Denizci Sinbad

Denizci Sinbad
Anonim
“Bilmelisin ki…” dedi Sinbad, “Benim hikâyem oldukça ilginç. Başıma gelenleri, neler yaşadığımı, nasıl bu kadar zengin olduğumu ve gördüğün bu yerin efendisi olmayı nasıl başardığımı anlatayım. Ben buralara acılar çekerek, tehlikelere atılarak binbir sıkıntıyla geldim. Vaktizamanında ne kadar acı çektim bir bilsen… Ben tam yedi yolculuk yaptım. Her birinde de öyle ibretlik olaylar yaşadım ki aklın almaz! Bütün bunlar kötü talihim sonucu geldi başıma. Eee malum kaderden kaçılmaz… Efendiler! Şimdi hikâyemi anlatıyorum…” Denizleri ve yeni yerler keşfetmeyi seven tüm çocuklara ve içindeki maceracı ruhu yaşatan tüm büyüklere…


Denizci Sinbad

Bir zamanlar Bağdat şehrinde, yüce Kumandan Harun El-Reşit döneminde Sinbad adında bir hamal yaşarmış. Sinbad, sırtında yük taşıyarak rızkını çıkarmaya çalışır, günlerini böyle geçirirmiş. Oldukça ağır bir yük taşıdığı bir gün, adamcağızı sıcak basmış, terlemeye ve kendini yorgun hissetmeye başlamış. Sıcak ve taşıdığı yükün ağırlığı onu oldukça bunaltmış. Birden, tüccarın birine ait olan ferah, bakımlı bir evin önünde, kapının yanında bir tabure görmüş. Bir parça dinlenip soluklanabilmek için oraya oturmuş, yükünü indirmiş.
Evin kapısından hafif bir esinti ve hoş kokular geliyormuş. Taburede otururken çeşitli çalgıların renklendirdiği, şarkıların söylendiği bir şenliğe tanık olmuş. Kuşlar ötüyor ve âdeta Allah’ın hikmetine ve yüceliğine şahitlik ediyormuş. Kaplumbağaların, bülbüllerin, bozdoğanların sesi birbirine karışıyor, ortama neşe katıyormuş. Hamal şahit oldukları karşısında büyük bir hayrete düşmüş ve keyiflenmiş. Sonra kapıya yönelmiş ve oldukça güzel bir çiçek bahçesi ile yalnızca krallara ve sultanlara layık köleler, hizmetçiler ve muhafızlar görmüş. Nefis, lezzetli yiyecekler ile kaliteli şarapların kokusu âdeta onu mest etmiş. Gözlerini göklere kaldırmış ve şöyle demiş:
“Ey bütün mahlukatı yaratan, Rahman ve Rahim olan Allah’ım! Övgü yalnızca sanadır. Dilediğine sayısız nimetler verirsin. Ey yüce Rabb’im! Sen ki bütün günahları affeder, tövbe edenin tövbesini kabul edersin. Ey Rabb’im! Kimse sana ve düzenine karşı gelemez, yaptıklarını sorgulayamaz. Sen âlemlerin Rabb’isin! Hamt yalnızca sanadır! Dilediğini zengin eder, dilediğini fakirleştirirsin. Sen ki yüceler yücesisin ve senden başka ilah yoktur. Hükümranlığın ve hâkimiyetin büyüktür. Sana kul olmak ne büyük bir şereftir! Bu evin sahibi lezzetli yiyeceklerin ve şarapların keyfini çıkarıp gününü gün ediyor. Gerçekten de dilediğin kuluna, dilediğini verirsin. Kimin başına ne geleceğini de tayin eden sensin. Bir kısmı yorgunken diğerleri dinlenir. Bazıları güzel bir hayatın ve zenginliğin tadını çıkarırken diğerleri acı çeker, sefalet içinde yaşarlar. Tıpkı benim gibi.”
Sonra şu şiiri okumaya başlamış:
Anca ben çekerim derdi tasayı
Diğerleri çıkarırken hayatın tadını
Her sabah doğan gün,
Bana dert verir, keder getirir büsbütün
Hâlim vahim, derdim büyük
Onlar rahat, üzerlerinde yok yük
Talihsizlik yoktur kaderlerinde
Yok hiç ümitsizlik, hayatları rahat içinde,
İyi yer, çok içer yaşarlar güzel yerlerde
Bir parça çamurdan geldik hepimiz
Sen de ben de Allah’ın eseriyiz
Ama bizi bölen sınırlar var geçemeyiz
Şarapla sirkenin tadı bir midir hiç? Farklıyız biz
Ama doğrusunu Allah bilir, ona isyan etmek değil haddimiz
Sual olunmaz onun hikmeti şüphesiz…
Hamal Sinbad şiirini okumayı bitirdiğinde yükünü yüklenmiş ve gitmeye hazırlanmış. Tam o sırada yanına güzel yüzlü, hoş görünümlü, iyi giyimli bir erkek uşak gelmiş ve elini tutup şöyle demiş:


“İçeri gel ve efendimle konuş, seni çağırıyor.”
Hamal, gitmeye davranmış fakat genç adam ısrar edince yükünü girişte bırakmış ve onun ardından eve girmiş. Her tarafından zenginlik ve ihtişam akan bu eve hayran kalmış. Nihayet, soylu ve itibarlı kişilerin oturduğu, leziz yiyecekler, kaliteli şaraplar ve güzel kokulu çiçeklerle donatılmış masaların olduğu büyük bir salona gelmiş. Keyifli bir müzik çalınıyor, güzel köle kızlar şarkı söylüyormuş. İnsanlar konumlarına ve zenginliklerine göre oturuyorlarmış. En yüksek mertebede saygıdeğer, yaşlı bir adam varmış. Haşmetli duruşu ve güler yüzüyle asil bir adam olduğu her hâlinden belliymiş. Hamal Sinbad’ın, gördükleri karşısında kafası karışmış ve kendi kendine şöyle demiş:
Muhakkak ki burası cennetin bir köşesi ya da krallardan birinin sarayı…
Sağlık ve sıhhat dileyerek insanları selamlamış ve yeri öpmüş. Mütevazı bir tavırla, başı önde beklemeye başlamış. Sinbad, başı önde beklerken ev sahibi yaklaşmasını ve oturmasını söylemiş. Ona kibarca:
“Hoş geldin!” demiş ve lezzetli yiyecekler ikram etmiş.
Hamal Sinbad, “Bismillah!” dedikten sonra yemeye koyulmuş. Karnını iyice doyurduktan sonra, “Rızkımızı veren Allah’a şükürler olsun!” demiş ve ellerini yıkadıktan sonra ikramları için davetlilere teşekkür etmiş.
Ev sahibi, “Rica ederim, afiyet olsun. Senin adın ne? Ne iş yaparsın?” diye sormuş.
Sinbad, “Benim adım Hamal Sinbad’dır efendim. İnsanların eşyalarını taşırım.” demiş.
Ev sahibi gülümsemiş.
“Biliyor musun, ikimizin de adı aynı. Ben de Denizci Sinbad’ım. Peki Hamal Sinbad, az önce kapıda okuduğun şiiri bizlere de okuman mümkün mü acaba?”
Hamal utanarak “Allah rızası için beni affedin. Yorgunluk, çekilen acılar ve talihsizlik bir adamı böyle kaba olmaya itebiliyor.” demiş.
Ev sahibi, “Utanma, artık sen benim kardeşimsin. Lütfen o şiiri oku. Kapıda okuduğunda çok beğenmiştim.” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine Hamal Sinbad şiiri okumuş. Orada bulunanlar da şiirin sözlerini çok beğenmiş. Ev sahibi ona şöyle demiş:
“Bilmelisin ki ey Hamal Sinbad, benim hikâyem oldukça ilginç. Başıma gelenleri, neler yaşadığımı, nasıl bu kadar zengin olduğumu ve gördüğün bu yerin efendisi olmayı nasıl başardığımı anlatayım. Ben buralara acılar çekerek, tehlikelere atılarak binbir sıkıntıyla geldim. Vakti zamanında ne kadar acı çektim bir bilsen… Ben tam yedi tane yolculuk yaptım. Her birinde de öyle ibretlik olaylar yaşadım ki aklın almaz. Bütün bunlar kötü talihim sonucu geldi başıma. Eee malum kaderden kaçılmaz… Efendiler! Şimdi hikâyemi anlatıyorum…”

DENİZCİ SİNBAD’IN İLK YOLCULUĞU
“Benim babam tüccardı. Yaşadığımız şehrin hatırı sayılır adamlarından biriydi. Zengindi, imkânları genişti. Ben henüz çocukken vefat etti. Bana yüklü bir servet, evler ve araziler bıraktı. Büyüdüğüm zaman parayı harcamaya, iyi yiyip iyi giyinmeye, kısacası müsrif bir hayat yaşamaya başladım. Yaşıtım olan genç kızlarla arkadaşlık ediyor, günlerimi zevküsefa içinde geçiriyordum. Hayatımın hep böyle devam edeceğini ve hiçbir zaman değişmeyeceğini sanırdım. Fakat bir süre bu sorumsuz hayatı yaşadıktan sonra aklım başıma geldi. Zenginliğimin anlamsız, durumumun vahim, yaşadığım hayatın faydasız olduğunu fark ettim. Ümitsizlik ve kafa karışıklığı düşüncelerimi de etkilemişti. Davut’un oğlu Süleyman’ın -Allah ikisini de nur içinde yatırsın-bir sözünü -daha önce babam söylemişti- hatırladım:
Üç şey var ki diğerlerinden daha iyidir: Ölüm günü, doğum gününden; canlı bir köpek, ölü bir aslandan; mezar da yoksulluktan.
Sonra kıyafetlerime varıncaya kadar bütün malımı mülkümü toparlayıp üç bin dirheme sattım ve bu parayla yabancı diyarlara gitmeye karar verdim. Şairin şiirinde de dediği gibi:
Yükseltir insanı acı çekmek
Başarmak istiyorsan uykuyu unutman gerek
İnci bulmak istiyorsan derinlere dalmalısın
Zenginliğe çalışmadan ulaşamazsın
Mutluluğa zahmetsiz kavuşmak isteyen
Boşuna uğraşmasın, hayal kırıklığıdır onu bekleyen…
Yolculuk için gerekli olan eşyaları satın aldım ve harekete geçmek için sabırsızlıkla beklemeye başladım. Sonra benim gibi tüccar olan birkaç kişiyle beraber bir gemiye bindim. Uzun günler ve geceler boyunca yolculuk ettik. Farklı kıyılar ve adalara demir attık, çeşitli mallar alıp sattık ve ticaretimizi sürdürdük. Böyle böyle bir süre yolculuk ettik; ta ki bir gün, âdeta bir cennet bahçesini andıran güzel bir adaya gelinceye dek. Kaptanımız buraya demir attı ve gemiden indik. İnenlerin bir kısmı ateş yakıp yemek hazırlayarak, diğer bir kısmı da kıyıda yürüyerek oyalandı. Sonra mürettebat, yiyip içmeye ve eğlenmeye başladı; ben de gezindiğim sırada güvertede bulunan birinin şöyle bağırdığını duydum:
‘Hey yolcular! Canınızı seviyorsanız kaçın. Derhâl bütün eşyalarınızı bırakıp gemiye dönün ve kendinizi felaketten kurtarın. Allah yardımcınız olsun. Üzerinde bulunduğunuz bu ada gerçek bir ada değil. Yerinden kıpırdamayan koca bir balık… Zamanla üzerinde kumlar birikti ve ağaçlar yeşerdi. Böylece bir adaya benzedi ama olur da üzerinde ateş yakarsanız sıcaklığı hisseder ve hareket etmeye başlar, sonra da kısa bir süre içinde denize dalar, hepiniz boğulursunuz. Demek istediğim; her şeyinizi bırakın ve kaçın. Yoksa öleceksiniz!’
Onu duyan herkes, mallarını, kirli temiz çamaşırlarını, kazanları, tencereleri bırakıp can korkusuyla doğruca gemiye kaçtı. Bazıları gemiye ulaşırken diğerleri -benim gibi- geride kaldı. Ada, aniden sallandı ve denizin derinliklerine doğru batmaya başladı. Kabaran deniz, her şeyi içine aldı. Ben de diğerleriyle birlikte derinlere, en dibe doğru batmaya başladım. Fakat yüce Allah, gemidekilerin kullandığı tahta fıçıyı yollayarak beni boğulmaktan kurtardı. Can havliyle fıçıyı yakaladım, bacaklarımı ayırarak içine girdim ve ayaklarımı kürek gibi kullanarak ilerlemeye başladım. Bu arada dalgalar beni bir o yana bir bu yana savuruyordu. Geminin kaptanı da boğulanları ve canını kurtarmak için çırpınanları geride bırakıp gemiyle ilerlemeye devam ediyor, hızla uzaklaşıyordu. Bense gemiyi gözlerimle takip ediyordum; ta ki iyice uzaklaşıncaya kadar… O an ölümümün yakın olduğunu anladım. Bu kadar talihsizlik yetmezmiş gibi bir de karanlık çöktü. Dalgalar ve rüzgâr bütün gece beni taşıdı ve nihayet büyük bir adaya ulaştım. Kıyıda ağaçlar vardı. Neredeyse ölmek üzereyken bir dala tutunarak karaya ayak bastım. Kıyıya ulaştığımda bacaklarıma kramp girmişti, ayaklarımınsa balıklar tarafından kemirilmiş olduğunu gördüm. Şiddetli bir acı ve yorgunluk hissediyordum. Derhâl kendimi yere attım. Âdeta ölü gibiydim. Dahası, ıssız bir yerde tek başınaydım ve kendimi kaybederek bayılmıştım. Ertesi sabah güneş doğduğunda ancak kendime gelebildim; fakat ayaklarım şişmişti. Ben de dizlerimin üzerinde ilerlemeye çalıştım. İçinde bulunduğum adada envaiçeşit meyve ve içme suyu mevcuttu. Meyveleri yiyerek bir parça da olsa güç toplayabildim, bu da beni hayatta tutmaya yetti. Nihayet canlanmaya ve uyuşmuş bedenimi daha rahat hareket ettirmeye başladım. Böylece uzun bir süre düşündükten sonra adayı keşfetmeye, Allah’ın yarattığı güzellikleri seyrederek kendimi oyalamaya karar verdim. Bir gün kıyıda yürürken uzaktaki tuhaf bir şey dikkatimi çekti. İlk başta onun vahşi bir canavar ya da tuhaf bir deniz yaratığı olduğunu düşündüm. Fakat yanına yaklaşıp dikkatlice baktığımda kıyıya bağlanmış bir kısrak olduğunu gördüm; yanına yaklaştım fakat o acı acı kişnedi. Öyle ki korkudan tir tir titredim ve derhâl arkamı dönüp gitmeye yeltendim. Tam o sırada toprağın altından çıkan bir adam yanıma yaklaştı ve yüksek sesle:
‘Sen kimsin, nereden geliyorsun ve burada bulunmanın sebebi nedir?’ diye sordu.
‘Ah efendim!’ diye cevap verdim. ‘Ben yolunu kaybetmiş zavallı bir yabancıyım. Yolculuk ettiğim gemi, beni ve birkaç kişiyi boğulmaya terk etti ama Allah bana tahta bir fıçı gönderme lütfunda bulundu. Böylece ona tutunarak hayatta kalmayı başardım. Sonunda dalgalar beni bu adaya kadar getirdi.’
Bunu duyunca elimi tuttu ve ‘Benimle gel!’ dedi.
Beni büyük bir Sardab’a, yani yer altı odasına götürdü. Burası bir salon kadar genişti. Oturmamı söyleyip yiyecek bir şeyler getirdi. O kadar açtım ki karnımı tıka basa doldurdum; sonra bana durumumu sordu. Ben de yaşadıklarımı baştan sona anlattım. Hikâyeme oldukça şaşırdı. Bense:
‘Efendim, Allah biliyor ya size bütün maceramı ve başıma gelen talihsizliği anlattım. Beni affedin ama acaba siz de bana kim olduğunuzu, neden yer altında yaşadığınızı ve kısrağı deniz kıyısına bağlamanızın sebebini söyler misiniz?’ dedim.
‘Ben bu adanın farklı köşelerinde bulunan birkaç kişiden biriyim. Bizler Şah Mihrican’ın seyisleriyiz ve onun atlarıyla ilgileniriz. Her ay başında daha önce hiç görülmemiş en iyi atları buraya getirir, deniz kıyısında kazığa bağlar ve mağaraya saklanırız. Deniz aygırlarından bir aygır kokusunu alıp denizden çıktığında kimseyi göremezse kısrağın üzerine biner ve onunla çiftleşir. Sonra kısrakla işini bitirince üzerinden iner ve onu da beraberinde götürmek ister. Ama kısrak kazığa bağlı olduğundan onu izleyemez. Bunu gören deniz aygırı yüksek sesle kişnemeye ve çifteler atmaya başlar. Seslerini duyduğumuzda denizatlarının işlerini bitirdiklerini anlarız. Derhâl yanlarına koşar, onları korkuturuz. Bunun üzerine onlar da korkuyla denize geri dönerler. Sonra kısraklar çok değerli taylara hamile kalır. Bunlar, öyle hayvanlardır ki yeryüzünde benzerlerine rastlamak imkânsızdır. Şu an tam da denizatlarının yeryüzüne çıkma vakti. İnşallah tabii. Şimdi seni Şah Mihrican’a götürmek ve ülkemizi göstermek istiyorum. Şunu da bil ki eğer biz olmasaydık sefil bir şekilde ölürdün, kimse de sana ne olduğunu bilemezdi ama ben kurtuluşuna vesile olacağım ve seni ülkene götüreceğim.’
Ona nezaketi için teşekkür ettim ve bir süre daha konuşmaya devam ettik. Sonra birden suların arasından bir deniz aygırı çıkıverdi. Kısrağın üzerine bindi ve onunla çiftleşti. Onunla işini bitirip üzerinden kalktığında kendisi ile beraber sürüklemeye çalıştı. Fakat ip buna engel oldu. Hayvan kişnemeye ve deniz aygırına tekme atmaya başladı. Bunun üzerine seyis, eline bir kılıç aldı ve derhâl ayağa kalkıp arkadaşını çağırdı. O da bağırıyor ve deniz aygırını mızrakla vurmaya çalışıyordu. Bu tablo karşısında korkuya kapılan yaratık, denize daldı. Bu hâliyle âdeta bir boğayı andırıyordu. Bir süre sonra da gözden kayboldu. Bunun üzerine tüm öteki seyisler, her biri kendi kısrağıyla benim çevremde toplandılar ve bana oldukça incelik gösterdiler; yiyecek ve daha başka şeyler de sunup benimle birlikte yedikten sonra bana güzel bir binek atı verdiler. Şah Mihrican’ın ülkesine varıncaya dek ara vermeden yolculuk ettik. Durumumu şaha anlattılar, o da beni çağırttı. Huzuruna vardığımda birbirimize selam verdik. Şah bana samimi bir şekilde, ‘Hoş geldin!’ dedi ve uzun ömürler diledi.
Hikâyemin ne olduğunu sorduğunda ona başımdan geçenleri eksiksiz bir şekilde anlattım. Oldukça şaşırdı ve ‘Allah seni korumuş oğlum! Belli ki vaktin gelmemiş, yoksa bu durumdan sağ çıkman mümkün değildi ama Allah’a şükürler olsun ki seni kurtarmış!’
Sonra kibarca konuşarak beni cesaretlendirmeye çalıştı. Dahası, bana limanda iş verdi. Görevim kıyıya yanaşan gemilerin kaydını tutmaktı. Emirlerini almak için onu düzenli bir şekilde ziyaret ediyordum. O da beni himaye ediyor ve çeşitli hediyelerle lütuflandırıyordu. Hakikaten de onun gözünde çok itibarlı biriydim. Bir mesele olduğunda halk ile onun arasında ara buluculuk ederdim. Hayatım böylece devam ediyordu. Olur da limandan şehre inersem Bağdat’a gidecek olan tüccar ya da denizci olup olmadığını soruyordum. Zaman zaman ülkeme geri dönebileceğim bir yolculuktan bahsedildiğini duyardım; fakat bu yolculuğa çıkacak kişiler ile ilgili herhangi bir bilgi edinemiyordum. Bu duruma çok üzülüyordum çünkü uzunca bir süredir bu ülkede yabancı olarak yaşamak beni çok yıpratmıştı. Talih bu ya bir süre sonra kederim sona erecekti. Bir gün, Şah Mihrican’ın yanına gittim ve birkaç Hintli adamı misafir ettiğini gördüm. Onlara selam verdiğimde bana sıcak bir şekilde karşılık verdiler. Kibar bir ‘hoş geldin’den sonra bana memleketimi sordular. Ben de memleketleri hakkında sorular sorduğumda bana ülkelerindeki kast sisteminden bahsettiler. Bir kısmı Kşatriya mensubuydu ki bu en asil sınıftı ve herhangi birine baskı yapılmasına karşıydılar. Diğerleri Brahman’dı. Bunlar içkiden uzak durur neşe ve keyifle yaşayıp hayvancılıkla meşgul olurlardı. Daha da ilginci Hindistan’da yetmiş iki farklı sınıf olduğundan bahsettiler. Şah Mihrican’ın ülkesinde gördüğüm diğer bir ilginç şey ise içinde bütün gece boyunca davullar ve dümbelekler çalınan Kasil Adası’ydı. Komşu adalarda ikamet edenlerden duyduğumuza göre bu adanın insanları çalışkan ve adaletli insanlardı. Bu adada bütün balıkçıların korkudan üzerine tahta parçaları attığı iki yüz metre uzunluğunda bir balık gördüm. Saymaktan yorulacağım daha binlerce muhteşem şey… Kafası baykuş şeklinde olan bir balık da bunlardan biriydi. Böyle böyle adaları ziyaret ederek oyalandım; ta ki bir gün, yanımdan hiç ayırmadığım değneğimle birlikte limanda beklerken tüccarları taşıyan bir geminin yanaştığını görünceye dek…
Gemi kıyıya yanaşıp demir attığında kaptan yelkenleri indirdi; bu arada mürettebat, yükleri ve emanetleri indirmeye başladı. Ben de ayakta durup not alıyordum. Uzunca bir süre malları indirmeye devam ettiler. İçlerinden birine sordum:
‘Gemide başka bir şey kaldı mı?’
‘Bizimle birlikte yolculuk ederken gittiğimiz adalardan birinde boğulmuş olan tüccarın birtakım eşyaları var, efendim. Eşyalarını yanımızda taşıyoruz ki uygun bir fiyata satıp parayı Bağdat’ta-ki, yani barış şehrindeki ailesine gönderebilelim.’
‘Bu tüccarın adı neydi?’
‘Denizci Sinbad.’
Bir anda beni büyük bir şaşkınlık almıştı; çığlık çığlığa bağırdım:
‘Ben Denizci Sinbad’ım, kaptan! Diğer tüccarlarla birlikte yolculuk ediyordum. Balık bizleri fırlattığında bir kısmımız kurtulmayı başarırken diğerleri boğuldu. Ben de neredeyse boğuluyordum fakat yüce Allah bana bir fıçı yolladı. Allah’ın inayetiyle de dalgalar ve rüzgâr beni bu adaya taşıdı. Sonra Şah Mihrican’ın seyisleriyle tanıştım. Onlar da beni efendilerinin huzuruna götürdüler. Ona hikâyemi anlattığımda bana oldukça iyi davrandı ve beni liman görevlisi yaptı. Ben de ona hizmet ettim ve tarafından kabul gördüm. Bu mallar Rabb’imin bana ihsanıdır. Yani benimdir.’
Kaptan öfkeyle haykırdı:
‘Allah Allah! Yahu bu dünya üzerindeki kimsede insanlık ya da vicdan kalmadı mı?’
‘Sana hikâyemi anlatmışken bu sözlerle ne demek istiyorsun kaptan?’
‘Yüklerin sahibinin boğulduğunu duyduğunda onlara haksız yere sahip olmak istedin. Fakat bu yaptığın caiz değil. Onun boğulduğunu kendi gözlerimle gördüm. Yanımdaki birçok yolcu da şahittir buna. Boğulanlardan kimse kurtulamadı. Sen nasıl oluyor da bu malların sahibi olduğunu iddia edebiliyorsun?’
‘Kaptan, şimdi sözlerimi dikkatle dinle, gerçeği kendin de anlayacaksın. Yalan söylemek ve hile yapmak riyakârların işidir.’ Ve ona Bağdat’tan birlikte yola çıktığımızı, balık adaya gelişimizi, neredeyse boğulmak üzere olduğumuzu anlattım. Dahası, yolculuk sırasında birlikte yaşadığımız birkaç olaydan bahsettim. Bunun üzerine kaptan da tüccarlar da hikâyemin doğruluğuna ikna olup beni tanıdılar ve kurtuluşuma sevindiler. Bana:
‘Allah biliyor ya biz senin boğulduğunu düşünmüştük. Şükürler olsun ki Rabb’imiz sana yeni bir hayat bağışlamış.’
Nihayet mallarımı bana teslim ettiler, eşyalarımın üzerinde adımın yazılı olduğunu ve hiçbir şeyin kaybolmadığını gördüm.
Balyaları açıp en değerli ve en iyi olanlarını Şah Mihrican’a hediye etmek üzere ayırdım. Denizcilerden eşyalarımı saraya taşımalarını rica ettim. Şahın huzuruna çıktım ve hediyeleri ayaklarının dibine serdim, sonra ona gemiyi bulduğumu ve eşyalarımı geri aldığımı söyledim. Anlattıklarıma oldukça şaşıran şah, daha önce kendisine anlattıklarımın doğruluğuna da iyiden iyiye ikna oldu. Bana olan saygısı daha da arttı ve hediyelerime daha güzelleriyle karşılık verdi, sonra mallarımı sattım ve büyük bir kâr elde ettim. Kazandığım parayla adaya özgü envaiçeşit mal satın aldım. Diğer tüccarlar yola çıkmak üzereyken mallarımı gemiye yükledim. Sonra şahın yanına gittim, yaptığı iyilikler ve dostluğu için teşekkür edip ona kendi ülkeme ve aileme dönmek zorunda olduğumu söyledim. Bana veda edip bir sürü hediye verdi. Şah ile helalleşme işini bitirip gemiye bindim. Hemen yola çıktık ve yüce Allah’ın izni ve talihimizin de yardımıyla uzun süren yolculuğun sonunda sağ salim Basra’ya vardık. Nihayet ana vatanıma ulaştığım için çok mutluydum. Burada bir süre kaldıktan sonra Bağdat’a doğru yola çıktık. Şehre varır varmaz kendi semtime, evime gittim. Beni ailem ve arkadaşlarım karşıladı. Sonra kendime cariyeler, muhafızlar, zenci köleler; evler, araziler ve bahçeler satın aldım. Öyle ki artık eskisinden bile daha zengindim. Her zamankinden daha neşeli, daha mutlu bir hayat sürüyordum ailem ile birlikte. Yaşadığım bütün acıları, sıkıntıları, çektiğim zahmetleri aklıma bile getirmiyordum. Rahat, huzurlu bir hayatım vardı. En nefis yemekleri yiyor, en lezzetli şarapları içiyordum. Zenginliğim sayesinde bu hayat tarzını devam ettirebiliyordum.


İşte bu, ilk yolculuğumun hikâyesi. Yarın inşallah ikinci yolculuğumun hikâyesini de anlatacağım.”
Daha sonra Denizci Sinbad, Hamal Sinbad’la akşam yemeği yemiş ve ona yüz altın verip:
“Dostluğunla bizi keyiflendirdin.” demiş.
Hamal ona teşekkür edip hediyeyi almış ve denizcinin yaşadığı maceralara hayret edip uzun uzun düşünmüş. Geceyi kendi evinde geçirdikten sonra ertesi sabah erkenden Denizci Sinbad’ın evine gitmiş. Adam onu saygıyla karşılamış ve yanına oturtmuş. Misafirine yemek ikram edip onu ağırladıktan sonra da maceralarını anlatmaya devam etmiş.

DENİZCİ SİNBAD’IN İKİNCİ YOLCULUĞU
“Canım kardeşim, rahat ve keyifli bir hayat sürüyordum. Dün de anlattığım gibi büyük bir huzur ve neşe içerisindeydim; ta ki Allah’ın evrenini ve insanların şehirlerini gezme düşüncesi beni zapt edinceye dek… Yine yola çıkmak ve ticaret yapıp para kazanmak arzusu duyuyordum. Bu düşünceyle büyük miktarda bir parayı, ticari malları ve yolculuk eşyaları almak üzere harcadım. Satın aldıklarımı toparladım ve limana gittim. Talih bu ya orada yola çıkmaya hazır heybetli bir gemiye rastladım. Öyle bir gemi ki en kaliteli malzemelerle donatılmış. Tıpkı benim gibi ticaretle meşgul olan birkaç yolcuyla birlikte gemiye bindim. Eşyalarımızı yükler yüklemez demir aldık. Yolculuğumuz, ilk başlarda oldukça rahattı. Farklı yerlere, adalara gittik. Gittiğimiz her yerde kalabalık bir tacir grubuyla karşılaşıyor, mal alıp satıyorduk. Sonunda kader bizi, yeşilin en güzel tonlarını içinde barındıran, çeşit çeşit meyvelerle dolu, kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, derelerin billur gibi aktığı muhteşem bir adaya sürükledi. Fakat bu adada insan varlığına işaret edecek herhangi bir şey mevcut değildi. Ne bir ses ne bir görüntü… Kaptan bu adaya demir attı. Tüccarlar ve mürettebat hemen karaya çıktı ve kuşların barındığı ağaçların gölgesindeki çimenlerde temiz havayı solumaya başladı. Doğanın bu fevkalade güzelliği, hepimizi büyülüyor, her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan yüce Rabb’imizin eseri, herkeste muazzam bir hayret duygusuna yol açıyordu. Ben de diğerleri gibi adaya çıktım ve Yaradan’ın bana lütfettiği yiyecekleri çıkarttım. Meltem rüzgârı o kadar tatlı, çiçeklerin kokusu o kadar güzeldi ki bir anda mayıştım ve yere uzanıp uykuya daldım.


Uyandığımda yalnızdım. Gemi çoktan yola çıkmıştı. O an terk edildiğimi anladım. Bana haber vermek belli ki hiç kimsenin aklına gelmemişti. Adayı baştan aşağı taradım fakat in cin top oynuyordu. Bu durum bende şiddetli bir ızdıraba ve endişeye yol açtı. Üzüntüden âdeta ölecek gibiydim. Dokunsalar ağlayacaktım. Yorgundum ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Sonunda ümidimi iyice kaybettim. Kendi kendime şöyle dedim:
Kedi her zaman dört ayağı üzerine düşmez! İlk seferde beni bulunduğum ıssız yerden kurtaran biri olmuştu fakat şimdi hiç şansım yok…
Sonra ağlayıp sızlanmaya başladım. Büyük bir öfkeye kapılmıştım. Bir kez daha yolculuğun tehlikelerine ve sıkıntılarına maruz kaldığım için kendimi suçluyordum. Kendi ülkemde, kendi evimde, yediğim önümde yemediğim arkamdayken ıssız bir yerde yapayalnız ve çaresiz kalmış olmayı kendime yediremiyordum. Bağdat’tan ayrıldığım için çok pişmandım. Üstelik bütün bunları kıl payı kurtulabildiğim ve çok büyük acılar çekmeme sebep olan ilk yolculuğumun sonrasında yaşamıştım. Birden kendi kendime şöyle söylediğimi fark ettim: Allah’tan geldik yine Allah’a döneceğiz.
Tıpkı cin çarpmış gibi deliye dönmüştüm. Ayağa kalktım ve bütün adayı dolaştım. Daha sonra büyük bir ağaca tırmandım ve etrafımı gözetlemeye başladım. Fakat gökyüzü, deniz, ağaçlar, kuşlar ve alabildiğine uzanan sahil dışında hiçbir şey görmedim. Bir süre sonra meraklı bakışlarım, adanın içlerinde bir yerlerde bulunan büyük, beyaz bir şeye takıldı. Ağaçtan indim ve o şeyi daha yakından görebilmek için yürümeye başladım. Yanına yaklaştığımda o şeyin, göklere doğru yükselen geniş çaplı bir kubbe olduğunu anladım. Etrafında yürüdüm. Kapısı yoktu. Onun için üstüne çıkmaya karar verdimse de öylesine kaygan ve pürüzsüzdü ki bunu başaramadım. Bunun üzerine bir yere işaret koydum ve kubbenin etrafında dolaştım ki çevresini ölçebileyim. İşaret koyduğum yere geri dönünceye kadar tam beş yüz adım attım. Akşam oluyordu ve benim hâlâ kalacak bir yerim yoktu. Bu kubbede kalmanın iyi bir fikir olduğunu düşündüm ve içeri girmenin yolları üzerine kafa yormaya başladım. Sonra bir anda güneş saklandı ve hava karardı. Bir bulutun güneşin önünü kapattığını düşündüm fakat yaz günü bu imkânsızdı. Büyük bir merakla kafamı kaldırdığımda bulut sandığım şeyin devasa bir kuş olduğunu gördüm. Akılalmaz derecede büyük kanatlarıyla gökteki güneşi gölgeleyen kocaman bir kuş…
Bu görüntü şaşkınlığımı ikiye katladı ve eskilerin, hikâyesini anlattığı bir kuşu hatırladım. Adı Rıh olan bu kuş, bir adada yaşar ve yavrularını fillerle beslermiş. Gördüğüm kubbenin de bu kuşun yumurtası olduğunu anladım. Yüce Rabb’imin yarattıkları beni bir kez daha şaşkına çevirmişti. Ben hayranlıkla kendisini seyrederken kuş, birden kubbenin üstüne kondu ve kuluçkaya yattı. Tam da bu vaziyette uykuya daldı. Kendisi uykudan ve uyuklamadan uzak Rabb’imin hikmetine bak!.. Bunu görünce ayağa kalktım, sarığımı çözdüm ve sarıp bükmek suretiyle ip hâline getirdikten sonra bir ucunu belime, diğer ucunu da Rıh’a bağladım. Şöyle düşünüyordum:
Belki de bu kuş beni içinde insanların yaşadığı bir adaya götürür. Öyle bir yerde yaşamak bu ıssız adada kalmaktan daha iyidir.
Bütün gece tetikteydim. Kuş, ben farkında olmadan uçmaya başlar diye uyumaktan korkuyordum. Şafak söker sökmez Rıh, yumurtasının üzerinden kalktı. Kanatlarını açtı ve büyük bir çığlık kopararak havaya yükseldi. Bu arada beni de birlikte sürüklüyordu tabii. Yükselmeyi ve süzülmeyi uzun bir süre kesmedi. Öyle ki sonunda gök kubbenin sınırlarına vardığını düşündüm. Yüksek bir tepenin üstüne konuncaya kadar yavaş yavaş alçaldı. Yere iner inmez kendimi çözmeye davrandım. Kuş beni fark etmemiş, varlığımı hissetmemişti bile. Ama ben korkudan tir tir titriyordum. Bu yüzden aceleyle ipi çözdüm. Bu sırada kuşun, pençeleriyle bir şeyi kavrayıp havalandığını fark ettim. Dikkatlice baktığımda tuttuğu şeyin iri yarı, upuzun bir yılan olduğunu gördüm. Bir süre sonra ikisi de gözden kayboldu. Büyük bir şaşkınlıkla yürüyerek oradan uzaklaştım. Kendimi yüksek dağlarla çevrili geniş ve derin bir vadide buldum. Yükseklikleri kavrayış sınırlarının ötesinde olan, herhangi bir mahlukatın tırmanmaktan aciz kalacağı heybetli dağlarla çevrili bir tepe… Bu görüntü karşısında yaptığım şeye pişman olarak kendi kendimi suçladım.
Bununla kıyaslayacak olursak eğer, kaldığım ada cennetti cennet! Orası bu ıssız yerden kat kat daha iyiydi. En azından yiyecek meyve ve içecek su bulabiliyordum. Buradaysa ne bir ağaç ne de su içebileceğim bir dere var. Ama tek galip Allah’tır ve dönüşümüz ancak onadır. Hakikaten de bir derdim bitmeden diğeri başlıyor. Her seferinde başım daha da büyük bir belaya giriyor. Çilem bitmiyor!
Yine de cesaretimi topladım, vadiye doğru yürüdüm ve birden fark ettim ki bu bölgenin toprağı elmastan! Elmas… Bütün madenleri, değerli taşları, porselenleri kesebilen yegâne taş… O kadar dayanıklı ki demir bile onu parçalayamaz ve hiçbir şekilde bütünlüğü bozulamaz. Dahası vadi, palmiye ağacı büyüklüğünde yılanlarla kaplıydı. Tek lokmada koca bir fili yiyebilecek bu yılanlar, Rıhlar ya da kartallar kendilerini parçalara ayırır endişesiyle gündüzleri saklanır, geceleri ortaya çıkardı. Yaptığıma bir kez daha pişman olup kendi kendime şöyle dedim: Allah biliyor ya kendi kuyumu kendim kazdım!
Kendime kalacak bir yer ararken yavaş yavaş akşam oluyordu. Yılanların korkusundan canımın derdine düştüğüm için yemek ya da içmek aklımın ucundan geçmiyordu. Birden gözüme bir mağara ilişti. Mağaranın dar girişinden içeri girdim ve orada büyük bir taş gördüm. Taşı yuvarlayıp girişi kapattım.
Bu arada şöyle düşünüyordum: Bu gecelik burada güvendeyim, sabah olur olmaz da yola çıkarım. Bakalım talihim bana ne getirecek?..
Oturdum ve mağarayı incelemeye başladım. Kuytu bir köşede devasa bir yılanın kuluçkaya yattığını gördüm. Bu görüntü, bütün hücrelerimle titrememe ve tüylerimin diken diken olmasına sebep oldu. Ellerimi havaya kaldırdım ve Allah’a tevekkül ettim. Sabah oluncaya kadar uyumadım. Taşı mağaranın girişinden kaldırıp yola çıktığımda âdeta sarhoş bir adam gibi sendeliyordum. Dahası, açlıktan başım dönüyordu. Böylesine hazin bir vaziyette vadi boyunca yürürken aniden bir et parçası önüme düşüverdi. Etrafıma bakınıp da kimseyi görmeyince büyük bir hayret içine düştüm ve aklıma tüccarların, gezginlerin ve hacıların anlattığı bir hikâye geldi. Hikâyeye göre elmaslarla kaplı bir dağ varmış ve bu dağ, insanların geçemeyeceği ölümcül tuzaklarla doluymuş fakat elmas ticaretiyle uğraşan tüccarlar bu işi çözmek için bir yol bulmuşlar. Şöyle ki; bir koyun alıp derisini yüzdükten sonra hayvanı parçalar, dağın tepesinden vadiye doğru yuvarlarlarmış. Et taze ve kanlı olduğundan yapış yapış olur kıymetli taşları üzerinde toplarmış. Sonra eti öğlene kadar orada bırakır, akbabaların ve kartalların onları dağın tepesine çıkarmalarını beklerlermiş. Orada da kuşları korkutup kaçırarak etten uzaklaştırırlarmış ki ete yapışmış olan elmasları toplayabilsinler. Elmasları ele geçirmenin tek yolu buymuş. Et parçasının önüme düştüğünü gördüğümde aklıma bu hikâye geldi. Derhâl yanına gittim ve ceplerimi, sarığımı ve elbisemin kıvrımlarını elmaslarla doldurdum. Ben bu işle meşgulken birden önüme büyük bir parça et daha düştü. Sırtüstü yattım ve etin arkasına gizlendim. Tam ete tutunmuştum ki birden bir kartal üzerine çullandı ve eti pençeleriyle kavrayarak havalandı. Beni de tabii ki… Yüksek bir dağın zirvesine varıncaya dek de uçmaya devam etti. Et parçasını dağın tepesinde bıraktı ve parçalamak üzere yanına yaklaştı fakat birden yüksek bir gürültü eşliğinde üzerine tahta parçaları yağmaya başladı. Bunun üzerine korktu ve uzaklaştı. Ben de ayağa kalktım, üstüm başım kan içindeydi çünkü uzunca bir süre ete tutunmuştum. Kartal uzaklaşınca bir tüccar, etin yanına geldi fakat beni görünce korkusundan titremeye başladı. Tek kelime bile etmedi. Eti çevirdiğinde üzerinde bir tane bile elmas bulamayınca sinirle bağırdı:
‘Vah benim talihsiz başım! Tek galip Allah’tır ve kovulmuş şeytanın şerrinden ona sığınırım.’
Sonra kendi kendine ağlayıp sızlanmaya ve dövünmeye başladı.
Şöyle diyordu: ‘Vah vah! Bu nasıl olur?’ Yanına gittiğimde bana şöyle dedi: ‘Sen kimsin ve burada ne işin var?’
‘Korkma, ben iyi bir adamım. Ticaretle uğraşırım. Buraya gelmemin çok önemli bir sebebi var. Neşelen, çünkü bende seni mutlu edecek bir şey var. Yanımda çok sayıda elmas getirdim. Onları seninle paylaşabilirim. Hiç yoktan iyidir. Üzülecek bir şey yok…’
Bunun üzerine adamın keyfi yerine geldi ve bana teşekkür etti. Oturduk ve diğer tüccarlar gelinceye dek sohbet ettik. Tüccarlar bana selam verdiler. Hepsi de etlerini yuvarlamıştı. Onlara hikâyemi, denizde yaşadığım sıkıntıları, vadiye ulaşıncaya dek yaşadıklarımı, tüccarla elmasları paylaşmamı anlattım. Hepsi de kurtuluşuma sevindi ve:


‘Allah sana yeni bir hayat nasip etmiş. Şimdiye kadar hiç kimse bu vadiden canlı çıkamadı. Seni kurtaran Allah’a şükürler olsun!’ dediler.
Geceyi rahat bir yerde geçirdik. Yılanlar vadisinden sağ salim kurtulup iyi yürekli insanlarla karşılaştığım için çok mutluydum. Sabah olunca yola çıktık ve kocaman dağları aştık. Yol boyunca bir sürü yılan gördük. Yüz kişiyi barındıracak büyüklükte kâfur ağaçlarının olduğu güzel bir adaya gelinceye dek de yol almaya devam ettik. İnsanlar kâfur ağacının özünden faydalanmak istediklerinde koca bir demirle ağacın üst kısmını delip ağacın özünü kovalara doldururlarmış. Bu öz, zamanla beton gibi sertleşirmiş. Fakat bu işlem ağacı öldürür işe yaramaz hâle getirirmiş. Dahası, bu adada gergedan denilen vahşi bir yaratık yaşarmış. Deveden bile daha büyük olan bu hayvan, inekler ve boğalar gibi otlanır, ağaçların yaprakları ve dallarıyla beslenirmiş. On metre boyu ve kalın boynuzu ile oldukça ilginç bir hayvanmış. Seyyahların ve hacıların “karkadan” dediği bu hayvan, boynuzunda koca bir fili taşır ve adanın çeşitli yerlerinde otlanırken filin ağırlığını hissetmezmiş bile. Olur da hayvan ölür ve güneşten yağı erirse gergedanın gözleri kör olur, ölerek yere serilirmiş. Sonra Rıh gelir, gergedanı ve boynuzunda taşıdığı fili götürür yavrularını beslermiş. Bu adada şahit olduğum diğer bir ilginç şey ise çeşit çeşit öküzler ve boğalardır ki bunları bizim ülkemizde bulamazsın. Yanımda getirdiğim elmasları burada sattım ve ülkeye özgü çeşitli mallar satın aldım. Sonra da malları hayvanlara yükledim ve tüccarlarla birlikte ticaret yapmak üzere diyar diyar gezmeye başladım. Bu sayede yabancı ülkeleri ve Allah’ın yarattıklarını tanıma şansım olmuştu. Böyle böyle Basra’ya kadar geldik. Burada birkaç gün kaldıktan sonra da Bağdat’ın yolunu tuttum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/neizvestnyy-avtor-24202785/denizci-sinbad-69428566/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Denizci Sinbad Неизвестный автор
Denizci Sinbad

Неизвестный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Bilmelisin ki…” dedi Sinbad, “Benim hikâyem oldukça ilginç. Başıma gelenleri, neler yaşadığımı, nasıl bu kadar zengin olduğumu ve gördüğün bu yerin efendisi olmayı nasıl başardığımı anlatayım. Ben buralara acılar çekerek, tehlikelere atılarak binbir sıkıntıyla geldim. Vaktizamanında ne kadar acı çektim bir bilsen… Ben tam yedi yolculuk yaptım. Her birinde de öyle ibretlik olaylar yaşadım ki aklın almaz! Bütün bunlar kötü talihim sonucu geldi başıma. Eee malum kaderden kaçılmaz… Efendiler! Şimdi hikâyemi anlatıyorum…” Denizleri ve yeni yerler keşfetmeyi seven tüm çocuklara ve içindeki maceracı ruhu yaşatan tüm büyüklere…

  • Добавить отзыв