Peygamberimiz

Peygamberimiz
Muhammed Ali Lâhûrî
Hz. Musa’dan itibaren birçok peygamber gelmiş, bunlar ancak belirli noktalarda örnek olmuşlardı. Lakin Peygamber Efendimiz, Hz. Musa’nın mertliğini, Harun’un duygusallığını, Yuşa’nın kahramanlığını, Eyyüp’ün sabrını, Davud’un cesaretini, Süleyman’ın azametini, Yahya’nın sadeliğini, İsa’nın tevazusunu daha bir mükemmel şekilde şahsında toplamıştı. Bu nitelikleri şahsında toplaması da Peygamberimiz’in özelliklerinden biridir. Bu da kendisini diğer peygamberlerden ayırmaktadır. Büyük insanların başarıları genellikle muayyen bir saha için geçerli olduğu hâlde, Peygamberimiz’in başarısı insani olan bütün sahalar için geçerliydi. Bu da onun en büyük özelliklerinden biriydi. Mesela büyüklük bir milleti ıslah etmek, ihya etmekten ibaretse; Araplar gibi cehalet devrinde tereddi gösteren bir milleti medeniyetin bayraktarı yapabilecek kadar yükselten bir insandan daha büyük kimse görmek mümkün müdür? Büyüklük, birbirine zıt unsurlardan ahenkli bir bütün meydana getirmekten ibaretse; Araplar gibi asırlarca kan davaları yüzünden birbirini boğazlamış bir milleti bir tek inanç etrafında birleştirmekten daha bütünleştirici bir şey düşünülebilir mi? Eğer büyüklük ahlak sahibi olmakta ise dost düşman tarafından emin olarak tanınan Peygamber Efendimiz’in eşi, benzeri olabilir mi? Eğer büyüklük fetihler ile ölçülecek olursa; kimsesiz bir öksüzken büyük bir hükümdar gibi nice zaferlere erişen Peygamberimiz’in bir benzeri daha gösterilebilir mi? Peygamber Efendimiz, Arabistan’da putperestliği ve şirki kökünden temizlemiştir. Bu memleketi Allah’ın nuru ile aydınlatmıştır.

Muhammed Ali Lâhûrî
Peygamberimiz

KİTAP VE YAZAR HAKKINDA

Muhammed Ali Lâhûrî (1874-1951)
Mevlana Muhammed Ali, Ahmediye hareketinin Lahor kolunun kurucusudur. Hindistan’da, Murar’da (Kapurthala) doğdu.[1 - Sajida S. Alvi, “Muhammad Ali Lâhorî”, Encyclopedia of Religion, c. 8, 1987, New York, s. 423.] Muhammed Ali, Batı tarzındaki okullarda öğrenim gördü ve 1894’te Lahor’daki Government College’dan mezun oldu. S. Muhammed Tufeyl, onun İslam hakkında düzenli bir eğitim almadığını ve Kur’an’ı kendi kendine öğrendiğini yazar. 1894’te Lahor İslamia College’da matematik hocası tayin edildi. İngiliz dili ve hukuk alanındaki yüksek lisansını tamamladı. 1897-1899 yıllarında Lahor Oriental College’da öğretim üyesi oldu. Bir süre avukatlık yaptı.[2 - Azmi Özcan, “Muhammed Ali Lâhûrî”, TDVİA, C. 30, İstanbul, 2005, s. 500-502.]
Gulâm Ahmed ondaki potansiyelin farkına vardı. Ondan kendisini ilme adamasını ve İngilizce yayın yapmasını istedi.[3 - Zahid Aziz, “A Survey of the Lahore Ahmadiyya Movement”, U.K, 2008, s. 28-29.] Mevlana Muhammed Ali, Kadiyan’a yerleşerek Gulâm Ahmed’in teşvikiyle ilmî çalışmalara başladı. Bir süre onun konuşma ve yazılarını İngilizceye çevirdi, bazı telif denemeleri yaptı. Kadiyanilerin, ilk sayısı Ocak 1902’de çıkan yayın organı “The Review of Religions” dergisinin editörlüğünü üstlendi. Gulâm Ahmed, 1905’te açıkladığı vasiyetinde kendisinden sonra cemaatini yönetmek üzere teşkil ettiği Sadr-ı Encümen-i Ahmediye’ye Muhammed Ali’yi de aldı.
Muhammed Ali ileri düzeyde bir İngilizce ve Urduca ile yazılarını yazmıştır. Yazılarını dilin tüm kuralları ve Batı araştırma metodolojisi ile donatmıştır. Muhammed Ali, Hristiyan misyonerlerinin İslam’a yönelik eleştirilerine cevap vermiştir. O, Kur’an metinlerini İngilizceye çeviren ilk Müslüman’dır. [1917][4 - Alvi, “Muhammad Ali Lâhorî”, s. 423.]
Osmanlılar’a kayıtsız kalan Gulâm Ahmed’in ve sonraki Kadiyanilerin aksine Osmanlı hilafetini desteklemiş, bu amaçla iki risale kaleme almıştır. Geleneksel İslam anlayışını devam ettirmesine rağmen Gulâm Ahmed’in hayatına ve eserlerine aşırı vurgu yapması, onu beklenen mesih olarak anması, modernist görüşlerinde Seyyid Ahmed Han ile Batıcıları takip etmesi, modern bilimin verilerine çok güvenmesi yüzünden birçok kişi ona tereddütle yaklaşmıştır. Ebü’l Hasan Nedvî, 1959’da yazdığı kitabında Muhammed Ali’nin görüşlerine olumsuz bakışını ilmî seviyede sürdürürken eserlerinde aşırı bir çizgi takip eden İhsan İlahi Zahir, onu, Müslümanları aldatmakla suçlamıştır. Pakistan’da ulemanın girişimiyle Kadiyanilerin hem Kadiyan kolu hem Muhammed Ali’ye bağlı Lahor grubu, İslam dışı azınlık ilan edilmiş, bu hüküm anayasaya ve ceza kanununa da konulmuştur. Neticede Lahor Ahmedileri, Pakistan’da pasif hâle gelmişlerse de başka ülkelerdeki faaliyetlerini yaygınlaştırmışlardır.[5 - Hadiye Ünsal, “Mevlana Muhammed Ali’nin ‘The Holy Qur’an’ Adlı Meal Tefsiri Üzerine Bir İnceleme”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana, 2010, s. 10.]
Gulâm Ahmed’in halifesi Hakîm Nûreddin’in 1914’te ölümü üzerine ikinci halife seçilen Mirza Beşîrüddin, Gulâm Ahmed’in peygamberliğine inanmayanları kâfir ilan edince cemaat ikiye ayrıldı.[6 - Bashir Ahmad, “Ahmadiyya Movement”, 1994, İslamabad, s. 67-68,71.] Muhammed Ali bazı arkadaşlarıyla birlikte Kadiyan’ı terk edip Lahor’a yerleşti. Burada Ahmediye Encümen-i İşaat-ı İslam adıyla cemaatin bir şubesini açtı ve ölümüne kadar başkanlığını yaptı.[7 - Bashir Ahmad, “Ahmadiyya Movement”, s. v.] Cemaat faaliyetlerinin büyük bir kısmı Lahor merkezli olarak yürütüldüğü için bu yeni hareketin mensuplarına Lahorî Ahmedîleri denildi. Muhammed Ali, cemaat faaliyetleri için şube açmak ve tebliğde bulunmak amacıyla yakın bölgelere seyahatler düzenledi, dünyanın çeşitli bölgelerine davetçiler gönderdi. 13 Ekim 1951 tarihinde Karaçi’de öldü ve Lahor’da defnedildi.
Mevlana Muhammed Ali’nin “Ku’ran-ı Kerim”, tefsir, hadis, kelam ve mezhepler tarihi ile ilgili pek çok eseri mevcuttur. Siyer ve İslam tarihi ile ilgili eserleri aşağıda verilmiştir.
Kendilerinden ayrıldığı Kadiyaniler kadar iyi teşkilatlanmış olan Muhammed Ali; Kadiyaniliğin, Kadiyan ve Rebve koluna sert eleştiriler yöneltmiş; Ahmedîliğin asıl amacının İslamiyeti yaymak olduğunu söylemiş; peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdiğini, Gulâm Ahmed’in peygamber değil müceddit ve beklenen mesih olduğunu ileri sürmüş; Gulâm Ahmed’in kitaplarındaki vahiy ve nübüvvet gibi ifadelerin sembolik anlatımlar şeklinde ve tasavvufi çerçevede anlaşılması gerektiğini belirtmiştir.
Siyer ve İslam Tarihiyle İlgili Eserleri
“Ahmed-i Müctebâ” [Lahor 1917], Kur’an’da, Hz. İsa tarafından Ahmed ismiyle müjdelendiği bildirilen kişinin [61.Saf 6] Hz. Muhammed olduğunu ispatlamak amacıyla telif edilen eserde Mirza Mahmud Ahmed’in, Gulâm Ahmed’in nebi olduğu yolundaki yanlış inancını reddedici mahiyette izahlara da yer verilmiştir.
“Muhammad and Christ” [Lahor 1922], Hristiyan misyonerlerin Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den daha üstün olduğu iddiası üzerine telif edilen eserde Hz. Muhammed ile Hz. İsa, Kur’an’daki ayetler ışığında karşılaştırılmıştır. Geniş ölçekli ün kazanan eser Doğu’da (Asya) ve Batı’da on beş farklı dile çevrilmiştir.
“Tarih-i Hilafet-i Raşide” [Lahor 1924, 1932], Dört halife dönemiyle ilgili olan eser, Mevlana Ya’kub Han tarafından “The Early Caliphate” adıyla İngilizceye tercüme edilmiştir. [Lahor 1932-1947-1951]”
“Hâtemü’n-Nebiyyin” [Lahor 1937], Urduca bir siyer kitabıdır.
“Living Thoughts of the Prophet Muhammad”. [London 1947] Eser müellif tarafından Urducaya çevrilmiş ve “Zinda Nabi ki Zinda Ta’lim” adıyla yayımlanmıştır. [Lahor 1948][8 - Aziz, a.g.e, s. 34-35.]
“Sîretü Hayrü’l-Beşer” [Lahor 1919], Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili olup müellifin en meşhur eserlerinden birisidir. Eserde yeri geldikçe İslam karşıtlarının Hz. Peygamber’e yönelik eleştirilerine de cevap verilmiştir. Muhammed Mustafa adıyla bir muhtasarı da bulunan eserin [Lahor 1929] “Muhammad the Prophet” adlı İngilizce çevirisi Mevlana Muhammed Ya’kub Han tarafından yapılmıştır. [Lahor 1924] Bu tercüme “The Prophet of İslam” adıyla ihtisar edilmiştir. [Lahor 1928] Müellif, kitabın İngilizce tercümesinin ikinci baskısına [Lahor 1932] “Islamic Wars” ve “The Alleged Atrocities of the Prophet” [Lahor 1930], adıyla iki risale eklemiştir. Eserin bu baskısının otuzu aşkın dile çevrildiği belirtilir. Eser, Ömer Rıza Doğrul tarafından “Peygamberimiz Aleyhisselam” [İstanbul 1341-1342], Ali Genceli tarafından “Peygamberimiz’in Hayatı: Sîretü’n-Nebî” adıyla Türkçeye de çevrilmiştir.
Mevlana Muhammed Ali’nin Metodolojisi
Mevlana, eserin ilk iki bölümünde İslamiyetten önce Arap Yarımadası’nın genel durumu hakkında bilgi verir. Üçüncü bölümde kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in müjdelenmesi üzerinde durur. Tevrat’tan ve İncil’den parçalar verip bunları Kur’an’dan ayetler ile destekleyerek Hz. Muhammed’in kutsal kitaplarda müjdelendiği sonucuna varır. Beşinci bölümde; Hz. Muhammed’in ataları ile ilgili bilgiler verir. Altıncı bölümde Hz. Muhammed’in nübüvvetten önceki hayatını anlatır. Özellikle “el-Emin” sıfatını alışı, “hilfu’l-Fudûl”a katılışı, Kâbe’nin tamiri esnasındaki hakemliği ve “Hacerü’l-Esved”i yerine koyuşunu anlatır. Maun Suresi’nin ayetlerine atıfla Hz. Muhammed’in yetimlere, yoksullara ve çaresizlere karşı çok iyi davrandığını belirtir. Daha sonra vahyin başlangıcı, ilk Müslümanlar ve Habeşistan’a hicreti anlatır. Onuncu bölümde Garanik Olayı ile ilgili olarak bazı değerlendirmeleri mevcuttur. Taberi ve Vakıdi’nin rivayetlerinin temel alınarak tüm hayatı putperestlikle savaş ile geçen bir Peygamber’in putlara secde etmeyeceğini, onları tanımayacağını belirtir. Bu rivayetlerin mevsuk olduğunu belirtir. Daha sonra Hz. Muhammed’in ve ilk Müslümanların çektikleri eziyetleri uzun uzun anlatır. Medine’ye hicreti anlatır. Ancak Hz. Muhammed’in kendi can korkusuna hicret etmediğine vurgu yapar. Öyle olsa idi; önce kendisi giderdi şeklinde bir değerlendirmesi vardır. Hz. Peygamber’in Allah’a tam güvendiğini, davasına sadık olduğunu belirtir. Bu yüzden Hz. Peygamber’in en son hicret ettiğini belirtir. Batılı yazarların kitaplarından bölümler vererek onların Hz. Muhammed’in çok kısa bir sürede bu kadar değişiklik meydana getirmesine hayranlıklarını belirtir.
Medine anayasası üzerinde durur. Hz. Peygamber’in, barışı her zaman ön planda tuttuğuna vurgu yapar. Bedir Savaşı’nı anlatırken, coğrafya bilgisini de kullanarak tam bir tarihçilik yapmıştır. Ebu Süfyan’ın Mekke’ye göndereceği habercinin ve gelecek yardımın en az otuz günlük bir sürede geleceğini Bedir’in Mekke’ye üç günlük mesafede bulunduğunu, dolayısıyla Mekkelilerin çok önceden hazırlık yaptıklarını belirtmektedir. Olayın yanlış anlaşıldığını hatta Müslüman tarihçilerin bile bu gerçeğin farkına varamadıklarını belirtir. Bedir Savaşı’nda Allah’ın yardımı ile hakkın batıla üstün geldiğini belirtir. Görüşlerini ayetler ile desteklemektedir. Hudeybiye Antlaşması’na kadar olan bölüm klasik kaynaklara uygun bir şekilde anlatılmış, yer yer ayetler ile desteklenmiştir. Hudeybiye Antlaşması’na ayrı bir önem vermiş, Müslümanlığın ve Hz. Muhammed’in birinci gayesinin barış olduğunu antlaşma esnasındaki olaydan örnekler vererek ortaya koymaya çalışmıştır. İslam dinin, barış ortamında daha hızlı yayılacağını savunmaktadır ve bu görüşüne Hudeybiye’den Mekke’nin fethine kadar geçen yaklaşık üç yıl gibi kısa bir sürede Müslümanların on bin asker toplayabilmesini delil olarak gösterir.
Mekke’nin fethini ve Huneyn Savaşı’nı, İslam’ın bütün Arabistan’a yayılışını klasik kaynaklara uygun bir şekilde anlatmıştır. Veda hutbesi’ni anlattıktan sonra Hz. Muhammed’in evliliklerinden bahsetmiştir. Hz. Muhammed’in iddia edildiği gibi şehvet düşkünü olmadığını, hayatının elli beş yılını tek eşli geçirdiğini belirterek yapılan evliliklerin siyasi ve insancıl olduğunu belirtmiştir. Peygamberimiz’in güzel ahlakını ayet ve hadislerle anlatarak kitabını bitirmiştir.
Kaynak olarak gerek klasik kaynaklar gerekse Batılı kaynakları rahatlıkla kullanmıştır. Anlatımlarını Kur’an’dan ayetler ile süslemiştir. Ara ara bilimsel tarihçiliğin tüm unsurlarını kullansa da yer yer savunmacı bir tarih anlayışı benimsediği görülür.

    Dr. Zekeriye Akman Ankara, Ocak 2013

BİRİNCİ BÖLÜM
ARABİSTAN VE ARAPLAR
Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke’de, dünyalar için mübarek ve doğru yol gösteren Kâbe’dir.[9 - Ali İmran, 3/96.]
“Arabistan Yarımadası” ismiyle bilinen memleket; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının bulunduğu doğu yarım kürede, merkezî bir yer işgal eder. Arabistan âdeta eski dünyanın kalbi gibidir. Bir din tesis eden peygamberlerin sonuncusu olan Peygamber Efendimiz’in ataları bu memlekettendir. Doğuda Basra Körfezi, batıda Kızıl Deniz, güneyde ise Umman Denizi, Dicle ve Fırat nehirleri mevcuttur. yarımadanın doğusundaki Basra Körfezi’ne dökülen Dicle ve Fırat nehirleri, kuzeydoğuda sanki tabii bir sınır gibidir. Coğrafyacılar Irak ile Arap Suriye’sini, yarımadanın bir parçası olarak kabul etmişlerdir. Irak ve Suriye diyarı çıkarıldığında, Arabistan Yarımadası 12.000 mil karelik bir alandır. Bu sahanın hemen hemen üçte birini çöller teşkil eder. Böyle olmakla beraber yarımadada küçük akarsulara da rastlanır. Fakat bunlar çöllerde kaybolur gider. Yarımadada kuzeyden güneye doğru uzanan dağ silsilesinin en yüksek noktası 2400 metreye ulaşır. Yarımadanın başlıca mahsulü hurmadır. Eski devirlerde burası; altın, gümüş, kıymetli taşlar ve baharatıyla meşhurdu. Arabistan’da en kıymetli hayvan ise deve ile attır. Arap atı, güzelliği, sureti ve hareketliliği itibarıyla emsalsizdir.
Hâlihazırdaki siyasi taksimat, Irak ile Arap Suriye’sini Arap Yarımadası’nın bir parçası olarak tanımamaktadırlar. Aslında bunlar Arabistan’ın bir parçasıdırlar. Irak, İran’a bitişik olarak uzanır. Uzun bir zaman İslam eğitim sisteminin bir merkezi olarak Basra ve Kufe, Hz. Ömer zamanında tesis olunmuşlardı. Arap Suriye’si kuzeydedir; Halep’e kadar uzanır. Bu sebepten Arap coğrafyacıları, Arabistan’ın kuzey sınırını Fırat nehri olarak gösterirler. Hz. Musa’nın vahiy aldığı Sina Dağı bu kısımdandır. Bir zamanlar Amalika burada büyük bir devlet kurmuştur.
Asıl Arabistan birtakım coğrafi bölgelere ayrılır. Harem-i Şerif’in içinde bulunduğu kısım Hicaz’dır. Mekke, başlangıcı kesin olarak bilinmeyen bir zamandan beri Kâbe-i Muazzama içinde bulunduğundan büyük bir hürmet görmüştür. Bu hürmetten dolayı Kâbe’nin etrafında herhangi bir düşmanca hareket yasaklanmıştır. Harem-i Şerif adıyla da anılmasının sebebi budur. Yahudilerin mukaddes kitabı Tevrat’ta, Hicaz; Paran ismiyle geçer. Hicaz’ın meşhur şehirleri Mekke, Medine ve Taif’tir. Hicaz, Kızıldeniz sahili boyunca bir dikdörtgen gibi uzanır. Hicaz’ın başlıca limanları Cidde ve Yenbu’dur. Mekke ve Medine’ye giden hacılar buralara inerler. Hicaz’ın doğu tarafından Necid ile batı tarafından Yemen’in bir parçası olan Asir ile sınırlıdır.
Arabistan’ın ikinci önemli kısmı, yarımadanın güneyinde bulunan Yemen’dir. Hadramut ile Ahkaf, Yemen’in önemli merkezleridir. Arabistan’ın en verimli parçası Yemen olduğundan, en medeni bölümü de burası olmuştur. Bugün bile o tarihlerden kalma muhteşem binaların enkazlarına rastlamak mümkündür. Su kaynaklarını dağlardan kurtarmak ve arazinin sulanmasını temin maksadıyla, burada muazzam kemerler yapılmıştı. Bunların en meşhurlarından birisi, Kur’an’da da zikredilen Ma’rib Seddi’dir.[10 - Yecuc ve Mecuc’un seddi yıkıldığı zaman her dere ve tepeden boşanırlar. [Enbiya, 21/96].] Yemen ayrıca madenler, kıymetli taşlar ve baharat gibi eşyaların alım satımının yapıldığı bir ticaret merkeziydi.
Kur’an-ı Kerim’in bahsettiği Ad[11 - Ad kavmi ile onlara gönderilen Hud (a.s.), Kur’an-ı Kerim’in birçok suresinde konu edilir. Ad, Aram’ın torunu Aram da Hz. Nuh’un torunudur. Hz. Hud’un gönderildiği Ad, birinci Ad’dır. Semud ise ikinci Ad’dır. Razi bu kabilenin Ahkaf çölünde yaşadığını beyan eder ve bunun Umman’dan Hadramut’a kadar uzandığını söyler. Kur’an-ı tercüme eden İngiliz Rodwell, Ad ile Semud’un Mekke’nin kuzeyinde yaşadıklarını söylerse de bu söz bilhassa Ad hakkında yanlıştır. Yine Kur’an’ı tercüme eden Sale, Ad hakkında der ki; “Ad, putperest olan büyük bir Arap kabilesidir. Bunlar bilhassa dört ilaha ibadet ederler. Sakıye, Hafiza, Raziga, Salime. Sakiye’nin yağmuru gönderdiği, Hafiza’nın kendilerini harici her türlü tehlikeden koruduğu, Raziga’nın bütün ihtiyaçlarını temin ettiği Salime’nin kendilerini her hastalıktan koruduğunu zannederlerdi. Semud’dan milattan bir asır önce yaşayan Diodorus’un eserinde de bahsedilmektedir. [Mütercim]] Kavmi, bir zamanlar burada kendi adıyla anılan bir devlet kurmuştu. Bu bölüm ise Ahkaf adıyla bilinir. Hadramut, Yemen’in Hint Okyanusu’na en yakın olan bölümüdür. Merkezî şehri San’a, iskelesi Aden’dir. San’a’nın kuzeyinde, bir zamanlar Hristiyanlığın yayıldığı bir yer olan Necran bulunur. Resul-i Ekrem’i ziyaret eden ve Mescit-i Nebevi’de misafir edilen Hristiyan heyet buradan gelmiştir. Necran’ın kuzeyinde Asir vilayeti uzanır.
Arabistan’ın üçüncü bölümü, Cebelü’s-Sırat’ın doğusundan içlere doğru uzanan Necid’dir. Deniz seviyesinden yaklaşık olarak iki bin üç bin kademe yüksekliğinde bulunan bu bölge çok verimli bir ovadır. Hz. Peygamber’in büyük bir sefer düzenlediği Gatafan Kabilesi burada oturur. Necid, üç taraftan çöl ile çevrili, güneyde ise Yemame ile huduttur. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı peygamber Müseyleme’yi yetiştiren Beni Hanife Kabilesi burada ikamet etmektedir.
Arabistan’ın güneydoğusunda Umman Körfezi’nin sahili boyunca Umman ismindeki saha uzanır. Merkezi Maskat olan bu vilayet sultan namını ancak ismen taşıyan bir şahıs tarafından idare edilmektedir. Umman’ın kuzeyinde Bahreyn bulunur ki incisiyle, meşhurdur. Bu sahanın batısında bir zamanlar bir hükümdarlık olan Hire mevcuttur.
Dikkate değer diğer bir saha ise bir zamanlar Semud Kavmi’nin oturduğu Hicr’dir. Burası Medine’nin kuzeyindedir. Tebük üzerine yürüyen Peygamber Efendimiz buradan geçmişti. Semud Kavmi’ne gönderilen Peygamber Salih’tir (a.s.). Tebük ve Hicr bugün Hicaz demir yolunun iki istasyonu idiler. Hicr’in doğusunda Hz. Şuayb’ın (a.s.) peygamber olarak gönderildiği Medyen şehri bulunmaktadır, Medyen’in kuzeyinde bir zamanlar Yahudilerin meşhur yerleşim merkezlerinden biri olan Hayber bulunur.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Hicaz’ın başlıca şehirleri, Mekke, Medine ve Taif’tir, Bunlardan Taif iklimi serin, yeşillik, suyu bol, meyvenin çok yetiştirildiği bir şehirdir. Mekke’nin doğusunda bulunan bu şehir Hicaz zenginlerinin sayfiye şehridir. Mekke, tarih boyunca birçok isimle anılmıştır; Bekke, Ummü’l-Kura gibi. Mekke şehri bugün de Suudi Arabistan’ın en kalabalık üç şehrinden biridir. Her taraftan dağlarla çevrili olan Mekke en eski zamanlardan beri yarımadanın ruhani, manevi merkezidir. Bilinen tarihin en eski devirlerinden beri Arabistan’ın her köşesinden Araplar, Mekke’de bulunan Beytullah’ı ziyaret için gelirlerdi. İngiliz bir yazar olan William Muir[12 - William Muir, 1819-1905 yılları arasında yaşamış İskoçyalı bir müsteşriktir. Hindistan hükûmetinde pek çok görevde bulunmuştur. 1885 yılında Edinburg Üniversitesine seçildi. 1903 yılına kadar bu vazifesine devam etti. Muir, Arapça öğrenerek Hz. Muhammed’in hayatı ve Dört Halife Dönemi ile ilgili araştırma ve tetkikler yapmıştır. En mühim eserleri; “Hayat-ı Muhammed ve Hicret’e Kadar Tarih-i İslam”, “İlk Halifelerin Tarihi”, “Hilafet” ismini taşıyan kitaplardır. “Hilafet” ismindeki eser Abbasiler’in çöküşüne kadar yazılmış Tarih-i İslam kitabıdır. Bundan başka yazarın Kur’an hakkında eseri vardır. Muir, 1881 yılında “İlk Hilafet ve İ’tilây-ı İslam” hakkında Cambridge’de bir konferans vermiştir. Muir, İslam düşmanı olarak bilinir. İslam’a ve Peygamberimiz’e karşı birçok düşmanca tavırda bulunmuştur. [Mütercim]] “Muhammed’in Hayatı” isimli eserinde Mekke’den şöyle bahseder:
Milattan yarım asır önce yazdığı eserinde, Diodorus Siculus, Arabistan’ın Kızıldeniz’le çevrili bölümü hakkında, “Burada bütün Araplar tarafından saygı gösterilen bir mabet bulunur.” demektedir. Bu sözler muhakkak Mekke’deki Beytullah’ı ifade etmektedir. Çünkü ondan daha eski bir mabet bilinmemektedir, Arapların ananeleri, Kâbe’den başka hiçbir yerin bu hürmeti kazanmadığını göstermektedir. Yemen, Hadramut, Basra Körfezi, Suriye Çölü, Hire ve Irak havalisinden halk her sene bölük bölük aceleyle Mekke’ye gelirlerdi. Bu kadar geniş bir hürmetin bulunması muhtemelen Kâbe’nin tarihinin çok eski olduğunu gösterir.
William Muir, Kâbe’nin tarihinin eskiliğini Arap gelenekleriyle bağlantılı görmektedir. Kâbe’nin tarihinden Kur’an-ı Kerim de bahsetmektedir. Kur’an’a göre Kâbe, insanlar için yapılan ilk ev, yani ibadet maksadıyla yapılmış ilk binadır.[13 - Ali İmran, 3/96.] İlahi vahyin nurları asırlarca önce burada parlamıştır. Mekke aynı zamanda peygamberlerin sonuncusu, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) doğduğu yerdir. Mekke’nin tarihi olarak taşıdığı şeref, orada bulunan Beytullah sayesindedir. Kur’an-ı Kerim ayrıca Kâbe’nin Hz. İbrahim’den (a.s.) önce var olduğunu bize bildirmektedir.[14 - Müellif, Bakara Suresi’nin 125. ayetine işaret etmektedir: Kâbe’yi, insanlar için toplanma ve güven yeri kılmıştık. İbrahim’in makamını namaz yeri edinin, dedik. Evimi ziyaret edenler, kendini ibadete verenler, rüku ve secde edenler için temiz tutun diye İbrahim ve İsmail’e ahd verdik. [Bakara, 2/125] Cenabıhakk’ın Hz. İbrahim ve İsmail’e Kâbe’yi temizlemelerini emretmesi, diğer bir surede Kâbe’nin “Birinci Beyt” başka bir yerde “Beyt-i atik” ismiyle adlandırılması; Kâbe’nin çok eski bir tarihi olduğunun ve Hz. İbrahim’den önce de var olduğunun ispatıdır. Muir vb. müverrihler Hz. İbrahim’in Kâbe’yi ziyaret etmediğini iddia ederler. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim ve İsmail’in Beytullah’ı putlardan temizlediklerini ve onun temellerini kaldırdıklarını ifade eder. Demek ki; Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.), Kâbe’nin binasını yenilemişlerdir.]
Hz. İbrahim (a.s.), oğlu İsmail’i (a.s.) oraya bıraktığı zaman Allah’a şöyle yalvarmıştı: “Ya Rabbi! zürriyetimden bir kısmını bu çıplak vadide, senin evinin yanında iskân ettim.”[15 - Rabb’imiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabb’imiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır. [İbrahim, 14/37]] Bu da gösteriyor ki Kâbe o tarihlerde mevcuttu.
Medine-i Münevvere’nin asıl ismi Yesrib’dir. Hz. Peygamber’in Yesrib’i ikametgâh olarak seçmesinden sonra buraya, “Peygamber’in Şehri” anlamına gelen “Medinetü’n-Nebî” denilmeye başlanmıştır. Medine de çok eski bir şehirdir. Bazı tarihi deliller de Medine’nin Mekke gibi, Milattan 26 asır önce kurulduğunu göstermektedir. Burada daha önce Amalika Kavmi yaşamaktaydı. Onlardan sonra Yahudiler, Evs ve Hazrec kabileleri gelmişlerdir. Peygamber Efendimiz, Medine’ye hicret ettiklerinde Medine halkı bunlardan oluşmaktaydı.
Evs ve Hazrec kabileleri ensar adını alarak şereflenmişlerdir. Hz. Peygamber risaletin on üçüncü senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etmiş, geri kalan zamanını burada geçirmiş ve vefat etmiştir. Medine, Mekke’nin kuzeyinde ve Mekke’ye 270 mil uzaklıktadır. Mekke’ye oranla daha ağaçlık ve ormanlıktır. Medine’de ziraat yapılırdı. Toprağı bereketli, suyu ise boldu. Meyve ağaçları çoktu. Kış ayları Mekke’den daha serin olur.
Ad, Semud, Tasm ve Cedis, Arabistan’ın en eski kabileleridir. Ad ile Semud’dan ilahi kitapta bahsedilmektedir. Bu eski kabilelere “Arab-ı Baide” adı verilir. Nuh Kavmi’nin helak olmasından sonra bunlar tarih sahnesine çıkarak yükselmişler, Arabistan’ı aşarak Mısır’a kadar geçmişlerdir. Ad Kavmi yeryüzünden kaldırılınca, yerine yine aynı boydan olan Semud Kavmi yükselmiştir.
Bunları müteakip asıl vatanları Yemen olan Kahtaniler tarih sahnesine çıktı. Medine’de oturan Evs ve Hazrec kabileleri bunlardandır. Bunlara da “Arab-ı Aribe” denilir.
Daha sonra “Arab-ı Müstarebe” adıyla bilinen Hz. İsmail’in (a.s.) zürriyeti gelir. Babasının aldığı emr-i ilahiye bağlı olarak Hz. İsmail ve annesi Hacer ile Kâbe’nin civarında bırakılmıştı. Bunlar bırakılırken Hz. İbrahim’in, hanımı Sare’nin etkisinde kaldığı söylense de bu söylentiler yanlıştır. Hz. Peygamber’in bir hadisinde Hz. İbrahim’in ilahi emir ile bunları bıraktığı belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in beyanatı da aynı doğrultudadır. Çünkü bu olayı takiben Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in (a.s.) yıkılmış olan Kâbe’yi yeniden yaptıkları görülür. Bunu tamamladıktan sonra Hz. İbrahim ve İsmail, Allah’a duada bulunmuşlardır. “Ya Rabbi bunlara aralarından bir peygamber gönder.”[16 - Rabb’imiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hâkim olan ancak sensin. [Bakara, 2/129]] demişlerdir ki bu dua Peygamberimiz’in gelişi ile hakikat bulmuştur.
Hz. İsmail’in (a.s.) zürriyeti çoğalarak birkaç kabile meydana gelmiştir. Bu kabilelerden birisi Kureyş ki Nadir’in evlatlarıdır. Kureyş’te daha sonraları birçok aileye taksim olmuştur. Hz. Peygamber bu kabilelerden Haşimoğulları ailesinden gelmiştir.

İKİNCİ BÖLÜM
CAHİLİYE DEVRİ
İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.[17 - (Rum, 30/41) Hz. Peygamber’in risaletinden önce bütün dünyayı bir fesadın kapladığı bir hakikattir. Bütün ufukları, insanların zihinlerini ve vicdanlarını karanlık kaplamıştı. Hz. Musa’nın dinî, Hint dinî, Budizm, Zerdüştlük, Konfüçyüs mezhebi çoktan beri kendi salikleri (bağlı olanlar) üzerinde etki etmez olmuştu. Bu dinlerdeki insanlar, fazilet sahibi olmak yerine her türlü rezilliği kabullenir olmuşlardı. Dinlerin nispeten en yenisi olan Hristiyanlık hatalar içinde yüzüyordu. Yedinci asır Hristiyanlığının bozuk bir Hristiyanlık olduğu William Muir tarafından itiraf edilmiştir. Fakat İslam nuru tüm dünyaya, fazilet, medeniyet ve huzur getirmiştir. O zamanlar dünyanın karanlık içinde yüzen ve en geri kalmış kıtası Avrupa idi. İslam nurunun İspanya’da yayılmasını takiben Avrupa’da Rönesans ismiyle başlayan ve reformlarla devam eden yenileşme hareketleri ile Avrupa bu karanlık ortamından kurtulmuştur. Ayet-i kerime bu durumu çok güzel özetlemektedir. Bu konuda geniş bilgi almak isteyenler “Ruhu’l-İslam” ismiyle tercüme etmiş olduğumuz 56 sayfadan oluşan mukaddimesini okumaları faydalı olur.]
Bi’setten önce geçen zamana “Cahiliye Devri” diyen Kur’an-ı Kerim, yukarıda aldığımız ayet-i kerime ile açıklanması ciltler tutacak bir vaziyeti özetlemektedir. Ayet-i kerimenin tasvir ettiği manzara, Arap müşrikleri ile Yahudilerin ve Hristiyanların kötü durumlarını göz önüne çıkarmaktadır.
Belki de bu ayet-i kerime dünyanın her tarafında, bu bozukluğun ve ahlak düşüklüğünün hükümran olduğunu ifade etmektedir. Böyle olmakla beraber, Bi’seti nebeviyye’ye tesadüf eden devrin bu hâlde olması, dünyanın hiçbir zaman daha iyi bir devir geçirmediğini göstermez. Ancak zaman zaman gönderilen peygamberlerle meydana gelen medeniyetler ve kavimlerin ahlaki durumlarında meydana gelen değişmeler hangi mahiyette olursa olsun, Bi’set-i nebeviyye öncesinde ahlak ve medeniyetten eser kalmamıştı. Bu sırada dünya milletlerinin tamamı gerçek medeniyet sahasından çok uzaklaşmışlardı. Ayet-i kerime umumi bir Peygamber’in dilinden dünyanın bu durumunu ifade ediyordu.
Dünya’nın hâl ve hadiselerini kayıt eden ve herkese bildiren bir neşriyat ve matbuatda yoktu. Fakat dünyanın o zamanki durumu tetkik edildiği takdirde, Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) ve Kur’an’ın tasvir ettiği vaziyet, tarih sahifelerinde bir gerçek olarak tecelli eder. Bu sırada, Avrupa’nın güneydoğusunda muazzam bir Hristiyan devleti olarak ayakta duran Roma İmparatorluğu kelimenin tam anlamı ile barbardı. Asya kıtası, dünyanın diğer kıtaları içinde medeniyet beşiği olarak yerini almıştı. Din ve hikmet beşiği de olan bu kıtanın muhtelif memleketleri tetkik edildiği takdirde, bunların da ahlak fesadına düçar oldukları görülür. Doğunun eski irfan merkezi Hindistan çok kötü bir hâldeydi. Rezil, vahşice hareketler ve şer kuvvetler halka o kadar hâkim olmuştu ki fazilet sahibi insanlar bile çirkin lekelerden zor kaçarlardı. Çin ve İran da aynı durumda idiler. Muhtemelen bunun sebebi; yeryüzünde faziletkâr ve mübarek kişilerin eksikliği veya etkisizliğidir. Kurulan medeniyetler köhneleşmiş, yenileşme hareketlerinden eser kalmamış, her şey hurdaya dönmüştü. Kur’an-ı Kerim’de: “Zaman çok uzadı da insanların yürekleri katılmıştı.”[18 - İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve ondan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı; çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir. [Hadid, 57/16]]
Zaman bakımından Peygamberimiz’e en yakın olan peygamber Hz. İsa’dır. İnsan şüphesiz İsa Peygamber’in dininden hiç olmazsa bir miktar ahlak parçasının kaldığını görmeyi ümit eder. Ancak yedinci asırda İsevilik ne hâldeydi? Bunu anlamak için Hristiyan yazarların vermiş olduğu bilgilere müracaat etmek gerekirse bu devri tasvir eden bir piskopos, ilahi emirlerin yerle bir olduğunu, insanlık hasletlerinin kalmayışından dolayı yeryüzünde gerçek bir cehennem kurulduğunu belirtmektedir. Sir William Muir da hemen hemen aynı görüştedir. “Yedinci yüzyılın Hristiyanlığı soysuzlaşmıştı. İhtilaflar ve ayrışmalar Hristiyanlığı çok kötü durumlara düşürmüştü. Eski zamanların saf ve geniş akaidini sonsuz hurafeler kaplamıştı.”
İşte Hristiyanlığın genel durumu bu şekildeydi. Tevhit inancı çoktan unutulmuş, teslis[19 - Teslis: Üçleme; bu iddia, Hz. İsa’nın ölümünden bir asır sonra Hristiyanlar tarafından uydurulmuştur. Bu iddiaya göre uluhiyet üç şahısta tecelli etmektedir ki bunlar; bir kısmına göre; Baba (Allah), Oğul (Hz. İsa), Ruhul Kudüs (Cebrail), bir kısmına göre de; Baba, Ana (Hz. Meryem) ve Oğul’dur. Bu ise birçok karışıklıklara sebebiyet vermişti.] (üçleme) yani bir’in üç olması, üç’ün bir olması belirsizliğini halletmek için birbirleri ile dövüşmeye koyulmuşlardı. Çeşitli ayrılıklar ve mezhepler ortaya çıkmıştı. Bunun için sayısız mücadele eserleri yazılmış, bunlar da insanları, dinin gerçek hedefinden tam manası ile uzaklaştırmıştı.
Gibbon,[20 - 1737-1794 yılları arasında yaşamış olan İngiliz tarihçisidir. “Roma İmparatorluğu’nun Gerilemesi ve Yıkılışı” adlı eserin sahibidir.] Hristiyanların taassubu yüzünden yakılan İskenderiye Kütüphanesi’nden bahsederken şu düşüncelerini açıklıyor: “Aryus’un[21 - Aryus hakkında tarihi bilgi çok az olmakla beraber, miladi üçüncü asırda İskenderiye Kilisesi’nin ruhani kişilerinden olduğu şüphesizdir. Aryus, Antakyalı Lucian’dan ilim tahsis etmiş, onun fikirlerini kendi bakış açısına göre tefsir etmiştir ve yeni bir mezhep oluşturmuştu. Lucian, Kelimetüllah’ın Hz. İsa’da tecelli ettiği fikrindeydi. O, âlemin meydana getirilmesinden önce yaratılmış, daha sonra yeryüzüne gönderilmiş ve beşer bir cisim ile kaplanmıştı. Aryus bu fikre istinaden bir tevhit akidesi meydana getirmek istemiştir. İsa’nın mahlukatın üstünde olduğunu söylemekle birlikte onun da bir mahluk olduğunu ifade etmiştir. İskenderiye Kilisesi’nde “Allah kadimdir bu yüzden İsa da kadimdir.” Vaazını dinlediği zaman Aryus, bunları kâfir kabul etmişti. Hâlbuki Aryus da İsa’ya yarı Tanrı sıfatı vermiştir. Aryus’un bu hareketi kısa sürede pek çok taraftar kazanmıştı. İmparator Kostantin bu durumdan haberdar oldu. Kilise ahalisi kendi aralarında müzakereler yaparak halkı bu tür hareketlerden uzak tutmanın yolunu aradı ve belli tavsiyelerde bulundu. Kostantin bu sözleri kale almamasına rağmen imparatorluğunun yıkılmasından korkarak 325 yılında İznik’te dinî meclisi toplamıştı. Bu meclis Aryus’un aleyhinde hüküm vererek İsa’nın Allah ile aynı makamda olduğunu kabul etmiştir. Aryus’un İsa’nın mahluk olma fikri mahkûm edilmişti. Aryus ve taraftarları bu fikri kabul etmediğinden cezalandırıldılar. [Mütercim]]taraftarları Monofistlerin[22 - Monofistler: İsa’nın yalnız bir mahiyet-i mürekkebeye haiz olduğunu söyleyenlere verilen isimdir. Bunların bir kısmı İsa’nın sahip olduğu ilahi fıtratın ve beşeri fıtratın ayırt edilemeyeceğini savunmaktadır. Diğer bir kısmı da İsa’daki fıtratı ilahiyenin fıtratı beşeriye üstün geldiğini savunur. [Mütercim]] arasındaki tartışmalara dair yazılan yığın yığın kitaplar da İskenderiye hamamlarının külhanlarında yakıldı. Bir filozof ise bu hareketin insanlığa bir hizmet olduğunu belirtmektedir.” Hristiyanlığın hâkim olduğu yerlerde, içki, kumar ve fuhuş son derece yaygındı. Dozi, İmam Ali’nin (r.a.) Hristiyan bir Arap kabilesi olan Tağlib hakkında şu sözleri söylediğini nakleder: “Bunların Hristiyanlıktan öğrendikleri, şarap içmekten ibarettir.” Özetle, o zaman ilahi dinlerin sonuncusu olan Hristiyanlık iflas etmiş durumdaydı. Ahlaki bir düzen getirecek, iyi bir ortam oluşturacak birisine ihtiyaç vardı. Bundan başka bütün dünyada insanoğullarının düçar olduğu çöküş, yukarıda naklettiğimiz ayet-i kerimede olduğu gibidir.
Acaba Arabistan ne hâlde idi?
Bu sırada, Arap şiirinin en yüksek devrini yaşadığı şüphesizdi. Arapların İslam’dan önceki şiirleri, yüksek bir iktidar ve mahareti göstermekteydi. Buna rağmen Arabistan’da yazının pek kullanılmadığı doğrudur. Aslında yazıdan hiçbir fayda umulmuyordu çünkü Araplar şiirlerini bile yazı ile tespit etmiyorlardı. Cahiliye devrine ait olan Arap şiirleri sözlü olarak rivayet yolu ile sonrakilere intikal etmiştir. Ancak Muallakat’ın (Kâbe’ye asılanların) çoğaltılıp duvarlara asıldığı söylenmektedir. Arapların şiir sanatını inkişaf ettirdiklerine gelince; yalnız şiirin medeniyete ölçü teşkil etmeyeceğini söylemek kâfi gelir. Ne kadar iptidai olursa olsun, hemen her cemiyet şiirle alakadar olur. Bunun sebebini anlamak güç bir şey değildir. Hayatlarını mahdut esaslar üzerine kurmuş toplumların alakadar olduğu mevzular da o nispette azdır. Toplumun alakadar olduğu şeylerin çoğalması medeniyetin gelişmişliğine bir işarettir. Fakat geri bir toplumun dikkat sarf edeceği yegâne güzel sanat şiirdir. Arap şiiri, bir kültür neticesi olan geniş görüş ve yüksek fikirlerden mahrumdur. Arap şiirinin iftihar edeceği tek husus, lisan güzelliğidir.
Arap seciyesinin birçok asil sıfatı bulunduğu şüphesizdir. Misafirperverlik, hürriyet aşkı, cesaret, mertlik, kabileye bağlılık, Arap’ın diğer kavimlere nazaran farklı olduğu, sıfatların bir kısmıdır. Fakat bu gibi meziyetler, Arap’ın batmış olduğu vahşette kaybolmuş, bir medeniyet kurulmasına yaramamıştır. Arap bir taraftan misafirine her türlü ikramı yaparken, diğer taraftan bir yolcuyu çevirip soyuyordu. Kabilesine bağlı olan Arap, bu bağlılık hissini ifrat bir dereceye vardırır ve onu sevimsiz bir hâle koyardı. Kişiler arasında meydana gelen en önemsiz münakaşalar, nesilden nesile intikal eden müthiş harplere sebebiyet verirdi. Netice olarak Arabistan için bu devir, ahlaksızlık ve dinsizlik bulutları ile kararan kötü bir devirdi. Gerçek fazilet tamamen meçhul bir şeydi. Arapların tevhit inancına yabancı olmadıkları şüphesizdi. Fakat bu çok az yaygındı. Arapların sürdürdüğü hayat şekli, dillerinin söylediğini yalanlıyordu. Araplar, Cenabıhakk’ın kâinatı idareye ait çeşitli vazifelerini, müteaddit ilahlara ve putlara yüklediğini sanarak, putperestliğe koyulmuşlardı. Putlara her türlü tazimi yerine getirirler ve tapınırlardı. Bu suretle tevhit akidesi boş bir inançtan ibaret kalıyor ve yaşanılan hayatta hiçbir mevki olmuyordu. Putlardan başka Araplar, mukadderatı tanzim edici sandıkları güneşe, aya, yıldıza ibadet ederlerdi. Araplar daha da alçalarak taş parçalarına, ağaçlara, kum tepelerine boyun eğerler, onlara tapınırlar, yollarında tesadüf edecek heybetli bir kaya parçasına bile kulluk gösterirlerdi. Bir kaya parçası bulamazlarsa üzerinde develerini sağdıkları bir kum tepesine bile tapınırlardı. Melekler, Arapların nazarında haşa Allah’ın kızları idi. Şöhret kazanan insanlar adına yontulan taşlara bile secde ederlerdi. Bazen yontulmamış taşlar dahi bu hizmeti görürdü. Bir sefere çıktıkları zaman Araplar, yanlarında dört taş taşırlar, üçü ile bir ocak çatar, dördüncüsüne de tapınırlardı. Bazı kere de bu dördüncü taşa lüzum görülmez, ocak üstünde yemek piştikten sonra, ocağı teşkil eden taşlardan biri sökülerek ona tapınırlardı. Kâbe’de üç yüz altmış kadar put bulunuyordu. Her kabilenin kendine mahsus bir putu vardı. Bundan başka her evde de bir put bulunur aile fertleri buna ibadet ederdi. Özetle, putperestlik Arapların ikinci tabiatı olmuş ve günlük hayatın her alanına nüfuz etmiştir. Arap dininin esas akidesi, hastaya şifa, çocuk edinme, kıtlık ve veba gibi belaları kaldırmak gibi görevleri başka başka ilahlara devrederek, dünyanın idaresinin onlara taksiminden ibaretti. Allah’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat edilmekle elde edilebileceğine inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunları tavaf ederler, bunlar adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir parçasını bunlara tahsis ederlerdi. Araplar böylesine bir putperestliğe koyulmuş iken Hz. Peygamber Efendimiz, yirmi sene gibi kısa bir zaman zarfında onların seviyesini yükseltmişti. Bu müddet zarfında putperestlik yalnız yarımadadan çıkarılmakla kalmamış kalplerdeki tevhit akidesi de bütün heybeti ile doğmuş, onları, o devrin bütün milletlerini tevhide davet için kıyam ettirmişti. On iki bin mil metrekare gibi bir sahayı işgal eden bu memleketi, asırlarca anane ile bağlı bulunduğu putperestlik felaketinden, yirmi sene gibi kısa bir zaman zarfında kurtarmak, bu millete tevhit dinini yayma şerefini kazandırmak, dünyanın gördüğü mucizelerin en kuvvetlisi değil midir? Bu inkılabı yapan şahsiyet “Fahr-ı Âlem” lakabını gerçekten almaya layık değil midir?
Arabistan’da umumi din olan putperestlikten başka, yıldızlara ibadet de aynı derecede kökleşmişti. Beşeriyetin mukadderatı, muhtelif yıldızların hareketine bağlanmıştı. İnsanın hayır ve şerrine ait olan tabii hadiseler yıldızların nüfuzuna bağlanıyordu. Bunlardan başka Arabistan’da hiçbir dine bağlı olmayanlarla doğrudan doğruya dinsiz olanlar da mevcut idi.
Bir taraftan putperestlik en yaygın şekliyle Arapların zihinlerine hâkim iken Arapların içinde, Allah’ın varlığını inkâr eden, ruhun ölümsüzlüğüne inanmayan, hesap gününü kabul etmeyenler de vardı. Bunların gözünde din bir maskaralıktı. Bunlar, tapındıkları putlarla da istihza ederlerdi. Arapların meşhur şairi Ümrü’l Kays’ın babası öldürüldüğü zaman, Arap âdetlerine göre putu ile istişare ederek babasının intikamını almak veya almamak hususunu ilahının hükmüne bağlı kılmıştı. Şair, birinin üzerinde evet anlamında olan “Neam”, diğerinin üzerinde hayır manasına olan “la” yazılan ve bir de üzerinde istişarenin tekrarını ifade eden üç ok almış ve bunları üç defa atmıştı. Sonuç hep menfi çıkıyordu. Bu duruma hiddetlenen şair, oku ilahının yüzüne atarak, ona hitaben: “Sefil, öldürülen kendi baban olsaydı, intikamını almaktan beni menetmezdin!” demişti.
Arabistan’da dinsizlik ve putperestlik bu merkezde idi. Arapların sosyal hayatı da çok kötü idi. Araplar sosyal toplum olmanın esaslarından bile haberdar değillerdi. Bunların hayat tarzı, hiçbir içtimai fazileti terakki edecek bir hâlde değildi. Arapları meşgul eden en önemli olay, kendi aralarındaki kabile mücadeleleri idi. Her an diğer bir kabilenin düşmanca saldırısına maruz kalabilirlerdi. Araplar sürüleri ile genellikle göçebe bir hayat sürüyorlardı. Nerede su ve sürülerini otlatacak güzel bir yer görürlerse çadırlarını oraya kurarlardı. Arapların çok az kısmı köylerde, daha da az diyebileceğimiz bir kısmı da şehirlerde yaşarlardı. Bu şartlar altında Arapların muntazam bir medeniyet kurmalarına hiç ihtimal verilebilir mi? Arabistan’da kanunu tatbik ve asayişi temin edecek bir hükûmet merkezi yoktu. Sanki bütün memleket, sayısız hükûmetlere bölünmüştü. Her kabile, müstakil bir siyasi birlik teşkil ediyordu. Şurada burada mevcut olan hükûmetler de adalet tevzi edemeyecek derecede zayıftı. Birinin hakkını diğerinden almak için insanın dayandığı yegâne kuvvet bilek gücü idi. Her kabilenin haklarını korumak için o kabileyi harbe sevk edecek bir başkanı vardı. Fakat ne fertleri kabileye ne de kabileyi millete bağlayacak bir kanun ve şeriat yoktu. Herkes müstakildi. Yani merkezî bir bağlılık yoktu. W. Muir’ın da kabul ettiği gibi, bunları birleştiren ancak Müslümanlık olmuştur. İngiliz tarihçi diyor ki: “Nazarı dikkatimizi çeken en mühim nokta, Arapların sayısız heyetlere ayrılmaları; genellikle aynı dil ile konuşmaları, aynı âdetleri taşımaları, aynı haysiyet ve ahlaka tabi olmaları fakat hepsinin birbirinden başka ve birbiri ile daima harpte bulunmaları; kan veya menfaat bağları ile bağlı oldukları hâlde önemsiz bir meseleden dolayı en şiddetli düşmanlıklara girişmeleridir.” İslam’ın zuhuru zamanlarında Arabistan’ın gösterdiği manzara, herhangi bir birleşme teşebbüsünü akamete uğratacak derecede bir ihtilaf manzarası idi. Bu kabilelerin nasıl birleşebileceği, hangi kuvvetle toplanabileceği, müşterek bir merkeze nasıl bağlanabileceği meselesi, henüz halledilmemiş bir konu idi. Bütün bu sorunları Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) çözdü. Kur’an-ı Kerim’in şu ayetinde Arapların bu durumuna işaret vardır:
Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.[23 - Ali İmran, 3/103.]
Araplar arasında bir kere düşmanlık başladı mı yıllarca devam ederdi. Bir hakaret, bir at yarışında önemsiz bir olay, binlerce insanın kanının dökülmesine sebep olurdu. En kötü tarafı ise yenilenlerin, esir düşenlerin, galipler tarafından daima köle olarak kullanılmaları idi. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in gıptaya şayan bir ahlak seviyesine yükselttiği millet, bu kadar alçalabilmiş bir milletti. İslam’ın Peygamber’i bu düşman ve nefret sahibi unsurlarda öyle ahenkli bir kardeşlik tesis etmiştir ki bu durumun dünya tarihinde başka bir örneği yoktur. Bu ne muazzam bir inkılaptır. Arap toplumunda kadının işgal ettiği mevki pek düşüktü. Hayvani şehvetin ifadesi olan aşk teranelerini bir tarafa bırakırsak kadın, hayvanların gördüğü muameleden farklı bir muamele görmüyordu. Çok kadınla evlenme Araplar arasında pek yaygındı. Bir erkeğin alabileceği kadınların sayıca hududu yoktu. Bu herkesin kendi arzusuna bağlı bir şeydi, çok kadınla evlenmekten başka her Arap istediği kadar sevgilileri ile gayrimeşru münasebette bulunabilirdi. Fuhuş bir meslek olarak yaygındı. Esir kadınlar, fuhuş yaparak efendilerine para kazanırlardı. Evli kadınların, çocuk doğurmak için başka erkeklerle münasebette bulunmalarına müsaade edilirdi. İstibdâ olarak isimlendirilen bu hareket Hinduların Niyoga hareketine benzer. Bundan başka, kadına bir eşya parçası gibi bakılırdı. Kadın, ölen kocasının, babasının yahut akrabasının malından bir hisseye sahip olamadıktan başka; kendisi, ölenin mirası arasında başkalarına intikal eder, vâris onu istediği gibi kullanırdı. İsterse onunla evlenir, isterse başkalarına verirdi. Babasının ölümü üzerine bir evlat, babasının mirası arasında üvey anasına da sahip olup, isterse onunla münasebet kurabilirdi. Araplar arasında boşanma çok yaygındı. Bir adam karısını bin kere boşar ve onun iddeti sona erdikten sonra yine alabilirdi. Bazı kere erkekler eşlerine yaklaşmamak için yemin ederler yahut kadınlarına anneleri gibi baktıklarını ilan ederler; bu suretle de kadın ne evli ne de boşanmış olur, ihmal edilmiş bir hâlde kalırdı. Bu hareket tarzı sırf kadınlara zarar vermek için seçilen bir yoldu. Zavallı kadın ise bunlar karşısında bir şey yapamazdı. Cinsi münasebeti ifade için Araplar, en müstehcen kelimeleri kullanırlardı. Aşk ve fuhuş hikâyeleri, edep ve ahlaka aykırı bir şekilde mağrurca bir eda ile söylenirdi. Yüksek ailelere mensup kadınlara aşk şiirleri ile sarkıntılık edilirdi. Araplar arasında kadının ne kadar düşük bir seviyede olduğu göz önüne serilince, kadınlığın İslam Peygamberi’ne olan şükran borcu, daha açığa çıkar. Hz. Muhammed (s.a.v.), kadını, zillet çukurundan şeref ve haysiyet mevkisine çıkarmıştır. Kadınlara, dış görünüşte sathi hürmetten başka bir bağlılığı olmayan medeni Avrupa bile, İslam dininin kadına verdiği hakların pek çoğunu vermemiştir. İslam’ın kadınlığa temin ettiği hürmet, onun iffetini temin etmek, erkekle müsavatını tanımak esasına dayalıdır ki Batı medeniyetinde böyle bir şeye tesadüf edilemez.
İslam dininin kadın hakları konusunda yaptığı ıslahatı ortaya çıkarırsak aradaki fark daha iyi anlaşılacaktır. Kur’an-ı Kerim, erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğunu ifade ettiği gibi kadınların da erkekler üzerinde bazı haklarının olduğunu ifade eder.[24 - Bakara Suresi, 2/229.]
Bu ayet-i kerime, kadınlığın hürriyet beratıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Sizin en hayırlınız zevcelerine en iyi muamele edendir.” Kadınlığı hakir görmekle aşırı gitmiş olan Arabistan muhiti, bu kadar yüksek ahlakla mütehassıs olmaya başlamıştı. Kız çocuklarını diri diri gömmeyi bir asalet alameti gören bir memlekette, kadınlara hürmeti yerleştirmek kolay bir şey değildi. Babalar, doğan çocukları kız olduğu zaman kederlenir, en derin endişeye düşerler, onu gömmeyi veya aileye yükleteceği zillete dayanmayı düşünürlerdi.[25 - Beğendikleri erkek çocukları kendilerine; kızları da Allah’a mal ediyorlar. O bundan münezzehtir. Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar! [Nahl, 16/57-59]]
Şayet baba, kızını diri diri gömmeye karar verirse yavrusunu alır, çöle götürür, onu eliyle kazdığı çukurun kenarına koyar; sonra onu çukura iterek, feryat eden o günahsızın yüzüne yığın yığın kumları atarak, onu öylece gömerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir kere böyle bir hadiseden haberdar edildiğinde ağlamışlardı. Bazen de kız çocukları doğduğu takdirde, onun öldürülmeleri konusu, evlilik öncesi her iki taraf arasında karara bağlanırdı. Eğer bu durum hükme bağlanırsa çocuğun annesi, birçok kadını davet ettikten sonra onların gözü önünde bu işi yapardı. Bütün bu davranışlar, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ile son bulmuştu. Bunun için Hz. Peygamber’in insanlığa ifa ettiği hizmet eşsizdir.
Bütün Arabistan’da yaygın olan çirkinliklerden birisi de içki idi. Araplar günde birkaç defa içki sofraları kurarlardı. Birkaç fıçı dolusu içkisi bulunmayan Arap evi yoktu. Kur’an-ı Kerim içkiyi de haram kılmıştı.[26 - Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. [Maide, 5/90]] Bütün içkiler dökülmüş, kapları da parçalanmıştı. Rivayet edildiğine göre içkinin haram kılındığı gün, Medine sokaklarında sel suyu gibi içki akmıştı.
Arap toplumunun o zaman içine düştüğü rezaletten biri de kumardı. Vakit geçirmek için Araplar devamlı kumar oynarlardı. Kumar oynamayanlara da sefil derlerdi. Müslümanlığın ruhani kudreti, bu felaketi de kaldırarak Arabistan’ı kurtardı.
Araplar, talim ve terbiyeden nasibini almış bir millet değildiler. Bunların aralarında okuma yazma bilenler çok nadirdi. Cehalet, hurafeleri takviye ettiğinden, Araplar arasında türlü türlü garip inançlar yayılmıştı. Araplar, cinlere, perilere inandıkları gibi, bunlarla konuştuklarını iddia ederlerdi. Cinlerle perilerin getirdikleri bir takım hastalıkları ortadan kaldırabilmek için efsunlar yapılır, tütsüler yakılırdı. Araplar, insan ruhunun, doğduğu zaman kişinin vücuduna giren küçük bir varlık olduğunu, insan öldüğü zaman da bu küçük varlığın insan vücudunu terk ederek kabrinin üzerinde uçtuğunu söylerlerdi. Kuraklık zamanında Araplar bir ineğin kuyruğuna kuru otlar bağlarlar bunları ateşler, hayvanı da dağa doğru salıverirlerdi. Başlarına bir felaket geldiğinde ise evlerine arka kapılardan girerlerdi. Araplar kuşların uçuşlarından çeşitli manalar çıkarırlardı. Yol üzerinde tesadüf edilen bir kuş sağdan sola doğru uçarsa Araplar bunu hayra yorarlar aksini ise şer kabul ederlerdi. Ahiret hayatına inanan Araplar ise kabirlerin üzerine bir deve bağlar ve açlıktan ölünceye kadar onu orada tutarlardı. Ölünün kıyamet günü bu deveye bineceğine inanırlardı. Ayrıca, insan ruhunun bedenden ayrıldıktan sonra bir baykuş şekline girdiğine ve kabrin üstünde uçtuğuna inanılırdı. Batıl inançlarına göre; Arap’ın birisi öldürülürse intikamı alınıncaya kadar kabrinin üzerinde dönüp dolaşan baykuş “Bana su verin, bana su verin!” dermiş.
Araplar falcıların, müneccimlerin sözlerini doğru sayarlardı. Sonuç itibarıyla cahiliye Arapları, bu çeşit yüzlerce hurafeye inanırlardı. Birkaç sene zarfında Hz. Peygamber bunları vâris oldukları esaret zincirinden kurtardı. Onları ahlak, irfan ve medeniyetin zirvesine ulaştırdı.
Araplar gibi çökmüş bir milletin nail olduğu ıslahı ve ona benzer yükselişin bir emsalini göstermek için cihan tarihinin sayfalarını boşuna çevirmeyiniz. İslam Peygamberi’nin bu başarısı, ona “Fahr-i Âlem” lakabını kazandırmaz mı?

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ARABİSTAN’DA YENİLEŞME HAREKETLERİ
Bu, babaları uyarılmadığından gafil kalmış bir milleti uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah’ın indirdiği Kur’an’dır.[27 - Yasin, 36/5-6.]
Hz. İbrahim’in peygamberliğinden önce ve risaletini takip eden yıllarda, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde peygamberler çıkmıştı. Bu peygamberlerden bazılarının isimleri Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir. Hz. Hud, Yemen’in Ahkaf diye bilinen bölgesinde oturan Ad Kavmi’ni ıslah için gönderilmişti. Hz. Salih ise Medine’nin kuzeyinde bulunan Hicr’de oturan Semud Kavmi’ne gönderilmiştir. Hz. Hud ve Salih peygamberler Hz. İbrahim’den önceydiler. Hâlbuki birbirini takiben ortaya çıkan İsmail ve Şuayb, Hz. İbrahim’den sonra Yemen ve Medine’ye gönderilmişlerdi. Eserler ve ananeler, Ad Kabilesi’ni çok kuvvetli bir kavim olarak göstermektedir. Bunlar Arabistan’ın hududunu aşan bir devlet kurmuşlardı. Hz. Hud’dan önce de bunlara peygamber gönderildiği anlaşılıyor. Hz. Hud, Ad’ın dünyaya bağlılık noktayı nazarlarından en alçak seviyeye düştükleri zaman gönderilmişti. Bu kavim, Hud Peygamber’in davetini kabul etmemiş ve çok şiddetli cezaya uğramıştı. Bunlar Ahkaf’ın şimalinde uzanan büyük çölün kum fırtınası ile helak olmuşlardı. Bu felaketi göz önüne alan Semud Kavmi de dağlara sığınarak, meskenlerini kayaları oyarak yapmışlardı. Fakat bunlar da cezaya çarptırıldıkları zaman yakayı kurtaramamışlar ve bir deprem ile helak olmuşlardı.
Arabistan haritasına bir göz attığımız takdirde, isimlerini saydığımız dört peygamberden Hud ile İsmail’in (a.s.) Güney Arabistan’a, Salih ile Şuayb’ın (a.s.) Kuzey Arabistan’a peygamber olarak gönderildiğini görürüz. Fakat Hicaz adı ile bilinen Arabistan’ın merkezine peygamber gönderilmediği anlaşılmaktadır.
Hz. İbrahim’in (a.s.) Mekke’yi ziyareti ve oğlunu orada bırakması, daha sonra Kâbe’yi inşa etmesi, buralarda birçok mekân ve makamların kendi adına izafe olunmasına sebebiyet vermiştir.
Beni İsrail peygamberlerinin risaletleri zamanında Arabistan’da putperestlik had safhasındaydı. Yemen meliklerinden biri Hz. Süleyman’ın irşadı ile tevhit dinini kabul etmişti. Bundan başka Arabistan’ın dinî hayatında ikinci bir hareket daha meydana gelmemiştir. Yahudilerin bir kısmı büyük bir ihtimalle milattan önce beşinci asırda Buhtu Nasır tarafından vatanlarından sürüldükleri zaman Arabistan’a hicret ederek oraya yerleşmişti. Son Peygamber’in Arabistan’da zuhur edeceğine dair haberler bunlar arasında yaygındı. Bunun için Yahudiler Arabistan’a geçerek Hayber’i âdeta bir Yahudi merkezi hâline getirmişlerdi. Yahudiler Hayber’e tamamen yerleştikten sonra Museviliği yaymaya başlamışlardı. Milattan yaklaşık olarak üç asır önce Yemen hükümdarı Zu Nüvas, Museviliği kabul etmişti. Bu hükümdarın Museviliği kabul etmesi Yahudilerin dinî faaliyetini kuvvetlendirmiş, zamanla bunların Arap Yarımadası’nda önemli bir mevki elde etmesine vesile olmuştu. Fakat Arapların, genellikle atalarından kalma putperestliğe bağlı kalmaları sebebiyle Yahudilerin dinî faaliyetleri kısa bir süre sonra tabii bir ölüme maruz kaldı. Araplar oldukları yerde kalakalmışlardı. Yahudilerin bu hareketini diğer bir yenileşme hareketi takip etti. Miladın üçüncü yüzyılında Hristiyan misyonerler her taraftan Arabistan’a akın ederek Necran’a yerleşmişlerdi. Arabistan’ın batıda Habeşistan, kuzeyde Roma İmparatorluğu gibi büyük Hristiyan devletlerle çevrili olması, Hristiyan misyonerlerinin bu iki devletin dünya nüfuzuna dayanarak dinî faaliyeti ileri götürmelerine sebep olmuştu. Sonuçta Asir ile Sana’da bulunan Necran ülkesi baştan başa Hristiyanlığı kabul etmişti. Fakat Hristiyanlık bu sahanın ötesine geçemeyip, şurada burada bir takım muvaffakiyetler kazanmakla beraber, Arabistan üzerinde kuvvetli bir iz bırakamamıştır. Nihayet bu ikinci yenileşme hareketi de başarısızlık ile sonuçlandı.
Arabistan’da meydana gelen üçüncü bir yenileşme hareketi dâhilî idi. İslam’dan kısa bir zaman önce “Mezheb-i Hanif” diye bilinen bir fikir hareketi başlamıştı. Haniflerin putperestliği terk ettikleri gibi Hristiyanlık ve Museviliğe de temayül etmedikleri bilinmektedir. Bunlar “Bir Allah’a” ibadet ediyorlardı. Fakat bunlar da memleketlerinin sosyal hayatını ıslah için hiçbir faaliyette bulunmamışlardı. Putperestliğe muhalif olan bu zümrenin bir kısmı, daha sonra Hristiyanlığa geçmişti, sayıları da çok azdı. Hz. Hatice’nin yeğeni Varaka bin Nevfel, Hz. Hamza’nın yeğeni Abdullah bin Cahş, Haniflerdendi.
Haniflerin çoğunluğu, ne Hristiyanlığı ne de Museviliği, insanı tatmin eder bir din olarak görmüşlerdir. Haniflerin en büyükleri Hz. Ömer’in amcası Zeyd b. Amr, Taif şehrinin reisi ve meşhur şair Ümeyye gibi şahıslar sayılabilir. Fakat bu şahıslar da yenileşme hareketlerini yaymaya ehemmiyet vermiyorlardı. Bütün yaptıkları şey putperestliğin çirkin bir şey olduğunu gizlememek, bir Allah’a inandıklarını söylemek, Hanifliğin Hz. İbrahim tarafından tebliğ edilen din olduğunu açıklamaktan ibaretti. Bu hareket pek zayıf olmakla beraber mevcuttu. Bunlar Arabistan’ın içtimai çöküşü ile zerre kadar meşgul olmamışlardır. Çünkü mücerret olarak tevhide inanmak bunlar için kâfi idi. Bundan dolayı, Hanifler de diğer dinî hareketler gibi Arabistan’ın ancak sathı hayatında görülmüş, daha derine inememiş ve Arap toplumunun üzerinde hiçbir önemli tesire muvaffak olamamıştır. Zaten bu hareket, Musevilik ve İseviliğe nazaran daha zayıftı.
Dikkate şayandır ki İslam’dan önceki bu üç hareketin hepsi de Arabistan’da bütün imkânlardan faydalandığı hâlde, çok da faaliyet göstermelerine rağmen, heba olmuşlardır. Bunlara karşılık daha sonra zuhur eden ve her türlü dünyevi yardımdan uzak olarak tek başına hareket eden bir fert, peygamberliğini en büyük muvaffakiyetle ifa ediyor, birkaç sene zarfında dünya tarihinde emsali bulunmayan bir inkılabı meydana getiriyor, Arabistan’ın köhneleşmiş olan putperestliğini kökünden kazıyarak, insanlığı çok üst seviyelere getiriyor.
Yahudilerin Araplarla aile yakınlığı vardır. İkisinin de menşei birdir. Bunların lisanları, anane ve âdetleri arasında ortak noktalar mevcuttur ve de çoktur. Her ikisi de Hz. İbrahim’i kabul ederler ve anarlar. Arabistan’ın en bereketli yeri olan Yemen’in hükümdarı Yahudi dini olan Museviliği kabul etmişti. Yahudiliğin lehinde olan bu şartlar, Museviliğin bütün Arabistan’da yayılmasını temin edecek derecede kuvvetliydi. Araplar ise bütün dış tesirlere karşı bir kaya gibi mukavemet etmişlerdi. Yahudiliğin tebliğinden sonra Hristiyanlık da yeni bir risaletle geldi. Hristiyanların tevhit diye isimlendirdikleri akitleri ise Arapların ilah düşüncelerine benziyordu. Araplar arasında yaygın olan putperestlik, Hristiyanlık üzerinde tesirini göstermişti. Hristiyanlığın teslis akidesi, onu doğuran Yunan putperestliğine pek yakındı. Kilise akidesinin gerçek kurucusu olan Sen Paul,[28 - Sen Paul, Tarsus şehrinde, rivayete göre Hz. İsa zamanında doğmuştur. Asıl adı Saud’dûl. Tarsus o zaman mühim bir ticaret ve kültür merkeziydi. Kıl çadırları yapımıyla ünlü idi. Yunan Edebiyatı’nı iyi bilen ve aslında bir Yahudi olan bu Paul (Pavlos), Tarsus’tan kalkıp Kudüs’e gitmiş ve tahsiline orada devam etmişti. Onun Kudüs’e gelişi, Hristiyan tarihçilerine göre, Hz. İsa’nın başına gelen musibet anına tesadüf eder. Paul önce Hristiyanlığa karşı çıkmış, Hristiyanlığın imhasını hedef alan bir harekete de başkanlık etmişti. Şam’a, Hristiyanları öldürmeye giderken, yolda güya rüyasında Mesih’i görür ve Hristiyan olur. Şam’a vardığında, Hz. İsa’nın Mesih olduğunu ikrar eder. Daha sonrada Arabistan’a giderek orada ömrünün üç senesini inziva hayatı yaşayarak geçirir. Bundan sonra Hristiyanlığı neşretmeyi kendine vazife sayarak tekrar Kudüs’e döner, Havarilerin içine katılır. Barnabas’ın yardımı ile havariler arasında emniyet kazanır. Yahudilerin Hristiyanlara, düşmanlıkları çok şiddetli olduğundan, Paul tekrar kendi yurdu olan Tarsus’a gelmiş ve yerleşmişti. Barnabas, Paul’u Antakya’ya çağırmış ve kendine muavin yapmıştı. Böylece bu adam Hristiyanlığı yaymaya tekrar başlamıştı. Çıktığı uzun bir seyahatle, İncil’i Avrupa’ya götüren ve Atina’da Hristiyanlığı yayan kişi bu adamdır. Bir ara Atina’dan Kudüs’e dönmüştü. Niyeti Roma’ya geçmekti. Burada Yahudiler tarafından yakalanarak hapse atıldı. Paul’un davasına Roma’da bakılmasını imparator istemişti. Roma’da, hapishanede iken yazdığı mektupta, kurtuluşunu değil ölümünü istemişti. İki sene yattıktan sonra Sen Paul Kilisesi’ne yakın bir yerde idam edilmişti. Paul, Hristiyanlığın ikinci kurucusu sayılmaktadır. Hristiyanlık dininin, müşrik kavimlerin şirki ile uyuşturarak yayılmasına çalışan bu Yahudi’dir. Sen Paul’un inançları ve tesirleri hakkında daha fazla bilgi almak için Mevlana Seyyid Emir Ali’nin “Ruh’ül İslam” adlı eserine bakınız.] Beni İsrail peygamberlerinin tebliğ ettiği tevhit akidesini diğer kavimlere cazip göstermek için, ona çekici bir renk vermişti. Netice olarak da Hristiyanlık, birçok kavim arasında kabul görmüştü. Hristiyanlığın Arapları cezbeden özellikleri de vardı. Hristiyanlık, dinî kanunlara riayet etmekte herkesi serbest bırakıyordu. Bu ruhsat ise Arapların hayat tarzına uygundu. Hareketleri düzenleyecek kanunları tanımayan ve taşımayan bu vahşi çöl yavruları ahlaksızlık çukuruna düşmüştü. Ayrıca Hristiyanlık şehevi arzuları tatmin için genişlik de veriyordu. Araplarca en az mukavemet gösterilen din Hristiyanlıktı. Kuzeyde Roma İmparatorluğu’nun, batıda Habeşistan Krallığı’nın bulunması, Yemen’de vilayetlerden birisinin bu dini kabul etmesi Hire ve Gassan’ın Hristiyanlaşması gibi sebepler Hristiyanlığın lehinde olan durumlardı. Bu şartlar altında, bütün Arabistan’ın bu dini kabul etmesi an meselesi sayılabilirdi. Hâlbuki Hristiyan kilisesi Araplar üzerinde takdire şayan hiçbir iz bırakmadığı gibi, Arapların içki, kumar ve fuhuş gibi kötülüklere meyillerini çoğaltmıştır. Üçüncü hareket yani Haniflik; bu hareket dâhilî olmakla beraber hedefi tevhit inancını putperestliğe karşı üstün tutmak ve putperestliği ortadan kaldırmaktı. Programı bundan ibaret olmasına rağmen Arap Yarımadası’nda hiç muvaffakiyet kazanamamıştı. Bu hareketin diğerlerinden zayıf oluşunun bir sebebi de maddi bir nüfuzu bulunmamasıydı. Bu vaziyeti gördükten sonra, Hz. Peygamber’in yirmi sene gibi kısa bir zamanda başardığı dinî, içtimai ve ahlaki inkılâpta, Allah’ın kudretini görmemek mümkün değildir. William Muir gibi İslam Peygamberi’nin insafsız bir düşmanı bile, Arabistan’ın mucizevi kurtuluşunu şu sözlerle ifade eder:
“Hz. Muhammed’in gençliğinde Arabistan, koyu bir muhafazakârlık içindeydi. Hiçbir devirde teceddüt, bu devirdeki kadar imkânsız sayılamazdı. Fakat Hz. Muhammed’in zuhuru ile Araplar yeni ve manevi bir uyanışa kavuştular. Araplardaki bu ani uyanışı bazıları, o sırada Arabistan’da bu uyanışın zaten beklenilmekte olduğuna bağlarlar. Hâlbuki Arabistan’ın mazisi ve İslam’dan önceki tarihi, bu görüşü geçersiz kılmaktadır. Hristiyanlık, Arabistan’da beş asır gibi bir zaman faaliyette bulunduktan sonra bile, ancak şurada burada birkaç insana bu dini kabul ettirebilmişti.
Velhasıl dinî bir bakış noktasından tetkik edecek olursak, Hristiyanlığın Arabistan’da çok zayıf sarsıntılar meydana getirdiğini, buna karşılık Museviliğin daha derin tesir icra ettiğini fakat umumiyetle Arapların hurafelere ve putperestliğe daldıkları görülür.”
Muir daha sonra diyor ki:
“Hz. Muhammed’in zuhurundan önce Arabistan dinî yenilenmeye olduğu kadar siyasi birlik ve millî bir uyanışa da müsait değildi. Arap dininin esası, derin, köklü bir putperestlikti. Bu putperestlik Mısır’dan ve Suriye’den Arabistan’a giden misyonerlerin tesirlerine mukavemet etmişti.”
Hz. Muhammed, diğer dinler erbabının bütün teşebbüslerine karşı koyan böyle bir kavme gönderilmişti. Araplar kendilerini ıslah edecek bütün teşebbüsleri akamete uğratmışlardı. Hz. Muhammed ise bu milleti ıslah hususunda, insanlık tarihinde emsali görünmeyen bir muvaffakiyet kazanmıştır. Bu hadise, bir millet ne kadar kötü olursa olsun, İslam’ın emirlerinin onu kurtaracağına ve yükselteceğine dair tarihi bir delil teşkil etmez mi?

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bİ’SET-İ MUHAMMEDİYE’NİN MÜJDELERİ
“Bu dünyada ve ahirette bizim için güzel olanı yaz; biz sana yöneldik.” dedi. Allah: “Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim her şeyi kaplamıştır; bunu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inanıp, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan Peygamber’e uyanlara yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder; temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar; onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir. Bu Peygamber’e inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar saadete erenlerdir.” dedi.[29 - Araf, 7/156-157.]
Peygamber Efendimiz’in gönderileceğine ait daha önce gönderilen mukaddes kitaplarda birçok müjde, haberler vardır ki bunlar o zamanki kavimler arasında yaygın olarak bilinmekteydi. Bu müjdeler, Yahudiler ve Hristiyanların Arabistan’a gidip oraya yerleşmelerine de sebep olmuştu. Çünkü gönderilmesi vadedilen Peygamber’in zuhur yeri olarak Hicaz, mukaddes kitaplarda bildirilmişti. Biz bu müjdelerin birkaçını mevzubahis etmek isteriz.
Kur’an-ı Kerim, Bi’seti Muhammedi’nin geçmiş peygamberlerde haber verildiğini, bunlardan ve mensup oldukları milletlerden, Peygamber Efendimiz’e tabi olmak için ahit ve misak alındığını beyan etmektedir. Vadedilen Peygamber’in en büyük özelliğinin bütün Peygamberlerin hak olduklarını tasdik edicilik olacağını bu milletlere bildirmişti.[30 - Allah peygamberlerden ahid almıştı: “And olsun ki size kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?” demişti. “İkrar ettik.” demişlerdi de: “Şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim.” demişti. [Ali İmran, 3/81]]
Yine Kur’an-ı Kerim, daha önce gönderilen kitaplarda peygam berimiz’in geleceğinin müjdelendiğini de açıklar.[31 - O, daha öncekilerin kitabında da zikredilmiştir. [Şuara, 26/196]] Kur’an-ı Kerim’in bu beyanatını Ahd-i Cedid’in sahifeleri de teyit etmektedir.[32 - Tevrat, Resullerin İşleri, 3/22.] Anlaşıldığına göre, geçmiş zamanda Allah, her milletin ıslahı için onlara bir peygamber göndermeyi irade buyurmuştur. O zaman, yeryüzünde yaşayan kavimler birbirlerinden tamamı ile ayrı idiler. Asrımızın kolay ulaşım imkânlarından o zamanın insanları mahrumdu. Daha sonra çeşitli dinlerin hepsini bir din hâlinde birleştirmek için bütün beşeriyete hitap eden bir peygamber gönderilmiştir. Binaenaleyh, bir taraftan bütün dünyayı hakk’a davet edecek Peygamber’in geliş müjdesi bütün peygamberlere haber verilmiş, diğer taraftan da O büyük Peygamber’in kendinden önce gelen peygamberlerce hak olduğunu tasdik etmeleri emrolunmuştur. Peygamberimiz bu sıfata sahip yegâne peygamberdir.
Hz. Muhammed, tebliğ ettiği dinin itikat esaslarından birisinin de bütün peygamberleri tasdik etmek olduğunu beyan etmiştir. Onlar sana indirilene de senden evvel indirilenlere de inanırlar. Ahirete ise onlar şüphesiz bir bilgi ve inanç beslerler.[33 - Bakara, 2/4.] buyrulmaktadır. Yine Kur’an, her millete bir müceddit gönderildiğini beyan ederek der ki: Kendisine bir nezir gönderilmeyen bir millet yoktur.[34 - Fatır, 35/24.] Daha sonra da peygamberlerden bir kısmının isminin Kur’an’da geçtiğini, bir kısmının da isminin zikredilmediğini kitabımız açıklar. Bundan dolayı her iki bakımdan Peygamber Efendimiz’in mevkii aşikârdır. Bir taraftan geçmiş peygamberlerin müjdeleri Resul-i Ekrem’in şahsında tamamen tahakkuk ediyor, diğer taraftan da önceki peygamberlere inanmayı, iman esaslarından sayan tek peygamber Hz. Muhammed oluyor. Aynı zamanda bütün peygamberlerce haber verildiği gibi, en son peygamber de budur.
Semavi kitapların, o büyük Peygamber’e ait haberleri ihtiva ettiği muhakkaktır. Eski kitapların en yenileri sayılan Ahdi Atik ile Ahdi Ce-did, Kur’an-ı Kerim’in dikkat çektiği birçok müjdeyi hâlen muhafaza etmektedir.
İsrailoğulları ile Hz. İsmail’in oğulları aynı dedenin yani Hz. İbrahim’in zürriyetidir. Hz. İbrahim’e gönderilen ilahi kitap bize intikal etmemiş ise de onun oğulları Hz. İshak ve Hz. İsmail’in zürriyetleri hakkında Cenabıhakk’ın vaatlerine dair ahd-i kadimde pek çok ayet vardır. Kur’an-ı Kerim bu emirlere işaret ederek der ki: Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, “Seni insanlara önder kılacağım.” demişti. O “soyumdan da” deyince, “Zalimler benim ahdime erişemez.” buyurmuştu.”[35 - Bakara, 2/124.]
Bu suretle İbrahim Peygamber’in zürriyetine nübüvvet verileceği vadedilmiş ancak zulüm ettikleri takdirde bundan mahrum edilecekleri beyan edilmiştir. Hz. İbrahim ile İsmail’in Kâbe’deki duaları aynı şeyi göstermektedir. Bunlar diyorlardı ki: Rabb’imiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hâkim olan ancak sensin.[36 - Bakara, 2/129.] Tevrat, Hz. İshak ve İsmail’in dünyaya teşriflerinden önce Hz. İbrahim’e bildirilmiş böyle bir vahiy kaydeder. ahd-i kadimde deniliyor ki: Sizden büyük bir millet meydana getireceğim, sizin namınızı yükselteceğim. Sizi taziz edenleri izzete mazhar edeceğim. Size lanet edenlere lanet edeceğim. Sizinle bütün dünyanın aileleri izzete ereceklerdir.[37 - Tekvin, 16/2-3.] Bu ayetleri düşündüğümüzde, bunlarda İsmailoğulları’na, yani Müslümanlara işaret edildiği açıkça ortaya çıkar. Çünkü bütün insanlar arasında yalnız Müslümanlar günde beş vakit namazlarında Hz. İbrahim ve onun ehline rahmeti ilahi niyaz ederler. Derler ki: Ya Rabbi İbrahim ile onun ehlini nasıl rahmete mazhar kıldınsa Muhammed ile onun ehlini de rahmete mazhar kıl.
Kitab-ı Tekvin’de Hz. İsmail’den ismi ile bahsedilerek, hakkında deniliyor ki: İsmail’e gelince, seni dinledim. Onu rahmete mazhar kıldım. Onun semeresini devam ettireceğim. Onun zürriyetini çoğaltacağım. İsmail on iki emirin babası olacak. Ondan büyük bir millet vücuda getireceğim.[38 - Tekvin, 17/20.]
Kitab-ı Tekvin’in Hz. İsmail’e ve zürriyetine ait olan bu beyanları ile İbrahim Peygamber’e ait olan beyanatı birbirine uymaktadır. Çünkü burada ilahi vaat çok güçlüdür. Benim ahdim şudur. Bu ahdi muhafaza edeceksiniz. Benimle sizin her birinizin zürriyeti arasında şu ahit meydana gelecektir: Her erkek çocuğu sünnet edilecek. Bu sizinle benim aramdaki ahdin bir nişanesi olacaktır.[39 - Tekvin, 11-12.]
Sünnet olma işi, İsrailoğulları ile İsmailoğulları arasında bir zaman için müşterek bir âdetti. Fakat şu anda bu geleneğe, ancak Müslümanlar riayet etmektedir. İsrailoğulları’ndan bu âdete şimdiye kadar riayet edenlerin sayısı çok azdır. Peygamber Efendimiz’in geleceğine dair ikinci müjde Hz. Musa tarafından verilmiştir. Cenabıhak, Hz. Musa’ya vahyetmiştir ki: Onlara kendi kardeşlerinin arasından bir peygamber göndereceğim. Bu peygamber sana benzeyecek ve Benim emirlerimi irat edecektir.[40 - Tesniye, 18/18.]
Hz. Musa’nın bu müjdesi gün gibi aşikârdır. Musa’dan İsa’ya kadar gelen bütün Beni İsrail’e ait peygamberlerin hiçbiri bu müjdede bahsedilen peygamber olduklarını ifade etmemişlerdir.
Musa’nın şeriatını tatbik için gönderilen Beni İsrail peygamberlerinin, Hz. Musa’ya benzemeleri apaçık sebeplerden dolayı mümkün değildi. Bu müjde Yahudiler arasında yaygındı. Bundan dolayı Yahudiler nesilden nesile Hz. Musa’ya benzeyecek olan bu Peygamber’i bekliyorlardı. Hz. Yahya ile kendisine kim olduğunu soranlar arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Yahya’ya “Sen kimsin?” denildiği zaman, “Ben Mesih değilim.” demişti. Kendisine “O hâlde kimsin, İlyas mısın?” denilmiş, o “Hayır.” demişti. Bu sefer Hz. Yahya’ya “Sen yoksa o peygamber misin?” denilmiş fakat o yine “Hayır değilim.” demişti.[41 - Yuhanna, 1/19-21.]
Bu muhavere açıkça gösteriyor ki Yahudiler üç muhtelif peygamber zuhurunu bekliyorlardı. Birincisi tekrar geleceğine inandıkları İlyas’tı. İkincisi Mesih’ti. Üçüncüsü o kadar geniş bir şöhrete haizdir ki ona “O peygamber” denilmektedir. Kimin kastedildiğini beyan etmek için “O peygamber” demek kâfi geliyordu. Hz. İsa’nın gelişinden önce Beni İsrail, mukaddes kitaplarında belirtildiği üzere üç peygamber bekliyorlardı. Mesih, İlyas -ki ikinci kere gönderilecekti-ve Musa’ya benzeyen peygamber. Bunlardan ikisi gerçekleşmişti. İsa, Mesih olduğunu Yahya ise İlyas’ın ruhu ile gönderildiğini ikrar etmişlerdi. Fakat bunların hiçbirisi kendilerinin Musa’ya benzeyen peygamber olduklarını söylememişlerdi. Bunları tanıyanların hiçbiri de bu sıfatı iki peygamberden hiçbirine vermemişlerdi. Hz. İsa’nın peygamberliği ile Beni İsrail arasında devam eden nübüvvet silsilesi sona ermişti. Bu suretle Beni İsrail’in mukaddes kitaplarında gönderileceği müjdelenen peygamber, Beni İsrail arasından çıkmamıştı. Fakat dünya tarihinin sahifelerini karıştırdığımız takdirde Peygamber Efendimiz’den başka hiçbir nebinin Hz. Musa tarafından gelişi müjdelenen kimse olduğunu söyleyen olmamıştır. Kur’an-ı Kerim’den başka hiçbir mukaddes kitapta, bu müjdenin bi’seti Muhammediye ile tahakkuk ettiğini söylememiştir. Meydana gelen olaylar da bu neticeyi teyit eder. Hz. Musa’dan sonra gelen peygamberlerin hiçbiri yeni bir şeriat getirmemiştir. Şeriat sahibi olan Aleyhi’s-Selat-ı Vesselam Peygamber Efendimiz bu noktadan Hz. Musa’ya benzeyen peygamberdir.
Kur’an-ı Kerim diyor ki: Firavun’a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik.[42 - Müzemmil, 73/15.]
Hz. Musa’nın müjdesinde, “Biraderleriniz arasından bir peygamber gönderilecektir.” deniliyor ki bu cümledeki “biraderleriniz arasından” kelimeleri, vadedilen Peygamber’in, İsrailoğulları arasından değil, Hz. İsmail evladından çıkacağını ifade etmektedir. Bu da Hz. Musa tarafından verilen müjde ile Peygamber Efendimiz’in kastedildiğini ortaya koyar.
Kitab-ı Mukaddes’te sarih bir müjde daha vardır. Deniliyor ki: Tanrı, Sina’dan geldi. Sair’den onlar kıyam etti. Paran’dan ziya parladı. On bin aziz ile ileriye geldi. Sağ yanında onlara doğru parlak bir şeriat geliyordu. Sina’dan gelmek Musa’nın zuhuruna, Sair’den gelmek İsa’ya işarettir. Paran’ın ise Hicaz olduğunda şek ve şüphe yoktur. Çünkü Hicaz’ın eski adı Paran’dır. Hz. Peygamber burada İsmail Peygamber’in evladından zuhur etmiştir. Bütün dünya kahramanları içerisinde Mekke’ye on bin seçme mücahit ile giren tek tarihi şahsiyet Hz. Peygamber’dir. Sağ tarafında onlara doğru parlak bir şeriat geliyordu tabirinden de “Şeriat -ı Garrâ” murat edilir ki bu da Peygamberimiz’in şeriatının adıdır.
Dördüncü müjde de geleceği vadedilen Peygamber’in Arabistan’da zuhur edeceğini göstermektedir. Siz Arabistan’daki ormanda ikamet edeceksiniz. Ey dindarların yolcu arkadaşları, susuzlara onlar su verirler. Yeni arazinin sakinleri, muhacirleri ekmekle karşıladılar. Çünkü onlar sıyrılan kılıçlardan ve onların yaylarından harbin musibetlerinden kaçmışlardı.[43 - Yuhanna, 14/15-17.] Bir kere bu cümlelerdeki Arabistan kelimeleri önem taşır. Sonra hicret edenlerden bahsedilmesi, müjdenin hedefini tayin etmektedir. Dünya tarihi yalnız bir hicret kaydediyor ki o da Hicret-i Muhammediye’dir. İslam tarihi bu hicretle başlamaktadır. Çünkü bu tarihi hadise, İslam’da, yahut bütün dünya medeniyet tarihinde yeni bir devir açmaktadır.
“Sıyrılan kılıçlardan kaçtı.” kelimeleri daha açık bir şehadeti ihtiva eder. Çünkü tarihin teyit ettiği gerçeklerden biri, Resul-i Ekrem’in, Hicret gecesinde kana susamış, kılıçlarını çekmiş, hane-i saadetlerinden çıkar çıkmaz onu öldürmeye azmetmiş düşmanlarla çevrili bulunduğudur. Hicret-i Muhammediye kadar büyük neticeler doğuran diğer bir hicret yahut Hz. Muhammed’den başka sıyrılan kılıçlar ortasından hayatını kurtaran bir peygamber bulmak için tarihi karıştırmak boşunadır.
Hz. Davud, Süleyman ve Beni İsrail peygamberleri tarafından buna benzer birçok müjde verilmiş ise de sözü kısaltarak bunları saymıyoruz. Yalnız Beni İsrail peygamberlerinin sonuncusu olan Hz. İsa’nın bazı müjdelerini tespit ediyoruz:
“Beni seviyorsanız emirlerime riayet ediniz. Ben de Rabb’ime tazarru ederim. O size diğer bir tesellici gönderir ki sizinle beraber kalır.”
“Fakat benim ismimle Rabb’imin göndereceği tesellici, Ruh’ul Kudüs size her şeyi öğretecektir.”[44 - Yuhanna, 14/26.]
“Size doğruyu söylüyorum. Benim gitmekliğim sizin için lazımdır. Çünkü gitmeyecek olursam teselli verici gelmeyecektir. Fakat irtihal edersem onu size göndereceğim.”[45 - Yuhanna, 16/17.]
Yine denilir ki:
Size söyleyeceğim başka şeyler daha var. Fakat siz onlara şimdi tahammül edemezsiniz. Bununla beraber o ruhu hakikat geldiği zaman sizi bütün hakikate irşat edecektir.[46 - Yuhanna, 16/12-13.]
Bütün bu haberler Hz. İsa’dan sonra bir peygamberin geleceğini şeksiz ve şüphesiz bir şekilde ifade eder. Fakat Hristiyan ilahiyatçıları bu haberleri, Ruhu’l Kudüs’e intibak ettirmek için uğraşıp durmuşlardır. Hâlbuki Hz. İsa’nın sözleri tevile ihtimal vermeyecek surette açıktır. Hz. İsa diyor ki: “Ben irtihal etmezsem size teselliyet verici gelmez.” Acaba Hristiyan müfessirler, Hz. İsa’nın Ruhu’l Kudüs’ün refakatine mazhar olmadığını mı söylemek istiyorlar. Ahd-i Cedid, Hz. Yahya’nın doğumundan evvel bile bu ruhla meşbu olduğunu, sonra Hz. İsa ise Ruhu’l Kudüs’ü bir güvercin şeklinde anlatıyor. Demek ki Ruhu’l Kudüs İsa’dan önce ve onun zamanında insanları ziyaret ediyordu. O hâlde: “Ben gitmeyecek olursam tecelliyet verici size gelmeyecektir.” sözleri neye işaret etmektedir. Bu sözlerin Ruhu’l Kudüs’ü kastetmediği aşikârdır. Biz Müslüman olmak hasebiyle, Hz. İsa’ya hürmet etmekle beraber, onun havarilerinin de Ruhu’l Kudüs’ün refakatine müstahak olacak derecede temiz olduklarını kabul ederiz. Kur’an-ı Kerim, resullerin ashabının, Ruhu’l Kudüs ile müeyyed olduklarını beyan etmektedir.[47 - Allah’a ve ahiret gününe inanan bir millettir, babaları veya oğulları veya kardeşleri, akrabaları olsa bile Allah’a ve Peygamber’ine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar, Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki saadete erecek olanlar, Allah’tan yana olanlardır. [Mücadele, 58/22]]
Hz. İsa’nın müjdelerinde kullanılan Ruhu’l Kudüs kelimesi, geleceği vadedilen Peygamber’e ayrılması mümkün olmayacak derecede bağlı olacağını, o Peygamber’in gelmesini âdeta Ruhu’l Kudüs’ün gelişi sayılacağını ifade ediyor. Hz. İsa’nın müjdelerinde ancak Peygamber Efendimiz’le intibak edecek diğer noktalar da vardır. “Teselli verici, ilelebet onlarla kalıcı” olduğunu söylüyor ki bu söz adı geçen peygamberden sonra peygamber gelmeyeceğine işaret ediyor. Kur’an-ı Kerim de Peygamberimiz’in son peygamber olduğunu beyan buyuruyor.[48 - Ahzap, 33/40.]
Yine Hz. İsa, vadedilen Peygamber’in Ruhu’l Hakika olduğunu beyan ediyor. Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’nın bu beyanını teyit ederek der ki: De ki: Hak geldi, batıl ortadan kalkmaya mahkûmdur.[49 - İsra, 17/81.]
Netice olarak, İbrahim ve İsmail’in niyazları ve Hz. Musa ve İsa’nın müjdeleri Peygamber Efendimiz’in şahsında tahakkuk etmiştir.

BEŞİNCİ BÖLÜM
PEYGAMBERİMİZ’İN NESEBİ VE DOĞUMU
Senin kalkıp namaz kılanlar arasında bulunduğunu gören, güçlü ve merhametli olan Allah’a güven. Doğrusu o işitir ve bilir.[50 - Şuara, 26/217-220.]
Hz. İsmail, Hz. İbrahim’in en büyük oğluydu. Ahd-i Kadim’in de ifade ettiği gibi Hz. İsmail’in on iki oğlu olmuştu. Bunlardan ancak birinin zürriyeti Hicaz ülkesinde yayıldı. Arapların Ebu Kaydar’dan türeme oldukları Tevrat’ta belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz’in nesebinin, her şüpheden uzak olarak Adnan’a kadar uzandığı, Adnan’da kırkıncı batında Hz. İsmail’in torunudur. Hz. Peygamber’in nesebinin doğrudan doğruya Adnan’a kadar olan silsilesinde hiçbir ihtilaf yoktur. Adnan’ın dokuzuncu torunu olan Nadr b. Kinane, Kureyş ailesi’nin kurucusudur. Bundan dokuz batın sonra Kusay gelir ki Arabistan’da en şerefli iş olan Kâbe’nin muhafızlığını kendi bünyesine almıştı. Kusay, Peygamberimiz’in ceddi olan Abdülmuttalip’in de ceddidir. Asalet itibarıyla Hz. Peygamber’in ailesi en yüksek mevkidedir.
Abdülmuttalip’in validesi, Peygamberimiz’in ana tarafından akrabası olan Beni Neccar Kabilesi’ne mensuptu. Abdülmuttalip’in on oğlu vardı ki bunlardan Ebu Leheb, Peygamberimiz’in amansız düşmanı, Ebu Talip ise Peygamberimiz’i himaye eden ve yetiştiren kimse idi. Hamza, İslamiyeti ilk kabul edenlerden ve Uhud Harbi’nde şehit düşenlerdendi. Abbas, uzun bir müddet İslam haricinde kalmakla beraber Peygamberimiz’e karşı sevgi bağları ile bağlı idi. Abdullah ise Peygamber Efendimiz’in babası idi. Abdullah, Zühre Kabilesi’ne mensup Vehb b. Abdimenaf’ın kızı Amine ile evlenmişti. Bu karı koca yalnız asalete değil, o cehalet devrinde daha mühim bir şey olan mümtaz bir ahlaka sahiptiler.
Bu mesut evlenmeden az bir zaman sonra Abdullah, ticari seyahat için Suriye’ye hareket etmiş, dönüş esnasında hastalanarak Medine’de vefat etmişti. Bu suretle Hz. Muhammed öksüz doğmuş ve altı yaşında iken annesini de kaybetmişti. Ana baba şefkatinden ve itinasından mahrum kalmakla beraber, en yüksek ahlaka sahip olmuş, bundan başka ahlak mürşitlerinin en büyüğü olmuştur. Hz. Peygamber kitap okumakla kazanılacak faydalardan nasibini almadı ama buna karşılık, dünyaya öyle zengin bir miras bıraktı ki bugüne kadar daima hürmetle karşılandı.
Rebiulevvel ayının 12. günü pazartesi gecesi Peygamberimiz’in doğum gecesidir. Diğer bir rivayete göre bu ayın dokuzuncu günü, miladi 20 Nisan 571 tarihine tesadüf eden günde doğmuştur. Dünyaya teşrif etmelerinden önce annesi bazı müjdelere nail olmuştu. Bazı hadislerden Peygamberimiz’e Muhammed isminin dedesi Abdülmuttalip, Ahmed isminin ise annesi tarafından verildiği anlaşılır. Kur’an-ı Kerim’de, Peygamberimiz’den bu isimlerden her ikisi ile bahsedilmektedir.[51 - “Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.’ demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: ‘Bu, apaçık bir sihirdir.’ demişlerdi.” [Saff, 61/6] “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir.” [Ali İmran, 3/144] “Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.” [Ahzab, 33/40] “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardı: ‘Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.’ ” [Fetih, 48/29]] Sahih hadislerin birinde Peygamberimiz’in isminin hem Muhammed hem de Ahmed olduğu açıklanır. Peygamberimiz’in methi için yazılan naat ve kasidelerde her iki ismi de geçer.
Hz. Peygamber’in doğumundan önce meydana gelen harikulade hadiselerle mufassal bir şekilde meşgul olmaya lüzum görmüyoruz. Biz aslında bir ayet-i kerime ile açıklanan şu hadiseyi açıklamakla yetineceğiz. Peygamberimiz’in doğduğu yıl, Yemen’in Hristiyan hâkimi, Sana’da muhteşem bir kilise inşa etmiş ve bu kilisenin Araplar için hem manevi hem cismani bir merkez olduğunu iddia ederek Kâbe’yi tahrip etmeyi azmetmişti. Aslında bu hadise, tevhit ile Hristiyanlığın teslis inancı arasında bir ölüm kalım mücadelesi idi. Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak için büyük bir ordunun başında ilerlemişti. Mekke’ye üç konak mesafede karargâhını kuran Ebrehe, ne maksatla geldiğini Mekkelilere haber vermek üzere adamlarını gönderdi. Ebrehe’nin adamları Abdülmuttalip’i develerinden birkaçını yakaladılar. Abdülmuttalip bizzat Ebrehe’ye müracaat ederek develerinin geri verilmesini istedi. Abdülmuttalip’in, makam ve mevki sahibi, kudretli bir şahsiyet olarak bilen Ebrehe, onun Kâbe’ye dokunmamak için ricaya geldiğini sanarak müracaat sebebini sordu. Abdülmuttalip develeri için geldiğini söyledi. Beklenilmeyen bu cevaptan hayrette kalan Ebrehe, “Yerle bir etmek için geldiğim Kâbe’nize hiç önem vermediğiniz hâlde develerinize ne kadar önem veriyorsunuz?” dedi. Abdülmuttalip cevap olarak dedi ki; “Evet, develerime ehemmiyet veriyorum, çünkü onların sahibiyim. Kâbe’ye gelince onu da sahibi himaye eder.” Kureyş, Ebrehe’nin ordusuna karşı koyacak durumda olmadıklarından Mekke’yi boşaltarak civar dağlara sığınmışlardı. Abdülmuttalip, Mekke’den ayrılırken Kâbe’nin örtüsüne sarılarak: “Ya Rabbi, bu senin beytindir. Biz onu müdafaa etmekten aciziz. Onu sen himaye et.” demişti. Tarihçiler bu sırada Ebrehe’nin ordusunda müthiş bir çiçek hastalığının yayıldığını ve ordunun büyük bir bölümünün helak olduğunu kaydetmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim ise bu hadiseyi şöyle beyan eder:
Fil sahiplerine Rabb’inin ne ettiğini görmedin mi? Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine, sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları, yenilmiş ekin gibi yaptı.[52 - Fil, 105/1-5]
Kur’an-ı Kerim’deki bu sure, Ebrehe ordusunun ölülerine bile bakmadan onları vahşi hayvanlara bırakarak bozguna uğradığını ve meşhur felaketlerini anlatır. Bu hadise Peygamberimiz’in doğum yıllarına tesadüf eder.

ALTINCI BÖLÜM
NÜBÜVVETTEN ÖNCEKİ HAYAT
De ki: Allah dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?[53 - Yunus, 10/16.]
Arap asillerin âdetlerinden birisi; valideleri çocuklarını emzirmezlerdi. Doğan çocuklar bedevi kabileler arasına büyümek üzere gönderilirdi. Hz. Muhammed de doğduğu zaman, validesi tarafından iki gün, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe tarafından birkaç gün emzirilmiş ve daha sonra da Beni Saad Kabilesi’nden Halime’ye verilmişti. Halime, Peygamber Efendimiz’i iki sene emzirdikten sonra annesi Amine’ye iade etmişti. Fakat o sıralarda Mekke’de salgın bir hastalık bulunduğundan Amine, çocuğunu Halime ile tekrar Mekke’nin dışına göndermişti. Hz. Muhammed altı yaşına kadar Halime’nin terbiyesinde kalmış ve ondan sonra tekrar annesine iade edilmişti. Amine, kocası Abdullah’ın mezarını ziyaret etmek için Medine’ye hareket etmek üzere bulunuyordu. Oğlunu da yanında götürmüştü. Bu seyahat esnasında Ebva denilen yerde vefat etmiş, oraya defnedilmişti. Böylece o büyük Peygamber, altı yaşında iken hem ana hem baba öksüz kalmıştı. Babasının ihtimamından, annesinin şefkatinden nasibini alamamış, ebeveynine karşı gerekli sevgi ve saygıyı da gösterememişti. Bununla beraber aynı sevgiyi Peygamberimiz sütannesine ve süt kardeşlerine göstermiş, onlara hakiki anne ve kardeş muamelesinde bulunmuştu. Kendisine risalet verildikten sonra, bir gün Halime, Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelmiş, Resul-i Ekrem ayağa kalkarak sütannesini güzel sözlerle karşılamış ve ona oturması için kendi abasını sermişti. Hz. Muhammed sütannesi ve süt kardeşlerine gerekli hürmeti gösterdiği gibi, sütannesinin mensup olduğu Beni Saad Kabilesi’ne de aynı hürmeti gösteriyordu.
Validesinin vefatı üzerine, Hz. Muhammed’in himayesi dedesi Abdülmuttalip’e intikal etmişti. Fakat iki sene geçmeden ölümün pençesi Hz. Muhammed’i dede himayesinden de mahrum etmişti. Sekiz yaşlarında iken Hz. Muhammed’in himayesi amcası Ebu Talip’e geçti. Çocukluğundan beri taşıdığı üstün faziletler Hz. Muhammed’e amcası Ebu Talip’in takdirini kazandırmıştı. Bu yaşta bile kendisi ile temas edenler, onun hâl ve tavırlarını görenler takdir hislerini gizleyemiyorlardı. Ebu Talip nereye gitse onu yanına alıyor, geceleri onu kendi yatağında yatırıyordu. Hz. Muhammed on iki yaşında iken Ebu Talip ticaret için Suriye’ye gitmişti. Hz. Muhammed amcasına çok bağlı olduğundan, ondan uzun bir zaman ayrılmak istemediğinden, bu uzun yolculukta amcası onu yanına almıştı. Bu seyahat esnasında Hz. Muhammed’in Hristiyan rahibi Bahira’ya tesadüf etiği rivayet olunmaktadır. Bu rivayete göre, rahip, çocuğun yüzünde istikbalinin azametini sezmiş, bir gün ilahi risalet vazifesini alacağını, bunun için dikkatli olunmasını amcasına tavsiye etmişti. Yirmi yaşında iken Hz. Muhammed, haram aylarda meydana geldiği için “Ficar Harbi” diye isimlendirilen ve Kays ile Kureyş arasında devam eden harbe katılmış fakat elini hiçbir kimsenin kanı ile kirletmemiştir. Bundan sonra Peygamberimiz Hılfü’l Fudul’e katılmıştır. Hılfü’l Fudul; haksızlığa uğrayanların haklarını müdafaa etmeyi hedef alan bir cemiyetti. Bu cemiyetin her parçası, zalimlere karşı mazlumların namus müdafaasını üzerine alıyordu. Bu insani cemiyetin teşekkül etmesine önder olanlar, Hz. Muhammed ile Beni Haşim’di. Hz. Muhammed’in gençlik devirlerinden beri felaketzedelere yardım etme isteği, eşsiz yaratılışının bir hazinesi olduğunu göstermektedir.
Daha bu yaşta iken Hz. Muhammed’in doğruluğu Mekke’de şöhret bulmuş ve kendisine “el-Emin” lakabı verilmişti. Emanet her hususta doğruluğu ve namusluluğu ifade eder, Hz. Muhammed ile herhangi bir muamelede bulunanlar onu yaşadıkları müddetçe övgüyle anarlardı. Bu sıralarda Kâbe’nin tamirine lüzum görülmüştü. İnşaat malzemeleri hazırlanmış, Kureyş birlik hâlinde çalışmaya başlamıştı. Bu tamirat esnasında Hacerü’l Esved’in yerine konulması meselesinden dolayı Kureyş arasında vahim bir münakaşa başlamıştı. Bu tartışmalar kabileler arasında muharebeler olmasına ve yüzlerce ailenin helakine sebep olabilirdi.
Sonunda, Kureyş’den biri meselenin hakeme havale edilmesini talep etti. Ertesi gün Kâbe’nin önünde görülen ilk insan hakem olarak kabul edilecek ve kendisinden davanın çözümü istenecekti. Bu teklif ittifakla kabul edildi. Herkes ertesi günü büyük bir şevkle bekliyordu. Ertesi sabah Kâbe’nin civarında ilk görünen kimse ise Peygamber Efendimiz idi. “İşte el-Emin, işte el-Emin geliyor!” sesleri her taraftan yükseliyordu. Herkesin Peygamber Efendimiz’e karşı gösterdiği itimat tam yerinde kullanılıyordu. Hz. Muhammed, Hacerü’l Esved’i bir yaygının üzerine koyarak, reisleri kumaşın uçlarından tutmaları için çağırdı. Bu suretle Peygamberimiz otuz beş yaşında iken kabilesi arasında çıkabilecek bir iç savaşa engel olmuş oldu.
İslamiyetten önce de “Tahire” lakabı ile meşhur olan Hz. Hatice, Hz. Muhammed’in sahip olduğu yüksek vasıfları haber alarak bütün işlerini ona bırakmıştı. Hz. Muhammed’in namusluca çalışmaları sayesinde az bir zaman zarfında Hatice büyük kazançlar sağlamıştı. Hz. Muhammed’in fiilleri, yüksek ahlakını tescil ediyordu. Onun bu hâli Hatice’nin kendisine evlenme teklif etmesine sebep oldu. Böylece Peygamber Efendimiz yirmi beş yaşında iken kendinden on beş yaş daha büyük olan bu dul kadınla evlendi. Hz. Peygamber’in Hatice’den dört kızı ve iki oğlu dünyaya geldi. Bunların en büyükleri Kasım’dır ki onun için Peygamberimiz’e Ebu’l Kasım da denilir. Kasım iki yaşında iken ölmüştü. Peygamber’in en büyük kızı ilk önce Abdü’l As ile evlenen Zeynep’tir. Bundan sonra Hz. Osman ile evlenen ve Bedir Harbi’nin kazanıldığı gün irtihal eden Rukiyye, ondan sonra da Rukiyye’nin irtihali üzerine Hz. Osman ile evlendirilen Ümmü Gülsüm doğmuştur. Peygamber’in en küçük kerimesi Hz. Fatımatü’z Zehra’dır.
Hz. Fatıma, Hz. Ali’nin zevcesidir. Hz. Hatice’nin en küçük evladı olan bir oğlu da çocukken vefat etmişti. Hz. Peygamber, Fatıma hariç, bütün çocuklarını kendisi hayatta iken kaybetmişti. Hz. Fatıma ise Peygamberimiz’in vefatından sonra ancak altı ay kadar yaşamıştı. Peygamberimiz’in diğer bir oğlu da Mariye’den doğan İbrahim’di. O da çocukluk günlerinde vefat etmişti. Peygamberimiz Hz. Hatice’ye karşı, onun ölümünden sonra da bağlı olarak yaşadı. Bir defasında Hz. Muhammed, Hatice’nin fazilet ve meziyetlerinden bahsederken, Hz. Aişe, Peygamberimiz’e kendisinin Hz. Hatice’den üstün olup olmadığını sormuştu. Hz. Peygamber cevaben; “Hayır, çünkü herkesin beni reddettiği sırada o kabul etti!” demişti. Taşıdığı ahlaki faziletler dolayısıyla Peygamberimiz bütün kalbi ve ruhu ile Hatice’ye hürmetkârdı. Peygamberimiz, Hatice’nin malından, Allah yolunda istediği gibi sarf ederdi. Hz. Hatice hayırlı maksatlar uğrunda servetinden fedakârlık etmek için vuku bulan hiçbir tavsiyeyi geri çevirmemişti. Bir defa Hz. Hatice, Peygamberimiz’e bir köle satın almış, Peygamberimiz ise köleye derhâl hürriyetini verince o da fazlasıyla memnun olmuştu. Peygamberimiz’in meşhur ashabından olan Zeyd de bir köle idi. O da Hz. Hatice sayesinde hürriyetini kazanmıştı. Peygamberimiz’e risalet verildiği zaman, bu ağır mesuliyet onu titretmişti. Fakat bu buhranlı dakikalarda, Hz. Hatice şu kelimelerle ona kuvvet verdi: “Cenabıhak, seni hiçbir zaman başarısız kılmayacaktır. Çünkü bütün akrabalık bağlarına hürmet edersin. Zayıfların koruyucususun. Herkesin ihmal ettiği faziletleri taşımaktasın. Misafirperversin, başına her ne gelirse gelsin hep hak tarafındansın.” Hz. Hatice bu sözleri ile Hz. Muhammed’in insani hasletlerini ve ahlaki faziletlerini ne kadar hararetli bir şevk ile takdir ettiğini göstermektedir. Gerçekten bu söz, karı koca arasında mevcut derin bir sevginin ifadesiydi. Her ikisi de insani hislerle dolu idiler. Bir insanın zevcesi kadar, kalbinin en gizli sırlarına vakıf olan başka bir kimsesi yoktur. Hz. Hatice’nin Peygamberimiz’e bu hararetli imanı, seciyesinin eşsizliğine kesin bir delil teşkil eder. En düşmanca hareket eden Batılı tenkitçiler bile bu durum karşısında zerre kadar bir şüphe ortaya koyamazlar.
Peygamber’in yüksek tabiatına Hz. Hatice’nin bağlı olması, şüphesiz en büyük önemi taşır. Fakat Peygamber Efendimiz’le temas eden kimselerin ona gösterdikleri sadakat ve fedakârlıklar da daha az önemli sayılmaz. Peygamberimiz’in kölesi olan Zeyd, hürriyetine kavuştuğunda, durumu haber alan babası Mekke’ye gelmiş, oğlunu alıp götürmek istemişti. Hz. Muhammed’in ince tabiatı, baba ile oğlun ayrılmasına mani olmuştu. Hz. Peygamber bir babanın evladına kavuşmasından dolayı mutlu ve mesut olmuştu. Fakat Zeyd’in babası oğlunu, Resul-i Ekrem’den ayıramamıştı. Zeyd’e müsaade etmesi için Zeyd’in babası Hz. Peygamber’e müracaat etmiş, Peygamberimiz de kararı Zeyd’e bırakmıştı. Zeyd’in babası ise bundan çok memnun olmuştu. Çünkü oğlunun kendinden çok Hz. Peygamber’i sevdiğini tahmin edemiyordu. Zeyd köle olmaktan kurtulmuş fakat Hz. Peygamber’in kişiliğine meftun olmuştu. Zeyd, babasının hiç beklemediği bir karar vermiş Hz. Peygamber ile birlikte kalmayı tercih etmişti. Hz. Ebu Bekir’in Peygamberimiz’e bağlılığı ve sadakat derecesi ise herkesin bildiği bir gerçektir.
Hz. Muhammed’in ulvi yapısına hayran olanlardan birisi de amcası Ebu Talip’tir. Ebu Talip, atalarından tevarüs ettiği dine sadık kalmakla beraber, kendi hayatını bile tehlikeye atarak bütün Kureyş’in düşmanlıklarına karşı, Hz. Muhammed’i müdafaa etmiş, bu kadar yüksek seviyeli bir insanı müdafaa etmemeyi alçaklığın en kötüsü olarak kabul etmişti. Ebu Talip, Hz. Peygamber’i müdafaa hususunda hayret edilecek bir cesaret göstermiştir. Kureyş, Hz. Muhammed’i müdafaa etmekten vazgeçmesi için Ebu Talip’e başvurduklarında, o bir kıta söyleyerek onları kınamıştı. Ebu Talip demişti ki; “Yazık size! Hiçbir kabile himayeye layık olan bir kimseyi himaye ettiği için reislerini terk etmemiştir. O, tahammülsüz bir insan değildir. İşlerini başkalarına tevdi edecek derecede zayıf da değildir. Alicenaptır. Onun yüzü suyu hürmetine yağmurun yağması niyaz edilir. O, öksüzleri ve dulları himaye eder.”
Özetle, Hz. Muhammed ile kim temas etmişse ona bağlanmıştır. Fakat daha çok önem taşıyan diğer bir nokta ise onunla temas edenlerin güzel ahlak sahibi kimseler olmalarıdır. Hz. Peygamber’in, İslam tarihine geçmiş arkadaşlarının da asalet ve seciye itibarıyla tanınmış kimseler olduğu bir gerçektir. Eski arkadaşları arasında, Kureyş’in sayılı reislerinden Hâkim b. Hazm’ı ve İbn. Su’lebe’yi sayabiliriz. Bunların her ikisi de Peygamberimiz’in dostlarındandı. Her ikisi de güzel ahlak sahibi insanlardandı. Görülüyor ki İslam Peygamberi risaletten önceki hayatında bile o kuvvetli şahsiyeti ile sanki bir mıknatısa sahipti. Onunla her kim temas etmişse güzel ahlak ve asalet sahibi olmuştu.
Peygamberimiz’in ahlakının en güzel sıfatlarından birisi; fakirlere, zayıflara, dullara ve yetimlere karşı derin hisleridir. Hz. Muhammed bunların ihtiyaçlarını temin için her fedakârlığı yapardı. Onun bu faziletini takdir hususunda, düşman, dost herkes müttefikti. Hz. Hatice’nin teselli verici sözleri, Hz. Muhammed’in bu faziletlerine şahittir. Ebu Talip, Hz. Muhammed’in korunmaya layık olduğunu ispat için onun bu faziletlerine dayanıyordu. Mazlumların davasını müdafaa için kurulan “Hılf’ül Fudul”a Hz. Muhammed’in katılması aynı şeye delalet eder. Peygamberimiz’in fakirlere, çaresizlere, öksüz ve yetimlere karşı taşıdığı hisler yaratılışından getirdiği bir hazine gibiydi. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, yetim ve biçarelere ihtimamı, âdeta dinin ruhu gibi tasvir eder. Yetimi şiddetle defeden, fakiri doyurmayan veya fakiri doyurmaya teşvik etmeyenler, dini tekzip etmiş sayılmaktadırlar.[54 - Dini yalan sayanı gördün mü? Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur. Vay o namaz kılanların hâline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. Onlar basit şeyleri dahi vermezler. [Maun, 107/1-7]] Kur’an-ı Kerim nazarında insanlık şerefinin en yüksek mertebesi, öksüzlere ve fakirlere bakmak ve onların hukukuna riayettir. Öksüzlere hürmet etmeyenler mahrumiyetle tehdit olunmaktadırlar. Yetimlerin ve fakirlerin ihmali o cemiyette millî bir çöküş getirir. Bunun için Kur’an-ı Kerim onların hayatını temin eden ayetlerle doludur.
Hz. Muhammed küçük yaşından itibaren iffet, incelik ve temizliği ile vasıflanmıştı. Küçük yaşlarında bile çocukluğa özgü hafifliklerden uzaktı. Ebu Talip, Peygamberimiz hakkında Abbas’a diyor ki: “Onun bir yalan söylediğini, gevezelik ettiğini, sokak çocuklarına karıştığını asla görmedim.” Harp ve kavga eski Arapların en sevgili meşgaleleri idi. Hz. Muhammed ise yaratılışı itibarıyla harpten nefret ederdi. Ficar Harbi’nde, Hz. Peygamber, amcasına ok vermek işleriyle meşgul olmuştu. Her türlü hurafeler Arapların vicdan ve dimağlarına hâkimdi. Fakat bunlar da Hz. Muhammed’in tiksindiği şeylerdi. Bir keresinde Arapların Lat ve Uzza’sından bahsedilirken Hz. Muhammed putperestlikten daha çok nefret ettiği başka bir şeyin bulunmadığını söylemişti. Peygamberimiz, zamanında yapılan putperestçe ayinlerin hiçbirine iştirak etmemiş, putların şerefine verilen ziyafetlerin hiçbirinde bulunmamıştır.
Hz. Muhammed’in kalbi, insanlığın sapıklığından sızlanırdı. Peygamberimiz, insanlığı bu ahlaki çöküntüden kurtarmak için ateşli bir arzu duyar, beşeriyeti felaha ulaştırma yolunda çırpınırdı. Hz. Muhammed genellikle Hira dağında bir mağaraya çekilerek Hakk’a yalvarır, beşeriyetin kurtuluşu için gözyaşı dökerdi.

YEDİNCİ BÖLÜM
NÜBÜVVET[55 - Nübüvvet: Peygamberlik (e.n.).]
Yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabb’in, en büyük kerem sahibidir… [56 - Alak, 96/1-5.]
Kırk yaşına girmeden az bir zaman önce Peygamber Efendimiz, yalnız başına murakabe ve tefekkürde bulunmak için Hira’daki ibadet yerine çekilirdi. Günlerce Allah düşüncesi ile meşgul olurdu. Bu sırada Resul-i Ekrem tıpa tıp çıkan rüyalar görüyordu. Nihayet, Ramazan ayı içinde bir gece Hira’da ibadete dalmış iken kendisine Cebrail göründü. Peygamberimiz’e; “Oku!” dedi. Hz. Peygamber, “Okuma bilmem.” dedi. Cebrail, Hz. Muhammed’i kucakladı. Bir kere daha “Oku!” dedi. Melek üç kere bu emri tekrar etti. Peygamber Efendimiz de okumaya muktedir olmadığını söyledi. O zaman Cebrail bölüm başına aldığımız ayetleri okudu. Bu ayetlerle Peygamberimiz’e okumaya muktedir olmamakla beraber, Cenabıhakk’ın ismi ile yardım talep edildiğinde, muvaffak olacağı beyan edilmişti. Bu şekilde çok zor sandığı herhangi bir işi, Allah’ın yardımıyla başarmaya muvaffak olacağı kendisine öğretilmiştir. Bundan başka bu ayetler ancak İslam Peygamberi’nin tebliğleri sayesinde anlaşılan, geniş bir irfanı da ihtiva ediyordu. Peygamberimiz’in, nübüvvet gibi büyük bir mesuliyeti yüklendiği ilk gün, bugündü. Bulmak için çok büyük sıkıntılara katlandığı doğru yol, nihayet Peygamberimiz’e açılmış, tam bir şevkle ve hevesle aradığı nur, kendisine gönderilmişti. Fakat bununla beraber, bütün insanlığı kurtuluşa kavuşturmak için o büyük vazifenin kendisine yüklendiği bildirilmişti. Fıtraten zayıf bir insan olmasıyla Hz. Peygamber, alelade mesuliyetlerin bile ağırlığını duyan bir adamdı. İnsanoğlunu ıslah ve teceddüde mazhar etmek son derece büyük ve ağır bir vazife idi. Hz. Musa’ya yalnız başına bir Kavmi’n irşadı ve ıslahı emrolunduğunda, bunu tek başına yapamayacağını söylemiş, Allah’ın yardımını niyaz etmiş, “Ya Rabbi, bana bir yardımcı ihsan et.” demişti. Hz. Muhammed’e ise cehalet çukuruna batmış bütün beşeriyetin irşat ve ıslahı emredilmişti. Bu mesuliyetin ezici yükü onun metin kalbini sarsmamıştı. Hz. Muhammed ancak Allah’ın yardımına dayanarak, bütün mesuliyeti kabul etmiş ve hiçbir yardımcıya ihtiyaç göstermemişti. Fakat ilahi vahiy harikulade bir meseledir. Alelade insanların tecrübe edeceği bir şey değildir. Çünkü vahiy bir insanın muhitinden büsbütün uzak kalmasını gerektirirdi. Bu hadisenin olduğu günlerde vahye mazhar olan zatın bütün mevcudiyetini kudret-i ilahi kaplamıştı. Hz. Peygamber bu hadiseye alıştığı zaman bile çok terler, pek ağırlaşırdı. Sahabe’den biri bir defa Peygamberimiz’e vahiy geldiğinde, onun dizinin kendi dizi üzerinde bulunduğunu beyan ederek diyor ki: “Peygamberimiz’in dizi o kadar ağırlaştı ki dizimi ezeceğini sandım.” Hz. Muhammed’in ilk vahyi aldığı zaman mübarek vücuduna vahiy çok ağır bir tesir icra etmiş bu sebepten titreye titreye evine dönmek zorunda kalmıştı. Elleri ve ayakları soğuyan Peygamber, Hz. Hatice’den kendisini örtmesini istemişti. Titreme ile korku ortadan kalkınca, Peygamberimiz, Hz. Hatice’ye gördüğünü anlatmıştı. Hz. Hatice, zevcinin başından geçenleri anlayınca, Cenabıhakk’ın onu hiçbir zaman terk etmeyeceğini, kendisinin risaletinde muvaffak olacağını söyleyerek Peygamberimiz’e kuvvet vermiş, onun haiz olduğu faziletleri, akrabasına karşı olan hareket tarzı, fakirlere ve zayıflara, yetim ve dullara yardımı, misafirperverliği, bütün güçlüklere rağmen hak taraftarlığını belirtmiş ve bu özelliklere sahip bir kimsenin başarısızlığa uğramayacağını söylemişti.
Bundan önce de anlattığımız gibi Varaka b. Nevfel, Hz. Hatice’nin yeğeni idi. Putperestlikten nefret eden Varaka, hak dini aramaya koyulmuş, sonunda da Hristiyanlığı kabul etmişti. Hatice, hakkı arayan bu yeğeninin, vicdanını hoşnut edecek, fikir bahçesini sulayacak bir din aradığını biliyordu. Ayrıca yeğeninden, Hz. İsa’nın geleceğini bildirdiği Peygamber’e ait haberleri de duymuştu. Bunun için zevcinin nübüvvete mazhar olduğunu görür görmez, doğruca yeğenini ziyaret ederek, ihtiyar ve aynı zamanda âmâ olan yeğeninin fikrini almak istemişti. Varaka; Hz. Muhammed’in ilahi vahye mazhar olduğunu haber alır almaz, Hz. Musa’nın müjdesine dayanarak, “Bu melek, Cenabıhakk’ın Hz. Musa’ya gönderdiği melektir.” demişti. Daha sonra Varaka, “Keşke yaşasam da senin, kendi vatandaşların tarafından hicrete mecbur edildiğini görebilsem.” demişti. Hatice, Peygamberimiz’in böyle bir muameleye mi uğrayacağını sorduğu zaman Varaka, “Evet.” demişti. “Her Peygamber’in gördüğü muamele budur!” Çok geçmeden Varaka irtihal etmiş fakat Nübüvvet-i Muhammediye’yi tasdik ettiğinden dolayı Hz. Peygamber’in ashabından sayılmıştı.
Hira dağı’nda vaki olan ilk vahyi müteakip, Cebrail bir müddet Hz. Peygamber’i ziyaret etmedi. Bu devreye “Fetreti Vahiy” devresi denir. Bu devrenin ne kadar devam ettiği hususu ihtilaflıdır. Bazıları bu zamanın iki veya üç sene kadar uzadığını, fakat İbn Abbas, bu fetretin kısa bir zaman devam ettiğini söylemektedir ki tarihî deliller de bunu kuvvetlendirir. Resul-i Ekrem Efendimiz’in, vahyin kesildiği bu zamanında, dağlara tırmanarak kendisini yuvarlamak istediğine dair nakledilen rivayetler asılsızdır. Çünkü rivayetlerin sıhhatini tayin için yapılan araştırmalarda, bu rivayet mevsuk değildir. Bunun ravisi olan Zühri, daha sonraki nesile mensuptur. Hâlbuki bir rivayetin sahih olması için onu anlatan ravinin sahabe olması gerekir veya ashaptan birinden rivayet edilmesi gerekirdi. Bunun için Zühri’nin bu rivayetinin hiç önemi yoktur. Özellikle Hz. Muhammed’in intihar etmek istediğine dair yapılan rivayetler, onun ruhi durumuna tamamen zıttır. En genç yaşından itibaren Peygamber’in kalbi, beşeriyeti ıslah ümidi ile doluydu. Bunun için tam bu sırada, kendisine nübüvvetin verildiği bir sırada, onun intiharı düşünmesine imkân var mıdır? Resul-i Ekrem Efendimiz’in hattı hareketinde görülen bir şey varsa, onun eskisinden daha fazla dağlara inzivaya çekilmesidir. Fakat bu hareket onun intiharı düşünmesi gibi manasız bir şekilde değerlendirilemez. Kendisine vahiy gelmeden önce de dağlara çekilirdi. Mütefekkir bir zihne sahip olması dolayısıyla dağlarda bir nevi huzur bulur, orada hiçbir şeyle meşgul olmadan düşüncelere dalardı. Peygamberimiz’in intiharı düşünmesine hiçbir sebep de yoktu. Hz. Muhammed eskisinden daha büyük bir ızdırap içinde dolaşıyorduysa ki bundan daha fazla bir şey de söylenemez, bunun sebebi içe kapanış değildir. Gecesini gündüzünü arayıp bulmaya vakfettiği nuru ilahi, birinci tecelliden sonra kaybolmuştu. Kendisine ızdırap veren işte bu idi. Kalbinin bütün isteği ilahi kelamları tekrar dinlemekti. Onu dağlara sevk eden, kalbinin hararetli iştiyakını tatmin edecek şeyi elde etmekti. İntihar ise Peygamberimiz’in hatırına hiç mi hiç gelmezdi. Peygamberimiz’in hayatında olan her hadise bunu yalanlar. Dünyanın en ümitsiz şartları karşısında bile, Cenabıhakk’ın yardımından ümidini kesmeyen, imanı hiçbir zaman sarsılmamış, tahammülü güç işlerde onu tuttuğu bu yoldan kıl kadar ayıramamıştı.
Nihayet fetret devri son buldu. Hz. Muhammed için bu fasıla pek uzun görünmüştü. Çünkü bu arada, bütün varlığı ile sevdiği Cenabıhakk’tan bir zaman için ayrı kalmıştı. Bundan dolayı bazıları, bu devrin uzun bir zaman devam ettiğini söylerler. Hâlbuki vahyin bu müddet zarfında kesilmesi, bir hikmeti ilahiyyeye dayanmakta idi. Vahiy geldiği esnada Peygamber Efendimiz’in maruz kaldığı ızdırap bedeni üzerinde görülebiliyordu. Vahyin tekerrürüne belki vücudu tahammül etmezdi. Peygamber’in bedeninin sağlığı için vahyin kesilmesine gerek var idi. Mamafih altı ayı geçmediği kesin olan bu fetret devrine müteakip, aynı şiddette olmamakla beraber Peygamber aynı hissi duymuştu. Bu defa da Hz. Hatice’den kendisini örtmesini istemişti. Fakat bu sefer Hz. Peygamber’in risaletini açıklaması emredilmişti.
“Ey kendisini örten insan! Kalk, inzar et.”[57 - Müddesir, 74/1-2.]
Bu ilahi emir Peygamber Efendimiz’in hayatında yeni bir devir açtı. Allah kelamının ilan ve risaletin fiilen telkin edilmesi devri başlamış oldu.

SEKİZİNCİ BÖLÜM
İLK MÜSLÜMANLAR
İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır. Naim cennetlerinde Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.[58 - Vakıa, 56/10-12.]
Hz. Muhammed’in peygamberliğinin hak olduğuna ilk iman eden insan, Peygamberimiz’in zevcesi Hz. Hatice idi. O, risaletin doğruluğu hakkında hiçbir zaman zerre kadar şüpheye düşmemişti. Bilakis, ızdıraplı dakikalarda, Hz. Hatice, Peygamberimiz’in en kuvvetli teselli kaynağı idi. On beş sene önce, henüz Hz. Muhammed’in zevcesi değilken, tarafsız bir insan sıfatı ile onun güzel hasletlerine hayran olmuştu. Hz. Hatice’de, Peygamberimiz hakkında hasıl olan kanaat, iki taraf arasındaki tanışma, evlilik sıfatı ile de kuvvetlenince samimiyet derinleşmiş ve kökleşmişti. Peygamberimiz ilk olarak kendisine gelen vahyi telakki edip, beşeriyeti nasıl kurtarabileceğini düşünerek ızdıraba uğradığı zaman, bu faziletli kadın, kalbinin ilhamına tabi olarak ona teselli veriyordu. Hz. Hatice, Peygamberimiz gibi seciyesi yüksek bir kimsenin hüsrana uğramayacağını takdir ediyordu. Hiçbir kimse, Hz. Hatice kadar Peygamberimiz’in en mahrem sırlarını bildiğini söyleyemez. Bir kocanın hayatına ait en ince teferruat, zevcenin gözlerinden saklanamaz. Bu suretle Hz. Hatice, Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman eden ilk ve en samimi insandır.
Hatice’yi takiben ilk müminler meyanında Varaka gelir. O, Peygamberimiz’in risalet tebliğine memur edilmezden önce, yani fetreti vahiy esnasında irtihal ettiğinden imanını resmen ilan etmek fırsatından mahrum olmuştu. Fakat başka bir bölümde de beyan ettiğimiz gibi Varaka, Hz. Muhammed’in Nebi Mev’ud “Vadedilen Peygamber” olduğunu tasdik etmişti. Onun bu hareketi, kendisinin ilk müminlerden sayılmasına vesile olmuştur.
Bunlardan sonra Mekke’nin muteber kişilerinden Ebu Bekir gelir. O, muhakemesindeki isabet dolayısıyla pek yüksek bir makam sahibi idi. Ebu Bekir’in vatandaşlarından gördüğü hürmet çok büyüktü. Hz. Peygamber’in nübüvvete mazhar olmadan önce, Hz. Ebu Bekir ile münasebetleri çok samimiydi. O da Hz. Hatice gibi Peygamberimiz’in doğruluğuna kesin inanç sahibi idi. Onun da Hz. Muhammed’e hiçbir zaman itimadı sarsılmamıştı. Hz. Ebu Bekir, Peygamberimiz’e vahiy geldiğini duyar duymaz, onun Allah’ın Resulü olduğunu kabul etmiştir. Erkekler içinde ilk defa İslam şerefi ile müşerref olan insan da Hz. Ebu Bekir’dir.
Peygamberimiz’in amcası Ebu Talip’in oğlu Ali de Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk iman edenler arasındadır. Hz. Muhammed’in doğruluğuna inanan Ali, onun nübüvvetine iman etmekte asla tereddüt göstermedi.
Zeyd b. Haris, Peygamberimiz’in azat ettiği bir köle idi. Peygamberimiz’e ne kadar bağlı olduğunu daha evvelki bölümde beyan etmiştik. Peygamber’e bağlılığı babasından ve akrabasından feragat etmesine sebep olmuştu. O da ilk iman eden Müslümanlar arasındadır.
Hatice, Ebu Bekir ve Zeyd, Peygamberimiz’le pek samimi olarak görüşen insanlardı. Hepsi de onun hususi hayatını bilirlerdi. Hepsinin imanı da aynı samimiyette idi. Bunların hiçbirisi, onun doğruluğu hakkında en küçük bir şüphe göstermemişlerdir. Bütün ömründe “Emin” olarak yaşadığını biliyorlardı. Binaenaleyh Hz. Peygamber’in yalan uydurduğunu, bunlardan hiçbirisinin düşünmesine imkân yoktu. Bunlar, Hz. Muhammed’e bir sahtekâr gözü ile bakamazlardı. Çünkü onun eski arkadaşları olmaları hasebiyle, seciyesinin her safhasını tetkik etmiş olma fırsatını bulmuşlardı. Hz. Muhammed’i tanıyanların, daha yakından tanıdıkça ona olan bağlılıkları artıyordu. Onun güzel hasletlerine hayran oluyorlardı. Aynı zamanda onun sözlerini tasdik etmeye âdeta koşuyorlardı. Peygamberimiz’in seciyelerinin bu tecellisi, Muir, Springer gibi tenkitçileri bile Hz. Peygamber’in samimiyetini itirafa sevk ediyordu. Peygamberimiz telakki ettiği vahyin ilahi mahiyetine tamamıyla inanıyordu. Onun davasında bir riya gölgesi bile olsa ondan şüphe edecek, onu reddedecek insanlar, hiç şüphe yok ki onunla temas eden bu kimseler olurdu. Hâlbuki tam tersine bu insanlar, onun nübüvvetinin doğruluğuna ilk iman eden kimseler olmuşlardı.
Hz. Ebu Bekir, Müslümanlığı kabul eder etmez başkalarına da hakikati telkin etmeye başlamıştı. Hz. Muhammed’in nübüvvetine Ebu Bekir’in imanı bu derece sağlam, bu derece şuurlu idi. Çok geçmeden Ebu Bekir’in bu ciddi faaliyeti sayesinde Osman, Zübeyr, Abdurrahman, Saad ve Talha gibi yüksek mevki sahibi olan kimseler yalnız İslam tarihinde değil aynı zamanda cihan tarihinde yerlerini almışlardı. Bu kimselerden başka Bilal Yasir ve zevcesi Sümeyye ile Yasir’in oğlu Ammar gibi yüksek mevkide olmayan kimseler de Müslümanlara iltihak etmiş, iman sahibi olmuşlardı. Abdullah İbn Mesud ile Habbab da hidayet şerefine ilk nail olan kimselerdendi. Evi, Peygamber Efendimiz’in faaliyetine merkez olan Erkam da nübüvvetin dördüncü senesine doğru İslamiyeti kabul etmişti. Fetreti vahiy üç sene devam etti diyenlerin iddiasını bu anlattığımız gerçekler çürütür. Eğer vahyin kesilmesi devri üç sene devam etmiş olsaydı, Hz. Peygamberimiz’in ilahi davetini açıklamasının dördüncü sene başlaması gerekirdi. Hâlbuki nübüvvetin dördüncü senesinde Müslümanlık birçok taraftar kazanmıştı. Mekkelileri düşündüren nokta da Müslümanlığın bu suretle durmadan ilerlemesi idi. Bu sebepten faaliyetlerini düşmanca tecavüzlerden nispeten uzak olabilecek bir yere nakletmeye mecbur kalmış, Erkam’ın evini de bu maksat için seçmişti. Nübüvvetin dördüncü senesinde Müslümanların kırk kişiden aşağı olmamaları, “Fetreti vahiy uzun süre devam etti.” diyenlerin aleyhinde çok kesin bir delil teşkil eder.
Müslümanların sayısı gittikçe çoğalmış, Kureyş’in büyüklerinden birkaç kişinin de bu dini kabul etmesi ile bir nevi kuvvet bulmuştu. Bunlardan en önemli olanlarından birisi de Peygamberimiz’in hem süt kardeşi hem de amcası olan Hamza’dır. Hamza, harbe ve bedeni idmanlara meraklı bir kimse idi. Bunun için vatandaşları arasında, ayrıca güzel ahlakı sayesinde büyük bir mertebe sahibi idi. Hz. Hamza, Peygamber Efendimiz’e özel bir hürmet gösterirdi. Bir gün Ebu Cehil her zaman yaptığı gibi Peygamber Efendimiz’e eza ederken Hamza’nın bir cariyesi bu manzarayı görmüş, çok müteessir olmuştu. Hamza da o sırada ava gitmişti. Eve geldiğinde cariye gördüğü olayı ona anlattı. Hz. Peygamber’in asaletine hayran olan Hamza, onun bu gördüğü ezadan çok müteessir olarak hiddetlenmiş, Hz. Muhammed gibi doğru ve emin bir insanın tarafını tutmamanın mertliğe yakışmayacağını, belki bir alçaklık olacağını düşünmüş ve bütün kuvveti ile onu müdafaa edeceğine, hakikat davasına bağlı kalacağına, bu uğurda gayret sarf edeceğine karar vermişti. Bunun üzerine Hz. Hamza, doğrudan doğruya Kâbe’ye giderek orada Müslümanlık aleyhinde bir suikast tertibi ile meşgul bulunan Ebu Cehil ve taraftarlarına kendisinin İslam dinini kabul ettiğini ilan etmişti.
Müslümanlık için sarsılmaz bir direk olduğunu ispat eden bir diğer şahıs da Hz. Ömer’di. Sert mizaçlı olan Ömer, İslam’ın amansız bir düşmanı idi. Ömer, yeni hareketin müsebbibi saydığı Hz. Peygamber’in kellesini uçurarak, onu imhaya karar vermişti. Bir gün Ömer bu maksadını gerçekleştirmek için kılıcını sıyırmış ve Peygamber’in hanesine doğru yola koyulmuştu. Ömer kendi kız kardeşi Fatıma ile kocası Said’in İslam dinini kabul ettiğini bilmiyordu. Yolda kendisine bir Müslüman tesadüf etmiş, onun fena bir niyetle hareket ettiğini sezerek nereye gittiğini sormuştu. Ömer cevap olarak, “Muhammedi öldürmeye gidiyorum.” demişti.
Bunun üzerine Müslüman, Ömer’e, “Peygamber’i öldürmeden önce kendi evini tanzim etmesini, çünkü kız kardeşi Fatıma ile eniştesinin Müslüman olduklarını” söylemişti. Ömer bu haberle köpürmüş ve kardeşinin evine doğru hiddetle yürümüştü. O sırada Fatıma’nın evinde ashaptan Habbab b. Eret, Fatıma’nın kocası Said’e Kur’an-ı Kerim’in bir suresini öğretiyordu. Ömer eve girer girmez Kuran sahifeleri saklanmış, Habbab da bir köşeye gizlenmişti. Fakat Ömer, kız kardeşinin evinde Kur’an okunduğunu kendi kulakları ile duyduğundan, onun ve kocasının, İslam’ı kabul ettiklerinden şüphesi kalmamıştı. Ömer bunların yanına girince, atalarının dinini terk ettiklerinden dolayı kendilerine hakaret etmiş, eniştesi Said’i yakalayarak onu yumruklamaya ve tekmelemeye başlamıştı. Kocasını kurtarmak için müdahale eden Fatıma’ya da birkaç darbe isabet etmiş, zavallı kadın yaralanmış ve kana boyanmıştı. Nihayet Fatıma Ömer’e hitaben, “Ne yapacaksan yap!” demeye mecbur olmuş, bu cesurca yapılan mukabele ise Ömer’in hiddetini yenerek onu sakinleştirmişti. Ömer bu sefer dövüşmekten vazgeçerek okudukları Kur’an ayetlerini istedi. Kız kardeşi, Ömer’in Allah kelamına bir hakarette bulunmasından korkarak, Kur’an sahifelerini vermek istemedi. Hz. Ömer, onların dinî hislerine tecavüz etmeyeceğine yemin edince, Kur’an sahifelerini kendisine vermişti. Bu sahifeler Ta-Ha Suresi’nin ayetlerini ihtiva ediyordu. Ömer okumaya başladı. Ey insan, sana Kur’an’ı, eza ve meşakkate uğraman için göndermiyoruz. Hayır! Bu, Allah’tan korkanlara bir tezkiredir. Bu, yeri ve göğü yaratan Allah’ın bir vahyidir.[59 - Ta-ha, 20/1-4.] [Ta-ha, 1-4] Ömer sureyi okumaya devam etti. Kalbine nüfuz eden Kur’an’ın hakikatlerine karşı koyamıyordu. Bu kadar güzel bir irşada karşı gösterdiği düşmanlığın ne ahmakça bir hareket olduğunu düşünmeye daldı.
Bütün olay boyunca korkusundan gizli duran Habbab meydana çıkmak zamanının geldiğini idrak etti. Habbab gizlendiği yerden çıkarak Ömer’i irşada başladı. Haşmetli Ömer, İslam’ın ruhani kudreti karşısında erimişti. Hz. Peygamber’in, o anda Erkam’ın evinde olduğunu anlayan Ömer, doğruca oraya hareket etti. Peygamber Efendimiz sayıları kırk civarı olan erkek ve kadın Müslüman’la o evde bulunuyordu. Ömer kapıyı çaldı, Peygamber’in ashabından biri kapıya kimin geldiğini öğrenmek için baktı. Ömer’in boynunda asılı kılıcı ile geldiğini görünce, kötü bir niyetle geldiğini sanarak korktu. Peygamberimiz kapının açılmasını emretti. Peygamberimiz daha bir cümle söylemeden Ömer, “Ya Resulullah, Allah ve Peygamber’ine iman ediyorum!” dedi. Orada toplanan bütün Müslümanların kalbi ferahla doldu. Hepsi de bu ihtidayı “Allahu Ekber!” nidaları ile karşıladılar.
Hz. Ömer’in ihtidası, henüz muhalefet kasırgaları ile karşılaşacak derecede kuvvet kazanmayan küçük İslam cemaati için bir zaferdi. Hamza ile Ömer gibi iki büyük şahsiyetin İslam’a girmeleri, nübüvvetin altıncı yılında vuku bulmuştu. Bu zamana kadar Müslümanlar meydana çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Bütün dinî faaliyetler, Erkam’a ait olan evin dört duvarı arasına münhasırdı. Ömer’in Müslümanlığı kabul etmesi üzerine, Müslümanlar namazlarını Kâbe’de kılabilecek derecede kuvvet kazanmışlardı. Bu sırada fakir sınıfa mensup birkaç kişi daha Müslümanlara iltihak ettiler. Yüksek sınıfa mensup olan Müslümanlar bir müddet Mekkelilerin eza ve cefasından korunmuşlardı. Müslümanlığı kabul eden kölelerin hâli ise çok feci idi. Bunlar işkencenin her türlüsüne ve en vahşi şekillerine maruz kalıyorlardı. Bunları himaye edecek bir kimse yoktu. Hz. Ebu Bekir’in en büyük faziletlerinden biri, bu cefakâr ve çaresiz köleleri efendilerinden satın alarak onlara hürriyetlerini vermekti. Bilal, Amir, Lübeyne, Zinnire, Nahdiyye ve Ümmül Ubeys bunlardan bazıları idi. Bunlar Ebu Bekir’in sayesinde hürriyetlerine kavuşmuşlardı.
İslam’ın ilk yayılma devrelerinde dikkati çeken hususlardan biri de bu dinin genellikle halk tarafından rağbete mazhar olmasıdır.
Aristokrat sınıf ise ekseriyetle Hz. Muhammed’in risaletini duymazdan ve görmezden geliyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in ifade ettiği bir hadise, İslam’ın ilk yayılma devrelerinde bu yüksek sınıfın ona neden rağbet etmediklerini ve onların maksadını izah eder. Bir gün Resul-i Ekrem, Kureyş asillerinden birkaçına irşatta bulunurken âmâ bir fakir olan İbn. Ümmü Mektum adında bir adam gelmiş, Peygamber’in meşgul olduğunun farkına varamayarak nazarı dikkati çekebilmek için birkaç sual sormuştu. Peygamberimiz mühim bir konuşma ile meşgul olduğundan normal olarak sözünü kesmek istememişti. Resul-i Ekrem âmâyı azarlamamış, ona memnuniyetsizliğini ifade eden bir kelime söylememiş, yalnız alnında beliren bir iki çizgi, onun bu durumdan hoşnut olmadığını göstermişti. Peygamberimiz’in güzel ahlaki faziletlerle ve edeplerin en güzeli ile dopdolu olmasını isteyen Cenabıhakk, bu olayın geçip gitmesine razı olmadı. Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki, Âmâ geldiği zaman alnı çatıldı, yüzü çevrildi…[60 - (Abese, 80/1-2) İngiliz Rodwill bu hadiseyi anlatırken, Peygamber’in âmâya yaptığı kötü muameleden pişman olduğunu beyan eder. Hâlbuki Peygamber Efendimiz pişman olmayı icap ettirecek herhangi bir kötü muamelede bulunmamıştı. Sözünü kesmek isteyen bir adama, gönlünü kıracak bir cevap vermeyerek ancak kaşlarını çatmıştı, Nebî Ekrem’in pişman olduğunu farz etsek bile onun âmâyı davet ederek gönlünü hoş tutması hadiseyi ortadan kaldırmaya kâfi gelir. Velhasıl hadise bir ferdin fikir ve kararına kalmış olsa, bu hareketi teşhir etmek herhâlde o hareketi yapan fert olmazdı. Bir insan yaptığı bir şeyi tasvip etmeyebilir. Fakat bu işi toplum tarafından gece ve gündüz tekrarlanacak bir şekilde tebliğ etmek hiçbir ferdin kârına değildir. Binaenaleyh ilahi vahyin kaynağının, Hz. Muhammed’in kalbi olmadığı bu şekilde şüphesiz ortaya çıkar. Peygamberimiz’in fukaraya sevgisi onun seciyesinin en büyük vasıflarındandı. Medine’de devlet başkanı olduğu hâlde nice ihtiyar kadınların işlerini görüverdiğine, zayıfların yüklerini taşıdığına dair birçok sahih hadisler mevcuttur. Peygamberimiz çocukluğundan vefatına kadar, hayatı boyunca fakirlere muhabbet ve onlara hizmetle kalmamış, bizzat kendisinin fakir sınıfından sayılmasını arzu etmiştir. Bütün Arabistan’ın serveti emrine verildiği hâlde Peygamber’in, zevceleri bu servetten hisse sahibi olmayı istediklerinde, fakirliğin Allah yanındaki sevgisinden başka her şeyi feda etmeye hazır olduğunu ifade etmişlerdi. (Mütercim)] Daha sonraları Kur’an-ı Kerim, bir ihtiyar âmânın, Peygamber’in irşadından istifade etmesinin düşünülebileceğini söylüyor. Çünkü Kur’an, düşkün insanları en yüksek seviyeye yükselten bir hayat mecellesidir. Bundan başka aynı surede, Peygamber’in büyük şahıslara fazla önem vermemesi isteniyor. Çünkü İslam davasının yükselmesi zayıf ve fakirlerden müteşekkil olan halk kitlesine bağlıydı. O halk kitlesi ki İslam davasına bağlılığı ve onu müdafaası sayesinde saadete ve şerefe kavuşacaktı. Risaletin özellikle Mekke ahalisinin zayıf ve çaresiz halkınca kabul edilmesindeki ilahi hikmet budur. Çünkü bunlar, büyüklerle kuvvetlilerin yapamayacakları işi, alelade halkın Allah’ın yardımı ile nasıl başarabileceğini gösteren müşahhas misaller teşkil edeceklerdi. Tarihin bize bildirdiği gerçeklerden birisi, Müslümanlığın, hakir görülen o biçare ve zayıfları hâkimiyet mertebesine yükseltmesi; ayrıca onları ahlakın en yüksek seviyesine, ilim, irfan ve felsefenin şahikalarına yükseltmesi, bütün dünyanın zulmet ve cehalet içinde yaşadığı sırada, onların medeniyet meşalesini taşımalarıdır. İslam’ın yükseltici kudretine bundan daha büyük bir şahit olur mu?
İhtiyar âmânın olayı önemsiz görünürse de bu durum, çok mühim bir olayı aydınlatmaktadır. İslam düşmanlarının şüphe ile telakki ettikleri vahyi ilahinin mahiyetini bu sure gözler önüne seriyor. Vahyi ilahi, Peygamber’in kendi içinden duyduğu bir ses miydi? Yoksa kaynağını dışarıdan aldığı bir şey miydi? İhtiyar âmânın olayı ve bu hadise dolayısıyla gönderilen ayetler, vahyi ilahinin Hz. Muhammed’in kendi eseri olmadığına kesin bir delil teşkil etmektedir. Bu ayet-i kerime, ihtiyar âmâya ehemmiyet verilmemesi dolayısıyla, ilahi bir nasihati içine alıyor. Bir insan bir hareketinden ne kadar pişman olursa olsun, onun halk nazarında teşhirini arzu etmez. Fakat Hz. Muhammed tereddüt etmeden, kendi şahsına ait olan bir meseleyi herkese beyan etmekten çekinmemiştir. Bu da vahyin hariç bir membadan değil, bizzat Allah tarafından geldiğini gösterir. Anlatılan bu hadise, Peygamberimiz tarafından yapılan bir hareketin, Cenabıhak tarafından tasvip görmediğidir. Böyle olmasına rağmen Peygamber Efendimiz bunu da tebliğ etmiştir. Hz. Muhammed’in hayatının esası, Cenabıhakk’ın iradesine seve seve bağlı olmaktır. Bu olay ayrıca vahyin dış kaynağını gösterdiği gibi, ilahi iradeye de tam teslimiyeti gözler önüne seriyor ki bunun tasviri ciltlerle kitap yazmaya muhtaçtır.

DOKUZUNCU BÖLÜM
TAZYİKLER VE BASKILAR
Ant olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, “İnandık.” deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.[61 - Ankebut, 29/2-3.]
Ne zaman Cenabıhak bir zümreyi, insanların ıslahına ve çöküşler içindeki beşeriyete hakikat meşalesini taşımaya memur ederse buna muhalif olan ve onlarla acı bir mücadeleye girişen diğer bir gurup meydana çıkar, iyi insanları belalara ve işkencelere maruz bırakırlar. Böyle olmakla beraber, bu acı muhalefet gereklidir. Hakikat meşalesini taşıyanların uğradıkları bu eziyetler ve işkenceler onların peşinden gelenleri deneyecek, iman derecesini ölçecek bir imtihandır. Bunlarsa her felaketi gülerek karşılarlar. Bütün eziyetlere, şiddetlere katlanırlar, müdafaa ettikleri hakikatten de zerre kadar dönmezler. Aslında bunlar ya hakikat için yaşarlar ya hakikat için ölürler.
Bundan başka güzel ahlakın semeresi sayılan “sebat” gibi vasıfları da ancak meşakkatler, eziyetler ve işkenceler inkişaf ettirir. Her tarafı engellerle çevrili insan yıkıcı felaketlerle savaşmazsa olgunluğu da kazanamaz. O hâlde bu gibi insanların başına gelen felaketler, gerçekte onların ahlak yapılarını kuvvetlendirmeyi hedef alan nimetlerdir. Fakat bu iki hedefin üstünde diğer bir hedef daha vardır. Cenabıhak, insanlığa şunu öğretmek istiyor ki kudretin ektiği tohum ne kadar zayıf olursa olsun, düşmanlık kasırgalarının en şiddetlisine mukavemet eder. Kasırgalar gelir geçer fakat o tohumdan gelen bitki gelişir. Onlardan zarar görmez. Resul-i Ekrem ile arkadaşları da ilahi kanuna uygun olarak Mekkelilerin elinden, bir emsali daha görülmeyen musibetlere, şiddetlere uğramışlardır.
Önce Mekkelilerin İslam davetine karşı koymaları, Hz. Peygamber’le alay etme şeklinde idi. Mekkeliler, İslam hareketine bir önem vermiyorlardı. Bu hareketin bir zaman sonra kendi kendine yok olacağını sanıyorlardı. İslami hareketin, hiçbir yönden dikkate değmez ancak hakir görülmeye ve alay edilmeye layık olduğu tahmin ediliyordu. Bu harekete karşı taarruza geçmeye lüzum görülmüyordu. Bundan dolayı Mekkeliler, müminlerle karşılaşınca bunlara gülerler, göz kırparlar ve onlarla alay ederlerdi.[62 - Suçlular, şüphesiz, inanmış olanlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı. Taraftarlarına vardıklarında bununla eğlenirlerdi. İnananları gördükleri zaman, ‘Doğrusu bunlar sapık olanlardır.’ derlerdi. [Mutaffifin, 83/29-33]]
Bazı zamanlarda da Peygamber Efendimiz’e bakanlar, kâhin, bazen şair derler ve onun bu işin sonunda hiçbir şey yapamayacağını söylerlerdi.[63 - Öğüt ver; Rabb’inin nimetiyle sen ne kâhinsin ne de delisin. Yoksa senin için şöyle mi derler: “Şairdir. zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz.” [Tur, 52/29-30]] Bazen de onun aklını oynattığını iddia ederlerdi. Lakin Peygamber’in etrafında akıllı, dirayetli kişiler toplandıkça, Mekkeliler tehlikeyi sezmeye başladılar. Artık bunlarla kayıtsızca istihza etmekle yetinmiyorlar, taarruza başlamaya lüzum görüyorlardı. Bir defasında Peygamberimiz, Kâbe’de, namazda secdede iken Ebu Cehil onun üzerine pis şeyler atmıştı. Peygamberimiz’in namaz kılmak için evinden erken çıkması âdeti idi. Onun geçtiği yollara dikenli dallar konur, karanlıkta bunlara basarak eziyet çekmesini isterlerdi. Bazen yoldan geçerken, üzerine toprak ve taşlar atılırdı. Bir gün Kureyş eşrafından birkaç kişi üzerine hücum etmişler, bunlardan alelade biri, Ukbe b. Ebu Muayd, abasını Peygamberimiz’in boynuna dolamış, onu boğacak derecede sıkmıştı. Peygamberimiz’i Hz. Ebu Bekir yetişerek kurtarmış ve “Rabb’im Allah’tır dediği için bu adamı öldürmek mi istiyorsunuz!” demişti.
Kureyş arasında itibar sahibi olmayan kölelerle cariyelerin işkencelere tahammül etmekten başka çareleri yoktu. Bilal-i Habeşi’ye, Müslümanlığı reddettirmek için, efendisi tarafından müthiş işkenceler yapılıyordu. Müslümanlık ise bütün bu işkencelere mukavemet edecek derecede, o köle ve cariyelerin kalbine yerleşmişti. Dinden vazgeçmektense hayattan vazgeçmek, bunlar için daha iyi idi.
Bilal’in efendisi onu her gün öğleden önce zeval vaktinde alır, Arabistan’ın kızgın güneşi altında alevlenen kumların üstüne çırılçıplak yatırır, göğsünün üstüne ağır taş parçaları yığardı. Bilal bu müthiş işkence içinde “Ahad, Ahad!” yani “Bir’dir Bir’dir!” derdi. Ammar’ın babası Yasir ile annesi Sümeyye de vahşice eziyetlere katlanmışlardı. Bunların karşılaştığı felaketler tüyler ürperticidir. Yasir’in iki bacağı bir deveye bağlanmış, develer ters yönlere sürülmüş, bu suretle Yasir pek müthiş bir şekilde şehit edilmişti. Yasir’in annesi Sümeyye de aynı şekilde vahşice işkence ile şehit edilmişti.[64 - İbn Esir’in rivayetine göre, Sümeyye, Ebu Cehil’e karşı ağır sözler söylediğinden Ebu Cehil, Sümeyye’nin mahrem yerine elindeki mızrağı saplayarak onu şehit etmişti. Bu kadın Müslümanların verdiği ilk şehit kadındır.] Hz. Ömer’in Müslüman olmadan önce cariyesi bulunan Lübeyne, efendisinden yoruluncaya kadar dayak yer, sonra da efendisi “Şimdi seni acıdığımdan değil, yorulduğumdan bırakıyorum.” derdi.
Yüksek ailelere mensup Müslümanlar da işkencelerden kurtulamamışlardır. Bunların yakınları ve akrabaları kendilerine her çeşit zulüm ve işkenceleri yapıyorlardı. Hz. Osman’ı bir gün amcası yakalamış ve onu dövmüştü. Müslüman olmadan önce yine Ömer’in eniştesine ve kız kardeşi Fatıma’ya yaptığı muameleyi anlatmıştık. Zübeyr bir hasıra sarılmış, kendisine hava yerine duman koklatılmıştı. Ebu Bekir de bu eziyetli zamanlarda köleyi kurtaramamıştı. Sözün kısası, Müslümanların hepsi hiçbir fark gözetilmeden düşünülmesi muhtemel her zulüm ve işkencelere maruz kalmışlardı.
Fakat, bu işkence ve zulümler bunların kalplerindeki İslam aşkını ve ateşini söndürmedi. Müminlerin bu harikulade sebatları Mekkelileri şaşırtıyordu. Müminlerin bu kahramanlığı da zalimlerin hiddetini büsbütün arttırıyordu. Bunlar da yapmadık işkence ve zulüm çeşidi bırakmadılar.

ONUNCU BÖLÜM
HABEŞİŞTAN’A HİCRET
Haksızlığa uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret eden kimseleri, ant olsun ki dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Ahiret ecri ise daha büyüktür, keşke bilseler!

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muhammed-ali-lahuri/peygamberimiz-69428605/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Sajida S. Alvi, “Muhammad Ali Lâhorî”, Encyclopedia of Religion, c. 8, 1987, New York, s. 423.

2
Azmi Özcan, “Muhammed Ali Lâhûrî”, TDVİA, C. 30, İstanbul, 2005, s. 500-502.

3
Zahid Aziz, “A Survey of the Lahore Ahmadiyya Movement”, U.K, 2008, s. 28-29.

4
Alvi, “Muhammad Ali Lâhorî”, s. 423.

5
Hadiye Ünsal, “Mevlana Muhammed Ali’nin ‘The Holy Qur’an’ Adlı Meal Tefsiri Üzerine Bir İnceleme”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana, 2010, s. 10.

6
Bashir Ahmad, “Ahmadiyya Movement”, 1994, İslamabad, s. 67-68,71.

7
Bashir Ahmad, “Ahmadiyya Movement”, s. v.

8
Aziz, a.g.e, s. 34-35.

9
Ali İmran, 3/96.

10
Yecuc ve Mecuc’un seddi yıkıldığı zaman her dere ve tepeden boşanırlar. [Enbiya, 21/96].

11
Ad kavmi ile onlara gönderilen Hud (a.s.), Kur’an-ı Kerim’in birçok suresinde konu edilir. Ad, Aram’ın torunu Aram da Hz. Nuh’un torunudur. Hz. Hud’un gönderildiği Ad, birinci Ad’dır. Semud ise ikinci Ad’dır. Razi bu kabilenin Ahkaf çölünde yaşadığını beyan eder ve bunun Umman’dan Hadramut’a kadar uzandığını söyler. Kur’an-ı tercüme eden İngiliz Rodwell, Ad ile Semud’un Mekke’nin kuzeyinde yaşadıklarını söylerse de bu söz bilhassa Ad hakkında yanlıştır. Yine Kur’an’ı tercüme eden Sale, Ad hakkında der ki; “Ad, putperest olan büyük bir Arap kabilesidir. Bunlar bilhassa dört ilaha ibadet ederler. Sakıye, Hafiza, Raziga, Salime. Sakiye’nin yağmuru gönderdiği, Hafiza’nın kendilerini harici her türlü tehlikeden koruduğu, Raziga’nın bütün ihtiyaçlarını temin ettiği Salime’nin kendilerini her hastalıktan koruduğunu zannederlerdi. Semud’dan milattan bir asır önce yaşayan Diodorus’un eserinde de bahsedilmektedir. [Mütercim]

12
William Muir, 1819-1905 yılları arasında yaşamış İskoçyalı bir müsteşriktir. Hindistan hükûmetinde pek çok görevde bulunmuştur. 1885 yılında Edinburg Üniversitesine seçildi. 1903 yılına kadar bu vazifesine devam etti. Muir, Arapça öğrenerek Hz. Muhammed’in hayatı ve Dört Halife Dönemi ile ilgili araştırma ve tetkikler yapmıştır. En mühim eserleri; “Hayat-ı Muhammed ve Hicret’e Kadar Tarih-i İslam”, “İlk Halifelerin Tarihi”, “Hilafet” ismini taşıyan kitaplardır. “Hilafet” ismindeki eser Abbasiler’in çöküşüne kadar yazılmış Tarih-i İslam kitabıdır. Bundan başka yazarın Kur’an hakkında eseri vardır. Muir, 1881 yılında “İlk Hilafet ve İ’tilây-ı İslam” hakkında Cambridge’de bir konferans vermiştir. Muir, İslam düşmanı olarak bilinir. İslam’a ve Peygamberimiz’e karşı birçok düşmanca tavırda bulunmuştur. [Mütercim]

13
Ali İmran, 3/96.

14
Müellif, Bakara Suresi’nin 125. ayetine işaret etmektedir: Kâbe’yi, insanlar için toplanma ve güven yeri kılmıştık. İbrahim’in makamını namaz yeri edinin, dedik. Evimi ziyaret edenler, kendini ibadete verenler, rüku ve secde edenler için temiz tutun diye İbrahim ve İsmail’e ahd verdik. [Bakara, 2/125] Cenabıhakk’ın Hz. İbrahim ve İsmail’e Kâbe’yi temizlemelerini emretmesi, diğer bir surede Kâbe’nin “Birinci Beyt” başka bir yerde “Beyt-i atik” ismiyle adlandırılması; Kâbe’nin çok eski bir tarihi olduğunun ve Hz. İbrahim’den önce de var olduğunun ispatıdır. Muir vb. müverrihler Hz. İbrahim’in Kâbe’yi ziyaret etmediğini iddia ederler. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim ve İsmail’in Beytullah’ı putlardan temizlediklerini ve onun temellerini kaldırdıklarını ifade eder. Demek ki; Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.), Kâbe’nin binasını yenilemişlerdir.

15
Rabb’imiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabb’imiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır. [İbrahim, 14/37]

16
Rabb’imiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hâkim olan ancak sensin. [Bakara, 2/129]

17
(Rum, 30/41) Hz. Peygamber’in risaletinden önce bütün dünyayı bir fesadın kapladığı bir hakikattir. Bütün ufukları, insanların zihinlerini ve vicdanlarını karanlık kaplamıştı. Hz. Musa’nın dinî, Hint dinî, Budizm, Zerdüştlük, Konfüçyüs mezhebi çoktan beri kendi salikleri (bağlı olanlar) üzerinde etki etmez olmuştu. Bu dinlerdeki insanlar, fazilet sahibi olmak yerine her türlü rezilliği kabullenir olmuşlardı. Dinlerin nispeten en yenisi olan Hristiyanlık hatalar içinde yüzüyordu. Yedinci asır Hristiyanlığının bozuk bir Hristiyanlık olduğu William Muir tarafından itiraf edilmiştir. Fakat İslam nuru tüm dünyaya, fazilet, medeniyet ve huzur getirmiştir. O zamanlar dünyanın karanlık içinde yüzen ve en geri kalmış kıtası Avrupa idi. İslam nurunun İspanya’da yayılmasını takiben Avrupa’da Rönesans ismiyle başlayan ve reformlarla devam eden yenileşme hareketleri ile Avrupa bu karanlık ortamından kurtulmuştur. Ayet-i kerime bu durumu çok güzel özetlemektedir. Bu konuda geniş bilgi almak isteyenler “Ruhu’l-İslam” ismiyle tercüme etmiş olduğumuz 56 sayfadan oluşan mukaddimesini okumaları faydalı olur.

18
İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve ondan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı; çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir. [Hadid, 57/16]

19
Teslis: Üçleme; bu iddia, Hz. İsa’nın ölümünden bir asır sonra Hristiyanlar tarafından uydurulmuştur. Bu iddiaya göre uluhiyet üç şahısta tecelli etmektedir ki bunlar; bir kısmına göre; Baba (Allah), Oğul (Hz. İsa), Ruhul Kudüs (Cebrail), bir kısmına göre de; Baba, Ana (Hz. Meryem) ve Oğul’dur. Bu ise birçok karışıklıklara sebebiyet vermişti.

20
1737-1794 yılları arasında yaşamış olan İngiliz tarihçisidir. “Roma İmparatorluğu’nun Gerilemesi ve Yıkılışı” adlı eserin sahibidir.

21
Aryus hakkında tarihi bilgi çok az olmakla beraber, miladi üçüncü asırda İskenderiye Kilisesi’nin ruhani kişilerinden olduğu şüphesizdir. Aryus, Antakyalı Lucian’dan ilim tahsis etmiş, onun fikirlerini kendi bakış açısına göre tefsir etmiştir ve yeni bir mezhep oluşturmuştu. Lucian, Kelimetüllah’ın Hz. İsa’da tecelli ettiği fikrindeydi. O, âlemin meydana getirilmesinden önce yaratılmış, daha sonra yeryüzüne gönderilmiş ve beşer bir cisim ile kaplanmıştı. Aryus bu fikre istinaden bir tevhit akidesi meydana getirmek istemiştir. İsa’nın mahlukatın üstünde olduğunu söylemekle birlikte onun da bir mahluk olduğunu ifade etmiştir. İskenderiye Kilisesi’nde “Allah kadimdir bu yüzden İsa da kadimdir.” Vaazını dinlediği zaman Aryus, bunları kâfir kabul etmişti. Hâlbuki Aryus da İsa’ya yarı Tanrı sıfatı vermiştir. Aryus’un bu hareketi kısa sürede pek çok taraftar kazanmıştı. İmparator Kostantin bu durumdan haberdar oldu. Kilise ahalisi kendi aralarında müzakereler yaparak halkı bu tür hareketlerden uzak tutmanın yolunu aradı ve belli tavsiyelerde bulundu. Kostantin bu sözleri kale almamasına rağmen imparatorluğunun yıkılmasından korkarak 325 yılında İznik’te dinî meclisi toplamıştı. Bu meclis Aryus’un aleyhinde hüküm vererek İsa’nın Allah ile aynı makamda olduğunu kabul etmiştir. Aryus’un İsa’nın mahluk olma fikri mahkûm edilmişti. Aryus ve taraftarları bu fikri kabul etmediğinden cezalandırıldılar. [Mütercim]

22
Monofistler: İsa’nın yalnız bir mahiyet-i mürekkebeye haiz olduğunu söyleyenlere verilen isimdir. Bunların bir kısmı İsa’nın sahip olduğu ilahi fıtratın ve beşeri fıtratın ayırt edilemeyeceğini savunmaktadır. Diğer bir kısmı da İsa’daki fıtratı ilahiyenin fıtratı beşeriye üstün geldiğini savunur. [Mütercim]

23
Ali İmran, 3/103.

24
Bakara Suresi, 2/229.

25
Beğendikleri erkek çocukları kendilerine; kızları da Allah’a mal ediyorlar. O bundan münezzehtir. Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar! [Nahl, 16/57-59]

26
Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. [Maide, 5/90]

27
Yasin, 36/5-6.

28
Sen Paul, Tarsus şehrinde, rivayete göre Hz. İsa zamanında doğmuştur. Asıl adı Saud’dûl. Tarsus o zaman mühim bir ticaret ve kültür merkeziydi. Kıl çadırları yapımıyla ünlü idi. Yunan Edebiyatı’nı iyi bilen ve aslında bir Yahudi olan bu Paul (Pavlos), Tarsus’tan kalkıp Kudüs’e gitmiş ve tahsiline orada devam etmişti. Onun Kudüs’e gelişi, Hristiyan tarihçilerine göre, Hz. İsa’nın başına gelen musibet anına tesadüf eder. Paul önce Hristiyanlığa karşı çıkmış, Hristiyanlığın imhasını hedef alan bir harekete de başkanlık etmişti. Şam’a, Hristiyanları öldürmeye giderken, yolda güya rüyasında Mesih’i görür ve Hristiyan olur. Şam’a vardığında, Hz. İsa’nın Mesih olduğunu ikrar eder. Daha sonrada Arabistan’a giderek orada ömrünün üç senesini inziva hayatı yaşayarak geçirir. Bundan sonra Hristiyanlığı neşretmeyi kendine vazife sayarak tekrar Kudüs’e döner, Havarilerin içine katılır. Barnabas’ın yardımı ile havariler arasında emniyet kazanır. Yahudilerin Hristiyanlara, düşmanlıkları çok şiddetli olduğundan, Paul tekrar kendi yurdu olan Tarsus’a gelmiş ve yerleşmişti. Barnabas, Paul’u Antakya’ya çağırmış ve kendine muavin yapmıştı. Böylece bu adam Hristiyanlığı yaymaya tekrar başlamıştı. Çıktığı uzun bir seyahatle, İncil’i Avrupa’ya götüren ve Atina’da Hristiyanlığı yayan kişi bu adamdır. Bir ara Atina’dan Kudüs’e dönmüştü. Niyeti Roma’ya geçmekti. Burada Yahudiler tarafından yakalanarak hapse atıldı. Paul’un davasına Roma’da bakılmasını imparator istemişti. Roma’da, hapishanede iken yazdığı mektupta, kurtuluşunu değil ölümünü istemişti. İki sene yattıktan sonra Sen Paul Kilisesi’ne yakın bir yerde idam edilmişti. Paul, Hristiyanlığın ikinci kurucusu sayılmaktadır. Hristiyanlık dininin, müşrik kavimlerin şirki ile uyuşturarak yayılmasına çalışan bu Yahudi’dir. Sen Paul’un inançları ve tesirleri hakkında daha fazla bilgi almak için Mevlana Seyyid Emir Ali’nin “Ruh’ül İslam” adlı eserine bakınız.

29
Araf, 7/156-157.

30
Allah peygamberlerden ahid almıştı: “And olsun ki size kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?” demişti. “İkrar ettik.” demişlerdi de: “Şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim.” demişti. [Ali İmran, 3/81]

31
O, daha öncekilerin kitabında da zikredilmiştir. [Şuara, 26/196]

32
Tevrat, Resullerin İşleri, 3/22.

33
Bakara, 2/4.

34
Fatır, 35/24.

35
Bakara, 2/124.

36
Bakara, 2/129.

37
Tekvin, 16/2-3.

38
Tekvin, 17/20.

39
Tekvin, 11-12.

40
Tesniye, 18/18.

41
Yuhanna, 1/19-21.

42
Müzemmil, 73/15.

43
Yuhanna, 14/15-17.

44
Yuhanna, 14/26.

45
Yuhanna, 16/17.

46
Yuhanna, 16/12-13.

47
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir millettir, babaları veya oğulları veya kardeşleri, akrabaları olsa bile Allah’a ve Peygamber’ine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar, Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki saadete erecek olanlar, Allah’tan yana olanlardır. [Mücadele, 58/22]

48
Ahzap, 33/40.

49
İsra, 17/81.

50
Şuara, 26/217-220.

51
“Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.’ demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: ‘Bu, apaçık bir sihirdir.’ demişlerdi.” [Saff, 61/6] “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir.” [Ali İmran, 3/144] “Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.” [Ahzab, 33/40] “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardı: ‘Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.’ ” [Fetih, 48/29]

52
Fil, 105/1-5

53
Yunus, 10/16.

54
Dini yalan sayanı gördün mü? Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur. Vay o namaz kılanların hâline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. Onlar basit şeyleri dahi vermezler. [Maun, 107/1-7]

55
Nübüvvet: Peygamberlik (e.n.).

56
Alak, 96/1-5.

57
Müddesir, 74/1-2.

58
Vakıa, 56/10-12.

59
Ta-ha, 20/1-4.

60
(Abese, 80/1-2) İngiliz Rodwill bu hadiseyi anlatırken, Peygamber’in âmâya yaptığı kötü muameleden pişman olduğunu beyan eder. Hâlbuki Peygamber Efendimiz pişman olmayı icap ettirecek herhangi bir kötü muamelede bulunmamıştı. Sözünü kesmek isteyen bir adama, gönlünü kıracak bir cevap vermeyerek ancak kaşlarını çatmıştı, Nebî Ekrem’in pişman olduğunu farz etsek bile onun âmâyı davet ederek gönlünü hoş tutması hadiseyi ortadan kaldırmaya kâfi gelir. Velhasıl hadise bir ferdin fikir ve kararına kalmış olsa, bu hareketi teşhir etmek herhâlde o hareketi yapan fert olmazdı. Bir insan yaptığı bir şeyi tasvip etmeyebilir. Fakat bu işi toplum tarafından gece ve gündüz tekrarlanacak bir şekilde tebliğ etmek hiçbir ferdin kârına değildir. Binaenaleyh ilahi vahyin kaynağının, Hz. Muhammed’in kalbi olmadığı bu şekilde şüphesiz ortaya çıkar. Peygamberimiz’in fukaraya sevgisi onun seciyesinin en büyük vasıflarındandı. Medine’de devlet başkanı olduğu hâlde nice ihtiyar kadınların işlerini görüverdiğine, zayıfların yüklerini taşıdığına dair birçok sahih hadisler mevcuttur. Peygamberimiz çocukluğundan vefatına kadar, hayatı boyunca fakirlere muhabbet ve onlara hizmetle kalmamış, bizzat kendisinin fakir sınıfından sayılmasını arzu etmiştir. Bütün Arabistan’ın serveti emrine verildiği hâlde Peygamber’in, zevceleri bu servetten hisse sahibi olmayı istediklerinde, fakirliğin Allah yanındaki sevgisinden başka her şeyi feda etmeye hazır olduğunu ifade etmişlerdi. (Mütercim)

61
Ankebut, 29/2-3.

62
Suçlular, şüphesiz, inanmış olanlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı. Taraftarlarına vardıklarında bununla eğlenirlerdi. İnananları gördükleri zaman, ‘Doğrusu bunlar sapık olanlardır.’ derlerdi. [Mutaffifin, 83/29-33]

63
Öğüt ver; Rabb’inin nimetiyle sen ne kâhinsin ne de delisin. Yoksa senin için şöyle mi derler: “Şairdir. zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz.” [Tur, 52/29-30]

64
İbn Esir’in rivayetine göre, Sümeyye, Ebu Cehil’e karşı ağır sözler söylediğinden Ebu Cehil, Sümeyye’nin mahrem yerine elindeki mızrağı saplayarak onu şehit etmişti. Bu kadın Müslümanların verdiği ilk şehit kadındır.
Peygamberimiz Muhammed Ali Lâhûrî

Muhammed Ali Lâhûrî

Тип: электронная книга

Жанр: Ислам, мусульманство

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hz. Musa’dan itibaren birçok peygamber gelmiş, bunlar ancak belirli noktalarda örnek olmuşlardı. Lakin Peygamber Efendimiz, Hz. Musa’nın mertliğini, Harun’un duygusallığını, Yuşa’nın kahramanlığını, Eyyüp’ün sabrını, Davud’un cesaretini, Süleyman’ın azametini, Yahya’nın sadeliğini, İsa’nın tevazusunu daha bir mükemmel şekilde şahsında toplamıştı. Bu nitelikleri şahsında toplaması da Peygamberimiz’in özelliklerinden biridir. Bu da kendisini diğer peygamberlerden ayırmaktadır. Büyük insanların başarıları genellikle muayyen bir saha için geçerli olduğu hâlde, Peygamberimiz’in başarısı insani olan bütün sahalar için geçerliydi. Bu da onun en büyük özelliklerinden biriydi. Mesela büyüklük bir milleti ıslah etmek, ihya etmekten ibaretse; Araplar gibi cehalet devrinde tereddi gösteren bir milleti medeniyetin bayraktarı yapabilecek kadar yükselten bir insandan daha büyük kimse görmek mümkün müdür? Büyüklük, birbirine zıt unsurlardan ahenkli bir bütün meydana getirmekten ibaretse; Araplar gibi asırlarca kan davaları yüzünden birbirini boğazlamış bir milleti bir tek inanç etrafında birleştirmekten daha bütünleştirici bir şey düşünülebilir mi? Eğer büyüklük ahlak sahibi olmakta ise dost düşman tarafından emin olarak tanınan Peygamber Efendimiz’in eşi, benzeri olabilir mi? Eğer büyüklük fetihler ile ölçülecek olursa; kimsesiz bir öksüzken büyük bir hükümdar gibi nice zaferlere erişen Peygamberimiz’in bir benzeri daha gösterilebilir mi? Peygamber Efendimiz, Arabistan’da putperestliği ve şirki kökünden temizlemiştir. Bu memleketi Allah’ın nuru ile aydınlatmıştır.

  • Добавить отзыв