Antikacı Dükkânı

Antikacı Dükkânı
Charles Dickens
Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens´ın en sevilen ve okunan eserlerinden biri olan Antikacı Dükkânı, ilk olarak 1840-1841 yıllarında bir dergide yayımlanmış, daha sonra da 1841´de kitap olarak basılmıştır. Romanda, küçük Nell ve büyük babasının evlerini terk etmek zorunda kalarak çıktıkları yolculuğun giderek bir macera hâlini alması ve başlarından geçenler sürükleyici bir üslupla dile getirilmiş. Dickens´ın, karakter yaratmaktaki başarısı burada da kendini göstermiş, özellikle o yılların İngiltere´sindeki işçilerin durumunu son derece gerçekçi bir şekilde resmetmiştir: Yoksulluk, ağır çalışma şartları… Romandaki bir diğer göze çarpan unsur, Dickens´ın ana karakterler kadar yan karakterlere de kusursuzca ruh ve beden yani hayat vermesidir. Bu romanı okuyanlar, en az Nell ve büyük babası kadar, Quilp ve karısının da zihinlerinde silinmez izler bıraktığını göreceklerdir.

Charles Dickens
Antikacı Dükkânı

ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER


Olay ondokuzuncu yüzyıl başlarında İngiltere’de geçer.

1
Yaşlı bir adam olmama rağmen, yürüyüş yapma zamanım genellikle gecedir. Evet, yazın sabahları erkenden evden çıkar, bütün gün kırlarda, sokaklarda dolaşırım, hatta günlerce, haftalarca ortalıkta gözükmem; ancak, köyde bulunduğum zamanlar bir yana, hava kararmadan dışarı çıktığım da pek olmaz. Öyleyken, yine de, Tanrı’ya şükürler olsun, yeryüzünün aydınlığını da herhangi bir canlı yaratık kadar sever, bu aydınlığın dünyaya sağladığı neşeyi içimde duyarım.
Bu alışkanlığı da farkına varmadan, hem benim ciddiyetime yakıştığı için, hem de sokakları dolduranların huyları, uğraştıkları işler üzerinde incelemeler yapmama daha büyük imkân sağladığı için ediniverdim. Gün ortasının o parlaklığı, telaşı benimkisi gibi aylakça gezinmelere pek uygun düşmez. Gelip geçenlerin yüzlerini bir sokak lambasının ya da bir pencereden sızan ışığın altında şöyle bir görüvermek benim amaçlarıma o yüzleri güpegündüz görmekten daha uygun düşer. Ayrıca da, doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda gece gündüzden daha anlayışlıdır. Gündüz ise, çoğu zaman, havada yaratılmış bir şatoyu daha yapımı tamamlanır tamamlanmaz apar topar, hiç de pişmanlık duymadan yıkıverir.
Şu devamlı gidiş gelişler, şu hiç bitmek tükenmek bilmeyen huzursuz ayakların o kaba taşları yumuşatıp parlatan, kayganlaştıran şu ardı arkası kesilmeyen çiğneyişleri yok mu! Darda yaşayanların bunları dinlemeye nasıl olup da dayanabildikleri şaşılacak şey değil mi? Saint Martin Avlusu gibi bir yerde oturan hasta bir adamı düşünün. O acıları, yoğunluğu arasında, her şeye rağmen bir çocuğun ayak sesini büyüğünkinden, bir dilencinin sallapati yürüyüşünü çizmeli zengininkinden, bir aylağın yürüyüşünü iş güç sahibi adamınkinden, kanunsuzun avare adımlarını eğlence aramaya çıkmış olanın acele adımlarından ayırt etmeye çalışmaktadır. Bu adamın kulaklarından hiç eksik olmayan o homurtuyu, gürültüyü, onun bütün o huzursuz düşleri arasından hiç durmadan akıp gidecek olan hayat selini düşünün! Sanki bu adam ölmüş olarak, yine de bilincini kaybetmeden gürültülü bir kilise avlusunda yatmaktadır, yüzyıllar boyunca da huzura kavuşma umudundan yoksundur.
Sonra da köprülerden –yani hiç değilse geçiş ücreti alınmayanlardan– gelip geçen o ahali. Güzel akşamlarda birçoğu durur, ilgisiz bir tavırla aşağı bakıp suyun uçsuz bucaksız denizle birleşinceye kadar, gittikçe genişleyen yeşil kıyılar arasından akıp gittiğini belli belirsiz fark eder.
Bunların kimisi ağır yük taşırken azıcık dinlenip parmaklıktan aşağıya baktığı sırada, bir insanın hayatının çubuğunu tüttürüp havailikle geçirmesinin, ağır aksak giden can sıkıcı bir kadırgada güneşten kızışmış bir muşambanın üzerine yatıp uyumanın katıksız mutluluk olması gerektiğini düşünür. Kimisi de yani ötekilerden daha ağır yükler taşıyan şu iyicene ayrı bir sınıfın insanları da suda boğulmanın zor bir ölüm şekli olmadığını, tersine, kendini öldürme türleri arasında en kolayı, en iyisi sayıldığını vaktiyle duymuş ya da okumuş olduklarını hatırlarlar.
Şafak sökerken de Covent Garden Pazarı… Baharda ya da yazın, tatlı çiçeklerin güzel kokuları ortalığa yayılıp gecenin o yarım kalmış sefahat deresini bile bastırır, bütün gece kafesi çatı penceresinin önünde asılı duran o üzgün ardıç kuşunu bile sevinçten yarı çılgına döndürür. Zavallı kuşcağız! Öbür küçük tutsaklarla akraba olan tek komşu! Onların kimisi, sarhoş alıcıların sıcacık elleri içindebüzülmüş, daha şimdiden, bitkin, yolun üzerinde yatmaktadır; kimisi de yakın temastan terlemiştir, daha aklı başında kimseleri memnun edebilmek için kendilerine su verilip tazelenme zamanının gelmesini beklemektedir; işe giderken yolda yanlarından geçecek olan yaşlı memurlar bağırlarını kır hayalleriyle dolduran şeyin ne olduğunu merak edeceklerdir.
Neyse, maksadım yürüyüşlerimi uzun uzadıya anlatmak değil. Anlatmak üzere olduğum hikâye bu gezilerden birinde doğdu; işte ben de bu gezileri bir ön söz gibi anlattım.
Bir akşam, şehrin içinde dolaşmış, aklımdan bir sürü şey geçirerek, her zamanki yolumda ilerliyordum. Bu sırada bir soruyla karşı karşıya kaldım ki, bunun anlamını birdenbire kavrayamamıştım. Sorunun bana sorulduğunu, beni pek duygulandıran tatlı bir sesle konuşulduğunu anlayınca, arkama döndüm. Dirseğimin dibinde, güzel, küçük bir kız vardı. Bulunduğumuz yerden enikonu uzakta bulunan bir yere nasıl gidileceğini soruyordu.
– O dediğin yer buradan pek uzakta, yavrucağızım, dedim.
Kız ürkekçe:
– Onu biliyorum, efendim, diye karşılık verdi.
– Ne yazık ki buradan çok uzakta olduğunu biliyorum, çünkü daha bu gece oradan geldim.
Biraz da şaşarak:
– Tek başına mı? diye sordum.
– A, evet. Bunun ziyanı yok ama şimdi yolumu kaybettim diye biraz korkuyorum.
– Peki, yolunu niçin bana sordun? Ya sana yanlış bir yolu tarif edersem?
Küçük yaratık:
– Böyle bir şey yapmayacağınıza eminim, dedi.
– Siz öyle yaşlı bir beysiniz ki, öyle de yavaş yürüyorsunuz ki! Bu yalvarmadan, yalvarışın çocuğun berrak gözüne yaş getirip yüzüme bakarken narin vücudunu titreten şiddetinden ne derece etkilendiğimi anlatamam.
– Gel, dedim.
– Seni oraya götüreyim.
Çocuk sanki beni beşikten beri tanıyormuş gibi büyük bir güvenle elini elime verdi, birlikte zahmetle yürümeye koyulduk. Küçük yaratık adımlarını benimkilere uydurmaya çalışıyordu. Benim onu korumamdan çok, kendisi yol gösterip beni korumaya çalışıyormuş gibi de bir tavır takınmıştı. Sanki onu aldatmadığımdan emin olmak istiyormuş gibi arada sırada bana kaçamak bir göz attığının da farkındaydım. Üstelik, bu pek keskin, zeki bakışlar her seferinde küçük kızın güvenini artırıyor gibiydi.
Kendi hesabıma benim de merakım, ilgim hiç değilse çocuğunkine eşitti: Evet, o minicik, narin vücudu çocuğun görünüşüne garip bir şekilde gençlik havası veriyordu ama o yine de çocuktu. Pek hafif giyinmişti; öyleyken, üstü başı pek derli topluydu, bir tek fakirlik ya da ihmal işareti yoktu.
– Seni tek başına bu kadar uzağa kim yolladı? diye sordum.
– Bana çok iyi davranan biri yolladı, efendim.
– Peki, ya sen ne yapıyordun?
Çocuk:
– İşte bunu söyleyemem, dedi.
Bu sözlerde öyle bir hava vardı ki elimde olmayarak küçük yaratığa şaşkın şaşkın baktım; onun böyle sorguya çekilmeye de hazırlıklı olmasını sağlayan görev neydi acaba? Zeki bakışları düşüncelerimi okumuş gibiydi. Göz göze gelince, yaptıklarında bir kötülük bulunmadığını, ancak bunun büyük bir sır, hem de kendisinin bile bilemediği büyük bir sır olduğunu söyledi.
Bu sözler bir kurnazlık ya da kandırıcılık havasıyla değil gerçeği yansıtan şüphe götürmez bir içtenlikle söylenmişti. Önceki gibi yoluna devam etti. İlerledikçe benimle daha dost oluyor, neşeli neşeli konuşuyordu; yalnız,evi hakkında da yeni bir yolu izlediğimizi belirtmekten başka bir şey söylemedi, bunun kısa bir yol olup olmadığını sordu.
Biz böyle giderken içimden bu bilmeceye yüzlerce çözüm buldum, her birini de tek tek silkip attım. Merakımı gidermek için çocuğun saflığından ya da minnet dolu duygularından yararlanmak beni gerçekten utandırmıştı. Ben bu küçük insanları severim; Tanrı’dan böylesine yeni kopmuş olan bu insanların bizi sevmesi pek de basit bir şey değildir. Başlangıçta onun bana güvenmesinden kıvanç duyduğum gibi bunu hak etmeye, onun bana güvenmesini sağlayan Yaradan’a hamdetmeye karar verdim.
Yalnız, bu küçücük kızı düşüncesizce, gece vakti, yapayalnız bu kadar uzağa gönderen kimseyi görmekten kaçınmam için de bir neden yoktu. Üstelik, kızcağızın evine yaklaşmış olduğunu sezinleyince vedalaşıp beni bu fırsattan yoksun bırakması da mümkündü; onun için, en sık kullanılan yollar yerine en karışıklarını seçtim. Böylece, küçük kız da gideceği sokağa varıncaya kadar nerede bulunduğunu anlayamadı. O sokağa gelince, sevinçle ellerini çırpıp biraz önümden koştu, ben yanına varıncaya kadar basamaklarda bekledi, yanına gidince de kapıyı vurdu.
Bu kapının bir kısmı camdı, pancurla da korunmamıştı; ancak, ortalık iyice karanlık, sessiz olduğu için, baştan ben bunu fark edemedim. Çocuk gibi ben de çağrıya hemen karşılık verilmesini istiyordum. Kız, iki üç kere kapıyı vurduktan sonra, içeriden biri geziniyormuş gibi sesler geldi; en sonunda, camda soluk bir ışık belirdi.Işığı tutan kimse, oraya buraya dağınık bir şekilde konmuş eşyanın arasından geçmek zorunda kaldığı için, ağır ağır yaklaşmış, gelenin ne cins bir insan, geldiği yerin de ne biçim bir yer olduğunu anlamama fırsat vermişti.
Uzun kır saçlı, ufak tefek bir adamdı bu. O ışığı başının üstünde tutarken ben de yüzünü, yapısını rahatça görebildim. Yaşla pek çok şey değişmiş olmasına karşın zayıf, narin yapısında çocukta da dikkatimi çeken o çelimsiz hamurun havasını sezinledim. İkisinin de parlak mavi gözlerinin eş olduğu şüphesizdi; yalnız, adamın yüzü öyle kırışıklarla, tasayla doluydu ki ikisi arasındaki benzerlik burada bitiveriyordu.
Adamın rahatça gezindiği yer ise bu şehrin sapa köşelerine sıkışmış eski, merak uyandırıcı eşyanın bulunduğu dükkânlardan biriydi. Küflü hazineler kıskançlık, güvensizlik yüzünden halkın gözünden uzak tutulup saklansın diye bu dükkânlara getiriliyordu. Orada burada zırhlı hortlaklar gibi duran çeşitli kıyafetler vardı; en akla, hayale gelmez yerlerden getirilmiş inanılmaz derecede güzel oymalar, değişik türlerde paslanmış silahlar, çiniden, tahtadan, demirden kırık dökük şekiller, modeli ancak rüyalarda çizilebilecek cinsten halılar, garip eşyalar vardı. Ufak tefek yaşlı adamın bitkin hâli de bulunduğu yerle pek güzel bağdaşmıştı. Adamcağız eski kiliseleri, mezarları, yüzüstü bırakılmış, evleri araştırıp bütün bu kırık dökük şeyleri kendi elleriyle toplamış olabilirdi. Bu koleksiyonda adamla uyuşmayan bir tek şey yoktu; kendisinden daha yaşlı, daha eski görünen bir tek eşya yoktu.
Adam, anahtarı kilidin içinde döndürürken, beni biraz da şaşırarak gözden geçirdi; benden sonra yol arkadaşıma bakarken de şaşkınlığı geçmedi. Kapı açılınca çocuk adama: “Dede” dedi, arkadaşlığımızın hikâyesini anlattı.
Yaşlı adam kızın başını okşayarak:
– Hay Allah! Nasıl oldu da yolunu kaybettin! Ya ben seni kaybetseydim, Nell? dedi.
Çocuk cesaretle:
– Ben sana dönecek yolu bulurdum, dede, dedi.
– Sen hiç korkma.
Yaşlı adam kızı öptü, sonra bana döndü, içeri girmemi rica etti. Kapı kapanmış, kilitlenmişti. Elindeki lambayla önden yürüdü, daha önce dışarıdan gördüğüm evin içinde bana yol gösterdi. Arkada küçük bir oturma odasına girdik. Dolaba benzer bir yere açılan küçük bir kapı daha vardı. Orada öylesine küçük, öylesine zevkle düzeltilmiş bir yatak duruyordu ki, içinde ancak bir peri yatabilirdi. Çocuk lambayı aldı, yaşlı adamla beni yalnız bırakıp, bu küçük odaya girdi.
Adam ateşin yanı başına bir koltuk koyarken:
– Yorulmuşsunuzdur, efendim, dedi.
– Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
– Bir dahaki sefere torununuza daha iyi bakarak, dostum, diye karşılık verdim.
Yaşlı adam tiz bir sesle:
– Daha mı iyi bakarak? diye sordu.
– Nelly’ye mi iyi bakarak? Aman, kim bir çocuğu benim Nell’i sevdiğim kadar sevebilmiştir!
Adam bunu öylesine belirli bir şaşkınlık içinde söylemişti ki ne karşılık vereceğimi bilemedim. Ayrıca, davranışlarındaki dalgınlıktan başka, bende onun başlangıçta düşündüğüm gibi bunak ya da ahmak biri olmadığı inancını uyandıran derin düşünceli yüzü de şaşkınlığımı artırdı.
– Onu düşündüğünüzü pek sanmıyorum, diye söze başladım.
Yaşlı adam sözümü kesip:
– Ben onu düşünmüyorum ha! diye bağırdı.
– Onu düşünmüyorum ha! Ah, siz gerçeği ne kadar az biliyorsunuz! Küçük Nelly, küçük Nelly!
Ne biçim konuşursa konuşsun, herhangi bir kimse için antikacının şu dört kelimeyle ifade ettiği sevgiden daha fazla sevgi ifade etmesi imkânsızdır. Adamın yeniden konuşmaya başlamasını bekledim ama o, çenesini avucuna dayadı, iki, üç defa başını sallayıp gözlerini ateşe dikti.
Biz bu hâlde sessiz sessiz otururken minik odanın kapısı açıldı; çocuk yine bizim odaya geldi. Açık kumral saçları dağınık bir hâlde boynuna dökülmüştü, yüzü de bir an önce bizim yanımıza gelebilme telaşı içinde kızarmıştı. Kızcağız hemen yemek hazırlığına girişti. O bu işle uğraşırken yaşlı adamın da beni öncekinden daha büyük bir dikkatle incelemekte olduğunu fark ettim. Bu süre içinde her şeyi çocuğun yapmasına, evde bizlerden başka kimsenin bulunmamasına şaştım. Bir ara, çocuğun yokluğundan yararlanıp, adama bunu sordum, o da bu soruma yeryüzünde bu küçük kız kadar güvenilir, dikkatli büyük insanın pek az bulunabileceği karşılığını verdi. Adamın bencilliğine hükmettiğim için, duygulanarak: “Çocukların daha bebek sayılacak yaşta hayatın gereklerine uymak zorunda kalmaları beni pek üzer.” dedim. “Bu onların kendilerine Tanrı’nın verdiği iki önemli meziyetlerini –güvenle sadeliklerini– ortadan kaldırır. Bir de bizim eğlencelerimize katılacak duruma gelmeden üzüntülerimizi paylaşmaya zorlar.”
Yaşlı adam bana dikkatle bakarak:
– Onunkileri hiçbir zaman yok etmez, dedi.
– Kaynaklar pek derin. Üstelik, fakir çocukları bir iki eğlenceden başka bir şey de bilmezler. Çocukluğun en ucuz zevkleri bile parayla satın alınmalıdır.
– Bu şekilde konuştuğum için özüm dilerim ama, siz hiç de fakir değilsiniz, dedim.
Yaşlı adam:
O benim kızım değil ki, diye karşılık verdi.
– Annesi kızımdı; o da fakirdi. Gördüğünüz şekilde yaşamama rağmen bir kuruş bile biriktirmiyorum. Yalnız, şu var ki, dedi. Adam elini koluma koydu, fısıldamak için öne eğildi:
– … yakında o da zengin, kibar bir hanımefendi olacak. Onun yardımından yararlanıyorum diye sakın benim hakkımda kötü şeyler düşünmeyin. Gördüğünüz gibi, o bunu seve seve yapıyor. Kendisinin küçük ellerinin yapabileceği işleri başkasına yaptırtmaya kalkışırsam kalbi kırılır.
Birden terslenerek bağırdı:
Çocuğa iyi bakmıyormuşum! Bu çocuğun hayatımın tek düşüncesi, tek gayesi olduğunu Tanrı biliyor. Hoş, yine de beni asla refaha kavuşturmuyor ya, o da başka!
Bu arada konuşmamız yine eski konuya döndü, yaşlı adam sofraya yaklaşmamı işaret ettikten sonra sustu, başka bir şey demedi.
Yemeğimize daha yeni başlamıştık ki benim girdiğim kapı vuruldu. Nell, çocuksu, neşe dolu olduğu için beni pek sevindiren içten gelme bir kahkahayla gülerek:
– Hele şükür, Kit geldi! dedi.
Yaşlı adam kızın saçlarını okşayarak:
– Yaramaz Nell! dedi.
– Hep zavallı Kit’le alay eder!
Çocuk yine öncekinden daha içten gelme bir kahkaha attı, ben de duygulanarak gülümsedim. Ufak tefek yaşlı adam bir mum alıp kapıyı açmaya gitti. Geri döndüğü zaman Kit de ayaklarının dibindeydi.
Kit, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, kabarık saçlı, görülmemiş derecede geniş ağızlı, kıpkırmızı yanaklı, kıvrık burunlu –gerçekten o güne kadar gördüğüm yüzlerin en gülünç görünüşlüsü– acemi tavırlı bir çocuktu. İçeride yabancı birini görür görmez kapının önünde birden durdu. Yusyuvarlak, kenarsız eski bir şapkayı elinde çevirerek, vücudunun ağırlığını kâh bir bacağına, kâh öbür bacağına vererek, boyuna ayak değiştirerek, kapı önünde duruyor, pek şaşılacak bir şekilde odaya kaçamak bakışlar fırlatıyor. O ânda oğlana karşı içimde bir minnet duygusu uyandı, çünkü bu çocuğun kızın hayatında güldürücü bir unsur olduğunu anlamıştım.
Ufak tefek yaşlı adam:
– Yol epey uzun, değil mi, Kit? diye sordu.
Kit:
– E, valla, güzel bir yoldu, usta, dedi.
– Evi kolay buldun mu?
– E, valla, pek kolay da olmadı, zor da olmadı, usta.
– Aç acına dönmüşsündür elbette, değil mi?
Çocuğun buna karşılığı da:
– E, valla, karnım aç diyebilirim, oldu.
Çocuk, konuşurken, yan durup başını da omzunun üstünden ileri doğru öyle bir uzatış uzatıyordu ki bu hareketi yapmasa konuşamayacaktı sanki. Bana kalırsa bu çocuk nerede olsa herkesi eğlendirebilirdi ama oğlanın garipliğinden çocuğun duyduğu sonsuz sevinç, böyle ona hiç de uymayan bir yerde kendisini sevindirecek bir şey bulabilmesinden doğan huzur gerçekten karşı konulamayacak şeylerdi. Kit’in de yarattığı heyecandan gururunun okşanması, ciddi durmak için bir hayli çaba gösterdikten sonra ağzını iyice açıp gözlerini kapayarak çılgınca gülmesi de pek görülecek şeydi.
Yaşlı adam yine o eski dalgın hâline dönmüştü, olup bitenlerle ilgilenmiyordu; yalnız, çocuğun gülmesi geçince, parlak gözlerinin gecenin o küçük macerasından sonra kalbinin rakipsiz sahibini karşılarken gösterdiği duygululuk içinde yaşlarla dolduğunu fark ettim. Kit’e gelince, başından beri çarçabuk ağlamaya dönecek bir şekilde gülmekte olan oğlan bir dilim ekmekle et, bir bardak da bira alıp bir köşeye çekildi, bunları büyük bir iştahla yemeye koyuldu.
Yaşlı adam sanki kendisine bir şey söylemişim gibi bana döndü, içini çekerek:
– Onu düşünmediğimi söylemekle ne dediğinizi bilmeden konuşmuş oluyorsunuz, dedi.
– İlk görüşte ağızdan çıkan sözlere pek değer vermemelisiniz, dostum, dedim.
Yaşlı adam düşünceli düşünceli:
– Öyle, dedi.
– Öyle. Buraya gel, Nell.
Küçük kız hemen yerinden kalktı, geldi kollarını adamın boynuna doladı.
Dede:
– Ben seni seviyor muyum, Nell? diye sordu. Söylesene, seni seviyor muyum, yoksa sevmiyor muyum, Nell?
Çocuk, adamı okşamakla yetindi, başını göğsüne dayadı.
Dede, çocuğa daha sıkı sarılıp benden yana bakarak:
– Sen niçin hıçkırıyorsun bakayım? diye sordu. Yoksa seni sevdiğimi bildiğin hâlde bu soruyu sormakla şüphe içinde olduğumu mu gösteriyorum? Ah, ah, ah, öyleyse seni çok sevdiğimi söyleyeyim bari.
Çocuk büyük bir ağırbaşlılıkla: “Gerçekten seviyorsun.” diye karşılık verdi. “Sevdiğini Kit de biliyor.”
Kit, bir hokkabaz soğukkanlılığı içinde, ekmeğiyle etini kesip bıçağın üçte ikisini ağzına sokmaktaydı, kendisinden söz edildiğini duyar duymaz işini bırakıp haykırdı.
– Hiç kimse dedenin Nell’i sevmediğini söyleyecek kadar şaşkın değildir.
Sonra da sandviçinden bir ısırışta pek kocaman bir parçayı ağzına alarak, kendini daha uzun konuşma yeteneğinden yoksun bıraktı.
Yaşlı adam, çocuğun yanağını okşayarak:
– Kızım şimdi fakir ama, dedi. Bakın yine söylüyorum, onun da zengin olacağı zaman yaklaşıyor. Çoktandır yaklaşmakta ya; o gün artık gelecek. Çok sürdü ama gerçekten geliyor artık. Her şeyi har vurup harman savurmaktan başka bir şey yapmayan başkalarına geldi ya. Acaba bana ne zaman gelecek?
Çocuk:
– Ben bu hâlimle çok mutluyum, dede, dedi.
Yaşlı adam:
– Şşşt! Sus bakayım, dedi. Nasıl olman gerektiğini sen bilemezsin.
Sonra, dişlerinin arasından yine mırıldandı:
– O günler de gelecek, buna eminim. Geç gelmesi daha da iyi.
Adamcağız içini çekti, o eski düşünceli havasına döndü. Çocuk yine dizlerinin arasındaydı, çevresinde olup bitenlerin farkında değilmiş gibi görünüyordu. Artık vaktin gece yarısını bulmasına da birkaç dakika kalmıştı, ben gitmek için kalktım; bu da yaşlı adamı kendine getirdi.
– Bir dakika, beyim, dedi. Bakın, neredeyse gece yarısı olacak. Kit, oğlum, sen de hâlâ buradasın. Evine git, evine git, sabahleyin de vaktinde kalk, çünkü yapılacak iş var. İyi geceler. Hadi, ona sen de iyi geceler dile de, Nell, gitmesine izin ver.
Çocuk, gözleri sevinçle, sevgiyle parlayarak:
– İyi geceler, Kit, dedi.
Oğlan da:
– İyi geceler, Bayan Nell, dedi. Yaşlı adam araya girdi:
– Bu beye de teşekkür et, çünkü o ilgilenmeseydi ben bu gece küçük kızımı kaybedebilirdim.
Kit:
– Yo, yo, efendim, dedi. Hiç de değil, hiç de değil.
Yaşlı adam:
– Ne demek istiyorsun? diye sordu.
Kit:
– Ben onu bulurdum, efendim, dedi. Bulurdum. Toprağın üzerinde oldukça onu bulacağıma bahse girebilirim. Başka herhangi bir kimse kadar çabuk bulurdum, efendim. Ha-ha-ha!
Kit bir kere daha ağzını açıp gözlerini kapayarak bir çığırtkan gibi güldü, yavaş yavaş kapıya doğru geri geri gidip kendini dışarı attı. Odadan kurtulunca da yola çıkması uzun sürmedi.
O gittikten sonra, kız sofrayı temizlemeye dalmışken, yaşlı adam:
– Bu gece yaptıklarınızdan ötürü size yeterince teşekkür edememişim gibime geliyor, efendim, dedi. Size âcizane, canıgönülden teşekkür ediyorum. Kızım da ediyor; üstelik, onun teşekkürü benimkinden daha değerli. Yaptığınız iyiliğin farkında olmadığımı ya da kızıma karşı ilgisiz kaldığımı düşünerek buradan gitseydiniz üzülürdüm, çünkü gerçekten hiç de öyle değilim.
– Gördüğüm kadarıyla öyle olmadığınız muhakkak dedim. Yalnız, size bir şey sorabilir miyim?
Yaşlı adam:
– Hayhay, dedi. Nedir öğrenmek istediğiniz?
– Şu narin çocuk, dedim. Böylesine güzel, zeki bir çocuğun sizden başka ilgilenecek kimsesi yok mu, kuzum? Başka bir arkadaşı ya da yol göstericisi yok mu?
Adam tasalı yüzüme bakarak:
– Hayır, dedi. Yok. Zaten o da başka kimseyi istemiyor.
– Peki ama böylesine nazik bir emaneti yanlış anlamaktan korkmuyor musunuz? İyi niyetli olduğunuzdan şüphem yok ama böyle bir emanetin nasıl korunacağını gerçekten bildiğinize emin misiniz? Ben de sizin gibi yaşlı bir adamım; üstelik, körpe, umut dolu her şey karşısında yaşlı bir adamın tasasını duyarım. Bu akşam sizinle bu küçük yaratığın hâlinde gördüklerimin pek de acıdan yoksun olmadığını düşünmüyor musunuz?
Yaşlı adam bir saniye kadar sustuktan sonra:
– Beyim, dedi. Sözlerinize kırılmaya hakkım yok. Birçok bakımlardan çocuk asıl ben, büyük de o; bu doğru. Siz de gördünüz. Yalnız, uyanıkken olsun, uyurken olsun, gece olsun, gündüz olsun, hastayken olsun, sağlamken olsun, bu kız benim ilgilendiğim tek varlıktır. Onunla nasıl ilgilendiğimi bilseydiniz, bana daha başka gözle bakardınız; gerçekten öyle olurdu. Ah, bu hayat, yaşlı bir adam için çok yorucu, çok hem de pek yorucu bir hayat… Gelgelelim, sonunda büyük kazanç var. İşte bunu göz önünde tutuyorum.
Adamın heyecanlanıp sabırsızlandığını görünce odaya girerken çıkarmış olduğum paltoyu almak üzere döndüm. Niyetim artık konuşmamaktı. Çocuğun bir kolunda pelerin, elinde de şapka ile baston, sabırla beklediğini görünce şaşırdım.
– Bunlar benim değil, yavrucuğum, dedim.
Çocuk sakin sakin:
– Değil, dedi. Dedemin bunlar.
– O da, bu gece sokağa çıkmayacak.
Çocuk, gülümseyerek:
– Yo, çıkacak elbet, dedi.
– Peki, ya sen ne olacaksın, güzelim?
– Ben mi? Burada kalacağım elbette. Hep öyle yaparım.
Şaşırarak, yaşlı adamdan yana baktım; o, giyinmesine dalmıştı; ya da yalandan öyle görünüyordu. Onu bırakıp geriye, çocuğun incecik gölgesine baktım. Tek başına! O kasvetli yerde o upuzun korkunç geceyi düşündüm.
Çocukta benim şaşkınlığımı fark ettiğine dair bir işaret yoktu, dedesinin pelerinini giymesine yardım ediyordu. Adam hazır olunca da bizi kapıya kadar götürmek için mum yaktı. Onun hemen peşinden gitmediğimizi anlayınca da gülümseyerek arkasına bakıp, bizi bekledi. Yaşlı adam benim duraklamamın nedenini açıkça anladığını yüzündeki ifadeyle belli etmişti ama kendisinden önce dışarı çıkmamı yalnız başının bir işaretiyle anlattı, sessizce durdu. İsteğe uymaktan başka çarem yoktu.
Kapıya varınca çocuk mumu yere bıraktı, iyi geceler dilemek üzere bize döndü, öpeyim diye yüzünü bana uzattı. Sonra da yaşlı adama koştu, o da kızı kolları arasına alıp Tanrı’dan iyilikler diledi.
Alçak sesle:
– Güzel güzel uyu, Nell, dedi. Yatağını melekler korusun. Sakın dualarını unutma, tatlım benim.
Çocuk heyecanla:
– Hayır, unutmam! dedi. Dualar beni öylesine mutlu ediyor ki!
– İşte bu güzel! Öyle olduğunu biliyorum; öyle olmalı. Tanrı seni yüzlerce defa korusun. Sabahleyin erkenden gelirim.
Çocuk:
– Kapıyı iki kere çalmayacaksın ama diye atıldı. Zil beni bir rüyanın ortasındayken bile uyandırıyor.
Böylece ayrıldılar. Çocuk kepenkli kapıyı açtı, (oğlanın gitmeden önce kepengi indirdiğini duymuştum) binlerce defa kulaklarımda çınlayan, sevgi dolu, duru bir sesle “güle güle” deyip, biz çıkıncaya kadar kapıyı açık tuttu. Kapı yavaşça kapanıp içeriden sürgülenirken yaşlı adam da bir an durdu; bu iş yapılınca da, rahatlayıp, ağır adımlarla yoluna koyuldu. Sokağın köşesinde durdu. Yüzünde tasalı bir ifadeyle bana bakıp yollarımızın enikonu değişik yönlerde olduğunu, benden ayrılmasının gerektiğini söyledi. Ben konuşacaktım ama adam görünüşünden umulmayacak bir çeviklikle uzaklaşıverdi. İki, üç kere de sanki onu hâlâ seyredip etmediğimi ya da uzaktan onu izlemediğime iyice kanaat getirmek istiyormuş gibi arkasına baktığını gördüm. Gecenin karanlığı onun kaybolmasını kolaylaştırdı, çok geçmeden göremez oldum.
Onun beni bıraktığı yerde durmuş kalmıştım. Hiçbir yana gitmek istemiyordum; orada niye oyalandığımı da bilmiyordum. Az önce geçtiğimiz sokağa baktım, bir süre sonra da adımlarımı o yana yönelttim. Kapının önünden geçtim, bir daha geçtim, kapıda durup dinledim: Dört bir yan mezar gibi karanlık, sessizdi.
Yine de oralarda gezindim; bir türlü uzaklaşamıyordum. Çocuğun başına gelebilecek felaketleri, yangınları, soygunları, hatta cinayeti düşünüyordum. Sanki oraya arkamı döner dönmez bir kötülük olacakmış gibi bir duygu vardı içimde. Sokakta bir kapının ya da bir pencerenin kapanması beni bir kere daha antikacının evinin önüne getirdi. Yolu geçtim, sesin oradan gelmediğine kendimi inandırmak için eve baktım. Hayır, orası deminki gibi kapkaranlık, hayatsızdı.
Yoldan geçen bir iki kişi vardı; sokak kasvetli, üzgündü; eh, ben de aşağı yukarı öyleydim. Tiyatrolardan çıkan birkaç kişi telaşla yürüyordu; ara sıra da evlerine doğru sallana sallana giden bir iki gürültücü sarhoşla çatışmamak için yana çekildiğim oluyordu. Yalnız, bu engeller pek sık ortaya çıkmadığı gibi, çok geçmeden de arkası kesildi. Saatler biri vurdu. Ben hâlâ ileri geri gidip geliyor, her defasında da bunun sonuncu olduğunu kendimevadediyordum, her defasında da yeni bir mazeret bulup sözümden dönüyordum.
Yaşlı adamın söylediklerini düşündükçe gördüklerime, duyduklarıma da inancım azalıyordu. Adamın gece ortadan kayboluşunun hiç de iyi bir amaç taşımadığını da kuvvetle tahmin ediyordum. Ben gerçekleri ancak saf bir çocuktan öğrenmiştim: Üstelik, o zaman, yaşlı adam da orada bulunduğu hâlde, benim açıkça görülen şaşkınlığımı da sezmesine rağmen, garip bir esrar havasına bürünmüş, mesele hakkında bir tek açıklayıcı kelime söylememişti. Bu düşünceler, adamın perişan yüzü, dalgın tavırları, huzursuz, kaygılı bakışları sonradan daha da kuvvetle canlandı elbette. Adamın çocuğa karşı gösterdiği sevginin çok kötü bir niyetle ilişkisi de olabilirdi. Zaten o sevgi de kendi başına, inanılmaz bir aykırılık örneğiydi; yoksa, çocuğu nasıl böyle bırakabilirdi ki? Adam hakkında kötü düşünceler beslemeye hazır olduğum hâlde çocuğa karşı beslediği sevginin gerçekliğinden yine de şüphe etmedim. Aramızda geçenleri, kızın adını söylerken sesinin aldığı edayı hatırlayınca bu düşünceyi kabul edemedim.
Çocuk benim soruma karşılık:
– Burada kalacağım elbette. Hep öyle yaparım, demişti.
Adamı gece vakti, üstelik her gece, evden uzaklaştıran neydi? Yıllar yılı büyük şehirlerde yapılan karanlık, gizli işler hakkında dinlemiş olduğum ne kadar hikâye varsa hepsini hatırladım. Bunların birçoğu pek korkunç şeyler olmakla birlikte, çözmeye çalıştıkça karışan şu esrarlı duruma uyacak birini bulamadım.
Bunlarla, hep aynı sonuca ulaşan daha bir sürü düşünceyle dolu bir hâlde iki saat daha sokakta gezindim durdum. En sonunda, adamakıllı bir yağmur yağmaya başladı; ondan sonra da, başlangıçtaki ilgim hiç azalmadığı hâlde, yorgunluktan bitkin düşüp, karşıma çıkan ilk arabaya bindim, eve geldim. Ocakta ateş keyifli yanıyor, lamba parlak bir ışık saçıyordu; saatim de beni o eski alışılmışhavasıyla buyur etti. Her şey sakin, sıcak, neşeliydi; geride bıraktığım o kasvetin, karanlığın tam tersi. Koltuğuma oturdum, çocuğun, geniş yastığına yaslanıp, yatakta yatışını gözlerimin önünde canlandırdım: Meleklerin dışında, yapayalnız, koruyucusuz, kimsesiz; ama rahat uyuyordu. Öyle körpe, öyle saf, öyle de narin, periye benzer bir yaratıktı ki o uzun kasvetli geceleri böylesine uygunsuz bir yerde geçirmek ona hiç yaraşmıyordu.
Ancak düşüncelerle varılması gereken kanılara dış etkenlerin yardımıyla varmaya kendimizi pek alıştırmışızdır; hem, böyle, gözle görülen küçük yardımlar da olmasa bunların birçoğunun farkına bile varmayız. O antikacının mahzeninde bir yığın inanılmaz şeyler görmeseydim bu tek konu da beni böylesine etkiler miydi, pek bilemiyorum. Çocukla birlikte bunlar da kafamın içini doldurup çevresini sarınca çocuğun durumu açıkça gözlerimin önüne seriliverdi. Hafızamı zorlamadan, çocuğun hayalini, çevresini saran bütün o yabancı, cinsinin, yaşının hiç de zevkine uymayan garip şeylerle birlikte görüvermiştim. Hayalimi güçlendirmeye yarayan unsurlar bulunmasaydı da kızcağızı görünüşünde hiçbir fevkaladelik olmayan herhangi bir çocuk gibi düşünmek zorunda kalsaydım, hiç şüphesiz ki onun garipliğinden, yalnızlığından daha az etkilenirdim. Ne var ki, bu hâliyle bir çeşit kinayeli hikâye içinde yaşar gibiydi, çevresindeki o garip şekillerle de beni öylesine ilgilendirmişti ki, önceden de belirttiğim gibi, ne yaparsam yapayım onu aklımdan çıkaramıyordum.
Odanın içinde huzursuz bir hâlde dolanıp durduktan sonra:
– İleride onun bir yığın garip dostlar arasında yapayalnız yaşayışını görmek pek garip olacak, dedim. Kalabalığın arasında tek saf, körpe yaratık o kalacak. Şeyi de öğrenmek hoş olacak…
Düşüncelerimin burasında kendimi toparladım, çünkü konu beni büyük bir hızla uzağa götürüyordu, daha şimdiden pek de girmek istemediğim bir bölgeye girmek üzereydim. Bunun aylakça hayal kurmaktan ibaret olduğuna kendimi inandırdım, yatağıma yatıp unutmayı kararlaştırdım.
Yine de bütün gece, uyanıkken de uykunun içinde de aynı düşünceler zihnimi kurcaladı, aynı hayaller beynimdeki yerlerini bir türlü bırakmadı. Gözlerimin önünde hep eski karanlık ürkütücü odalar, öldürücü hortlak sessizliği içindeki zırhlar, toz, pas, tahta kurtları… İşte bütün bu ıvır zıvırın, döküntünün, çirkinliğin ortasında o güzel çocuğun aydınlık, güneşli rüyalar içinde gülümseyerek sakin uykusuna dalmış hâli vardı.

2
Daha önce anlattığım şartlar altında ayrıldığım o yere yeniden gitme isteğiyle tam bir hafta çarpıştıktan sonra, yenilgiyi kabul ettim, bu defa oraya gündüz gözüyle gitmeyi kararlaştırıp, öğleden sonra hemen yola çıktım. Hiç beklenmediği bir yere gitmekte olan, üstelik orada iyi karşılanmayacağını sezen bir kimse için olağan sayılabilecek bir duraksama içinde, evin önünden geçtim, sokağı birkaç defa dolaştım. Bereket ki dükkânın kapısı kapalıydı, kapının önünden ancak geçmekle yetinirsem içeridekiler beni tanıyamazlardı. Çok geçmeden, bu kararsızlığı da yendim, kendimi antikacının dükkânında buluverdim.
Yaşlı adam ile bir başkası dükkânın arka bölümündeydiler. İkisinin atıştığı belliydi, çünkü pek yüksek perdeden konuşurlarken ben girer girmez birdenbire susuvermişlerdi. Yaşlı adam telaşla benden yana gelerek, titrek bir sesle, beni gördüğüne pek sevindiğini söyledi. Yanındaki adamı işaret ederek:
– Çok nazik bir noktada araya girdiniz, dedi. Bu adam günün birinde beni öldürecek. Cesaret edebilseydi bunu çoktan yapacaktı.
Öbürü de bana bir göz atıp kaşlarını çattıktan sonra.
– Hah, sen de, elinde olsa, hayatım üzerine yemin ederdin. Bunu hepimiz biliyoruz! dedi.
Yaşlı adam yavaşça ötekinden yana dönerek:
– Valla, ben de öyle sanıyorum! diye bağırdı. Yeminler, dualar ya da kelimeler beni senden kurtarabilselerdi, bu çoktan olurdu. Senden kurtulup sanki ölmüşsün gibi rahatlardım.
Öbürü:
– Biliyorum, diye karşılık verdi. Ben de onu demedim mi? Gelgelelim, ne yeminler, ne dualar, ne de kelimeler beni öldürebilir; onun için de yaşıyorum, daha da yaşamaya niyetliyim.
Yaşlı adam ihtirasla ellerini çırpıp yukarı bakarak:
– Annesi de öldü, diye bağırdı. İşte Tanrı’nın adaleti de bu!
Öbürü, ayağı bir iskemleye dayalı, durmuş, nefret dolu bir alayla yaşlı adama bakıyordu. Yirmi, yirmi bir yaşlarında bir delikanlıydı bu. Sağlam yapılıydı; yüzü de, pek göz alıcı olmamakla birlikte, şüphesiz yakışıklıydı, davranışlarında olduğu kadar kıyafetinde bile insanı tiksindiren sefih, küstah bir insan havası vardı.
Genç adam:
– Adalet madalet bilmem, dedi. İşte ben buradayım, sen beni dışarı atmak için yardım istetinceye kadar –ki bunu yapacağına da ihtimal vermiyorum ya neyse– burada kalmaya kararlıyım. Kız kardeşimi görmek istediğimi bak bir daha söylüyorum sana!
Yaşlı adam acı acı:
– Kız kardeşini ha! dedi.
Öbürü:
– E, akrabalığı değiştiremezsin ya, dedi. Bunu başarabilecek olsaydın çoktan yapardın. Buraya saklayıp o sinsice sırlarınla kafasını zehirlediğin kız kardeşimi görmek istiyorum. Niyetin onu çalıştıra çalıştıra öldürmek, daha saymasını bile beceremediğin parana her hafta birkaç metelik daha eklemek. Kardeşimi görmek istiyorum, göreceğim de!
– İşte zehirlenmiş kafalardan konuşmaya tam yetkisi olan bir ahlakçı! İşte zorla biriktirilen metelikleri küçük görecek cömert bir ruh!
Yaşlı adam, delikanlıdan bana dönerek, böyle bağırdı.
– Yalnız kendi kanından olanlar üzerindeki hakkını değil, aynı zamanda onun kötülüklerinden başka bir şeyini bilmeyen toplumun üzerindeki hakkını da kaybetmiş sefihin biridir bu, beyim. Üstelik, yalancıdır da.
Yaşlı adam, bana yaklaşarak, daha alçak bir sesle ekledi:
– Kardeşinin benim için ne kadar değerli olduğunu bilir ama yanımızda bir yabancı bulunduğu için beni o yandan bile yaralamaya çalışıyor.
Delikanlı adamın sözlerini duyunca:
– Yabancılar bana vız gelir, dede! dedi. Ben de onlara vız gelirim, inşallah! Onların yapacakları en iyi iş kendi işlerine bakıp benim işimi de bana bırakmalarıdır. Dışarıda beni bekleyen bir arkadaşım var, görünüşe bakılırsa bir süre daha burada kalmam gerekecek; onun için, izin verirseniz gidip kendisini içeriye çağırayım.
Delikanlı böyle diyerek kapıdan yana döndü; sokağa bakarak, görünmeyen birine birkaç defa seslendi. Bu seslenme sırasında sabırsızlanarak yaptığı işaretlere bakılırsa, o kimseyi yaklaşmaya razı etmek için büyük bir çaba harcamak gerekiyordu. En sonunda, yolun karşı tarafından, sözüm ona tesadüfen oradan geçiyormuş gibi yapmaya çalışan, üzerinden kötü niyetlilik akan biri, davete karşı bin bir defa başını sallayıp kaşlarını çattıktan sonra, isteksiz isteksiz yolu geçti, dükkândan içeri alındı.
Delikanlı adamı içeri iterek:
– İşte, dedi. Dick Swiveller. Otur, Dick.
Dick Swiveller, alçak sesle:
– Bakalım ihtiyar herif isteyecek mi? dedi.
Arkadaşı bir daha:
– Otur, dedi.
Dick Swiveller emre uydu, öfke yatıştırıcı bir gülümsemeyle, geçen haftanın ördeklere, bu haftanın ise örümceklere uygun olduğunu belirtti; ayrıca da şunları ekledi: Sokağın köşesinde beklerken tütüncü dükkânından, ağzında saman, bir domuzun çıktığını görmüş, hayvanın görünüşünden ördeklere yarayacak bir haftanın yaklaşmakta olduğunu, mutlaka yağmur yağacağını anlamış. Daha sonra da kıyafetinin derbederliğinden ötürü özür diledi, bir gece önce güneş gözlerini kamaştırdığı için böyle giyindiğini söyledi. Bu sözleriyle de, kendisini dinleyenlere adamakıllı sarhoş olduğunu pek nazik bir şekilde anlatmış oluyordu.
İçini çekerek:
– Ama ruhun ateşi içkiyle incelip yükseldikten sonra, dostluğun kanadı bir tek tüy dahi dökmedikten sonra bunun zararı nedir? dedi. Ruh o gül rengi şarapla genişledikten sonra, şu an da ömrümüzün en mutsuz anı olduğuna göre, bunun zararı nedir?
Arkadaşı yarı yarıya çekimser kalarak:
– Burada kongre başkanı gibi davranman gereksiz, dedi.
Dick Swiveller burnunu sümkürerek:
– Fred, diye bağırdı. Akıllılara bir kelime yeter: Servetimiz olmadan da iyi, mutlu olabiliriz, Fred. Bir tek kelime daha söyleyeyim, deme. Ben parolamı bilirim. Gerekli kelime açıkgözdür. Bir tek fısıltı yeter, Fred. İhtiyar herif iyi niyetli mi?
Arkadaşı:
– Sen ona aldırma, diye karşılık verdi.
Dick Swiveller:
– Yine haklısın, yerden göğe kadar haklısın, dedi. Gerekli kelime temkin olacak, yapılacak iş de temkinli olmak.
Bunları söylerken sanki çok derin bir sırrı saklıyormuş gibi gözünü kırptı, kollarını kavuşturup koltuğuna yaslanarak, bilgiççe bir ağırbaşlılık içinde tavana baktı.
Olup bitenlere bakıp da B. Swiveller’in, biraz önce ima ettiği o kudretli güneşin etkisinden kendini daha kurtaramamış olmasından kuşkulanmak belki de pek mantıksızca bir iş olmazdı. Konuşması kuşku uyandırmasaydı bile dalgalı saçları, baygın gözleri, solgun yüzü onun aleyhine kuvvetli birer tanık olurlardı. Kendisinin de ima ettiği gibi kıyafeti de pek hoşa gidecek durumda değildi; tersine, öyle berbat bir hâldeydi ki üstündekilerle yattığı düşüncesini uyandırıyordu. Kıyafeti ön kısmında bir sürü, arkada ise bir tek madenî düğme bulunan kahverengi bir palto, parlak renkli bir boyun mendili, İskoç taklidi kumaştan ceket, beyaz pantolon, kenarındaki deliği gizlemek için arkası öne giyilmiş pek eski bir şapkadan ibaretti. Paltosunun göğsü üstten dikilmiş bir ceple süslüydü, bu cepten pek kocaman, biçimsiz bir mendilin temiz ucu sarkıyordu. Gömleğinin kirli kol ağızları da elden geldiği kadar içeri çekilip kıvrılmıştı. Eldiven kullanmıyordu; sarı bir bastonu vardı, bunun üzerindeki kemikli elin küçük parmağına yüzüğe benzer bir şey takılmıştı; bastonun tutacak yerinde de kara bir top bulunmaktaydı.
Dick Swiveller, gözleri tavana dikili, koltuğuna yaslandı, zaman zaman sesine acıklı bir eda vererek, orada bulunanların canını sıkacak şekilde konuştu. Sonra da konuşmasını yarıda kesip eski sessizliğine döndü.
Yaşlı adam da bir iskemleye oturmuştu. Ellerini birbirine kenetleyip torunuyla o garip arkadaşına, sanki iyicene güçsüzmüş de onları istedikleri şekilde davranmakta serbest bırakmaktan başka bir şey yapamayacakmış gibi bakıyordu. Öbür delikanlı, olup bitenlere karşı tam bir ilgisizlik duyarak, sırtını arkadaşından hiç de uzakta olmayan bir masaya dayamış, ayakta duruyordu. Ben de yaşlı adamın gerek sözleriyle, gerekse davranışlarıyla bana pek hoş görünmesine rağmen, bu durumda lafa karışmanın güçlüğünü fark ederek, oradaki satılık bir iki parça eşyayı incelermiş gibi göründüm, çevremdekilerle pek az ilgilendim.
Sessizlik pek uzun sürmedi. B. Swiveller yüreğinin mis kokulu tepelerde olduğunu, Arap kanlı atının büyük başarılar kazanmasını, kendisine sadık kalmasını istediğini ahenkli bir sesle birkaç kere tekrarladıktan sonra, gözlerini tavandan ayırıp yine düpedüz konuşmaya koyuldu. Sonra, sanki o anda aklına gelmiş gibi, sözünü kesip:
– Fred, dedi. İhtiyar herif iyi niyetli mi?
Arkadaş zayıf bir sesle sordu:
– Bunun ne önemi var?
– Hiç, ama öyle mi?
– Elbette öyle. Hem, öyle olsa da olmasa da bana ne?
Dick Swiveller, bu karşılıktan daha genel bir konuşmaya geçmek cesaretini almış gibiydi, olanca gücüyle dikkatimizi üzerinde toplama çabasına girişti.
Sözüne maden suyunun, genellikle iyi bir şey olmakla birlikte, tarçınla ya da birazcık konyakla zenginleştirilmezse mideyi üşüteceğini ekledi. Konyağın her bakımdan, özellikle masraf bakımından tercih edilmesi gerektiği kanısındaydı. Hiç kimse bunlarla ilgilenmeyince tütün kokusunun insanın saçından uzun zaman çıkmadığını, Westminster’de, Eton’da okuyan genç beylerin meraklı arkadaşlarından tütün kokusunu gizlemek için bol bol elma yediklerini, yine de çoğu kere, saçların bu inanılmaz özelliği yüzünden, yakayı ele verdiklerini anlattı. Kraliyet Birliği Üyeleri’nin dikkatlerini bu konu üzerine toplayıp böylesine hoşa gitmeyecek sonuçları önlemek üzere bilim kaynaklarında bu meseleye bir çare ararlarsa insanlığa gerçekten büyük iyilikleri dokunmuş kişiler olarak tanınacaklarını belirtti. Bu düşüncelerinin de ötekiler gibi ilgi görmediğini fark edince de Camayka romunun alkolünün fazlalığına, tadının güzelliğine rağmen ertesi gün de ağızda tat bıraktığını söyledi. Bu konuyu da tartışmaya hiç kimse yanaşmayınca, sırdaşlık derecesini artırıp daha dostça, daha anlaşılır bir şekilde konuşmaya başladı:
– Akrabaların dağılıp birbirleriyle anlaşamamaları çok acı bir şey, dedi. Dostluk kanadı asla bir tüy dökmezse, akrabalık kanadı asla kırpılmamalı; tersine, boyuna genişletilip sakin bırakılmalı. Her şey bir mutluluk, bir anlayış havası içinde olacakken bir dedeyle torunu niye birbirlerine korku saçıp düşman kesilsinler yani? Niye tokalaşıp bunu unutmayalım yani?
Arkadaşı:
– Çeneni tut, dedi.
Dick Swiveller:
– Başkanın sözünü kesmeyin, beyim! dedi. Beyler, bu durumda mesele size nasıl görünüyor? İşte şurada şirin bir dede var. Bunu katkısız bir saygıyla söylüyorum. Bir de yaramaz bir torun var. Şirin dede yaramaz toruna şöyle diyor:
– Seni büyüttüm, okuttum; Fred; hayata alışacak hâle getirdim. Genellikle gençlerin yaptıkları gibi sen de yolundan biraz ayrıldın; üstelik, eline de asla bir fırsat daha geçmeyecek, hatta bunun yarısını bile bulamayacaksın.
Yaramaz torun bu sözlere şöyle karşılık verir.
– Sen adamakıllı zenginsin; benim için de fazladan hiçbir masrafa girişmedin. Seninle birlikte gizli, esrarengiz, alavereli dalavereli bir hayat sürmekte olan, hiçbir eğlencesi bulunmayan küçük kız kardeşim için yığınla para biriktiriyorsun. Niye birazcık da yetişmiş torununa yardım etmeyesin?
O şirin dede bu sözlere, onun yaşındakilere pek yakışan neşeli bir hazırcevaplıkla, tatlı tatlı karşılık vermek şöyle dursun, tam tersine, birdenbire parlar, sövüp saymaya başlar, her karşılaşışlarında da bunları hatırlar. Şimdi, sorulacak basit bir soru var ki o da şu:
– Yaşlı adam yeteri kadar dünyalık verip durumu düzeltse, herkesi rahata kavuştursa ne iyi olurdu, değil mi?
B. Swiveller, bu söylevi bir yığın dalgalanmayla, el sallayışıyla tamamladıktan sonra, birdenbire, sanki bir tek kelime ekleyerek bu konuşmasının havasını bozmaktan kendini önlemek istiyormuş gibi bastonun sapını ağzına sokuverdi.
Yaşlı adam torununa dönerek:
– Allah aşkına, sen niye hep beni arayıp eziyet ediyorsun? diye sordu. O sefih arkadaşlarını niye buraya getiriyorsun?Benim hayatımın bir hiç sayılması gerektiğini, fakir olduğumu sana kaç kere söyleyeceğim?
Delikanlı dedesine soğuk soğuk bakarak:
– Ben de her şeyi bildiğimi sana kaç kere söyleyeceğim? diye sordu.
Yaşlı adam:
– Sen yolunu kendin seçtin, dedi. O yoldan git. Nell ile beni de bırak, çalışıp didinelim.
– Nell yakında kocaman bir hanım olacak, senin de inançlarınla yetiştiği için ağabeyi ara sıra gözükmezse onu unutacak.
Yaşlı adam gözleri parlayarak:
– Dikkat et de kardeşin hafızasının en kuvvetli olduğu zamanlarda seni unutmasın, dedi. Dikkat et de sen sokaklarda yalın ayak dolaşırken onun da kendisine ait cicili bicili bir arabayla dolaşacağı günler gelmesin.
Öbürü:
– Yani kardeşim senin paranı aldıktan sonra mı demek istiyorsun? diye sordu. Nasıl da tam bir yoksul adam gibi konuşuyor!
Yaşlı adam sesini alçaltıp, yüksek sesle düşünen biri gibi konuştu:
– Gerçekten, şimdi ne kadar da yoksuluz! Aman! Bu da ne hayat böyle! Bütün bunlar da hiçbir zararı, suçu olmayan, buna karşılık hiçbir işi tıkırında gitmeyen küçük bir çocuk yüzünden. Umut, sabır… Umut, sabır!
Bu sözler delikanlının kulağına gidemeyecek derecede alçak sesle söylenmişti. Dick Swiveller de, bu sözlerin kendi söylevinin o kudretli etkisiyle beliren bir zihin savaşmasını yansıttığını düşünüyormuş gibiydi; bastonunu arkadaşına şöyle bir dokundurup, onun iyi bir karşılık alması ihtimalinin kuvvetli olduğunu, kazançtan pay isteyeceğini belirtti. Bir süre sonra da yanıldığını keşfedince, uykusu gelmiş, canı sıkılmış gibi bir tavır takındı; kapı açılıp da kız görününce de birkaç defa, hemen kalkıp gitmelerini teklif etti.

3
Kızın hemen arkasından içeri pek sert yüzlü yaşlıca bir adam girdi. Cüce denecek kadar ufak tefekti ama başı, yüzü bir devin gövdesine uyacak kadar kocamandı.
Kara gözleri huzursuz, sinsi, kurnaz bakışlıydı; ağzı, çenesi kaba saba bir sakalın kıllarıyla kaplıydı; derisi de hiçbir zaman temiz, düzgün görünmeyen cinstendi. Yüzünün o acayip görünüşünü en çok artıran şey de hiçbir belirli amacı, herhangi bir kötü düşünceyle ilgisi olmayan sırf alışkanlıktan ileri gelen iğrenç gülümsemesiydi. Bu gülümsemeyle ağzının içinde oraya buraya dağılmış, rengi kaçmış birkaç azı dişi gözüküyor, adama soluk soluğa kalmış bir köpek havasını veriyordu.
Kıyafeti de kocaman uzun bir şapka, eskimiş koyu renk bir elbise, bir çift geniş pabuç, buruşuk boynunu açıkta bırakacak kadar kıvrılmış kirli bir beyaz atkıdan ibaretti. Başındaki saç da kırlaşmıştı; şakaklarının üzerinden kısacık, dümdüz kesilmiş bir tutam saç da kulaklarının üzerine doğru sarkıyordu. Kaba saba derili elleri pek kirliydi; tırnakları kıvrık, uzun, sapsarıydı.
Bu özelliklere dikkat etmeye yetecek kadar bol zaman oldu, çünkü bunların uzun uzadıya inceleme yapmadan göze çarpmaları bir yana, ayrıca içlerinden herhangi biri sessizliği bozuncaya kadar da bir hayli zaman geçti. Kızcağız ürkek bir tavırla ağabeyine yaklaştı, elini onun avucuna bıraktı. Cüce de (ondan bu şekilde söz etmemize izin verilirse), oradakilerin hepsine dikkatle baktı. Bu garip, konuğunu besbelli hiç de beklemediği anlaşılan antikacı da canı sıkılmış, utanmış gibiydi.
Cüce, elini gözlerinin üstüne tutarak, dikkatle delikanlıyı dinliyordu.
– Hah! dedi. Bu sizin erkek torununuz olsa gerek, komşu!
Yaşlı adam:
– Olmaması gerek desen daha doğru, diye karşılık verdi. Ama ne çare ki torunum oluyor.
Cüce, Dick Swiveller’i işaret ederek.
– Ya bu? diye sordu.
Yaşlı adam:
– Torunumun bir arkadaşı, dedi. Ona da burada torunuma olduğu kadar yer var.
Cüce öbür yana dönüp dosdoğru beni işaret ederek:
– Ya bu? diye sordu.
– Geçen akşam Nell senin evden dönüşte yolunu kaybettiği zaman onu eve getirmek zahmetine katlanan bir bey.
Küçük adam, çocuğu azarlamak ya da şaşkınlığını belirtmek üzere, ondan yana döndü ama çocuk delikanlıyla konuşmakta olduğu için durdu, konuşulanları dinlemek üzere başını eğdi.
Delikanlı yüksek sesle:
– E, Nelly, diyordu. Sana benden nefret etmeni öğretiyorlar mı, bakayım?
Kızcağız:
– Hayır, hayır! O nasıl söz! Hayır! diye bağırdı.
Ağabeyi, alaylı bir tavırla:
– Belki de beni sevmeyi öğretiyorlardı! dedi.
Çocuk:
– İkisini de yapmıyorlar, diye karşılık verdi. Bana senden hiç söz etmiyorlar. Gerçekten, hiçbir zaman söz etmiyorlar.
Delikanlı dedeye acı acı bir bakarak:
Bak buna şaşarım işte! dedi. Buna gerçekten şaşarım, Nell. Ah, bu meselede sana inanıyorum!
Nelly:
– Ama ben seni çok seviyorum, Fred, dedi.
– Ona ne şüphe!
Kızcağız büyük bir duygululuk içinde:
– Gerçekten seviyorum, diye tekrarladı. Ah, sen onun canını sıkıp üzmesen seni daha çok sevebilirim!
Delikanlı ilgisiz bir tavırla çocuğa yaklaşıp öptükten sonra itip kendinden uzaklaştırırken:
– Ya, dedi. Hadi bakalım, dersini anlattığına göre, şimdi fırla git. Ne mızmızlanıyorsun! Seninle yeteri kadar dost ayrılacağız, bunun için üzülme.
Nelly küçük odasına geçip kapıyı kapayıncaya kadar delikanlı da sesini çıkarmayıp gözleriyle onu izledi; sonra, cüceye dönüp, birdenbire:
– İşittiniz mi, Bay… dedi.
Cüce:
– Bana mı dediniz? diye sordu. Benim adım Quilp. Belki aklınızda kalır. Uzun bir ad da değil… Daniel Quilp.
Öbürü:
– Öyleyse, işittiniz mi, Bay Quilp? dedi. “Dedeme bir hayli sözünüz geçiyor galiba.
B.Quilp, kuvvetle:
– Eh, biraz geçer, dedi.
– Ayrıca, onun gizli kapaklı işlerinin bir kısmında siz de varsınız.
Quilp, aynı kurulukla:
– Eh, birkaçında varım, dedi.
– Öyleyse, sizin aracılığınızla, kendisine Nell’i burada tuttuğu sürece bu eve dilediğim kadar sık gelip gidebileceğimi kesin olarak bildirmeme izin verin. Ayrıca, benden kurtulmak isterse önce kardeşimi bırakması gerektiğini bilsin. Ne yaptım da beni umacı hâline getirdiler, sanki bulaşıcı hastalık getirmişim gibi benden kaçıp çekiniyorlar? Benim doğuştan sevgi nedir bilmediğimi söyleyecektir; Nell’den çok kendisiyle ilgilendiğimi anlatacaktır. Ne derse desin! Buraya gelip gitmek, kardeşime varlığımı hatırlatmak hevesine kapıldım. Canım istediği zaman kardeşimi göreceğim. Benim dediğim bu. Bugün de buraya bunu belirtmek için geldim, elli kere daha geleceğim, her defasında da aynı başarıyı elde edeceğim. Bunu kazanıncaya kadar gideceğim, dedim. Öyle de yaptım, işte şimdi de görüşmemiz sona erdi. Yürü, Dick.
Arkadaşı kapıdan yana dönerken Dick Swiveller:
– Dur! diye bağırdı. Beyim!
Bu tek kelimeyle Quilp’e seslenmişti. O da:
– Emredin efendim, dedi.
Dick Swiveller:
– İzin verirseniz, şu neşeli, eğlenceli manzaradan, göz kamaştıran ışık yollarından ayrılmadan önce ben de bir şey söylemeye çalışacağım, dedi.
– Bugün buraya ihtiyar herifin dost olduğu düşüncesiyle geldim, efendim.
Söz sahibi birdenbire sustuğu için Daniel Quilp:
– Devam edin efendim, dedi.
– Bu düşünceden, uyandırdığı duygulardan esinlenerek, tarafların dostu olduğumu düşünerek, bu sinir bozmanın, eziyet etmenin, kabadayılık taslamanın tarafların ruhlarına genişlik vermeyeceğini, toplumsal ahenklerini artırmayacağını belirtirim. Bu durumda başvurulması gereken çareyi salık vermeyi üzerime alıyorum, efendim. Bir kelimecik fısıldamama izin verecek misiniz, efendim?
İstediği iznin verilmesini beklemeden cüceye doğru bir adım attı, adamın omzuna yaslandı, kulağına yaklaşabilmek için eğilerek orada bulunanların kolayca işitebilecekleri bir sesle:
– İhtiyar herif için söylenecek söz çataldır, efendim! dedi.
Dick Swiveller, cebini tokatlayarak:
– Çatal efendim, çatal, dedi. Uyanık mısınız efendim?
Cüce başını salladı. Dick Swiveller de geri çekildi, o da başını salladı. Sonra biraz daha geriledi, yine başını salladı; bu böyle sürüp gitti. Böylece de, gitgide kapıya vardı; orada cücenin ilgisini çekip, dilsiz oyunuyla, ona en büyük güveni, en dokunulmaz sırdaşlığı verdiğini anlatmak üzere, büyük bir gümbürtüyle öksürdü. Bu düşüncelerin açığa vurulması için gerekli o ciddi pantomimi oynadıktan sonra arkadaşının izinden yürüdü, kayboldu.
Cüce, ekşimiş suratla, omuzlarını silkerek:
– Hınğh! yaptı. Sevgili akrabalarla bu kadar uğraşmak yeter! Çok şükür, ben hiçbir akraba tanımıyorum. Yaşlı adama dönerek ekledi, kamış kadar zayıf, duygusuz olmasaydınız, sizin de tanımanıza ihtiyaç yoktu.
Yaşlı adam çaresizlik, umutsuzluk içinde:
– Ne yapmamı isterdin? diye sordu. Laf edip alaya almak kolay. Ne yapmamı isterdin?
Cüce:
– Sizin yerinizde olsaydım ne mi yapardım? diye sordu.
– Hiç şüphesiz korkunç bir şey yapardın.
Küçük adam besbelli bunu düşünmüş olsa gerekti, çünkü bu övgüden pek hoşlanmış gibi:
– Bakın, burada haklısınız, dedi, pis ellerini ovuştururken şeytan gibi sırıttı. Bizim hanıma, şu güzel Bayan Quilp’e, itaatli, ürkek, sevgi dolu Bayan Quilp’e sorun. Bunu dedim de aklıma geldi.
– Kadını yalnız bıraktım. Beni merak eder, ben eve dönünceye kadar da bir an bile huzur nedir bilmez. Hoş, ben cesaret verip, serbestçe konuşabileceğini belirtmedikçe kendisi bunu söylemeye cesaret edemez ama ben yokken hep bu durumda olduğunu biliyorum, kendisine de kızacak değilim. Ah, o iyi yetişmiş Bayan Quilp yok mu!
Bu yaratık hiç durmadan ağır ağır ellerini ovuştururken o dev kafasıyla, küçücük gövdesiyle pek korkunç görünüyordu. Bu basit davranışında, dağınık kaşlarını indirişinde, çenesini havaya uzatışında, gizli bir sevinçle yukarı bakışında bile şeytanın taklit etmek isteyeceği, kendine mal edeceği inanılmaz bir hava vardı.
Elini göğsüne götürüp konuştukça yan yan yaşlı adama doğru giderek:
– İşte, dedi. Altın olduğu için, Nell’e göre de pek büyük, ağır sayılacağı için, bir kaza çıkmasın diye bunu kendim getirdim. Yalnız, zamanla onu da bu çeşit yükleri taşımaya alıştırmalı, komşu, çünkü sen ölünce o da ağırlık taşıyacak.
Yaşlı adam iniltiyi andıran bir sesle:
– İnşallah taşıyabilir, dedi.
Cüce, adamın kulağına yaklaşarak:
– İnşallah mı, komşu? dedi. Bütün bu ganimetin hangi yatırıma harcandığını biliyorum. Ne var ki sen derin bir adamsın, sırrını da iyi saklıyorsun.
Öbürü yorgun bir hâlle:
– Sırrım mı? dedi. Evet, haklısın. Ben… Ben onu iyi saklıyorum… Çok iyi saklıyorum.
Yaşlı adam başka bir şey söylemedi, parayı alıp ağır, kararsız bir adımla oradan uzaklaştı. Yorgun, kırgın bir adam gibi elini başına götürdü. O, küçük oturma odasına gidip, parayı ocağın üzerindeki demir kasaya kilitlerken cüce de dikkatle onu seyretti. Biraz düşündükten sonra da acele etmezse, eve döndüğü zaman Bn. Quilp’i nöbet içinde bulacağı aklına gelince, gitmeye hazırlandı.
– Böylece, yüzümü evden yana çeviriyorum, komşum. Nelly’ye sevgilerimi bırakıp bir daha da yolunu kaybetmemesini diliyorum. Hoş, böyle yapmakla bana hiç de umulmadık bir onur kazandırdı ya, neyse.
Bu sözlerden sonra, başını eğdi, yan gözle bana baktı. Sonra, görme sınırı içinde kalan her şeyi, ne kadar küçük, önemsiz olursa olsun, iyice görüp anladığını belirten zekice bir bakışla yoluna gitti.
Ben de birkaç defa gitmeyi denemiştim ama yaşlı adam, hep buna karşı koyup, kalayım diye yalvarmıştı. Yalnız kalınca da yalvarmalarını tekrarlayıp daha önceki buluşmamız için de bol bol teşekkür edince ben de isteyerek, onun ricasına uyup oturdum, önüme koyduğu birkaç garip şekilli minyatürü, eski madalyayı inceliyormuş gibi yaptım. Beni kalmaya razı etmek için pek baskıya ihtiyaç yoktu, çünkü ilk gelişimde merakım uyanmışsa şimdi de kaybolmamıştı.
Çok geçmeden Nell de yanımıza geldi. Elindeki nakışı masanın üzerine koydu, dedesinin yanına oturdu. Odadaki taze çiçekleri, kafesini gölgeleyen yeşil dallı evcil kuşu seyretmek, bu eski kasvetli evin içinde hışırdayıp çocuğun çevresinde toplanan tazelik, gençlik soluğunu duymak çok hoştu. Kızın güzelliğinden, inceliğinden uzaklaşıp yaşlı adamın kamburlaşmış gövdesini, tasayla yıpranmış yüzünü, bezgin hâlini görmek merak uyandırıcıydı ama pek de hoş değildi. Adam daha zayıflayıp hâlsizleşince bu yapayalnız küçük yaratığın hâli ne olacaktı! Evet, adam kötü bir koruyucuydu ama diyelim ki oluverdi, kız ne olacaktı?
Yaşlı adam elini kızın eline koyup şunları söylerken aşağı yukarı benim de düşüncelerime karşılık vermiş oldu:
– Daha mutlu olacağım, Nell. Seni de iyi bir kısmet bekliyor olmalı. Bunu kendim için değil, senin için istiyorum. Yoksa, senin şu günahsız başın öyle sıkıntılara girebilir ki! Bunu aklıma getirdikçe, en sonunda kısmetinin açılacağına inanmamazlık edemiyorum.
Çocuk neşeyle adamın yüzüne baktı ama hiçbir karşılık vermedi.
Yaşlı adam:
– O kısacık hayatının birçok yılını benimle yalnız geçirdin, diyordu. Tekdüze bir hayat yaşadın, kendine yaşıt hiç kimseyi tanımadın, çocukça eğlencelerden yoksun kaldın, seni bu hâle getiren bir yalnızlık içinde kaldın, yaşlı bir adamdan başka kimse tanımadın. Bunları düşündükçe, sana çok eziyet etmiş olmaktan korkuyorum.
Kızcağız, büyük bir şaşkınlıkla:
– Dede! diye bağırdı.
– İsteyerek değil… Hayır, hayır, hayır! Hep senin en neşeli, en güzel insanlarla kaynaşacağın, en iyiler arasında yer alacağın günleri bekledim. Hâlâ da bekliyorum, Nell, hâlâ da bekliyorum. Ya bu arada seni bırakmak zorunda kalırsam! Seni dünyanın dertlerine alıştırdım mı acaba? Şu kuşcağız neyse sen de osun! Hişt, dışarıdan Kit’in sesi geliyor. Onun yanına git, Nell, onun yanına git.
Çocuk kalktı. Telaşla giderken duraladı. Geri döndü, kollarını dedesinin boynuna doladı. Sonra, onu bırakıp, yine telaşla uzaklaştı. Bu sefer, gözlerinden akan yaşları gizleyebilmek için daha da hızlı gitti.
Yaşlı adam telaşlı bir fısıltıyla:
– Kulağınıza bir şey söyleyeceğim, efendim, dedi. Geçen akşam söylediklerinizden huzurum kaçtı. Her şeyi ancak iyi niyetle yaptığımı şimdi de ileri sürebilirim, elde olsa bile, geriye dönebilmek için geç kaldığımı söyleyebilirim… Ki bunu da yapamam ya. Yine de zafere ulaşmayı umduğumu belirtebilirim. Her şey onun iyiliği içindir. Ben yoksulluktan çok çektim; yoksulluğun getirdiği acılardan onu korumak isterim. Annesini, yani benim sevgili yavrumu, genç yaşta mezara götüren o acılardan torunumu korumak isterim. Ona, kolayca tükenecek kadar değil de ömrü boyunca eksiklerden uzak tutacak kaynaklar bırakmak isterim. Dinliyor musunuz, efendim? Onun, birkaç kuruşu değil, serveti olacak… Şişt! Şimdi de başka zaman da bundan fazlasını söyleyemem… İşte oda yine geldi.
Bütün bunların kulağıma dolduruluşu, kolumu tutan titrek el, bana dikilen üzgün, şaşırtıcı gözler, o çılgın, acı dolu tavırları beni şaşkınlıklar içinde bırakmıştı. Bütün duyduklarım, gördüklerim, kendisinin anlattıklarının büyük bir kısmı beni onun zengin bir adam olduğunu düşünmeye yöneltmişti. Adamın huyunu suyunu anlayamamıştım ama bence kazancı hayatlarının tek amacı olarak kabul edip büyük kazanç elde etmeyi başaran, yine de hep sefalet korkusu içinde işkence çeken, kayıplara uğrama, mahvolma korkuları içinde çırpınan o berbat insan taslaklarından biriydi bu adam. Bir türlü anlayamadığım sözleri bu düşünceyle gözden geçirdikten sonra, onun da bu mutsuz kişilerden biri olduğu inancına vardım. Buna hiç şüphe yoktu.
Bu inanç aceleyle düşünmenin bir sonucu değildi; çünkü, o sırada buna fırsat olmamıştı: Çocuk hemen geri dönmüş, Kit’e yazı dersi vermek üzere hazırlığa başlamıştı. Anlaşıldığına göre, Kit haftada birkaç defa ders alıyordu, o gece de ders gecesiydi. Bu dersler öğretmene de öğrenciye de büyük bir sevinç, neşe vermekteydi. Kit, salonda, yabancı bir beyin karşısında oturmayı nasıl ancak uzun bir süre sonra kabul etti; oturduktan sonra da dirseklerini masaya dayayıp nasıl yüzünü iyice deftere yaklaştırdı, satırlara şaşkın şaşkın baktı; nasıl daha kalemi eline alır almaz nasıl saçlarının içine kadar her yanını leke içinde bıraktı; bir harfi doğru yazmışsa başka bir harfi yazmak için hazırlığa girişirken onu nasıl bozdu; her yeni yanlışta Nell’den nasıl körpe bir neşeli çığlık koptu; zavallı Kit kendinden de nasıl içten gelme kahkahalar kopardı; çocuk öğretmeye ne kadar meraklıysa oğlan da öğrenmeye nasıl istekliydi… Bütün bunları anlatmak hiç şüphesiz hak ettiklerinden daha çok yer, zaman alacaktır. Dersin verildiğini, ikindinin geçip akşamın geldiğini, yaşlı adamın yine huysuzlanıp sabırsızlandığını, önceki gibi aynı saatte evden gizlice çıktığını, çocuğun bir kere daha evin kasvetli duvarları arasında yapayalnız kaldığını anlatmak yeter.
Şimdi de, bu hikâyeyi buraya kadar kendi ağzımdan anlatıp kişileri okura tanıttıktan sonra, hikâyenin selameti uğruna, ben ayrılıyorum, eserde sürekli, gerekli yeri olan kişileri, kendi adlarına konuşup davransınlar diye, kendi hâllerine bırakıyorum.

4
Quilpler Tower Hill’de oturuyorlardı. Bn. Quilp, kocasının yokluğunda Tower Hill’e bakan köşkünde oturup düşünceye dalardı. Daha önceden görüldüğü gibi B. Quilp iş için zaman zaman karısını yalnız bırakıyordu.
Evet, B. Quilp’in kazanç yolları pek çeşitliydi, bir sürü işi de vardı ama belirli bir ticareti ya da mesleği olduğu da pek söylenemezdi. Su kıyısındaki o berbat sokaklarda, mahallelerde oturanların hepsinin kiralarını o toplardı; denizcilere, ticaret gemilerinde çalışanlara borç para verirdi; Doğu Hint Şirketi dalgıçlarının çalışmalarından pay alırdı; kaçak sigaralarını gümrük binasının burnunun dibinde tüttürürdü; her gün parlak şapkalı, yuvarlak ceketli adamlarla döviz alışverişi yapardı. Irmağın Surrey kesiminde Quilp İskelesi diye anılan küçücük, fare dolu berbat bir avlu vardı. Bu avlunun içinde de sanki bulutlardan düşüp yere ekilmiş gibi bir toz yığını hâlinde duran küçük, ahşap bir idare binası vardı; birkaç paslanmış çıpa parçası vardı; bir sürü büyük demir halka vardı; bir yığın çürümüş tahta, birkaç yığın da eski bakır levha buruşmuş, kırışmış, dağılmış bir hâlde dururdu. Quilp İskelesi’nde Daniel Quilp gemi hurdacısıydı; yalnız bu görünüşe bakılırsa ya pek küçük çapta bir hurdacıydı ya da gemilerini gerçekten pek küçük parçalara ayırmıştı. Ayrıca, burada pek öyle fazla hayat da büyük bir faaliyet de göze çarpmazdı; çünkü buranın tek insanı kenevir elbiseli,hem suda hem de karada yaşayan yaratıklara benzeyen bir oğlancağızdı. Yaptığı tek iş de bir yığının tepesine oturup sular çekildiği zaman çamura taş atmak, sular kabardığı zaman da elleri ceplerinde durup, huzursuz bir hâlde, ırmaktaki kalabalığı seyretmekti.
Cücenin barınağında kendisiyle Bn. Quilp’in ihtiyaçlarını karşılayacak bölümlerden başka hanımın küçük bir yatak bölmesi de vardı, burası karı kocayla birlikte oturan, boyuna Daniel’le savaş hâlinde bulunan, damadından da hatırı sayılacak derecede çekinen kaynanaya verilmişti. Gerçekten de Quilp denen şu çirkin yaratık, çirkinliğiyle, vahşiliğiyle ya da kurnazlığıyla –artık, neyle olursa olsun, önemi yok ya– bir yolunu bulur, her gün temas ettiği kimseleri, yakınlarını korku salarak etkilemeyi başarıyordu. Güzel, ufak tefek, mavi gözlü sakin bir kadın olan Bn. Quilp’in üzerine yaptığı baskıyı hiç kimseye yapamıyordu. Bu kadıncağız, örneğine pek az rastlanan o garip, delicesine kara sevdaya tutulup da kendini evlilik bağıyla cüceye bağladıktan sonra Tanrı’nın günü saçmalığının cezasını çekmekten geri kalmamıştı.
Bn. Quilp’in, evinde, üzüntü içinde olduğu da söylenmiştir. Evet, evindeydi ama yalnız değildi: Daha önce sözü geçen yaşlı anneden başka evin içinde yarım düzineye yakın komşu hanım da bulunmaktaydı; bunlar, bir garip tesadüf eseri, biraz da aralarında yaptıkları anlaşmanın sonucu, tam çay saatine doğru birbirlerinin ardı sıra eve sökün ederlerdi: Mevsim de sohbete pek uygun olduğundan, oda da açık pencerelerinin önüne dizilmiş çiçeklerle serin, gölge, miskinlik veren bir yer olduğundan, içeride çay sofrası, dışarıda eski kule bulunduğundan hanımların sohbet edip aylak aylak oturmaktan hoşlanacakları muhakkaktı; hele taze tereyağı, taze ekmek, su teresi de hesaba katılırsa konukluğun çekiciliği daha da artıyordu.
Eh, şimdi hanımlar bu şartlar altında bir araya gelince de konuşmanın dönüp dolaşıp, erkek milletinin zayıf cinse hükmetme, ceberut kesilme isteğine, zayıf cinsin de bu zorbalığa karşı koymak, kendi haklarını, benliğini ispatlamakkonusundaki görevlere gelmesi de pek olağandır. Şu dört nedenden ötürü olağandır: Birincisi, yine bir kadın olan Bn. Quilp pek kötü bir şekilde kocasının hükmü altında yaşamaktadır, isyan etmesi için de heyecanlanması gerekmektedir; ikincisi, Bn. Quilp’in annesi çevresinde şirret tanınır, erkek yetkesine karşı koyma eğilimindedir; üçüncüsü, her misafir benzerlerinin çoğuna göre kendisinin bu konuda ne kadar üstün olduğunu göstermek ister; dördüncüsü de, konuklar çifter çifter birbirlerini kötülemeye alıştıkları hâlde şimdi hepsi bir arada yakın dostluk havası içinde bulunduklarından her zamanki konularından yoksun kalmışlar, bu yüzden de ortak düşmana saldırmaktan daha iyi bir iş bulamamışlardır.
Bu düşüncelerle duygulanan şişman bir hanım oturumu, büyük bir özen, sevgi havası içinde, B. Quilp’in hatırını sorarak açtı, bu soruya Bn. Quilp’in annesi sert bir şekilde şu karşılığı verdi:
– Aman! Yeteri kadar iyi işte… Zaten onun hiçbir zaman derdi olmamıştır ki. Acı patlıcanı kırağı çalmaz.
Bundan sonra hanımların hepsi birden içlerini çektiler, ciddi bir tavırla başlarını salladılar, Bn. Quilp’e bir kurban gözüyle baktılar.
Oturumun başkanı:
– Ah, keşke ona biraz öğüt verebilseydiniz, Bayan Jiniwin, dedi. Quilp’in genç kızlık soyadının Jiniwin olduğunu unutmamalısınız. Biz kadınların kendimize neler borçlu olduğumuzu sizden iyi bilen yoktu, hanımefendiciğim.
Bn. Jiniwin:
– Gerçekten de neler borçluyuz ya! diye karşılıkta bulundu. Benim zavallı kocam, yani kızımın sevgili babası, sağlığında, bana sert bir söz söyleyecek olsaydı, onu şöyle…
İyi kalpli yaşlı kadın sözünü bitirmedi; yalnız, başını öyle kötü kötü salladı ki bu hareket bir bakıma kelimelerin yerini tutuverdi. Bu hareketi öbürü kolayca anlamış olacaktı ki hemen beğendiğini belli edecek şekilde:
– Siz de tam benim gibi düşünüyorsunuz, hanımefendiciğim, dedi. Ben de olsam öyle yapardım.
Bn. Jiniwin:
– Ama siz niçin öyle yapacaksınız ki? dedi. Ne mutlu size ki benim gibi böyle şeyler başınıza pek sık gelmemiş.
Şişman hanım da:
– Kendini bilen hiçbir kadının böyle şeyler başına gelmez, dedi.
Bn. Jiniwin, azarlar gibi bir sesle:
– İşitiyor musun, Betsy? dedi. Bunları ben sana kaç kere söylemişimdir üstelik, bunu yaparken de neredeyse diz çöküp yalvaracak hâllere gelmişimdir.
Zavallı Bn. Betsy Quilp, çaresizlik içinde, avutucu yüzlerin birini bırakıp öbürüne bakmaktaydı. Kızardı, gülümsedi, şüpheyle başını salladı. İşte bu, topluca velvelenin başlaması için bir işaret yerine geçmişti. Başlangıçtaki hafif mırıldanma zamanla büyük bir gürültü hâlini aldı. Artık hepsi bir ağızdan konuşuyordu. Hepsi de Bn. Quilp’in, genç bir kadın olması dolayısıyla, kendisinden daha çok bilenlerin tecrübelerine karşı çıkmaya hakkı olmadığını söylediler: Onun iyiliğinden başka bir şey istemeyenlerin öğütlerini dinlememesi çok büyük bir hata imiş; bu şekilde davranması nankörlükle aynı kapıya çıkarmış; kendine saygısı yoksa bile alçak gönüllülüğüyle kendine bağladığı öbür kadınlara karşı biraz saygı beslemesi gerekirmiş; onun başka kadınlara saygısı yoksa başkalarının da kendisine saygı beslemeyecekleri gün gelecekmiş; sonra bütün bunlara da çok üzülürmüş. Hanımlar, bu yargıları açığa vurduktan sonra, güzel bir harmanla yapılmış çaya, taze ekmeğe, taze tereyağına, kurabiyelere, su terelerine daha şiddetli bir saldırıya geçtiler; üstelik de genç kadının bu şekilde devam edişini gördükçe iştahlarının kapandığını, ağızlarına bir tek lokma atmakta bile güçlük çektiklerini belirttiler.
Bn. Quilp, büyük bir sadelikle:
– Bütün bu laflar iyi, güzel ama dedi. Ben yarın ölecek olsam Quilp’in kiminle isterse evlenebileceğini de biliyorum… Artık bunu pekâlâ yapabilir, biliyorum.
Bu düşünceye karşı öfkeli bir çığlık koptu. Kiminle isterse evlenebilirmiş ha! İçlerinden bir tanesiyle evlenmeyi düşünmek cesaretini göstersinmiş bakalım! Böyle bir düşünceye şöyle birazcık yanaşır gibi olsunmuş bakalım! Bir hanım (duldu), B. Quilp böyle bir şeyi dokundurursa, onu bıçaklayacağına iyice emindi.
Bn. Quilp, başını sallayarak:
– Eh, öyle işte, dedi. Demin söylediğim gibi, lafı kolay ama yine belirteyim ki ben ölünce Quilp, canı isterse, öyle bir havaya bürünür ki buradaki kadınlardan en güzeliyle sevişebilir, kadının başka bir bağı yoksa. Bırakın bunları!
Bu söze hepsi sinirlendi.
– Biliyorum, beni demek istiyorsun. Hele bir kere denesin de gör! gibi sözler söylendi.
Yalnız, nedense hepsi birden dul hanıma kızmışlardı, her biri yanındakinin kulağına sözü geçen dulun sözleri kendi üzerine aldığını, onun ne mikrop olduğunu fısıldadı.
Bn. Quilp:
– Söylediklerimin doğru olduğunu annem bilir, dedi. Çünkü biz evlenmeden önce kendisi de sık sık bunları söylemişti. Öyle dememiş miydin, anne?
Bu soru saygıdeğer hanımı pek nazik bir duruma sokmuştu, çünkü kızının Bn. Quilp adını almasında en büyük rolü kendisi oynamıştı; çünkü kızı başka hiçbir kadına koca olamayacak bir erkekle evlendiği düşüncesine kapılırsa bunun aileye bir iyiliği dokunmayacaktı; tersine, damadının çekici taraflarını mübalağalı bir şekilde anlatmak kızının başkaldırma nedenlerini zayıflatacaktı ki, annenin de zaten bütün çabası bunaydı. Bn. Jiniwin kadının gizli kudretini kabul ediyordu ama hükmetme hakkına karşıydı. Şişman hanımı tam zamanında övgüye boğarak konuşmayı yapıldığı noktaya getirdi.
Yaşlı hanım:
– Bayan George’un söyledikleri gerçekten mantıklı, pek doğru, diye bağırdı. Şu kadınlar bir kendilerini bilseler. Gelgelelim, Betsy öyle değil; işte bu daha utanç verici, acı bir şey ya.
Bn. George:
– Quilp’in karısına emrettiği gibi her erkeğin bana emrettiğini görmektense, Betsy’nin yaptığı gibi bir erkeğin kulu kölesi olmaktansa, kendimi öldürürüm, önceden de bu işi o adamın yaptığını açıklayan bir mektup yazarım, dedi.
Bu açıklama gürültüyle övülüp doğru bulunduktan sonra bir başka hanım –tazelerden biri– söz aldı:
– Bay Quilp çok iyi bir insan olabilir, dedi. Öyle olduğu da şüphesiz, sanıyorum, çünkü Bayan Quilp öyle söylüyor. Bayan Jiniwin öyle söylüyor. Başkaları bunu bilmezler elbette ama onların kendileri bilseler gerek. Yalnız yine de Bay Quilp pek de öyle yakışıklı denilecek tipte değil; ayrıca, pek de genç sayılmaz. Onu mazur gösterecek bir iki şey varsa ancak bunlar olabilirdi. Buna karşılık, karısı genç, güzel; üstelik de hanım hanımcık bir kadın ki bu da her şeye rağmen büyük bir meziyettir.
Bu son cümle inanılmaz derecede acıklı bir hava içinde söylendikten sonra, dinleyicilerden karşılık olarak bir mırıltı yükseldi; konuşan hanım da bundan duygulanarak dedi ki:
– Böyle bir koca böyle bir kadına öfkeli, mantıksız davranırsa…
Anne çay fincanını elinden bırakıp kucağındaki kırıntıları temizleyerek ciddi bir açıklama yapmaya hazırlandı:
– Öyle bir kocaysa ha! dedi. Öyle bir kocaymış! O, gelmiş geçmiş zalimlerin en zalimidir, kızım kendi ruhuna sahip çıkmaya bile cesaret edemez. Bir tek kelimeyle, hatta bir tek bakışla kızımı titretir, korkudan ödünü patlatır. Kızımın da ona bir tek kelimeyle karşılık verecek cesareti yok, bir tek kelimecik bile söyleyemez o.
Çay içenlerin hepsine daha önceden de bu durum garip göründüğü, on iki aydan beri de o çevrede yapılan her çaylı toplantıda bu mesele tartışılıp didik didik edildiği hâlde bu resmî açıklama yapılır yapılmaz yine hep bir ağızdan konuşmaya başladılar, bir kere daha birbirleriyle, büyük bir öfke, ateşlilik içinde, söz yarışına giriştiler. Bn. George insanların arkadan konuştuklarını, kimisinin bunu kendisine daha önce de belirttiğini söyledi; hatta orada bulunan Bn. Simmons’un bile yirmi kere ona aynı şeyi söylediğini, kendisinin de her defasında:
– Hayır, Henrietta Simmons, kendi gözlerimle görüp kendi kulaklarımla işitmedikçe buna dünyada inanamam! dediğini belirtti.
Bn. Simmons da bu sözlerin doğru olduğunu söyledi, kendisi daha da kuvvetli deliller ortaya sürdü. Tazeler topluluğundaki hanım da kendi kocasına uygulamış olduğu başarılı bir usulden söz açtı: Kocası, evlendikten bir ay sonra bir kaplan gibi yırtıcı olmaya başlamışken, böylelikle tam bir kuzu olup çıkıvermiş. Bir başka hanım da kendi başından geçenleri anlattı; nasıl annesiyle iki teyzesini yardıma çağırmak zorunda kaldığını, tam altı hafta geceli gündüzlü durmadan ağladığını açıkladı. Bir üçüncü hanım da, kargaşalık arasında sözlerini dinleyecek başka kimse bulamayınca, aralarına karışmış olan evlenmemiş bir genç hanıma bağlandı, ona bu ciddi durumdan yararlanıp Bn. Quilp’in pısırıklığından ders alması, o günden tezi yok, aklını, fikrini erkeğin isyancı ruhunu terbiye etmeye vermesi için yalvardı. Gürültü son haddini bulmuş, odadakilerin yarısı öbür yarısının seslerini bastırıp kendilerininkileri duyurmak için çığlık çığlığa konuşmaya koyulmuşlardı ki birdenbire Bn. Jiniwin’in renginin değiştiği, sanki onları susmaya davet ediyormuş gibi işaret parmağıyla birtakım işaretler yaptığı görüldü. İşte o zaman –ondan önce değil– bütün bu gürültü patırtının tek nedeni Daniel Quilp’in içeri girmiş olduğu, büyük bir dikkatle onları dinlediği fark edildi.
Daniel:
– Devam edin, hanımlar, devam edin, dedi. Hanım, çok rica ederim, hanımlara akşam yemeğine kalmalarını söyleyiver, birkaç istakozla bir iki hafif şey yeriz.
Karısı:
– Ben onları çaya davet etmedim ki, diye kekeledi. Tesadüfen oldu bu.
– Daha iyi ya, hanım! Bu tesadüfen düzenlenen toplantılar en hoş toplantılar olur.
Cüce bunları söylerken ellerini öyle kuvvetli kuvvetli ovuşturmaya başlamıştı ki ellerinin üstünde kabuk bağlamış kirler mantar tabancasının patlamasını andıran sesler çıkararak dağılmaya başladılar.
– A! O ne! Hemen gitmiyorsunuz ya, hanımlar? Gitmiyorsunuz, değil mi?
Cücenin latif düşmanları şapkalarını, şallarını araştırırlarken hafifçe başlarını salladılar, söz söyleme işini de Bn. Jiniwin’e bıraktılar. Kadıncağız kendini bir şampiyon durumunda gördüğü için buna uygun davranmaya çalıştı.
– Kızım isterse onlar niye akşam yemeğine kalmasınlar, Quilp? dedi.
Daniel Quilp de:
– Elbette ya, dedi. Niye kalmasınlar?
Bn. Jiniwin:
– Akşam yemeğinin ayıp, kötü bir yanı yoktur, değil mi ya? dedi.
Cüce:
– Elbette yoktur, diye karşılık verdi. Neden olsun? Ama ıstakoz salatasıyla pavurya olmadıkça da akşam yemeği yenmiş sayılmaz. Bunların da, aksi gibi, hazmı güçtür.
Bn. Jiniwin:
– Sen de karının bu yüzden ya da başka bir şeyden hastalanıp huzursuz olmasını istemezsin, değil mi? dedi.
Cüce sırıtarak:
– Dünyada istemem! diye karşılık verdi. Bana bir sürü kaynana verseler yine de istemem… Oysa, bu ne büyük bir nimet olurdu!
Yaşlı hanım alaycı bir tavırla, biraz da damadına gerçeği hatırlatmak için, kıkır kıkır güldü.
– Kızım senin karın, elbette, Bay Quilp, dedi. Senin nikâhlı karın.
Cüce:
– Elbette öyle ya, elbette, diye söylendi.
Yaşlı hanım, yarı öfkeden, yarı da cüce damadının korkusundan titreyerek:
– Sanırım ki istediği gibi davranmaya da hakkı vardır, Quilp, dedi.
– Hakkı olduğunu sanıyormuş. Ah, buna hakkı olduğunu sen bilmiyor musun? Hakkı olduğunu bilmiyor musun, Bayan Jiniwin?
– Hakkı olması gerektiğini biliyorum, Quilp, kendisi benim gibi düşünseydi olurdu da.
Cüce, arkasına dönüp, karısına:
– Sen niye annen gibi düşünmüyorsun, sevgilim? dedi. Niye her zaman anneni taklit etmiyorsun, şekerim? Annen kendi cinsinin bir süsüdür… Baban sağlığında hep böyle söylerdi, sanırım.
Bn. Jiniwin:
– Onun babası mübarek bir adamdı, Quilp, dedi. Birçoklarının yirmi bin tanesine bedeldi, iki yüz milyon binine bedeldi.
Cüce:
– Onu tanımış olmak isterdim, diye söylendi. O zaman da mübarek bir adamdı mutlaka ama şimdi öyle olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mutluluk veren bir kurtuluşa kavuşmuş. Yanılmıyorsam uzun süre çok azap çekmiş.
Yaşlı hanım soludu ama bunun arkasından bir söz çıkmadı.
Quilp, gözlerinde yine o eski kötü ifadeyle, dilinde o eski alaycı kibarlıkla:
– Hasta gibi duruyorsun, Bayan Jiniwin, dedi. Kendini pek heyecana kaptırdın, biliyorum. Belki de konuşmaktan olmuştur, çünkü bu senin en zayıf tarafındır. Git yatağına yat. Hadi, git yatağına yat.
– Canım ne zaman isterse o zaman giderim, Quilp, daha önce gitmem.
Cüce:
– Ama rica ederim şimdi git. Hadi, lütfen şimdi git, dedi.
Yaşlı hanım öfkeyle cüceye baktı ama adam ilerleyince o geriledi, damadının önünden geri geri gidip arkasından kapıyı kapatmak, onu öbür konukların arasında dışarıda bırakıp üstüne kapıyı sürgülemek zorunda bıraktı. Öbür konuklar ise o sırada merdivenlerden inmekteydiler. Küçük adam, odada bir köşeye çekilmiş, önüne bakarak titremekte olan karısıyla baş başa kalınca genç kadının karşısında durdu, kollarını kavuşturup uzun bir süre hiç konuşmadan dikkatle onu süzdü.
Sessizliği bozmak için kullandığı kelimeler de:
– Ah! sen… Tatlı yaratık! oldu.
Sanki bu bir söz gelişi değilmiş de karısı gerçekten tatlı bir yiyecekmiş gibi dudaklarını şapırdattı.
– Ah sen, değerli sevgili! Ah, o lezzetli büyücü!
Bn. Quilp hıçkırdı; pek hoş bir adam olan beyinin huyunu bildiği için, bu iltifatlardan en korkunç şiddet gösterisiymiş gibi korkmuştu.
Cüce öldürücü bir gülümsemeyle:
– O öyle bir mücevherdir, öyle bir elmastır, öyle bir incidir, öyle bir yakuttur, her çeşit taşla dolu öyle bir altın mücevher kutusudur ki! dedi. Öyle eşi bulunmaz bir hazinedir ki! Ona öylesine düşkünüm ki!..
Zavallı küçük kadıncık tepeden tırnağa kadar titredi, yalvaran bir bakışla gözlerini kocasının yüzüne çevirdi, sonra yine önüne bakmak zorunda kaldı, bir kere daha hıçkırdı.
Cüce bir çeşit sıçrayışla ilerleyerek:
– Onun en iyi tarafı, diye söze başladı.
Bacaklarının çarpıklığı, suratının çirkinliği, alaycı tavırlarıyla tam bir gulyabaniye benziyordu.
– Onun en iyi tarafı, diye tekrarladı. Çok zayıf, çok sakin olması, hiçbir isteğinin bulunmamasıdır. Ama öyle de fesat bir anası var ki!
Bu sözleri kötü niyetini belli edecek bir şekilde söyledikten sonra ellerini dizlerine koydu, bacaklarını iyice iki yana açıp yavaş yavaş eğilmeye başladı, ta ki başı yere değip karısının gözleriyle döşeme arasında kalıncaya kadar.
– Bayan Quilp!
– Efendim, Quilp?
– Ben sevimli bir adam mıyım? Bir de yan sakalım olsaydı dünyanın en yakışıklı yaratığı sayılabilir miydim? Bu hâlimle kadınların beğendikleri tipte bir erkek miyim? Öyle miyim, Bayan Quilp?
Bn. Quilp, itaatli bir tavırla:
– Evet, Quilp, dedi.
Erkeğin bakışlarıyla büyülenmiş, ona ürkek ürkek bakıyordu. Cüce ise bu arada ona ancak bir kendisinin, bir de hortlakların başarabilecekleri cinsten kötü kötü işaretler yapmaktaydı. Bu gösteri süresince de hiç sesini çıkarmadı; ancak, arada sırada yerinden şöyle bir sıçrayıp karısının korkuyla çığlık atmasına yol açıyordu. En sonunda gene:
– Bayan Quilp! dedi.
Kadın hafifçe:
– Efendim, Quilp? diye karşılık verdi.
– O karıları bir daha dinlersen ısırırım seni!
Niyetinin ciddi olduğunu belirten bir tavırla gülümsedikten sonra karısına çay tepsisini kaldırmasını, içkiyi getirmesini söyledi. Bir geminin kasasından çıkarılmış olan içki dolu kocaman şişe önüne getirilince soğuk su ile puro kutusunu istedi. Bunlar da sağlanınca bir koltuğa yerleşti; sırtını, başını koltuğun arkalığına dayadı, bacaklarını da masaya uzattı.
– Şimdi, Bayan Quilp, dedi. Canım puro içmek istiyor. Belki de bütün geceyi duman tüttürerek geçireceğim. Yalnız, sen de olduğun yerde otur, belki seni isterim.
Karısı alışılmış:
– Peki, Quilp’ten başka bir şey söylemedi.
Küçük lort ilk purosunu yaktı, ilk içkisini hazırladı. Güneş battı, yıldızlar göz kırpmaya başladılar. Kule gerçek renginden kurşuniye, kurşuniden karaya döndü, oda iyice karardı, puronun ucu da iyicene kızardı; Quilp yine de aynı yerde purosuyla içkisini içmeye devam ediyor, yüzünden de o köpekçe gülümsemeyi eksik etmiyordu. Ancak, Bn. Quilp huzursuzluktan ya da yorgunluktan istemeyerek bir hareket yaparsa, gülümseyişin yerini bir sevinç sırıtması alıyordu.

5
Daniel Quilp arada sırada gözünü kapayıp biraz kestirmiş de olsa, bütün gece gözleri fal taşı gibi açık oturmuş da olsa purosunu hiç söndürmedi. Birinin ateşinden ötekini yakarak, mumun yardımı olmadan, puro yakıyordu. Saatler saati çanların çalması da cüceye uyku mahmurluğu ya da dinlenme isteği vermemişti. Tam tersine, gece ilerledikçe o daha da dirilmiş, güçlenmişti. En sonunda, şafak söktü. Sabah ayazından üşüyüp titreyen zavallı Bn. Quilp de, yorgunluktan, uykusuzluktan bitkin bir hâlde, yine de sabırla, sandalyesinde oturuyordu; arada sırada beyine yalvaran gözlerle bakıyor, hafif bir öksürükle ona cezasının daha bağışlanmamış olduğunu, bu sefer cezasının pek uzun sürdüğünü hatırlatmaya çalışıyordu. Cüce koca ise, hâlâ karısına bakmadan, purosuyla içkisini içmekteydi. Ancak güneş enikonu yükselip sokakta şehrin gürültüsü arttıktan sonradır ki karısının varlığını fark edebildi. O zaman bile fark etmeyebilirdi ama sokak kapısını sabırsız parmakların vurduğunu duyunca fark etmek zorunda kaldı. Kötü kötü gülerek çevresine bakındı.
– Hay Allah! Gündüz olmuş bile. Kapıyı aç, cici Bayan Quilp.
Sadık karısı sürgüyü çekti, hanımannesi içeri girdi. Şu var ki, Bn. Jiniwin içeriye bu sefer pek hızlı girdi, çünkü damadının daha yatakta olduğunu düşünerek, davranışlarını, huyunu kınayıp duygularını açığa vurmak niyetindeydi. Adamın yatakta olmayıp giyinik oturduğunu, odanın da bir gece önce, kendisinin bıraktığı gibi durduğunu görünce utanç duyarak duraladı.
Çirkin küçük adamın keskin bakışlı gözünden hiçbir şey kaçmamıştı; yaşlı kadının aklından geçenleri de güzelce anladığı için, tam bir başarı havası içinde, daha da çirkinleşmişti. Bir zafer öfkesiyle kadına iyi günler diledi.
Yaşlı kadın:
– Aman, Betsy! dedi. Sen galiba şey etmemişsin… Yani, sahiden, şey etmedin mi?
Quilp:
– Yatmadı mı demek istiyorsunuz? diye cümleyi tamamladı. Evet, yatmadı.
Bn. Jiniwin:
– Sabaha kadar mı? diye bağırdı.
Quilp, öfkesini belirtecek şekilde gülümsedi.
– Ya, sabaha kadar yatmadı, dedi. Kim demiş erkekle kadın iyi dost olamaz diye? Hah-ha!.. Zaman akıverdi.
Bn. Jiniwin:
– Sen zalimsin! diye bağırdı.
Quilp, kaynanasını anlamamazlıktan gelerek:
– Aman, aman! dedi. Kızınıza kötü sözler söylememelisiniz. Biliyorsunuz, artık o evli bir kadın. Evet, vaktimi alıp beni yatmaktan alıkoydu ama kızınıza kızacak kadar benden yana olmanız, beni korumanız doğru değil. Tanrı kusurunuzu bağışlasın, hanımanne. Sağlığınıza!
Yaşlı kadın:
– Afiyet olsun! diye karşılık verdi.
Yaşlanmış ellerinin huzursuz hareketleriyle, damadına bir yumruk savurmak istediğini belli ederek, bir daha:
– Ah, afiyet olsun! dedi.
Cüce:
– Ah, sizin ne hakikatli bir ruhunuz var! diye bağırdı. Bayan Quilp!
Ürkek zavallı:
– Efendim, Ouilp? dedi.
– Annenin kahvaltısını hazırlayıver, Bayan Quilp. Ben bu sabah iskeleye gideceğim, ne kadar erken gidersem okadar iyi olur; onun için, elini çabuk tutsan iyi edersin.
Bn. Jiniwin, kapıya yakın bir iskemleye oturup, sanki hiçbir şey yapmamaya kararlıymış gibi kollarını kavuşturdu; isyan etmeye hazırlanıyormuş gibi yaptı ama kızının bir iki kelime fısıldaması, damadının, nazikçe, baygınlık mı geçirmekte olduğunu sorması, yandaki bölmede bol miktarda soğuk su bulunduğunu da hatırlatması bu belirtileri ortadan kaldırdı; kadıncağız somurtuk bir çaba içinde, emredilen kahvaltı hazırlığına kendisi girişti.
Ana kız çalışırlarken, Daniel Quilp de yandaki odaya geçti, yüzünü pek berbat bir havluyla sözüm ona silmeye başladı; bu da adamın derisini eskisinden daha kirli bir hâle getirmişti. Yalnız, adam bununla uğraşırken temkinliliği, meraklılığı da elden bırakmamıştı. Her zamanki sert, kurnaz suratıyla, arada sırada şu basit işi bile yarım bırakıp, bitişik odadakilerin kendisinden söz etmeleri ihtimalini bildiği için, onların konuşmalarını dinliyordu.
Kısa süren bir çabadan sonra:
– A! Kulaklarımın üzerindeki havlu değilmiş! dedi. Ben de öyle düşünmüştüm ya! Ben küçük bir kambur haydudum, bir canavarım, öyle mi, Bayan Jiniwin?
Bu keşfinden duyduğu sevinç, cücenin o eski köpek gülüşünün iyicene belirmesini sağlamıştı. Gülmesi iyice geçtikten sonra, yine pek köpekçe bir tavırla silkindi, hanımların yanına gitti.
Sonra bir aynanın karşısına geçti, boyun atkısını bağlamaya koyuldu. Tam bu sırada Bn. Jiniwin de, onun arkasında olduğu için, şu zalim damadına yumruğunu sallama isteğine karşı koyamamıştı. Bu, bir anlık hareketti ama kadıncağız tehdit dolu bir bakışla yumruğunu sallarken, aynada damadıyla göz göze geldi. Aynaya bakarken, o dili dışarı fırlamış korkunç, şekilsiz surat gözüne çarptı. Sonra, cüce, arkasına dönerek, pek dalgın, sakin bir tavırla, müthiş şefkat dolu bir sesle sordu:
– Şimdi nasılsınız bakayım, benim sevgili hanımefendiciğim?
Bu olay pek hafif, pek tuhaf olmasına karşın, Quilp’e öylesine düşmanca bir hava vermişti ki yaşlı kadın da akıllı, bilgili olduğundan, bir tek kelime bile söyleyemeyecek derecede korkmuş, olağanüstü bir nezaketle sofraya götürülmesine ses çıkaramamıştı. Ama işte orada, cücenin az önce yaratmış olduğu hava kayboluverdi; çünkü, haşlanmış yumurtayı kabuğuyla mabuğuyla yiyor, bir yandan tütün çiğnerken bir yandan da su teresi geveliyor, koca koca karidesleri başıyla, kuyruğuyla atıştırıyor, kaynar çayı gözünü bile kırpmadan içiyor, çatalını, kaşığını eğinceye kadar ısırıyordu. Kısacası, cüce öylesine korkunç, görülmemiş hareketler yapıyordu ki kadınların korkudan akılları başlarından gitmiş, bu adamın gerçekten bir insan olmasından şüphe etmeye başlamışlardı. Quilp bunları, kendisine özgü düzenin daha başka hareketlerini yaptıktan sonra, pek itaatli, pısırık bir havaya bürünerek, kadınlardan ayrıldı, ırmak kıyısına indi, kendi adını taşıyan iskeleye gitmek üzere kayığa bindi.
Daniel Quilp için güzel havanın kendisini şemsiye taşımak zahmetinden kurtarmasından başka bir özelliği yoktu. Cüce, iskeleye çıktıktan sonra, sanki oradan gelip geçenlerin bünyesine uysun diye bileşiminde bol suyla çamur bulunan dar bir yolda ilerlemeye koyuldu. En sonunda, gideceği yere varınca da gözüne ilk çarpan şey, havaya dikilmiş pek biçimsiz, eciş bücüş, ancak bir oğlan çocuğa ait olabilecek boyda bir çift bacak oldu. Acayip bir şey olan, takla atmayı da doğuştan pek seven çocuk şimdi de amuda kalkmış, ırmağı bu acayip durumda seyrediyordu. Efendisinin sesini duyar duymaz da ayaklarının üzerine basıp durmuştu. Başı normal duruma gelir gelmez Quilp oğlanı iteleyip kakaladı.
Oğlan onun elini, dirseğinin birini bırakıp öbürüyle iterek:
– Beni rahat bırak, dedi. Bırakmazsan hiç de hoşuna gitmeyecek bir şey yersin ha, bak karışmam!
Quilp:
– Seni gidi köpek seni! diye tısladı. Bana karşılık verirsen kızgın demir çubukla döverim seni, paslı çiviyle berelerim, gözlerini oyarım! Yapar mıyım, yaparım!
Cüce bu tehditlerle yine yumruğunu sıktı, ustalıkla, çocuğun dirseklerinin arasından başını yakalayıp, o başını iki yana kaçırdıkça yumruğunu da baştan yana götürerek üç, dört kuvvetli yumruk indirdi. Yapacağını yaptıktan, bunun üzerinde de hayli durduktan sonra çocuğu bıraktı.
Oğlan başını sallayıp, daha kötü bir ihtimale karşı hazırlıklı olabilmek için dirseklerini ileriye doğru uzatarak:
– Bir daha yapamazsın ki! dedi. Hadisene, denesene!
Quilp:
– Tek dur, köpek sen de! dedi. Bir daha yapmayacağım, çünkü istediğim kadar vurdum. Hey, al şu anahtarı!
Oğlan ağır ağır yaklaşarak:
– Niye kendi boyunda birine saldırmıyorsun? diye sordu.
Quilp:
– Benim boyumda insan nerede var, köpek herif! diye karşılık verdi: Al şu anahtarı, yoksa onunla beynini oyarım ha! Gerçekten de konuşurken anahtarın tutacak yeriyle oğlana bir vurdu. Hadi, şimdi yazıhaneyi aç bakalım!
Oğlan, suratla, başlangıçta homurdanarak, arkasına bakıp da Quilp’in kendisini dikkatle izlemekte olduğunu görünce sakin sakin, emri yerine getirdi. Şu çocukla cüce arasında garip bir benzerlik bulunduğunu da burada belirtebiliriz. Birinin dayağı, korkutmaları, öbürünün de kötü sözleri, karşı koymaları nasıl doğmuş, nasıl filizlenmiş, gelişmişti, burası belli değildi. Hiç şüphesiz ki Quilp bu çocuktan başka hiç kimsenin kendisine karşı gelmesine meydan bırakacak adam değildi. Hiç şüphesiz ki oğlan da, canı istediği anda kaçabilecek durumda olduğu hâlde, Quilp’ten başkasının kendisini alt etmesine göz yumacak yaradılışta değildi.
Quilp ahşap yazıhaneye girerek:
– Sen şimdi iskeleyle meşgul ol, dedi. Bir daha başının üstünde durursan bacaklarından birini keserim!
Oğlan buna karşılık vermedi ama Quilp içeri kapanır kapanmaz kapının önünde yine amuda kalktı, ellerinin üzerinde geri geri yürüdü, orada durdu; sonra, karşıya geçti, gösteriyi tekrarladı. Aslında yazıhanenin dört köşesi vardı ama oğlan belki Quilp bakıyordur diye pencerenin bulunduğu yana gitmedi. Akıllıca bir davranıştı bu; çünkü, gerçekte, cüce de, oğlanın niyetini bildiği için, biraz geride, elinde kaba saba, çivili bir odun parçasıyla pusuda bekliyordu, bununla oğlanın canını yakabilirdi.
Bu yazıhane pis bir odacıktı; içinde de eski, sarsak bir yazı masası, iki sandalye, bir şapka asacağı, eski bir yıllık, boş bir hokka, bir kalem sapı, hiç değilse on sekiz yıldan beri işlememiş bir duvar saatinden başka bir şey yoktu. Daniel Quilp şapkasını kaşlarının üstüne çekip masanın üzerine tırmandı, küçük gövdesini eski bir alışkanlıkla masaya boylu boyunca uzatıp rahat bir uykuya daldı; geceki uykusuzluğunun acısını uzun, derin bir uykuyla çıkarmak istiyordu besbelli.
Uyku derin olmasına belki derindi ama uzun sürmedi. Aradan ancak bir çeyrek saat geçmişti ki oğlan kapıyı açıp başını içeri uzattı. Quilp’in uykusu hafifti, hemen doğruluverdi.
Oğlan:
– Sizi görmek isteyen biri var, dedi.
– Kimmiş?
– Bilmiyorum.
Quilp:
– Sorsana! dedi, daha önce sözü edilen tahta parçasını kavrayıp oğlana fırlattı. Bereket ki çocuk atik davranmış, tahta kendisine varmadan gözden kayboluvermişti. Sorsana, köpek herif!
Çocuk bir daha böyle atışlara hedef olmayı istemediği için, Quilp’in uykudan uyandırılmasına yol açan kimseyi kapıya getirdi.
Quilp:
– A! Nelly, sen ha!.. diye bağırdı.
Çocuk:
– Evet, benim, dedi ama yattığı yerden yeni kalkmış olan cücenin, saçları darmadağın, sarı mendili başında, şaşkın duruşu ile öyle korkunç bir hâli vardı ki içeri girsin mi, girmesin mi, yoksa geri mi dönsün, bir türlü karar verememişti.
Quilp masadan inmeden:
– Gir içeri, dedi. Dur! Şu avluya bir bakıver, başı üzerinde duran bir çocuk var mı, yok mu?
– Yok. Çocuk ayaklarının üzerinde duruyor, efendim.
Quilp:
– Emin misin? diye sordu. E, peki, içeri gir de kapıyı kapa. Ne haber getirdin, Nelly?
Çocuk, cüceye bir mektup verdi. Quilp, bir parçacık yana dönüp elini çenesine dayadıktan sonra, mektupta yazılanları okumaya hazırlandı.

6
Küçük Nell, orada ürkek ürkek durmuş, Quilp mektubunu okurken, adamın yüzünü seyrediyordu. Kızın yüzünden, küçük adamdan korkmasına, ona güvenmemesine rağmen, bu garip görünüşüne, gülünç davranışlarına gülmek istediği de anlaşılıyordu. Yine de çocuğun, acı bir tasa içinde, cücenin vereceği karşılığı beklediği, adamın buna can sıkıcı, üzücü bir karşılık verebileceğini anladığı da bir gerçekti.
Açıkça görülüyordu ki Quilp şaşkına dönmüştü, bu genellikle mektupta yazılanlardan ileri geliyordu. İlk iki, üç satırı okuyup bitirmeden, gözlerini fal taşı gibi açmaya, pek korkunç bir şekilde kaşlarını çatmaya başlamıştı; ondan sonraki iki, üç satır üzerine hiç görülmemiş derecede kötü bir tavırla başını kaşımaya başladı; mektubun sonuna geldiği zaman da şaşkınlık, hayal kırıklığı işareti sayılan uzun, acı bir ıslık çaldı. Mektubu katlayıp yanına koyduktan sonra, büyük bir iştahla, on parmağının birden tırnaklarını yemeğe koyuldu. Sonra, hırsla mektubu alıp bir daha okumaya başladı. İkinci okuma da birincisi kadar başarısızdı, cüceyi bir rüyaya daldırmıştı. Cüce bu rüyadan uyanıp yeniden tırnaklarına saldırdı. Gözlerini yere indirmiş, mektubun karşılığını beklemekte olan çocuğa uzun uzun baktı. Birden, çocuğu sanki kulağının dibinde tabanca patlamış gibi şaşırtan garip bir sesle haykırdı:
– Hey, buraya bak, Nelly!
– Efendim!
– Bu mektupta neler yazılı biliyor musun, Nell?
– Hayır, efendim.
– Emin misin… Kendinden olduğu kadar emin misin?
– İyicene eminim, efendim.
Cüce:
– Mektupta neler yazılı olduğunu biliyorsan Allah canını alsın mı? diye sordu.
Kız:
– Sahi bilmiyorum, dedi.
Quilp, onun ciddi duruşuna dikkat ederek:
– E, peki, sana inanıyorum, dedi. Hıh! Demek gitmiş bile? Yirmi dört saat içinde gitmiş. Peki, onu ne yapmış bu Allahın belası? İşte asıl sır bu.
Bu düşünceler cüceyi yine kaşınmaya, tırnaklarını yemeye zorladı. Bunlarla meşgulken de yüzü onun için neşeli bir gülümseme, başka bir kimse için ise korkunç bir acının yarattığı bir sırıtma sayılacak biçimde gülümsedi. Çocuk da, yine başını kaldırıp ona bakınca, cücenin kendisini inanılmaz derecede sevgiyle, uysallıkla seyrettiğini gördü.
– Bugün çok hoşsun, Nelly, gerçekten pek güzelsin. Yorgun musun, Nelly?
– Hayır, efendim, hemen geri dönmek istiyorum, çünkü geç kalırsam o da beni merak eder.
Quilp:
– Acele etmeye lüzum yok, küçük Nell, dedi. Hiç lüzum yok. Benim iki numaram olmaya ne dersin, Nelly?
– Neyiniz olmaya, efendim?
– Benim iki numaram, Nelly; benim ikincim olmaya; benim Bayan Quilp’im olmaya?
Kızcağız korkmuş gibiydi ama adamın sözlerini anlamamışa benziyordu, Quilp de bunu anladı, ne demek istediğini daha açık bir şekilde anlatmaya koyuldu:
– Birinci Bayan Quilp ölünce iki numaralı Bayan Quilp olmaya ne dersin, tatlı Nell? Cüce böyle diyerek gözlerini kırptı, çocuğa parmağıyla yanına yaklaşmasını işaret etti. Benim karım olmaya, benim küçük elma yanaklı, kırmızı dudaklı karım olmaya ne dersin? Diyelim ki Bayan Quilp beş yıl ya da dört yıl daha yaşadı, o zaman sen de tam bana uygun yaşa gelmiş olacaksın. Hah-ha!… İyi bir kız ol, Nelly, gerçekten çok iyi bir kız ol da gör bakalım, günün birinde Tower Hill’in Bayan Quilp’i olacak mısın, olmayacak mısın!
Küçük kız, bu hoş dileklerden heyecan, sevinç duyacak yerde, adamdan uzaklaşmış, titremişti. Quilp de, ya bir kimseyi korkutmaktan büyük bir zevk aldığı için, ya bir numaralı Bn. Guilp’in ölmesini, iki numaralı Bn. Quilp’in de onun mevkiine, itibarına kavuşmasını tasarlamak hoş olduğu için ya da o sırada uysal, neşeli olmak işine geldiği için, sadece güldü, kızın telaşa kapılmasını hiç önemsemedi.
– Benimle birlikte doğru Tower Hill’e gidip Bayan Quilp’i göreceksin, dedi. O da, benim kadar olmasa bile, sana çok düşkün, Nell. Benimle birlikte eve geleceksin.
Çocuk:
– Yo, ben eve dönmek zorundayım, dedi. Mektubun karşılığını alır almaz eve dönmemi söylemişti.
– Daha almadın ki! Üstelik, ben eve gitmedikçe de almayacaksın, alamayacaksın. Bu yüzden de, görevini yerine getirebilmek için, benimle gelmek zorundasın. Bana şuradan şapkamı uzatıver, şekerim, hemen gidelim.
Quilp, bu sözlerle, kısa bacakları yere değinceye kadar masanın üzerinde yuvarlandı, ayakları yere basınca da önden yürüyüp yazıhaneden çıktı, rıhtıma geldi. Burada da ilk göze çarpan şeyler, başı üzerinde duran çocukla aşağı yukarı onun boyunda bir delikanlının, çocuğa sımsıkı sarılmış, onunla birlikte çamurda yuvarlanmaları oldu.
Nelly ellerini çırparak:
– A! Kit bu! diye haykırdı. Benimle birlikte gelen zavallı Kit! Ah, yalvarırım onları durdurun, Bay Quilp!
Quilp yazıhaneye dönüp kalın bir sopayla geldi.
– Onları durduracağım! diye bağırdı. Durduracağım! Hadi bakayım, çocuklarım, dövüşü bırakın. İkinizi birden döverim, ikinizi birden!
Cüce bu sözlerle sopasını savurmaya başladı, kavgacıların çevresinde zıplayarak onlara saldırdı, sopayı başlarının üzerinden savurdu, çaresiz bir hâlde sopayı boyuna el değiştirip kafalarına nişan alarak savurdu; yalnız, bu savurmalar ancak minik bir yaratığın gücünün yetebileceği cinsten hafif savurmalardı.
İkisinden birine sopayı hiç değilse bir kerecik indirebilmek için yanlarına yaklaşmaya çalışırken.
– Sizi döve döve leşinizi çıkaracağım, köpekler! diyordu. Suratınız bakır rengini alıncaya kadar yaralayıp bereleyeceğim! Suratınızı öyle bir paralayacağım ki yüz diye bir şeyiniz kalmayacak! İnan olsun yapacağım bunu!
Cüce oğlan, adamın çevresinde dolaşıp içeri kaçmak için bir fırsat kollarken:
– Gel, sopanı bırak, yoksa senin hâlin daha kötü olacak, dedi.
Quilp, parlayan gözlerle:
– Sen biraz daha yaklaş da kafana şu sopayı indireyim, köpek herif! dedi. Biraz daha yaklaş… Hah! Biraz daha yaklaş!
Küçük oğlan bu daveti kabul etmedi, efendisi onu gözlemekten vazgeçer gibi olur olmaz da ok gibi fırladı, sopayı elinden alabilmek için bileğini bükmeye başladı. Quilp aslan gibi güçlü kuvvetliydi, sopayı rahatça tutuyordu; oğlan ise olanca gücüyle sopayı almaya çalışmaktaydı. Cüce birdenbire sopayı bırakıverince de oğlan, boş bulundu, geri geri gidip başının üstüne yere düştü. Bu manevranın başarısı Quilp’i anlatılamayacak derecede çok sevindirmişti, kahkahalarla gülerek ayaklarını yere vurdu.
Oğlan başını sallayıp ovuşturarak:
– Ziyanı yok! dedi. Bir daha sana dünyanın en çirkin cücesi diyenleri dövmeye kalkışacak mıyım, görürsün bak!
Quilp:
– Yani öyle olmadığımı mı söylemeye çalışıyorsun? diye sordu.
Oğlan:
– Hayır, dedi.
– Öyleyse benim iskelemde ne diye dövüşüyorsun, haydut herif?
Oğlan, Kit’i göstererek:
– Bu öyle söylediği için, dedi. Sen öyle olmadığın için değil.
Kit:
– Öyleyse o da niye Nelly’nin çirkin olduğunu, onun da benim efendimin de kendi efendisi ne isterse yapmak zorunda olduklarını söyledi? diye haykırdı. Bunu niye söyledi?
– Bunları budalanın biri olduğu için söylemiştir, sen de zeki, kurnaz olduğun için neler yaptığını söyledin. Senin gibisinin yaşaması bile zor, Kit. Quilp büyük bir tatlı dillilikle, yalnız gözlerinde, ağzında daha da kötü bir ifadeyle konuşuyordu. Al sana altı metelik, Kit. Hep doğruyu söyle. Her zaman doğruyu söyle, Kit. Sen de yazıhaneyi kilitle, köpek, anahtarı da bana getir.
Bu emri alan öbür çocuk da kendisine söyleneni yaptı, bu örnek davranışından ötürü de burnuna anahtarın sapını yiyerek mükâfatlandırıldı. Anahtarın acısı gözlerini sulandırmıştı. Sonra Quilp, küçük kızla, Kit’le birlikte kayığa binip gitti, öbür oğlan da, onlar ırmağı geçinceye kadar, zaman zaman iskelenin en ucunda, baş üstü dolaşarak öcünü aldı.
Evde yalnız Bn. Quilp vardı. Kadıncağız da, beyinin eve bu kadar erken döneceğini pek ummadığı için, kendini toparlamak üzere uyumaya hazırlanıyordu ki kocasının ayak seslerine kalktı. Quilp, Kit’i aşağıda bırakıp kız çocukla birlikte içeri girdiği zaman, Bn. Quilp de iş işliyormuş gibi yapmaya ancak vakit bulabilmişti.
Quilp:
– İşte bu Nelly Trent, sevgili Bayan Quilp’ciğim, dedi. Uzun yol yürüdüğü için bir bardak şarapla bir bisküvi getir, sevgilim. Ben bir mektup yazıncaya kadar o da senin yanında oturacak, ruhum.
Bn. Quilp bu alışılmamış nezaketin nedenini anlamak için titreyerek eşinin yüzüne baktı, sonra da kocasının peşinden öbür odaya gitti.
Quilp:
– Sözlerimi iyi dinle, diye fısıldadı. Dedesi hakkında, neler yaptıkları, nasıl yaşadıkları, adamın ona neler anlattığı hakkında kızın ağzından bir şeyler almaya bak. Bunları öğrenmek istememin birtakım nedenleri var. Siz kadınlar birbirinize daha iyi açılırsınız. Sonra, senin de yumuşak, tatlı bir havan var, kız bundan hoşlanır sanıyorum. İşitiyor musun?
– Evet, Quilp.
– Öyleyse hadi git. Ne o, ne var?
Karısı yalvaran bir sesle:
– Quilp’ciğim, dedi. Ben bu kızı pek sevdim. Benim onu aldatmama ihtiyaç kalmadan sen işini hâlledebilseydin.
Cüce pek kaba bir küfür savurarak, itaatsiz karısını cezalandırmasına yarayacak bir silah arıyormuş gibi bakındı. İtaatli küçük kadın kocasına, telaşla, kızmamasını söyledi, kendisinden istediklerini yapacağına söz verdi.
Quilp, kadının kolunu tutup çimdikleyerek:
– İşittin mi? dedi. Kendini onun sırlarına sokacaksın. Sen bunu becerirsin, biliyorum. Unutma, ben de dinleyeceğim. Yeteri kadar kurnaz davranmazsan, kapıyı tıklatacağım, fazla tıklatmak zorunda kalırsam Tanrı seni korusun! Hadi git!
Bn. Quilp emre uyarak dışarı çıktı. O sevgili kocası da, yarı açık kapının arkasına gizlenip kulağını iyice kapıya yaklaştırarak, büyük bir ustalıkla, dikkatle dinlemeye koyuldu.
Zavallı Bn. Quilp söze nasıl başlayacağını, ne çeşit sorular sorması gerektiğini düşünüyordu. Kapı pek hızlı hızlı tıkırdatılınca da kadıncağız artık düşünmeyi bırakıp işe koyuldu, sesi öbür yandan duyuldu.
– Sen son zamanlarda Bay Quilp’e ne kadar sık gelip gitmeye başladın böyle, yavrucağızım?
Nell, saf saf:
– Bunu dedeme de söyledim, dedi. Tam yüz kere gelip gittim.
– Peki, deden buna ne dedi?
– Sadece içini çekip başını önüne eğdi, öyle tasalı, öyle perişan bir hâldeydi ki onu bu hâlde görseydiniz mutlaka ağlardınız; sizin de elinizden başka bir şey gelmezdi, biliyorum. Aman, bu kapı nasıl da tıkırdıyor böyle!
Bn. Quilp kapıya doğru kaygılı kaygılı bir göz atarak:
– Sık sık tıkırdar, dedi. Senin deden eskiden bu kadar perişan değildi sanırım.
Çocuk hararetle:
– Yo, hayır! dedi. Öyle değişikti ki! Bir zamanlar öylesine mutluyduk ki, dedem de öylesine neşeli, memnundu ki! O zamandan beri ne kadar kötü bir değişikliğe uğradık, bilemezsiniz.
Bn. Quilp:
– Senin böyle konuştuğunu duymak beni çok, çok üzdü, şekerim, dedi. Doğruyu söylüyordu.
Çocuk kadını yanağından öperek:
– Teşekkür ederim, dedi. Siz her zaman bana karşı iyi davranıyorsunuz, sizinle konuşmak da zevk veriyor bana. Zavallı Kit’ten başka hiç kimseye dedemden söz açamıyorum. Yine de çok mutluyum. Belki daha da mutlu olmalıyım ama onun böylesine değiştiğini görünce ne kadar üzülüyorum, bilemezsiniz.
Bn. Quilp:
– Deden yine değişecektir, dedi. Eski hâline dönecektir.
Çocuk:
– Ah, inşallah! diye, gözleri yaşararak mırıldandı. Ne var ki çok oldu dedemin… Şu kapı kımıldar gibi geldi bana.
Bn. Quilp hafifçe:
– Rüzgârdandır, dedi. Dedenin değişmeye başlaması mı çok oldu?
Çocuk:
– Öyle düşünceli, tasalı olup uzun gecelerde vaktimizi nasıl geçirdiğimizi unutmaya başlayalı çok oldu, diye anlattı. Ateşin başına oturup ona kitap okurdum, o da oturup beni dinlerdi, okumam bitince de konuşmaya başlardık. Bana annemden söz açar, küçükken nasıl bana benzediğini, benim gibi konuştuğunu anlatırdı. Sonra da beni dizine oturtup annemin mezarında yatmadığını, gökyüzünün ötesinde hiçbir şeyin ölmediği, hiçbir şeyin yaşlanmadığı güzel bir ülkeye uçtuğunu anlatmaya çalışırdı… Bir zamanlar biz çok mutluyduk.
Zavallı kadıncağız:
– Nelly, Nelly, dedi. Senin gibi körpecik bir çocuğun böylesine tasalı olmasına dayanamıyorum. Ağlama ne olur!
Nell:
– Ben çok seyrek ağlarım, dedi. Yalnız, ben bunu çoktandır içimde saklıyorum; üstelik, pek de iyi değilim sanırım, çünkü yaşlar gözlerime toplanıyor, ben de tutamıyorum. Benden duyduklarınızı başkasına anlatmazsınız; bunu bildiğim için her şeyi açıklamakta bir sakınca görmüyorum.
Bn. Quilp başını öbür yana çevirdi, hiçbir karşılık vermedi.
Kız anlatıyordu:
– O zamanlar biz sık sık tarlalarda, yeşil ağaçlar arasında gezerdik; gece de, eve dönünce, çok yorgun olduğumuziçin, evimizi daha çok sever, yuvamızın ne mutlu bir yer olduğunu söyleyip dururduk. Ortalık karanlık, kasvetliyse de: “Bunun bizim için ne önemi var! diye düşünürdük, çünkü bu hava son gezintimizi daha büyük bir zevkle hatırlamamıza, ileride yapacağımız gezintiyi sabırsızlıkla beklememize yarardı. Artık bu gezintileri hiç yapmıyoruz, oturduğumuz yer de aynı ev ama eskisinden daha karanlık, daha kasvetli. Gerçekten öyle.
Kız bu sözlerden sonra sustu, kapı da bir hayli tıkırdadığı hâlde Bn. Quilp de bir şey demedi.
Çocuk, ciddi ciddi:
– Ama sakın dedemin bana eskisinden daha az sevgi gösterdiğini düşünmeyin, dedi. Beni her gün daha çok seviyor sanıyorum, her gün öncekinden biraz daha iyi, daha şefkatli davranıyor. Bana ne kadar düşkün bilemezsiniz.
Bn. Quilp:
– Dedenin seni çok sevdiğine eminim, dedi.
Nell:
– Gerçekten de öyle, gerçekten de öyle! diye bağırdı. Benim onu sevdiğim kadar o da beni seviyor. Yalnız, en büyük değişikliği size daha anlatmadım. Bunu bir daha kimseye fıslamayın sakın. Dedemin gündüzleri koltuğunda uyuklamaktan başka uykusu, dinlenmesi yok; çünkü her gece, aşağı yukarı bütün gece evden uzakta oluyor.
– Nelly!
Çocuk parmağını dudağına götürüp çevresine bakınarak:
– Şşşt! yaptı. Sabahları eve geldiği zaman da, onu ben içeri alıyorum. Dün gece çok geç kaldı, ortalık adamakıllı aydınlanmıştı. Yüzü ölü gibi solgundu, gözlerine kan oturmuştu, yürürken de bacakları titriyordu. Dönüp yatağıma yattıktan sonra da inildediğini duydum. Kalkıp yanına koştum. Benim içeri girdiğimi önce fark etmedi, bu hayata artık dayanamayacağını, çocuk olmasa seve seve öleceğini mırıldanıyordu. Ne yapacağım ben? Ah, ben ne yapacağım?
Çocuğun kalbindeki çeşmeler açılmıştı. Üzüntülerin, kaygıların ağırlığıyla ezilen yavrucak, kısa hikâyesinin anlayışla,sevgiyle karşılanmasından da güç alarak, yüzünü çaresiz dostunun bağrına bastırıp sel gibi gözyaşı dökmeye başladı.
Biraz sonra Quilp de yanlarına geldi, kızı bu hâlde görmekten dolayı büyük bir şaşkınlık duyduğunu belirtti. Bunu pek olağan, hoşa gidecek bir şekilde söylemişti; çünkü çoktandır bu çeşit oyunları denemekteydi, artık iyice alışmıştı.
Karısına o ne derse yapması gerektiğini belirtecek şekilde yan gözle bakarak:
– Görüyorsun ya, Bayan Quilp, yavrucak yorgun, dedi.Onun evinden iskele bir hayli uzak; üstelik, iki serserinin dövüşmesini seyretmek de onu pek heyecanlandırmıştı; ayrıca, kayıkta da sudan korktu. Bunların hepsi yavrucağa pek ağır geldi. Zavallı Nell!
Küçük misafiri kendini toparlasın diye istemeye istemeye çocuğun başını okşadı, bu onun yapabileceği en büyük fedakârlıktı. Başka bir elin bu hareketi bu derece büyük etki yaratmazdı besbelli ama çocuk cücenin elinin değmesinden öyle çabuk kaçtı, içinde ondan uzakta durmak isteği öylesine çabuk uyandı ki hemen ayağa kalktı, eve dönmeye hazır olduğunu bildirdi.
Cüce:
– Biraz bekleyip bizimle yemek yesen daha iyi olur, dedi.
Nell gözlerini kurulayarak:
– Çok geç kaldım, efendim, dedi.
Quilp de:
– E, istiyorsan, gidebilirsin, Nelly, dedi. İşte dedenin mektubuna vereceğim karşılık da hazır. Onu yarın, belki de öbür gün göreceğimi bildir. Bu sabah da istediği o küçük işi yapamayacağım. Güle güle, Nelly. Hey, size söylüyorum, beyim, ona göz kulak olun, işitiyor musunuz?
Kit çağrılınca, oraya gelmişti. Böylesine gereksiz bir tavsiyeye karşılık vermemeyi daha doğru buldu. Quilp’e tehdit dolu bir tavırla baktı; sanki Nelly’nin gözlerinden yaş akıtmasına bu adamın yol açmış olup olmadığından pek emin değilmiş, üstelik böyle bir şeyin şüphesiyle bile ondan öç almaya kararlıymış gibi bir bakıştı bu. Sonra, bu süre içinde Quilp ile vedalaşıp dışarı çıkmış olan genç hanımının peşinden gitti.
Cüce karısıyla yalnız kalır kalmaz:
– Doğrusu pek başarılı bir sorgu uzmanısın! diye söylendi.
Karısı sakin sakin:
– Daha ne yapabilirdim ki? diye sordu.
Quilp:
– Daha ne mi yapabilirdin? diye soludu. Daha azını yapamaz mıydın? O yufka yürekliliğini açığa vurmadan gerekeni yapamaz mıydın?
Karısı:
– Ben bu çocuğa çok acıyorum, Quilp, dedi. Yeteri kadar yaptım elbette. Yalnız olduğumuza inandığı sırada sırlarını açıklamasını sağladım, sen de oradaydın. Tanrı beni bağışlasın!
Quilp:
– Sırlarını açıklamasını sağladın ha? Gerçekten büyük iş yaptın! diye söylendi. Kapıyı tıkırdatmam konusunda sana ne söylemiştim? Yine sen talihlisin de çocuğun anlattıklarından öğrenmek istediğim şeyin püf noktasını öğrendim; öğrenemeseydim acısını senden çıkarırdım.
Bn. Quilp kocasının bu sözlerinden enikonu etkilenmişti, karşılık vermedi. Adam, biraz da övünerek, ekledi:
– Yalnız, yıldızlarına şükredebilirsin, şu senin Bayan Quilp olmanı sağlayan yıldızlarına demek istiyorum. Evet, yaşlı adamın izinde olduğum için, yeni bir ışık bulduğum için yıldızlarına şükredebilirsin. Bu meseleden şimdi de, başka zaman da bir daha söz ettiğini duymayayım; pek de iyi yemek hazırlama, çünkü yemek vakti evde olmayacağım.
Böyle diyerek, şapkasını giyip kendini dışarı attı. Bn. Quilp biraz önceki oyunda oynadığı rolü hatırladıkça ölçülemeyecek derecede büyük bir üzüntü duyuyordu. O da gitti odasına kapandı, başını yatağın örtüleri arasına gömdü, işlediği günahın üzüntüsüyle acı acı inildemeye koyuldu. Onun kadar az yumuşak kalpli olmayan pek çok kadın bu meseleden çok daha üzücü meseleye mutlaka ondan daha az üzülürdü; çünkü, böyle durumların çoğunda vicdan esnek olur, her biçime girebilir, çeşitli durumlara kendini alıştırabilir. Birtakım kimseler, akıllıca idareleri sayesinde, ılık bir havada çıkarılan flanel ceket gibi, vicdanlarını parça parça bir yana bırakıp zamanla ondan iyice kurtulurlar; daha başkaları da vardır, bunlar osüs eşyasını giyinirlerse de zevk uğruna çıkarıp atarlar; bu da, en büyük, en elverişli gelişme sayıldığı gibi, en çok moda olanıdır.

7
Richard Swiveller:
– Fred, dedi. Vaktiyle pek tutulan şu şarkının melodisini hatırlıyor musun, hani “Gitsin o sıkıcı düşünceler” diye başlayan şarkı? Neşenin sönmekte olan alevini dostluğun kanadıyla yelpazele de şu pembecik şarabı bana iletiver.
Richard Swiveller’in evi Drury Sokağı’ndaydı; bu kolaylığından başka evin bir tütüncü dükkânının üstünde oluşu da işe yarıyordu. Bu sayede canı istediği zaman merdivenin sahanlığına çıkıverip hapşırıyordu; enfiye kutusu almak zahmetinden, masrafından da böylece kurtulmuştu. Yukarıda kaydedilen sözleri de bu evde üzgün arkadaşına cesaret vermek, avutmak için söylemişti. Bu basit sözlerin bile B. Swiveller’in hayalperest şair kafasının birer yakıştırması olduğunu belirtmek hiç de uygunsuz bir iş olmaz; çünkü, o pembecik şarap gerçekte bir bardak soğuk cinle sudan ibaretti. O gecenin şerefine masanın üzerinde duran bir şişeyle sürahiden boşaltılıp elden ele geçiyordu. Swiveller’in dairesi bekâr evi olduğu için kap kacak sıkıntısı vardı, bu da hiç yüz kızarmadan açıklanabilir. Yine hoş bir hayal eseri olarak Swiveller’in bir tek odasından da hep çoğul olarak söz edilirdi. Odanın boş durduğu zamanlarda tütüncü de dükkânının camekânına “Bekârlar için boş odalar” yazılı bir levha koymuştu; Dick Swiveller de bundan yararlanarak, oturduğu yerden söz ederken “odalarım”, “evim” kelimelerini kullanmaktan geri kalmamıştı. Bu şekilde konuşurken, oturduğu yerin büyüklüğünü, oda sayısını tespit etme işini de dinleyenlerin hayal gücüne bırakmış oluyordu elbette.
Bu hayal âlemi içinde göz aldatan bir parça eşya da B.Swiveller’e yardımcı oluyordu. Gerçekte bir divan olan bu eşya bir kitap dolabını andırıyordu, Swiveller’in odasında belirli bir yeri vardı; şüphe uyandırmadığı gibi soru sormaya da meydan bırakmıyordu. Hiç şüphesiz ki gündüzleri Swiveller bunun kitap dolabından başka bir şey olmadığına gerçekten inanıyordu; yatağı görmüyor, çarşafların, yorganların da varlığını inkâr ediyor, bu meseleyi düşüncelerinden uzak tutuyordu. Bunun gerçek görevinden bir tek kelime söz edilmiyordu; geceleri ne işe yaradığına dair en küçük bir ima yoktu; içindeki garip öteberi hakkında da Swiveller’le en yakın arkadaşları arasında bir tek söz geçmemişti. Aldatmacılığa kayıtsız şartsız inanmak Swiveller’in inancının ilk maddesiydi. Onun dostu olmak için, olaylarla belirtilen her türlü delili, mantığı, görüşü, tecrübeyi geri tepip, kitap dolabına körü körüne inanmalıydınız. Bu onun en sevdiği zayıf damarıydı; bunun üzerine titrerdi.
Az önceki sözlerinin hiç de bir etki yaratmaya yaramadığını görünce:
– Fred, dedi. Şu pembeciği bana iletiversene.
Frederic Trent, sabırsız bir hareketle bardağı ona doğru itti, istemeyerek sıyrıldığı o düşünceli havasına yeniden döndü.
Arkadaşı suyla cini karıştırarak:
– Sana bu duruma uygun bir ruh hâli vermeye çalışacağım, Fred, dedi. İşte… Şeyin şerefine…
Öbürü:
– Aman! diye onun sözünü kesti. Bu gevezeliğinle beni sıkıntıdan ölecek hâle getiriyorsun. Sen zaten her zaman neşeli olabilirsin.
Dick Swiveller:
– İyi ama Bay Trent, dedi. Neşeli, akıllı olmaktan dem vuran bir söz vardır: “Kimi insan neşeli olabildiği hâlde akıllı değildir, kimisi de akıllı olabilir ya da olabileceğini düşünür ama neşeli olamaz.” Ben birincisindenim. Bu söz doğruysa, hiç önemsememektense yarısını benimsemek daha iyidir. Her ne hâl ise, ben sana benzeyeceğime neşeli olup akılsız kalayım daha iyi. Ne yalnız birini, ne de yalnız ötekini isterim.
Arkadaşı huysuzlanarak:
– Hınğh! diye homurdandı.
Dick Swiveller:
– Bütün kalbimle inanıyorum ki, dedi. Kibar çevrelerde böyle şeyler bir beye kendi evinde asla söylenmez ama; sen aldırma, rahatına bak.
Bu sözlere, görüşe arkadaşının çabuk huysuzlaştığını ekleyerek pembecik içkisini bitirdi, kendine bir bardak daha doldurdu, büyük bir iştahla tadına baktı, sonra da hayalî bir dostun şerefine kadeh kaldırdı.
– Beyler, izin verirseniz, şu köklü Swiveller ailesine başarılar, özellikle Bay Richard’a iyi talihler dileyeceğim. Bay Richard… –kelimelerin üzerine basa basa konuşuyordu– …bütün parasını dostlarına harcar, katlandığı sıkıntılardan ötürü de hor görülür. Dinleyin, dinleyin!
Öbürü, odayı iki, üç kere arşınladıktan sonra, yerine dönerek:
– Dick, dedi. Hiç sıkıntı çekmeden nasıl servet kazanabileceğini anlatırsam sana, iki dakikacık ciddi konuşmayı kabul eder misin?
Dick Swiveller:
– Sen bana çok yol gösterdin, hiçbirinden delik cepten başka bir sonuç çıkmadı! dedi.
Arkadaşı, iskemlesini masaya yaklaştırarak:
– Bu sefer anlatacağım hikâyenin sonunda daha başka türlü düşüneceksin. Kız kardeşim Nell’i gördün, değil mi?
Dick:
– Kardeşinin nesi var? diye sordu.
– Güzel yüzü var, öyle değil mi?
Dick:
– A! Elbette öyle, dedi. Onun lehine konuşmam gerekirse, ikinizde pek kuvvetli bir akraba benzerliği de yok.
Arkadaşı, sabırsızlanarak, gene:
– Kardeşimin güzel bir yüzü var, değil mi? diye sordu.
Dick:
– Evet, dedi. Güzel bir yüzü var, hem de pek güzel bir yüzü var. E, ne olmuş?
Arkadaşı:
– Anlatacağım, diye karşılık verdi. Hayatımızın sonuna kadar ihtiyarla kedi köpek gibi dalaşacağımız belli; ondan hiçbir şey beklememeliyim. Sanırım ki bunu da anlamışsındır.
Dick:
– Bunu bir yarasa, güneş parıl parıl parlarken bile görebilir, dedi.
– O körolasıca ihtiyarın önce bana ölümünden sonra kardeşimle paylaşmayı beklemeyi öğrettiği paranın çoğunun kardeşime kalacağı da aynı şekilde açıkça görülüyor.
– Öyle olacak ama benim ihtiyara meseleyi anlattığım adamın üzerinde bir etki yarattıysa o başka. Belki de konuşmam işe yaramıştır. Güçlü bir konuşmaydı o, Fred: “İşte pek sevimli yaşlı bir dede!” dedim. Bu sözlerin pek kuvvetli pek dostça, pek de tabii olduğunu düşündüm. Sana da öyle geldi mi?
Öbürü:
– İhtiyara öyle gelmedi, diye karşılık verdi. Onun için, bunun tartışmasını yapmamız gereksiz. Şimdi gel buraya. Nell neredeyse on dört yaşına basacak.
Dick Swiveller:
– Yaşına göre güzel ama biraz ufak, diye babacan bir havayla konuştu.
Fred Trent öbürünün konuşmaya pek az bir ilgi göstermesinden canı sıkılarak:
– Sözlerime devam edeceksem lütfen bir saniye olsun susar mısın? dedi. Şimdi asıl önemli noktaya geliyorum.
Dick:
– Peki, dedi.
– Kız çok duygulu. Yetişme şeklinden olacak, bu yaşta kolayca etki altında tutulup zorlanabilir. Onu elinden tutarsam, kendi isteklerime boyun eğdirmek için pek uğraşmak zorunda kalmayacağım, şöyle bir parça korkutmayla işi savuşturacağım. Şimdi, bin dereden su getirmeden söyleyeyim, onunla evlenmekten seni ne alıkoyabilir ki?
Arkadaşı büyük bir güçle, ciddi bir tavırla bu sözleri söylerken Richard Swiveller sürahinin kulpunu seyretmekteydi. Bu sözleri duyar duymaz öyle şaşırdı ki iki harfli bir kelime bile ağzından güçlükle çıktı:
– Ne?
Fred, arkadaşı üzerinde yaratacağı etkiyi tecrübeyle bildiği için ciddi bir tavırla:
– Seni bundan ne alıkoyabilir, diyorum. Onunla evlenmeni ne önleyebilir? diye sordu.
Dick:
– Kız on dördüne yaklaşmış! diye bağırdı.
Ağabey öfkeli öfkeli karşılık verdi:
– Ben de şimdi hemen evlen demiyorum ki. Diyelim iki yıl sonra ya da üç, dört yıl sonra. Yaşlı adam çok uzun ömürlü olacağa benziyor mu?
Dick başını salladı:
– Pek benzemiyor ama bu yaşlılar yok mu… Onlara hiç güven olmaz, Fred. Dorsetshire’da bir teyzem var, güya ben daha sekiz yaşındayken ölecekti, hâlâ sözünü yerine getirmedi. Bunlar öyle can sıkıcı, öyle sorumsuz, öyle nispetçidirler ki! Ailede sara yoksa onlara hiç güvenemezsin, Fred; varsa bile seni yine de aldatabilirler.
Fred Trent önceki gibi kesin bir tavırla, gözlerini arkadaşından ayırmadan konuştu:
– Öyleyse işi en kötü yanından alalım. Ya ihtiyar adam yaşarsa?
Dick:
– Elbette, dedi. İşte güçlük de burada ya.
Arkadaşı düşüncelerini özetledi:
– Ben diyorum ki, ihtiyar yaşadı diyelim, ben de Nell’i gizlice evlenmeye razı ettim, daha doğrusu, zorladım… Bunun sonu neye varır?
Richard Swiveller biraz düşündükten sonra:
– Ortaya bir aile çıkar ama bu aileyi besleyecek beş para yoktur, dedi.
Öbürü daha da artan bir ağırbaşlılıkla karşılık verdi. Ağırbaşlılığı gerçek de olsa, yapmacık da olsa arkadaşının üzerindeki etkisi birdi.
– İhtiyar ancak kız için yaşıyor diyorum sana! Bütün düşünceleri, canlılığı hep kıza bağlı diyorum. Sözünü dinlemek gibi bir fazilet gösterisinde bulunsam bile beni nasıl himayesine almazsa, kızı, sözünü dinlememek gibi bir davranıştan dolayı mirasından yoksun edemez. Yapamaz bunu. Sen de kafasında gözü olan başka herhangi bir kimse de, isterse, bunu pekâlâ görebilir.
Dick düşünceli düşünceli:
– Gerçekten bu hiç de olacak gibi görünmüyor, dedi.
Arkadaşı:
– Olacak şey değil de onun için olacak gibi görünmüyor, diye karşılık verdi. Ama seni bağışlaması için onu biraz da zorlarsan, diyelim ikimiz arasında geçiştirilemez bir dargınlık, bir ölüm kalım kavgası geçtiğini anlatmaya çalışırsan, sanki arada böyle bir şey varmış gibi davranırsan, ihtiyar bağışlama işini pek çabuk hâlleder. Nell’e gelince, boyuna atılan taş zamanla parçalanır; bu konuda bana güvenebilirsin, bundan şüphen yoktur elbette. İşte böyle, ihtiyar hırbonun tek varisi sen olmana, parayı ikimizin birlikte harcamasına, senin de bu alışverişten güzel, genç bir eş kazanmana varacak.
Dick:
– Adamın zengin olduğuna şüphe yoktur sanırım, dedi.
– Şüphe mi? Geçen gün biz oradayken adamın ağzından neler kaçırdığını fark ettin mi? Şüphe ha? Bakalım daha nelerden şüphe edeceksin, Dick!
Konuşmayı bütün o ustaca dönüşleriyle anlatmak ya da Richard Swiveller’in kalbinin kazanılmasını sağlayan bölümlerini anlatmaya uğraşmak zor olacak. Gurur, ilgi, fakirlik, türlü ekonomik düşünce gibi şeylerin Dick’i teklifi olumlu karşılamaya zorladığını, daha başka zorlamalar bir yanda dururken, doğuştan dikkatsiz oluşunun terazinin kefesini aynı hizaya getirdiğini belirtmek yeter. Bu itici kuvvetlere bir de arkadaşının ona söz geçirmeye çoktan beri alışmış olmasını da eklemek gerekiyor. Başlangıçta biçare Dick’in kesesi, emelleri söz konusu olmuştu. Dick arkadaşının bütün kahrını çektiği hâlde yine de olayların onda dokuzunda hep onu kandırmakla suçlanıyordu; oysa zavallıcığın düşüncesiz kuş beyninden başka da bir silahı yoktu.
Beri yanda hazırlanan dolaplar Richard Swiveller’in hiç beceremeyeceği, anlayamayacağı cinstendi; yalnız, bunları şimdi bir yana bırakmak zorundayız, çünkü artık bir önem taşımıyorlar. Görüşme pek hoş bir şekilde sonuçlanmıştı, Dick Swiveller de öyle iyimser bir hava içindeydi ki bol parası ya da malı olup da kendisine varmaya zorlanabilecek yaradılışta bir kimseyle evlenmeye de itirazı yoktu. İşte bu sırada kapının vurulması, “Buyurun!” diye bağırmak zorunda kalmasıyla düşünceleri yarıda kesildi.
Kapı açıldı, içeriye sabunlu bir kolla keskin bir tütün kokusundan başka giren olmadı. Tütün kokusu aşağıdaki dükkândan geliyordu, sabunlu kol da o sırada merdivenleri temizlemekte olan hizmetçi kızdan uzanmıştı. Kızcağız o sırada kendisine uzatılan bir mektubu almak için elini ılık suyla dolu kovadan çıkarmak zorunda kalmıştı, şimdi elinde tuttuğu mektup da buydu: Yabancı adları kavrayıvermekte kendi sınıfına özgü o garip özelliği göstererek, mektubun B. Swiveller’e ait olduğunu bildirdi.
Dick o yana bakarken oldukça benzi atmış, aptallaşmış görünüyordu; hele mektubu gözden geçirirken bu hâli daha da arttı. Bir kadınla ilişkisi bulunmanın sakıncalarından birinin işte bu olduğunu ileri sürdü: Öyle konuşmak çok kolaymış ama onu unutuvermiş.
Fred Trent:
– Kimi unuttun? diye sordu.
Dick:
– Sophy Wackles’i, dedi.
– O da kim oluyor?
Dick Swiveller:
– O benim hayalimdeki güzeldir, efendim. İşte ta kendisi! diye, içini çekerek söylendi, arkadaşına da ciddi ciddi baktı. Çok sevimlidir, şahanedir o. Sen de tanıyorsun.
Arkadaşı ilgisiz bir tavırla:
– Hatırlıyorum, dedi. Ona ne olmuş yani?
Dick:
– Aman, efendim, diye anlattı. Bayan Sophy Wackles ile bendeniz, yani şu anda sizinle konuşmak şerefini elde etmiş olan âciz kulunuz arasında duygular alınıp verildi ama bunlar çok dürüst, ilham verecek cinsten duygulardı. Emin olun, efendim, tanrıça Diana’nın bile davranışları Sophy Wackles’inkilerin yanında özelliğini kaybediyor. Size bu kadarını söyleyebilirim.
Arkadaşı:
– Yani söylediklerinde gerçek payının bulunduğuna inanmam mı gerekiyor? diye sordu. Aranızda bir âşıktaşlık geçtiğini söylemeye çalışmıyorsun ya?
– Evet, âşıktaşlık oldu. Ama sözleşmek olmadı. Evlenme sözünden caydı diye dava açılamaz. İşin avutucu yanı bu. Ben yazıyla kendimi hiçbir zaman ele vermedim, değil mi, Fred?
– Mektupta ne yazılı, yahu?
– Bu geceki bir eğlentiyi hatırlatıyor, Fred. Yirmi kişilik küçük bir eğlenti. Davetli beylerle hanımların hepsine uygun bir şekilde iltifat etmek gerekirse, iki yüz hafif, inanılmaz ayak parmağı katılacak bu eğlentiye diyebilirim. Bu macerayı sona erdirmek için harekete geçmek gerekiyorsa ben bu eğlentiye gideceğim. Bunu yapacağım, sen korkma. Bu mektubu kızın kendisi mi getirip bırakmış, onu öğrenmek isterim. Öyle yapmışsa kendi mutluluğuna set çektiğinin farkında değil demektir, bu da pek etkileyici bir durum, Fred.
Dick Swiveller bu meseleyi çözümlemek için hizmetçiyi çağırdı. Gerçekten de Bn. Sophy Wackles’in mektubu kendi elleriyle getirip verdiğini öğrendi. Kız görünüşü kurtarmak için de oraya kardeşlerinden biriyle gelmiş, B. Swiveller’in evde olduğunu, kendisinden yukarıya buyurmasını rica ettiğini duyunca da pek şaşmış, bunu yapmaktansa ölmeyi tercih edeceğini söylemiş. Bunu öğrenince Dick Swiveller’in de koltukları kabardı, biraz önce verdiği kararda ısrara pek de niyetli görünmedi ama arkadaşı onun bu davranışını pek umursamadı; belki de Richard Swiveller’e yeteri kadar sözü geçtiğini, gerektiği zaman da bundan yararlanabileceğini düşünmüştü.

8
İş böylece bir yana itildikten sonra, B. Swiveller içinden yemek vaktinin geldiğini hatırladı, daha uzun aç kalırsa sağlık durumunun tehlikeye gireceğini düşündüğü için de en yakın aşevine haberci gönderdi, çarçabuk iki kişilik haşlama dana etiyle sebze yollamalarını istedi. Müşteriyi daha önceden tanıyan aşevi sahipleri bu isteği yerine getirmediler; yalnız, B. Swiveller dana eti yemek ihtiyacını duyuyorsa, oraya kadar zahmet edip gelmesini, etten önce de çoktandır açık kalan hesabı kapamak için bir miktar para getirmesini bildirdiler. B. Swiveller, bu meydan okumadan yılacak yerde, zekâsı, iştahı kamçılanarak, bu sefer daha uzakta başka bir aşevine haber gönderdi. Beyefendinin bu aşevinin methini duymakla kalmayıp, aynı zamanda, daha önce yemek getirttiği aşevinin bir insanın önüne konmayacak derecede kötü et yolladığını da belirtti. Bu siyasi davranışın etkisi, çarçabuk bir tabak tepeleme dolu nefis yemeğin gönderilmesiyle kendini gösterdi. B. Swiveller ile arkadaşı büyük bir iştahla yemeği bitirmeye koyuldular.
Dick Swiveller, kocaman bir kızarmış patatese çatalını batırarak:
– İçinde bulunduğumuz şu an inşallah hayatımızın en kötü anı olur, dedi. Ben patateslerin kabuklarıyla gönderilmesi usulünü beğeniyorum doğrusu. Patatesi doğal hâlinden kurtarmanın da bir başka zevki var… Bilmem anlatabildim mi? Zenginler, kudretliler bunun yabancısıdır… Ah! “İnsanoğlu bundan aşağısını pek istemez, daha üstününü de istemez.” Bu ne doğru söz… Yani, yemekten sonra!
Arkadaşı:
– İnşallah aşevinin sahibi de aşağısını ister de üstününü istemez, diye karşılık verdi. Ama galiba sende bunu bile ödeyecek para yok!
Dick gizli anlamlı bir göz kırparak:
– Yakında hâlledeceğiz, dedi. Garson ne yapabilir ki! Yiyecekler gitti, Fred; bu işin de bir sonu olacak elbet.
Gerçek şu ki garson da galiba bu gerçeği fark etmişti: Boş tabaklarla sahanları almaya geldiği zaman, B. Swiveller, azametli bir ilgisizlik içinde, birazdan dükkânın bulunduğu yana gidince içeriye uğrayıp meseleyi hâlledeceğini söyler söylemez, biraz canı sıkılmış gibi göründü, yiyeceklerin bedeli, ödeme şekli, güvensizlik gibi can sıkıcı meseleler üzerinde bir iki söz mırıldandı. Beyefendi teşrif ettikleri zaman orada bulunup hesabı kolayca ödemesini sağlayabilmek üzere, dükkâna kaçta uğrayacaklarını bilmek istediğini belirtti. B. Swiveller de, içinden, gideceği yerlerin saatlerini güzelce hesapladıktan sonra altıya iki kala ile yedi geçe arasında dükkâna uğrayacağını söyledi. Adam bu zayıf ihtimalin avuntusu içinde gözden kaybolduktan sonra, Richard Swiveller cebinden yağlanmış bir not defteri çıkarıp bir şeyler yazdı. Fred Trent, sırıtarak:
– Dükkâna uğramayı unutmayasın diye not mu alıyorsun? diye sordu.
Soğukkanlı Richard Swiveller:
– Pek öyle sayılmaz, Fred, dedi, iş adamı havası içinde yazmaya devam etti. Bu deftere dükkânların açık bulunduğu saatlerde geçmeme imkân olmayan sokakların adlarını yazıyorum. Bugün yediğimiz yemek de Long Acre Sokağı’nı kapıyor. Geçen hafta Great Queen Caddesi’nden bir çift bot almış, onun da parasını ödememiştim. Şimdi ise Strand’e gitmek için bir tek yolum kaldı. Bu akşam da bir çift eldiven alıp orayı da kapayacağım. Yollar her yönden öylesine çabuk kapanıyorlar ki teyzem bana harçlığımı göndermezse bir aya kadar şehrin üç, dört mil uzağına gitmek zorunda kalacağım.
Fred Trent:
– Sonunda teyzenin pes demesinden yana bir korkun yok ya? diye sordu.
– İnşallah yoktur. Genellikle teyzemi yumuşatmak için altı mektup yetiyordu; bu sefer sekiz mektup gönderdim, hiçbir sonuç alamadım. Yarın sabah bir mektup daha yazacağım. Mektubun her yanını lekeleyip üzerine de biraz su serpmek niyetindeyim; böylece, yaptıklarımdan pişman oldum sanacak. Öyle bir ruh hâli içindeyim ki ne yazacağımı bilemiyorum, deyip karalayacağım. Şu anda geçmişteki hatalı davranışlarımdan ötürü nasıl gözyaşı döktüğümü bir görsen! Bu kısma su serpeceğim. Düşünürken ellerim titriyor. Yine karalayacağım. Bu da etkisini göstermezse her şey bitmiş sayılır.
Dick Swiveller bunları söylerken deftere yazacaklarını da bitirmiş, kalemi küçük kılıfına sokmuş, defterini pek ağırbaşlı, düşünceli bir tavırla kapamıştı. Arkadaşı başka bir yere gitme saatinin geldiğini fark edince Dick Swiveller o pembe şarabıyla, Bn. Sophy Wackles’e değgin düşünceleriyle baş başa kalmıştı.
“Pek birdenbire oldu. Bir erkeğin yüreği korkuyla ağırlaştığı vakit, Sophy Wackles, ortaya çıkınca, sisler dağılır. Çok hoş bir kızdır. Haziranda yeni açmış kırmızı güle benzer. Hiç şüphe yok, tatlı tatlı çalınan bir melodidir o. Gerçekten, pek birdenbire oldu. Evet, Fred’in kardeşi dolayısıyla Sophy’ye karşı hemen soğukluk göstermeye ihtiyaç yok ama pek ileri gitmemek daha doğru olur. Soğumaya başlayacaksam bunu hemen yapmalıyım, ona hiç şüphe yok. Evlenmeye söz vermiş olmakla suçlanma ihtimali var, bu bir. Sophy’nin kendine başka bir koca bulması ihtimali var, bu iki. Sonra… Şey ihtimali de var… Hayır, öyle bir ihtimal yok ama yaş tahtaya basmamak daha doğru olur.”
Bu yarım kalan düşünce Richard Swiveller’in kendinden bile saklamaya çalıştığı bir ihtimaldi: Belki de Sophy’nin çekiciliğine karşı koyamayacaktı; sonra, zayıf bir anına gelip kaderini onun kaderiyle birleştirebilir, pek seve seve kabul ettiği o önemli tasarıdan da, elinde olmayarak, vazgeçebilirdi. Bütün bunlardan ötürü de, hiç vakit kaybetmeden, Sophy ile kavgaya tutuşmayı, yok yere kıskançlık yüzünden mesele çıkarmayı kararlaştırdı. Bu önemli mesele üzerinde karara vardıktan sonra, bardağı sağ elinden sol eline geçirdi, yeniden sağ eline aldı; bunu da, rolünü daha büyük bir dikkatle oynayabilmek için yapmıştı. Sonra, kendine bir parça çekidüzen verip adımlarını rüyalarının tek kahramanının kutsallaştırdığı yere doğru yöneltti.
Sözü geçen yer Chelsea’deydi. Sophy Wackles, dul annesiyle ve iki kız kardeşiyle birlikte, orada, dar gelirli küçük hanımlar için pek küçücük bir okul açmıştı. Çevredekiler bu okulun varlığını birinci katın penceresine asılmış olan yumurta biçimli küçük tabeladan öğrenmişlerdi.Tabelada “Hanımlar Okulu” yazılıydı. Sabahları dokuz buçukla on arası, ayakta sallanan, nazik yaşlarda bir tek kızın, parmaklarının ucuna basarak kapının tokmağını elindeki okuma kitabıyla vurmaya çalıştığı görülürdü. Bu okuldaki eğitim görevleri şu şekilde dağıtılmıştı: İngilizce dil bilgisi, kompozisyon, coğrafya, jimnastik güllelerini kullanma dersleri Bn. Melissa Wackles’in üzerindeydi. Yazı, aritmetik, dans, müzik, genel kültür derslerini Bn. Sophy Wackles üzerine almıştı. El işleri, marka, örnek bezi işleme dersleri Bn. Jane Wackles’indi. Dayak, aç bırakma gibi işkenceler, cezalar da Bn. Wackles’in sorumluluğu altındaydı. Melissa Wackles en büyük kızdı, Sophy ortancaydı, Jane de en küçükleri. Melissa şöyle böyle otuz, otuzbeş yaz görmüştü, sonbaharın sınırındaydı; Sophy, yirmi yaşında taptaze, neşeli, gürbüz bir kızdı, Jane de on altısında ya var, ya yoktu. Bn. Wackles ise üç yirmisinde, mükemmel, yalnız biraz kinci bir yaşlı hanımdı.
İşte Richard Swiveller acele acele güzel Sophy’nın huzurunu bozmak için bu hanımlar okuluna gelmişti. Beyazlargiyinmiş, üzerinde alev gibi bir gülden başka bir süs bulunmayan Sophy onu pek zarif bir işle uğraşırken karşıladı. Yapılan iş de, küçük odayı süsleyen, rüzgârlı havaların dışında her zaman pencere kenarlarında duran çiçek saksılarını yerleştirmekten ibaretti. Bu işin yapılışını seyretmek iznini koparan gündüzlü öğrencilerin duruşları, bir gün önce saçlarını sarı bir başlık içinde kapalı tutmuş olan Jane Wackles’in benzerine pek rastlanmayan lüle lüle saçları, yaşlı hanımla büyük kızının ağırbaşlı kibarlıkları, ağırbaşlı duruşları Swiveller’e pek olağanüstü görünmüştü ama aşırı bir etki yaratmamıştı.
Gerçek şu ki –zevkler ölçüye vurulamayacağına, böylesine garip bir zevk bile kasıtlı, kötü niyetli bir icat olarak nitelendirilemeyeceğine göre gerçek şu ki– Bn. Wackles de büyük kızı da hiçbir zaman B. Swiveller’in yapmacık tavırlarından pek hoşlanamamışlardı: İkisi de onun adı ne zaman geçse “şen bir delikanlı” deyip içlerini çekerek, kötü duygular altında, başlarını sallamaya alışmışlardı. Dick Swiveller’in Sophy’ye karşı takındığı tavırlar da pek anlamsız, geçici, hiçbir şekilde evlenme niyeti taşımadığı anlaşılan tavırlardı; genç hanım da artık bu işi şu ya da bu şekilde bir sonuca bağlamasının doğru olacağına inanmaya başlamıştı. Bundan dolayı da ondan yüz çevirmeyi, bir küçük cesaretlendirmeyle hemen teklif yapmaya hazır görünen bir bahçıvana yönelmeyi kararlaştırmıştı. Bundan dolayı da –yani o eğlenti özellikle bu mesele için düzenlendiğinden– Richard Swiveller’in gelmesini pek istiyordu; Richard’ın okuduğu mektubu evine kadar kendisi getirmeye onu bu istek zorlamıştı.
Bn. Wackles, büyük kızına:
– Alacağı kızı iyi yaşatmaya niyeti de imkânı da varsa bunu bize ya şimdi açıklar ya da bir daha hiç açıklayamaz! diyordu. Sophy de:
– Benimle gerçekten ilgileniyorsa, bu gece açıklamalı! diye düşündü.
Yalnız, bütün bu sözler, davranışlar B. Swiveller’in bilgisinin dışında kaldığı için onu hiç de etkilemediler; oda, içinden, birdenbire nasıl kıskançlık gösterisi yapabileceğini tasarlamaya çalışıyordu. Aynı zamanda Sophy’nin o gece her zamankinden çok daha az güzel görünmesi ya da kendisinin kız kardeşi olması için dua ediyordu. Böylece, aralarında bahçıvan B. Cheggs’in de bulunduğu davetliler gelince B. Swiveller’in işi kolaylaşacaktı. Ne var ki B. Alick Cheggs yalnız, desteksiz gelmedi; akıllılık edip kız kardeşi Bn. Cheggs’i de getirmişti. Kız hemen Sophy’nin yanına koştu, iki elini birden yakalayıp iki yanağından öptü, kolayca duyulabilecek bir sesle, erken gelmemiş olmalarını dilediğini fısıldadı.
Sophy:
– Erken? Hayır, diye karşılık verdi.
Bn. Cheggs, yine önceki gibi fısıldayarak:
– Ah, şekerim, dedi. Öylesine azap çektim, öylesine tasalandım ki buraya saat dörtte gelmemiş olmamız mucize sayılır. Alick öyle sabırsızlanıyordu ki! İnanmazsın, yemek saatinden önce giyinmişti, gözü hep saatteydi, hep bana takılıyordu. Bunlar hep senin yüzünden oluyor, yaramaz arkadaşım.
Sophy kızardı, Alick Cheggs de hanımlardan utanıp kızardı. Sophy’nin annesiyle kız kardeşleri de onun daha çok kızarıp bozarmasını önlemek için ona sevgiler, iltifatlar yağdırdılar, Richard Swiveller’i de kendi hâline bıraktılar. İşte onun da istediği şey buydu; kızmış gibi görünmek için iyi bir bahane bulmuştu. Yalnız, özellikle aramaya geldiği, bulacağını hiç de ummadığı bahaneyi bulunca da cidden pek öfkelenmiş, şu Cheggs denilen adamın küstahlığıyla ne demek istediğini merak etmişti.
Neyse, ilk “kadril”de (halk oyunları bayağı sayıldığı için danslara bu ad veriliyordu) Sophy’nin elini tuttu; böylece de, bir köşede asık suratla oturup ortada dans eden genç hanımın güzelim vücudunu seyretmekte olan rakibine karşı bir üstünlük kazanmış oldu. Üstelik, bu Swiveller’in bahçıvana karşı kazandığı tek üstünlük de olmadı; bütün aileye hafife aldıkları adamın ne değerli bir insan olduğunu göstermek için, belki de içtiği içkinin etkisiyle,öyle kıvrak dönüşler yaptı, öylesine ustalıkla dans etti ki orada bulunanlar şaşırıp kaldılar. Özellikle, pek kısa boylu bir bilginle dans etmekte olan pek uzun boylu bir şey şaşkınlıktan olduğu yerde kalakalmıştı. Bn. Wackles bile o an için eğlenmeye pek hevesli görünen üç küçük kızı azarlamayı unutmuş, aile içinde böyle usta bir dans edenin bulunmasının gerçekten gurur verici bir şey olacağını düşürtmekten de kendini alamamıştı.
İşte bu gergin durumda Bn. Cheggs hararetli, faydalı bir müttefik olduğunu ispatladı: Swiveller’in başarılarını alaycı bir gülümsemeyle küçümsemekle yetinmemiş, her fırsatta da Sophy’nin kulağına böyle gülünç bir yaratık tarafından rahatsız edilmekten, her an Alick’in adama saldırması ihtimalinden korkan kıza avutucu sözler fısıldamaktaydı; Alick’in gözlerinin nasıl da sevgiyle, öfkeyle parıldadığını, gözlerine fazla gelen ihtirasın aynı zamanda burnuna da hücum ettiğini, kıpkırmızı bir parlaklık verdiğini anlatmaktaydı.
Sophy, Alick Cheggs ile iki kere dans edip pek gösterişli bir şekilde ona cesaret veriyormuş gibi davrandıktan sonra Dick Swiveller’e:
– Bayan Cheggs ile dansetmelisin, dedi. Öyle tatlı bir kız ki… Üstelik, ağabeyi de çok hoş.
Dick:
– Çok hoş ha? diye mırıldandı. Buraya bakışından da çok memnun olduğu belli diyebilirim.
Bu sırada, Jane de (önceden tembihlenmişti) saçlarının lülelerini aralayarak, ablasına B. Cheggs’in ne kadar kıskanç görüldüğünü fısıldadı.
Richard Swiveller de:
– Kıskanç mı? dedi. Küstah da ondan.
Jane başını sallayarak:
– Küstah da ondan mı, dediniz, Bay Swiveller? diye sordu. Dikkat edin duymasın, efendim, yoksa pişman olursunuz.
Sophy:
– Aman, sen de, Jane! diye söylendi.
Kardeşi:
– Saçma! diye karşılık verdi. Bay Cheggs’in canı kıskanç olmak istiyorsa niye olmasın yani? Elbette hoşuma gidiyor. Herkes kadar Bay Cheggs’in de kıskanmaya hakkı var, hatta belki de şimdi hak kazanmadıysa bile ileride kıskanmaya herkesten daha çok hak kazanacak. Bunu da en iyi sen biliyorsun, Sophy.
Richard Swiveller’i zamanında harekete geçirmek için iki kardeş arasında düzenlenmiş bir danışıklı dövüştü bu; pek de insancıl niyetlerle hazırlanmıştı ama etkiden yana başarılı olmadı; çünkü vaktinden önce edepsizleşip huysuzlaşan genç hanımlardan biri olan Jane rolüne öyle gereksiz bir önem vermişti ki Swiveller öfkeyle geri çekildi. Dans arkadaşını Alick Cheggs’e bırakırken ona öfkeyle baktı, öteki de buna azametle aynı şekilde karşılık verdi.
Alick Cheggs, Swiveller’i bir köşeye kıstırarak:
– Bana bir şey mi dediniz, efendim? diye sordu. Bizden şüphelenmemeleri için gülümsemek lütfunda bulunun, beyim… Bana bir şey mi dediniz, efendim?
Swiveller, aşağılayıcı bir gülümsemeyle, Cheggs’in ayaklarına baktı, sonra gözlerini ayak bileğine kaldırdı, oradan baldırına, baldırından dizine… Böylece, sağ ayağı hedef tutarak, bele varıncaya kadar gözlerini kaldırmaya devam etti. Belden sonra gözlerini düğmeden düğmeye kaldırarak çeneye vardı, doğruca burnun ortasına geldi. En sonunda gözlerine vardı, o zaman da diklenerek:
– Hayır, efendim, bir şey demedim, karşılığını verdi.
Cheggs, omzunun üstünden bakarak:
– Hınğ… dedi. Bir kere daha gülümsemek lütfunda bulunun, efendim. Belki de benimle konuşmak istemiştiniz, beyim.
– Hayır, efendim, onu da istemedim.
Cheggs, sertlenerek:
– Belki de şimdi bana söyleyecek bir sözünüz yoktur, efendim, dedi.
Bu sözler üzerine Richard Swiveller gözlerini Alick Cheggs’in yüzünden çekti, burnunun ortasından aşağıya doğru indirerek beline, derken sağ bacağına, yine ayaklarına getirdi, dikkatle inceledi; bunu yaptıktan sonra, öbür yana geçti, öbür bacaktan yukarı çıkmaya başladı; böylece, önce olduğu gibi beline yaklaştı, gözlerine varınca da:
– Hayır, efendim, yok, dedi.
Cheggs:
– Ya, gerçekten öyle mi? dedi. Buna sevindim. Bir diyeceğiniz olursa beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz sanırım, efendim.
– Bilmek istediğim zaman kolayca araştırabilirim, efendim.
– Daha başka bir şey söylememize ihtiyaç kalmadı sanırım, efendim.
– Başka bir şey yok, efendim.
Bu sözlerden sonra, karşılıklı kaşlarını çatarak, bu muazzam konuşmayı bitirdiler. Cheggs elini Sophy’ye vermek için acele etti, Swiveller de pek küskün bir hâlde bir köşeye oturdu.
Bu köşenin yanı başında da Bn. Wackles ile kızları oturmuşlar, dansı seyrediyorlardı. Bn. Cheggs ara sıra, dans arkadaşı figür yapmakla meşgulken, onların yanına koşuyor, Richard Swiveller’in ruhunu kemirip bitiren bir iki sözcük söyleyiveriyordu. Okulun gündüzlü öğrencilerinden ikisi de birer sandalyeye oturmuşlar, cesaret alabilmek üzere, gözlerini Bn. Wackles ile kızlarına dikmişlerdi. Kızlarla anneleri gülümseyince iskemlede oturan iki küçük kız da aynı şekilde gülümseyerek ilgi toplamaya çalıştılar ama yaşlı kadın bunu hemen fark edip kaşlarını çattı, bir daha böyle bir küstahlık yaparlarsa hep birden evlerine gönderileceklerini söyledi. Bu korkutma kızlardan pek zayıf, pek ürkek bir yaradılışta olan birinin gözlerinden yaşlar akmasına yol açtı, bu kabaca davranıştan ötürü kızların ikisi de öbür öğrencilerin hepsini dehşete düşüren bir çabuklukla dışarı fırladılar.
Bn. Cheggs bir kere daha yanlarına yaklaşarak:
– Size öyle haberlerim var ki! dedi. Alick, Sophy’ye öyle şeyler söylüyordu ki! Vallahi, inanın bana, bu çok ciddi, çok kesin; orası belli.
Bn. Wackles:
– Ne diyordu, şekerim? diye sordu.
– Her türlü şeyi söylüyordu. Nasıl açık konuştuğunu düşünemezsiniz.
Richard Swiveller daha fazlasını dinlememenin doğru olacağını düşündü, dansa ara verilmesinden, Bay Cheggs’in yaşlı kadına saygı gösterisinde bulunmak üzere o yana yaklaşmasından yararlanarak, büyük bir dikkatle büründüğü bir vurdumduymazlık havası içinde, kapıya doğru yürüdü. Yolu üzerinde o şahane lüle lüle saçları içinde, zayıf bir yaşlı adamla kırıştırmakta olan Jane Wackles’e rastladı (Daha iyisi bulunmayınca eldekiyle yetinmek iyi olur.). Kapının hemen yakınında da Sophy oturuyordu. Genç kız Cheggs’in göstermiş olduğu ilgiden ötürü hâlâ heyecan, şaşkınlık içindeydi. Richard Swiveller de kızın yanında bir saniye kadar durup, bir iki kelimeyle vedalaştı. Üzgün bir hâlle kıza bakarak: “Kayığım kıyıda, kalyonum denize açıldı ama ben bu kapıdan geçip gitmeden önce size elveda diyeceğim.” diye mırıldandı.
Çevirdiği oyunun sonunda neşesi kaçan Sophy de:
– Gidiyor musunuz? diye sordu ama, yine de ilgisiz görünmeyi başardı.
Dick:
– Gidiyor muyum? diye acı acı bağırdı. Evet, gidiyorum. Ne olmuş yani?
– Hiç… Yalnız, daha çok erken de. Yine de siz gönlünüzün efendisisiniz, nasıl isterseniz öyle yapın.
Dick:
– Kendimin hanımı da olsaydım sizi hiç düşünmeye kalmadan çeker giderdim, dedi. Ben sizin dürüst bir kız olduğunuza inanmıştım, bu inancımdan ötürü de mutluydum; şimdi de hem böylesine güzel, hem böylesine aldatıcı bir kızı tanıdığım için üzgünüm.
Sophy dudağını ısırdı, uzakta kana kana limonata içmekte olan Alick Cheggs’e büyük bir ilgiyle bakıyormuş gibi yaptı.
Dick, gelişinin gerçek amacını biraz da unutmuş gibi görünerek:
– Buraya bağrım açılmış, yüreğim kabarmış, duygularım uyanmış bir hâlde gelmiştim, dedi. Anlaşılan, öyleyken yine de anlatılmasına imkân olmayan duygularla gidiyorum; bu gece, en iyi duygularımın hiç edilmiş olması gerçeğini içimde duyarak gidiyorum.
Sophy, yere indirilmiş gözlerle:
– Ne demek istediğinizi anlamadığıma eminim, Bay Swiveller, dedi. Şey ettimse özür dilerim…
– Özür mü dilersiniz, küçük hanım? Bir Cheggs’e sahip olduğunuz için mi özür diliyorsunuz? Ben ise size çok iyi bir gece diliyorum. Yalnız, sözlerimi bitirirken şunu da belirtmek isterim ki şu sırada benim için büyümekte olan bir genç hanım var; bu hanım ancak kendisi bakımından çekici olmakla kalmayıp büyük bir servete de sahiptir, bir akrabasına beni kendisiyle evlenmeye ikna etme görevini vermiştir; ben de, ailesinin bazı fertlerine karşı saygı beslediğim için, evlenme sözü verdim. Genç, sevimli bir kızın benim sayemde büyüyüp genç bir hanım olmaya hazırlanması, benim için de şimdi para biriktirmesi gerçekten hoşa gidecek bir durum. Bunu işitmekle sizin de sevinç duyacağınıza inanıyorum. Bundan şöyle bir söz edeyim dedim. Şimdi bana, bu kadar uzun bir süre dikkatinizi dağıttığımdan ötürü özür dilemek kalıyor. İyi geceler.
Richard Swiveller evine gelip de, elinde fanus, lambanın üzerine eğildiği sırada:
– Bütün bunların arasından fırlayan bir tek iyi şey var, diye kendi kendine söylendi. O da, artık Fred’in küçük Nelly ile ilgili tasarısında onunla kalp kalbe, el ele, diz dize birlikte olmam meselesi. Benim bu tasarıya böyle kuvvetle bel bağlamama da elbette sevinecektir. Yarın her şeyi öğrenecek. Şimdi ise, vakit bir hayli geciktiğine göre, ben de gözümü kapayıp uykudan biraz nasibimi almaya çalışayım.
Nasip istenir istenmez alındı. Birkaç saniye içinde derin uykuya dalmıştı. Rüyasında da, Nelly Trent ile evlenip mal sahibi olduğunu, yaptığı ilk işin de Alick Cheggs’in bostanını bir tuğla harmanı hâline getirmek olduğunu görmeye başlamıştı.

9
Çocuk, Bn. Quilp’e içini dökerken, düşüncelerinin acılık, bunaltıcılık derecesini, evinin üzerini kaplayan ocağına karanlık gölgeler düşüren bulutun ağırlığını ancak pek belli belirsiz bir şekilde anlatabilmişti. Üstelik, kızın sürdüğü hayatı yakından bilmeyen, kasvetini, yalnızlığını yeterince içinde duymayan, öylesine büyük bir şefkatle bağlandığı yaşlı adamı şu ya da bu nedenden ötürü kırıp gücendirme korkusu içinde yaşadığını bilmeyen birine açılmak çok zordu. Ayrıca, bu korku da kızcağızın yüreğini büzmüş, onu ürkek bir insan hâline getirmişti.
Çünkü Nell’den böyle yaşlar boşanması değişiklikle renklenmeyen, hoş arkadaşlıklarla neşelenmeyen tekdüze günler yaşamasından ileri gelmiyordu; o karanlık korkunç ikindi saatleri, uzun yalnız gecelerden de gelmiyordu; körpe yürekleri gümbür gümbür attıran her çeşit hafif, kolay elde edilen zevklerin yokluğundan ya da çocukluktan yana zayıflığından, kolayca yaralanan ruhundan başka bir şey öğrenememiş olmasından da değildi bu. Yaşlı adamın gizli bir derdin baskısı altında ezildiğini görmek, o şaşkın huzursuz hâlini fark etmek, zaman zaman onun aklını kaybetmekte olduğu korkusunu duymak, konuşmalarında, bakışlarında delilik işaretleri aramak, her gün oturup bu belirtileri gözlemek, ne olursa olsun dünyada onlara yardım edecek, akıl verecek, onlarla ilgilenecek bir kimseleri bulunmadan yapayalnız yaşadıklarını bilmek… İşte bunlar daha yaşlı bir bağıra olanca ağırlığıyla çöken tasa, kuşku nedenleri olabilir ama, onu neşelendirip hâlinden memnunluk duyabilmesi için bir yığın da etki harekete geçer. Bir de bunların küçük bir çocuğun zihninde oldum olası yer etmiş bulunduklarını, yavrucağın hep böyle düşüncelerle çevrili olduğunu, bu yüzden de huzursuzluk içinde yaşadığını düşünün.
Yaşlı adamın gözünde Nell yine eskisi gibiydi. Adamcağız, zihnini boyuna kurcalayıp huzurunu kaçıran o hayaletten bir an için kurtulabilecek olsa, körpe can yoldaşı, ruhunun ta derinliklerine işleyen o değişmez gülüşüyle, değişmez sözleriyle, değişmez neşesiyle, sevgisiyle, ilgisiyle hayatı boyunca yanından ayrılmamış gibi geliyordu. Böylece de kızın kalbinin kitabını kendisine gösterilen birinci sayfasından okumaktan memnunluk duyarak, kitabın öbür sayfalarında gizlenen hikâyeyi hiç aklına bile getirmeden yaşayışını sürdürüyor, hiç değilse çocuğun mutlu olduğunu düşünüyordu.
Çocuk, bir zamanlar mutlu olmuştu. Loş odalarda türkü söyleyerek gezinmiş, o tozlanmış değerli eşyalar arasında neşeli hafif adımlarla dolaşıp gençliğiyle onları daha da yaşlandırmış, neşeli, şen varlığıyla daha ağırbaşlı, daha çirkin göstermişti. Şimdi ise odalar soğuk, kasvetliydiler; kızcağız da, sıkıcı saatleri geçirmek üzere küçük odasından çıkıp bunlardan birinde oturduğu zamanlar da odaların kımıldamayan eşyası kadar sessiz, hareketsiz duruyor, kendi sesiyle yankılar uyandırmaya da gönlü elvermiyordu.
Bu odalardan birinde sokağa bakan bir pencere vardı ki, çocuk birçok günler ikindi vaktine, hatta çoğu kere gecenin geç saatlerine kadar bunun önünde yapayalnız, düşünceli düşünceli oturuyordu. Hiç kimse yol gözleyip bekleyenler kadar kuşkulu olamaz; böyle zamanlarda kötü hayaller kalabalık sürüler hâlinde o kimsenin zihnine doğru saldırır.
Kızcağız da alaca karanlıkta pencerenin önünde yerini alıyor, yoldan gelip geçenleri, karşı evlerin pencerelerinde görünenleri seyrediyordu; bir yandan da bu insanların onu böyle otururken görünce bir dost bulduklarını düşünüp düşünmediklerini merak ediyordu, bunu düşünürken de öbürlerinin pencerelerden şöyle bir bakıp başlarını yine içeri çektiklerini görüyordu. Damlardan birinde eğri büğrü bir yığın baca vardı; çoğu zaman kızcağız bunlara bakarken karşıdan kendisini gözleyen, odaya girmek isteyen bir sürü çirkin surat görüyormuş gibi oluyordu. Ortalık bacaları göremeyecek kadar kararınca da bayağı seviniyordu ama adam gelip de sokak lambalarını yakınca yine içini üzüntü kaplıyordu, çünkü sokak lambaları vakti daha geç gösteriyor, içerisini de pek kasvetlendiriyordu. Bundan sonra da kızcağız başını geriye çevirip odada her şeyin yerli yerinde olduğunu, hiçbir şeyin kıpırdamadığını görüyordu. Yeniden sokağa bakınca da sırtında bir tabut taşıyan bir adamla arkasından bir ölü evine doğru sessiz sessiz yürüyen bir iki kişiyi gördüğü de oluyordu. İşte bu da yavrucağızı ürpertiyor, kötü şeyler düşünmesine yol açıyor, en sonunda yine yaşlı adamın değişen yüzü, tavırları aklına geliyor, yeni bir korku, kuşku kervanı sökün ediyordu: Ya adam ölecek olursa… Birden hastalanıp da bir daha eve sağ salim dönmeyecek olursa?.. Ya bir gece eve gelip onu her zamanki gibi öpüp hayır duasını okuduktan sonra, kendisi de yatağına yatıp uykuya daldıktan, belki de tatlı rüyalar görmeye başladıktan sonra adam kendini öldürecek olur da kanı kızcağızın odasının kapısına kadar ağır ağır akarsa?.. Bunlar akla getirilemeyecek derecede korkunç düşüncelerdi, kızcağız da yine artık daha seyrek arşınlanan, daha karanlık, daha sessiz olan sokağı seyretmeye koyuluyordu. Dükkânlar hızla kapanıyorlardı; komşular yattıkları için de üst katlardaki camlarda ışıklar yanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş bunlar da azalıp kayboluyor ya da yerlerini bütün gece yanacak olan mum ışıklarına bırakıyorlardı. Pek de uzakta olmayan bir dükkânda ise hâlâ kaldırımı aydınlatacak kadar kuvvetli ışık vardı; pek parlak, pek dostça görünüyordu. Biraz sonra bu dükkân da kapanıyor, ışığı sönüyordu; şimdi her yer kasvetli, sessizdi; ancak kaldırımdan tek tük ayak sesleriyle ya da evine gecikmiş birinin içeride uyuyanları uyandırmak için kapıyı hızlı hızlı çalmasıyla sokakta bir ses oluyordu.
Gecenin bu saati gelince çocuk pencereyi kapayıp yavaşça merdivenlerden iniyor, bu arada o sık sık rüyalarına giren aşağıdaki korkunç suratlardan biri yarı yolda karşısına çıkıverirse kim bilir ne kadar korkacağını düşünüyordu. Kendi odasının güzelce yakılmış lambası, alışkın olduğu manzarası içinde bu korkular kayboluyordu. Yaşlı adam için, iç huzurunu yeniden bulabilmesi, eski mutluluklarına kavuşabilmeleri için gözleri yaşlı, yanık yanık dua ettikten sonra başını yastığa koyup ağlaya ağlaya uykuya dalıyordu. Çoğu kere de ortalık aydınlanmadan, kapı çalınıyor mu diye, uykusundan uyanıp hayalî konukları bekliyordu.
Bir akşam, Nelly’nin Bn. Quilp ile konuştuğu günden sonraki üçüncü gece, bütün günü hâlsiz, hasta geçirmiş olan yaşlı adam evden çıkmayacağını söyledi. Çocuğun gözleri bu haberle hemen parıldamıştı; adamcağızın yorgun, hasta yüzüne gözü ilişince neşesi yine kayboldu.
Yaşlı adam:
– İki gün, dedi. Tam iki gün geçti, bir karşılık yok. Sana ne söylemişti, Nell?
– Tam olarak sana anlattıklarımı söylemişti, dedeciğim, vallahi öyle.
Yaşlı adam hafif bir sesle:
– Doğru, dedi. Evet. Yalnız, bana bir kere daha söyle, Nell. Hafızam beni yanıltıyor. Neydi sana söylediği, Nell? Beni yarın ya da öbürkü gün göreceğinden başka bir şey söylemedi mi? Mektupta da bu vardı.
Çocuk:
– Başka bir şey söylemedi, dedi. Yarın yine o adama gideyim mi, dedeciğim? Erkenden gitsem? Kahvaltıdan önce gidip dönerim.
Yaşlı adam başını salladı, tasalı tasalı göğüs geçirip çocuğu kendine doğru çekti.
– Bunun bir faydası olmaz, yavrucuğum, hiçbir işe yaramaz, ya tam şu sırada beni bırakıp giderse, Nell, yani kaybettiğim bütün zamanın, paranın, beni bu hâle getiren o ıstırabın acısını onun yardımıyla çıkarmak üzere olduğum şu sırada bunu yaparsa, ben mahvolurum. İşin kötüsü, hep senin uğruna çalışıp didindiğim hâlde seni de mahvederim. Dilenci olursak…
Çocuk, cesaretle:
– Dilenci olursak olalım, dedi. Hadi, dilenci olalım da mutluluğa kavuşalım.
Yaşlı adam:
– Dilencilikle mutluluk ha! dedi. Zavallı yavrucak!
Kızcağız kızarmış yüzünde parlayan bir canlılıkla, titrek bir sesle, ihtiraslı bir tavırla:
– Ben artık çocuk değilim sanırım, dedeciğim, dedi. Çocukluk ediyorsam bile! Ah, şimdiki gibi yaşayacağımıza dilenebilmemiz ya da yol ortalarında, tarlalarda çalışabilmemiz için nasıl dua ettiğimi bilesin!
Yaşlı adam:
– Nelly! dedi.
Çocuk öncekinden daha ağırbaşlı bir tavırla:
– Evet, evet, dedi. Şimdiki gibi yaşayacağımıza, öyle olsun daha iyi. Üzgünsen ben de nedenini öğrenip seninle üzüleyim; takatten düşüyorsan, her gün biraz daha solup zayıflıyorsan, bırak da sana bakıp avutmaya çalışayım. Sen fakirsen, birlikte fakir olalım; yeter ki senin yanında olmama izin ver, bırak da seninle beraber olayım. Sen böyle değişirken nedenini benden gizleme, çünkü ben de yürek üzüntüsünden öleceğim. Sevgili dedeciğim, hadi yarın bu üzüntülü yeri bırakıp gidelim, kapı kapı dilenelim.
Dede yüzünü elleriyle örttü, yattığı kanepenin yastığı içine sakladı.
Çocuk, bir kolunu yaşlı adamın boynuna dolayarak:
– Hadi, gel dilenci olalım, dedi. Yeteri kadar kazanç sağlamamaktan korkum yok benim, mutlaka kazanacağız, buna eminim. Yürüye yürüye köylere gidelim, tarlalarda, ağaç diplerinde uyuyalım, bir daha da parayı ya da seni üzen başka şeyleri hiç düşünmeyelim. Geceleri dinlenelim, gündüzleri de güneş, rüzgâr yüzümüze vursun, birlikte Tanrı’ya şükredelim. Bir daha karanlık odalara, üzüntü dolu evlere adım atmayalım da dilediğimiz gibi, orası senin, burası benim, dolaşalım. Sen yorulunca bulabildiğimiz en güzel yerde dururuz, dinlenirsin, ben de gider ikimiz adına dilenirim.
Çocuk başını yaşlı adamın boynuna bırakırken sesi hıçkırıklar arasında kayboldu. Yavrucak tek başına ağlamıyordu.
Bunlar başkalarının kulaklarına uygun kelimeler olmadıkları gibi manzara da başka gözlere göre değildi. Yine de orada başka kulaklar, gözler vardı, olup bitenleri hırsla kapmaya çalışıyorlardı. Üstelik, bunlar B. Daniel Quilp’den başkasının gözleri, kulakları değildi. Çocuk yaşlı adamın yanına gittiği sırada görünmeden içeri girmiş, konuşmayı yarıda kesmekten –incelik gösterip– kaçınmış, yüzünde o alışılmış gülümsemeyle durmuş, konuşulanları dinlemişti. Yalnız, daha önce hayli yol yürümekten yorulmuş bir kimse için ayakta durmak gerçekten usandırıcı bir iştir. Cüce de, her gittiği yere kolayca alışabilen tiplerden olduğundan, çok geçmeden gözüne bir koltuk kestirmiş, görülmemiş bir çabuklukla koltuğun üzerine atlayıp ayaklarını da koltuğun oturulacak yerine basacak şekilde arkalığına oturmuş, bulunduğu yerden rahatça odadakileri seyredip konuşmalarını dinlemeye koyulmuştu. Maymun gibi acayip hareketler yapma tutkusunu da yerine getirebildiği için de pek memnundu. İşte böylece, bir eli çenesine dayalı, başı biraz yana dönmüş, çirkin yüzü sinsice bir sırıtışla karmakarışık olmuş, oturuyordu. Bir süre sonra yaşlı adam da o yana bakınca en sonunda cüceyi gördü, anlatılamaz bir şaşkınlık duydu.
Çocuk da, bu sevimli yaratığı görür görmez, hafif bir çığlık kopardı. O da, yaşlı adam da, ilk şaşkınlıkları sırasında, gördüklerinin gerçek olmasından da biraz şüphelenerek ne diyeceklerini bilememiş, şaşkın şaşkın cüceye bakakalmışlardı. Bu karşılama töreninden hiç de alınmayan Daniel Quilp, istifini bozmadan, hoşgörür bir tavırla, başını iki üç kere sallamakla yetindi. En sonunda, yaşlı adam cüceye adıyla seslendi, oraya nasıl geldiğini sordu.
Quilp, başparmağını omzunun üstünden geriye doğru uzatarak:
– Kapıdan geldim, dedi. Anahtar deliklerinden içeri girebilecek kadar minik değilim! Keşke öyle olsaydım! Seninle özel olarak konuşmak istiyorum; ama, yalnız olmalıyız. Yanımızda kimse bulunmamalı, komşum. Güle güle, küçük Nelly.
Nell, yaşlı adama baktı, o da kıza başını sallayıp çekilmesini işaret etti, yanağından öptü.
Cüce dudaklarını şapırdatarak:
– Ah, dedi. Bu ne güzel bir öpücük böyle! Tam da kırmızı yere isabet etti. Ne enfes bir öpücük!
Bu sözler üzerine Nell çarçabuk odadan kayboldu, Quilp kızın arkasından yan gözle hayran hayran baktı, çocuk kapıyı kapayınca da yaşlı adama torununun güzelliğinden dem vurup iltifat yağdırmaya başladı. Kısa bacağını ovuşturarak:
– Açmaya hazır ne alçak gönüllü küçük bir tomurcuk, komşum! dedi. Gözlerini de durmadan kırpıştırıyordu. Ah, ne de nonoş, totoş potoş tomurcuk şu küçük Nell!
Yaşlı adam buna zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdi, büyük bir sabırsızlık içinde olduğunu gizlemekte zorluk çektiği de belliydi. Bu, adamcağıza işkence yapmaktan hoşlanan Quilp’in de gözünden kaçmamıştı. Zaten Quilp, eline imkân geçirdi mi, karşısına çıkan herkese işkence etmekten hoşlanırdı.
Ağır ağır konuşarak, kendini bu konuya enikonu kaptırmış görünerek:
– Kızcağız ne de ufacık, ne de dolgun, ne de güzel, ne de kusursuz yaratılmış! dedi. Üstelik, o mavi damarlarıyla, o saydam derisiyle öylesine de hoş ki! Ya o küçücük ayakları, insanı büyüleyen davranışları yok mu! Peki ama, sen sinirlisin yahu! Ne oldu, komşu, nen var senin? Sana yemin ederim ki… Cüce, bunları söylerken koltuğuntepesinden inip, yukarıya fırlayışındaki çabukluğun tersine, koltuğun oturulacak yerine ağır ağır yerleşti. Sana yemin ederim ki eski kanın damarlarda bu kadar çabuk akacağını, böylesine kaynayabileceğini hiç bilmiyordum; yoluna zoraki devam ettiğini, serin, adamakıllı serin olduğunu sanıyordum. Öyle olması gerektiğine de aşağı yukarı eminim. Seninkisi çığrından çıkmış galiba, komşum.
Yaşlı adam iki eliyle başını tutarak:
– Galiba öyle olmuş, dedi. Burada yanan bir ateş var, ara sıra da ad vermekten korktuğum bir şey duruyor burada.
Cüce hiçbir şey söylemedi; yalnız, yaşlı adamın tedirgin olmuş bir hâlde odanın içinde bir aşağı, bir yukarı gezinişini seyretti. Biraz sonra, adamcağız gelip yerine oturdu. Başı göğsüne düşmüştü; bir zaman yerinden kıpırdamadan durdu, sonra birdenbire başını kaldırarak konuştu:
– Sana ilk ve son defa soruyorum. Bana para getirdin mi?
Quilp:
– Hayır, dedi.
Yaşlı adam çaresiz bir hâlde ellerini birbirine kenetleyerek yukarıya doğru baktı.
– Öyleyse çocuk da, ben de mahvolduk.
Quilp ona ciddi ciddi bakıp, dikkatini çekebilmek için parmaklarını iki, üç kere masaya vurdu.
– Komşum, dedi. Bırak da seninle açık konuşayım. Bütün kâğıtların senin elinde bulunduğu, benim de bunların arkalarından başka bir şey göremediğim zamanlarda olduğundan daha dürüst bir oyun oynayayım. Şimdi senin benden gizli bir şeyin yok artık.
Yaşlı adam titreyerek başını kaldırıp baktı.
Quilp:
– Şaşırdın, dedi. Eh, kim bilir belki de bunu pek olağan karşılamak gerek. Bak sana söylüyorum: Artık benden gizli bir şeyin yok işte. Hayır, bir tek şeyin bile yok, çünkü artık bütün o paraların benden aldığın borçların, malzemenin yerlerini bulduğunu biliyorum. Yerin adını söyleyeyim mi?
Yaşlı adam:
– E, söyleyeceksen söyle, dedi.
Quilp:
– Kumar masaları, diye karşılık verdi. Senin gittiğin yerler oraları işte. Servet kazanmak için hazırladığın o değerli tasarı da buydu, değil mi? Benim paramı yatıracağım o gizli kaynak da buydu ama, senin sandığın kadar aptal olsaydım! Senin o bitmek tükenmek bilmeyen altın madenin, El Dorado’n da buydu ha?
Yaşlı adam parlayan gözlerle cüceye dönerek:
– Evet, diye bağırdı. Öyleydi, yine de öyle, ben ölünceye kadar da öyle kalacak!
Quilp ona nefretle baktı:
– Bir bayağı, süprüntü kumarbaz beni kör edecekti ha? dedi.
Yaşlı adam, hırsla:
– Kumarbaz değilim ben! dedi. Tanrı biliyor ya, asla kendi kazancım ya da oyun aşkı uğruna oyun oynamadım; her oyunda parayı ortaya koyarken içimden o öksüz yavrunun adını söyledim, Tanrı’ya bu tehlikeli işte yardımcı olması için yalvardım. Hiç de yardımcı olmadı. Kimi zengin etti? Birlikte oyun oynadıklarım kimlerdi? Yağmacılıkla, düzenbazlıkla, kavgacılıkla yaşayan kimselerdi; altınlarını kötülük yaparak harcayanlar, ortalığa kötülük yayanlardı. Ben onlardan kazanacaktım, benim kazandıklarım son kuruşuna kadar da körpe, günahsız bir çocuğa hediye edilecek, bu paralar onun hayatını tatlılaştırıp mutluluğa kavuşturacaktı. Neyi azaltacaklardı? Yıkma yollarını, kötülüğü, sefaleti azaltacaklardı. Böyle bir amaç uğruna kim umuda kapılmaz ki? Şunu söylesene bana: Kim benim gibi umuda kapılmazdı ki?
Quilp yaşlı adamın üzüntüsüyle, öfkesiyle bir an için alaycı havasından uzaklaşmıştı.
– Bu çılgınca işe ne zaman başladın? diye sordu.
Yaşlı adam elini alnına götürerek:
– Ne zaman mı başladım? dedi. Acaba ne zaman başlamıştım? Buna başlamak için ne kadar az para biriktirdiğimi, bu parayı biriktirebilmenin ne kadar uzun zaman aldığını, benim yaşımda birinin ömrünün ne kadar az kalmış olabileceğini, yavrucağın da şu amansız dünyada, sefaletin eşiğinde nasıl yapayalnız kalacağını düşündüğüm günden daha iyi bir zaman olabilir miydi? İşte bunu düşünmeye de o zaman başladım.
Quilp:
– Değerli torununu apar topar denize göndermen için bana geldikten sonra mı? diye sordu.
– Ondan kısa bir süre sonra. Bunu uzun bir süre düşünmüştüm, ayrıca rüyalarıma girmişti. Sonra da başladım işe. Oyundan hiç zevk almamıştım, zaten alacağımı da ummuyordum. Şimdiye kadar da bana tasalı günlerden, uykusuz gecelerden, sağlığımı, iç huzurumu kaybetmekten dolayı bitkinlik, üzüntü getirmekten başka ne işe yaradı ki!
– Önce oyuna yatırdığın parayı kaybettin, sonra bana geldin. Dediğine göre, servet yaptığını düşünürken kendini dilenci yapıyormuşsun, ha? Vay canına! Senin toparlayabildiğin ne kadar süprüntü varsa hepsinin güveni, malın satış faturası da bana aitti elbette! Cüce bunları söyledikten sonra ayağa kalktı, sanki hiçbir şeyin alınmamış olduğuna kanaat getirmek istiyormuş gibi çevresine bakındı. Peki ama, hiç kazanmadın mı?
Yaşlı adam:
– Hayır, hiç! diye inledi. Kaybettiklerimi hiç geri alamadım.
Cüce:
– Ben de, bir insan yeteri kadar uzun bir süre oynarsa eninde sonunda mutlaka kazanır sanıyordum, diye alaylı alaylı söylendi. Hiç değilse, oyundan yenik çıkmaz diye düşünüyordum.
Yaşlı adam, birdenbire yerinden fırlayıp o bitkin, çaresiz hâlinden kurtuldu, heyecanla:
– Nitekim öyledir de! diye bağırdı. Öyledir. Bunu ben işin başından beri seziyorum; öteden beri de biliyordum ama, duygularım asla şimdiki kadar kuvvetli olmadı. Üç gece rüyamda aynı miktarda büyük bir para kazandığımı gördüm, Quilp. Daha önce, sık sık denediğim hâlde, böyle bir rüya görememiştim. Şimdi elime bu fırsat geçmişken beni yüzüstü bırakma. Senden başka başvuracağım bir yer yok. Bana biraz yardım et de son bir defa talihimi deneyeyim.
Cüce omuzlarını silkip başını salladı.
Yaşlı adam, eli titreye titreye, cebinden birkaç kâğıt çıkardı, cücenin kolunu yakalayarak:
– Bak iyi kalpli Quilp’çik, dedi. Şunlara bak, yeter. Şu sayılara bak, bunlar uzun bir hesaplamanın, acı veren korkunç deneylerin sonucudur. Muhakkak kazanacağım. Ancak bir kerecik daha bir parça yardım istiyorum, birkaç lira, yani iki destecik lira yeter, Quilp’çiğim.
Cüce:
– Son verdiğim borç yetmiş liraydı, dedi. O da bir gecede gitti!
– Gittiğini biliyorum ama, o en büyük talihsizlikti, daha vakit gelmemişti, Quilp, düşün, düşün! Yaşlı adam öyle tir tir titriyordu ki elindeki kâğıtlar rüzgâra tutulmuş gibi uçuşmaya başlamışlardı. Ah, şu öksüz çocuk! Yalnız olsaydım, sevine sevine ölürdüm; belki öylesine eşitsizlik içinde hüküm süren kadere bile hak verirdim. Kuvvetli, mutlu insanların en üstün oldukları sırada karşılarına çıktığı hâlde çaresizlik içinde ondan medet uman fakirleri, zavallıları görmemezlikten gelen kaderi haklı görebilirdim. Ne var ki yaptıklarım hep o kız içindi. Yavrucağın hatırı için bana yardım et, yalvarıyorum sana! Kendim için değil, yavrucak için!
Quilp, kendini iyice toparlamış bir tavırla saatine bakarak:
– Özür dilerim, dedi. Şehirde birine sözüm var, öyle olmasa seve seve yarım saat daha kalıp kendini azıcık toplamanı beklerdim.
Yaşlı adam cücenin eteklerine sarılarak:
– Benim iyi yürekli Quilp’çiğim! diye soluk soluğa inledi. Bundan önce de seninle ikimiz, bir kere değil, birkaç kere, yavrucağın zavallı annesinin başından geçenleri konuşmuştuk. Kimbilir belki de yavrucağın sefalete düşmesi korkusu daha o zaman içimde yer etmişti. Bana sert davranma! Şunu da hesaba katıver: Benim sayemde çok kazanç sağladın. Ah, şu son umut uğruna bana parayı bağışlayıver!
Quilp, alışılmamış bir kibarlıkla:
– Vallahi, bunu yapamama imkân yok, dedi. Yalnız, bak sana ne söyleyeceğim: Şunu unutma ki içimizde en akıllı olan bile yanılıp hata işleyebilir. İşte ben de Nelly ile yapayalnız sürdüğün o yoksul hayata öylesine aldanmıştım ki!
Yaşlı adam:
– Ne yaptımsa hepsi o cazip serveti çekebilmek uğruna para biriktirmek, yavrucağızın zaferini büyültmek için yapılmıştı! diye bağırdı.
Quilp:
– Evet, evet, bunu anlıyorum, dedi. Benim söylemek istediğim şuydu: O sefil hâlin, komşularının senin zengin olduğunu söylemeleri, benden aldığın borçları kısa zamanda üç kat, dört kat farkla ödeyeceğine dair verdiğin sözler beni öyle aldatmıştı ki hiç beklenmedik bir zamanda senin gizli yaşayışını öğrenmemiş olsaydım şimdi bile istediğin parayı bir imza ile verirdim.
Yaşlı adam, çaresiz bir hâlde:
– Tembihlerimi hiçe sayarak bunları sana anlatan kimdi? diye sordu. Hadi, adını ver bana… Kimmiş, açıkla.
Kurnaz cüce, çocuğu ele verirse yarattığı havanın etkisini kaybedeceğini, bundan da hiçbir şey kazanmayacağını düşünerek, saklamanın daha doğru olacağını kararlaştırdı. Sustu. Sonra: “E, bunu kim yapabilir dersin?” diye sordu.
Yaşlı adam:
– Kit olacak, dedi. O oğlan olsa gerek. Casusluk yaptı, sen de onu rüşvetle konuşturdun mutlaka!
Cüce acıklı bir sesle:
– Onu düşünmek de nereden aklına geldi? diye sordu. Evet, söyleyen Kit’ti. Zavallı Kit!
Cüce böyle diyerek dostça bir tavırla başını eğdi, gitmeye hazırlandı. Dış kapıyı biraz geçtikten sonra büyük bir sevinç içinde gülümsedi.
– Zavallı Kit! diye mırıldandı. Bir meteliğe herkese gösterilen cücelerin en çirkini olduğumu söyleyen de, yanılmıyorsam, Kit’ti. Hah-hah-ha! Zavallı Kit!
Cüce böylece söylene söylene yoluna gitti.

10
Daniel Quilp, yaşlı adamın evine kimseye görünmeden giremediği gibi çıkarken de görünmemezlik edememişti. Hemen tam karşıda, ana caddeden ayrılan bir sürü geçitten birinin dönemecinin gölgesinde birisi gizlenmişti. Akşam güneş batmak üzereyken burada yerini alan bu kimse, büyük bir sabırla, uzun bir süre orada beklemek zorunda olduğunu, böyle şeylere de iyice alıştığını belirten bir tavırla, duvara dayanmış, duruyordu. Bir saat içinde de yerinden hiç kıpırdamamıştı.
Bu sabırlı bekleyici, oradan gelip geçenlerin pek ilgisini çekmediği gibi o da gelip geçenlere pek önem vermiyordu. Gözleri hep bir tek noktaya bakıyordu: Çocuğun önünde oturmayı âdet edindiği pencereydi bu. Gözlerini oradan ancak komşu dükkânlardan birindeki saate bakmak için oynatıyor, sonra gözlerini gene, büyük bir ciddiyetle, dikkatle, eski hedefe çeviriyordu.
Bu kimsenin gizlendiği yerde hiçbir yorgunluk belirtisi göstermediğini söylemiştik; gerçekten de, beklediği kadar yorgunluk duymadı. Yalnız, zaman geçtikçe saate daha sık, pencereye de daha az umutla bakarak kaygılanma, şaşırma belirtileri göstermeye başladı. En sonunda, birtakım kıskanç kepenkler saati ondan sakladılar; sonra da kilisenin çanları gecenin on biri olduğunu ilan ettiler. Sonra on biri çeyrek geçti. En sonunda, oralarda oyalanmasının artık gereksiz olduğu düşüncesi zihnine saplandı.
Bu düşüncenin hoşa gidecek cinsten olmadığı, adamın hiç de bu düşünceye boyun eğmek istemediği, oradan zoraki uzaklaşmakta oluşundan anlaşılıyordu. Gözleri hâlâ arkada, zoraki adımlarla yürüyüşünden, hafif bir ses duyunca duraklamasından, bir ışığın sönmesi üzerine umutlanarak geriye dönmeye hazırlanışından da bu anlaşılıyordu. En sonunda, umudunu iyice kaybedince, niyetinden vazgeçti, sanki kendini zorla oradan uzaklaştırmak istiyormuş gibi koşmaya başladı. Ayaklarının olanca gücüyle koşuyordu. Geri dönmek isteğine kapılmamak için, arkasına bir kere olsun bakmadı.
Bu esrarengiz kimse, hızını hiç eksiltmeden, soluk almak için bir an olsun duralamadan, bir sürü sokaktan, dar yollardan hızla geçti. En sonunda, dört köşe büyük bir avluya varınca, koşmaktan vazgeçip yürümeye koyuldu. Penceresinden ışık sızan küçük bir evin kapısı önünde durdu, sürgüsünü kaldırıp içeri girdi.
Bir kadın hızla kapıdan yana dönerek:
– Tanrım bizi korusun, kim o? diye bağırdı. Ha, sen misin, Kit?
– Evet, anne, benim.
– Aman, ne kadar yorgun görünüyorsun, oğlum!
Kit:
– Yaşlı bay bu gece dışarı çıkmadı, onun için kız da hiç pencerenin önüne gelmedi, dedi.
Geçti ateşin karşısına oturdu. Pek tasalı, mutsuz görünüyordu.
Kit’in bu şekilde oturduğu oda son derece sefildi ama, huzur dolu havası, temizliği, derli topluluğu sayesinde tam bir yuva havasını taşıyordu; yoksa, pek berbat bir yer olabilirdi. Gerçekten de temizlik, düzenlilik bir dereceye kadar söz sahibi olabiliyor. İçerideki Hollanda tarzı saatten de anlaşılacağı gibi gecenin çok geç bir saatiydi ama, zavallı kadıncağız hâlâ bir ütü masasının başında harıl harıl çalışmaktaydı. Küçük bir çocuk ocağın yanı başındaki beşikte uyuyordu; bir başkası da, iki, üç yaşlarında, başında sımsıkı bir takke, vücuduna göre pek küçük görünen gecelik giymiş, bir çamaşır sepetinin içinde dimdik oturuyor, sepetin kenarından iri yuvarlak gözlerini fal taşı gibi açmış, sanki bir daha uyumamaya kesin karar vermiş gibi bakmıyordu. Zaten uyumak istemediği için yatağından alınmış, akrabalarına, arkadaşlarına bir neşe kaynağı olmuştu. Garip görünüşlü bir aileydi bu: Kit, annesi, çocuklar birbirlerine tıpatıp benziyorlardı.
Çoğumuzun sık sık yaptığı gibi Kit de hani neredeyse huysuzlaşacak gibiydi ama, önce derin derin uyuyan en küçük çocuğa, sonra çamaşır sepetindeki kardeşine, ondan sonra da sabahtan beri hiç yakınmadan iş gören annesine baktı, neşeli durmanın daha güzel, daha iyi bir şey olacağını düşündü. Onun için de, ayağıyla beşiği salladı; çamaşır sepetindeki yaramaza dilini çıkardı; çocuk da bunu görünce hemen neşelendi. Kit ayrıca gevezelik etmeye, hoş görünmeye de iyice karar vermişti. Kocaman çakısını çıkarıp annesinin ona saatlerce önce hazırlamış olduğu ekmekle etten kocaman bir parça kesti.
– Ah anneciğim, dedi. Sen ne eşsizsin! Biliyorum, senin gibisi pek bulunmaz.
Bn. Nubbles:
– Benden çok daha iyi bir sürü anne vardır sanırım, Kit, dedi. Kilisedeki papazın dediklerine bakılırsa böyleleri varmış, olmalıymış da.
Kit, nefretle:
– O bunu pek iyi bilir ya! dedi. Bakalım o da senin gibi tek başına kalsın, senin kadar çok çalışsın, yine senin gibi neşesini sürdürebilsin de o zaman ben kendisine dünyanın kaç bucak olduğunu sorar, söylediğine de kılı kılına inanırım!
Bn. Nubbles, konuyu değiştirerek:
– Şey, dedi. Senin biran orada, pencerenin kenarında duruyor, Kit, dedi.
Oğlu şarap tasını alarak:
– Gördüm, anne, dedi. Senin sevgine, anne! İstersen papazın da sağlığına olsun! Ona karşı bir kin beslemiyorum, benim bir alıp veremediğim yok onunla.
Bn. Nubbles:
– Demin o beyin bu gece dışarı çıkmadığını mı söylemiştin? diye sordu.
Kit:
– Evet, dedi. Talihsizlik, işte!
– Buna talih eseri desen daha doğru olur, çünkü Nelly yalnız kalmamış oluyor.
Kit:
– Aha, bunu unuttum! dedi. Talihsizlik dedim, çünkü saat sekizden beri gözlediğim hâlde onun gölgesini bile göremedim.
Annesi işini bırakıp çevresine bakınarak:
– Kız bunları bilse, acaba ne der? diye bağırdı. Her gece kendisi –zavallı yavrucak– yapayalnız pencerenin önünde otururken sen onun başına bir dert gelmesi korkusuyla sokak ortasında bekliyorsun, kendisinin evinde güven içinde olduğuna inanmadan bekleme yerinden kıpırdamıyorsun, evine gelmiyorsun… Bunları bilse demek istiyorum.
Kit, kaba yüzü kızarır gibi olarak:
– Onun ne diyeceğini bırak şimdi! dedi. Çünkü o bunu hiçbir zaman öğrenemeyecek, onun için de bir şey demeyecek elbette!
Bn. Nubbles, birkaç dakika sessiz sessiz ütüsüne devam etti. Sonra, başka bir ütü almak üzere ocağın başına geldi, ütüyü tahtanın üzerine koyup üzerinin tozunu alırken de yan gözle Kit’e baktı. Yeniden masasının başına dönünceye kadar bir şey söylemedi. Ütünün sıcaklığını ölçmek için tehlikeli bir şekilde yanağına yaklaştırdığı sırada gülümseyerek çevresine bakınarak:
– Başkaları buna ne derler biliyorum ben, Kit, dedi.
Kit, bundan sonra söylenecek sözlerden iyicene korkarak:
– Saçma! diye annesinin sözünü kesti.
– Ama, mutlaka söyleyeceklerdir. Kimisi senin kıza aşık olduğunu söyleyecektir… Biliyorum, mutlaka diyeceklerdir bunu.
Kit bu sözlere, utanç içinde elini, “Dışarı çık” der gibilerden sallamakla karşılık verdi, sonra kollarıyla, bacaklarıyla havada garip şekiller çizerek oyalanmaya çalıştı.
Bunlar da onu aradığı rahatlığa kavuşturamayınca, ekmekle etten kocaman bir lokma ısırdı, içkisinden de acele bir yudum içti. Böylece yapma yardımlar sayesinde duygularını boğdu, konuyu değiştirmeye çabaladı.
Bir süre sonra annesi yine aynı konuya dönerek:
– Doğrusunu söylemek gerekirse, dedi. Şaka bir yana, bu davranışın pek yerinde, pek düşünceli; tam senden beklenen bir davranış. Hiç kimseye de bundan söz etme. Yalnız, inşallah günün birinde Nelly bunu öğrenir, çünkü o zaman sana minnet duyacaktır. Sevgili yavrucağı orada kapalı tutmak zalimce bir iş. Yaşlı adamın bunu senden gizlemek istemesine de şaşmam.
– O yaptığını zalimce bir iş olarak görmüyor ki; böyle davranmayı da istemiyor, bilse yapmaz. Yeryüzünün bütün altınlarını, gümüşlerini ona verseler de bunu yapmaz bence, anne. Hayır, hayır, yapmaz! Bunu bilecek kadar tanıyorum ben onu.
Bn. Nubbles:
– Öyleyse niye yapıyor, senden de niye böyle titizlikle saklıyor? diye sordu.
Oğlu:
– İşte onu bilmiyorum, dedi. Yalnız, benden böyle titizlikle saklamaya çalışmasaydı ben de durumu hiç öğrenemeyecektim, çünkü beni geceleri eskisinden çok erken eve göndermek istemesi merakımın uyanmasına yol açtı. Hişt! Bu da ne?
– Dışarıda biri var besbelli.
Kit sesi dinlemek üzere ayağa kalktı.
– Buraya gelmek üzere karşıdan karşıya geçen biri bu, dedi. Hem de pek hızlı geliyor. Ben geldikten sonra oda dışarı çıkmışsa, ev yanıyorsa, anne!
Oğlan içindeki korkunun etkisiyle, yerinden kıpırdama gücünü bulamayıp olduğu yerde kalmıştı. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Kapıyı telaşlı bir el açtı, çocukcağızın kendisi solgun, soluğu kesilmiş, telaşla bir iki giyeceğe yalapşap sarınmış bir hâlde aceleyle odadan içeri girdi.
Anayla oğul birlikte:
– Ne oldu, Nelly? diye bağırdılar.
Kız:
– Bir dakika bile kalamam, dedi. Dedem çok hasta. Yerde tepinir buldum…
Kit, kenarsız şapkayı kavrayarak:
– Ben doktora koşayım, dedi. Hemen oraya gelirim, şey ederim…
Nell:
– Hayır, hayır! diye bağırdı. Orada birisi var, seni istemiyor. Sen… Sen bir daha bizim yanımıza yaklaşmayacakmışsın.
Kit:
– Ne! diye kükredi.
Kız:
– Bir daha hiç gelmeyeceksin, dedi. Neden diye sorma bana, çünkü ben de bilmiyorum. Yalvarırım, sorma. N’olur, üzülme! Yalvarırım, bana da kızma. Benim hiçbir suçum yok!
Kit, gözleri fal taşı gibi açılmış, kıza baktı, birçok kereler ağzını açıp kapadı ama ağzından bir tek kelime çıkmadı.
Nell:
– Senden şikâyet ediyor, sövüp sayıyor, dedi. Ne yaptın, bilmiyorum ama, umarım ki çok kötü bir şey değildir.
Kit:
– Ben mi yapmışım? diye kükredi.
Çocuk yaşlı gözlerle:
– Çektiklerinin hep senin yüzünden olduğunu bağıra bağıra söylüyor. Avaz avaz haykırıp seni çağırdı. Dediler ki onun yanına bir daha yaklaşmamalıymışsın, yoksa ölürmüş. Bir daha bizim yanımıza dönmemeliymişsin. Bunu sana haber vermeye geldim. Bir yabancı yerine benim gelmem daha doğru olur diye düşündüm. Ah, Kit, ne yaptın sen? Sana o kadar da güvenmiştim. Hemen hemen tek arkadaşım sendin.
Zavallı Kit genç hanımına gittikçe daha büyüyen gözlerle bakıyordu ama, hiç kımıldamıyor, hiç konuşmuyordu. Kızcağız, kadına bakıp:
– Kit’in haftalık ücretini getirdim, dedi. Parayı masanın üzerine bıraktı. Biraz da fazla getirdim, çünkü o bana karşı her zaman iyi, şefkatli davranıyordu. İnşallah yaptıklarına pişman olur da başka yerde daha iyi çalışır, bundan dolayı da pek üzülmez. Ondan bu biçim ayrılmak beni pek üzüyor ama, başka çaremiz de yok. Ayrılmak zorundayız. İyi geceler!
Çocukcağız, gözyaşları yüzünden aşağı sel gibi akarak, arkada bıraktığı sahnenin verdiği acıyla, geçirdiği sarsıntının, biraz önce yerine getirdiği görevin ağırlığıyla, bin bir acı, şefkat duygularının etkisiyle nazik vücudu tir tir titreyerek, telaşla kapıya doğru gitti, geldiği gibi çarçabuk gözden kayboldu.
Zavallı kadıncağız oğlundan kuşkulanmak için ortada hiçbir neden göremiyordu; tam tersine, onun dürüst, doğru bir çocuk olduğuna her bakımdan inanıyordu. Onun için, oğlunun kendini korumak için bir tek söz bile söylememesi yüzünden şaşkına dönmüştü. Zihninde kabadayılık, haydutluk, soygunculuk sahneleri canlandı. Oğlan geceleri evde bulunmamasını pek acayip bir şekilde açıklamaya kalkışıyordu. Kadının aklına bunları kanun dışı işlere bağlamak gibi düşünceler gelmişti; onun için, oğlunu sorguya çekmekten korkuyordu. Kadıncağız, bir sandalyeye oturdu, ellerini ovuşturup acı acı ağlayarak sallanmaya başladı. Kit annesini avutmak için hiçbir harekette bulunmadan, iyicene sersemlemiş bir hâlde kalakaldı. Beşikteki bebek uyanıp ağladı; çamaşır sepetindeki oğlan sırtüstü düştü, sepetin altında kaldı, görünmez oldu; anne gittikçe daha şiddetli ağlayarak daha hızlı sallanmaya koyuldu; Kit ise bütün bu gürültü patırtının farkında bile değildi, iyicene aptallaşmış bir hâldeydi.

11
Çocuğu barındıran çatının altında artık sessizliğin, yalnızlığın aralıksız hüküm sürmesine imkân kalmaması mukadderdi. Ertesi sabah yaşlı adama şiddetli ateşle birlikte nöbet geldi; bu düzensizliğin etkisi altında daha da güçten düşen adamcağız haftalarca hayatının en tehlikeli günlerini yaşadı. Gerektiği kadar bakım vardı ama, bu, biraz da, hasta bakımını kârlı bir iş hâline getiren, hasta bakımının dışındaki zamanlarını bir araya gelip neşe içinde yiyip içerek eğlenen yabancıların bakımıydı; böyleleri için hastalık, ölüm artık aileden olmuş tanrılardı.
Yine de o günlerin telaşı, kargaşalığı arasında çocuk eskisinden çok daha yalnız kalmıştı: Ruhça yalnızdı; ateşten yanan, yatağında erimekte olan yaşlı adama duyduğu bağlılıkta yalnızdı; sınırsız üzüntüsü içinde bir türlü elde edemediği sevgi içinde yalnızdı. Günler ve geceler onu, dalgın, acı çeken hastanın yastığı başında buluyordu; kızcağız orada hâlâ onun her isteğini yerine getiriyor, adını durmadan tekrarlayışını, ateşin etkisiyle kâbus görürken hep onun ihtiyaçlarını düşünüşünü dinliyordu.
Ev artık onların değildi. Hastanın odası bile Quilp’in hükmü altındaydı, onun malı sayılırdı. Yaşlı adam hastalandıktan hemen birkaç gün sonra cüce, pek az kimsenin anladığı, hiç kimsenin soruşturmaya kalkışmadığı birtakım kanuni durumları ileri sürerek, evdeki eşyaya sahip çıkıvermişti. Cüce, bu amaçla yanında getirdiği bir kanun adamının da yardımıyla, eve gelen herkesi geri çevirmek, sahip çıktığı malları koruyabilmek üzere oraya yerleşmişti. Sonra da karargâhını kendi zevkine uygun bir şekle sokmaya baktı.
Quilp postu arka salona sermişti; bundan böyle herhangi bir iş yapılmasını önlemek için dükkânı da kapamıştı. Eski eşyanın arasından en güzelini, en rahatını arayıp bulmuş, bunu kendine ayırmış, özellikle çirkin, rahatsız olanını da arkadaşına uygun görmüştü. Onları kendi odasına taşıtmış, mevkiine büyük bir azametle kurulmuştu. Onun dairesi yaşlı adamın odasından çok uzaktaydı ama, Quilp mikropların yayılması ihtimaline karşı iyi bir tedbir olur düşüncesiyle kendisi durmadan pipo içmekle kalmamış, hukukçu arkadaşının da aynı şeyi yapması için ısrar etmişti. Bu yetmiyormuş gibi, iskeleye haberci gönderip, tepeüstü yürüyen çocuğu da çağırtmıştı. O da, içeri girip kapının hemen yanına oturmuş, cücenin bulup verdiği kocaman bir pipoyu durmaksızın içmeye koyulmuştu. Bir iki dakika için pipoyu dudaklarından uzaklaştırmaya kalksın, ne haddine! Bu düzen de kurulduktan sonra Quilp sevinçten kıkır kıkır gülerek çevresine bakındı, “düzenin böylesine huzur adını verdiğini” açıkladı.
Pek ahenkli bir adı olan hukukçu arkadaş, yani Brass[1 - Brass “bando mızıka” anlamına gelir.] da bu düzeni “huzur” diye adlandırabilirdi ama, şu iki önemli kusur olmasaydı: Bir kere, adamcağız iskemlesinde hiç de rahat oturamıyordu; çok sert, üçgen biçimi, üstelik de kaygan olan iskemle çok rahatsızdı. İkincisi, tütün dumanı ona dokunur, rahatsız ederdi. Yalnız, Quilp’in adamı olduğu, cüceyle iyi geçinmesini gerektiren bin bir neden bulunduğu için, gülümsemeye çalışıp, elinden geldiği kadar kibar bir tavırla, durumdan hoşlandığını anlatacak şekilde başını salladı.
Bu Brass, Londra şehrinde Bevis Marks Şirketi’nden, hiç de iyi bir ünü olmayan bir avukattı. Uzun boylu, gaga burunlu, çıkık alınlı, çökük gözlü, koyu kızıl saçlı zayıf bir adamdı. Ayak bileklerine değecek derecede uzun siyah bir palto, kısa siyah pantolon, yüksek topuklu pabuçlar, maviye çalar kurşuni pamuklu çoraplar giymişti. Dalkavuk tavırlıydı ama, sesi pek sertti; üstelik, en tatlı gülüşü bile öylesine korkunçtu ki, oldukça uygun şartlar içinde bile onunla karşılaşan bir kimse: “Keşke öfkelense, hiç değilse kaşlarını çatar.” diye hayıflanırdı.
Quilp hukuk danışmanına baktı, piposunun verdiği sıkıntıyla adamın gözlerini pek fazla kırpıştırdığını, dumanını iyice içine çektiği zamanlarda da tüylerinin ürperdiğini, dumanı boyuna kendinden uzaklaştırmaya çalıştığını gördükçe sevinci artıyor, neşe içinde ellerini ovuşturuyordu.
Quilp, oğlana dönerek:
– Dumanını başka yana tüttürsene, köpek sen de! dedi. Piponu doldur, son katresine kadar bir çırpıda içiver; yoksa, piponun o mumlu dip kısmını ateşe tutup senin dilini onunla kızartırım!
Bereket ki oğlan kös dinlemişti; birisi ona küçük bir kireç parçası bile içirmeye kalkışsa gık demeden içerdi. Onun için, efendisine karşı kendini savunmak üzere bir iki kelime mırıldandı; sonra, verilen emri yerine getirdi.
Quilp:
– Güzel, değil mi, Brass? diye sordu. Hoş kokulu, değil mi? Türk Sultanı gibi görüyorsun kendini, öyle değil mi?
B. Brass, kendini öyle görebilse bile, Türk Sultanı’nın duygularının hiç de gıpta edilecek duygular olmadığını biliyordu; yalnız, bunun çok ünlü olduğunu, kendini o hükümdara pek benzettiğini söyledi.
Quilp:
– İşte hastalıktan korunmanın çaresi bu, dedi. Hayatın her türlü felaketinden korunmanın yolu bu. Burada kaldığımız kadar pipo içmeye hiç ara vermeyeceğiz… İç şu piponu, köpek herif, yoksa sana o pipoyu yuttururum!
Cüce, oğlana bu pek nazikçe uyarmayı yaptıktan sonra hukukçu arkadaşı:
– Burada çok kalacak mıyız? diye sordu.
– Sanırım ki yukarıdaki yaşlı adam ölünceye kadar kalmamız gerekecek.
B. Brass:
– Hah-hah-ha! diye güldü. O! Çok iyi.
Quilp:
– İç şu tütünü, diye bağırdı. Hiç durma. Piponu içerken konuşabilirsin. Vakit kaybetme.
Brass, yine o yorucu pipoyla uğraşmaya başlarken:
– Hah-hah-ha! diye haykırdı. Peki, ya adam iyileşmeye yüz tutacak olursa ne yapacağız, Bay Quilp?
Cüce:
– O zaman da iyileşinceye kadar kalırız, daha fazla değil, diye karşılık verdi.
Brass:
– O zamana kadar beklemeniz ne büyük bir iyilik! dedi. Başkası olsa, efendim, eşyayı kaldırır ya da satardı… Hem de kanun onlara bu yetkiyi verir vermez yaparlar bunu vallahi! Kimisi de, efendim… Şey ederdi…
Cüce:
– Senin gibi bir papağanın saçmalarını dinlemekten kendini kurtarırdı! diye onun sözünü kesti.
Brass:
– Hah-hah-ha! diye bağırdı. Öyle neşelisiniz ki!
Kapı yanındaki pipo içme görevlisi konuşmanın bu bölümünde araya girdi, piposunu dudaklarının arasından çekmeden:
– İşte kız geliyor! diye homurdandı.
Quilp:
– Kim geliyor, köpek herif? diye sordu.
Oğlan:
– Gız, dedi. Sağır mısın?
Quilp, sanki çorba içiyormuş gibi büyük bir iştahla soluğunu içine çekerek:
– Ah, dedi. Seninle ikimiz yakında öyle bir hesaplaşacağız ki! Senin için dağarcığımda öyle tırmık, yara hazırlığı var ki, genç dostum! Aha, Nelly’miş. Şimdi nasıl acaba benim elmasım?
Çocuk, ağlayarak:
– Dedem çok kötü, dedi.
Quilp:
– Ne de güzel bir Nelly’sin sen! dedi.
Brass:
– A, güzel, efendim, gerçekten güzel! dedi. Çok da sevimli.
Cüce, sözüm ona yumuşatıcı, tatlı bir sesle konuştu:
– Quilp’inin dizinde oturmaya mı geldi, yoksa burada o küçücük odasında yatmaya mı? Nelly’cik bunların hangisini yapacak?
Brass, sanki kendisiyle tavan arasında gizli kalması gereken bir sırmış gibi:
– Çocuklarla nasıl da güzel geçiniyor! diye mırıldandı. Onun konuşmasını dinlemek insana iç huzuru veriyor, vallahi!
Nelly:
– Ben burada hiç kalmayacağım ki, dedi. Odadan bir iki şey almak istiyorum yalnız. Ondan sonra da ben… Ben bir daha buraya gelmeyeceğim.
Çocuk içeri girerken cüce odaya bakarak:
– Ah, ne de güzel, küçük bir oda! dedi. Tam bir kameriye. Burasını bir daha kullanmayacağına, buraya bir daha gelmeyeceğine emin misin, Nelly?
Çocuk, almaya geldiği birkaç parça giyim eşyasını kavradığı gibi oradan telaşla uzaklaşırken:
– Eminim! Bir daha asla gelmeyeceğim, asla gelmeyeceğim! diye bağırdı.
Quilp, çocuğun arkasından bakarak:
– Çok duygulu! dedi. Çok duygulu. Yazık, çok yazık! Yatak hemen hemen benim boyuma göre. Burasını kendime oda yapacağım ben galiba.
Brass bu düşünceyi destekledi, cüceden gelecek her düşünceyi benimsemek zorundaydı çünkü. Bunun üzerine, cüce de içeri girip bu işi bir denemek istedi. Ağzında piposuyla kendini sırtüstü yatağa attı. Sonra, yatağı tekmeleyerek, hırsla piposunu içmeye koyuldu. Brass bu manzarayı pek beğendi, yatağı yumuşacık, pek rahat bulduğu için Quilp burasını geceleri yatak, gündüzleri divan olarak kullanmaya niyetlendi. Bu durumda, yatağın divan görevine hemen başlamasında bir sakınca görmediği için olduğu yerde kaldı, piposunu içti. Hukukçu bey de artık yarı kendinden geçmiş, düşünme kabiliyetini hemen kaybetmiş bir hâlde (tütün adamın sinir sistemini etkiliyordu) birazcık açık havaya çıkmak fırsatını elde etti. Biraz sonra da, yüzü eski rengine aşağı yukarı kavuşmuş bir hâlde, geri döndü. Çok geçmeden de kötü niyetli cüce onu pipo içmeye zorladı. Brass, bu durumda sedirin üzerinde uykuya daldı, sabaha kadar uyudu.
İşte, Quilp’in yeni evine girer girmez yaptıkları bunlardı. Birkaç gün de, işleri yüzünden, gösteriş yapmaya pek vakit bulamadı; Brass’ın yardımıyla, buradaki eşyanın tek tek listesini çıkarmak, öbür işlerini hâlletmeye gitmek hemen hemen bütün vaktini alıyordu. Yalnız, şimdi kuşkuları, kuruntuları iyicene uyanmış olduğu için, evden bir gece bile uzak kalmıyordu. Yaşlı adamın düzensizliğinin iyi ya da kötü bir şekilde sona erdirilmesi hevesi de zaman geçtikçe açıktan açığa mırıldanmalar, sabırsızlık işareti, bağırıp çağırmalar şeklinde ortaya çıkmaya başladı.
Nelly, cücenin konuşma teşebbüslerinden ürkek bir tavırla kaçmaya çalışıyor, adamın daha sesini duyar duymaz ortadan kayboluyordu. Avukatın gülümsemeleri de Quilp’in surat asmalarından daha az korkunç değildi. Merdivende, koridorda ikisinden birine rastlayıvermek korkusundan ötürü kızcağız dedesinin odasından bir yere kıpırdamıyor, gecenin geç saatlerinden önce odadan dışarı pek seyrek çıkıyordu. Ancak bu saatlerde sessizlik ona dışarı gidip bir boş odanın temiz havasını solumak cesaretini veriyordu.
Bir gece Nelly, her zamanki penceresinin önüne geçmiş, pek tasalı bir hâlde oturuyordu. Tasalıydı, çünkü o gün yaşlı adam her zamankinden daha kötü durumdaydı. Yavrucak, pencerenin önünde otururken, sokaktan birinin kendisine seslendiğini duydu. Aşağıya bakınca bunun Kit olduğunu gördü. Çocuğun ona kendini göstermek için sarfettiği çaba küçük kızı tasalı düşüncelerden uzaklaştırmıştı.
Oğlan alçak bir sesle:
– Küçük hanım!
Kızcağız, bu sözde suçluyla temas kurup kurmaması gerektiğinden şüpheye düştüğü hâlde yine de eski göz ağrısına yakınlık duyarak:
– Efendim, dedi. Ne istiyorsun?
Oğlan:
– Sana çoktandır bir şey söylemek istiyordum ama, dedi. Aşağıdakiler beni buradan kovdular, seni görmeme izin vermediler. Bu şekilde saf dışı edilmeyi hak ettiğime inşallah sen inanmıyorsundur, değil mi, küçük hanım?
Nelly:
– İnanmak zorundayım, dedi. Yoksa, dedem sana niye o kadar kızmış olsun?
Kit:
– Bilmiyorum, dedi. Ondan böyle bir muamele görmeyi hak etmediğimi biliyorum, senden de öyle. Hiç değilse bunu dosdoğru söyleyebiliyorum. Ya sadece eski efendimin durumunu sormaya geldiğim hâlde kapıdan kovuluşum…
Nelly:
– Bana bundan hiç söz etmediler, dedi. Gerçekten, bilmiyordum. Bilseydim, bunu yapmalarına dünyada izin vermezdim.
Kit:
– Eksik olma, küçük hanım, dedi. Senin bunu söylemen bana huzur verdi. Zaten bunun senin marifetin olduğuna da hiçbir zaman inanmayacağımı söyledim.
Kızcağız, hararetle:
– Çok doğru, dedi.
Kit, pencerenin altına gelip daha alçak bir sesle konuştu:
– Aşağıda yeni patronlar var, küçük hanım. Bu senin için bir değişiklik olsa gerek.
Kız:
– Gerçekten de öyle, dedi.
Kit, hastanın odasını işaret ederek:
– Biraz daha düzelince o da aynı şeyleri sezinleyecek, dedi.
Nelly, gözyaşlarını tutamayarak:
– Bundan sonra bir daha düzelebilirse, elbette, dedi.
Kit:
– A, elbette düzelecek, elbette! diye atıldı. Düzeleceğine eminim. Sen kendini kapıp koyverme, küçük hanım. Yalvarırım, yapma!
Bu cesaret verici, avutucu sözler pek azdı, pek üstünkörü söylenmişlerdi ama kızcağızı etkilediler, daha çok ağlamasına yol açtılar.
Kit, kaygılanarak:
– Artık mutlaka iyileşmeye başlayacaktır, dedi. Yalnız, sen kendini bırakıp, kötü düşüncelere saplanır da kendini hasta edersen dedenin durumunu kötüleştirir bu; tam iyileşmeye başladığı sırada hastalığı geri teper. Deden iyileşince iyi bir şey söyle, benim için güzel şeyler söyleyiver, küçük hanım.
Nelly:
– Ona senin adını uzun, çok uzun bir süre hiç anmamalıymışım, öyle söylediler, dedi. Buna cesaret edemem. Hoş, söylesem bile güzel bir sözden sana ne yarar gelebilir ki? Çok fakir düşeceğiz. Yiyecek ekmeği bile zor bulacağız.
Oğlan:
– Benim istediğim işe geri alınmak değil, dedi. Senden rica ettiğim o değil. Seni görebilmek umuduyla bunca zaman beklemem de sizden aldığım para, giyecek için değil ki. Böyle kötü bir zamanda seni görmeye öyle şeylerden söz etmek için geldiğimi düşünmeyesin sakın.
Kızcağız oğlana minnetle, sevgiyle baktı: “Belki daha söyleyecekleri vardır.” diye bekledi.
Kit, duralayarak:
– Hayır, onun için değil, diye konuşmasına devam etti. Çok daha başka bir nedeni var gelişimin. Pek akıllı bir kimse değilim, bunu biliyorum ama, benim dürüst, sadık bir adamı olduğuma, elimden geldiği kadar iyilik yapmaya çalıştığıma, asla kötü niyetle davranmadığıma bir inansa, belki de şey etmezdi…
Kit, sözlerinin bu kısmından sonra o kadar uzun süre sustu ki, çocukcağız oğlanı konuşmaya zorladı ve sözlerini çabuk bitirmesini istedi, çünkü vakit hayli geç olmuş, pencereyi kapama zamanı gelmişti.
Kit, birden cesaretlenerek:
– Belki de bu evin sizin eviniz olmaktan çıktığını söylememi bir cüret saymaz. Annemle benim çok sefil bir evimiz var ama, orada yaşamak böyle bir sürü insan arasında oturmaktan çok daha iyidir. Deden daha iyi bir yer buluncaya kadar niye gelip bizde, oturmayasınız?
Nelly bir şey demedi. Kit’in de, bu teklifi yapmış olmanın verdiği rahatlık içinde, çenesi açıldı, büyük bir ustalıkla evini bol bol methetti:
– Sen evi çok küçük, kullanışsız sanıyorsun, dedi. Gerçekten de öyle; yalnız, çok temizdir. Bizim evi belki de gürültülü bulursun ama, koca kasaba içinde bizimkinden daha sakin bir ev yoktur. Çocuklardan korkma; bebek pek seyrek ağlar, öteki de çok iyidir, hem zaten ben onlara bakarım. Seni pek üzmezler sanırım. Bir deneyin, küçük hanım, n’olur, bir deneyin. Üst kattaki küçük ön oda çok hoştur. Bacalar arasından kilisenin saatini bir parça görebilirsin, saati de aşağı yukarı anlayabilirsin. Annem o odanın tam sana göre olduğunu söylüyor, gerçekten de öyle. Sonra, ikimiz de sana hizmet edeceğiz. Para karşılığında demek istemiyorum. Bunu sakın düşünmeyesin! Dedene yalvaracaksın, değil mi, küçük hanım? Bunu bir deneyeceğini söyle, yeter. Yaşlı efendimi bize gitmeye kandırmalısın; yalnız, ona ne yaptığımı sor önce. Bunu yapacağına söz veriyor musun, küçük hanım?
Kızcağızın bu ağırbaşlı soruya karşılık vermesine meydan kalmadan sokak kapısı açıldı, Brass, gecelik takkeli başını uzatıp, sert bir sesle:
– Kim var or’da? diye sordu.
Kit hemen oradan uzaklaşıverdi, Nell de pencereyi yavaşça kapadıktan sonra odaya döndü.
Brass sorusunu yeniden sormaya fırsat bulamadan; Quilp de takkeli başını aynı kapıdan dışarı uzattı, yolun aşağısına, yukarısına baktı, karşıya geçip evin bütün pencerelerini gözetledi. Görünürlerde kimsecikler bulunmadığına iyice inandıktan sonra da hukukçu arkadaşıyla birlikte evden içeri girdi. Kızcağız, merdiven başından, Quilp’in söylediklerini işitiyordu: Ona karşı bir tuzak hazırlanıyormuş; soyguncuların saldırısına uğramak tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyormuş; günün her saatinde evin çevresinde haydutlar dolaşıyormuş; bu işi bırakıp evine dönmek için bir dakika bile kaybetmek istemiyormuş. Cüce bunları avaz avaz bağırarak söyledikten sonra yine çocuğun ufacık yatağına kıvrılmış yattı, Nell de yavaşça yukarı çıkıverdi.
Kit ile yaptığı yarım yamalak konuşmanın elbette ki iyice etkisi altında kalmıştı; o gece rüyasında hep bunu gördü, daha sonra da uzun, çok uzun bir süre bunları aklından çıkaramadı. Duygusuz alacaklılarla, hastaya sözümona bakan paralı bakıcılarla çevrilmiş olması, en tasalı, üzüntülü zamanında yanındaki kadınlardan bile birazcık ilgi, anlayış görememesi karşısında, bir iyi söz söyleyen cömert ruhun –ne kadar uygunsuz bir tapınakta yaşarsa yaşasın– kızcağızın sevgi dolu yüreğini etkisi altına alıvermesini tabii karşılamalı. Tanrı’ya şükür, bu ruhların tapınakları el yapısı değildir; camlarında da menekşe rengi güzelim ketenler değil, basbayağı, yamalı örtüler asılıdır.

12
En sonunda, yaşlı adamın hastalığının tehlikeli devresi geçti, iyileşmeye yüz tuttu. Ağır ağır, belli belirsiz şekilde aklı başına gelmeye başladı; yalnız, zihni zayıflamış, çalışması aksamıştı. Sabırlı, sakindi; çoğunlukla, uzun zaman düşünceli düşünceli oturuyordu. Duvara, tavana vuran bir parçacık güneş bile onu eğlendirmeye yetiyordu. Günlerin uzun olmasından, gecelerin yoruculuğundan hiç yakınmıyordu. Gerçekten de zaman kavramını, her türlü ilgi, yorgunluk duygularını iyicene kaybetmişti. Saatlerce Nell’in küçücük eli avucunun içinde, oturup çocuğun parmaklarıyla oynayarak, bazen de durup saçlarını düzelterek, alnını öperek vakit geçiriyordu. Çocuğun gözlerinin yaşlarla parıldadığını görünce de bunun nedenini anlayabilmek için şaşkın şaşkın, çevresine bakınıyor, bakarken de niye şaşırmış olduğunu unutuyordu.
Çocukla yaşlı adam arabayla sokağa çıktılar. Dedenin her yanına yastıklar yerleştirilmişti, çocuk da yanındaydı. Her zamanki gibi el eleydiler. Önce sokaklardaki gürültü, gidiş geliş adamcağızın zihnini yordu; yalnız, hiç de şaşırmış, meraklanmış, sevinmiş ya da huzuru kaçmışa benzemiyordu. Şunu ya da bunu hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda:
– A, evet, diyordu. Çok iyi hatırlıyorum, neden hatırlamayacakmışım sanki?
Bazen, başını çevirip, kalabalık arasında gözüne ilişen bir yabancıya büyük bir dikkatle bakıyor, adam gözden kayboluncaya kadar gözlerini ondan ayırmıyordu. Bunu niçin yaptığı sorulunca da hiç cevap vermiyor, bir tek söz söylemiyordu. Bir gün yaşlı adam koltukta, Nell de onun yanında iskemlede otururken kapı önüne gelen birisinin içeri girmek için izin istediğini duydular. Yaşlı adam duygusuz bir hâlde:
– Gelsin, dedi. Gelenin Quilp olduğunu biliyordu. Oranın efendisi Quilp’ti. Elbette içeri de girebilirdi. Nitekim öyle de yaptı.
Cüce, yaşlı adamın karşısına oturarak:
– Seni en sonunda iyileşmiş gördüğüme sevindim, komşu, dedi. Artık iyice kuvvetlendin mi bari?
Yaşlı adam zayıf bir sesle:
– Evet, dedi. Evet.
Yaşlı adamın duyma kabiliyeti eskisine göre çok ağırlaşmış olduğu için cüce sesini biraz daha yükselterek:
– Biliyorsun ki, seni acele ettirmek istemem, dedi. Yalnız, geleceğini ne kadar çabuk kararlaştırırsan hakkında o kadar iyi olur.
Yaşlı adam:
– Hiç şüphesiz iki taraf için de iyi olur, dedi.
Quilp, kısa bir duraklamadan sonra:
– Anlarsın ya, dedi. Eşya bir kere buradan alınıp götürüldükten sonra bu ev pek rahatsız bir yer olacak; daha doğrusu, oturulacak hâli kalmayacak.
Yaşlı adam:
– Doğru söylüyorsun, diye karşılık verdi. Ya zavallı Nell, o ne yapacak?
Cüce başını sallayarak:
– Tamam! dedi. İşte bunu iyi söyledin. Bu mesele üzerinde düşüneceksin demek, öyle mi, komşum?
Yaşlı adam:
– Elbette düşüneceğim, dedi. Burada kalmayacağız.
– Ben de öyle tahmin etmiştim. Eşyayı sattım. Mallar umulan parayı getirmedi ama, sonuç yine de pek kötü değil. Bugün günlerden salı. Eşya ne zaman taşınsın? Acelemiz yok. Mesela bugün öğleden sonra taşınsın diyelim mi?
Yaşlı adam:
– Cuma sabahı diyelim, dedi.
Cüce:
– Peki, öyle olsun, dedi. Öyle olsun ama, bu işi daha geri bıraktıramayacağımı da kabul etmen şartıyla, komşum. Her ne pahasına olursa olsun, daha uzun bekleyemeyiz.
Yaşlı adam:
– Güzel, dedi. Bunu unutmam.
Quilp bu sözlerin söylenişindeki garip, hatta ruhsuz ifadeye biraz da şaşmış gibi görünüyordu ama, yaşlı adam başını sallayıp: “Cuma sabahı, unutma.” diye tekrarladı, bu konuyu da daha fazla kurcalamak için bahane bulamadı, iyi niyet dilekleriyle, övgülerle, pek dostça bir hava içinde, yaşlı adamın yanından ayrıldı; aşağıya, durumu Brass’a anlatmaya gitti.
O gün, ertesi gün de sabahtan akşama kadar yaşlı adam bu durumda kaldı. Evin içinde aşağı, yukarı gezindi, sanki odalarla vedalaşmak istiyormuş gibi hepsine girdi çıktı; yalnız, sabahki konuşmayı hatırladığını hiçbir şekilde belli etmedi; başını sokacak başka bir çatı aramak gerektiğinden de söz etmedi. Zihninde belli belirsiz bir düşünce vardı ki o da çocuğun yapayalnız, yardıma muhtaç durumda olduğuydu. Bu da çocuğu sık sık bağrına basıp ona neşeli olmasını, birbirlerini asla bırakmayacaklarını tekrarlamasından anlaşılıyordu. Ne var ki gerçek durumu daha açık bir şekilde anlamaktan uzak görünüyordu. Hâlâ huzursuz, ihtirassız bir yaratık havasındaydı; maddi, manevi acıların hepsi onu bırakıp gitmişti sanki.
Biz buna “çocukluk hâli” deriz ama, nasıl ölüm uykunun gülünç bir benzeriyse adamın bu hâliyle çocukluk arasındaki benzerlik de aynıdır. Bunamaya yüz tutan bir kimse nerede, çocukluğun o gülen ışığı, hayatı, hiçbir sınır tanımayan o neşesi, soğukluk nedir bilmeyen o saflığı, gölgelenmeyen umutları, tomurcuklanırken solan o neşeleri nerede! O çirkin ölümün keskin, soğuk sınırlandırması nerede, uykunun o sakin güzelliği, uyanık geçen saatlere dinlenme deyip gelecek saatlerin umutlarıyla, sevgisiyle oyalanmak nerede! Ölümle uykuyu yan yana bırakın, bakalım ikisinin hısım olduğunu söyleyen çıkacak mı? Çocukla çocuksu adamı birlikte yola çıkarın, o güzel günlere iftira edip çirkin, eğri büğrü bir hayale onun adını vermenin gururu içinde yüzünüz kızarsın bakalım.
Perşembe geldi çattı ama, yaşlı adamda hiçbir değişiklik yoktu. Yalnız, o akşam çocukla sessiz sessiz otururlarken yaşlı adamın üzerine bir değişik hâl geldi.
Penceresinin altındaki küçük kasvetli avluda bir ağaç vardı, bulunduğu yere göre enikonu verimli sayılırdı. Ağacın yaprakları arasında hava kıpırdanırken beyaz duvara da titrek bir gölge düşüyordu. Yaşlı adam güneş batıncaya kadar bu bir parçacık ışık altında titreşen gölgeleri seyretti. Gece olup da ay yavaş yavaş yükselmeye başladığı zaman da hâlâ eski yerinde oturuyordu.
Bunca uzun bir süre yatağının içinde çırpınıp yatmış bir kimse için bu birkaç yeşil yaprak, bacaların, damların arasından bile sızmış olsa, o bir parçacık ışık pek hoşa gidecek şeylerdi. Bunlar çok uzaklardaki sakin yerleri, huzuru hatırlatıyordu.
Kızcağız bir kere değil, pek çok kereler yaşlı adamın duygulandığını, konuşmaktan çekindiğini fark etmişti. İşte şimdi de gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaşları görmek küçük kızın sızlayan kalbini bayağı aydınlatmıştı. Yaşlı adam bir de, sanki yere diz çökecekmiş gibi yaparak, torununa kendisini bağışlaması için yalvardı.
Nell, dedesinin sözünü yarıda keserek:
– Bağışlamak mı? diye bağırdı. Ah, dedeciğim, neyi bağışlayacakmışım?
– Şimdiye kadar gelmiş geçmiş şeyleri, senin başına gelenlerin hepsini, o huzursuzluk veren rüya içinde gelip geçenleri bağışlayacaksın, Nell.
Çocuk:
– Öyle konuşma, dedeciğim, dedi. Yalvarırım, yapma! Hadi şimdi başka şeyler konuşalım.
Yaşlı adam:
– Evet, evet başka şeyler konuşacağız, diye karşılık verdi. Bu konuşacaklarımız da çok eskiden… Aylarca, aylarca önce mi, yoksa haftalarca önce mi, günlerce önce mi konuştuğumuz şeyler olacak. Acaba ne zaman konuşmuştuk onları, Nell?
Çocuk:
– Ne dediğini anlayamadım, dedi.
– Bugün hatırladım… Şurada oturmaya başladığımızdan beri hatırlıyorum. Tanrı senden razı olsun, Nell.
– Niçin böyle diyorsun, dedeciğim?
– İlk defa dilenci olduğumuz zaman söylediğin sözler için diyorum, Nell. Daha yavaş konuşalım. Şişt! Aşağıdakiler niyetimizi öğrenirlerse benim deli olduğumu söyleyip seni benden uzaklaştırırlar. Burada bir gün daha durmayacağız. Buradan uzaklara gideceğiz.
Çocuk, ciddi ciddi:
– Evet, hadi gidelim, dedi. Buradan çıkıp gidelim, bir daha da ne buraya dönelim, ne de adını analım. Buralarda oyalanacağımıza yalın ayak dünyayı dolaşalım daha iyi.
Yaşlı adam:
– Öyle yapacağız, dedi. Tarlaları, ormanları, ırmak kıyılarını yayan geçeceğiz. Tanrı’nın hükmettiği yerlerde kendimizi ona emanet edeceğiz. Ötelerde geceleyin berrak gökyüzünün altında yatmak, hep üzücü, yorucu rüyalarla dolu olan kapalı odalarda yatmaktan daha iyidir. Seninle ikimiz neşeli, mutlu olup bu günleri de sanki hiç olmamış gibi unutmayı pekâlâ öğrenebiliriz, Nell.
Çocuk:
– Mutlu olacağız! diye bağırdı. Burada dünyada mutlu olamayız!
Yaşlı adam da:
– Hayır, bir daha mutlu olamayız, diye çocuğun düşüncesine katıldı. Doğru söyledin. Yarın sabah buradan kaçıp gidelim. Erkenden usulca çıkıp gideriz ki bizi gören, duyan olmasın. Arkamızda da bir iz, bir işaret bırakmayalım ki, peşimize takılmasınlar. Zavallı Nell’ciğim! Yanacıkların solmuş, gözlerin de beni gözleyip ağlamaktan ağırlaşmış. Biliyorum, benim uğruma olmuş bu. Korkma, iyileşeceksin. Yarın sabah, yüzlerimizi bu üzüntü dolu yerden çevirip, kuşlar kadar bağımsız, mutlu olacağız.
Sonra, ellerini çocuğun başının üstünde birleştirip, kırık dökük bir iki kelimeyle, bundan sonra birlikte orası senin, burası benim dolaşacaklarını, ölüm ikisinden birini alıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklarını söyledi.Çocuğun yüreği umutla, güvenle hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Açlık, soğuk, susuzluk ya da sıkıntı çekme düşüncesi hiç yoktu. Dedesinin adamın anlattıkları üzerine, bir zamanlar zevk aldıkları basit şeylere yeniden kavuşmayı, yaşadığı o kasvet dolu yalnızlıktan kurtulmayı, şu son zamanlarda çevresini saran o kalpsiz insanlardan uzaklaşmayı, dedesinin sağlığına, huzura kavuşmasını, sakin bir mutlu hayata başlamayı hayalinde canlandırıyordu. Gözlerinin önünde güneş, dere, çayır, yaz günleri pırıl pırıl parlıyordu; bu parlak manzarada en küçük bir kara leke yoktu.
Dede birkaç saattir yatağında derin derin uyuyordu, Nell ise hâlâ kaçma hazırlığındaydı. Kendisi için gerekli birkaç parça giyeceği, dedesi için de bir iki şey alması gerekiyordu. Uğradıkları talihsizliğe uyacak eski elbiseleri, giymek üzere, bir kenara ayırmıştı. Kızcağızın işi bu kadarla bitmiyordu ki. Eski odaları son bir defa görmeye gitmesi gerekiyordu.
Bunlardan ayrılmak yavrucağın düşündüğünden ne kadar da değişik oldu! Çoğu zaman gözlerinin önünde canlandırdıklarından ne kadar da bambaşka oldu! Bu odalara zafer havası içinde veda edebileceğini nasıl olmuş da düşünebilmişti? Bunların arasında geçirdiği bunca saatin anısı gittikçe kabaran yüreğini doldurmuş, bunun zalimce bir istek olduğu inancını uyandırmıştı; hem de burada geçirdiği saatlerin çoğu yapayalnız, üzüntü dolu saatler olduğu hâlde. Bundan çok daha karanlık nice akşamını geçirdiği o pencerenin önüne oturdu, oradayken içinde uyanan her türlü umut, neşe dolu düşünce yine aklına geldi, buranın bütün o kasvetli, acı verici özelliğini bir anda siliverdi.
Kendisine ait olan o küçük oda bile –hani şu sık sık diz çöküp de şimdi gelmek üzere olan o saate kavuşmak için dua ettiği küçük oda, öylesine sakin uyuduğu, güzel rüyalar gördüğü o küçük oda bile– başka türlü göründü gözüne. Çevresini bir kere daha gözden geçirip de yumuşak bir bakış fırlatmamak, minnet dolu gözyaşı dökmemek imkânsızdı. Orada ufak tefek birtakım şeyler vardı; alıp götürmek istediği, işe yaramaz eski püskü şeylerdi bunlar; ne yazık ki onları yanına alması imkânsızdı.
Bu da, çocuğun aklına kuşunu getirdi, hâlâ orada asılı duran zavallı kuşcağızını. Bu küçük yaratık için acı acı ağladı. Derken, aklına, nasıl olduğunu, niçin olduğunu kendisi de bilemeden, bir şey geldi: Kimbilir belki de şu ya da bu şekilde hayvancağız Kit’in eline düşer de o da kızcağız kuşu ona bıraktı sanıp hayvancağıza bakardı, böylece Nell’in kendisine minnet duyguları beslediğinden de şüphesi kalmazdı. Kızcağız bu düşünceyle rahatladı, huzura kavuştu, daha hafiflemiş bir yürekle, dinlenmeye çekildi.
Bir sürü aydınlık, güneşli yerlerde geçen belli belirsiz rüyalardan uyandığı zaman gecenin daha geçmemiş olduğunu, gökyüzünde yıldızların pırıl pırıl parladıklarını gördü. En sonunda, gün ışımaya başladı, yıldızlar da soldular, karardılar. Nell sabah olduğuna kesinlikle inanır inanmaz kalktı, yola çıkmak üzere giyinmeye koyuldu.
Yaşlı adam daha uyuyordu. Kızcağız, rahatsız etmek istemediği için, onu ancak güneş çıkınca uyandırdı. Dede bir dakika bile kaybetmeden yola çıkmak istiyordu, çabucak hazırlandı.
Sonra, çocuk adamı elinden tuttu, ikisi birlikte usul usul, dikkatle merdivenleri inmeye başladılar. Bir tahta gıcırdayacak olsa, korkuyla titreyip duruyorlar, dört bir yanı dinliyorlardı. Yaşlı adam bir iki parça eşyasını taşımaya yarayacak olan çantasını yukarda unutmuştu, birkaç basamağı yeniden tırmanıp çantayı almak onlara pek büyük bir gecikmeymiş gibi geldi.
En sonunda, alt kattaki koridora vardılar. Burada Quilp ile hukukçu arkadaşının horultusu dedeyle torununun kulaklarına aslanların kükremesinden daha da korkunç geldi. Kapının sürgüsü paslanmıştı, bunu gürültü yapmadan açabilmek zordu. Sürgülerin hepsini çekince kapının ayrıca anahtarla da kilitlenmiş olduğunu gördüler; işin kötüsü, anahtar da ortada yoktu. Derken, çocuk ilk defa bir şey hatırladı: Hasta bakıcılardan biri Quilp’in her gece evin iki kapısını da kilitlediğini, anahtarları da yatak odasındaki masanın üzerine bıraktığını söylemişti.
Küçük Nell, pabuçlarını çıkarıp, eski antika eşyanın bulunduğu sandık odasına, antika eşyaların en çirkininin –yani Bay Brass’ın– yere serili yatakta yattığı odaya süzülüp oradan da kendi küçük odasına girmeyi hayli korkup titreyerek başardı.
Odadan içeri girer girmez, birkaç saniye, olduğu yere mıhlanmış gibi, kıpırdamadan durdu. Quilp’in yataktan iyice aşağı sarkmış bir hâlde, ağzı açılmış, gözlerinin akı –daha doğrusu, kirli sarı tabakası– rahatça görülebilecek bir şekilde, horul horul uyuyuşu kızcağızı dehşete düşürmüştü. Ne var ki adamın bir derdinin olup olmadığını araştırmanın zamanı değildi. Onun için, odanın içine telaşla şöyle bir bakınıp anahtarı aldı, yine Brass’ın yanından geçti, en sonunda sağ salim dedesinin yanına döndü. Kapıyı gürültüsüzce açtılar, sokağa çıkıp önce bir durdular.
Çocuk:
– Hangi yöne gideceğiz? diye sordu.
Dede, kararsız, çaresiz bir hâlde, önce çocuğa, sonra sağına, soluna, sonra yine çocuğa bakıp başını salladı. Bundan sonra Nell’in ona kılavuzluk, önderlik etmesi gerektiği açıkça görülüyordu. Kız da bunu sezinledi, içinde bir şüphe ya da korku duymadan, elini dedesinin avucuna bıraktı, onu yavaşça oradan uzaklaştırdı.
Haziran ayında bir günün başlangıcıydı. Koyu mavi gökyüzünde bir tek bulutun bile gölgesi yoktu, her bir yan aydınlıkta pırıl pırıl parlıyordu. Sokaklar daha gelip geçenlerle dolmamıştı; evler, dükkânlar kapalıydı; sabahın sağlam havası uyuyan kasabaya meleklerin soluğu gibi inmekteydi.
Yaşlı adamla çocuk, kıvanç dolu bir sessizlik içinde, umutla, sevinçle dolu bir hâlde gidiyorlardı. Bir kere daha ikisi yalnız kalmışlardı; her şey pek parlak, taptazeydi; hiçbir şey onlara geride bırakmış oldukları tekdüzeliği, zorbalığı hatırlatmıyordu; başka zamanlarda çatık kaşlı, karanlık görünen kilise kuleleri, damları şimdi güneş altında parlıyordu; her kuytu yer, her köşe ışık içinde neşe saçıyordu; üstelik, gökyüzü de o sakin gülümseyişini yeryüzüne göndermekteydi.
O iki zavallı serüvenci de, şehir daha uykudayken, nereye gideceklerini bilemeden uzaklaştılar.

13
Tower Hill’li Daniel Quilp ile Londra şehrinde Bevis Marks Şirketi’nden, Kraliyet Mahkemelerinin avukatlarından, Westminster Medeni Hukuk davaları vekili, Chancery Yüksek Mahkemesi hukuk danışmanlarından Sampson Brass, herhangi bir kötü talihin farkına varmadan uyudular, ta ki sokak kapısı, önceleri yavaş yavaş sonra hızlı hızlı çalınmaya başlayıncaya kadar. Kapının kısa aralıklarla durmadan çalması Daniel Quilp’in yatağında kıpırdanıp boylu boyunca uzanmasına, uykulu uykulu tavana bakınıp bir gürültü duyduğunu düşünmesine yol açtı ama, bu meseleyle ilgilenmek zahmetine katlanmasına imkân olmadığını da anladı.
Yalnız, kapının çalınması azalacak yerde daha da artıp sıklaşınca, Daniel Quilp’in yeniden uykuya dalmasına imkân vermeyeceğini de belli edince adamın gözleri yavaş yavaş açılmaya başladı, kapıda birinin bulunması ihtimali aklına geldi. Sonra, yavaş yavaş, cuma sabahı olduğunu, Bn. Quilp’e de sabahleyin erkenden oraya gelmesini tembih ettiğini hatırladı.
B. Brass da, yatağında, boyuna kıvrılıp, büzülüp garip şekiller meydana getirdikten, yüzünü, gözlerini mevsimsiz ham böğürtlen, yemiş bir kimse gibi buruşturduktan sonra, en sonunda uyanmıştı. B. Quilp’in gündelik kıyafetini giyinmiş olduğunu görünce hemen kendisi de aynı şeyi yapmaya davrandı; bu arada, çoraplarından önce pabuçlarını giydi, bacaklarını ceketinin kollarına sokmaya çalıştı, telaşla giyinen, birdenbire uyandırılan kimselerin yaptıkları ufak tefek hataları işledi.
Hukukçu bunlarla uğraşırken cüce de masanın altında, kendi kendine insanlığa, hareketsiz eşyalara küfürler savurarak, aranmaya koyulmuştu. Onun bu hâli üzerine de B. Brass:
– Ne oldu? diye sordu.
Cüce, adama kötü kötü bakarak:
– Anahtar, diye söylendi. Kapının anahtarı, n’olacak! Anahtar nerede, sen biliyor musun?
Brass:
– Ben ne bilirim ki, efendim! diye söylendi.
Quilp soluyarak:
– Ne mi bilirsin? dedi. Sözde iyi bir avukatsın, öyle mi? Hınğh! Budala, sen de!
B. Brass cüceye bu hâlinde bir anahtar kaybının hukuk bilgisiyle hiçbir ilgisi olamayacağını söylemeyi doğru bulmadığı için anahtarın gece kapının üzerinde unutulmuş olabileceğini, o anda belki de deliğinde durduğunu anlatmaya çalıştı. B. Quilp de anahtarı delikten çıkardığını iyice hatırlayıp bu yüzden de tam tersi inançta olmasına rağmen, anahtarı orada bulacağına hemen hemen emin olarak söylene söylene kapıya gitti.
İşte tam o sırada, yani B. Quilp elini kapının kilidi üzerine koyup büyük bir şaşkınlık içinde sürgülerin açılmış olduğunu gördüğü sırada, kapının daha da hızlı vurulduğunu duydu. Anahtar deliğinden içeri sızan ışığa da bir insan gözü engel olmuştu. Cüce pek fena öfkelenmişti, öfkesini çıkaracak birini arıyordu, hani şöyle birdenbire içini boşaltacak biri olmalıydı bu, mesela Bn. Quilp.
Cüce bu düşünceyle tokmağı yavaşça çevirdi, kapıyı birdenbire açtı, öbür yanda bekleyenin üzerine yürüyüverdi. O sırada kapıdaki de kapıyı bir kere daha çalmak için tokmağı yukarı kaldırmıştı. Cüce birden adamın üzerine saldırdı.
Kendisine hiçbir şekilde karşı koymayı düşünmeyecek olan karısı yerine bir başkasıyla karşılaşmış, başına, göğsüne ikişer yumruk yemişti. Yumruk yağmuru daha kesilmediğine göre pek usta ellere düştüğü belliydi. Yalnız, bunu anlamak da hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Düşmanının üzerine öyle bir hırsla atıldı, öylesine şiddetli ısırmaya, dövmeye başladı ki ancak birkaç dakika sonra serbest kalabildi. İşte o zaman, ancak o zaman kendini, kan ter içinde, perişan bir hâlde, sokakta buldu. B. Richard Swiveller de onun çevresinde bir çeşit dans numarası yapıyor, bir yandan da “daha isteyip istemediğini” soruyordu.
Dick Swiveller, tehdit dolu bir tavırla ilerleyip gerilerken:
– Dükkânda ondan daha pek çok var, diyordu. Her zaman bol miktarda hazır mal bulundururuz elimizde. Köylerden bol bol, sık sık sipariş gelir de… Biraz daha ister miydiniz, efendim? İsterseniz, çekinmeyin, söyleyin.
Quilp omuzlarını ovuşturarak:
– Ben başka birisi sandımdı, dedi. Kim olduğunuzu niçin söylemediniz?
Dick:
– Siz kim olduğunuzu niçin söylemediniz, diye sordu, evden dışarı deli gibi fırlayacak yerde?
Cüce kesik bir iniltiyle:
– Kapıyı çalan da sizdiniz, öyle mi? diye sordu.
– Evet, kapıyı çalan adam benim. Ben geldiğim zaman o hanım çalmaya başlamıştı ama, pek hafif çalıyordu; onun için, kendisini bu zahmetten kurtardım.
Bunları söylerken, biraz ileride titreye titreye durmakta olan Bn. Quilp’i işaret etti.
Cüce, karısına öfkeli bir bakış fırlatarak:
– Hınğh! diye homurdandı. Ben de kabahatin sende olduğunu sanmıştım. Ya siz, beyim, siz de burada bir hasta bulunduğunu, kapıyı da kıracakmış gibi çaldığınızı bilmiyor musunuz?
Dick:
– Vallahi, işte ben de onun için çaldım ya! dedi. Burada biri ölmüş sandım.
Quilp:
– Besbelli bir maksatla geldiniz? dedi. Nedir istediğiniz?
Dick Swiveller:
– Yaşlı beyin nasıl olduğunu öğrenmek istiyorum, dedi. Hem de bunu küçük Nell’in kendinden öğrenmek istiyorum. Onunla şöyle baş başa biraz konuşmalıyım. Ben ailenin dostuyum, efendim, yani hiç değilse aile fertlerinden birinin dostuyum, bu da aynı şey sayılır.
Cüce:
– Öyleyse içeri buyurun, dedi. Buyurun, efendim, buyurun. Size gelince, Bayan Quilp, benden önce siz buyurun.
Bn. Quilp duraklıyordu, Quilp ısrar etti. Bu bir nezaket gösterisi ya da herhangi bir gerekçeye uymak çabası değildi; çünkü kadıncağız kocasının evden içeri niçin bu sırayla girmek istediğini çok iyi biliyordu: Cüce, bu şekilde, karısının çürükten, parmak izlerinden pek seyrek yoksun kalan kollarına bir iki çimdik atmak fırsatını elde edecekti. Dick bu sırrı bilmediği için, bir çığlık duyunca şaşırdı, dönüp arkasına bakınca da Bn. Quilp’in birdenbire bir silkinişle yoluna devam ettiğini gördü. Yalnız, böyle şeyler onu ilgilendirmezdi; çok geçmeden, olanları unuttu.
Dükkâna girdikleri zaman cüce:
– E, şimdi siz lütfen yukarı çıkın, Bayan Quilp, dedi. Nelly’nin odasına girin de kendisinin aşağıdan istendiğini bildirin.
Dick B. Quilp’in sözünün geçerliğine alışmamıştı.
– Siz burayı adamakıllı benimsemiş görünüyorsunuz, dedi.
Cüce:
– Burası benim! diye karşılık verdi.
Dick bu sözlerin ne anlama geldiğini, B. Brass’ın varlığının da ne gibi bir nedene dayandığını merak etmeye başlamıştı ki, bu sırada Bn. Quilp, telaşla aşağıya inip, yukarıdaki odaların boş olduğunu bildirdi.
Kadıncağız tir tir titriyor:
– Yemin ederim ki odaların hepsini teker teker dolaştım, hiçbirinde bir tek kimse yok, diyordu.
B.Brass, ellerini kuvvetle çırparak:
– İşte bu da anahtarın esrarını çözüyor! dedi.
Quilp kötü kötü Brass’a baktı, karısına baktı, Richard Swiveller’e baktı; hiçbirinden bir şey öğrenemeyince de telaşla yukarı fırladı. Çarçabuk aşağıya dönüp karısının sözlerini doğruladı. Dick Swiveller’e bakarak:
– Bu gidiş, doğrusu, pek garip bir gidiş, dedi. Ben kendisinin o kadar yakın, candan dostu olduğum hâlde benimle haberleşmeden gitmesi çok garip, doğrusu. Ama, mutlaka bana mektup yazacaktır ya da Nelly’ye yazdıracaktır. Evet, öyle yapacaktır, mutlaka. Nelly bana çok düşkündür. Güzel Nell!
Dick Swiveller, ağzı bir karış açılmış, öylece duruyordu. Quilp hâlâ sinsi sinsi ona bakarak Brass’a döndü, kasten ilgisiz bir tavır takınarak, bu olayın eşyanın taşınmasını etkilemeyeceğini bildirdi.
– Hoş, eşyanın bugün gideceğini biliyorduk ya, yalnız, bu kadar erken, sessiz sessiz olmayacaktı bu iş. Onların da elbet bir bildikleri vardır, elbet bir bildikleri vardır.
Dick şaşırmıştı:
– Acaba hangi cehennemin dibine gittiler? diye söylendi.
Quilp başını salladı, nereye gittiklerini pekâlâ biliyormuş da bunu açıklamaya yetkisi yokmuş gibi dudağını ısırdı.
Dick de, şaşkın şaşkın çevresine bakınarak:
– Peki, ya eşyanın taşınması da ne demek oluyor, ne demek oluyor? diye sordu.
Quilp:
– Onları bendeniz satın aldım, efendim, dedi. E, başka bir diyeceğiniz var mı bakalım?
Dick pek sersemlemiş bir hâlde:
– O sinsi ihtiyar tilki, servet yapıp, uzaktan deniz gören güzel manzaralı sakin bir kulübeye mi taşındı? diye sordu.
Cüce de, ellerini sıkı sıkı ovuşturarak:
– Sevgili torunlarla onların sadık dostları kendisini sık sık görmeye gelmesinler diye de, dinlenmeye çekildiği yeri gizlemeye çalışıyor, sizin demek istediğiniz bu mu? diye sordu.
Richard Swiveller, kendisinin pek önemli bir yer tuttuğu tasarının birdenbire bir yana atılıvermesinden, iyice dehşete düşmüştü; tasarladıklarını daha tomurcuk hâlindeyken koparıp atmak pek ağır gelmişti ona. Daha bir gece önce Frederick Trent’ten yaşlı adamın hastalık haberini almış, Nell’e bir nezaket ziyaretinde bulunup geçmiş olsun demek, kızın yüreğini dağlayacak olan şirinlik gösterilerine hemen başlamak istemişti. İşte kendisi böyle bin bir türlü güzel şey tasarlarken, Sophy Wackles’e karşı beslemeye başladığı nefret yavaş yavaş artarken, Nell, yaşlı adam, paranın hepsi ortadan kayboluvermiş, eriyip kaybolmuş, kim bilir nereye gitmişti! Daha bir adım atılmasına bile fırsat kalmadan tasarıda başarısızlığa ulaşılmıştı.
Daniel Quilp, bu kaçışa içinden hem şaşırmış, hem de üzülmüştü. Kaçaklarla birlikte birtakım gerekli giyeceğin de gitmiş olduğu keskin gözlerinden kaçmamıştı; yaşlı adamın zihninin adamakıllı zayıflamış olduğunu da bildiği için, doğrudan doğruya çocuğun idaresine bırakılan bu maceranın ne şekle döküleceğini merak ediyordu. Cücenin her ikisinin de akıbetini düşünüp tasalandığı söylenemez; çünkü böyle bir şey ona karşı büyük haksızlık olur. Cücenin huzurunun kaçmasının nedeni yaşlı adamın bir yerde para gizlemiş olduğuna hiç ihtimal vermemesi, bunları avucunun içinden kaçırmış olduğuna inanmasıydı. Bu da ona utanç, kendini suçlama isteği vermişti.
Quilp, aklından bunlar geçerken, Richard Swiveller’in de başka nedenlerden ötürü bu duruma kızıp üzüldüğünü görünce birazcık olsun avundu. Onun buraya arkadaşının adına yaşlı adamı korkutmak, onda pek bol bulunduğunu düşündükleri paranın birazını almak için gelmiş olduğuna aşağı yukarı inanmıştı. Bunun için de yaşlı adamın o pek büyük servetiyle birlikte ortadan kaybolduğunu, hiç kimsenin bulamayacağı bir yere gittiği havasını uyandırmak da cüceyi rahatlatmıştı.
Dick boş boş bakarak:
– E, öyleyse benim burada durmamın bir yararı olmayacak desenize, dedi.
– Dünyada bir yararı olamaz.
– Benim aradığımı söylersiniz, değil mi?
Quilp başını salladı, onları görür görmez hemen bunu söyleyeceğini belirtti.
Dick Swiveller:
– Deyin ki, diye ekledi. Deyin ki, efendim, ben buraya bir dişlinin çarklarına takılarak geldim; dostluğun yardımıyla, ortak dehşetin, kalp yanmasının tohumlarını söküp onların yerine toplumsal huzurun özünü ekmek istedim. Acaba kendinizi bunları söylemekle görevlendirmek lütfunda bulunur musunuz, efendim?
Quilp:
– Elbette, dedi.
Dick, kıvrılmış ufacık bir kart çıkararak:
– Acaba sözlerinize adresimin şu olduğunu, her sabah evde bulunduğumu da eklemek iyiliğinde bulunur musunuz, efendim? dedi. Kapıyı belirli bir şekilde iki defa çalarsanız, istediğiniz an köleniz olurum. Benim dostlarım kapı açıldığı zaman mutlaka hapşırırlar, efendim, bu da benim arkadaşım olduklarını belirtmek içindir, evde olup olmadığımı sormaları da gerekmez. Özür dilerim ama, şu karta bir kere daha bakmama izin verir misiniz?
Quilp:
– A, elbette, buyurun!
Dick, o kartın yerine bir başkasını çıkararak:
– Hiç de yadırganmayacak basit bir yanlışlık yapmışım, size Glorious Apollers Derneği’nin giriş kartını vermişim, efendim. Bendeniz bu derneğin üyelerinden olmak şerefine sahibim, efendim. Asıl doğru bilgi burada, efendim. İyi günler.
Quilp de iyi günler diledi. Glorious Apollers Derneği’nin şeref üyesi de Bn. Quilp’in şerefine şapkasını kaldırdı, sonra dikkatsizce başına yan geçirdi, hızla oradan uzaklaştı.
Bu arada eşyanın taşınması için birkaç yük arabası gelmişti. Kasketli hamallar dolapların çekmecelerini, daha başka eşyayı başlarının üstüne kaldırmaya çalışıyorlar, kaslarını çalıştırdıkları için de yüzleri kızarıyordu. Quilp de, işten geri kalmamak için, inanılmaz bir çabayla çalışmaya koyuldu. Kötü bir ruh gibi herkesi bağıra çağıra oraya buraya dağıtıyordu. Bn. Quilp’e her türlü, yapılması imkânsız işleri yüklüyordu. Hiç de öyle aşırı çaba harcıyormuş gibi görünmeden, ağır eşyayı yukarı, aşağı taşıyıp duruyordu. İskeledeki oğlanın yanına gitmek fırsatını bulur bulmaz, ona bir tekme savurmayı da ihmal etmiyordu. Sorumlulukların ağır yükünü de kapı önünde durup meraklı komşuların sorularını cevaplandırmaya çalışan Brass’a yüklemeye bakıyordu. Onun varlığı, davranışları çalışanlar üzerinde etkisini öyle çabuk göstermişti ki birkaç saat içinde evde bir iki boş şarap şişesiyle bir iki parça eşyadan, tek tük hasır parçalarından başka bir şey kalmamıştı.
Cüce, bu hasır parçalarından birinin üzerine bir Afrikalı yerli başkan gibi oturmuş, ekmek, peynir, birayla karnını doyuruyordu. Tam bu sırada bir oğlan çocuğun dış kapıdan içerisini gözetlemekte olduğunu fark etti ama, bunun farkına varmamış gibi davrandı. Oğlanın ancak burnunu görebilmişti ama, bu, gelenin Kit olduğunu da anlamasına yetmişti. Hemen ona seslendi, bunun üzerine Kit de içeri girip ne istediğini sordu.
Cüce:
– Buraya buyurun, efendim, dedi. Demek sizin yaşlı efendiyle genç hanım gittiler, öyle mi?
Kit, çevresine bakınarak:
– Nereye gittiler? diye sordu.
Quilp, sert bir sesle:
– Yani onların nereye gittiklerini bilmediğini mi söylemek istiyorsun? dedi. Nereye gittiler bakalım, ha?
Kit:
– Bilmiyorum, dedi.
Quilp:
– Hadi, bırak bu numaraları artık! diye çıkıştı. Onların bu sabah ortalık aydınlanır aydınlanmaz gizlice gittiklerini bilmediğini mi söylemek istiyorsun yani?
Oğlan, şaşkınlığını açığa vurarak:
– Bilmiyorum, dedi.
Quilp:
– Bilmiyorsun ha? diye bağırdı. Geçen akşam bir hırsız gibi evi gözetlediğini fark etmedim mi sanıyorsun? Evet, tıpkı bir hırsız gibi! O zaman sana durumu bildirmediler mi?
Oğlan:
– Hayır, dedi.
Quilp:
– Sana bildirmedi ha? dedi. Öyleyse o zaman ne söyledi sana? Ne konuşuyordunuz?
Kit bu meseleyi gizli tutmak için artık ortada bir neden göremiyordu. O akşam evin önüne niçin gelmiş olduğunu, yaptığı teklifi açıkladı.
Cüce biraz düşündükten sonra:
– Ya? dedi. Öyleyse, belki daha sonra sana gelirler.
Kit heyecanla:
– Acaba gelirler mi dersiniz? diye bağırdı.
Cüce:
– Evet, sanırım ki geleceklerdir, dedi. Geldikleri zaman bana hemen haber vereceksin, anlaşıldı mı? Bana haber verirsen ben de sana bir şey vereceğim. Ben onlara iyilik yapmak istiyorum ama, nerede olduklarını bilmezsem iyilik de yapamam. Söylediklerimi işitiyor musun?
Cücenin odada tuttuğu iskeledeki oğlan, içeride tesadüfen bırakılmış bir şey var mı, diye aranırken:
– Burada bir kuş var, onu ne yapacaksınız? diye bağırmasaydı, belki de Kit kendisini sorguya çekenin hiç de hoşuna gitmeyecek bir karşılık verecekti ama, buna fırsat kalmadı.
Quilp:
– Boynunu kopar! dedi.
Kit bir adım ilerleyerek:
– Aman sakın ha! diye atıldı. Kuşu bana verin.
Öbür çocuk:
– A, evet! Erkeksen al bakalım! diye bağırdı. Hadi, sen kafesi bırak da ben hayvanın boynunu koparayım. Bunu ben yapacakmışım, o öyle söyledi. Sen şu kafesi bırakacak mısın, yoksa?
Quilp:
– Kafesi bana verin, köpekler! diye kükredi. Kafes için dövüşün bakalım, köpekler! Yoksa, hayvanın boynunu ben koparacağım ha!
Oğlanlar, daha uzun bir kışkırtmaya kalmadan, birbirlerinin üzerine atıldılar. Dişleriyle, tırnaklarıyla saldırdılar. Bu arada Quilp de kafesi bir elinde tutuyor, öbür elindeki bıçakla heyecan içinde yere vurup duruyor, oğlanların dövüşünü kızıştırmak için boyuna bağırıyordu. İkisi birbirlerine denktiler; yere birlikte yuvarlanmışlar, hiç de çocuk oyunu sayılmayacak şekilde yumruklaşıyorlardı. En sonunda, Kit öbürünün göğsüne bir yumruk indirerek kendini kurtardı, hızla ayağa fırladı, kafesi Quilp’in elinden kaptığı gibi armağanıyla birlikte yola düzüldü.
Kit, eve varıncaya kadar bir kere bile durmadı; eve vardığı zaman da kanayan yüzü büyük bir şaşkınlık yarattı, büyük çocuk, korkuyla, ulur gibi bağırmaya başladı.
Bn. Nubbles:
– Aman, Kit, ne oldu, ne yaptın sen? diye bağırdı.
Oğlu, kapının arkasında asılı duran havluya yüzünü silerken:
– Aldırma, anne, dedi, bir yerime bir şey olmadı, korkma. Bir kuşu almak için dövüş ettim, sonunda kuşu kazandım; işte mesele bundan ibaret. Sen de çeneni tut, Jacob. Hayatımda bu kadar yaramaz oğlan görmedim.
Annesi:
– Bir kuş için mi dövüş ettin? diye bağırdı.
– Evet, bir kuş için dövüştüm. İşte kuş da burada. Nelly’nin kuşu bu, anne, hayvancağızın boynunu koparacaklardı. Neyse, ben buna engel oldum… Hah-hahha! Hayvanın da, benim de boynumu koparamadılar. Hayır, hayır! Bunu yapamadılar, anneciğim, yapamadılar. Hah-hah-ha!
Kit’in, berelenmiş, şişmiş suratını havludan sıyırarak, içten gelme kahkahalarla gülmesi küçük Jacob’u da güldürdü; sonra, annesi de güldü; daha sonra küçük bebek de kıkırdamaya başladı, büyük bir sevinç içinde tepinmeye koyuldu; en sonunda, hepsi birden, konser verir gibi, gülmeye başladılar: Gülmeleri biraz Kit’in zaferinden, biraz da birbirlerine çok düşkün olmalarından ileri geliyordu. Bu kahkaha nöbeti geçince, Kit kuşu sanki pek büyük, değerli bir antikaymış gibi iki çocuğa da gösterdi; sonra, çakılmış çivi var mı, diye duvara baktı. Bir çivi buldu. Masanın üzerine bir iskemle koyup, büyük bir çaba harcayarak çiviyi kıvırdı.
Küçük oğlan:
– Durun bakayım, dedi. Bana kalırsa kuşu pencerenin önüne asalım, çünkü orası daha aydınlık, daha iç açıcı. Kuş orada kalırsa başını yukarı kaldırınca gökyüzünü görebilir. Bu kuş öten cinsten, ben anladım.
Bu sözler üzerine, iskele yeniden kuruldu; Kit, elinde çekiçle, tepeye çıktı, çiviyi çaktı, kafesi astı. Bütün ev halkı buna pek sevindi. Kafes birkaç defa düzeltildikten sonra, Kit birkaç defa hayran hayran bakarak ocağın önüne gidip geldikten sonra bu düzenin kusursuz olduğu belirtildi.

14
Kit için eski evin kendi yolu üstünde olduğuna kendini inandırması pek kolay oldu, çünkü onun yolu her yandan geçiyordu; yalnız, oğlan evin önünden bir defa daha kendi isteğiyle değil de, can sıkıcı zorunluluk uğruna geçmek zorunda kaldı. Christopher Nubbles’dan çok daha iyi beslenen, eğitilen kimseler için böyle keyiflerine uymayan işleri bir yana bırakıp her şeyi inkâr etmeye kalkışmak hiç de alışılmamış bir iş değildir.
Bu sefer tedbirli olmaya, Daniel Quilp’in yanındaki oğlanla boy ölçüşme tehlikesiyle karşılaşmaktan korkmasına hiçbir neden yoktu. Ev bomboştu, sanki aylardan beri insan eli değmemiş gibi tozlu, kirliydi. Kapıya paslı bir asma kilit asılmıştı, üstteki yarı açık kalmış pencerelerden rengi atmış güneşliklerin, perdelerin uçları dışarı sarkmıştı, kapalı pancurların aralarındaki delikler de, içerinin karanlığı yüzünden, kapkara duruyorlardı. Kit’in bunca zaman gözlediği pencerenin camı o sabahki hoyrat telaş arasında kırılmıştı, o oda hepsinden daha boş, daha kasvetli görünüyordu. Kapının önündeki basamakları bir alay haylaz çocuk kaplamıştı; kimisi kapının tokmağını vuruyor, tokmaktan çıkan sesin boş eve yayılışını dinliyordu; kimisi de anahtar deliğinin başında toplanmış, yarı şaka, yarı ciddi, evdeki hortlağı görmeye çalışıyordu: Sokağın kalabalığı, gürültüsü arasında yapayalnız duran ev soğuk bir yıkıntıyı andırıyordu. Kit, kış geceleri bu evde yanan o neşeli ateşi, küçük odayı çın çın çınlatan neşeli kahkahaları hatırlayınca pek tasalanmış bir hâlde oradan uzaklaştı.
Zavallı Kit’in hiç de duygulu bir yaratık olmadığını, bu sıfatı hayatı boyunca belki bir kere bile duymadığını belirtmek oğlana karşı haksızlık etmemek için özellikle gerekli olacak. O yalnız, minnet duygularıyla dolu, yufka yürekli bir yaratıktı; kibar ya da ince bir yanı yoktu. Onun için de, yeniden eve dönecek yerde –bilirsiniz ya, o iyi yetiştirilmiş kimselerin canları bir şeye sıkıldı mı yakınlarının da kendileri gibi sıkılmalarını isterler; işte Kit de, böyle yapmak üzere, sıkıntı içinde kardeşlerini dövmek, annesine çatmak üzere eve dönecek yerde– onları daha rahat yaşatabilmenin çarelerini aramayı kararlaştırdı. Yollarda ileri, geri gidip gelen amma da çok atlı vardı ha! Ne yazık ki bunların arasından atına baktırmak isteyen ne kadar az çıkıyordu! Şehirli bir borsacı ya da parlamento komisyon üyesi, Londra’da caddelerde dolaşanlara bakıp bir yılda sadece at bakmaktan ne kadar para kazanıldığını kolayca tahmin edebilirdi. Uşaksız yolculuk yapan beylerin yirmide biri atını başkasına emanet etseydi gerçekten de çok büyük kazanç sağlanabilirdi. Gelgelelim, bu beyler öyle yapmıyorlardı. Çoğu kere de bu ya da buna benzer talihsizlikler en basit kazanç yollarını berbat ederler ya!
Kit arada hızlanıp yavaşlayarak yürüyordu. Atlılardan biri atının hızını kesip çevresine bakınmaya başlayınca Kit de yavaşlıyordu; bir başka sokakta bir atlının yolun gölge yanından tembel tembel gittiğini görünce de ona yetişmek için adımlarını sıklaştırıyordu. Ne var ki hepsi de birbirinin ardı sıra yollarına koyulup gittiler. Görünürde bir tek metelik kazanma ihtimali bile yoktu. Oğlan: “Acaba bu beylerden biri evdeki dolabın bomboş olduğunu bilseydi, mahsustan durup ben bir iki kuruş kazanayım diye atına bakmamı istemeyi akıl eder miydi?” diye düşündü.
Uğradığı hayal kırıklığı bir yana, sokakları arşınlamak Kit’i adamakıllı yormuştu. Birazcık dinlenebilmek için bir merdivene oturmuştu ki karşıdan dört tekerlekli bir arabanın şıngırdaya şıngırdaya kendisine doğru geldiğini gördü. Arabayı inatçı görünüşlü, kaba yeleli küçük bir midilli çekiyor, ufak tefek, şişman, sakin görünüşlü yaşlı bir bey kullanıyordu. Ufak tefek yaşlı beyin yanında ufak tefek yaşlı bir hanım oturuyordu; o da arabayı süren adam gibi şişmandı, sakin görünüşlüydü. Midilli de kendi havasına bırakılmış, dilediği gibi gidiyordu. Yaşlı adam dizginleri çekerek hayvanı yola getirmek isterse, hayvan da başını iki yana sallayarak karşılık veriyordu. Atın yapabileceği en büyük fedakârlığın da adamın istediği yolda gitmek olduğu, ancak bunu da kendi canının istediği şekilde yapmayı ona kabul ettirdiği anlaşılıyordu.
Araba Kit’in önünden geçerken çocuk onlara öyle büyük bir dikkatle baktı ki yaşlı adam da ona baktı. Kit ayağa kalkıp şapkasını eline alınca yaşlı adam da atına durmak istediğini bildirdi; hayvan da efendisinin bu isteğine pek seyrek karşı koyardı, bu sefer de emri alınca pek zarif bir şekilde durdu.
Kit:
– Özür dilerim, efendim, dedi. Kusura bakmayın, sizi durdurdum, efendim. Atınıza bakılmasını isteyip istemediğinizi soracaktım da.
Yaşlı adam:
– Öbür sokakta arabadan ineceğim, dedi. Arkamızdan gelirseniz, atın bakımı size verilebilir.
Kit adama teşekkür etti, teklifi sevinçle yerine getirdi. At keskin bir açı çizerek karşıdaki sokak lambasını incelemeye gitti, sonra da öbür yandaki başka bir sokak lambasını incelemek istedi, aynı şekilde karşıya geçti. Lambaların ikisinin de birbirinin eşi olduğunu anlayınca da durdu, düşünceye dalmıştı besbelli.
Yaşlı adam ciddi bir tavırla:
– Yola devam edecek misiniz, efendim? diye sordu. Yoksa buluşma saatini kaçırıncaya kadar burada bekleyecek miyiz?
At yerinden kıpırdamadı.
Yaşlı hanım:
– Ah, seni yaramaz Şimşek, seni! dedi. Aman ne ayıp! Bu davranışın beni utandırıyor.
Midillicik böylece duygularına hitap edilmesinden etkilenmiş olacaktı ki, hanım sözlerini bitirir bitirmez, isteksiz bir tavırla yola düzüldü, kapısında “Noter Witherden” yazılı pirinç tabela bulunan binanın önüne gelinceye kadar da hiç duralamadı. Burada yaşlı bey arabadan indi, yaşlı hanımın da inmesine yardım etti; sonra kanepenin altından biçimi, büyüklüğü bakımından kulpları çıkarılmış su kabına benzeyen bir çiçek demeti çıkardı. Yaşlı hanım bu demeti pek ağırbaşlı, azametli bir tavırla aldı, eve götürdü, çarpık ayaklı olan yaşlı adam da hemen onun arkasından yürüdü.
Yazıhaneyi andıran ön odaya girdikleri seslerinin gelişinden anlaşılıyordu. Hava sıcaktı, sokak sessizdi, pencereler de ardına kadar açıktı; ayrıca, içeride olup bitenleri tahta pancurlardan duymak pek kolaydı. Önce büyük bir tokalaşma töreni, ayak gıcırtıları oldu, bunu çiçeklerin sunuluşu izledi; dinleyenin B. Witherden’e ait olduğunu tahmin ettiği bir erkek sesinin defalarca: “Ah, pek güzel! Oh, şahane! Gerçekten harika!” diye bağırdığı duyuldu, bu beyin malı olduğu sanılan bir burun da büyük bir zevk içinde demetin kokusunu gürültüyle içine çekti.
Yaşlı hanım:
– Bu çiçekleri olayın şerefine getirdim, efendim, dedi.
Noter B. Witherden de:
– Ah, gerçekten önemli bir olay, hanımefendiciğim, dedi. Benim için bir şereftir. Pek çok beyefendi benimle iş yapmak istemiştir, efendim, hem de pek çok. Bunlardan kimisi şimdi servet içinde yüzüyor, hem de eski kapı yoldaşlarını, dostlarını hiç düşünmeden. Kimisi de bugün bile beni arayıp sormayı unutmaz. Çoğu kere de “Bay Witherden, hayatımın en zevkli saatleri bu yazıhanede geçmiştir, efendim, hem de şu iskemlenin üzerinde!” demekten geri kalmaz. Ne var ki müşterilerimin çoğunu seversem de bunların içinden hiçbirine sizin biricik oğlunuza bağlandığım kadar bağlanmamışımdır.
Yaşlı hanım da:
– Ah, dedi. Bu sözlerinizle bizi ne kadar mutlu ediyorsunuz, gerçekten öyle!
B. Witherden:
– Bakın, hanımefendiciğim, dürüst bir insan olarak neler düşündüğümü size açıklayayım, dedi. Şairin dediği gibi, dürüst insan Tanrı’nın en soylu eseridir. Ben her konuda şairle aynı düşüncedeyim, efendim. Bir elde o dev Alp Dağları, öbür elde de arı kuşu olsa, iş bakımından dürüst bir insan için hiçbir anlam taşımaz.
İnce bir ses:
– Bay Witherden’in benim için söyleyeceği herhangi bir sözü ben de aynı şekilde kendisine söyleyebilirim, dedi.
Noter:
– Bu gerçekten mutlu bir olay, cidden mutlu bir o!ay, dedi. Hele yirmi sekizinci doğum gününde olması da ayrıca dikkate değer. Bunu değerlendirmeyi başarırım inşallah. Öyle sanıyorum ki, Bay Gariand, bu mutlu tesadüften ötürü ikimiz de birbirimizi kutlayabiliriz.
Yaşlı bey bu sözlere olumlu bir karşılık verdi. Bundan sonra, yine tokalaşmalar oldu. Bu iş de bitince, yaşlı bey hiçbir erkek evladın Abel Gariand gibi anasına, babasına huzur vermesine imkân olmadığını söyledi.
– Annesiyle ben hayatımızın oldukça ileri bir çağında, yıllarca durumumuz düzelsin diye bekledikten sonra evlendiğimiz için, bundan sonra da her zaman söz dinler, sevgi besler bir çocuğa kavuştuğumuzdan ötürü mutluyuz. Evet, bu durum ikimize de büyük bir mutluluk sağladı elbette, efendim.
Noter de, anlayışlı bir tavırla:
– Böyle olduğuna hiç şüphem yok, efendim, dedi. İşte böyle şeyler de beni bekârlıktan bezdiriyor, kaderime küstürüyor ya. Vaktiyle bir genç hanım vardı, efendim, çok tanınmış bir depo sahibinin kızıydı… Neyse, bunu bırakalım şimdi. Chukster, Bay Abel’in kâğıtlarını getir.
Yaşlı hanım:
– Görüyorsunuz ya, beyefendi, Abel başka delikanlılar gibi yetiştirilmemiştir, dedi. Her zaman bizim aramızda olmaktan zevk almıştır, daima da yanımızda kalmıştır. Abel bizden bir gün bile ayrı kalmamıştır, öyle değil mi, şekerim?
Yaşlı adam:
– Asla, hayatım, dedi. Yalnız, bir cumartesi günü, eski öğretmeni Bay Tomkinley ile birlikte Margate’ye gitmiş, pazartesi sabahı da dönmüştü. Ondan sonra da, hatırlarsan, çok hastalanmıştı, hayatım. Orada enikonu büyük bir âlem yapmışlar.
Yaşlı hanım:
– Biliyorsun, oğlumuz öyle şeylere alışkın değildi; onun için, buna dayanamamıştı, dedi. İşin doğrusu bu. Hem, bizsiz orada rahat edememiş, konuşup eğlenecek bir kimse de bulamamış.
Daha önce de bir kere duyulmuş olan o ince, hafif ses yine duyuldu:
– Sahiden öyleydi, biliyorsunuz. Çok uzaktaydım, çok da yalnızdım, anne. Hele aramızda bir deniz bulunduğunu düşündükçe… Ah, aramızda koskoca bir deniz bulunduğunu ilk defa düşündüğüm sırada içimde uyanan duyguları unutamam.
Noter:
– O şartlar altında böyle şeyler pek olağan sayılır, dedi. Bay Abel’in duyguları yaradılışının, sizin yaradılışınızın, babasının yaradılışının, insan yaradılışının meziyetlerini gösterir. Şimdi de, o sakin, gösterişsiz davranışlarının altında da aynı akıntının varlığını seziyorum. Görüyorsunuz ya, şimdi sözleşmenin altına imzamı atmak üzereyim, Bay Chuckster de tanık olacak. Şu uçları çentikli mavi mühür mumuna parmağımı basıyorum. Şu sözleri de biraz daha yüksek sesle söylemek zorundayım, hanımefendi,sakın telaşlanmayın, basit bir kanuni usuldür. Bu yazılanların sözüm, senedim olduğunu kabul ediyorum. Bay Abel de öbür mühür mumunun üzerine imzasını atacak, aynı sözleri tekrarlayacak. Böylece iş bitiyor. Hah-hah-ha! Görüyorsunuz ya, böyle işler ne kolay yapılıyor!
Kısa bir sessizlik oldu. Besbelli, bu süre içinde B. Abel kendisine söylenenleri yapmıştı. Sonra, yine tokalaşmalar, ayak hışırtıları oldu. Bunun hemen arkasından da şarap kadehlerinin şıngırtısı, herkesin bir ağızdan konuşmaya başladığı duyuldu. Bir çeyrek saat kadar sonra da B. Chuckster, kulağının arkasına bir kalem sıkıştırılmış, yüzü de şaraptan şişmiş bir hâlde, kapıda göründü, Kit’e de şakacı bir tavırla: “Küçük Beyefendi” diyerek, konukların dışarı çıkmak üzere olduklarını bildirdi.
Hepsi birden dışarı çıktılar. Kısa boylu, tıknaz, kırmızı yüzlü B. Witherden, yaşlı hanımı son derece kibar bir tavırla dışarı buyur etti; baba oğul da kol kola onların arkasından gittiler. Abel biraz yaşlı kılıklıydı; yüzü, vücut yapısı bakımından babasına pek benziyordu; yalnız, babasının o yusyuvarlak yüzünün, neşeli hâlinin yerini ürkek bir ağırbaşlılık almıştı. Bunun dışında, her bakımdan, kıyafetin derli topluluğundan ayağın çarpıklığına varıncaya kadar genç adamla yaşlı adam birbirlerinin eşiydiler.
Abel, yaşlı hanımı kazasız belasız arabaya bindirip pelerinini, bir hayli yer tutan sepetini yerleştirmesine yardım ettikten sonra arabanın arkasında özel olarak kendisi için yapıldığı anlaşılan bölmeye geçti, sırayla annesinden başlayıp midilliye kadar herkese gülümsedi. Ondan sonra, hayvanın başını kaldırtıp yularını bağlamak için de bir hayli uğraşmak zorunda kaldılar. Sonunda bu iş de yapıldı. Yaşlı adam, arabadaki yerine geçip, dizginleri kavradı, bir elini de cebine sokup Kit’e vermek üzere birkaç kuruş bozuk para aradı. Hiç bozuk parası yoktu, hanımda da öyle; Abel’de, noterde, B. Chuckster’de de yoktu. Yaşlı adam bir şilingi de çok bulmuştu. Sokakta da bir dükkân yoktu ki parayı bozdurup Kit’e bahşiş versin.
Şaka yollu:
– Bak, diye söylendi. Önümüzdeki pazartesiye aynı saatte buraya geleceğim, sen de burada ol da paranın üstünü ver, oğlum.
Kit:
– Teşekkür ederim, dedi. Mutlaka burada olurum, efendim.
Çocukcağız çok ciddiydi ama, onun bu sözlerine ötekiler kahkahalarla güldüler; hele B. Chuckster, katıla katıla gülerek, bu şakadan pek zevk aldığını belli etti. Midilli de, en sonunda eve gideceklerini anlamış olsa gerek, hızlı hızlı ilerlemeye başlamıştı. Hayvancağız başka yere gitmeye hiç de niyetli değildi. Kit’in de oyalanmaya vakti yoktu, o da kendi yoluna gitti. Kazandığı paranın evde sevinç yaratacağını bildiği için, kuşa yem almayı da ihmal etmeden, doğruca evin yolunu tuttu. Kazandığı başarı çocukcağızı öyle sevindirmiş, umutlandırmıştı ki eve vardığında Nell ile yaşlı adamı orada bulacağına da aşağı yukarı emindi.

15
Yola çıktıkları sabah, kasabanın ıssız sokaklarında yürürlerken, Nell uzaktan Kit’e benzeyen birini görür gibi olunca, umutla, korkuyla karışık bir heyecan içinde titredi.Evet, sevine sevine ona elini uzatacak, son karşılaşmalarında kendisine söylediği sözlerden ötürü ona teşekkür edecekti ama, karşıdan gelen iyice yanlarına yaklaşıp da onun bir yabancı olduğunu görünce, rahatlıyordu. Çünkü, Kit ile karşılaşmanın yol arkadaşı üzerinde yaratacağı etki bir yana, herhangi bir kimseyle, hele bu derece sadık, dürüst davranmış biriyle vedalaşmaya yüreğinin dayanamayacağını anlıyordu. Sessiz şeyleri, onun sevgisini, üzüntüsünü anlamayan öteberiyi arkada bırakmak zaten yetiyordu. O çılgın yolculuğun eşiğinde tek dostundan da ayrılmak çocuğun yüreğini gerçekten buracaktı.
Acaba neden ruhça ayrılmaya bedence ayrılmaktan daha kolay dayanırız? İçimizden veda etmek geldiği hâlde bunu söyleyecek kudreti kendimizde neden bulamayız? Birbirlerine yürekten bağlanmış dostlar, uzun yolculuklardan ya da yıllar yılı sürecek ayrılıklardan önce niye her zamanki gibi davranırlar, sanki bir gün sonra buluşmayı kararlaştırmış gibi her zamanki havalarında dururlar da o dillerinin ucuna gelen bir tek kelimeyi söylemezler? İhtimallere dayanmak gerçeklere dayanmaktan daha mı zordur? Ölmek üzere olan dostlarımızdan kaçmayız. Sevgi, şefkat duygularıyla dolu olarak ayrıldığımız dostlarımızla gerektiği gibi vedalaşmamış olmak çoğu kere hayatımızın geri kalan kısmını bize zehir eder.
Kasaba sabah ışığıyla şenlenmişti; bütün gece çirkin, güvenilmez gibi görünen yerler şimdi gülümsüyordu; o pırıl pırıl parlayan güneş ışınları odaların pencerelerinde oynaşıp, uyuyanların gözlerine perdelerde oyun oynuyormuş gibi görünüp rüyalara bile ışık veriyor, gecenin gölgelerini silip atıyordu. Sıcak odalarda karanlıkta kapalı kalmış olan kuşlar sabah olduğunu sezmişler, bıcır bıcır ötüyorlar, küçük hücrelerinde huzursuzluk duyarak kıpırdanıyorlardı. Parlak gözlü fareler minik yuvalarına kaçmışlar, ürkek ürkek bir araya toplanmışlardı. Avını unutmuş olan o miskin ev kedisi bile kapının anahtar deliğinden, altından içeri süzülen güneş ışınlarına gözlerini kırpıştırarak bakıyor, dışarıda sinsi sinsi koşmaya, güneşte sıcacık yatmaya can atıyordu. Kafeslere kapatılmış daha soylu hayvanlar da parmaklıkların ardında kımıldamadan duruyorlar, küçük bir pencereden sızan güneş ışınlarını eski ormanların hayali parıldayan gözlerle seyrediyorlardı; sonra hapsedilmiş ayaklarını yoran daracık alanda sabırsızlanarak geziniyorlar, orada durup yine güneşe bakıyorlardı. Zindanlardaki adamlar da üşümüş, büzülmüş bacaklarını uzatarak hiçbir parlak güneşin ısıtamadığı taşa lanet yağdırdılar. Gece uyuyan çiçekler o narin gözlerini açıp güne çevirdiler. Işık, Yaradan’ın beyni her yerdeydi, her şeyde O’nun güçlülüğü vardı.
İki yolcu, sık sık birbirlerinin elini sıkarak ya da gülümseyip neşeyle bakışarak, sessizce yollarına devam ettiler. Ne kadar parlak, mutlu görünürse görünsün, o uzun boş sokaklarda –şu ruhsuz kalmış bedenleri andıran alışılmış özelliklerini, anlamını kaybetmiş, hepsinin birbirine benzemesini sağlayan o bir örnek sessizlik içindeki sokaklarda– kederli bir hava vardı. O erken saatte ortalık öylesine ıssızdı ki bizim yolcuların karşılaştıkları solgun yüzlü birkaç kişi de orada burada yanık unutulmuş sokak lambalarının güneşin haşmeti içinde pek güçsüz, önemsiz kalan ışığını andırıyordu.
Yolcular daha kasabanın dış mahallelerinden önceki yerleşmelerin dolambaçlı sokaklarına iyice dalmadan bu hava yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı, yerini de gürültü patırtı aldı. Sihri önce tangırdayarak giden yük arabaları, yolcu arabaları bozdu; sonra başkaları geldi; daha da gürültülüleri geldi, sonra da bir kalabalık bastı. Başlangıçta bir tüccarın penceresini açık görmek insanı şaşırtıyordu, sonra kapalı pencere görmek pek şaşırtıcı oldu. Derken, bacalardan ağır ağır duman yükselmeye başladı; içeri hava girsin diye perdeler dışarı atıldı; kapılar açıldı; süpürgelerinden başka her yana bakmayı akıl eden hizmetçi kızlar yoldan geçenlerin gözlerine kahverengi toz yığını savurdular ya da köy panayırlarından, bir saat sonra görecekleri manzaralardan söz eden sütçüleri dinlediler.
Bu kesim de geçildikten sonra alışveriş, yoğun gidiş geliş bölgesine geldiler. Burada pek çok insan barınıyordu, iş de daha şimdiden alevlenmişti. Yaşlı adam, bu gibi yerler uzak durmak istediği yerler olduğu için, çevresine şaşkın, afallamış bir hâlde bakındı. Parmağını dudağına bastırdı, çocuğu daracık avluların önünden, kıvrımlı yollardan geçirdi. Oraları adamakıllı geride bırakıncaya kadar da içi rahat edemedi; boyuna arkasına bakıp bakıp mırıldanıyordu: Her sokakta iflaslar, kendini öldürmeler kol geziyormuş; onların kokusunu alırlarsa peşlerini bırakmazlarmış, üstelik, pek de hızlı kaçamayacaklarmış.
Bu kesim de geçildi, pek sefil bir semte geldiler. Burada küçücük evler oda oda ayrılmıştı; paçavralarla, kâğıtlarla örtülü pencereler oralarda barınan halkın sefaletini anlatmaya yetiyordu. Dükkânlarda ancak yoksulların alabilecekleri mallar satılıyordu; satıcılarla alıcılar hep aynı sıkıntı, yoksulluk içindeydiler. İşte bunlar insanların ortadan kaybolmaya yüz tutmuş kibarlıkla yer sıkıntısı içinde son derece kıt imkânlarla zar zor ayakta durmaya çalıştıkları yoksul sokaklardı. Ne var ki, vergi toplayıcılar, alacaklılar başka yerlere olduğu gibi buraya da uğruyorlardı; pek belli belirsiz bir şekilde giderilmeye çalışılan sefalet de daha önceden umudu kesip çaba harcamaktan vazgeçenlerin sefaletinden pek farklı değildi.
Burası geniş, çok geniş bir alandı; –çünkü zenginlerin ardından gelen yoksullar, çadırlarını onların çevresinde birkaç kilometrelik bir alana kurarlar– yalnız, bu alanın özellikleri yine de hep aynıydı. Islak, rutubetli evler; birçoğu kiralıktır, birçoğu daha inşa hâlindedir, birçoğu da yarım kalmış, yıkılmaya yüz tutmuştur. İşte, bu evleri kiraya vermek isteyenlere mi, yoksa kiralamak isteyenlere mi acımak gerekir, bunu kestirmek zor olur. Yarı aç çocuklar sokaklara yayılırlar, toz içinde yuvarlanırlar; azarlayan anneler ayaklarını yere vurarak gürültülü gürültülü tehditler savururlar; sünepe kılıklı babalar, isteksiz bir hava içinde, telaşla, kendilerine günlük ekmeklerini, birkaç kuruş parayı sağlayan iş yerlerine giderler. Ütücü kadınlar, çamaşırcı kadınlar, ayakkabı tamircileri, terziler, mumcular hep işlerini odalarda, mutfaklarda, arka odalarda, aralıklarda yaparlar; kimi vakit hepsinin bir çatı altında toplandıkları da görülür.
Bu sokaklar, bölüne bölüne, en sonunda azaldılar; ancak yol kenarlarını çevreleyen bahçelerin bulunduğu yerler belirdi. Bahçelerin içindeki yazlık evlerin dışları boyasızdı, eski gemilerden alınma parçalarla yapılmışa benziyorlardı. Bunlardan sonra daha küçük kulübeler göründü. Önlerinde birer parça toprak vardı. Kulübelerin arasındaki dar yolda ayak izleri toprağın sertleşmesine imkân bırakmamıştı. Derken, kasabanın hanı göründü. Bina daha yeni yeşille beyaza boyanmıştı. Çay bahçesi, top oyunu için çimenliği vardı. Arabaların durduğu bölüm de çimenliğin yanındaydı. Sonra tarlalar göründü. Daha sonra yine evler belirdi. Bunların çimenlik bahçeleri verdi; birkaçının hizmetçiler, uşaklar için ek bölüğü bile vardı. Derken, geçmek için para ödenmesi gereken bir yol kavşağı göründü; sonra yine ağaçlarla, saman yığınlarıyla tarlalar, daha sonra da bir tepe. Oradan geçen yolcu bu tepenin üzerinde durup şöyle geriye bakınca eski Saint Paul Kilisesi’nin dumanlar arasından yükseldiğini görür. Sonra yine saman yığınlarıyla, ağaçlarla bezenmiş tarlalar başlar; sonra bir tepe görünür. En sonunda yolcu doğup büyüdüğü kente tepeden bakar, gözlerini ayaklarının dibinde karargâh kurmuş olan tuğladan, taştan istila ordusunun en ileri karakol mevkiini görebilmek için uzaklara diker, Londra’nın iyicene dışına çıktığını anlar.
Yaşlı adamla kılavuzu da (nereye gittiklerini bilmediğine göre ona “kılavuz” demek de ne dereceye kadar doğru olur bilemeyiz ya) böyle bir yere gelince dinlenmek için sevimli bir tarlanın kenarına oturdular.
Günün tazeliği, kuşların ötüşü, dalgalanan otların güzelliği, koyu yeşil yapraklar, kır çiçekleri, havada yüzen binlerce güzel kokuyla ses… Bunlar çoğumuza büyük sevinç veren şeylerdir ama, asıl kalabalık arasında yaşayanların ya da büyük şehirlerde tıpkı insan kuyusunun kovasındaymış gibi yapayalnız yaşayanların hoşuna gider. Nitekim yaşlı adamla küçük kılavuzu da bütün bunları güzelce içlerine çektiler; bu da, onları pek sevindirdi. Çocuk içten gelme dualarını o sabah bir kere daha –belki de hayatı boyunca yaptığından çok daha ağırbaşlı bir şekilde– okumuştu ama, bütün bu güzellikleri içinde duyunca duaları yeniden dudaklarına yükseldi. Yaşlı adam şapkasını çıkardı; o artık duanın sözlerini hatırlayamıyordu; yalnız bir “amin” dedi, duaların çok güzel olduğunu belirtti.
Evde Pilgrim’s Progress’in eski bir baskısı raflardan birinde dururdu; küçük kız akşamlarını sık sık bu kitapla geçirir, içinde yazılanların her kelimesinin doğru olup olmadığını, o garip adlı uzak ülkelerin nerelerde olduğunu merak ederdi. Ayrıldıkları yere bakarken, kitabın bir bölümünü iyice hatırladı.
– Dedeciğim, dedi. Kitapta sözü edilen yer gerçekten buraya benziyorsa bile burası oradan çok daha güzel, çok daha iyi. Sanki ikimiz de yanımızda getirdiğimiz bütün tasaları, düşüncelerimizi, bir daha almamak üzere, bu otların üzerine bırakmışız gibime geliyor.
Yaşlı adam elini şehre doğru sallayarak:
– Hayır, oraya bir daha dönmeyeceğiz, hiç dönmeyeceğiz, dedi. Sen de, ben de artık oradan kurtulduk sayılır, Nell. Bir daha bizi geri gelmeye zorlayamayacaklar.
Çocuk:
– Yoruldun mu? diye sordu. Bu uzun yürüyüş seni hasta etmedi ya?
– Bir daha hiç hasta olmayacağım. Hadi, artık kıpırdanalım, Nell. Çok daha uzakta olmalıydık, hem de çok, pek çok uzaklara gitmeliydik. Durup dinlenmeyi düşünemeyiz, çünkü pek az ilerledik. Hadi, yürü!
Tarlada temiz suyla dolu bir gölcük vardı; Nell, yeniden yola koyulmadan önce, bu suda ellerini, yüzünü yıkadı, ayaklarını serinletti. Dedesini de aynı şekilde serinletmeye çalıştı; adamcağızı otların üzerine oturtup avuç avuç su getirdi; sonra da onun yüzünü, ellerini kendi elbisesinin eteğine kuruladı.
Dede:
– Kendi kendime hiçbir şey yapamıyorum, sevgili yavrum, dedi. Bu nasıl iştir bilemiyorum. Bir zamanlar yapabiliyordum ama, artık o günler geçti. Beni sakın bırakma, Nell; beni hiç bırakmayacağını söyle bakayım. Seni gerçekten hep sevdim. Seni de kaybedersem, ölürüm, yavrucağızım.
Başını çocuğun omzuna dayayıp acı acı inledi. Daha birkaç gün önce çocuk, gözyaşlarını tutamayıp, onunla birlikte ağlamıştı. Şimdi ise, kibarca, sevgi dolu sözlerle, dedesini yatıştırmaya çalışıyordu; günün birinde belki ayrılacaklarını düşünmesine gülümsüyor, onun bu davranışını alaya alıyordu. Çok geçmeden de yaşlı adam rahatlayıp, küçük bir çocuk gibi, alçak sesle kendi kendine türkü söyleye söyleye uyuyakaldı.
Dinlenmiş olarak uyandı, yeniden yola koyuldular. Güzel çayırlar, üzerinde açık mavi göğün derinliklerine doğru tarla kuşunun uçtuğu mısır tarlaları arasından geçen yol pek çekiciydi. Hava mis gibi kokuyordu, arılar da, bu kokulu soluğu kendilerine mal edip, uykulu uykulu vızıldayarak uçuşuyorlardı.
Şimdi boş topraklardaydılar. Görünürde pek az ev vardı; bunlar da, birbirlerinden pek uzaktaydılar; kilometrelerce arayla olanlar bile vardı. Ara sıra yoksul kulübe kümelerinede rastlıyorlardı. Kimisinin önüne, çocukların yola çıkmalarını önlemek için, bir iskemle ya da alçak bir tahta konmuştu. Kimisinde, oturanların hepsi tarlaya çalışmaya gitmiş oldukları için, kapılar sımsıkı kapalıydı. Bunlar çoğu zaman küçük bir kasabanın başlangıcı oluyordu: Biraz sonra bir araba tamircisi barakasına ya da bir nalbant dükkânına rastlıyorlardı; ondan sonra karşılarına bakımsız bir çiftlik çıkıyordu: Avlusunda uykulu inekler yatıyor, alçak duvarların arasında atlar dolaşıyor, dışarıda eyerli atlar geçerken sanki serbest dolaşmalarıyla övünüyormuş gibi sıçramaya başlıyorlardı. Çiftlikte, yiyecek arayan somurtuk domuzlar da vardı; orada burada gezinirken homur homur homurdanıyorlardı. Tombul güvercinler damın çevresinde, saçakların uçlarında dolaşıyorlardı; ördekler, kazlar, pek böbürlenerek, havuzun kenarlarında ya da suda salına salına geziniyorlardı. Çiftlik geçildikten sonra sıra küçük hana geliyordu. Ayak meyhanesini, kasaba tüccarının, sonra avukatın yazıhanesini, acı sözleriyle meyhaneyi tir tir titreten papazın evini geçtiler. Derken, bir öbek ağacın arasından kilise pek alçak gönüllü bir şekilde ortaya çıktı. Sonra bir iki kulübe daha… Kafesler, havuzlar… Sık sık da kıyıda, eski, paslanmış bir kuyuya rastlıyorlardı. Bundan sonra yolun iki yanında sürülmüş tarlalara geliyorlar, gene bomboş yola çıkıyorlardı.
Bütün gün yürüdüler. Gece yolculara ücretle yatak verilen küçük bir kulübede gecelediler. Ertesi sabah, pek bitkin, pek yorgun olmalarına rağmen, gene yola düzüldüler; çok geçmeden, kendilerini toparlayıp, şevkle ilerlemeye koyuldular.
Dinlenmek için sık sık mola veriyorlardı ama dinlenmeleri hiç de uzun sürmüyordu; sabahtan beri pek az bir şey yiyebildikleri hâlde, yollarına devam ediyorlardı. Akşam saat beşe doğru bir küme işçi kulübesinin önünden geçerken çocuk, acaba hangisine girip biraz dinlenebiliriz, bir yudum süt isteyebiliriz, diye bakınıyordu. Bunu kestirmek hiç de kolay değildi; çünkü, küçük kız hem ürkekti, hem de terslenmekten korkuyordu. İşte şurada ağlayan bir çocuk, ötede gürültücü bir ev kadını vardı; burada insanlar pek yoksula benziyorlardı, ötede pek kalabalıktılar. En sonunda, küçük kız evlerden birinin önünde durdu. Bu evi seçmesinin başlıca nedeni de ocağın yanındaki yumuşak koltukta yaşlı bir adamın oturmuş olmasıydı: Bu adamın bir dede olduğunu, onun için kendi dedesine acıyacağını düşünmüştü.
Kulübenin sahibiyle karısından başka üç de gürbüz çocuk vardı; üçü de marsık gibi kararmışlardı. İstek açıklanır açıklanmaz yerine getiriliverdi: Büyük oğlan süt getirmek için dışarı koştu; ikincisi iki iskemleyi kapıya doğru sürükledi; en küçükleri de annesinin eteğine saklanıp, güneşten yanmış elinin altından, yabancıları gözlemeye koyuldu.
Kulübenin sahibi, ıslığı andıran ince bir sesle:
– Tanrı yardımcınız olsun, beyim, dedi. Çok uzaklardan mı geliyorsunuz?
Nell:
– Evet, efendim, çok uzaktan geliyoruz, diye karşılık verdi; dedesi ondan yardım istediği için kendisi konuşmak zorunda kalmıştı.
Yaşlı adam:
– Londra’dan mı geliyorsunuz? diye sordu.
Kız da:
– Evet, dedi.
Ah, o da Londra’ya pek çok defa gitmiş! Eskiden arabayla Londra’ya sık sık gidermiş. Oraya son gidişinin üzerinden otuziki yıl geçmiş; şehirde büyük değişiklikler olduğundan söz edildiğini duymuş. O zamandan beri kendisi de epey değişmiş ya. Otuz iki yıl hayli uzun bir devreymiş; seksen dört yaş da epey uzun bir ömür sayılırmış; yüz yaşına kadar yaşayanlar da varmış ya, olsun.
Yaşlı adam bastonunu tuğla zemine vurarak, bunu sert bir şekilde yapmaya çalışarak:
– Şu koltuğa otursanıza, beyim, dedi. O kutudan da bir tutam alın. Ben pek kullanmıyorum, çünkü, pek hoşuma gidiyor ama, kimi vakit uykumu kaçırıyor. Siz benim yanımda daha çocuk sayılırsınız. Yaşasaydı benim de sizin kadar oğlum olacaktı. Onu askere aldılar, evine döndü ama, bir tek zavallı bacağından başka bir şeyi kalmamıştı. Her zaman da, bebeklik günlerinde üzerine tırmanmaktan hoşlandığı güneş saatinin yakınına gömülmek istediğini söylerdi. Dediğini yaptık, yerini kendi gözlerinizle de görebilirsiniz. O zamandan beri de çimenliğe dokunmadık.
Adam, başını salladı, yaşlı gözlerle kızına bakarak, korkmasının gereksiz olduğunu, bu konuda daha fazla konuşmayacağını bildirdi. O hiç kimseyi üzmek istemezmiş; sözleriyle herhangi birini üzmüşse bunun için de özür dilermiş, işte bu kadar.
Süt geldi. Nell, o ufacık sepetini açıp içindekilerin en iyilerini dedesine verdi, güzelce karınlarını doyurdular. “Odanın eşyası tam bir yuva havası yaratıyordu: Bir iki kaba saba sandalye, bir masa, köşeye konulmuş bir dolap, üzerinde kırmızılı bir hanımın mavi bir şemsiye ile yürüyüşünü gösteren parlak renkli bir resim bulunan çay tepsisi, duvara asılmış birkaç çerçeve, bir küçük elbise presi, sekiz günde bir kurulan bir saat, bir iki tava, bir ibrik. Yalnız, her şey tertemiz, derli topluydu. Nell çevresine bakınırken çoktandır özlemini çektiği huzur, mutluluk dolu bir havanın varlığını duydu.
– Buradan bir şehre ya da kasabaya gitmek ne kadar sürer acaba? diye sordu.
Adam:
– Şöyle böyle sekiz kilometre kadar bir yol var, yavrucuğum dedi. Bu gece yola devam etmeyeceksinizdir elbette.
Yaşlı adam, telaşla, niyetini torununa işaretlerle anlatmaya çalışarak:
– Yo, yo, Nell, dedi. Gideceğiz, buradan uzaklaşacağız, yavrucuğum. Gece yarısına kadar yürümek zorunda kalsak bile gideceğiz.
Adam:
– Plow and Harrer Hanı’nda yolcular için odalar var, dedi. Özür dilerim ama, bana pek yorgunmuşsunuz gibi göründünüz, yola devam etmeye pek hevesli değilseniz…
Yaşlı adam, terslenerek:
– Hevesliyiz, hevesliyiz dedi. Çekip gitmeliyiz. Nell’ciğim, uzaklara gitmeliyiz.
Çocuk, dedesinin huzursuz isteğine uyarak:
– Gerçekten, gitmeliyiz, dedi. Çok teşekkür ederiz ama bu kadar çok mola veremeyiz. Ben hazır sayılırım, dede.
Ne var ki kadın, küçük yolcunun yürüyüşünden, o ufacık ayaklarından birinin berelenip şişmiş olduğunu görmüştü; bir kadın, üstelik de bir anne olduğu için, çocuğun ayağını temizleyip yaraya ilaç koymadan çıkıp gitmesine içi elvermemişti. Kadıncağızın elleri çalışmaktan katılaşmış, nasır bağlamıştı ama, bu işi de öylesine büyük bir dikkatle, yumuşak hareketlerle yapmıştı ki, çocuğun yüreği “Tanrı razı olsun!” demekten başka bir söz söylemeye de, geri dönüp bakmaya da, kulübeyi iyice geride bırakmadan başka bir söz etmeye de elvermedi. Başını geri çevirdiği zaman, dede de aralarında, bütün ailenin, yola dizilmiş, onların gidişini seyrettiklerini, ellerini sallayıp başlarıyla onlara işaret ettiklerini gördü. Böylece hiç değilse bir tarafın gözleri yaşlı olarak birbirlerinden ayrıldılar.
Ağır ağır ilerlemişler, ancak bir kilometre kadar yol almışlardı ki arkalarında tekerlek sesi duydular, başlarını çevirip bakınca da boş bir arabanın hızlı hızlı kendilerine yaklaştığını gördüler. Araba dedeyle torunun yanına varınca arabacı atını durdurttu, ciddi bir tavırla Nell’e baktı:
– Siz şuradaki kulübelerden birine uğramıştınız, değil mi? diye sordu.
Çocuk:
– Evet, efendim, uğramıştık, diye karşılık verdi.
– Hah! Sizi aramamı söylediler. Ben de sizinle aynı yola gidiyorum. Elinizi verin bakayım. Arabaya atlayın, beyim.
Bu çok iyi olmuştu, çünkü ikisi de çok yorgundular, artık fazla yürümeye pek takatleri kalmamıştı. Onlar için bu sarsıntılı araba pek lüks bir arabaydı, onunla yola devam etmek de dünyanın en tatlı yolculuğu olmuştu. Nell, bir köşedeki saman yığınının üzerine yerleşir yerleşmez, uykuya daldı; o gün ilk uyuyuşuydu bu.
Arabanın yan yollardan birine sapıp durmasıyla kızcağız da uykudan uyandı. Arabacı arabadan indi, şefkatle, kızın aşağıya atlamasına yardım etti; sonra, biraz ilerde görünen ağaçları işaret ederek, kasabanın orada olduğunu söyledi. Kilisenin avlusundan geçen dar yoldan gitmelerinin daha doğru olacağını belirtti. Dedeyle torun da bunun üzerine yorgun adımlarını o noktaya yönelttiler.

16
Yolun başladığı küçük kapıya vardıklarında güneş batmak üzereydi. Nasıl yağmur haklıların da haksızların da üzerine aynı şekilde yağarsa, güneş de ılık ışınlarını ölülerin dinlenme yerlerine bile yaymış, ertesi gün yeniden yükselmesine umut bağlamalarını istemişti. Kilise eski, boz renkliydi, duvarlarına sarmaşıklar sarılmıştı. Sarmaşık yaprakları, lahitlerden sakınıp, altlarında yoksul, zavallı insancıklar yatan toprak yığınlarının çevresinde dolanıyorlar, onlara ömürleri boyunca bir türlü sahip olamadıkları zafer çelengini meydana getiriyorlardı. Bu çelenkler daha uzun ömürlü, daha geç solup dağılan cinstendi.
Papazın atı mezarlar arasında tok sesler çıkararak dolaşıyor, bir yandan da otları yiyordu; papaz da ölmüş dindaşlarından avuntu buluyor, bir pazar öncesinin vaazında belirttiği gibi, bütün canlı yaratıkları bu sonun beklediğini düşünüyordu. Mezarlar arasında yiyecek arayan sıska bir eşek de, kulaklarını dikerek, papaz komşusuna aç gözlerle bakıyordu.
Yaşlı adamla çocuk yoldan ayrılıp mezarlar arasında yürümeye koyuldular; çünkü, bu kesimde toprak yumuşacıktı, yorgun ayaklarına buradan yürümek daha kolay geliyordu. Kilisenin arkasından geçerlerken yakından sesler geldiğini duydular, çok geçmeden de seslerin sahipleriyle karşılaştılar.
Otların üzerine sere serpe oturmuş iki adam vardı; bunlar öylesine dalmışlardı ki yeni gelenleri önce fark etmediler bile. Bunların gezici bir kukla tiyatrosunda çalıştıklarını anlamak hiç de güç değildi; çünkü oyunun baş kahramanı Punch da mezarlardan birinin üzerine bağdaş kurmuş oturuyordu. Bol paçalı pantolonuyla, üzerine büyük gelen gömleğiyle pek de rahatsız bir şekilde oturuyordu, ha düştü, ha düşecek gibiydi.
Yerde oturan iki adamın çevresinde de, şuraya buraya dağılmış kutular içinde, temsilin öbür oyuncuları bulunuyordu. Anlaşılan, sahipleri bazı gerekli sahne onarımını yapmak için burada mola vermişlerdi. Adamlardan biri küçük bir darağacının parçalarını iple bağlamaya çalışıyordu, öbürü de dazlak kafalı komşusunun başına kara bir perukayı yerleştirmeye uğraşıyordu.
Yaşlı adamla küçük yol arkadaşı yanlarına gelince, adamlar işlerini bırakıp başlarını kaldırdılar, merakla baktılar. İçlerinden biri pek neşeliydi, gözlerini durmadan kırpıştırıyordu, burnu kıpkırmızıydı. Anlaşılan, asıl kuklacı bu olacaktı; perdede yarattığı kahramanın havasına kendisi de bürünüvermişti. Öbürünün, yani müşterilerden para toplamayı üzerine almış olanın daha dikkatli, temkinli bir görünüşü vardı. Belki de işinden dolayı böyle olması, gerekiyordu.
Yabancıları bir baş selamıyla buyur eden neşeli adam oldu. Sonra da, yaşlı adamın bakışlarından, onun belki de ömründe ilk defa sahne dışında bir Punch gördüğü kanısına vardı (Punch da, külahının ucunu pek uzun bir mezar taşı yazısına doğru uzatmış, katıla katıla gülüyordu).
Yaşlı adam, onların yanına oturarak:
– Bunu yapmak için niye buraya geldiniz? diye sordu, kuklaları büyük bir zevkle seyre koyuldu.
Küçük adam:
– Şey, gördüğünüz gibi, bu gece az ötedeki handa temsil vermeye hazırlanıyoruz da, dedi. Kukla kumpanyasının onarımla uğraştığını müşterilerimizin görmesi doğru olmaz.
Yaşlı adam, konuşmayı dinlemesi için Nell’e işaret ederek:
– Doğru olmaz mı? diye bağırdı. Niye olmaz, söylesenize!
Küçücük adam:
– Çünkü, o zaman hayal kurmaya fırsat kalmaz, oyunun tadı kaçar, diye anlattı. Baş oyuncunun gerçekte dazlak bir adam olduğunu bilirseniz onu kara perukasıyla seyretmekten zevk alır mısınız? Elbette almazsınız.
Yaşlı adam, kulaklardan birini elleyerek:
– Güzel, dedi, –sonra keskin bir kahkaha kopardı-Bu gece mi temsil vereceksiniz? Öyle mi?
Öbürü:
– Niyetimiz öyle, vali bey, diye karşılık verdi. Yanılmıyorsam, şu anda Tommy Codlin sizin buraya gelmenizin yol açtığı zararı hesaplamaya daldı. Keyfine bak, Tommy, zararın çok değildir.
Küçücük adam bu son sözleri söylerken gözlerini kırptı; yolcuların maddi durumları hakkında bir bilgi edinebildiğini anlatmak istiyordu.
B.Codlin pek ters, huysuz bir adama benziyordu. Punch’ı mezar taşının üzerinden alıp kutuya atarken bu sözlere şu karşılığı verdi:
– Bir kuruş bile kaybetmesek umurumda değil. Yalnız, sen de pek tasasızsın ya! Benim gibi, perdenin önünde durup seyircilerin yüzlerini görebilseydin, insan yaradılışını daha iyi anlardın.
Arkadaşı:
– Ah, sen bu mesleği seçmekle kendine yazık etmişsin, Tommy, dedi. Panayırlardaki oyunlarında hortlak rolüne çıktığın günlerde hortlaklardan başka her şeye inanırdın. Şimdi ise uluslararası çapta kuşkucu bir adamsın. Ben hiç bu kadar çok değişen insan görmedim.
B. Codlin, durumunu beğenmeyen bir düşünür tavrıyla:
– Boş ver, dedi. Artık her şeyi daha iyi biliyorum; kim bilir, belki de pişman olmuşumdur.
Sonra, kutudaki kuklalara dönerek, onları iyi tanıyan, aynı zamanda tiksinen bir kimse davranışıyla içlerinden bir tanesini dışarı çıkarıp arkadaşına gösterdi.
– Şuraya baksana! İşte Judy’nin elbiseleri yine lime lime olmuş. Galiba iğne ipliğin yok senin?
Küçük adam başını salladı, kuklayı tırnaklarıyla dikiyormuş gibi yaparak, usta bir oyuncu olduğunu gösterdi. Nelly, adamların zor durumda olduklarını görünce, ürkek ürkek:
– Sepetimde iğnem de, ipliğim de var, efendim, dedi. Kuklanın elbisesini onarmama izin verir misiniz? Bu işi sizden daha iyi yapabilirim sanıyorum.
B. Codlin bile böylesine isabetli bir teklife karşı koyamadı. Çok geçmeden Nelly, kutunun yanına diz çökerek, işini yapmaya koyuldu; mucize denilecek kadar başarılı bir sonuca da ulaştı.
Nell bu işle uğraşırken o ufak tefek neşeli adam ona ilgiyle baktı; gözleri kızcağızın çaresiz yol arkadaşına takılınca da bu ilgi kaybolmadı. Nell işini bitirince adam ona teşekkür etti, ne yana gitmekte olduklarını sordu.
Çocuk dedesinden yana bakarak:
– Bu gece buradan bir yere gitmeyeceğiz, sanırım, dedi.
Adam:
– Kendinize göre geceyi geçirecek bir yer arıyorsanız, bizimle aynı yerde kalsanız iyi olur bence, dedi. Tamam, işte orası. İlerideki uzun, alçak, beyaz yapı. Çok ucuzdur orası.
Yeni dostları kilisenin avlusunda kalmayı kararlaştırmış olsalardı yaşlı adam da, yorgunluğunu umursamadan, aynı yerde gecelerdi. Bu isabetli teklifi kabul ettiğini söyleyince, hep birlikte kalktılar, gene hep birlikte yürümeye koyuldular: Küçücük adam, kuklaların bulunduğu kutuyu arkasına takılı iplerden omzuna asmıştı; Nelly dedesinin elini tutuyordu; B. Codlin de ağır ağır arkalarından geliyor, kilisenin kulesine, ağaçlara alıcı gözüyle bakıyordu. Şehirlerde, kasabalarda temsilini vermesine uygun yer aramak için çevresine bakınmaya alışmıştı.
Kasabanın hanını yaşlı, şişman bir adamla karısı işletiyordu. Hancının karısı yeni konuklarına ses çıkarmamıştı; hele Nelly’nin güzelliğine hayran kalmış, hemen onun koruyucusu oluvermişti. Yemek odasında iki kuklacıdan başka kimse yoktu; çocukcağız böyle iyi bir yere düştükleri için Tanrı’ya şükrediyordu. Hancının karısı dede ile torunun ta Londra’dan geldiklerini duyunca pek şaşırdı, onların buradan sonra nereye gideceklerini de pek merak etti. Çocuk, kadının sorularına elinden geldiği kadar iyi karşılık vermeye çalışıyordu ama, yaşlı kadın bu soruların çocuğa azap verdiğini fark edince soruşturmasından vazgeçti. Kızı alıp tezgâhın önüne götürdü.
– Bu beyler yemek ısmarladılar, bir saate kadar yemek yiyecekler, dedi. Siz de onlarla birlikte yerseniz iyi edersiniz, çünkü, bunca yoldan sonra, hayli acıkmış olsanız gerek, bence. Yo, dedene bakma. Hele sen iç, o da içecektir.
Dünya bir araya gelse, küçük kız dedesini yalnız bırakmaz, ona tattırmadan ağzına bir şey koymazdı. Bu anlaşılınca yaşlı kadın da önce dedeye hizmet etmek zorunda kaldı. Böylece, karınlarını doyurduktan sonra hepsi temsilin verileceği boş ahıra koştular. İçerisi tavandan sarkan şamdanlarla iyice aydınlanmıştı.
B. Codlin kuklalarını oynatırken çevresine merakla bakınıyordu; sanki temsilin başarısızlıkla sona ereceğine inanıyormuş gibi bir hâli vardı. Oyunun seyirciler üzerindeki etkisini anlayabilmek için de gözlerini durmadan kalabalıkta gezdiriyordu; hele hancıyla karısının temsil hakkındaki düşüncelerine pek önem veriyordu, çünkü gece yenecek yemeğin kalitesi de onların temsil hakkındaki düşüncelerine bağlı olacaktı.
Ne var ki tasalanıp, boşuna kafasını yorması da gereksizdi, çünkü temsil başından sonuna kadar pek beğenildi, ahır alkışlarla inledi. Seyircilerden kimisi ayrıca bahşiş vermek istedi; bu da, oyuncuları pek sevindirdi. Duyulan kahkahalar arasında en kuvvetlisi, en sık tekrarlananı da yaşlı adamınkiydi. Nell’in sesi duyulmadı, çünkü zavallı yavrucak, başı dedesinin omzuna dayalı, uykuya dalmıştı; öyle de derin bir uykudaydı ki, yaşlı adamın onu uyandırmak için harcadığı çaba boşa gitti.
Akşam yemeği pek güzeldi ama, kızcağız yemek bile yiyemeyecek kadar yorgundu. Öyleyken, gene de dedesini yatağına yatırıp öpmeden yanından ayrılmadı. Yaşlı adam da her türlü kaygıdan, tasadan uzak, yüzünde hoş bir gülümsemeyle, oturmuş, hayran hayran, yeni dostlarının anlattıklarını dinliyordu. Onlar esneyerek odalarına çekilmeden o da yukarıya yatmaya çıkamadı.
Yatacakları yer iki bölüme ayrılmış bir çatı odasıydı ama, hepsi de yerlerinden memnundular, bundan daha iyisini bulacaklarını da ummamışlardı. Yaşlı adam yattığı zaman içinde bir huzursuzluk duydu, Nell’in, birçok geceler yaptığı gibi, gelip yatağının yanında oturmasını istedi. Nell hemen dedesinin yanına koştu, adamcağız uyuyuncaya kadar orada kaldı.
Nell’in odasında küçücük bir delikten farksız bir pencere vardı. Küçük kız, dedesinin yanından döndükten sonra, pencereyi açtı; çevresindeki sessizlik onu meraklandırmıştı. Eski kilisenin çevresindeki mezarların ay ışığı altındaki görünüşleri kızı öncekinden daha da çok tasalandırmıştı. Pencereyi kapadı, yatağının üzerine oturup önlerindeki hayatı düşünmeye koyuldu.
Kızcağızın biraz parası vardı ama, pek azıcıktı. İşte o para da bitince dilenmeye başlamak zorundaydılar. Nell’in paralarının arasında bir altın da vardı, pek zor bir durumla karşılaşırlarsa bu parayı bozduracaktı. Altın parayı saklayıp, pek çaresiz duruma düşmedikçe, ortaya çıkarmamak en iyisiydi.
Nell kararını verince altını elbisesinin içine iliştirdi, daha hafiflemiş bir yürekle yatağına yatıp derin bir uykuya daldı.

17
Küçük pencereden içeri sızan parlak gün ışığı, çocuğun dost gözleriyle dostluk kurmak isteyerek, onu uyandırdı. Yabancı odayı, içindeki yabancı eşyayı görünce kızcağız telaşla birden yerinden fırladı, bir gece önce uyuyakalmış olduğu odadan buraya nasıl getirildiğine şaştı. Yalnız, odaya şöyle bir göz daha atınca son zamanlarda olup bitenlerin hepsi aklına geldi, yatağından umutla, güvenle dolu bir hâlde fırlayıp kalktı.
Daha çok erkendi, dede de daha uyuyordu. Nell kilisenin avlusuna doğru yürüdü, otların üzerindeki çiğ taneciklerini ayaklarıyla siliyordu. Kızcağız, mezarlarla karşılaşmamak için, daha uzun otların bulunduğu kesimlerden yürüyordu. Ölülerin evleri arasında gezinmekten, iyi insanların mezarları arasında birinden ötekine gidip mezar taşları üzerindeki yazıları gittikçe artan bir ilgiyle okumaktan garip bir zevk alıyordu.
Pek sessiz bir yerdi burası. Yaşlı yüksek ağaçların dallarına yuva kurmuş kargaların ötüşlerinden başka bir ses duyulmuyordu. Bu tür yerler hep böyle olur ya. Önce bir avare kuş, yuvasına yaklaşırken, görünüşe göre tesadüfen, gerçekte ise kendi kendine konuşur gibi pek aklı başında bir hâlle kaba kaba ötmeye başladı. Bir başkası ona karşılık verdi, ilk öten kuşun sesi yine duyuldu. Bu sefer bir başkası karşılık verdi, ilk öten kuş daha yüksek bir sesle ona karşılık yetiştirdi. Daha sonra bir başkası, onun arkasından yine bir başkası öttü; her defasında da sesi ilk duyulan kuş ötekilere meydan okuyormuş gibi ötüyor ve kendi sesini daha kolay duyurabilmekte ayak diriyordu. Alt dallardan, üst dallardan o zamana kadar duyulmayan sesler yayılmaya başladı. Ortadan, sağdan, soldan, ağaçların tepelerinden, kilisenin kurşuni saçaklarından, eski pencerelerin kenarlarından daha başka sesler duyuldu, zaman zaman yükselip alçalan haykırışlara onlar da katıldılar. Bütün bu gürültülü sevinç aşağıda otların, kurumuş yaprakların altında hiç kıpırdamadan yatanların durumunu acı bir şekilde alaya alıyor gibiydi.
Nell, sık sık başını yukarı kaldırıp kuş sesleri gelen dalları inceleyerek, sanki bu gürültü mezarlığı tam bir sessizliğin sağlayacağı sessizlikten daha da sessiz hâle getiriyormuş duygusuna kapılarak o mezardan ötekine gidiyor, arada bir durup böğürtlenlerin biçimi bozulmasın diye, yapraklarını düzeltiyordu. Derken, alçak pencerelerden birinden süzülerek kiliseden içeri giriverdi. Sıraların üzerinde yapraklarını güveler yemiş kitaplar duruyordu. Yaşlı, bitkin, hayatlarından bezmiş, yoksul, yaşlı kimselerin oturdukları sıralar vardı, bunlar tıpkı orada oturanlar gibi sararmış, kırık dökük hâle gelmişlerdi. Çocukların adları yazılı olan ön sıralar vardı; o, önünde insanların diz çöktükleri gösterişsiz kürsü vardı; soğuk, eski, gölgeli kiliseye son ziyaretlerinde onların ağırlıklarını taşıyan tabutluk vardı. Her şey çoktandır kullanıla kullanıla yavaş yavaş harap olmaya yüz tutmuştu; kilise çanının ipi bile talazlanmış, yer yer incelmiş, eskimişti.
Nell, elli beş yıl önce yirmi üç yaşındayken ölen bir delikanlı hakkında yazılmış taşı okurken kendisine yaklaşan ayak sesleri duydu, arkasına bakınca da yılların ağırlığıyla iki büklüm olmuş zayıf bir kadının o mezara doğru yaklaştığını gördü. Kadıncağız Nell’e taşın üzerindeki yazıyı okumasını rica etti, kız okuduktan sonra da ona teşekkür etti, bu taşta yazılı olan kelimeleri yıllardan beri ezbere bildiğini, şimdi ise bu kelimeleri artık göremediğini anlattı.
Çocuk:
– Siz onun annesi miydiniz? diye sordu.
– Karısıydım, yavrucuğum.
Bu kadın mı yirmi üç yaşında bir delikanlının karısıydı yani? A, öyle ya, elli beş yıl önceki bir hikâyeydi bu!
Yaşlı kadın başını sallayarak:
– Benim böyle konuşmamı merak mı ettin? dedi. Bunu ilk merak eden sen değilsin. Bundan önce de senden daha yaşlı kimseleri aynı şey meraklandırdı. Evet, ben onun karısıydım. Ölüm bizi hayattan daha çok değiştirmez, yavrucuğum.
Çocuk:
– Buraya sık sık mı geliyorsunuz? diye sordu.
Kadın:
– Yazın sık sık gelip burada otururum, dedi. Bir zamanlar buraya ağlayıp yas tutmaya gelirdim. Tanrıya şükürler olsun ki, çok eskidendi bu.
Yaşlı kadın, kısa bir sessizlikten sonra:
– Burada biten papatyaları toplayıp eve götürürüm, diye sözlerine devam etti. Bu çiçekler kadar başka hiçbir çiçeği sevmiyorum, elli beş yıldır da sevemedim. Bu, hayli uzun bir süre sayılır; üstelik, ben de artık çok yaşlandım.
Kadıncağız sonra, yeni dinleyicisinin küçük bir çocuk olmasına aldırmadan, bu felaketle karşılaştığı zaman nasıl ağlayıp haykırdığını anlattı: Kendisinin de ölmesi için nasıl dualar etmiş; buraya ilk gelişinde aşkı, acısı pek kuvvetli bir genç yaratıkmış; üzüntüden yüreği nasıl parçalanır gibi olurmuş. Yalnız, buraya geldiği zamanlar yine üzülüyorsa da artık o eski günler geçmişti. Buraya gelmek ona acı değil de gerçekten bir zevk verinceye, bu iş onun yapmaktan hoşlandığı bir görev hâlini alıncaya kadar gelmeye devam etmişti. Şimdi de, aradan elli beş yıl geçmiş olduğu için, ölen adamdan oğul ya da torunuymuş gibi söz edebiliyor, bu yaşlı hâlinde onun gençliğine acıyormuş gibi davranabiliyordu. Yine de ondan söz ederken kocası olduğunu belirtmekten de geri kalmıyor, eskiden olduğu gibi kendisini de onunla bir tutuyor, adam sanki daha dün ölmüş gibi onunla başka bir dünyada buluşmayı umuyordu. Erkekle birlikte ölmüş görünen o sevimli kızdan kendini iyice ayırmış gibiydi.
Yaşlı kadın mezarın üzerinde açan çiçekleri toplamaya koyulunca Nell onun yanından ayrıldı, düşünceli düşünceli yürüyerek, geri döndü.
Dedesi de artık kalkıp giyinmişti. Hayatın acı gerçeklerine yine sövüp saymakta olan B. Codlin de bir gece önceki temsilden kalan yarısı yanmış mumları çamaşırlarının arasına sokuşturmakla uğraşıyordu. Bu arada arkadaşı da ahırın önüne toplanmış olan meraklıların övgülerini dinleyerek oyalanıyordu. Orada bulunanlara kendini yeteri kadar sevdirdiğine inanç getirince kahvaltı etmek üzere içeri girdi. Hep birlikte sofraya oturdular.
Küçücük adam Nell’e sordu:
– Peki, ya bugün nereye gidiyorsunuz?
Çocukcağız:
– Vallahi bilmiyorum… Daha kararlaştırmadık, dedi.
Adam:
– Biz buradan yarışlara gidiyoruz, dedi. Sizin yolunuz da o yana doğruysa, bizimle arkadaşlık etmekten hoşlanırsanız, birlikte yola çıkalım. Yok, yalnız gitmekten hoşlanacaksanız bunu bize açıkça söyleyin, sizi hiç rahatsız etmeyiz.
Yaşlı adam:
– Sizinle geliyoruz, dedi. Nell… Onlarla gidelim, onlarla gidelim.
Çocuk bir saniye kadar düşündü, kısa bir süre sonra dilenmek zorunda kalacağını, zengin hanımların gülmek, eğlenmek için araya toplandıkları yerlerden daha iyi dinlenme yeri bulamayacağını hesaba katarak, şimdilik, bu adamlarla birlikte gitmenin doğru olacağına inandı. Bunun için de adama teşekkür etti, arkadaşına ürkek bir bakış fırlatarak yarışların yapıldığı kasabaya kadar onlarla birlikte gitmelerinde bir sakınca yoksa bu teklifi kabul ettiğini bildirdi.
Küçücük adam:
– Bir sakınca mı? dedi. Ne olur, Tommy, bir kerecik olsun kibar davranıver de onların bizimle bir arada olmalarından kıvanç duyduğunu söyle.
Thomas Codlin, düşünürlerin, insandan kaçan kimselerin çoğu gibi pek ağır konuşup pek az yemek yiyen bir adamdı.
– Sen pek aklı havada adamın birisin, Trotters, dedi.
Öbürü:
– Niçin? Bundan bize ne zarar gelebilir ki? diye ısrarla sordu.
Thomas Codlin:
– Bugünkü şartlar içinde belki hiçbir zarar gelmez ama, dedi. Bu alışkanlık tehlikeli bir alışkanlıktır… Dediğim gibi, senin de aklın pek havada.
– E, her neyse, şimdi onlar da bizimle geliyorlar mı, gelmiyorlar mı?
Codlin:
– Geliyorlar, dedi. Yalnız, bundan bir kazanç elde edebilirdin, değil mi ya?
Küçücük adamın gerçek adı Harris’ti ama, zamanla bu ad değişmiş, kulağa daha tatlı gelen Trotters olup çıkmıştı. Bacaklarının kısalığından ötürü adına “Bodur” lakabı da eklenmiş, Bodur Trotters oluvermişti. Yalnız, Bodur Trotters pek uzun bir addı; dostça konuşmalar arasında kullanışlı değildi; onun için, yakınları arasında ya Bodur ya da Trotters diye anılıyordu. Törenlerle ağırbaşlı konuşmalar dışında da hiçbir zaman ona Bodur Trotters denilmiyordu.
Bodur ya da Trotters okuyucu bu adlardan hangisini beğenirse onu kullanabilir, arkadaşı B. Thomas Codlin, sitem dolu havasını bıraksın diye, ona hoş, neşeli bir karşılık vermek istedi. Ondan sonra da haşlanmış soğuk et, ekmek, tereyağından ibaret kahvaltısını büyük bir iştahla yemeye koyuldu, dostlarına da aynı şeyi yapmak öğüdünü verdi. B. Codlin daha önceden içinin alabileceği kadar yemiş olduğu için böyle bir ısrara ihtiyacı yoktu. Şimdi, dilinin pasını sert bir birayla gidermeye çalışıyor, sessiz sessiz, içkisinden bol bol yudumluyor, hiç kimseye de içki ikram etmiyordu; böylece, insanları sevmeyen bir kimse olduğunu yine açığa vuruyordu.
Kahvaltı sonra erince B. Codlin hesabı istedi, içtiği içkinin tutarını da öbürkülerin hesabına ekletti (Bu da, insan düşmanlarına özgü bir davranıştı.). Getirilen hesabı iki eşit bölüme ayırdı; birini kendisiyle arkadaşı, öbürünü de Nelly ile dedesi ödeyecekti. Bu iş de bitirildikten sonra hancıyla, karısıyla vedalaşıp yola düzüldüler.
İşte burada da B. Codlin’in toplumda yanlış bir yer aldığı; bunun da adamcağızın zaten yaralı olan ruhunu adamakıllı etkilediği pek kuvvetli bir şekilde açığa vurulmaktaydı: Bir gece önce Punch’ı seyirciye “usta” diye tanıtmış, onu kendisine eğlence sağladığı için yanında tuttuğunu anlatmıştı; şimdi ise o Punch’ın tapınağının yükü altında acı çekerek ezile ezile yürüyordu, bunu güneşli bir günde, tozlu yollarda omuzlarında taşımaya katlanıyordu. O neşe saçan Punch da, sönmek bilmeyen zekâ ateşinden kıvılcımlar saçıp efendisine neşeli neşeli bir şeyler anlatacak yerde, etsiz, kemiksiz, bir torba gibi kocaman kutunun içine atılmış, bacakları boynuna doğru ikiye katlanmış bir hâlde duruyordu; artık onun toplum içindeki değerlerinden hiçbiri kalmamış sayılırdı.
B. Codlin ağır ağır yoluna devam ediyordu, arada sırada Bodur’la bir iki laf ediyor ya da dinlenmek için durup homurdanıyordu. Bodur bütün kafilenin öncüsüydü; oyassı bavuluyla, çıkın hâline getirilmiş yüküyle, omuzundan sarkan borazanıyla gidiyordu. Nell ile dedesi onun arkasından geliyorlardı, Thomas Codlin de en arkadaydı. Bir şehre ya da kasabaya girince, hatta şöyle derli toplu güzel görünüşlü bir evin önüne varınca, Bodur borazanını çalıp Punchların hepsinin sık sık söyledikleri neşeli türkülerden birinden bir parçayı okumaya koyuluyordu. Ahali pencerelere üşüşecek olursa, B. Codlin hemen sahneyi kuruveriyor, Bodur’u da perdelerin arkasına gizleyip temsile hazırlanıyordu. Ondan sonra da hazırlık tamamlanır tamamlanmaz, temsili başlatıyorlardı. Oyunun uzunluğunu Codlin kararlaştırıyor, oyunda kahramanın başarıya ulaşmasını, seyirci sayısına göre, çarçabuk ya da daha geç sağlıyordu. Müşterilerin hepsinden para toplanınca da, yükünü yükleniyor, gene yola düzülüyorlardı. Bir köprünün üzerinde ya da bir gemide temsil verdikleri de oluyordu. Bir keresinde de parayla geçilen bir yolun ağzında, para toplama memuruna temsil vermişlerdi. Adamcağız, yalnızlığını unutmak için, sarhoş olmuş, oyunlarına karşılık onlara bir şiling vermişti. Bir keresinde de oyunda sırmalı elbise giymiş zengin birinin aslında odun kafalı bir aptal olarak gösterilmesi şehrin yöneticilerini kızdırmış, oyunlarını kesip oradan gitmeleri emredilmişti. Yalnız, gittikleri yerlerde genellikle iyi karşılanıyorlardı, peşlerine bir sürü çocuk takılmadan bir kasabadan ayrıldıkları da pek olmuyordu.
Bu duraklamalara rağmen, uzun gün boyunca yola devam ettiler; öyle ki, ay gökyüzünde belirdiği zaman onlar hâlâ yoldaydılar. Bodur, türkülerle, taklitlerle, onlara zamanın nasıl geçtiğini anlama fırsatı vermiyor, olup bitenleri en iyi yanından yorumlamaya bakıyordu. Buna karşılık, B. Codlin kaderine lanet okuyor, yeryüzünde ne varsa hepsine, hele Punch’a küfürler yağdırıyordu; en acı kedere gömülerek, sırtında tiyatrosu, topallaya topallaya yoluna devam ediyordu.
Dört yolun birleştiği noktada, yön gösteren tabelanın altına oturup dinlenmeye koyuldukları sırada, Codlin de yükünü sırtından indirmiş, kutuların arkasına gizlenmiş, tek başına, kaderine lanetler yağdırıyordu. İşte tam bu sırada iki dev gölgenin onların geldikleri yoldan kendilerine doğru yaklaştıklarını gördüler. Çocuk bu iki devi görünce birden dehşete kapılmıştı ama Bodur, ona korkulacak bir şey olmadığını söyledi, borazanını öttürdü. Borozana neşeli bir çığlık karşılık verdi. Bodur yüksek sesle:
– Grinder Topluluğu bu, değil mi? diye haykırdı.
İki cırlak ses birden:
– Evet, diye karşılık verdi.
Bodur:
– Öyleyse, gelin buraya, dedi. Gelin de sizi bir görelim bakalım. Ben de gelenlerin siz olduğunuzu anlamıştım.
Böylece davet edilen Grinder Topluluğu bir kat daha hızlı onlara doğru yaklaşmaya başladı, çok geçmeden de küçük kalabalığa yetişti.
B.Grinder’in kumpanyası, adına topluluk denilirdi ama, sopalar üzerinde yürüyen genç bir beyle genç bir hanımdan, bir de yürümek için kendi bacaklarını kullanan, sırtında bir davul taşıyan B. Grinder’den ibaretti. Genç çiftin temsil kıyafeti dağ köylülerinin kıyafetiydi; yalnız, o gece hava soğuk, ıslak olduğu için genç adam elbisesinin üzerine boyu ayak bileklerine kadar inen bir palto giymiş, başına da parlak bir şapka geçirmişti. Genç kadın da kürk taklidi kumaştan eski bir pelerine sarınmış, başına da bir mendil bağlamıştı. İskoç tarzı o siyah tüylerle süslü şapkalarını da B. Grinder, çalgısının üzerinde taşıyordu.
B.Grinder, soluk soluğa yanlarına varınca:
– Görüyorum ki yarışlara gidiyorsunuz, dedi. Biz de öyle. Nasılsın bakalım Bodur?
Bu sözlerle, pek dostça bir hava içinde tokalaştılar. Gençler de, doğru dürüst bir selamlaşmayı başaramayacak kadar yüksekte durdukları için, Bodur’u kendilerine göre selamladılar. Genç adam sağdaki sopasını kıvırıp Bodur’un omuzunu okşadı, genç kadın da elindeki tefini tıngırdattı.
Bodur, sopaları göstererek:
– Prova mı yapıyorsunuz? diye sordu.
Grinder:
– Hayır, dedi. Ya bu sopaların üzerinde yürümeleri ya da onları elde taşımaları gerekiyordu. Onlar da sopalarla yürümeyi daha çok seviyorlar. Doğrusu, çok zevkli bir iş bu. Siz hangi yoldan gideceksiniz? Biz en soldakinden gideceğiz.
Bodur:
– Doğrusunu istersen, dedi. Biz en uzun yoldan gideceğiz, çünkü o zaman iki kilometre gittikten sonra gece molası verebiliriz. Geceden kazanılan dört, beş kilometrelik yol yarın bir o kadar az yol yürümek demektir. Siz yola devam edersiniz, sanırım ki bizim için de en iyi şey sizin arkanızdan gelmek olacaktır.
Grinder:
– Ortağın nerede? diye sordu.
B. Codlin, sahnenin arkasından başını çıkararak:
– İşte buradayım, diye bağırdı. Bu gece yola devam etmektense ortağımın diri diri haşlandığını görmeyi tercih ederim. İşte ortağının sözü bu!
Bodur:
– Canım, böyle şeyler söyleme, diye atıldı. Üzüntülerin artmış olsa bile dostlarına saygı duymalısın, Tommy.
Thomas Codlin, elini Punch’ın gösteri yaptığı basamak tahtasına vurdu.
– Artmış da olsa, eksilmiş de olsa, bu gece bir iki kilometreden fazla dünyada gitmem. Şen Delikanlılar’da kalırım, başka yerde değil. Oraya gelmek istersen sen de gelirsin. Yok, tek başına gitmek istiyorsan, tek başına git, becerebilirsen bensiz işini yürüt bakalım.
Codlin, böyle diyerek, ortadan kayboldu. Hemen tiyatrodan dışarı çıkmıştı. Bir hamlede koca kutuyu omzuna aldı, inanılmaz bir çeviklikle yola koyuluverdi.
Artık bundan sonra karara karşı koymaya imkân kalmadığından, Bodur da, hiç istemediği hâlde, nalet yol arkadaşının peşinden gidebilmek için B. Grinder ve yamaklarıyla vedalaştı. Ay ışığı altında sopaların, onların arkasından da davulcunun ağır ağır gidişini seyretmek uğruna tabelanın yanında birkaç saniye oyalandıktan sonra, dostlarını selamlamak üzere, borazanını öttürdü, sonra da olanca hızıyla Codlin’in peşinden gitti. Sonra, boş elini Nell’e uzattı, birazdan yolculuklarının o gece için sona ereceğini, bundan dolayı neşelenmesi gerektiğini söyledi; yaşlı adamı da aşağı yukarı aynı sözlerle canlandırmaya çalıştı, onları hızla konak yerine doğru yola çıkardı. Şimdi ay gökyüzünden kaybolmuş, bulutların yağmur getirmeleri ihtimali belirmişti; onun için, kendisi de oraya gitmek konusunda az önceki kadar isteksiz değildi.

18
Şen Delikanlılar Hanı, yol üzerinde, oldukça eski bir tarih taşıyan küçük bir handı. Yolun öbür ucundaki reklam tabelasındaki resimde üç delikanlı neşelerini bir sürü içki sürahisiyle, altın torbalarıyla daha da artırıyorlardı. Yolcular o gün yarış kasabasına gittikçe yaklaştıklarını gösteren birçok işaretle karşılaşmışlardı: Çingene kampları, kumar aletleri yüklü arabalar, her cinsten oyuncular, her seviyede dilenciler, serseriler. Hepsi aynı yönde ilerliyorlardı. Bu yüzden de Codlin, handa boş oda kalmamış olmasından korkuyordu. Bulunduğu yerle han arasındaki mesafe azaldıkça adamcağızın korkusu da artmıştı; adımlarının hızını da artırmış, sırtında taşıdığı yükün ağırlığına aldırmadan, hanın kapısına gelinceye kadar da hiç durmadan, yavaşlamadan yürümüştü. Oraya gelince, boşuna korktuğunu anladı: Hancı, tabelaya dayanmış, tembel tembel, biraz önce başlayan yağmuru seyrediyordu; içeride de müşteri bulunduğunu belirtecek ne zil sesi, ne öfkeli bağırış, ne de gürültülü konuşmalar vardı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/charlz-dikkens/antikaci-dukkani-69428542/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Brass “bando mızıka” anlamına gelir.
Antikacı Dükkânı Чарльз Диккенс
Antikacı Dükkânı

Чарльз Диккенс

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens´ın en sevilen ve okunan eserlerinden biri olan Antikacı Dükkânı, ilk olarak 1840-1841 yıllarında bir dergide yayımlanmış, daha sonra da 1841´de kitap olarak basılmıştır. Romanda, küçük Nell ve büyük babasının evlerini terk etmek zorunda kalarak çıktıkları yolculuğun giderek bir macera hâlini alması ve başlarından geçenler sürükleyici bir üslupla dile getirilmiş. Dickens´ın, karakter yaratmaktaki başarısı burada da kendini göstermiş, özellikle o yılların İngiltere´sindeki işçilerin durumunu son derece gerçekçi bir şekilde resmetmiştir: Yoksulluk, ağır çalışma şartları… Romandaki bir diğer göze çarpan unsur, Dickens´ın ana karakterler kadar yan karakterlere de kusursuzca ruh ve beden yani hayat vermesidir. Bu romanı okuyanlar, en az Nell ve büyük babası kadar, Quilp ve karısının da zihinlerinde silinmez izler bıraktığını göreceklerdir.

  • Добавить отзыв