocaman bir kafamız vardır, vücudun dörtte biri ve yarısı ağırlığındadır. Yalnızca beyin tek başına yarım kiloyu aşar ve bizi aşağı iterek rahimde baş aşağı durmaya zorlar. Beden hareket etmeye çalışır ancak yuvarlak beyin balasına bağlı olduğu için nafile uğraşır.
Bu ağırlıkta, bu gri membranlarda, sinir köprülerinde, bu ventriküllerde, bu hemisferlerde, sarmallarda, beyin zarında insanın büyüklüğü saklı olsa da başkalaşımlarımızın sürdüğü iki yüz seksen gün boyunca, hiçbir düşünce beynimize uğramaz. Ağır serebrumubuz hareketsiz akciğerlerimiz gibi sessiz bekler.
Ancak işte nihayet zamanın gizemli yüzüne özellikle bir tarih damgasını vurdu. Annemiz işaretimizi anladı: Böbreklerinden başlayarak tüm göbeğini saran sancı çanları çaldırdı. Bu ilk doğum sancısı su altındaki huzurlu hayatımızı da heyecanlandırdı.
Doğma zamanı geldi, bu muazzam bir maceradır. Yeni bir bebek için doğma zamanı geldi; bu umutların başlangıcıdır. Dokuz ay içinde evrensel deneyimi özetleyen ve şimdi insan deneyimini özetlemeye hazırlanan bir çocuk için doğma zamanı geldi.
AĞLAYANIN DRAMASI
Doğum vakti geldiği zaman, acı çekme vakti de gelmiştir. Dokuz ay boyunca annemiz tüm ağırlığımızı taşıdı ve bizim için türlü acılar çekti: bulantı, bitkinlik, sarhoşluk, bol melankoli. Ancak artık güneş saatinin akrep ve yelkovanı şimdi bizim saatimizi vuruyor: doğma ve acı çekme zamanı.
Doğum ağrıları hakkında konuşurken, her zaman annenin acılarından bahsederiz, oysa çocuğun acıları çok daha büyüktür. Tamamen masum olan bebeğin başına gelenler işkence odası acılarıdır. Ancak kimse onu umursamaz; genel dikkat anneye, onun huzursuzluğuna ve yakarışlarına yönelir. Çocuk visteral dünyada kapalı bir organ gibi görünür.
Oysa bu dramanın başkahramanı bizzat bebektir, bizzat kendisidir. Geri kalanların tümü ikinci plandadır: nefes nefese bir anne, çabalayan bir ebe, uzak ve unutulmuş bir baba.
Ancak bu kötü yazılmış ve acımasız bir dramadır. Başaktör her zaman arka plandadır. Nihayet sahneye geldiğinde perde düşer ve her şey biter. Ebe ellerini yıkamak için ortadan kaybolur.
Kahramanın sadece perde arkasında olduğu yetmezmiş gibi üstüne bir de ağzı da kapanmış, sesi bile gelmez. Gizlice işkence görür ve bağırmasına izin verilmez.
Yine de bazı nadir durumlar ve özel koşullarda işkence içindeki, görünmeyen ve henüz tam doğmamış bu bebeğin yüzüne doğru bir parça açık hava vurur. Bu küçük havayla feryat figan acılarını ifade etmeye çalışır; bu membranlar açıldıktan sonra rahim içinden gelen fetus ağlamasıdır ancak öyle zayıf, korkunç, karanlık, insani olmayan, doğum öncesi bir dünyadan gelen, o dünyadan bizimkine ulaşan acı verici bir sestir ki onu kim duysa tir tir titrer. Anne özlemini durdurur, ebe ilgisizliğini kaybeder. İki kadın doğmadan önce ağlayan bir bebek duyunca dehşet içinde birbirlerine bakarlar.
Kimse doğum saatini aniden belirleyen sebepler üzerine düşünmez. Böylesi bir şiddet olayını tetikleyen sebeplerin gerçekten güçlü sebepler olması gerekir. Plasentanın kendi döngüsüne sahip olduğu ve nihayetinde ömrünün tükeneceği bilinir. Ancak plasenta ölüme tek başına gider, kırk hafta boyunca beslediği, büyüttüğü bebeğin hayatına karşı kurban edilmiştir.
Plasenta ölmek üzeredir ve yeni canlı doğmaya hazırdır. Sonra bir hormon patlaması yaşanır, bir dakika öncesine kadar rahimle ilgilenmezken aniden sayıca artarak güç elde ederler. Peki hormonal bezleri daha fazla salgılamaya teşvik eden kim?
Güneş saati doğumumuzun zamanını işaretlediğinde birisinin bir emir verdiği anlaşılır: Mekanizma karşı konulmaz bir biçimde çalışmaya başlar. Bu doğum için en doğru andır. İnsanlığın büyük çoğunluğu iki yüz seksen günde yani doğru anda doğar. Daha önce olsa bebek olgunlaşmazdı ve hatta neredeyse yaşayamazdı, daha geç olsa bükülme ve boğulma riskini arttıracak kadar büyük olurdu. Komut, nadir durumlar dışında, en iyi anda verilir ancak bu durumlarda bile ilerlemeyi veya gecikmeyi haklı kılan sebepler vardır.
Nereye bakarsanız bakın hayatın akıllıca davrandığını görürsünüz. Sayısız sırrı bilir, sayısız varlığın merkezindedir, her birini yol boyunca destekler. Zamanın sonsuzluğunda çalıştığı için acelesi yoktur, onun için hiçbir şey çok küçük ve hiçbir şey çok büyük değildir, hiçbir şey işe yaramaz değildir, doğmak yaşamak ölmek gibi her şey önemlidir. Yine de bizi ana rahmine yerleştiren, herhangi bir tehlikeye karşı koruyan, mükemmel bir huzur içinde saklayan, sessiz, karanlık, sıcak bildiğimiz bu şefkatli yaşam birdenbire yüzünü değiştirir. Gülümseme çocuklara işkence eden bir cadı sırıtışına dönüşür. Böylece ilk sancı ile karşılaşırız.
İki devasa el kaba bir şekilde ve şiddetle bizi arkaya doğru eğerek ve başımızla topuk kemiğimize dokunup dansçılar gibi omurgamızı kıvırarak bir kafamızdan bir bacaklarımızdan bizi yakalamış gibiydi. İliklerimizde, omurlarımızda ve sinirlerimizde şiddetli bir spazm hissettik.
Bu acıydı, ne olduğu tam bilinmeyen korkunç bir duyguydu, henüz tam doğmamışken hayatımızın ilk acısı ile karşılaşmıştık. Acı çektik ve dehşete düştük. Ağzımızı ardına kadar açarken küçük kalbimiz hızlı bir tempoyla çarpmaya başladı ancak etrafımızı saran sıvı yüzünden çığlıklarımız duyulmuyordu.
Doktorlar doğmamış bebeğin kalbini steteskop ile dinleyerek ilk acı bittiğinde bebeğin yavaş yavaş sakinleştiğini söylerler ancak takip eden her doğum sancısı ile birlikte bebeğin de nabzı korkudan tekrar yükselmeye başlar. Artık doğum mekanizması çalışmaya başladı ve hiçbir şey onu yolundan alıkoyamaz. Doğum ortalama on iki saat, genellikle yirmi dört saat, bazen de daha uzun sürer. Bebek artık işkence odasına girmiştir.
Bazıları doğumun her bebek için bir işkence olduğunu öğrenince çok şaşırır, hatta en başta inanmazlar, sonra bu fikirden rahatsız olurlar ve en sonunda sinirlenirler. Bizi suçlu ilan ederek “Böyle şeyleri yazmak yasaklanmalı!” diye beyanatta bulunurlar.
Yasak olsun ya da olmasın söylendiği gibi bebekler dünyaya el bebek gül bebek gelmezler, melekler gibi de doğmazlar. Onlar dünyaya kana bulanmış hâlde gelirler.
İlk işkence devrilmedir. Vücudumuz doğum öncesi pek çok başkalaşım geçirmiş olmasına rağmen daha önce hiç geriye doğru, tersine çevrilmiş bir şekilde dikilmemiştir. Baş aşağı, sırtımız öne doğru eğik, dizlerimiz alnımıza dayanmış şekilde bir şebek gibi dururuz. Her sancıda iki devasa el yalnızca omurları geriye doğru büker, hemen sonra ilkel duruşumuza geri dönmemize izin verip sonra tekrar bizi yay şekline sokmaya çalışırlar: On kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan şiddetli omurga spazmı yaşarız. Bazıları omurganın bir sapması sebebiyle lordoz ile doğarlar.
İkinci işkence boğulmadır.
Nefes alamasak da oksijene ihtiyacımız var ve bunu göbek kordonu aracılığıyla anne kanından alırız. Ancak her sancıda, kordon tamamen kapanana kadar sıkıştırılır ve tıpkı suda boğulanlar gibi nefes alamaz duruma geliriz ve yalnızca bronşları ve mideyi işgal eden suyla ağzımızı doldurabilmeyi başararak yine boğulanlar gibi nafile ağzımızı ardına kadar açar, göğsümüzü genişletiriz. Otuz saniye sonra, bazen altmış, bazen yüz saniye sonra, sancılar kesilir, acıdan uzaklaşarak oksijenli kana tekrar kavuşuruz. Ancak ara kısa sürer. Sancı tekrar başlar ve boğulma hissi geri gelir, on kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan ölüm kalım çizgisinde gidip geliriz. Çoğunluğumuz asfiksiden, balgamdan ve sudan tıkanan solunum yolları ile doğarız.
Üçüncü işkence kasların kasılması ve sıkışmasıdır. Üç kilogramın biraz üzerinde olan küçük, henüz doğmamış bedenimiz korkunç kasılmaların merkezindedir. İlk sancıdan son sancıya kadar geçen on iki saat içinde beş kentallik toplam ağırlığa ulaşan kuvvetler tarafından dövülür, ezilir, itilir, ele geçiriliriz. Tufan şimdiye kadar huzur içinde yaşadığımız o yerden bizi koparır ve boynumuzu bükerek, uzuvlarımızı gererek, göğsümüzü ve karnımızı sıkarak, yüzlerimizi korkunç bir şekilde şişirerek geçilmez geçitlere girene kadar bize baskı yapar. Zorlu isyan kendini on kez, elli kez, yüz kez tekrarlar. Bazıları iç organların sıkışmasına direnmez ve doğmadan ölür.
Dördüncü işkence en korkunç olanıdır, Orta Çağ cellatları buna demir haç derlerdi. O zamanlarda kurbanın başına, alnını ve kafasının arkasını bir vida ile kademeli olarak sıkacak metal bir bant yerleştirilirdi. Kranial kemikleri dayanılmaz bir acı vermek için üç milimetre, deliliğe neden olmak için beş milimetre ve ölüme neden olmak için yedi milimetre sıkmak yeterliydi. Doğumda her bebeğin başı on ila yirmi milimetre arasında sıkıştırılır. Şayet bu sebepten çok fazla ölüm olmuyorsa bu yalnızca kemiklerinin olağanüstü plastisitesi olduğu içindir. Ancak korkunç sıkıştırma nedeniyle neredeyse her zaman her bebeğin kafasında doğum sırasında bir şekil bozukluğu olur: Beyin-omurilik sıvısı omur gövdesine boşaldığında kafa derisinde su ve kan şişmesi belirir. Üstelik bu tek bir sıkışma değildir, sıkışma zavallı bebek kafatasının ilerisinde ve gerisinde dar bir silindirik kanala zorlanarak art arda pek çok kez olur: on kez, elli kez, yüz kez. Serum ve kan beyin zarlarına sızdığı için bazıları hidrosefali ile doğar.
Beşinci ve son işkence için ızdırap demek doğru olur çünkü tamamen ruhun çektiği acıya aittir. Daha yeni dört ağır işkenceye maruz kalmış bedenin acılarına çocuksu ruhun eklenmesi ızdırabı meydana getirir.
Doğmamış çocuğun henüz dünya ile tam tanışmamış özel bir ruhu vardır. Bu duygusallıktan ve düşünceden arınmış bir ruhtur ve serebral korteksi sessiz ve ıssız olarak bırakarak beynin (talamus ve striatuma kadar) yalnızca bir kısmını ele geçirir. Bununla birlikte ne kadar düşünceden yoksun da olsa artık acı çekmiş ve hassaslaşmıştır. Doğum öncesi yaşamın son günlerinde çocuk herhangi bir nedenle bir şok yaşarsa bu hemen nabzını yükseltir ve eğer sersemleme devam ederse doğmamış çocuk mesane spazmı nedeniyle çok acı çeker. Gecenin karanlığında uyanan korkudan çarşaflarını ıslatmış bir çocuk gibi. Bu kırılgan canlı doğum ile bir felakete uğramıştır. Küçük dehşete düşmüş ruhu on iki bitmez tükenmez saat boyunca on kez, elli kez, yüz kez tekrarlanan korkunç bir ızdırap istilası ile tanışır. Yenidoğanların çoğunda muhtemelen yaşadıkları dehşetten kaynaklanan sarılık olur. Aslında sarılık yarı asfiksi ve zahmetli doğumdan yorgun düşmüş bebeklerde daha sık görünür. Üzerinden yıllar geçse de insan doğum öncesi yaşadığı acıyı asla unutamaz çünkü bu acı kendini çocuklukta, ergenlikte, yetişkinlikte ve yaşlılıkta tekrar eder. Tüm yaşamımız boyunca bu ızdırap zaman zaman boğulma, baskı, belirsizlik ve nerede olduğumuzu ve neden olduğunu bilmeden bizi sürükleyen mantıksız bir his ile karışarak bizi yakalar. Bu doğmamış çocuğun acısı, bu insanın acısıdır.
İnsanlar dünyaya eşit olarak gelmezler, eşit şekilde de gelmezler. Doğma şeklimizin tüm yaşamımız üzerinde yakın ve uzak etkileri olacaktır. Nero makat gelişli doğmuştur, yani doğması gereken pozisyonun tam tersi şeklinde.
Doğmamış yüz çocuktan doksan beşi kafatasının üstü öne doğru, baş aşağı durur. Ancak kimisinin yüzü, bir diğerinin alnı rahme dönüktür, bazısı makat gelişli doğar ya da çok azı diz ve ayaklarıyla çıkmaya çalışır. Sonunda bir tanesi ölüm oranı yüksek bir pozisyon olarak omuzdan gelişle doğmaya kalkışır.
Yüz bebekten doksan beşi iyi durumda doğar ve bu oldukça yüksek bir orandır, hayatın daima tetikte olduğunu gösterir. Bu nedenle büyük çoğunluk annenin iyi bir şekilde uyması şartıyla, kendiliğinden, yardıma ihtiyaç duymadan rahmi terk eder. Doğarken daima ölmek riski vardır ancak bu doksan beşi için risk minimal, neredeyse yok denecek kadar azdır. Oysa Oksiput Posterior pozisyonda gelen doksan altıncı bebek için yaşam belirsiz, risk ise ciddidir. Burada uzun saatler boyunca harcanan emek, korkunç bir acı, boğulmalar ve bazı istatistiklerde yüzde otuza ulaşan mortalite ile karşılaşılır. Yüz gelişi ile doğan doksan yedinci için de durum belirsizdir. Vakaların yüzde on beşi ölümle sonuçlanır, diğerleri omurga manevrası kolaylığı ile kurtulur. Bebekler genellikle yüzlerinde anomali ile doğarlar, buna Etiyopya karanlık yüzü denirdi: kan dökülmelerinden kızaran gözlerin etrafında morarmalar, kabarmış dudaklar ve dil, şişmiş yanaklar, trakea düzleşmesi, bundan dolayı kısık ve boğuk ağlama. Yenidoğan gösterilmeden önce doğum uzmanı anne ve aile üyelerini bebeğin bir canavar olduğunu sanmamaları için uyarmalıdır.
Doksan sekizinci ve doksan dokuzuncu makat geliş doğar ve bu üzücü bir alamet taşır. Bu şekilde tersten doğan kişilerin insanlığın büyük belalarından biri olacağına dair bir inanış vardır: sadece Nero değil, Attila, Napolyon ve Hitler. Makat geliş doğan bebekler bazen de anomali ayaklarla doğarlar, ayakları çarpıktır: Bazen doğumsal kalça çıkığı bazen uyluk kemiği ya da alt çene kemiği kırığı ya da omurilik yaralanması veya yüz felci yaşarlar. Bazı durumlarda, onları boğan kendi göbek kordonlarıdır.
Yüzünün sonuncusu omuzdan gelişle doğmaya çalışan tek bebektir, tümünün içinde en uğursuz doğum pozisyonudur. Doğuma doğru bebeğin rahim içinde dik konuma geldiği bir an vardır. Yüz seferde bir kez genellikle bazı maternal kusurlardan dolayı da bebek dik değil yan yatmış hâlde durur bu durum bebeğin hayatını kaybetmesine neden olabilir. Üstelik eğer durumu değiştirmek için müdahalede bulunulmazsa yalnızca bebek ölmez anne de kaybedilir. Doğal güçlere bırakılmış omuzdan gelişli doğum nihayete ermez ve yarım kalır: Anne kurtarılamadan bebeği tarafından öldürülerek can verir. Eski zamanlarda ölü kadının rahmini açma ve hâlâ canlı olan bebeği çıkarma girişimleri yapılırdı. Hatta bazen anne ölümünden bir buçuk saat sonra bile rahmi açtıklarında başarılı oldukları olurdu, böylece sağ bebek ne yazık ki annesiz doğardı. Bugün ise doktorlar hem annenin ve hem de çocuğun hayatını kurtarabiliyorlar. Ancak yine de Avrupa’nın pek çok kırsalında, Hindistan ve Çin ovalarında, Amerika ve Avustralya topraklarında, Afrika ormanlarında, her gün yüzlerce anne, uzun yoldan getirdikleri ve doğamamış çocuklarıyla birlikte korkunç ortak bir acı içinde hayatlarını kaybediyor.
İnsan sevinmek için uygun olan doğasının bu temel kuralını ihlal ederse acıyı reddeder. İlk insan Âdem’den bu yana insanlar kalplerini sıkıştıran acıdan kurtulmak için dualar ettiler, Havva’dan beri insanlar yaralarının üzerine otlar koydular ve böylece uzuvlarının acısının azaldığını gördüler, insanlık o zamandan bu zamana acıyla savaşır durur.
Bin yıl boyunca süren bu savaş iki büyük cephede gerçekleşti: ruhun acılarının yaşandığı Asya’da birincisi; fiziksel sancıların yaşandığı Avrupa’da ikincisi. Asya’da (pozitif bilimler ve ilahiyat biliminin ana vatanı) büyük bir lider vardı: İsmi Gotama Buda’ydı. Bundan yirmi altı yüzyıl önce bir akşam Benares yakınındaki Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında meditasyon yapmak için oturdu. Yirmi yaşındaydı. Avrupa’da ise (doğa ve mekanik bilimlerinin ana vatanı) 1798’de Londra’da bir akşam korkunç bir diş ağrısı çeken Humphry Davy adında bir öncü vardı. O da yirmi yaşındaydı.
Birbirinden çok uzak ve çok farklı bu iki gencin hayatı yine de acıya karşı insanın savaşında, her ikisi de bu savaşı kazandığı için birbirine paraleldir.
Gautama Buda soylu bir aileye aitti, yakışıklı, sağlıklı, güçlü, zengindi eşine âşık bir insandı. Mutlu olmalıydı ya da mutlu olurdu, eğer bir gün muhteşem güzellikteki bahçelerinde bir dilenciyle karşılaşmamış ve böylece sefaletin ne demek olduğunu öğrenmemiş olsaydı; bir cüzzamlıya denk gelmemiş ve böylece hastalığı öğrenmemiş olsaydı, bir cesete rastlamamış ve böylece ölümü öğrenmemiş olsaydı. Bu üç katmanlı karşılaşma kalbinde bir yara açtı ve huzurunu elinden alıp yerine daimi bir hüzün yerleştirdi. Ruhunun acısını dindirip ona derman olacak bir çare aramaya niyetlenerek yavaş yavaş her şeyi terk etmeye başladı. Koskoca bir prensken gezgin bir keşişe dönüştü, hacca gitti, yol boyu çile çekti, çul giydi, gecelerce gözünü uyku tutmadı, günlerce oruç tuttu, onu önce arındırması sonra iyileştirmesi gereken bu bedensel zorlukların çoğunun hiçbir şeye hizmet etmediğini anladı. Bir akşam Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında bir başına oturuyordu. Yanından bir kız çocuğu geçti, kız kemikleri sayılacak kadar zayıf bu münzeviyi gördü; ona acıdı ve ona bir kâse haşlanmış pirinç verdi. Gautama hemen pirinci yedi ve sonra mutlak bir konsantrasyonla tüm gece boyunca süren derin bir meditasyona gömüldü. O saatler boyunca bizzat kendisine ait ruhu, yekpare mutlulukla dolu ve hiçbir acının ulaşmadığı bir patikada yürüdü durdu. Sabaha aydınlanmış olarak gözlerini açan münzevi (o zamandan itibaren Buda olarak anıldı) incir ağacının altından kalktı ve ilk beş öğrencisine durumu ilan etmek için Benares’e gitti. “Ey sizler, dinleyin, ruhu acıdan kurtaran yol bulundu.”
Humphry Davy ise dağlık ve engebeli bir bölge olan Cornwall kontluğunda varlıklarını sürdürebilmek için mücadele eden, fakir bir madenci aileden geliyordu. Doğa bilimlerine ve hepsinden önemlisi kimyaya karşı olağanüstü bir tutkusu vardı, çocukluğunda yalnız başına çalışmalarına başlamıştı bile. O kadar çok ilerleme kaydetti ki, yirmi yaşında, azot oksit, izole edilmiş gazın özelliklerini incelemek üzere görevlendirilen Dr. Beddoes’in pnömatik atölyesine çırak olarak girdi, çeyrek yüzyıl önce Joseph Priestley, buna oksijen gazlı azotlu hava diyordu. Humphry her ne kadar hasta hâlde korkunç bir diş ağrısı çekse de bu çalışma için heyecanlıydı. Bir gece, yorgun olmasına rağmen yanağını şişiren ve ona yatakta huzur vermeyen diş ağrısı yüzünden uyuyamadı. Odanın içinde küçük şişeler ve ampuller arasında avare avare dolaştı. Rastgele bir not defterini açtı ve okudu: “Azot oksit, tatlı bir tada sahip renksiz bir gazdır.” Kendi kendine, “Peki koku nasıl tanımlanabilir?” diye sordu. Küçük bir gaz tüpü aldı ve kokladı: “Bu hafif bir koku.” dedi kendi kendine ancak bu düşünce onda inanılmaz bir gülme isteği yarattı ve her kokladığında kahkayı patlattı, gülmekten çatlayıncaya kadar adamakıllı güldü. O esnada diş ağrısı gitmişti işte Humphry, azot protoksitin olağanüstü erdemlerini keşfetmişti bile. Böylece anestezinin temellerini atmıştı. Bunu tüm dünyaya bildirdi ancak her ne kadar Londra Kraliyet Akademisi Derneği profesörü ve ünlü bilim adamı olsa da kimse onu dikkate almadı. Fiziksel acı herkes için o kadar kaçınılmaz görünüyordu ki Humphry Davy’nin iddialarını ciddi bulmadılar. Oysaki bedeni acıdan kurtaran yol bulunmuştu.
İşkence odasındaki on iki saatlik acı sonunda bitti ve artık doğmak üzereyiz. Kırk hafta içinde bize karmaşık ve takdire şayan bir beden veren, onun yanında daha da karmaşık ve kusursuz bir ruh kazandıran, doğum zamanımızı ve doğru pozisyonu belirleyen, başlangıçta narin sonra acımasız gibi görünen yaşam, şimdi eserini bitirmeden evvel sağlamlığını test eden ve her yönüyle uzun süre inceleyen titiz bir mimarın soğukkanlı ifadesini takınmıştı. Onun için acı önemli değildi, en büyük zorluk öngörüydü.
Hayat bizi on iki saat boyunca iyice analiz etti: Bizi sıkıştırdı, devirdi, iskeletimizi, eklemlerimizi ve organlarımızın sağlamlığını denemek için eğdi büktü. Eğer bir kusur ya da zayıflığımız olsaydı bu denemeyi geçemezdik. Şayet yaşam annemizde bir eksiklik bir kusur bulursa (rahim veya pelvik konformasyonun bir kusuru) sınavı geçmek bizim için çok daha zor olacaktır çünkü kusurlu bir annenin bebeğinin de kusurlu olacağı şüphesi doğar. Anne anomalisi en iyi pozisyon olan baş aşağı gelişe engel olabilir, bunun yerine bizi yüzden, makattan gelişe ya da daha kötüsüne zorlar. Bu durumda doğum daha zahmetli hâle gelir, dolayısıyla sınavımız daha da zorlaşır, dikkat ister.
Doğumumuz sırasında yaşam bir Spartalıya dönüştü. Zayıfları durdurdu ve onları merhametle savaştan korudu. Bizi ancak ölçüp biçtikten sonra savaşa bıraktı. Güçlü ve dünyevi çatışmayla yüzleşebilecek kabiliyette oluşumuzu değerlendirdi. İşte bu yüzden şimdi dünya ışığına kavuşmak üzereyiz. İşte şimdi buradayız.
İşkence odasından çıkar çıkmaz ışıkla karşılaşıyoruz, o esnada nefes alışverişimiz hâlâ yok. Ebe bizi annemizin dizleri arasına bıraktı; göbek kordonu ölmekte olan plasentanın son kan darbelerini taşımaya devam ediyor.
Işık ilk dünyevi karşılaşmamızdır ve acemi olan görme yetimiz için oldukça zorlayıcıdır. Diğer duyularımız ise bu esnada uykularına devam ederler. Sesler kulak zarlarını dolduran bir jöle tarafından geri tutularak bize ulaşmaz. Henüz nefes almıyoruz ve bu nedenle koku ve tat alma duyumuz da sessiz. Bebekler epidermisini tamamen kaplayan verniks kazeoza nedeniyle dokunma duyusunu bile asgari kullanırlar. Bunun yanında şaşkına dönmüş ruhumuz ilk dünyevi fişekleri göz bebeklerine sabitler. Nesneleri ayırt edemez, yalnızca parıltıları görür. Dünyaya geldiğimizde, havadan bile önce ışıkla tanışırız.
Sersemlemiş ve yaralanmış hâlde, morarmış cildimiz, ağrıyan uzuvlarımız, şişmiş kafatasımız ile ölümle kalım arasında arafta beklerken ebe o malum hareketini yapar: Göbek kordonunu bir eliyle yakalar ve keser. Böylece bizi anneden koparır ve yalnız bırakır.
Bizi bir ikilemin karşısında yalnız bırakır. Seçim yapabilmek için ise çok az süremiz vardır: Yaşam mı, ölüm mü? Bu kısacık anlarda iç organlarımız (kalp, akcigerler, timüs, diyafram, karaciğer) göğsümüz ve karnımızda yeni bir pozisyon edinirler, bu kısacık anlarda her zaman kardiyoplasental yolla vücudumuzu dolaşmış olan kanımız aniden kardiyopulmoner yola girer. Eğer derhâl nefes alışverişimiz ile iç organlar ve kandaki bu kargaşaya adapte olamazsak bizi yeni doğanların ünitesine koymak yerine, doğuştan ölülerin kaydına koyacaklardır.
Hayat bizden hep daha güçlü, hatta daha güçlü ve daha da güçlü olmayı istemekten hiç yorulmaz. Şimdi yine bizi son bir riskle karşı karşıya getiriyor: Ya nefes almayı icat edeceğiz ya da ölümü tercih edeceğiz.
Annemiz bize yattığı yerden ilk bakışını atıyor: Göğsünde bu zavallı, küçücük, çıplak ve kanlar içindeki hâlimiz için hemen yer açar.
Kordon kesilmiş ancak biz hâlâ ağlamadık. Anne sıkıntılı hâlde zaten solgun olan gözlerini bize dikiyor. Sonra gözlerini kabaca göğsümüzü ovalayan ebeye çeviriyor. Yine de ilk feryat çığlığı henüz dudaklarımızdan dökülmedi, sessiz ve hareketsiziz. Anne kendini yatakta güçlükle doğruluyor, endişeli ve düşük sesle: “Nefes almıyor mu? Ne yani, nefes almıyor mu?” diye soruyor. Ebe bizi bacağımızdan yakaladı ve ters çevirerek popomuza şaplak atmaya başladı. Nasıl nefes alacağımızı bilmiyoruz, hiç nefes almadık ki, rahmimizin huzurunda buna ihtiyacımız yoktu.
Anne, “Daha sert!” diye bağırıyor. “Daha sert vur! Ağlamazsa ölür!” “İşte!” dedi ebe. “İşte!”
Ve sonunda ilk nefesi alabildik. İlk nefesimizi bir feryat takip ediyor, bu bir ağlama değil, bu bir acı çığlığı. Yine de bu çığlığı duyunca odadaki kadınların yüzü gülüyor. Ebe bizi temizleyip örterek annemizin kolları arasına yerleştiriyor ve bu sıcakta çektiğimiz onca acının sonunda uyuyakalıyoruz. Hayat bir kez daha yüzünü değiştirdi. Artık güç gerektirmiyor, şimdi sevgi zamanı.
DOKUZ YÜZ GÜN
Dokuz yüz gün nedir ki; yalnızca otuz ay veya yalnızca iki buçuk yıl. Otuz ay boyunca altı yaşındaki bir çocuk abeceyi ve sayı saymayı öğrenmek için çabalar durur. Otuz ay içinde on altı yaşındaki bir ergen bir lisans ya da diploma bile alamaz. Otuz ay içinde yirmi yaşında bir genç bir dili veya mesleği tam olarak öğrenmez.
Öte yandan yeni doğmuş bir bebek (kör, sağır, dilsiz, güçsüz, savunmasız ) otuz ay içinde yalnızca görmeyi değil aynı zamanda anlamayı, yürümeyi ve konuşmayı da başarır. Yalnızca dokuz yüz gün içinde yaşama adapte olmuş yeryüzünün batık ruhunun mucizesi.
Bu mucizeler günlük hayatta gözlerimizin önünde gerçekleşir ve bize o kadar olağan gelir ki onlara karşı olan merakımızı kaybederiz. Otuz ay içindeki değişimler şaşkın bir fetusu gülen, koşan, sorgulayan bir bebeğe dönüştürür ancak bu bizi artık şaşırtmaz, bize çok sıradan gelir. Bize varlığın doğasıymış gibi görünen bir değişimdir bu: Hissederiz ama şaşırmayız, yalnızca zamanında gerçekleşmezse şaşırırız. Çocuk gelişimi birkaç gün içinde çiçeklenen bir gül goncası ya da dün yumurtadan çıkmış, şaşkın, ıslak uzanırken bugün yuvarlak, sapsarı, cırlayarak her yeri didik didik eden bir civciv ile aynı düzene sahip gibi görünür. Mütemadiyen değişen bir evrende bebeğin dönüşümü bize tıpkı kaynayan suyun buharlaşması gibi genel bir kural gibi gelir.
Ancak kaynayan suda ne bir çaba ne de bir inisiyatif vardır. Sadece kimyasal ve fiziksel örüntülerinde sabitlenen mekanik bir kanunun kör bir tekrarı vardır.
Ancak goncanın çiçeklenmesinde mevsimlerin ritimlerine dikkat eden bir bitki yasası vardır, bilinçsiz bir genişleme, toprağın karanlığında kök salma, yapraklara doğru bitki saplarını uzatma vardır.
Bir civcivin cıyaklamasında yalnızca uzak bir içgüdü vardır, onu zihinsel alaca karanlıkta bırakarak ona yardım eden ve yönlendiren ve ona eşlik eden bir tür hayvan yasası vardır. Oysa bir bebeğin dönüşümünde kendini birdenbire bir bedenin içinde hapis bulan insan ruhunun bütün genişlemesi var. Gemi enkazı dalgasının onu fırlattığı sahilde uzanır, kalkar, dener, tekrar dener.
Bu her birimizin yaşadığı ve hepimizin tamamen unutmuş olduğu olağanüstü bir maceradır.
Küçük insan yavaş yavaş büyür. Bir tavşan yavrusu ağırlığını altı günde, köpek dokuz günde, kuzu on beş günde, tay altmış günde iki katına çıkarır. Bebeklerde ise bunun için yüz seksen gün gerekir.
Bu ilk çağlarda ağırlığımız tüm vücutta eşit şekilde artmaz, daha ziyade çıkıntılarda artar. Bazı iç organlar genişler ve diğerleri o esnada neredeyse değişmeden kalır, ilk gelişenler kilitli dururken de kilo almaya koyuluruz. Örneğin sternumun arkasında pembe ve etli bir bez olan timus on ay boyunca atar ve sonra hızlı bir şekilde azalır, atrofiye kadar. Doğumdan birkaç gün sonra üreme bezlerinde açıklanamayan bir artış olur. Erkek bebekte erektil, glans hassasiyeti oluşur; kız bebekte ise vulva kırmızımsı bir hâl alır, her ikisinde de meme bezleri şişkindir ve neredeyse süte benzeyen beyazımsı bir sıvı akar. Ancak kısa sürede bu yangın söner ve alevler ergenlik eşiğine kadar kapalı kalır.
İlk iki yüz günde büyüme özellikle sindirim sistemi ve beyin üzerindedir. Altı ay içinde mide kapasitesini çoğaltır ve doğumda neredeyse yok denecek kadar az olan enzimler ve suları salgılamaya odaklanır. Bağırsak yüzde kırk artar ve yararlı bakteri florası zenginleşir. Beyin üç yüz gramdan altı yüz grama ulaşır, kafatasının çevresi on bir santimetre genişler. Bu sırada bacaklar kısa kalır, kemikler yumuşar, kaslar zayıflar. İlk büyümemiz düzensiz denilebilecek düzeyde ve gençliğin ahenkli mükemmeliyetine yol açacak şekilde gerçekleşir.
Yaşamımızın ilk günlerinde şaşkınlık döneminden geçeriz. Uyku ile uyanıklılık arasında genellikle ne uyanık ne de uykuda oluruz ancak mütemadiyen derin bir şaşkınlık yaşarız. İfadesiz bir yüzümüz, bomboş bakışlarımız ve düzensiz vücut hareketlerimiz vardır. Hareketten yoksun hâldeyiz, biri bizi kaldırmaya kalksa başımız rastgele sallanır. Bildiğimiz tek dil ağlamaktır, bir heyecanımızı ifade edebilmek için tek yol hayvani basit bir bağrış olan feryadımızdır.
Bir başkasının sürekli yardımı olmadan açlıktan ölürüz, gözleri ve kulakları kapalı olduğu hâlde bir köpek yavrusunun yapabildiği gibi beslenmek için kendi kendimizi anne göğsüne bile itemeyiz. Çevik hâlde doğan kobay yalnızca koşmakla kalmaz, otları yiyip onları birbirinden de ayırabilir. Her şeyden haberdar olan hücresinden bir karınca çıkar. Hemen antenleri temizler, etrafına bakınır ve çalışmaya başlar. Âdeta yetişkin gibi doğmuştur.
Küçük insanoğlu ise gizemli ve karmaşık içgüdülerin yardımından mahrumdur. Valizinde yalnızca iki rekfleks ile hayata başlar: meme emmek ve göz kırpmak. Eğer dudaklarının arasına bir şey koyarsanız, sadece meme ucunu değil, bir parmağı, bir lastik sükinozu ve başka bir şeyi otomatik olarak emer. Bu temel refleks olmasaydı açlıktan ölebilirdi. Diğeri göz kırpmaktır. Yenidoğan bebeğin gözleri aşırı ışığa maruz kalırsa göz kapakları açılır, kapanır, bu iradenin ya da bilincin müdahalesi olmadan tamamen mekanik bir savunmadır.
Bu ilk günlerde bilincin farkında değiliz, yalnızca basit ve karanlık bir hisse sahibiz. Bu, gecenin ortasında uyandığımız zamanla karşılaştırılabilir bir durumdur, şaşkınlıkla gözlerimizi karanlığa açarız, nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu, geçmişi, geleceği bilmeden, her türlü zaman, mekân duygusundan yoksun, yukarı aşağı nedir bilmeden, gecenin siyahı ve belirsizliği içinde şaşkınlıkla kendimizi bulduğumuz temel bir varoluşa indirgeniriz.
Bu ilk şaşkınlık dönemi boyunca kabaca ruhumuzun yaşadığı bir durumdur.
Daha sonra (üçüncü ya da beşinci gün civarında) şaşkınlık döneminden parıltı dönemine geçilir. Karışıklık hâlâ tamamlanmış değil. Çocuk ruhunun etrafında uzanan manzara büyük ölçüde artık belirsiz değil. Gecenin karanlığında ilk parıltılar kendini gösterir. Bu büyük bir resme çok yakından bakmak ve fırça darbelerini ayırt edememek ile karşılaştırılabilir bir durumdur: kaba, müstakil, sessiz ve önemsiz renkler. Ama burada, bir adım geri attığınızda, muazzam resmin bazı küçük detaylarını görebilirsiniz: Bir çizim belirir, bir anlam oluşur.
Benzer şekilde yenidoğan da ilk saatlerinde kaos içinde duygudan duyguya sürüklenir. Şans eseri denk geldiği gölgeler, ışıklar, bir sessizlik bir gürültü, bir parmağın tadı, bir sütün tadı, bir okşama, bir sert yüzey, bir annenin kokusu bir mekonyum kokusu, bir sıcak bir soğuk, aç susuz zonklayan kan, iç organ hareketleri, göbek bağı ağrısı… Muazzam tutarsızlıktaki bu manzara önünde küçüçük ve yalnız bebek yine de çözülmüş bir dünya kabul etmeyi reddeder.
Böylece çocuksu ruhu şaşkınlıktan çıkar. İlk başta dikkat süresi artar sonra bir zekâ kıvılcımı ve en sonunda da canlı bi sevgi ihtiyacı ile hafıza kendini gösterir.
Önce dikkat parıltısı belirir. Yenidoğanın önünde parlak bir nesne belirirse gözlerini ona diker ve sabitler. Bu sadece çağrının gücüne uyum sağlayan istemsiz bir dikkattir ancak embriyonik safhada bebek manzaranın bir noktasına nasıl odaklanılacağını, böylece onu nasıl gerçeğe dönüştürüleceğini öğrenir. Dikkat süresi olmadan insan dünyası aptalca olurdu. Oysa insanın işi evrene düzen vermektir.
Sonra hafıza parıltısı belirir. Dikkat gerçeğe dönüşür, hafıza onu kaydeder. Birkaç günlük yaşamdan sonra yenidoğan uyku ve emme saatlerini artık öğrenir. Bu yalnızca anlık bir hafızadır, herkes için hatta sebzeler için bile ortak olan ritimli bir anımsamadır. Sabahları saksılarında açılan ve akşamları kapanan çiçekler vardır. Avrupa’dan Amerika’ya uçakla taşınan çiçekler Avrupa’daki gece ve gün hafızasına göre açılıp kapanmaya devam ederler. Sadece kısa bir süre sonra eski takvimi unuturlar ve yenisine katılırlar. Çocukluk hafızasının tohumundan hayatı düşünceye çevirmeye mahkûm insan zihni doğar.
Sonra zekâ parıltısı ortaya çıkar. Zekâyı yeni koşullara uyum sağlama yeteneği olarak tanımlayabiliriz. Değişen derecelerde bu bakış açısı tüm canlı varlıklara uygulanabilir. Solucan eğer solda devamlı elektrik çarparsa daima sağa dönmeyi bir ay içinde öğrenir. Bebek biberonu, parmakları ya da memeyi emebilmek için hemşirelerin yönlendirmelerine uyarak birkaç saat içinde dudak, dil, damak hareketlerini çeşitlendirmeyi öğrenir. Bu kavrayış ne kadar asgari de olsa yaratımın muazzam karanlığı arasında küçük bir alev, insan zekâsını ateşleyecek bir kıvılcımdır.
Son olarak, sevgi parıltısı ortaya çıkar. Daha ilk haftalarda anne beşiğin yanına geldiğinde küçük bebek sevincini olabildiğince belli eder. Debelenir, elini kolunu sallar, gözlerini açar, dudaklarını ıslatır, boğazdan sevinçli bir gıcırtı ortaya çıkar. Nabız ve dolaşım hızlanır. Ne kadar küçük olursa olsun, çocuğun sevgi vermesi ve alması gerekir. Okşanma ihtiyacı bizimle birlikte doğar ve tüm yaşam boyunca içimizde bizimle birlikte yaşamaya devam eder, genellikle yanlış anlaşılır, genellikle hayal kırıklığına uğrar. Minerallerin, sebzelerin ve hayvanların dünyasında iyiliğin bize bir istisna ve şiddetin bir kural gibi geldiği durumlarda, hassasiyeti icat etmek insana bağlıdır.
Yalnızca yirminci yüzyılda insanlar çocuğun kıtasına inebildiler. O yıllardan önce herkes çocukların kendi ülkemizde yaşadığına ve küçük ve eksik olmasına rağmen bize eşit olduklarına inanıyordu. Başka bir yerde ikamet ettiklerinden kimse kuşku duymuyordu, oysa onlar bizimkinden farklı, yanardöner ve muhteşem bir kıtada yaşıyorlardı. Ancak yıllar süren yelkenden sonra katı ve donuk ilçelerimize demir atıp bize ulaştılar.
İnfantil topraklar oraya ilk ayak basan biricik Cristoforo Colombo tarafından keşfedilmemişti. Bu hususun kâşifleri ise oldukça çağdaştır ve içlerinden üçü çok önemlidir: Fransız Alfred Binet, Amerikan arnold Gesell, İtalyan Maria Montessori.
Hindistan’a yelken açmışken Amerika’yı tesadüfen keşfeden Cristoforo Colombo gibi Binet de insan ruhunu ölçecek bir sistem arayışındayken karşısına çocukluk adası çıkmıştı. Sorbonne’da profesör olan ve deneysel psikolojinin kurucusu Alfred Binet 1855’te doğdu. Tamamen kendi yüzyılının insanıydı. Bu yüzyıl bilim ile sarhoş olmuş hâldeydi ve tüm sarhoşlar gibi biraz inandırıcı ve biraz da palavracıydı. Etrafta fiziksel güçleri, maddeyi ölçen ve sonra bunları pek çok alanda kullanan bilim insanlarının zaferlerini görünce Binet: “Neden ruh da ölçülmesin ki?” diye sordu. Sonra aklına test yapma fikri geldi. Testler, simyacılar tarafından altınları test etmek için kullanılan bazı eski toprak kaplarda yapıldı. Binet ruhun ölçümlerini sabitlemeyi hedefleyen denemelerini kendi adıyla vaftiz etti.
Sorbonne’da profesör olan saygın bir kişinin testlerin ruhu tartabileceğine inanması gerçekten şaşırtıcıdır: sezgilerimizi ve korkularımızı, suçluluk duygusunu, ahlaksızlık eğilimini, aklın keskinliğini, pişman olmaya yatkınlığı, bağlılığı, nefreti, sevgiyi, iktidara gelme isteğini ve fedakârlığı tartmak. Binet ve takipçileri ruhumuzun büyük ölçüde bilincimizden bile kaçabildiğini anlamadılar. Beyin dâhil vücudumuzu oluşturan tüm hücrelerin baş döndürücü mutasyonuna rağmen ruh evrim geçirmez, bedenimizden kopmaz, herhangi bir deneye izin vermez ve dünyevi varoluştan bu yana bize temel, görünmez, ölçülemez, verimsiz bir çekirdek olarak yerleşir.
Binet Hindistan’ı bulmadı, bulamazdı da, o çocuk kıtasını keşfetti.
Amerikalı Arnold Gesell, Binet’ten çeyrek yüzyıl sonra doğdu. Bilim zehirlenmesinin artık dağıldığı 1900’lü yıllarda yirmi yaşındaydı. Âlimler belirsizliklerden arınarak daha ihtiyatlı ve mütevazı davranmaya başlamışlardı. Bu nedenle Gesell’in (doktor ve pediyatrist) hırsı doğumdan itibaren çocuk davranışlarının özenli incelenmesiyle baskılandı. Yarım asır boyunca çalıştı ve çalışmaları ile insanları hayrete düşürdü. Yale Üniversitesine misafir olarak çağırıldı. Yale Üniversitesini bazıları meşhur anahtarın keşfedildiği yer olarak bilir. Oysa John Yale, 1848’de yaşamış, kendi adını verdiği kilidi tasarlayan Stamfordlu fakir bir demirciydi. Yüz otuz yıl önce yaşayan varlıklı Tüccar Elihu Yale ise bizzat kendi parası ile New Haven’da önce Yale Okulu, sonra Yale Koleji, en sonunda Yale Üniversitesi olarak anılan okulu kuran kişidir.
Gesell’in keşif gezileri rotasını Quinnipiac ve Mill nehirlerinin Atlantik’e aktığı New Haven’dan doğrudan Binet’in yer aldığı çocukluk kıtasına doğru çevirdi. Gesell ortakları ile birlikte oraya indi ve gezerken karşılaştığı şeyleri titizlikle tanımlayan coğrafyacıların yöntemsel merakıyla çalışmalar yaptı. Böylece insanlığa hiç beklenmeyen yönleri ile çocuğun evrenini açıkladı.
İtalyan Maria Montessori, çocukların dünyasına ne Binet’in abartılı ruhu ne de Gesell’in tatsız tutsuz ruhu ile değil bambaşka bir ruhla giriş yaptı. Söz konusu bir İtalyan ruhuydu ve bu nedenle de mantık ön plana çıkıyordu. Ancak mantıksallığın yanına aynı zamanda feminen ve dolayısıyla da sezgisel bir ruh da katmıştı. Maria Montessori bizim topraklarımızın değil başka bir kıtanın ahalisi olan bebeği köleleştirdiğimizi anladı. Bu parlak fikirden tüm sonuçları çizdi.
Bu fikir aslında yıllar evvel işitme ve zihinsel engelli çocuklara yardım edebilmek için zekice yöntemler geliştiren Séguin ve Itard’ın eski eserlerinin incelenmesinden doğmuştu. Ancak Maria Montessori anladı ki her bebek belli bir açıdan işitsel ve zihinsel engelliye benzer. Zaman geçtikçe konuşmayı ve anlamayı öğrenmesi yaşadığı çevre sayesinde olur. Dolayısıyla çevre çok önemlidir, dağılmış ya da baskılanmış olmamalıdır.
Baskı yerine bizler çocuğun özgürlüğünü savunmalıyız, bizlerden bağımsız ancak yine de uyumlu yaşamın genişlemesine izin vermeliyiz.
Böylece yirminci yüzyılın ilk yıllarında Binet, çocuk dünyasının varlığını duyururken, Gesell çoktan içine girmiş ve Maria Montessori ise oraya çoktan özgürlük bayrağını çekmişti. Bu üç insan birbirlerini hiç tanımadan ayrı ayrı benzer şekilde davranmışlardı. Keşifleriyle üçü de insanlardan dünyamızın dışındaki bu yaratığa saygı duymasını istediler, öyle ki bu varlık bin yıllık kölelikten sonra artık serbest bırakılmayı hak ediyordu.
Bebeğin bağımsızlık savaşı 1907 yılının Ocak ayında Roma’da, Maria henüz otuz yedi yaşındayken, tıptan mezun olmasına rağmen meşhur San Lorenzo bölgesindeki bir anaokulunda görev almayı kabul ettiği zaman başladı. Ona zayıf, kirli ve birbirinden cesur yirmi velet verdiler. Çoğu daha üç yaşındaydı ve ruhları umutsuzca deforme olmuştu. Onlar için, Sigmund Freud’un o günlerde Viyana Üniversitesinde söylediği kelime doğru görünüyordu: “İnsan tüm yaşamı boyunca onu ilk üç yılında acıtana geri döner durur.”
İnsanın en büyük deneyimi doğumla başlar ve dokuz yüz gün boyunca sürer. Her ne kadar unutulmaya yüz tutmuş gibi gözükse de bu temel bir deneyimdir.
Dokuz yüz günde bebek ruhu kararlı bir şekilde etrafını saran dünyayı keşfetmeye koyulur, bu dünya ister yüksek dağların ya da deniz kenarlarının dünyası, ister Beneras’in kutsal ya da New York’un mekanik dünyası, isterse orta Afrika’nın dans eden ve siyah dünyası isterse Uzak Doğu’nun sarı ve ölçülü dünyası olsun. Mekânlar, deyimler ve medeniyetlerdeki birçok farklılığa rağmen, çocukların hepsi aynı ruhla doğar.
Şaşırmaların ve parıltıların yaşandığı erken dönemden sonra, bebek (beyaz, sarı, siyah, kırmızı) beş yüz gün boyunca vücudunun birçok bölümüne karşılık gelen önemli ve büyük dönemlerden geçerler: ağız dönemi, el dönemi, ayak dönemi, beyin dönemi, kalça dönemi.
Ağız dönemi, bebeğin ruhu bağlı olduğu bedene ait hiçbir fikre sahip değildir. Yenidoğan bir kafası, parmakları, baldırları, omuzları ya da göğsü olduğunu tamamen göz ardı eder. Ancak bir ağzı olduğunu hemen bilir. Devamlı beslenme ile haşır neşir olduğundan dudaklar, dil, diş etleri ve damak zengin bir hassasiyete sahiptir. Bu hassasiyet çocuğun ilk biçim, hacim ve tutarlılık kavramlarını oluşturmasına izin verir. Bebek yalnızca ağız ile gerçeği, yuvarlağı, ılık, sağlam ve lezzetli olanı ayırabilir.
Ağız bebek için beslenmek, açlık ve susuzluk uyaranlarını susturmak için bir yol göstericidir, sonra yavaş yavaş ona başka hazlar da sunmaya başlar. Bebek süte doymak için meme ucundan beslenir ve bu hazzı ağzı ile algılar. Karanlık bir rahatsızlık onu tedirgin ettiğinde anne sütündeki şeker onu sakinleştirir ve uykuya teşvik eder. Rastgele bir başparmak dudaklarının arasına düştüğünde, gönüllü olarak onu emer. Ağız onun için daima keyifli bir yer olarak kalacaktır: Âşık olduğunda öpücük, tiryaki olduğunda sigara, yaşlı olduğunda tatlı bir sos olarak.
Ağızdan yalnızca çocuksu hazlar değil aynı zamanda acılar ve zıtlıklar da edinilir. Eğer süt kıtsa ve bebeği uzun ve nafile bir çabaya zorlarsa yenidoğan önce şaşırır sonra gerilir nihayetinde sinirlenir ve uzun vadede bu durum hayal kırıklıklarına, düşmanlığa ve pişmanlığa yol açar.
Ancak ağız gülümser ve bu gülümseme en az ağlama kadar kendini ifade etmede kullanılan bir yöntemdir. Yirmi beş gün içinde dudaklarda bir tebessüm fark edilir, kırk beşinci günde daha net bir sevinç sıçraması görülür en nihayetinde üç hafta sonra bebek işte bir kıkırdama ile karşınızdadır. İlk çocuksu gülüşler beden ruhun öz mutluluğu bulmasına izin verdiğinde gelir. Halk arasında bebeklerin göğe bakıp gülümsediği söylenir, doğrudur da. Kısa sürede tüm dünyaya da gülümser, böylece kelime mucizesi için yaratılan ağız gülümseyerek ilk iletişimi kurar.
El dönemi doksan gün sonra başlar. Çocuğun ellerinin varlığını aniden fark ettiği özel bir an vardır. Ancak hâlâ kendisine ait olduğundan şüphelenmez. Onu kendinden bağımsız ama olağan bir nesne olarak görür. Kolların otonom hareketi görüş alanına girdiğinde onları uzun uzun seyreder. Sonunda kolları bir arkadaşı kabul eder ve ona bakarken sık sık gülümser. Çocuk daima önce sağ elini, daha sonra sol elini keşfeder. Tersi olursa, muhtemelen solak olacaktır.
Bebek sonunda elini keşfetse de kullanmasını hâlâ bilmez. Eline gelen her şeyi kavrar, bebeğin neşeyle dinlediği çıngırağı eğer biri eline verirse onu sıkıca tutar ve biri parmaklarını açmaya çalışsa da o parmaklarını kuvvetle sıkmaya devam eder. Bir süre sonra rahatsız olup neredeyse ağlayacak duruma gelince bu gürültüden kaçmak ister ancak eli istemsizce çıngırağı tutmaya ve kolu onu istemsizce sallamaya devam eder. Beden, ruh için zor bir araçtır.
Bir gün el yanlışlıkla ağza dokunur. Bebek nedeni ve etkisinden habersiz elin ortadan kaybolmasına ağlar. Sonraki günlerde bu hareket her tekrarlandığında yavrucuk hep aynı şekilde şikâyet eder. Tekrar tekrar deneyince çocuk zihni hareket ve kaybolma arasındaki ilişkiyi kavrar. Bu tarihî anda çocuk elin onun bir uzantısı olduğunu ve dünyayı onunla kavrayabileceğini anlar.
Bu aydınlanma sonrası eller kâşif olmaya başlar: Bebek keşfeder, yakaladıklarını ağzına getirir, böylece neyin ne olduğuna karar verir.
Bu yöntemi kullanarak nesnelerle deneyler yapar, bazı nesneler buna olanak tanır bazıları tanımaz, bazıları hoş ve bu oyuna dâhil edilebilirken bazıları deneye karşı dayanıklı ve tehlikelidir. Zihin, her şeyin uzun gerekçeli fihristini yazmaya başlar.
Sonra çocuk bir coğrafyacıya dönüşür ve elleri sayesinde kendi uzuvlarında keşfe çıkar. Onları avuçları ve parmaklarıyla kavrar, vücudunun haritasını oluşturmak için yeterli olacak şekilde onları yavaş yavaş ve titizlikle test eder. Bununla birlikte bazı bölgeler kısa kollarına ulaşmaz. Örneğin; koltuk altı, ayak tabanı, sırt. Bu bölgeler sonsuza dek fethedilmeyecek ve böylece vücudun geri kalanının kaybedeceği epidermal duyarlılığını koruyacaktır. Bazı bölgelerde aşırı gıdıklamadan muzdarip olanlar, kendi coğrafyasına çok hâkim olamamış bebeklerdir.
Üç yüzüncü güne doğru ayak dönemi başlar. Üç ayda bebek başını yastıktan kaldırmayı başarır, altı aylıkken oturabilir ve dokuz aya gelindiğinde bacakları üzerine dikilebilir. Artık macera dolu fethine hazırdır. Çocuğu yürümeye teşvik eden hayati dürtü, insanı da dünyayı işgal etmeye teşvik edecektir.
Yalnızca olağanüstü bir dürtü çocuğun ayaklarını vitese geçirir, küçücük ve kısa bacakları buna destek vermekte ve tüm karın bölgesi ile ağır kafatasının yükünü taşımakta zorlanır. Eğer üç ya da dört ayağımız olsaydı, adım atmak daha kolay olurdu. Bunun yerine sabit dikilirken bile vücudun kırılma eğilimindeki dengesini yeniden inşa etmek için sürekli çaba sarf eden iki tanemiz var. Bunun yanında yürürken tüm vucudumuz her taraftan sallanır: Kalça dikey olarak, gövde yandan, omuzlar eksen içinde, baş ileri, kollar bir o yana bir bu yana sallanır. Ayak, zavallı ayak, olması gerektiği gibi dimdik durmamızı sağlar ve çökmemizi önler.
Mars’ta yaşayan bir mühendis insanın yürüyüşünü imkânsız, bebeğin yürüyüşünün ise abuk olduğunu düşünürdü. Ancak tellinayı hareketsiz ve kırlangıcı uçarken isteyen hayat abuk olanı gerçek yapmakla eğlenir. Yaşama göre bebeğin uzaktan umutsuzca baktığını kendisine erişir kılan mucizevi ayak dönemidir.
Tüm dürtülerin derinlerinde bir mutluluk yatar. Bu nedenle ilk adımlarda çocuğun boğazından küçük sevinç çığlıkları çıktığı duyulur. Muzaffer bir şekilde ona doğru gelirken ve o şeylere doğru yürürken zafer dürtüsü onu sarhoş eder.
Beyin dönemi görünmez bir şekilde kafatasının kapalı kutusu içinde ve submusküler karanlıkta gerçekleşir. Ruh (ayaklarını, ellerini, ağzını nasıl kullanacağını öğrendiği sırada) dünyayla temas kurması için elzem olan sinir sistemini kullanmayı öğrenir. Ancak doğumda, miyelinin yokluğu nedeniyle sistem eksiktir.
Miyelin, sinirleri saran beyaz, parlak, sümüksü, kaygan bir maddedir. Hepimiz onu ya kasap dükkânında ya da en azından mutfakta görmüşüzdür. Miyelin kılıfı olmadan sinirler hareket edemez. Yeni-doğanlar sinir sistemi yok denilebilecek bir düzeydedir bu nedenle de sistem verimli çalışmaz. Ancak dikkatini dünyaya çevirdiğinde (şaşkınlıklar ve parıltılar arasında) çocuk ruhu heyecanla miyelini giyinip çalışmaya koyulan sinirleri uyarır. Bu nedenle yavrunun tavırları günden güne değişime uğrar. Miyelin olmadan sinirlerin hareket ettiremediği bacaklar yavaş yavaş uzanmaya başlar. Belli bir anda çocuk onları acımadan büker durur, bu işte o kadar ustalaşır ki ayak başparmağını ağzına bile götürebilir. Ellere gelince, artık küçücük parmaklarıyla yumruğunu sıkmayı bırakır ve onun yerine başparmak ile işaret parmağını buluşturana kadar daha serbestçe hareket ettirmeye başlar. Bu kullanılabilirlik, insana nesneleri aletlere dönüştürmesine ve kendisini dünyanın efendisi kılmasına yetecektir.
Yüz yirmi günde miyelin kılıfı kortikal liflerin çoğunu kaplar; beş yüz günde görsel, işitsel merkezler ve motor merkezleri tamamlanır; onu takip eden iki yüz gün içinde de tüm sinir sistemi kurulur. Sinirlerin efendisi olan ruh, dünyevi düşünmeyi öğrenir.
Düşünmenin birçok yolu vardır ama temeli iki derin düşünce oluşturur. Yanardöner, sezgisel, topyekûn, ne imgelerle ne de kelimelerle yüklenmiş, saf, soyut ve semavi bir düşünce. Bir de daha dünyevi, somut, bedensel deneyimlerden edinilmiş, çocuğun emme, yakalama, hareket etme sorunlarına pratik ve yararlı çözümler bulma girişimlerinin sonucu olan bir düşünce. Çocuk ruhu zaman zaman bulduğu yararlı çözümleri kaydeder ve bir sonraki sefer kullanmak için onları muhafaza eder. Bu düşünce biçimi, şematik, organik ve rutindir, miyelinin beyinde ve sinir sistemi boyunca yayılması ile ilgilidir. Ancak sadece cehalet safra ve karaciğer gibi beynin düşünceyi salgıladığını söyleyebilir. Oysa beyin, televizyon setinin hertz dalgası üzerinde olması gibi zihindedir. Gerçek şu ki beden hayatın bir nedeni değil, bir sonucudur.
Kalçaların dönemi lazımlık dönemidir. Lazımlık ilk çocukluk günlerinde en önemli sırayı işgal eden ve Latinlerin matula ismini verdikleri bir ev eşyasıdır. Zaten ancak bu eski isim ona bir asalet vermeyi başarır. Hoş sohbet için böylesi konuların sessiz kalması elzemdir ancak yaşam hakkında konuşmamız gerekirse, yaşamın içindeki yontulmamış ancak bir o kadar da samimi hâllerimizi de konuşmamız gerekir. Dahası, özellikle kalça döneminde bu küçük insan samimi ile yapmacık olan arasında bir uzlaşma aramaya başlar ve bu yaşam boyu asla sona ermeyecek bir arayıştır.
Üç ya da dört yüzüncü günler civarı, anne ilk defa kalçalarını kullanması için bebeği lazımlığa oturtmaya zorlar. Tüm amatör fotoğrafçılarınn en az bir kez canlandırdığı bu komik pozisyon, bebeğin bilinçsiz rahatsızlığının aldığı görünüm yüzündendir. Bununla birlikte, kalça dönemi komik, ahlaksız veya nafile olmaktan çok uzaktır. Zıtlıklarla dolu bir çağdır ve rezonansları yaşam boyunca yankılanacaktır.
Kalçasını lazımlığa uzatmaya zorlandığından, çocuğun günleri derinden değişir ve daha karmaşık hâle gelir. Yetişkinler (iktidar sahipleri) kendisinden o zamana kadar fren yapmadan serbestçe kullandığı bu viseral uyaranları kontrol altına almasını talep ediyorlar. Ve yalnızca bu da değil, aynı zamanda sevinçlerinin ve acılarının bağlı olduğu zorlu bir durum bu. Lazımlığın göründüğü veya kaybolduğu durumlara göre kendini tutmayı veya bırakmayı başarırsa, yetişkinler onu alkışlar, şımartır, ödüllendirir, kısaca sevgi, koruma ve övgü ihtiyacını karşılarlar. Şayet başarısız olursa, yetişkinler bağırır, suçlar, duygusal olarak kendilerini ondan ayırır ve onu akut bir yalnızlık duygusuna terk ederler.
Despotizm tarafından sıkıştırılan küçüğün nihayetinde sabrının taştığı bir an vardır: Lazımlık çağında isyan etmek için üzerini kendi ishaliyle baştan aşağı kirletmeyen hiçbir çocuk yoktur. Tüm bebekler bunu yapmadıysa da mutlaka girişiminde bulunmuşlardır. Dünya sakinleri arasında tek devrimci insandır.
Her dönem kendi hazlarını ve acılarını sunar, kendi hassasiyetine sahiptir, kalça dönemi bile. Viseral hareketlerini kontrol etmekte zorlanan çocuk kısa sürede tutmanın ve bırakmanın verdiği hazzı fark eder. Bazı durumlarda bu zevkler çocukluk ve ötesinde devam eder.
Yalnızca beş yüz günlük bir bebeği iyi tanıyanlar lazımlığın ne kadar önemli olduğunu bilirler. Küçük insana fizyolojik ve biyolojik değerlerin yanında sosyal ve ahlaki değerler kazandırır. Dürtü dalgalarını tutan barajın yükseldiği yer onurun ana karasını kurtarır, hiçbir insan onsuz yaşayamaz, suçlular bile; onlar da onayı yasaklayan ve sessizliği zorunlu kılan kendi kurallarına saygı duyarlar.
Lazımlık bebeğin içinde iki kişilik bulunduğunu ortaya çıkarır: temiz, mis kokulu, erdemli, saygın ve pis, kötü niyetli, suçlu, zulmeden. Bu iki karakter arasında insan nasıl bir denge kuruyorsa bebek de bir denge kurar.
Beş yüz ve dokuz yüz gün arasında bebek birçok dönemden geçer. Yüz seksen gün sonra başlayan diş dönemi kendini altı ay içinde tekrar eder, bu esnada vücudun büyümesi yavaşlar. Dişlerin filizlenmesi (farklı bir beslenme safhası oluşturarak) yamyamlığa varan saldırganlıktaki artışla çakışır, bebek aniden annenin göğsünü ısırır ve annenin çığlıklarına neden olur. Dişler büyür ve kafatasındaki fontaneller kapanır.
Yaklaşık yirminci aya doğru reddetme yani “Hayır!” dönemi başlar: İnatçı bir disiplinsizliğin dönemi, küçüğün çelişkide kalıp sonrasında her şeyi reddettiği dönem. Eğer bir şeyi yalnız yapmaya karar verirse, ona yardım etmenin bir yolunu bulamazsınız ve eğer annesinin yardım etmesine karar vermişse teyzesi dahi olsa bu yardımı bir başkasından kabul etmez. Yakaladığı nesneleri bırakmayı reddettiği ve başkalarının nesnelerini devralmaya çalıştığı dönemdir. Ne kadar inatçı olsa da müstehcendir de ve kendi itaatsizliğine isteyerek güler. Akşamları yatmadan evvel pijamalarla başlayıp ışıkların kısılması, dua etmek, bir yudum su ve masal ile devam eden titiz bir törene saygı gösterilmesini talep eder. Sonra hassaslaşır, karanlıkta annesini çağırır, biraz daha su ister, burnunun silinmesine ihtiyacı vardır ve annesinden bir öpücük bekler.
Bebek altı ya da yedi yüz günü devirdiğinde artık inkâr dönemi bitmiş onun yerine rıza dönemi başlamıştır. “Hayır” dönemini sistematik şekilde istekli bir “evet” dönemi devralır, karşı çıkma hazzının yerini iş birliği kurma hazzı alır. Oyunlar daha uzun sürer ve daha sakindir, geceler de daha sessizdir. Herkes bu iyi huylu hâli için çocuktan “Ah, ne kadar iyi!”, “Melek gibi!” diye bahseder. İlk utangaçlıklar bu dönemde dışarı sızar. İnsanları yabancılar, onlardan utanır, artık eskisi gibi her bulduğu yere gizlice girmeye cesaret edemez, en fazla tanımadığı bir odanın eşiğinde ürkek bir bakışla bekler durur. Daha az olmamak üzere üç yaş, beş yaş krizleri gibi başka krizler döngüsel olarak birbirini takip eder. İnsan varlığı bir krizi aşar, karşısında bir diğerini bulur.
Geçen dokuz yüz gün bebeği en önemli dönemine götürür: Bu, taklit dönemidir. İnsan, zekâsı bizimkinden çok daha hızlı yükselen bir şempanze ile aynı zihinsel düzeyde doğar. Üç ayda maymun bebeği ikiye katlar. Ancak dört yüz günde zekâ seviyeleri birbiri ile denkleşir. Bu dönemde bebek sorunlarını yaşıtı bir şempanzenin çözdüğü gibi çözer. Her ikisinin de nesneleri yuvarlayarak ya da bir iple sürükleyerek eğlendiğini görürüz, ikisinin de oyuna doyana kadar sabırla onları söktüklerini, en nihayetinde de sinirlenip daha önce çok sevdikleri bu oyuncağı yok ettiklerini görürüz.
Şempanzeler ve bebekler aynı ilkel dönemlerden geçerler. İnsanları taklit ederken kaşıkla yemek yemeyi, montlarını çıkarabilmeyi ve bir şeker paketini açabilmeyi öğrenirler. Ancak maymunda taklit kendi içinde bir sondur, çıkmaza girer ve daha ileri gitmez. Bebekte ise bir üst model üretme çabası ve ideal bir yetişkin ile özdeşleşme arzusunu temsil eder. İlkel dönem küçük insanı bu yöntemle dile getirirken, şempanzeyi çığlığı ile baş başa bırakır.
Dokuz yüzüncü güne ulaşan bebek artık sayısız ayak izi ile işaretlenmiş, bu zamana kadar içinde bulunduğu çevre onu anbean şekillendirmiştir. Her şeyden evvel ailenin eksiksiz olması beklenir: annenin hassasiyeti, babanın otoritesi, erkek kardeş ile (ya da kız kardeş) eşitlik. Oedipus, Kronos, Gaia[1 - Oedipus: Thebes’in mitolojik kralı, Laios ve Jokaste’nın oğlu. Babasını öldürüp, annesiyle evlenmiştir. Uranüs ve Gaia’nın son oğlu olan Kronos titanlar soyundandır ve babası Uranos’u erkeklikten yoksun etmekle birinci kuşak tanrıların egemenliğine son vermiş, ikinci kuşağı başa geçirmiştir.] isimleri çocuğun psişik büyümede geçirdiği üç aşamayı simgeler, çocuk yalnızca eksiksiz bir ailede yaşıyorsa bu aşamalar ile yüzleşip onların üstesinden gelebilir. Herkes ailedeki tek çocuğun, on kardeşli bir çocuğun, boşanmış ya da eşi ölmüş ya da yeniden evlenmiş bir kadının çocuğunun, gayrimeşru bir çocuğun yaşadığı samimi sorunları bilir.
Yalnızca aile değil milliyet de bebekte kendi izini bırakır. Renkli tene sahip olanlar beyaz tenlilerden evvel büyür, Çinliler Hollandalılardan farklı bir korpus kallosuma sahiptir, dolikosefal ya da brakisefalin[2 - Kafatası ölçümü, kafatası kemiklerinin uzunluklarının ölçümüne dayanan teknik. Yirminci yüzyıl başlarında antropologlar tarafından insan popülasyonlarını kategorilendirmek için başvurulan en yaygın yöntemlerden biriydi. Amerikalı Antropolog Carleton Stevens Coon tarafından 1960’lı yıllara kadar kafatası indeksi insanları kategorilendirmek için kullanılmıştır.] serebral kıvrımlarının farklı olması gibi. Tarihsel olaylar da bebeklerde izlerini kaydeder. Devrimler ve savaşlar sırasında, çocuklar ölmeseler bile kötü büyürler.
Bununla birlikte bebeğin ilk dokuz yüz gününü geçirdiği coğrafya da bebekte izini bırakır. Şehrin veya kırsal bölgenin, dağların veya denizlerin, iklimlerin, ışığın, havanın bile izi vardır. Beslendiği gıdalar ve yaşadığı mesken bebeğin gelişiminde kendine yer edinir. Anne sütü ile beslenenler, kutu mama yiyenlerden farklıdır, Afrika kulübesinde büyümüş olanlar, Arap çadırında veya Avrupa’da bir gökdelende büyütülmüş olanlarla eşit değildir.
Ancak en önemli ve en belirleyici iz anneden gelir. Annesinin yanında yetişenler ve annesinden ayrı olan bebekler arasında psişik gelişimde şaşırtıcı farklılıklar grafiksel olarak kaydedilmiştir. Yetimhanedeki araştırmalar yetimlerin konuşmada yaşıtlarına göre geciktiğini göstermiştir, herkese güven duymazlar ve aşağılanma ile beceriksizlik hissinden korkarlar.
Genç anne bebeğine ilk dokuz yüz gün içinde daha sonra öğretebileceğinden daha çok şey öğretir. Onu besler, ısıtır, sallar, kollarıyla onu yukarı kaldırır, yıkar, uyutur, gülmesini ya da ağlamasını yorumlar, kekemeliklerini çevirir, adımlarını destekler, hislerinde, düşüncelerinde, konuşma ve hareketlerinde onu yönlendirir. O ilk ve hatta tek eğitimcidir. Geri kalanlar sadece onun yaptıklarının sonucudur.
İnsan anneliğinin kaplan ya da kartallar gibi bir içgüdüden ibaret olduğunu söyleyerek değerini azaltma girişimlerinde bulunanlar olmuştur. Doğru, annelik bir içgüdüdür. Böcekler arasında da ortaya çıkar hatta bazı sebzeler bile yavruları için anne bakımı gösterir. Annelik bir içgüdüdür ama bu onu küçültmez aksine yükseltir.
Annelik bir içgüdüdür çünkü sayısız varlığı yaratan, bu varlıklara nüfuz eden, onları destekleyen ve yönlendiren itici bir güce sahiptir. Annelik duygusallığı vurgulayarak hayatın vurdumduymazlığını durduran bir içgüdüdür. Annelik dünyaya hükmeden bir içgüdüdür ve varlığı bizi cesaretlendirir ve bizi umutsuzluktan kurtarır. Bu nedenle, yüzyıllar boyunca insanlar annelik adına bin tapınak yükseltmiş ve bin sıfat ile onu kutsamıştır.
KELİMENİN BÜYÜSÜ
Erken çocukluk döneminde hepimiz çok dilliydik. Bugün yalnızca kendi lehçelerini konuşanlar, o zamanlar her dilin en zor seslerini bile telaffuz edebilirlerdi. Babil ve kulesinden önceki zamanlarda gibiydik.
Hâlâ anne sütü alan bebekler İngilizcede “th”yi nazikçe ve Fransızcada “u”yu canlı, İtalyancada “c”yi tatlı şekilde, Almancada “sch”yı akıcı ve İspanyolcadaki “ju”i enerjik hâlde kendiliğinden ifade edebiliyorlardı. Dahası Çince gibi tek heceli dillerin ve Türkçe gibi eklemeli dillerin ya da Afrika pigmelerinden Buşman halklarının şaklamalı seslerini bile çıkarabiliyorlardı.
Birtakım bebeklerin agulamaları kayıt altına alındı ve sürpriz bir şekilde dünyanın her yerinde çocukların aynı şekilde şakıdıkları fark edildi. Bize agulama gibi görünen sesler oysaki günümüzün, geçmişin, geleceğin kısacası tüm insanlığın ortak fonetik alfabesidir, öyle ki bu seslerde Latince, Sanskritçe, Asur gibi ölü diller de var, büyük yaşayan diller, hatta henüz doğmamış diller bile var, şayet o zaman bile insan dünyayı doldurmaya devam ederse on ila yüz bin yıl arasında yaşayacak insanların, gelecekten gelen insanların gizemli dilleri bile var.
Özellikle anne bir sabah uyanıp henüz iki aylık bebeğine şöyle bir baktığında onu ilk kez açık gözlerle, heyecan içinde ve epeyce bir tükürük harcayarak çıkardığı gırtlaktan örtülü, açık ya da sert sesleri bir düzene koymaya çalışırken görünce şaşırır. Bu anne için tatlı ve rahatlatıcı bir agulamadır. Nihayetinde hasta olsaydı böyle şakıyamazdı, hasta bir kanarya gibi suskun kalırdı. Anne gülerek bu sağlıklı, güzel, neşeli varlığa baktı: Âdem’in zikrinden şüphe etmeden onun şakımasını dinledi.
Dünyaya gözlerimizi açtığımızda ilk olarak titrek sesli harfleri telaffuz ettik. Bu İtalyanların ve Fransızların açık bir “e” harfi, Almanların ise üstte iki noktalı “ӓ” harfidir. İlk ağlayışımız gözyaşı olmadan ve uzun süren bir ağlayıştı, yalnızca birkaç gün sonra ise (önce bir “u” sonra bir “h” sesi ile gelişerek) “ueh” sesini alarak küçük bir insan yankısına dönüştü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/piero-scanziani/insanin-macerasi-69428629/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Oedipus: Thebes’in mitolojik kralı, Laios ve Jokaste’nın oğlu. Babasını öldürüp, annesiyle evlenmiştir. Uranüs ve Gaia’nın son oğlu olan Kronos titanlar soyundandır ve babası Uranos’u erkeklikten yoksun etmekle birinci kuşak tanrıların egemenliğine son vermiş, ikinci kuşağı başa geçirmiştir.
2
Kafatası ölçümü, kafatası kemiklerinin uzunluklarının ölçümüne dayanan teknik. Yirminci yüzyıl başlarında antropologlar tarafından insan popülasyonlarını kategorilendirmek için başvurulan en yaygın yöntemlerden biriydi. Amerikalı Antropolog Carleton Stevens Coon tarafından 1960’lı yıllara kadar kafatası indeksi insanları kategorilendirmek için kullanılmıştır.