Muhteşem Gatsby

Muhteşem Gatsby
F. Scott Fitzgerald
Hoşça kalın demek için yanlarına gittiğimde, Gatsby’nin yüzüne o şaşkın ifade yeniden oturmuştu, sanki şu anki mutluluğunun niteliğine dair belli belirsiz bir kuşku oluşmuştu içinde. Neredeyse beş yıl! O ikindi bile Daisy’nin onun rüyalarına yeterli gelmediği olmuştur; kızın kabahati değildi bu, adamın hayal dünyasının muazzam gücünden kaynaklanıyordu. Hayal dünyası Daisy’nin önüne geçmişti, her şeyin önüne… Kendini yaratıcı bir tutkuyla içine atmış, her seferinde üstüne eklemiş, yoluna çıkan her parlak tüyle onu allayıp pullamıştı. Bir adamın yüreğinde biriktirdiğiyle ne bir ateş ne de bir yenilik baş edebilir. (…) “Yerinde olsam üzerine fazla gitmezdim.” diye lafa girdim. “Geçmişi geri getiremezsin.” “Geri getiremez miyim?” diye bağırdı kuşkuyla. “Elbette getirebilirim!” Çılgın gözlerle etrafına baktı, sanki geçmiş, evinin gölgesinde bir yerlere saklanmıştı, elini uzatsa değecekti. “Her şeyi eskisi gibi ayarlayacağım.” dedi, başını kararlılıkla sallayarak. “Görecek.” Uzun uzun geçmişten bahsetti; bir şeyleri telafi etmek istediğini anladım, belki kendisindeki bir şeydi bu, Daisy’yi sevme uğruna harcadığı şeydi. Hayatı o zamandan beri karışık ve darmadağındı. Ama eğer başa dönebilirse ve her şeyi yavaştan alırsa o şeyin ne olduğunu bulabilirdi… “Muhteşem Gatsby”, beş yıl önce fakir bir gençken kendisini terk edip zengin biriyle evlenen eski sevgilisi Daisy’ye ulaşmak, geçmişi geri getirmek isteyen ve bu amaca erişmek için pek çok şey yapan şimdinin zengin Jay Gatsby’sinin hikâyesini konu ediniyor. Daisy, şahsında geleceği, umudu, “Amerikan rüyası”nı taşıyor Gatsby için. 1920’lerdeki o ışıltılı Caz Çağı harika betimlemelerle anlatılırken bu aşırılık ve gösteriş dünyasının içinden Amerikan toplumu ve bu toplumun dönüşümü ince ince işlenerek yansıtılıyor.

F. Scott Fitzgerald
Muhteşem Gatsby

Bir kez daha
Zelda’ya…

O zaman giy altın şapkayı eğer seni götürecekse ona
Eğer sıçrayabilirsen zirveye, onun için de sıçra
Ta ki o haykırana dek: “Yârim, altın şapka giyinmiş, güçlü yârim,
Sahip olmalıyım sana!”
    Thomas Parke D’invilliers


1. BÖLÜM
Daha küçük ve toy olduğum yaşlarda, o zamandan beri aklımdan çıkmayan bir nasihat etti babam bana: “Ne zaman birini tenkit etmek istersen, unutma, bu dünyadaki bütün insanlar, sahip değildir senin elindeki imkânlara.”
Başkaca bir şey söylememişti ama her zaman az kelimeyle fevkalade iyi anlaştığımız için söylediklerinden çok daha fazlasını kastettiğini anlamıştım. Dolayısıyla, her türlü yargı konusunda ihtiyatlı olmaya eğilimliyimdir; bu huy, tuhaf mizaçlara sahip birçok insanın bana açılmasını sağladı ve beni sayısı azımsanamayacak derecede baş belasının da kurbanı hâline getirdi. Anormal bir zihne sahip olanlar, benim gibi insanlardaki bu eğilimi hemencecik sezinler ve bağlanıverirler; böylelikle kolejde politikacı gibi davranmakla haksız yere suçlandım, çünkü yabani, silik adamların tuhaf ve gizli dertlerinin sırdaşı olmuştum. Çoğu sır beklenmedikti, tanıdık bir belirtinin ufukta titreştiğini fark ettiğim anda genellikle uyuma numarası yapar veya meşgul olduğum izlenimini verir veyahut da muhalif bir ciddiyetsizlik sergilerdim; çünkü genç adamlardaki tanıdık belirtiler veya kendilerini ifade ediş biçimleri, genelde özentilidir ve bariz bastırılmalarla bezelidir. Ön yargıdan kaçınmak sonsuz bir umut meselesidir. Bunu unutursam bir şeyleri kaçırırım diye hâlâ korkarım ve babamın züppece söylediği gibi ben de züppece tekrarlayayım: Temel nezaket kuralları doğarken adaletsizce dağıtılır.
Ve hoşgörümle böyle övündükten sonra onun bir sınırı olduğunu itiraf etmeliyim. Davranışlar sarp kayalar veya bataklıklar üzerine kurulmuş olabilir ama bir noktadan sonra neyin üzerine kurulduğu umurumda değildir. Geçen sonbahar Doğu’dan döndüğümde dünyanın, üniformasını kuşanıp sonsuza kadar ahlaki bir hazırolda beklemesini dilediğimi hissettim; artık insan kalbine atılan ayrıcalıklı çağrılarla dolu huzur bozan seyahatler istemiyordum. Bu tepkimden bir tek bu kitaba adını veren Gatsby muaftı: Gatsby, en içten hor gördüğüm her şeyi temsil eden adam… Eğer kişilik, kesintisiz bir başarılı atılımlar dizisiyse o zaman onda muhteşem bir şey vardı, hayatın vaatlerine karşı yüksek bir hassasiyet; sanki on binlerce mil uzaklıktaki depremleri kaydeden girift makinelerdeki gibi bir hâl. Bu duyarlılığın “yaratıcı mizaç” unvanıyla payelendirilen şu gevşek, aşırı duygusallıkla alakası yoktu; olağanüstü bir umut etme yeteneğiydi, hayatımda kimsede görmediğim ve bir başkasında daha göremeyeceğim duygusal bir atiklikti. Hayır, Gatsby sonunda işin üstesinden geldi; bir süreliğine insanoğlunun beyhude kederlerine ve geçici hazlarına duyduğum ilginin önünü tıkayan şey, Gatsby’nin içini kemiren, hayallerinin ardından kalkan pis tozdur.
Ailem, bu Orta Batı şehrinde üç kuşaktır yaşayan seçkin, hâli vakti yerinde insanlardır. Carraway’ler kabile gibidir ve sülalemin Buccleuch düklerine dayandığına dair bir rivayet dolansa da soyumun esas kurucusu büyükbabamın erkek kardeşidir; buraya elli bir yaşında gelerek, İç Savaş’a kendi adına vekil gönderip, bugün babamın yürüttüğü hırdavat toptancılığı işini kurmuş.
Bu büyük amcayı hiç görmedim ama ona benzediğim söylenir; kanıt olarak da babamın ofisinde asılı duran oldukça asık suratlı fotoğrafı gösterilir. 1915’te, babamdan bir çeyrek yüzyıl sonra New Heaven’dan mezun oldum, ardından Büyük Savaş denilen şu gecikmiş Cermen akınına katıldım. Karşı akını o kadar sevmiştim ki döndüğümde yerimde duramıyordum. Orta Batı artık dünyanın sıcak merkezi olmaktan çıkmış, evrenin bakımsız bir köşesi gibi görünüyordu; böylelikle Doğu’ya gidip borsacılığı öğrenmeye karar verdim. Tanıdığım herkes borsa işinde olduğu için, bir kişiye daha bu işten ekmek çıkar diye düşündüm. Tüm halalarım ve amcalarım sanki bana hazırlık okulu seçiyorlarmış gibi bu konuyu aralarında tartıştılar ve nihayet son derece ciddi, tedirgin bir surat ifadesiyle “Eh, peki…” dediler. Babam bir yıl süreyle bana maddi destekte bulunmaya razı oldu ve çeşitli gecikmelerden sonra yirmi iki yılının baharında Doğu’ya, aklımca, temelli olarak geldim.
Yapılacak en uygun şey şehirde bir daire bulmaktı. Ama ılık bir mevsimdi ve ben geniş çimenlikleri ve sevimli ağaçları olan bir diyarı yeni terk etmiştim; onun için ofisteki genç bir adam birlikte bir banliyö kasabasında ev tutmayı önerdiğinde bu, kulağıma güzel bir teklif gibi geldi. Evi o buldu, aylığı seksen dolara, fırtınaya tutulmuş kutu gibi bir bungalovdu. Ama son dakikada şirket onu Washington’a yollayınca ben de taşraya tek başıma gitmek durumunda kaldım. Bir köpeğim -en azından kaçıp gidene kadar birkaç günlüğüne benimdi- eski bir Dodge’um ve yatağımı toplayıp, kahvaltımı hazırlayan, elektrikli ocağın başında kendi kendine Fince bilgelik sözleri mırıldanan Finli bir yardımcım vardı.
İlk birkaç gün yalnızlık çektim, ta ki bir sabah oraların benden daha acemisi olan biri beni yolda durdurana kadar.
“West Egg köyüne nasıl gidilir?” diye sordu çaresizce.
Yolu tarif ettim, yürümeye devam ederken artık yalnızlık çekmiyordum. Bir rehber, bir yol gösterici, bir yöre sakiniydim… Adam tesadüfen bana mahallenin fahri üyeliğini vermişti sanki.
Böylece, hızlı çekim filmlerdeki gibi, gün ışığı ve ağaçlardan fışkıran harika yaprak patlamalarıyla, içimde o yazla beraber hayatın yeniden başladığına dair tanıdık bir inanç oluştu.
Bir kere, okunacak o kadar çok şey ve canlandırıcı havadan çekip alınacak öyle bir dirlik vardı ki! Bankacılık, kredi ve yatırım araçları hakkında bir düzine kitap almıştım; yalnızca Midas, Morgan ve Maecenas’ın bildiği ışıltılı sırları vadedercesine, darphaneden yeni çıkmış paralar gibi kırmızılı, altın yaldızlı ciltleriyle duruyorlardı rafımda. Ve onlardan daha başka kitaplar okumaya da niyetliydim. Kolejde edebiyata pek hevesliydim -bir yıl boyunca “Yale News” için bir dizi oldukça ciddi ve beylik başmakaleler yazmıştım- ve şimdi de böyle şeyleri yeniden hayatıma sokacak, tekrar tüm uzmanların en dar kafalısı olan o “çok yönlü adam” hâline gelecektim. Niyetim nükte yapmak değil; neticede, hayat tek bir pencereden bakıldığında daha başarılı görülür.
Kuzey Amerika’nın en acayip yerlerinden birinde ev kiralamam şans eseri olmuştu. New York’un doğusuna doğru uzanan şu incecik, uçarı adadaydı ve orada, diğer doğal garabetlerin yanında, iki tuhaf toprak oluşumu vardı. Şehrin yirmi mil açığında, batı yarım kürenin en evcil tuzlu suyu olan Long Island Boğazı’nın geniş, ıslak avlusunda uzanan, sadece dar bir koyun ayırdığı, hatları birbirinin aynı bir çift devasa yumurta. Mükemmel bir ovallikte değiller -Kolomb’un hikâyesindeki yumurta gibi, temas ettikleri noktada ikisinin de ucu göçük- ama fiziksel benzerlikleri, üstlerinde uçan martılar için sonsuz bir hayret kaynağı olmalı. Kanatsızlar için daha ilginç olan fenomen, biçim ve ebatları dışında her açıdan farklı olmaları.
Ben West Egg’de oturuyordum, yani… şey, iki yumurtanın daha az revaçta olanında, gerçi bu söylediğim, ikisi arasındaki tuhaf farkı belirten en yüzeysel yaftadır. Evim yumurtanın ucundaydı, Boğaz’a yalnızca elli metre mesafedeydi ve sezonluk on iki on beş bine kiralanan iki devasa evin arasına sıkışmıştı. Sağımdaki, her tür standarda göre muazzam bir yapıydı. Normandiya’daki Belediye Sarayı’nın tıpatıp kopyasıymış; bir yanında taze sarmaşığın ince örgüsü altından ben buradayım diyen yepyeni bir kule, mermer bir havuz ve yirmi dönümden fazla çimenlik, bahçe… Burası Gatsby’nin malikânesiydi. Daha tanışmadığımıza göre, Bay Gatsby adında bir beyefendinin oturduğu malikâne demeliyim. Benim ev göz zevkine pek hitap etmiyordu ama neyse ki küçüktü, fazla göze batmıyordu; deniz manzaram, komşumun çimenliğinin birazı ve milyonerlerin teselli edici yakınlığı vardı; bunların hepsi de ayda seksen dolara!
Dar koyun karşı yakasında, kıyı boyunca sosyetik East Egg’in beyaz malikâneleri parıl parıldı; aslında, o yazın hikâyesi de Tom Buchanan’lara yemeğe gittiğim akşam başladı. Daisy ile kardeş torunlarıydık ve Tom’u da kolejden tanıyordum. Savaştan hemen sonra onlarla Şikago’da iki gün geçirmiştim.
Kocası, çeşitli fiziki başarılarının yanı sıra, New Heaven’da futbol oynamış en güçlü açıklardan biriydi; bir nevi millî kahraman, hani daha yirmilerindeyken zirveye ulaşıp da sonrasında hiçbir şeyden tatmin olmayan insanlar vardır ya onlardan biriydi işte… Ailesi müthiş zengindi, kolejde bile savurganlığı eleştiri konusuydu, şimdiyse Şikago’yu terk edip East’e öyle bir şaşaalı gelişi vardı ki insanları oldukça şaşırtmıştı: Lake Forest’tan bir dizi polo midillisi getirtmişti misal… Kendi kuşağımdan birinin bunu yapacak kadar zengin olabileceği akla sığmaz bir şeydi.
Doğu’ya neden geldiklerini bilmiyorum. Fransa’da bir yıl iş olsun diye kalmışlar, sonra da nerede polo oynayan birileri varsa, nerede zenginler toplaşmışlarsa peşlerinden giderek oradan oraya savrulmuşlardı. Bu sefer temelli taşındık, demişti Daisy telefonda fakat ben inanmamıştım. Onun içinden geçenleri bilemiyordum ama Tom’un, biraz özlemle, bir daha içinde yer alamayacağı bir futbol maçının can alıcı dağdağası peşinde sonsuza kadar sürükleneceğini hissediyordum.
Ve böylece ılık, rüzgârlı bir akşam, otomobile atlayıp, aslında pek de tanımadığım bu iki eski dostu ziyaret etmek için East Egg’e doğru yola çıktım. Evleri beklediğimden daha incelikle döşenmişti; Kolonyal George dönemine ait, koya nazır, kırmızı-beyaz, sevimli bir malikâne. Çimenlik kumsalda başlayıp güneş saatlerinin, tuğla yolların ve alev alev tarhların üzerinden atlayarak ön kapıya kadar çeyrek mil ilerliyordu, sonunda eve vardığındaysa hızını alamamış gibi parlak asmalara tırmanıyordu. Ön cepheyi, altın ışıltılar yansıtarak, ılık, esintili ikindiye doğru tamamen açılmış bir dizi ince uzun, iki kanatlı cam kapı bölüyordu; Tom Buchanan ise binici kıyafetleri içinde bacaklarını iki yana açmış, sundurmada dikiliyordu.
New Heaven yıllarından bu yana değişmişti. Şimdi otuzunda, saman saçlı, haşin ağzı ve mağrur tavrıyla, gösterişli bir adamdı. Yüzünde hâkim olan bir çift parlak, kibirli göz ona daima dikleniyormuş havası veriyordu. O bedenin muazzam gücünü saklamaya binici kıyafetlerinin kadınsı çalımı bile yeterli gelmiyordu; şu ışıl ışıl çizmelerin içini bağcıkların sonunu gerdirecek kadar öylesine dolduruyordu ki… Omuzlarını oynattığında ince ceketinin altında kıpırdanan iri kas kütlesini görebiliyordunuz. Muazzam bir manivela gücüne sahip bir vücuttu bu, amansız bir vücut…
Konuşurkenki hırçın, boğuk tenor sesi, yarattığı geçimsiz olduğu izlenimini daha da güçlendiriyordu. Hoşlandığı insanlara karşı bile sesinde hafiften pederane bir hor görme vardı ve bu cüreti New Heaven’daki birçok insanın öfkesini üzerine çekmişti.
“Bak, sırf ben senden daha güçlüyüm ve senden daha erkeğim diye ille de benim dediğim olacak diye düşünme!” der gibi bir hâli vardı. Son sınıfta aynı dernekteydik, hiç samimi olmamamıza rağmen, onun daima beni tuttuğunu ve haşin, cüretkâr hâliyle ondan hoşlanmamı istediğini hissetmişimdir.
Güneşli sundurmada birkaç dakika lafladık.
“Buradaki yerim güzeldir.” dedi, çakmak çakmak gözleriyle etrafa bakarak.
Bir kolumdan tutup beri döndürerek geniş, düz elini, çukur İtalyan bahçesi, iki dönüm koyu renk, keskin kokulu güllük ve kıyıdan açıkta akıntıyla sallanan kalkık burunlu motor boyunca şöyle bir ön bahçede gezdirdi.
“Burası Demaine’ninmiş, şu petrolcünün…” Beni yine kibarca fakat aniden döndürdü, “İçeri geçelim.” dedi sonra.
Yüksek tavanlı bir holden geçip parlak, gül rengi bir yere vardık; her iki uçtan, ince uzun, iki kanatlı cam kapılarla eve zarifçe bağlanıyordu. Aralık duran kapılar, evin içine doğru yürür gibi görünen dışarıdaki çimlere karşı bembeyaz parlıyorlardı. Odadan hafif bir esinti geçiverdi, bir uçtaki perdeleri içeri, diğer uçtakileri dışa doğru solgun bayraklar gibi havalandırıp tavanın düğün pastasını andırır süslemesine doğru dalgalandırırken şarabi renkteki halının üzerinde hafifçe salınıp, rüzgârın deniz üzerinde bıraktığı gölgelere benzer bir karartı oluşturdu.
Odadaki tek durağan nesne, neşeli iki genç kadının sanki demirli bir sıcak hava balonuymuşçasına üzerine oturduğu devasa kanepeydi. İkisi de beyazlar içindeydi, elbiseleri evin etrafında kısa bir uçuştan henüz dönmüşçesine dalgalanıyor, uçuşuyordu. Birkaç dakika perdelerin çırpınıp çıkardıkları sesleri ve duvardaki bir resmin gıcırdamasını dinlemiş olmalıyım. Derken, Tom Buchanan arka kapıyı kapatınca bir gümbürtü oldu ve enselenen rüzgâr odada can verdi; perdeler, halılar ve iki genç kadın usulca yere konuverdiler.
Kadınlarından genç olanını tanımıyordum. Kanepenin kendi tarafındaki köşesine boylu boyunca uzanmıştı, tamamen hareketsizdi ve çenesi, düşecek gibi olan bir şeyi dengeliyormuşçasına hafif yukarı doğru bakıyordu. Beni göz ucuyla gördüyse de istifini bozmadı; aslında, içeri girerek onu rahatsız ettiğim için neredeyse bir özür geveleyecektim.
Diğer kız, Daisy, kalkmaya yeltendi -görev bilinciyle yaparcasına hafifçe öne doğru eğildi- sonra bir kahkaha salıverdi; anlamsız fakat etkileyici, küçük bir kahkaha… Ben de bir bir benzerini atıp odanın ortasına doğru yürüdüm.
“Sevinçten f… felce uğradım!”
Çok nükteli bir şey söylemiş gibi bir kahkaha daha patlattı ve bir anlığına elimi tutup, bu dünyada benden daha çok görmek istediği biri olmadığına yemin edercesine yüzüme baktı. Böyle bir huyu vardı. Dengelenen kadının soyadının Baker olduğunu söyledi mırıldanarak (Daisy’nin sırf insanlar onu duyabilmek için kendisine doğru eğilsinler diye mırıldanarak konuştuğunu duymuştum; bu, davranışının çekiciliğini hiç de azaltmayan gereksiz bir eleştiri tabii.).
Her neyse Bayan Baker’ın dudakları oynadı, başını öne eğerek beni belli belirsiz selamladı, sonra başını hızla yeniden geriye attı -dengelediği nesne belli ki biraz sarsılmış ve kızı korkutmuştu. Dudaklarımda bir özür daha belirdi. Bütünüyle kendi kendine yetmeye dair olan bu gösterişlerin neredeyse tümü bende hayretle karışık bir hürmet duygusu uyandırır.
Yeniden kısık, heyecan verici sesiyle bana sorular sormaya başlayan kuzenime döndüm. Onunki, kulağın, her bir konuşması bir daha asla çalmayacak olan bir besteymişçesine tüm iniş çıkışlarını takip ettiği bir sesti. Yüzü aydınlık şeyler, parlak gözler ve tutkulu, aydınlık bir ağız ile hüzünlü ve sevimliydi; ama sesinde ondan etkilenmiş erkeklerin kolay kolay unutamayacağı bir coşku vardı: ezgili bir dürtü, fısıltılı bir “Dinle!”; az önce şen şakrak, heyecan verici şeyler yaptığına ve birazdan yine böyle şen şakrak, heyecan verici şeyler yapacağına dair bir vaat…
Doğu’ya gelirken Şikago’ya bir günlüğüne uğradığımı ve bir düzine insanın benim aracılığımla ona sevgilerini yolladığını söyledim.
Mest olmuş bir şekilde, “Beni özlemişler mi?” diye haykırdı.
“Bütün şehir perişan hâlde! Tüm arabalar yas işareti olarak sol arka tekerlerini siyaha boyamış ve kuzey kıyısı boyunca bir ağıt ki sorma, feryat figan tüm gece aralıksız sürüp gidiyor!..”
“Ne harika! Hadi geri dönelim Tom. Yarından tezi yok!” Sonra yerli yersiz ekledi: “Bebeği görmelisin.”
“Çok isterim.”
“Şimdi uyuyor. Üç yaşında. Yoksa onu daha önce görmemiş miydin?”
“Hiç görmedim.”
“Bir görsen!.. Öyle…”
Odada huzursuzca dolanan Tom Buchanan durdu ve elini omzuma koydu.
“Neler yapıyorsun, Nick?”
“Borsacıyım.”
“Kimin yanında?”
Anlattım…
“Adlarını hiç duymadım.” dedi kesin bir ifadeyle.
Keyfim kaçtı.
“Yakında duyarsın…” dedim. “Doğu’da kalırsan yakında duyarsın…”
“Ah, merak etme, Doğu’da kalacağım!” dedi göz ucuyla önce Daisy’ye sonra bana bakarak, sanki ardından gelecek başka şeylere karşı tetikteymiş gibi. “Başka yerde yaşayacak kadar lanet bir adam değilim.”
O arada Bayan Baker öylesine beklenmedik bir şekilde atladı ki afalladım: “Kesinlikle!” Odaya girdiğimden beri ağzından çıkan ilk laftı. Görünüşe bakılırsa bu, benim kadar kendisini de şaşırtmış olmalı ki şöyle bir esnedi ve bir dizi hızlı, marifetli hareketten sonra kalkıp odanın ortasına geldi.
“Her tarafım tutulmuş!” diye yakındı. “Kanepede ne zamandır yattığımı hatırlamıyorum bile…”
“Hiç bana bakma!” diye lafı yapıştırdı Daisy, “Öğleden beri seni New York’a götürmek için ne diller döktüm!..”
“Teşekkür ederim, almayayım…” dedi Bayan Baker büfeden gelen dört kokteyl bardağı için. “Sıkı antrenmandayım.”
Ev sahibi inanmaz gözlerle ona baktı.
“Sen mi?” Kadehi dibinde bir damla kalmış gibi başına dikiverdi. “Şu işleri nasıl beceriyorsun, aklım bir türlü almıyor!”
Bayan Baker’a baktım, neyi “becerdiğini” merak ederek. Ona bakmak hoşuma gitmişti. Genç bir askerî okul öğrencisi gibi omuzlarını geriye atarak vurguladığı dik duruşuyla, küçük göğüslü, incecik bir kızdı. Solgun, çekici, memnuniyetsiz yüzündeki güneş çipili gri gözleri karşılık veren kibar bir merakla bana bakıyordu. Şimdi hatırlamıştım, onu veya bir fotoğrafını daha önce bir yerlerde görmüştüm.
“West Egg’de oturuyormuşsunuz…” dedi hor görürcesine. “Orada tanıdığım biri var.”
“Orada kimseyi tanımıyo…”
“Gatsby’yi mutlaka tanıyorsunuzdur.”
“Gatsby?” diye sordu Daisy, “Hangi Gatsby?”
Kendisinin benim komşum olduğunu söyleyemeden sofraya çağrıldık; Tom Buchanan gergin kolunu benimkine dolayarak, bir dama taşını diğer bir kareye sürükler gibi beni odadan çıkardı.
İki genç kadın narince, aheste aheste, elleri kalçalarına dayalı, masadaki dört mumun hafifleyen rüzgârda titreştiği, gün batımına açılan gül renkli sundurmaya doğru önümüzden yürüdüler.
“Mumlar da nereden çıktı?” diye söylendi Daisy kaşlarını çatıp, öte yandan parmaklarıyla mumları söndürürken. “İki hafta sonra yılın en uzun günü.” Gözleri ışık saçarak bakıyordu bize. “Siz de yılın en uzun gününü dört gözle bekleyip sonra da onu kaçırır mısınız? Ben hep yılın en uzun gününü dört gözle bekleyip sonra da onu kaçırıveririm…”
Bayan Baker, yatmaya hazırlanır gibi esneyerek masaya otururken “Bir şeyler planlasak…” dedi.
“Pekâlâ…” dedi Daisy. “Ne planlasak acaba?” Çaresizce bana döndü: “İnsanlar ne planlar ki?”
Cevaplamama kalmadan korku dolu gözleri serçe parmağına kilitlendi.
“Baksanıza!” diye yakındı; “İncittim!”
Hepimiz baktık, eklem yeri morarmıştı.
“Bunu sen yaptın, Tom!” dedi suçlarcasına. “Biliyorum isteyerek olmadı ama sen yaptın. Senin gibi kaba saba bir adamla evlenirsem başa gelecek olan bu tabii… İri yarı, kocaman, hantal bir…”
“Hantal lafından hiç hazzetmiyorum!” diye tersledi Tom, “Şaka bile olsa…”
“Hantal!..” diye üsteledi Daisy.
Arada Daisy ve Bayan Baker bir ağızdan konuşuyorlardı, pek kafa şişirmeden kendi hâllerinde ve şakacı bir tutarsızlıkla; konuşmaları en az beyaz elbiseleri ve her türlü hevesten uzak, samimiyetsiz gözleri kadar soğuktu. Buradaydılar, Tom’u ve beni kabul etmişlerdi, eğlenmek veya eğlendirilmek için yalnızca zarif, hoş bir çaba harcıyorlardı. Birazdan yemeğin sonlanacağını, hemen ardından akşamın da geçip öylece bir kenara dürüleceğini biliyorlardı. Buranın akşamı, mütemadiyen boş bir beklentiyle veya o ana karşı duyulan hepten sinirsel bir korkuyla, aşama aşama katedildiği Batı’dan keskin bir şekilde ayrılıyordu.
“Yanında kendimi medeniyetten yoksun gibi hissediyorum, Daisy.” diye bir itirafta bulundum, hafif ama yıllanmış kırmızı şarabımın ikinci kadehini yudumlarken. “Biraz da mahsulden falan bahsetsen olmaz mı?”
Bunu öylesine söylemiştim ama hiç beklenmedik bir şekilde algılandı.
“Medeniyet çöküyor!” diye isyan etti Tom hiddetle. “İyiden iyiye ümitsiz bir karamsar olup çıktım. Goddard denen adamın ‘Siyahi İmparatorlukların Yükselişi’ adlı kitabını okudunuz mu?”
“Yo, hayır…” diye cevapladım, ses tonu beni oldukça şaşırtmıştı.
“Eh, çok güzel bir kitap, herkes mutlaka okumalı. Şunu söylüyor ki eğer gözümüzü açmazsak beyaz ırk sonunda tamamen dibi boylayacak! Bilimsel bir şey bu; ispatlanmış.”
“Tom derin konulara girmeye başladı…” dedi Daisy, bir üzüntü ifadesiyle. “İçi uzun cümlelerle dolu derin kitaplar okuyor. Geçen günkü o kelime neydi, hani…”
“Eh, bu kitapların hepsi bilimsel!” diye üsteledi Tom, karısına tahammülsüz bir bakış atarak. “Bu arkadaş meseleyi çözmüş. Bizim, egemen ırkın vazifesi gözlerini dört açmak, yoksa dümen diğer ırkların eline geçecek!”
“Onları alt etmeliyiz…” diye fısıldadı Daisy, kızgın güneşe karşı bir hışım göz kırparak.
“Aslında Kaliforniya’da yaşaman lazım…” diye araya girdi Bayan Baker. Ama Tom onun sözünü sandalyesinde hışımla dönerek kesti.
“Konunun çıkış noktası hepimizin İskandinav ırkından geliyor olmamız. Ben öyleyim, sen öylesin, sen öylesin ve sen…” Belli belirsiz bir an tereddüt ederek Daisy’yi de hafif bir baş işaretiyle dâhil etti, Daisy bana tekrar göz kırptı. “Ve medeniyeti yaratan her şeyi biz ürettik; ah, bilimi, sanatı ve geri kalan ne varsa hepsini… Anlıyorsunuz, değil mi?”
Kendini konuya bu kadar kaptırmasında zavallı bir yan vardı, sanki eskisinden de şiddetli olan kendini beğenmişliği artık onu tatmin etmiyordu. Derken, neredeyse aniden, içerideki telefon çalıp, uşak sundurmadan ayrılınca Daisy bu bir anlık kesintiyi fırsat bilip bana doğru eğildi.
“Sana bir aile sırrı vereyim.” dedi bir hevesle fısıldayarak. “Uşağın burnu hakkında. Uşağın burnunun hikâyesini duymak ister misin?”
“Zaten buraya bunun için geldim.”
“Eh, hep uşaklık yapmamış bu adam; eskiden New York’ta iki yüz kişilik gümüş servisi olan birilerinin yanında gümüş parlatıcı olarak çalışıyormuş. Sabahtan akşama kadar gümüşleri parlatırmış, ta ki bu iş, burnunu etkileyene kadar…”
“Durum gitgide kötüleşmiş…” dedi Bayan Baker.
“Evet. Durum gitgide kötüleşmiş, ta ki bir gün işini bırakmak zorunda kalana dek.”
Bir anlığına, güneşin son ışıkları romantik bir dokunuşla Daisy’nin ışıltılı yüzüne düştü; sesi, onu dinlerken nefesimi tutup öne doğru eğilmeye zorluyordu beni; sonra o ışıltı söndü, akşam karanlığında cümbüşlü bir sokağı bırakmak istemeyen çocuklar misali her ışık istemeyerek terk ediyordu onu.
Uşak geri geldi ve Tom’un kulağına bir şeyler fısıldadı, bunun üstüne Tom kaşlarını çatıp sandalyesini geri itti ve bir kelime etmeden içeri gitti. Onun yokluğu, içindeki bir şeyleri ateşlemiş gibi Daisy yeniden öne eğildi.
Şen şakrak bir sesle “Seni soframda görmeyi seviyorum, Nick. Bana bir gülü anımsatıyorsun, kusursuz bir gül. Öyle değil mi?” dedi. Onayını almak için Bayan Baker’a baktı: “Kusursuz bir gül?”
Bu doğru değildi. Bir gülle uzaktan yakından alakam yoktur. Aklına geleni söyleyivermişti işte, yine de heyecan verici bir sıcaklık yükseliyordu ondan, kalbi âdeta o soluk soluğa çıkan, nefes kesici kelimelerin ardına gizlenip aramıza geliverecekti. Birden peçetesini masaya fırlattı ve izin isteyerek içeri girdi.
Bayan Baker’la bakıştık; bakışlarımızın bir anlam taşımamasına dikkat etmiştik. Tam konuşacaktım ki kız doğruldu ve “Şişt!” dedi uyaran bir sesle. Ötedeki odadan bastırılmış, ateşli bir mırıltı geliyordu. Bayan Baker konuşulanları duymak için hiç çekinmeden öne doğru eğildi. Mırıltı neredeyse anlaşılacak gibi olmanın eşiğinde titredi, alçaldı, heyecanla yükseldi ve sonra hepten kesildi.
“Şu bahsettiğiniz Bay Gatsby benim komşum olur…” diye girdim söze.
“Konuşmayın bir… Neler olduğunu duymak istiyorum.”
“Bir şeyler mi oluyor?” diye sordum masumane.
“Sahi, bilmiyor musunuz?” dedi Bayan Baker, gerçekten şaşırmıştı. “Herkes biliyor sanıyordum…”
“Bilmiyorum.”
“Şey…” dedi tereddütle. “Tom New York’ta bir kadın bulmuş kendine.”
“Kadın mı bulmuş?” diye boş boş yineledim.
Bayan Baker başıyla doğruladı.
“Onu yemek vakti aramayacak kadar terbiyesi olsaydı bari. Değil mi ama?”
Ben ne demek istediğini anlayana kadar bir eteğin hışırtısı ve deri çizmelerin gıcırtısı duyuldu, Tom ve Daisy masaya dönmüşlerdi.
“Yapacak bir şey yok!” diye haykırdı Daisy gergin bir neşeyle.
Yerine oturdu, sorgulayıcı gözlerle bir Bayan Baker’a bir bana baktıktan sonra devam etti: “Şöyle bir dışarı baktım da öyle romantik ki! Çimenlikte bir kuş var, sanırım Cunard veya White Star Line’dan gelen bir bülbül olmalı. Şakıyor…” Sesi cıvıltılıydı: “Ne romantik, değil mi Tom?”
“Çok romantik.” dedi Tom ve sonra perişan bir hâlde bana döndü. “Yemekten sonra ortalık çok kararmamış olursa sana ahırları gezdirmek isterim.”
İçerideki telefon bizi ürküterek çaldı ve Daisy başını Tom’a doğru sertçe sallayınca ahır konusu, -aslında tüm konular- yalan oldu. Masadaki son beş dakikanın kırık dökük parçaları arasında, mumların manasızca yeniden yakıldığını hatırlıyorum, bir de hem herkesin yüzüne dosdoğru bakmak hem de tüm gözlerden kaçınmak istediğimi… Daisy’nin ve Tom’un aklından geçenleri bilemezdim ama arsız bir kuşkuculukta ustalaşmışa benzeyen Bayan Baker’ın, şu beşinci misafirin acı acı bağıran metalik ısrarını aklından tamamen çıkarabildiğinden şüpheliydim. Durum bir yere kadar merak uyandırıcı gibi görülebilirdi; benim içimden geçense derhâl polisi aramaktı.
Atların, elbette, bir daha lafı edilmedi. Tom ve Bayan Baker, aralarında birkaç metrelik alaca karanlıkla, ortada bir ölü varmış da başını beklemeye gidercesine kütüphaneye doğru ilerlediler. Ben de memnuniyetle ilgili ve az biraz sağırmış gibi görünmeye çabalayarak, Daisy’yi birbiriyle bağlantılı bir dizi verandadan ön sundurmaya kadar takip ettim. Sundurmanın yoğun loşluğunda, hasır bir kanepeye yan yana oturduk.
Daisy yüzünün o güzelim biçimini hissetmek istercesine ellerini suratına götürdü ve gözlerini kadifemsi alaca karanlığa doğru ağır ağır kaldırdı. Çalkantılı duyguların onu pençesine aldığını görebiliyordum; bu yüzden, belki onu yatıştırır diye umarak küçük kızı hakkında bazı sorular sordum.
“Birbirimizi doğru dürüst tanımıyoruz bile, Nick…” dedi birden. “Kuzen olmamıza rağmen. Düğünüme bile gelmedin!”
“Daha cepheden dönmemiştim.”
“Doğru diyorsun.” Duraksadı. “Şey, çok kötü günler geçirdim Nick, her şeye şüpheyle yaklaşır oldum.”
Görünüşe bakılırsa haksız da sayılmazdı. Anlatır diye bekledim ama başka bir şey söylemeyince ben de kızının konusunu çekine çekine tekrar açtım.
“Herhâlde konuşmaya başlamıştır ve kendi başına yemek falan yiyordur…”
“Ah, evet!” Bana boş gözlerle baktı. “Dinle Nick, o doğduğunda ne dediğimi anlatayım sana. Duymak ister misin?”
“Hem de çok!”
“Bu, sana durumum hakkında ne hissettiğimi gösterecek. Evet, doğalı daha bir saat bile olmamıştı ve Tom Tanrı bilir neredeydi! Eterle ayıldığımda kendimi tek kelimeyle terk edilmiş gibi hissediyordum, hemen hemşireye bebeğin kız mı erkek mi olduğunu sordum. Kız olduğunu söyleyince, yüzümü çevirip ağlamaya başladım. ‘Pekâlâ…’ dedim, ‘Kızım olduğu için memnunum. Umarım aptalın biri olur; bu dünyada bir kızın olup olacağı en iyi şey bu, güzel, küçük bir aptal…’ ”
“Gördüğün gibi, bana kalırsa her şey, her türlü berbat!..” diye inançla devam etti konuşmasına. “Herkes böyle düşünüyor, en ileri insanlar bile. Bense biliyorum. Gitmediğim yer, görmediğim ve yapmadığım hiçbir şey kalmadı.” Gözleri Tom’unkiler gibi, meydan okurcasına parladı ve insanın nefesini kesen bir aşağılamayla güldü. “Görmüş geçirmiş… Tanrı’m, görmüş geçirmiş biriyim ben!”
Sesi kesildiği, dikkatimi, inancımı zorlamayı bıraktığı an söylediklerinin samimiyetsizliğini hissettim. Bu beni huzursuz etti, sanki bütün akşam, benden destekleyici bir duygu koparmak için tertiplenmişti. Bekledim ve gördüm ki hakikaten, sevimli yüzünde eksiksiz bir sırıtışla bana baktı, sanki Tom’la ikisinin ait olduğu oldukça seçkin, gizli bir derneğin üyesi olduğunu açığa vuruyordu.
İçeride, kızıl renkli oda ışığa boğulmuştu. Tom ve Bayan Baker uzun kanepenin birer ucuna oturmuşlardı, kız yüksek sesle “Saturday Evening Post”tan bir şeyler okumaktaydı; kelimeler, mırıl mırıl ve çekimsiz, huzur verici bir ezgiyle akıp gidiyordu. Erkeğin çizmelerinde ışıldayan ve kızın güz yaprağı rengindeki saçlarına donukça vuran lamba ışığı, kız, kollarındaki incecik kasların bir çırpınışıyla sayfayı çevirirken sayfa boyunca yanıp söndü.
Biz içeri girince, Bayan Baker elini kaldırıp bizi bir anlığına susturdu.
“Devamı sonraki sayımızda.” dedi gazeteyi sehpanın üzerine fırlatarak.
Dizinin huzursuz bir hareketiyle vücudunu toparlayıp ayağa kalktı.
“Saat on olmuş!” dedi, tavana baktığına göre, anlaşılan saatin kaç olduğunu oradan anlamıştı. “Bu uslu kızın yatma vakti geldi.”
“Jordan yarınki turnuvaya katılacak.” diye açıkladı Daisy, “Westchester’dakine.”
“Ah, siz Jordan Baker’sınız!”
Şimdi neden yüzünün bu kadar tanıdık geldiğini anlamıştım; Asheville, Hot Springs ve Palm Beach’teki sportif yaşantıyı gösteren birçok fotoğrafta o hoş, mağrur yüz ifadesiyle bakmıştı bana. Onun hakkında bir hikâye duymuşluğum da vardı. Eleştirel, tatsız bir hikâye… Ama ne olduğunu hatırlamıyorum şimdi.
“İyi geceler!” dedi yumuşak bir sesle. “Beni sekizde uyandırın, olur mu?”
“Tabii eğer kalkarsan…”
“Kalkarım. İyi geceler, Bay Carraway. Görüşmek üzere.”
“Elbette görüşürsünüz!” diye tasdikledi Daisy. “Hatta ben sizi bir baş göz edeyim. Sen bize sık sık gel Nick, sizi bir şekilde kaynaştırırım. Bilirsin ya, sizi yanlışlıkla çamaşır odasına kilitlerim veya sandala atıp denize salarım, bakacağız artık…”
“İyi geceler!” diye seslendi Bayan Baker merdivenlerden. “Ben bir şey duymamış olayım…”
“Hoş kızdır…” dedi Tom biraz bekledikten sonra. “Keşke onun böyle sağda solda sürtmesine izin vermeseler.”
“Kimler izin vermese?” diye sordu Daisy soğuk bir şekilde.
“Ailesi.”
“Ailesi dediğin yüz yaşındaki bir haladan ibaret. Ayrıca, Nick ona göz kulak olacak, değil mi Nick? Bu yaz hafta sonlarının çoğunu burada geçirecek. Aile ortamı ona çok iyi gelecektir.”
Daisy ve Tom bir anlığına sessizce bakıştılar.
“New York’lu mudur?” diye sordum hemen.
“Louisville’li. Masum genç kızlığımız orada beraber geçti. Masum, güzel…”
“Nick’e verandada döktün mü içini?” diye sordu Tom ansızın.
“Öyle mi dersin?” Bana baktı. “Hatırlamıyorum ama İskandinav ırkından bahsettik sanki. Evet, aynen öyle yaptık. Konu bir şekilde oraya geldi, bir de baktık…”
“Duyduğun her şeye inanma Nick!” diye öğüt verdi Tom.
Kaygısız bir şekilde, hiçbir şey duymadığımı söyledim ve birkaç dakika sonra eve gitmek için yerimden kalktım. Kapıya kadar bana eşlik ettiler ve neşeli bir ışık karesinin içinde yan yana durdular. Motoru çalıştırdığımda Daisy emredercesine seslendi: “Bekle!”
“Sana bir şey sormayı unuttum, önemli bir şey. Batı’da bir kızla nişanlandığını duyduk.”
“Doğru ya…” diye kibarca onayladı Tom, “Nişanlanmışsın.”
“Asılsız haber. Beş param yok ki benim!”
“Ama öyle duyduk…” diye ısrar etti Daisy, yine bir çiçek misali açılıp beni şaşırtarak. “Üç ayrı kişiden duyduğumuza göre bu işin aslı olmalı.”
Elbette neyden bahsettiklerini gayet iyi biliyordum ama nişanlı falan değildim. Doğu’ya gelme nedenlerimden biri de dedikoducuların neredeyse nikâh kâğıtlarımızı bile asmasıydı. Söylentiler yüzünden eski bir dostumla görüşmeyi kesecek değildim, fakat diğer yandan bu dedikodu çıktı diye de evlenecek hâlim yoktu.
İlgileri beni oldukça duygulandırdı ve aramızdaki maddi uçurumu biraz azalmış gibi gösterdi. Yine de uzaklaşırken aklım karışmıştı, biraz da iğrenmiştim. Bana kalırsa Daisy’nin yapması gereken, çocuğunu da alıp evden kaçıp gitmekti; ama görünüşe bakılırsa böyle bir şey aklının köşesinden bile geçmiyor. Tom’a gelince, New York’ta bir metresi olduğu gerçeği, bir kitap yüzünden canını sıkıyor olmasından daha az şaşırtıcıydı. Bir şey onu bayat fikirleri gevelemeye itiyordu, gürbüz fiziksel benlikçiliği artık onun buyurgan gönlünü doyurmaya yetmiyor gibiydi.
Hanların çatılarına ve yepyeni, kırmızı benzin pompalarının ışık gölcükleri altında parladığı yol üstündeki benzinliklerin önüne çoktan varmıştı yaz; West Egg’deki evime ulaştığımda arabayı siperin altına koydum ve bir müddet avludaki terk edilmiş çim silindirinin üstünde oturdum. Rüzgâr ağaçlarda kanat çırpan ve toprağın şişkin körüklerinden yaşam dolu kurbağalar üflüyormuşçasına ısrarcı bir org sesiyle uğuldayan pırıl pırıl bir gece bırakarak esip geçmişti. Geçmekte olan bir kedinin silüeti ay ışığında titreşti ve başımı onu izlemek için çevirdiğimde, yalnız olmadığımı gördüm; on beş metre ileride, komşumun malikânesinin gölgesinden çıkan bir suret, elleri cebinde, dikilmiş, gümüşi yıldızlara bakıyordu. Hareketlerindeki sakinlik ve çimler üzerindeki emin duruşu, bu suretin bize ait göğümüzün üzerindeki payının ne kadar olduğunu tespit etmek için dışarı çıkan Bay Gatsby olduğu hissini uyandırıyordu.
Ona seslenmeyi düşündüm. Bayan Baker yemekte kendisinden bahsetmişti ve bu bir tanışma vesilesi olabilirdi. Ama seslenmedim, çünkü bir an, yalnız olmaktan hoşnut olduğunu gösterir vaziyette kollarını karanlık suya doğru garip bir şekilde açtı. Ne kadar uzakta olsam da titrediğini gördüğüme yemin edebilirdim. Gayriihtiyari deniz yönüne baktım; tek bir yeşil ışığın dışında hiçbir şey seçemedim, ufacıktı, oldukça da uzaktaydı. Kim bilir belki bir iskelenin ucuydu. Bir daha bakmak için Gatsby’ye doğru döndüğümde ortadan kaybolduğunu gördüm ve ben yine huzursuz karanlıkta bir başımaydım.

2. BÖLÜM
West Egg’le New York arasındaki yolun yarısında kara yolu, oradaki tamamen ıssız bir arazi parçasından kaçınmak istercesine, bir acele demir yoluna kavuşur ve çeyrek mil kadar kol kola ilerlerler. Burası küller vadisidir; küllerin bayırlarda, tepelerde ve grotesk bahçelerde buğdaylar gibi büyüyüp geliştiği sıra dışı bir çiftlik… Küller evlerin, bacaların, yükselen dumanın ve nihayet, üstün bir çabayla, belli belirsiz devinen ve çoktan tozlu havaya doğru ufalanmaya başlamış sandığımız kül grisi insanların şeklini alır. Zaman zaman, bir dizi gri vagon belli belirsiz bir demir yolu hattı boyunca ağır ağır ilerleyerek dehşetli bir gıcırtı çıkarır, ardından susar, derken birden kül grisi insanlar kurşuni küreklerle akın ederek yerden ne olduğu belirsiz işlerini perdeleyen, zifirî bir bulut kaldırırlar.
Fakat bu kurşuni arazinin ve üzerinden bitmeksizin akan kasvetli toz titreşimlerinin üstünde, bir süre sonra, Doktor T. J. Eckleburg’ün gözleri seçilir. Doktor T. J. Eckleburg’ün gözleri masmavi ve devasadır; retinaları bir metre boyundadır. Bu gözler bir surattan değil, var olmayan bir burnun üzerinde duran devasa, sarı bir gözlüğün ardından bakarlar. Besbelli, onları oraya şakacı, zıpır bir göz doktoru Queens kasabasındaki işleri artsın diye yerleştirmiş, sonra da kendisi ebedî bir körlüğe gömülmüş veyahut onları burada unutmuş, taşınıp gitmişti. Ancak güneş ve yağmurun altında geçen bir sürü boyasız günden sonra ferini yitiren gözleri, bu kasvetli çöplüğe bakıp kara kara düşünmektedir.
Küller vadisinin bir tarafı pis bir nehir ile çevriliydi ve asma köprünün kanatları mavnaların geçmesi için açıldığında, bekleyen trenlerdeki yolcuların yarım saat kadar bu iç karartıcı manzarayı seyretmek mecburiyetinde kaldıkları olurdu. Burada en azından bir dakikalık duraklama olurdu ve işte Tom Buchanan’ın metresiyle karşılaşmam bu vesileyle gerçekleşti.
Bir metresi olduğunu bilmeyen yoktu. Ahbapları popüler kafelerde metresiyle görüldüğü ve onu masada bir başına bırakıp, etrafta dolanarak onunla bununla muhabbet ettiği için ona içerliyorlardı. Kadını her ne kadar merak etsem de onunla tanışmak niyetinde değildim. Lakin tanıştım. Bir öğleden sonra Tom’la birlikte New York’a gitmek üzere trene bindik ve kül tepelerinin orada Tom ayağa fırladı, beni dirseğimden kavrayıp, âdeta zorla vagondan indirdi.
“Hadi iniyoruz!” diye tutturdu. “Benimkiyle tanıştıracağım seni.”
Herhâlde öğle yemeğinde içkiyi biraz fazla kaçırmıştı ki beni de yanında götürme kararlılığını neredeyse kaba kuvvete kadar vardırdı. Tepeden bakar bir vaziyette pazar günü yapacak daha iyi bir işim olamayacağını falan söylemişti.
Beyaza boyalı alçak demir yolu çitinin üstünden geçerek peşine düştüm ve Doktor Eckleburg’ün dik bakışları altında yüz metre kadar gerisin geri yürüdük. Ana caddeye bağlı metruk arazinin bir kenarına ilişmiş ve yakınında hiçbir şey bulunmayan küçük, sarı tuğladan bir binanın dışında görünürde tek bir yapı bile yoktu. Üç dükkândan biri kiralıktı, bir diğeri külden bir patikayla ulaşılan, gece boyu açık restoranlardandı ve üçüncüsü bir benzinlikti: Tamir işleri. GEORGE B. WILSON. Araba alınır satılır. Tom’un ardından içeri girdim.
İçerisi bomboştu; loş bir köşeye sinmiş toz kaplı hurda bir Ford’dan başka bir araba yoktu. Mal sahibi ellerini üstüpüye silerek yazıhanenin kapısında belirdiğinde, bu garaj parçasının bir paravan olduğunu, ihtişamlı ve romantik dairelerin yukarıda saklı kaldığını düşündüm. Sarışın, ruhsuz bir adamdı, kansız yüzüyle biraz yakışıklıydı. Bizi görünce açık mavi gözlerinde nemli bir umut ışıltısı belirdi.
“Wilson, selam babalık!” dedi Tom, omzuna neşeyle bir şaplak atarak. “İşler nasıl?”
“Fena değil…” diye cevap verdi Wilson pek inançsız bir sesle. “O arabayı ne zaman satacaksın bana?”
“Haftaya; adamım şu an üzerinde çalışıyor.”
“Eli biraz ağır mı ne?”
“Yok, canım…” dedi Tom soğuk bir sesle, “Böyle düşünüyorsan, ben de başkasına satarım.”
“Onu demek istemedim…” diye hızla açıklamaya çalıştı Wilson. “Benim demek istediğim…”
Adamın sesi zayıfladı, Tom gözlerini sabırsızca garajda gezdirdi. Derken, merdivenlerde ayak sesleri duydum ve enli bir kadın figürü yazıhane kapısından gelen ışığın önünü kapadı. Otuzlu yaşlarının ortasında ve hafif topluydu ama bazı kadınlara has bir kıvraklığa sahipti. Puantiyeli, lacivert krepdöşin elbisesinin yukarısındaki yüzünde bir ayrıcalık, bir güzellik ışıltısı yoktu lakin ilk bakışta fark edilen, içinde alev alev bir şeylerin yandığının habercisi bir canlılığı vardı. Sakince gülümsedi ve kocasının yanından adam sanki bir hayaletmişçesine geçip, gözleri çakmak çakmak Tom’la tokalaştı. Sonra dudaklarını ısladı ve arkasına dönmeden kocasına alçak, kaba bir sesle buyurdu:
“Birkaç iskemle getir, hadisene, getir de oturalım!”
“Ah, tabii…” diye mırıldandı Wilson telaşla, küçük yazıhaneye doğru gitti ve duvarların kurşuni rengine karıştı. Kül rengi toz, Tom’a sokulan karısı hariç, etraftaki her şeyi olduğu gibi onun da koyu renk takımını ve solgun saçlarını perdeledi.
“Seni görmek istiyorum.” dedi Tom arzuyla. “Bir sonraki trene bin!”
“Peki.”
“Aşağıdaki gazetecinin orada buluşuruz.”
Kadın başını salladı ve George Wilson elinde iki iskemleyle yazıhane kapısından çıkarken Tom’dan uzaklaştı.
Onu yolun aşağısında, gözden ırak bir yerde bekledik. 4 Temmuz’dan birkaç gün öncesiydi ve kül rengi, sıska bir İtalyan çocuk demir yolu hattı boyunca çatapat yerleştiriyordu.
“Berbat bir yer, değil mi?” dedi Tom, kaşlarını çatıp öte yandan Doktor Eckleburg’le bakışırken.
“Korkunç!”
“Uzaklaşmak ona iyi geliyor.”
“Kocası itiraz etmiyor mu?”
“Wilson mı? Onun New York’taki kız kardeşini ziyarete gittiğini sanıyor. Adam o kadar budala ki ayakta uyuyor!”
Böylece Tom Buchanan, sevgilisi ve ben, hep beraber New York’a gittik; pek hep beraber de denemez, çünkü Bayan Wilson tedbirli bir şekilde başka bir vagona bindi. Tom, trende olabilecek East Egg’lilerin duyarlılıklarına bu kadarcık da olsa saygı gösterivermişti işte.
Kadın üstündekileri süslü, kahverengi muslin bir elbiseyle değiştirmişti; Tom New York’taki perona inmesine yardım ederken elbise oldukça geniş kalçalarını sımsıkı sarıyordu. Gazeteciden “Town Tattle”la bir sinema dergisi, ayrıca istasyon eczanesinden bir cilt kremiyle küçük bir şişe parfüm satın aldı. Yukarıda, kasvetle uğuldayan araba yolunda gri döşemeli, lavanta rengi bir taksiyi beğenene kadar yanımızdan dört taksi geçti de anca hanımın seçtiği taksiye atlayıp istasyonun gölgesinden çıkarak kızgın güneşe doğru yol aldık. Çok geçmeden pencereden başını çevirip öne eğilerek ara camını tıklattı.
“Şu köpeklerden bir tane istiyorum.” dedi arzuyla. “Dairede beslemek için bir tane olsun lazım. Bir köpeğe sahip olmak ne hoş olur!..”
John D. Rockefeller’a fena hâlde benzeyen, saçları ağarmış yaşlı bir adama doğru geri geri gittik. Boynundan sarkan bir sepette cinsi belli olmayan bir düzine yeni doğmuş köpek yavrusu vardı.
“Ne cins bunlar?” diye sordu Bayan Wilson istekle, adam arabanın penceresine doğru yaklaşırken.
“Her cinsten var. Siz ne istiyordunuz, bayan?”
“Şu polis köpeklerinden istiyorum; sizde yoktur herhâlde?”
Adam şüpheyle yavruları inceledikten sonra elini sepete daldırdı, bir tanesinin ensesinden tuttu ve kıvranıp duran yavruyu çıkardı.
“O polis köpeği falan değil!..” dedi Tom.
“Hayır, tam olarak polis köpeği değil…” dedi adam hayal kırıklığına uğramış bir sesle. “Daha çok bir Airedale teriyeri.” Elini hayvanın kahverengi, banyo süngerine benzer sırtında gezdirdi. “Şu kürke bir bakın. Ne kürk ama! Bu köpek hayatta üşütüp sizin canınızı sıkmaz.”
“Bence çok sevimli!” dedi Bayan Wilson canıgönülden. “Fiyatı nedir?”
“Bu köpek mi?” Adam köpeğe hayranlıkla baktı. “Bu köpek size on dolara olur.”
Airedale -ayakları şaşırtıcı bir şekilde beyaz olsa da şüphesiz bir yerlerinde Airedale’lik vardı- el değiştirdi ve Bayan Wilson’ın kucağına yerleşti, kadın da mest olmuş bir şekilde su geçirmez postu okşamaya başladı.
“Dişi mi erkek mi?” diye sordu kibarca.
“Bu köpek mi? Bu köpek erkek.”
“Kancık bu!” dedi Tom kendinden emin. “Al paranı! Git de kendine on köpek daha al bununla.”
Beşinci Cadde’ye doğru ilerledik; ılık ve tatlı, neredeyse pastoral bir yaz ikindisiydi. Köşeden kocaman, beyaz bir koyun sürüsü geçse şaşmazdım.
“Durun!” dedim. “Burada sizden ayrılmak zorundayım.”
“Olmaz öyle şey!” diye hemen itiraz etti Tom. “Eve gelmezsen Myrtle gücenir. Öyle değil mi Myrtle?”
“Hadi ama…” dedi kadın. “Kardeşim Catherine’e telefon ederim. Onu çok beğenirler.”
“Şey, çok isterdim ama…”
Devam ettik, parktan bir kez daha geçip West Hundreds’a doğru gittik. Taksi 158. Sokak’ta yüksek, beyaz bir apartman pastasının dilimlerinden birinin önünde durdu. Bayan Wilson evine varışının keyfini, mahalleye bir kraliçe edasıyla bakarak çıkardıktan sonra, köpeği ve satın aldığı diğer eşyalarını da alarak mağrur bir ifadeyle içeri girdi.
“McKee’leri çağıracağım.” dedi asansörle yukarı çıkarken. “Tabii bir de kız kardeşimi…” Daire en üst kattaydı; ufak bir oturma ve yemek odası, yine ufak bir yatak odası, bir de banyo. Oturma odası, oraya göre fazla büyük kaçan, goblen kumaşla kaplı mobilyalarla kapıya dek öyle tıka basa doluydu ki içeride, kumaşların üzerindeki Versay bahçelerinde gezinen leydilere çarpıp tökezlememek imkânsızdı. Gördüğüm tek çerçeve, bulanık bir kayanın üzerine tünemiş bir horozun aşırı büyütülmüş bir fotoğrafına aitti. Ancak uzaktan bakıldığında horoz bir başlığa dönüşüyor ve tombul, yaşlı bir hanım, gözlerinin içi gülerek yukarıdan bize bakıyordu. “Town Tattle”ın birçok eski sayısı, “Simon Denen Peter” adlı bir kitap ve Broadway’in bazı küçük, dedikodu dergileriyle beraber masanın üstünde duruyordu. Bayan Wilson önce köpekle ilgilendi. Asansörcü çocuk gönülsüz bir vaziyette biraz saman, süt ve kendiliğinden akıl ettiği bir teneke büyük, sert köpek bisküvisi almaya gönderildi; bisküvilerden biri tüm öğleden sonra süt kabının içinde fütursuzca eridi durdu. Bu arada Tom kilitli bir dolaptan bir şişe viski çıkarmıştı.
Hayatımda yalnızca iki kere sarhoş olmuşsam ikincisi o öğleden sonraydı; onun için her ne kadar saat sekizden sonra evin içi cıvıl cıvıl bir güneşle dolsa da olan biten her şeyin üstü loş, puslu bir kabukla kaplıydı kafamda. Bayan Wilson, Tom’un kucağında bir sürü insanla telefon görüşmesi yaptı. Sonra sigaramız kalmayınca çıkıp köşedeki dükkândan sigara almaya gittim. Geri döndüğümde ikisi de kayıplardaydı, ben de sessizce oturma odasına yerleşip “Simon Denen Peter”dan bir bölüm okudum; ya kitap berbattı ya da viski her şeyin şeklini şemailini bozuvermişti, hasılı okuduğumdan hiçbir şey anlamamıştım.
Tom ve Myrtle (İlk kadehten sonra Bayan Wilson’la birbirimize ismimizle hitap etmeye başlamıştık.) yeniden ortaya çıktıklarında, misafirler de kapıda boy gösterdi.
Kız kardeş Catherine; gür, yağlı, kısa, kızıl saçları ve pudralanmaktan süt beyaz olmuş yüzüyle otuzlarında, dal gibi, pişkince bir kızdı. Kaşları alınmış ve onun yerine kalemle daha havalı bir kavisle yeniden çizilmişse de doğanın eskiye dönme çabası, yüzüne bulanık bir ifade katmıştı. Salınırken kollarındaki sayısız bilezik bir aşağı bir yukarı oynayıp duruyor, durmaksızın şıngırdıyordu. İçeri öyle bir telaşla girdi, mobilyalara öyle sahiplenircesine baktı ki burada mı yaşıyor diye düşünmeden edemedim. Ona bunu sorduğumda ölçüsüz bir kahkaha attı, sorumu yüksek sesle tekrarladı ve bir kız arkadaşıyla otelde kaldığını söyledi.
Bay McKee alt katta oturan, soluk tenli, kadınsı bir adamdı. Elmacık kemiğinin üzerindeki küçük, beyaz köpüğe bakılırsa henüz tıraş olmuştu ve odadaki herkesi selamlarken son derece saygılıydı. Bana “güzel sanatlar işinde” olduğunu söyledi; sonradan onun fotoğrafçı olduğunu ve Bayan Wilson’ın annesinin, bir medyumun içinde fırlamış ruh gibi havada asılı duran bulanık fotoğrafını büyüttüğünü anladım. Karısı tiz sesli, ağır, eli yüzü düzgün ve korkunç bir kadındı. Bana gururla kocasının evlendiklerinden beri kendisinin tam yüz yirmi yedi fotoğrafını çektiğini anlattı.
Bayan Wilson üstünü daha önce değişmişti ve şimdi üzerinde odada salındıkça sürekli hışırdayan, krem renkte, işlemeli şifondan bir ikindi elbisesi vardı. Elbisesinin yarattığı etkiyle beraber kişiliği de bir değişime uğramıştı. Garajdaki son derece bariz yoğun canlılığı, etkileyici bir kibre dönüşmüştü. Gülüşü, jestleri, ifadeleri her an daha bir şiddetle o kibrin etkisi altında kalmaya başladı; kibri genişledikçe oda küçüldü, küçüldü; sonunda kadın dumanlı havanın içinde gürültülü, gıcırdayan bir mil etrafında dönüyormuş gibi göründü gözüme.
“Canım…” diye seslendi kız kardeşine yüksek, edalı bir sesle, “Bu insanların çoğu seni her fırsatta kandırmaya çalışır. Akılları fikirleri parada. Ayaklarım için geçen hafta bir kadın çağırdım eve, faturaya bir baksan apandisitimi aldı sanırsın.”
“Kadının adı neydi?” diye sordu Bayan McKee.
“Bayan Eberhardt. Evlere gidip ayak bakımı yapıyor.”
“Elbisen hoşuma gitti.” dedi Bayan McKee. “Harika görünüyor!”
Bayan Wilson kaşlarını tenezzül etmezcesine kaldırarak iltifatı geri çevirdi.
“Eski püskü bir şey…” dedi. “Nasıl göründüğümü umursamadığım zamanlarda üstüme geçiriveriyorum.”
“Ama sana çok yakışıyor, anlarsın ya…” diye ısrar etti Bayan McKee. “Chester seni bu pozda çekse bence ortaya güzel bir şeyler çıkar.”
Hepimiz, gözlerinin önündeki bir tutam saçı yana atıp, bize ışıl ışıl bir gülümsemeyle bakan Bayan Wilson’a baktık. Bay McKee başını bir yana eğip ona dikkatle baktıktan sonra elini yavaşça yüzünün önünde bir ileri bir geri oynattı.
“Işığı değiştirmek lazım.” dedi bir süre sonra. “Yüz hatlarını ortaya çıkarmak istiyorum. Arkadaki saçların tamamını da kareye sığdırmaya çalışacağım.”
“Bana kalsa ışığı değiştirmem!” diye cırladı Bayan McKee. “Bence…”
Kocası “Şşşt!” dedi ve hepimiz yeniden modele baktık, bunun üstüne Tom Buchanan sesli bir şekilde esneyerek ayağa kalktı.
“McKee’lere bir şeyler ikram edelim.” dedi. “Biraz daha buz ve maden suyu getir Myrtle, yoksa millet uykuya dalacak!”
“Çocuğa o kadar dedim buz al gel diye!..” Myrtle umutsuzlukla ayaktakımının becerisizliğine karşı kaşlarını kaldırdı. “Ah şunlar yok mu! İlla peşlerini takip edeceksin.”
Bana baktı ve anlamsızca bir kahkaha attı. Sonra köpeğe doğru atılıp, onu coşkuyla öptü ve içeride ondan emir bekleyen bir düzine şefin olduğunu ima ederek mutfağa doğru yürüdü.
“Long Island’da güzel işler çıkardım.” dedi Bay McKee.
Tom ona boş bir ifadeyle baktı.
“İkisini çerçeveleyip aşağı astık.”
“İki neyi?” diye sordu Tom.
“İki çalışmayı. Birine ‘Montauk Burnu-Martılar’ ve diğerine ‘Montauk Burnu-Deniz’ adını verdim.”
Kız kardeş Catherine kanepeye, yanıma oturdu.
“Siz de mi Long Island’da oturuyorsunuz?” diye sordu.
“West Egg’de oturuyorum.”
“Sahi mi? Bir ay önce orada bir partiye gittim. Gatsby diye bir adamın partisine. Onu tanıyor musunuz?”
“Yan komşum olur.”
“Şey, onun Kayzer Wilhelm’in yeğeni veya kuzeni olduğunu söylüyorlar. Tüm para oradan geliyormuş.”
“Öyle mi?”
Başıyla doğruladı.
“Gözüm korkuyor adamdan. Bana bulaşmasını asla istemem!”
Komşum hakkındaki bu ilginç açıklama Bayan McKee’nin birden Catherine’i işaret etmesiyle bölündü.
“Chester, bence onunla da güzel bir iş çıkarabilirsin…” diye haykırdı ama Bay McKee sıkılmış bir ifadeyle yalnızca başıyla onayladı ve dikkatini Tom’a verdi.
“Bir fırsatım olsa Long Island’da daha fazla iş yapmak isterim. İhtiyacım olan tek şey bir başlangıç fırsatı verilmesi.”
“Myrtle’a söyle.” dedi Tom, Bayan Wilson elinde bir tepsiyle içeri girerken kısa bir kahkaha patlatarak. “Sana özlü bir tavsiye mektubu verir, değil mi Myrtle?”
“Ne veririm?” diye sordu şaşkınlıkla.
“McKee’ye kocan için bir tavsiye mektubu verirsin, o da onun hakkında birkaç çalışma yapar.” Aklındakini söylemeden evvel dudakları bir anlığına sessizce kıpırdandı, “ ‘Benzin Pompacısındaki George B. Wilson’ veya onun gibi bir şey…”
Catherine bana doğru eğilip kulağıma fısıldadı:
“İkisi de eşlerini çekemiyor.”
“Öyle mi?”
“Çekemiyorlar.” Bir Myrtle’a bir Tom’a baktı. “Diyeceğim o ki çekemedikleri insanlarla yaşamaya neden devam ediyorlar? Onların yerinde olsam hemen boşanır ve istediğim kişiyle evlenirdim.”
“Wilson’ı sevmiyor mu?”
Sorunun cevabı beklenmedikti. Cevap, soruyu duyan Myrtle’dan geldi; şiddetli ve ağza alınmayacak sözlerdi.
“Görüyorsun ya!” diye haykırdı Catherine muzaffer bir edayla. Sesini yeniden alçalttı. “Onların kavuşmasının önündeki asıl engel Tom’un karısı. Kadın Katolik, onlarda boşanma yoktur.”
Daisy Katolik değildi ve yalanın inceliği karşısında şaşırıp kalmıştım.
“Evlendikleri zaman…” diye devam etti Catherine, “Batı’da yaşayacaklar ortalık yatışana kadar.”
“Avrupa’da biraz daha gözden ırak olurlar.”
“Ah, Avrupa’yı sever misiniz?” diye hayretle haykırdı. “Monte Carlo’dan daha yeni döndüm.”
“Öyle mi?”
“Daha geçen yıl oradaydım. Bir kız arkadaşımla gittik.”
“Uzun mu kaldınız.”
“Hayır, Monte Carlo’ya gidip döndük. Marsilya üzerinden gittik. Yola çıktığımızda cebimizde bin iki yüz dolar vardı ama oradaki özel oyun odalarında iki günde dolandırıldık. Geri dönene kadar neler çektik, bir bilseniz… Tanrı’m, oradan ölesiye nefret ettim!”
Akşamüstüne doğru gökyüzü bir anlığına Akdeniz’in bal tadındaki maviliği gibi cama vurdu; derken Bayan McKee’nin cırtlak sesi beni yeniden odanın içine çekti.
“Neredeyse ben de bir hata yapıyordum!” dedi hararetle. “Az kalsın yıllardır peşimde dolanan itin biriyle evlenecektim. Benim dengim olmadığını biliyordum. Herkes de söyleyip duruyordu: ‘Lucille, o adam sana layık değil!’ Ama Chester karşıma çıkmasa çoktan avcuna düşmüştüm onun.”
“Evet ama bak…” dedi Myrtle Wilson, başını bir aşağı bir yukarı sallayarak, “Neyse ki onunla evlenmedin.”
“Evet, öyle.”
“Eh, ben evlendim…” dedi Myrtle belirsizce. “Ve senin durumunla benimki arasındaki fark da bu.”
“Peki, neden evlendin, Myrtle?” diye sordu Catherine. “Kimse seni zorla evlendirmedi.”
Myrtle düşünceye daldı.
“Onunla evlendim çünkü bir beyefendi olduğunu zannetmiştim.” dedi sonunda. “Görgülü biri olduğunu düşünmüştüm, meğerse tırnağımın ucu olamazmış.”
“Bir zamanlar onun için deli oluyordu.” dedi Catherine.
“Deli oluyormuşum!” diye haykırdı Myrtle inanmayarak. “Deli olduğumu da kim çıkardı? Ona, şu karşıdaki adama deli olduğumdan daha fazla deli olmamışımdır.”
Birden beni işaret etti ve herkes suçlar gözlerle bana baktı. Bir günahımın olmadığını belirten bir yüz ifadesi takınmaya çalıştım.
“Deli olduğum tek zaman onunla evlendiğim zamandır. Hata yaptığımı anladım elbet. Düğünde bir başkasından ödünç aldığı takım elbiseyi giymiş! Ama bana bundan hiç bahsetmedi ve onun evde olmadığı bir gün adam çıkageldi: ‘Ah, o sizin takımınız mıydı?’ dedim. ‘Hiç bilmiyordum.’ Ama takımı adama verdim ve kendimi yatağa atıp, akşama kadar hüngür hüngür ağladım.”
“Ondan mutlaka kurtulması lazım…” diye bana dönüp devam etti Catherine. “On bir yıldır o garajda yaşıyorlar. Ve Tom onun ilk sevgilisi.”
Viski şişesi -ikincisi- herkes tarafından oldukça rağbet görüyordu; “içmeden de sarhoş olduğunu” iddia eden Catherine hariç. Tom kapıcıyı çağırdı ve onu her biri kendi içinde bir yemek sayılan şu meşhur sandviçlerden almaya gönderdi. Çıkıp dingin alaca karanlıkta doğu yönünde parka doğru yürümek istedim ama her denememde hararetli, gürültülü bir tartışma, iplerle bağlıymışım gibi beni oturduğum yere çiviledi. Yine de şehrin yukarılarına açılan sarı pencere dizimiz, kararan sokaklarda rastgele dolaşan izleyiciye kişisel mahremiyeti anımsatmak için payına düşeni yapmıştır; ben de o izleyiciyi gördüm âdeta, merakla yukarı bakıyordu. Bitip tükenmez çeşitliliğiyle, aynı zamanda hem büyülendiğim hem de tiksindiğim hayatın bir içindeydim, bir dışında.
Myrtle iskemlesini bana yanaştırdı ve ılık nefesi birden Tom’la ilk karşılaşmalarının öyküsünü kulağıma üfürmeye başladı.
“Trende her zaman sona kalan, karşılıklı iki küçük koltuktu. New York’a kardeşimi görüp, geceyi onda geçirmeye gidiyordum. Tom’un üzerinde frak ve deri ayakkabılar vardı; gözlerimi ondan alamıyordum. Ama o bana her baktığında başının üstündeki reklama bakıyormuş numarası yapıyordum. İstasyona vardığımızda yan yanaydık ve beyaz gömleğinin önünü koluma dayamıştı; ben de ona polis çağıracağımı söyledim. Ama yalan söylediğimi biliyordu. Öyle heyecanlanmıştım ki onunla taksiye bindiğimde, aslında metroya binmediğimi ancak fark edebilmiştim. Aklımdan tekrar tekrar aynı şey geçiyordu: ‘İnsan dünyaya bir kere gelir, insan dünya bir kere gelir…’ ”
Bayan McKee’ye döndü ve yapmacık kahkahası odayı yeniden doldurdu.
“Canım!” diye haykırdı, “Üzerimdeki elbiseyle işim biter bitmez onu sana vereceğim. Yarın yeni bir elbise almam lazım. İhtiyaçların bir listesini yapmalıyım. Masaj, sonra saçlarıma mizanpli yaptırayım, köpek için bir tasma lazım, şu yaylı şirin kül tablalarından bir tane ve annemin mezarı için tüm yaz dayanacak siyah ipek kurdeleli bir çelenk. Gidip şunları yazayım da yapılacakları unutmayayım.”
Saat dokuz olmuştu; az sonra saatime baktığımdaysa ondu. Bay McKee oturduğu yerde uyuyakalmış, fotoğraf çektiren iş adamlarınınki gibi yumrukları kucağında kenetlemiş vaziyetteydi. Mendilimi çıkarıp yanağındaki, tüm öğleden sonra canımı sıkan kurumuş köpük lekesini sildim.
Küçük köpek masada oturmuş, dumanın içinden kör kör bakıyor ve ara ara hafifçe inliyordu. İnsanlar ortadan bir kayboluyor, bir ortaya çıkıyor, bir yerlere gitmek için plan yapıyor ve sonra birbirini kaybedip, birbirini arıyor, birkaç adım ileride birbirini tekrar buluyordu. Gece yarısına doğru Tom Buchanan ve Bayan Wilson ayakta durup, yüz yüze, sert bir ses tonuyla, Bayan Wilson’ın Daisy’nin adını anmaya hakkı olup olmadığını tartışıyorlardı.
“Daisy! Daisy! Daisy!” diye bağırdı Bayan Wilson. “İstediğim zaman söylerim! Daisy! Dai…”
Kısa, ustaca bir hareketle, Tom Buchanan elinin ayasıyla kadının burnunu kırıverdi.
Ardından banyonun zemini kanlı havlularla doldu, Tom’u azarlayan kadınların sesleri duyuldu ve bu curcunanın üstüne acılı, uzun bir feryat koptu. Bay McKee uykusundan uyandı ve sersem bir hâlde kapıya doğru yöneldi. Yolu yarılayınca arkasına döndü, manzaraya baktı; ellerinde ilk yardım malzemeleriyle tıkış tıkış mobilyaların arasında tökezleyerek bir yandan adamı azarlarken, bir yandan kadını avutmaya çalışan karısıyla Catherine ve Versay’ın goblen manzaraları üzerine “Town Tattle”ın bir sayısını sermeye çalışan, kanepede burnu şakır şakır kanayan çaresiz figür… Derken, Bay McKee döndü ve kapıya doğru yoluna kaldığı yerden devam etti. Şapkamı alıp onu takip ettim.
“Bir ara öğle yemeğine gelin.” diye teklif etti asansörle gacır gucur aşağı inerken.
“Nereye?”
“Nereye olursa…”
“Elinizi maniveladan uzak tutun!” diye çıkıştı asansörcü çocuk.
“Affedersin!” dedi Bay McKee ağırbaşlılıkla, “Dokunduğumun farkında değildim.”
“Pekâlâ…” diyerek teklifini kabul ettim, “Memnun olurum.”
(…) Yatağının yanında dikiliyordum ve adam çarşafların arasında oturmuş, üzerinde iç çamaşırlarıyla ve elinde kocaman bir dosyayla duruyordu.
Güzel ve Çirkin … Yalnızlık … Yaşlı Manav Atı … Brooklyn Köprüsü…
Sonrasında, Pensilvanya İstasyonu’nun soğuk alt katında yarı uykulu bir vaziyette yatmış, “Tribune”ün sabah baskısına bakarak saat dörtteki treni beklerken buldum kendimi.

3. BÖLÜM
Yaz geceleri boyunca komşumun evinden gelen müzik sesleri dinmek bilmedi. Gatsby’nin bahçelerinde erkekler ve kızlar; fısıltıların, şampanyaların ve yıldızların arasında pervaneler gibi oradan oraya uçuşurlardı. Öğleden sonraları sular yükseldiğinde, iki deniz motoru Boğaz’ın sularını yararak köpük çağlayanları üzerinden su kayaklarını çekerken, salın kulesinden suya atlayan veya kızgın kumlarda güneşlenen misafirlerini seyrederdim. Hafta sonları Rolls-Royce’u bir dolmuşa dönüşür, sabahın dokuzundan gece yarısının geç saatlerine kadar şehirden eve evden şehre milleti taşırken, steyşın vagonu da bütün trenleri karşılamak için sarı, kıvrak bir böcek gibi koşuşturup dururdu. Pazartesileri sekiz uşak, buna fazladan bir bahçıvan da dâhil olmak üzere, tüm gün ellerinde paspaslar, fırçalar, çekiçler ve bahçe makaslarıyla bir gece önceki hasarı onarmaya çalışırlardı.
Her cuma New York’taki bir manavdan beş kasa portakal ve limon gelirdi; her pazartesi de aynı portakal ve limonlar ortadan ikiye ayrılmış, posasız kabuklar piramidi hâlinde arka kapıdan çıkardı. Mutfakta iki yüz portakalın suyunu yarım saatte sıkabilen bir makine vardı; elbette bir uşak makinenin ufacık tuşuna iki yüz kez basarsa…
En azından iki haftada bir, hazır yemek firmasından bir tabur adam ellerinde yüzlerce metre branda ve Gatsby’nin devasa bahçesini bir Noel ağacına çevirmeye yetecek kadar renkli ampulle gelirdi. Büfelerin üzeri ordövrler, fırınlanmış baharatlı jambonlar, rengârenk damalı salatalar, domuz etli börekler, koyu renk, altın gibi kızarmış büyüleyici hindilerle donatılırdı. Ana salona kurulu gerçek pirinçten tırabzanı olan bar; cinler, likörler ve genç hanım konukların birbirinden ayırt dahi edemeyeceği çeşit çeşit içkiler deryasıydı.
Saat yedide orkestra salınmaya başlar; öyle beş kişilik eften püften bir orkestra değil tabii, şöyle dört başı mamur, obualar, trombonlar, saksafonlar, viyolalar, kornetler, flütler ve davullarla bir cümbüş! Son yüzücüler de kumsaldan döner, giyinmek üzere yukarı çıkarlar; New York’tan gelen arabalar beş sıra hâlinde park eder; salonlar, misafir odaları ve verandalar çoktan canlı renklerle, son moda tuhaf saç modelleriyle ve Kastilya’dakilerin bile hayallerini aşan şallarla şatafata bürünüverir. Bar vızır vızır çalışır ve havada uçuşan kokteyl tepsileri dışarıdaki bahçeye doğru süzülürken, artık gevezelikler ve kahkahalarla etraf canlanmış, sıradan imalar ve takdimler bir kenara bırakılmış ve birbirinin adını bile bilmeyen kadınlar coşkulu bir muhabbete dalmıştır.
Güneş dünyadan el etek çektikçe ışıklar coşar; artık orkestra eski bir kokteyl müziği çalmaya başlar; vokallerin sesi bir perde yükselmiştir. Nükteli bir söze karşılık bol keseden atılan kahkahalar her dakika daha bir bereketlenir. Gruplar daha hızlı değişir, yeni gelenlerle genişleyip, göz açıp kapayıncaya kadar dağılıp yeniden kuruluverirler. Ortalıkta şimdiden oradan oraya gezinenler, kendine güveni tam olan kızlar her daim bulunur; hoppa kimselerle daha oturaklı olanlar arasında bir oraya bir buraya salınır; eğlencenin coştuğu bir anda grubun gözdesi olur ve bir zafer coşkusuyla, durmaksızın değişen ışıkların altında yüzlerden, seslerden ve renklerden oluşan değişken denize doğru süzülerek giderler…
Birden yanardöner kumaşlar içindeki bu Çingenelerden biri havadan bir kadeh kapar, cesaret versin diye kafasına diker ve ellerini Frisco[1 - Frisco: Joe Frisco (1889-1958), ilginç danslar yapan bir caz dansçısı ve komedyen (ç.n.).] gibi oynatarak pistin üstünde dans etmeye başlar. Anlık bir sessizlik olur; orkestra şefi ritmini onun için nezaketen değiştirir ve etrafta kendisinin “Follies Müzikali”nde Gilda Gray’in yedeği olduğuna dair bir yalan haber dolaşırken bir şamatadır gider. Parti başlamıştır…
Öyle sanıyorum ki Gatsby’nin evine gittiğim ilk gece, gerçekten davetli olan birkaç misafirden biri de bendim. İnsanlar davet edilmezdi, sadece partiye giderlerdi. Kendilerini Long Island’ın dışına götüren otomobillere binerlerdi ve bir de bakmışlar ki Gatsby’nin kapısındalar!.. Oraya vardıklarında Gatsby’yi tanıyan birileri tarafından takdim edilirler, sonrasında lunaparktaki davranış kurallarına göre hareket ederlerdi. Bazen Gatsby’yle hiç tanışmadan gelip gidenler oluyordu, onların bu iç rahatlıkları davetiye yerine geçiyordu.
Ben gerçekten davet edilmiştim. Camgöbeği üniformalı bir şoför, o cumartesi sabahı erken saatte efendisinden gelen son derece resmî bir pusulayla benim çimenliğe geçti: Eğer akşamki “mütevazı parti”sine katılırsam Gatsby’yi son derece onurlandıracakmışım, öyle yazıyordu. Beni defalarca görmüş ve çok önce davet etmek istemiş ama bazı aksiliklerden dolayı bir türlü kısmet olmamış… Görkemli el yazısıyla Jay Gatsby imzalı.
Beyaz flanel takımımı giyip saat yediyi biraz geçe onun çimenliğine geçtim ve tanımadığım insanların girdabıyla çevrilerek tedirgin vaziyette dolanmaya başladım; gerçi sağda solda banliyö treninden aşina olduğum yüzler de vardı. Etrafta gezinen genç İngilizlerin çokluğu derhâl gözüme çarptı; hepsi temiz giyimli lakin açgözlüydüler; sakin, ağırbaşlı bir ses tonuyla oturaklı, varlıklı Amerikalılarla konuşuyorlardı. Bir şeyler satmaya çalıştıklarından emindim: hisse senedi, sigorta veya otomobil… En azından kolay yoldan kazanılacak paranın kokusu içlerini çekmelerine neden oluyordu ve birkaç laf cambazlığıyla paranın kendi ceplerine akacağına inanıyorlardı.
Gider gitmez ev sahibini bulmaya niyetlendim ama onun nerede olabileceğini sorduğum iki üç kişi bana şaşkın şaşkın öyle bir baktılar, ne yapıp ettiğinden haberleri olmadığını öyle bir hararetle anlatmaya başladılar ki kendimi, bahçede yalnız bir erkeğin başıboş ve tek başına görünmeden takılabileceği yegâne yer olan kokteyl masasına zor attım.
Sırf utançtan zilzurna sarhoş olma yolunda dörtnala giderken, Jordan Baker evin içinden çıkıp mermer merdivenlerin başına geldi ve hafifçe geriye kaykılarak burnu havada bir ilgiyle bahçeyi süzdü.
Canı istesin istemesin, birine yamanmak zorunda hissettim kendimi, yoksa gelip geçenlere kadeh kaldırmaya başlayacaktım.
“Merhaba!” diye kükredim, ona doğru yaklaşırken. Sesim bahçede gereğinden fazla yüksek çıktı gibi geldi.
“Burada olacağınızı tahmin etmiştim.” diye cevap verdi dalgın dalgın ben yukarı doğru çıkarken. “Komşusu olduğunuzu hatırlıyorum…”
Elimi, bir dakika sonra benimle ilgileneceğine söz verirmiş gibisinden soğukça tuttu ve merdivenlerin alt başında duran, bir örnek sarı elbise giymiş iki kıza kulak verdi.
“Merhaba!” diye seslendiler bir ağızdan. “Kazanamadığınıza üzüldük.”
Golf turnuvasından bahsediyorlardı. Bir hafta önceki final oyunlarında kaybetmişti.
“Bizi tanımadınız…” dedi sarılı kızlardan biri, “Ama bir ay kadar önce burada tanışmıştık.”
“Saçınızı boyatmışsınız!” deyince Jordan, ben de gevşedim. Ama Allah’tan kızlar uzaklaşıp gitmişti, böylece bu yorum, şüphesiz, akşam yemeği gibi hazırlanmış, yemek şirketinin sepetinden çıkan erken doğan aya söylenmiş gibi oldu. Jordan’ın incecik, altın rengi kolu kolumda, merdivenlerden indik ve bahçede gezindik. Alaca karanlığın içinden bir kokteyl tepsisi bize doğru yüzüyordu ve sarılı iki kız ile her biri kendini Bay Mumble olarak tanıtan üç adamın oturduğu masaya iliştik.
“Bu partilere sık sık gelir misiniz?” diye sordu Jordan yanındaki kıza.
“Son geldiğim parti sizinle tanıştığım partiydi.” dedi kız, cin gibi, kendinden emin bir sesle. Arkadaşına döndü: “Senin için de öyle, değil mi Lucille?”
Lucille için de öyleydi.
“Buraya gelmek hoşuma gidiyor.” dedi Lucille. “Ne yaptığım hiç umurumda olmaz, o yüzden her zaman güzel vakit geçiririm. Son geldiğimde tuvaletim sandalyeye takılıp yırtıldı ve o da adımı, adresimi aldı; bir hafta içinde Croirier’den içinde yeni bir tuvalet bulunan bir paket geldi.”
“Kabul ettiniz mi?” diye sordu Jordan.
“Elbette ettim. Bu gece giyecektim ama göğüs kısmı çok bol geldi, tadilat lazım. Havai mavi, eflatun boncukları var. İki yüz altmış beş dolar!”
“Bir kişi böyle davranıyorsa mutlaka onda tuhaf bir şeyler olmalı…” dedi diğeri hararetle. “Demek ki hiç kimseyle başı belaya girsin istemiyor.”
“Kim istemiyor?” diye sordum.
“Gatsby. Biri bana dedi ki…”
İki kız ve Jordan birbirlerine doğru bir sırrı paylaşırcasına eğildiler.
“Biri bana dedi ki vakti zamanında adamın birini öldürdüğü söyleniyormuş.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/frensis-skott-ficdzherald/muhtesem-gatsby-69428530/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Frisco: Joe Frisco (1889-1958), ilginç danslar yapan bir caz dansçısı ve komedyen (ç.n.).
Muhteşem Gatsby Фрэнсис Скотт Кэй Фицджеральд
Muhteşem Gatsby

Фрэнсис Скотт Кэй Фицджеральд

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hoşça kalın demek için yanlarına gittiğimde, Gatsby’nin yüzüne o şaşkın ifade yeniden oturmuştu, sanki şu anki mutluluğunun niteliğine dair belli belirsiz bir kuşku oluşmuştu içinde. Neredeyse beş yıl! O ikindi bile Daisy’nin onun rüyalarına yeterli gelmediği olmuştur; kızın kabahati değildi bu, adamın hayal dünyasının muazzam gücünden kaynaklanıyordu. Hayal dünyası Daisy’nin önüne geçmişti, her şeyin önüne… Kendini yaratıcı bir tutkuyla içine atmış, her seferinde üstüne eklemiş, yoluna çıkan her parlak tüyle onu allayıp pullamıştı. Bir adamın yüreğinde biriktirdiğiyle ne bir ateş ne de bir yenilik baş edebilir. (…) “Yerinde olsam üzerine fazla gitmezdim.” diye lafa girdim. “Geçmişi geri getiremezsin.” “Geri getiremez miyim?” diye bağırdı kuşkuyla. “Elbette getirebilirim!” Çılgın gözlerle etrafına baktı, sanki geçmiş, evinin gölgesinde bir yerlere saklanmıştı, elini uzatsa değecekti. “Her şeyi eskisi gibi ayarlayacağım.” dedi, başını kararlılıkla sallayarak. “Görecek.” Uzun uzun geçmişten bahsetti; bir şeyleri telafi etmek istediğini anladım, belki kendisindeki bir şeydi bu, Daisy’yi sevme uğruna harcadığı şeydi. Hayatı o zamandan beri karışık ve darmadağındı. Ama eğer başa dönebilirse ve her şeyi yavaştan alırsa o şeyin ne olduğunu bulabilirdi… “Muhteşem Gatsby”, beş yıl önce fakir bir gençken kendisini terk edip zengin biriyle evlenen eski sevgilisi Daisy’ye ulaşmak, geçmişi geri getirmek isteyen ve bu amaca erişmek için pek çok şey yapan şimdinin zengin Jay Gatsby’sinin hikâyesini konu ediniyor. Daisy, şahsında geleceği, umudu, “Amerikan rüyası”nı taşıyor Gatsby için. 1920’lerdeki o ışıltılı Caz Çağı harika betimlemelerle anlatılırken bu aşırılık ve gösteriş dünyasının içinden Amerikan toplumu ve bu toplumun dönüşümü ince ince işlenerek yansıtılıyor.

  • Добавить отзыв