Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Arthur Conan Doyle
“Profesör Challenger, iki yıl önce tek başına bir Güney Amerika gezisine çıktı. Geçen sene geri döndü. Güney Amerika’da bulunduğu kesin, ancak tam olarak nereye gittiğini açıklamayı reddediyor. Çekingen bir şekilde maceralarını anlatmaya başladı fakat birileri kusurlar bulmaya başlayınca istiridye gibi kapanarak kabuğuna çekildi. Ya çok olağanüstü bir şeyler oldu ya da adam baştan aşağı yalancı, ki bu daha büyük bir olasılık. Sahte olduğu söylenen birtakım resimler ortaya çıkardı. O kadar alıngan olmaya başladı ki, soru soran herkese saldırmaya koyuldu ve gazetecileri merdivenlerden aşağı fırlattı. Benim görüşüme göre o, bilime yatkınlığı olan cinai bir megaloman! İşte adamın, Bay Malone! Şimdi iş başına, bakalım sen nasıl bir izlenim edineceksin.” Dedektif Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle’un Sherlock kadar tanınmasa da onun kadar etkileyici bir başka karakterinin, Profesör Challenger’ın tüm maceralarını ilk kez bir arada okuyacaksınız bu külliyatta. Doyle’un huysuz kahramanı Profesör Challenger, huysuzluklarıyla insanları çıldırtmaya devam ediyor. Bu aksi aynı zamanda çok zeki karakterle yakınlık kurmak ve onu anlayabilmek hayli zor olsa da bir o kadar da keyifli olacaktır.“Kayıp Dünya”, “Ölümcül İklim”, “Sisler Ülkesi”, “Dünyanın Çığlığı” ve “Moleküler Ayrıştırıcı” adlı kitapları içeren bu külliyatı okurken Profesör Challenger ve arkadaşlarının peşinde Kayıp Dünya’ya gidip ilk insanlarla tanışacak, dinozorlarla savaşacaksınız; ardından tüm dünyaya yayılıp herkesi bir çırpıda öldüren zehirli havadan etkilenmemek için bir odaya sığınıp hayatta kalmaya çalışacak; sonra ruhlarla konuşmanın, spiritüalizmin bir saçmalık olduğuna inanan profesörle birlikte gerçeği bulmak için ruh çağırma seanslarının içine düşecek ve son olarak da Dünya’nın bizzat kendisiyle, canlı, nefes alan varlığıyla tanışacaksınız.
Arthur Conan Doyle
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
KAYIP DÜNYA
Tercüme Volkan Yazman
Yarı erkek olmuş bir çocuğa,
Veya yarı çocuk bir erkeğe,
Bir saatlik keyif verebilirsem eğer
Basit planım işledi demeye değer.
GİRİŞ
Bay E. D. Malone, Bay G. E. Challenger’ın, mahkemenin alıkoyma zaptı için ihtarını ve hakaret davasını kayıtsız şartsız geri çektiğini belirtmeyi arzu etmektedir. Profesör Challenger, bu kitaptaki eleştiri veya yorumların hakaret gayesiyle yapılmadığı konusunda tatmin olmuş ve kitabın basılmasına veya dağıtımına hiçbir engelleme getirmeyeceğine dair garanti vermiştir.
1. BÖLÜM
“Etrafımız Hep Kahramanlıklarla Dolu”
Babası Bay Hungerton gerçekten de dünyanın en patavatsız adamıydı; tüylü bir kukumav kuşu gibi dağınık, tamamıyla iyi niyetli fakat bütün dünyası kendi budalaca egosunun etrafında dönen bir adam. Eğer beni Gladys’ten uzaklaştıracak tek bir şey varsa o da böyle bir kayınpedere sahip olma düşüncesiydi. Eminim ki benim, haftada üç gün Chestnuts’a sohbetinin hatırına, sırf bir otorite sayıldığı bimetalizm konusundaki görüşlerini dinlemek için geldiğime canıgönülden inanıyordu.
O akşam, belki bir saatten daha uzun bir süre boyunca kötü paranın iyi parayı nasıl uzaklaştırdığı, gümüşün simgesel değeri, rupinin değer kaybı ve para değiş tokuşunun gerçek standartları hakkındaki uyutucu gevezeliklerini dinlemiştim.
“Varsayalım ki!..” diye bağırdı heyecanını kontrol etmeye çalışarak. “Dünyadaki bütün borçların aynı anda ödenmesi talep edilsin. O zaman içinde bulunduğumuz şartlar altında durumumuz ne olurdu dersin?”
Ne olacağı belliydi; ona bunu belirtip böyle bir durumda mahvolmuş bir adam olacağımı söyleyince, havailiğim yüzünden benimle herhangi bir şekilde ciddi bir konuyu tartışmasının olanaksız olduğu konusunda beni azarladıktan sonra sandalyesinden fırlayarak, masonlukla ilgili bir toplantıya katılmak için giyinmek üzere hızla odadan dışarı çıkmıştı.
Sonunda Gladys’le yalnız kalmıştım ve kader anı gelip çatmıştı işte!
Bütün bir akşam boyunca kendimi, kafasının içinde zayıf bir zafer ışığıyla yenilgi korkusunun gidip geldiği, işaret bekleyen bir asker gibi hissetmiştim. O ise gururlu ve zarif profilinin hatları, arkasındaki kırmızı kadife perde üzerine nakşedilmişçesine oturuyordu. Ne kadar da güzeldi! Ve ne kadar da ulaşılmaz! Uzunca bir zamandır arkadaştık, hem de çok iyi arkadaş fakat onunla olan arkadaşlığımı gazetedeki iş arkadaşlarımla geliştirebileceğim arkadaşlığın -tamamen samimi, tamamen nazik ve tamamen aseksüel- ötesine taşıyamamıştım hiç. İçgüdüsel olarak, çok samimi tavırlara sahip, yanımda rahat davranan bir kadın fikrine karşı olmuşumdur hep.
Bu, bir erkek için hiç de iç açıcı bir şey değil. Gerçek seksüel duygular canlanmaya başladığında, eski kötü zamanlardan miras kalan aşk ve şiddetin kol kola olduğu utangaçlık ve güvensizlik, onun en yakın arkadaşlarıdır. Bükük boyun, kaçamak bakışlar, titreyen ses ve ürkek davranışlardır ihtirasın gerçek emareleri, yoksa doğrudan bakışlar veya içten cevaplar değil. Ben bile bu genç yaşımda bu kadarını öğrenebilmiştim veya “içgüdü” diye adlandırdığımız o genetik hafızaya sahiptim.
Gladys, bir kadında bulunması gereken bütün meziyetlere sahipti. Bazılarına göre biraz soğuk ve katıydı ama böyle düşünmek, bence vatan hainliğiydi. O tatlı, neredeyse egzotik bronz ten, kuzguni siyah saçlar, kocaman berrak gözler, dolgun fakat kusursuz dudaklar, dişiliğin bütün ihtirası vardı onda. Ancak ne yazık ki şimdiye kadar bunu ortaya çıkaracak sırra bir türlü erişemediğimin farkındaydım. Yine de ne olursa olsun bu heyecan sona ermeli ve bu işi bu gece halletmeliydim artık. En kötü ihtimalle beni reddedebilirdi ama bir kardeş gibi kabullenilmektense kovulmuş bir âşık olmayı tercih ederdim.
Düşüncelerim beni bu noktaya kadar getirmişti ve tüm o uzun ve huzursuz edici sessizliği bozmak üzereydim ki tedirgin bakan koyu renkli bir çift göz üzerime dikildi ve mağrur baş, azarlayıcı bir gülümsemeyle sallandı.
“Ned, bana öyle geliyor ki bir teklifte bulunacaksın. Keşke bunu yapmasan, çünkü her şey böyle çok daha güzel.”
Sandalyemi biraz daha yakınına çektim:
“Yani nasıl anlayabildin ki böyle bir teklifte bulunacağımı?” diye sordum samimi bir merakla.
“Kadınlar her zaman bilmezler mi? Dünya üzerindeki hiçbir kadın buna hazırlıksız yakalanmamıştır herhâlde? Fakat, oh Ned, şimdiye kadar nasıl da hoş, nasıl da güzel bir arkadaşlık yaşamıştık! Bunu bozmak ne acı! Sen de genç bir erkekle genç bir kadının bizim yapabildiğimiz gibi yüz yüze konuşabilmesinin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu düşünmüyor musun?”
“Bilemiyorum Gladys, yani örneğin gar müdürüyle yüz yüze konuşabilirim.”
Bu memurun nasıl olup da böyle birdenbire konuşmamıza dâhil oluverdiğini anlayamamıştım ama her nasılsa olmuştu işte ve her ikimizi de güldürmüştü.
“Ancak bu benim için hiç de yeterli değil. Ben kollarımla seni sarmak istiyorum ve başını göğsüme yaslamanı istiyorum ve… Oh, Gladys isterdim ki…”
İsteklerimin bir kısmını gerçekleştirmek için hareketlendiğimi gören Gladys, sandalyesinden fırlayıvermişti.
“Her şeyi berbat ettin Ned!” dedi. “Bu tip şeyler ortaya çıkmadan önce her şey öyle güzel ve doğaldır ki! Çok yazık! Niye kendini kontrol edemiyorsun?”
“Bunu ben icat etmedim ki!” diye savundum kendimi. “Tabiatın kanunu bu. Aşk bu.”
“Eh, belki her iki taraf da birbirini sevseydi daha farklı olabilirdi ama ben hiç böyle bir şey hissetmedim.”
“Ama hissetmelisin Gladys, sen bu güzelliğinle, bu ruhunla… Oh Gladys, sen aşk için yaratılmışsın, aşkı tatmalısın.”
“Aşk, kapını çalana kadar beklemek gerekir.”
“Ama niçin beni sevemiyorsun Gladys? Yoksa görünüşümden dolayı mı?”
Bir parça yumuşamıştı şimdi. Elini uzattı -nasıl da zarifçe eğilmişti bu hareketiyle- ve başımın arkasını hafifçe sıktı. Sonra yukarı doğru bakan yüzüme arzulu bir gülümsemeyle baktı.
“Hayır, hayır, öyle değil!” dedi sonunda. “Sen şımarık bir çocuk değilsin. Bundan dolayı olmadığına emin olabilirsin. Daha derin bir şey bu.”
“Karakterim yüzünden mi yoksa?”
Başını ciddi ciddi sallayarak onayladı.
“Peki, düzeltmek için ne yapabilirim? Otur ve açıkla bana lütfen. Gerçekten, eğer oturmazsan yapmayacağım bunu.”
Güvensiz, meraklı bir bakışla yüzümü süzmesi, bütün samimiyetiyle yaptığı itiraftan daha çok etkilemişti beni. Böylesi siyah ve beyaza indirgendiğinde, her şey ne kadar da ilkel ve hayvansı gözüküyordu. Ve belki de sadece bana hoş gelen bir duyguydu bu, kim bilir… Her neyse yeniden yerine oturdu.
“Şimdi söyle bana, neyim eksik benim?”
“Başka birisine âşığım.” dedi.
Bu sefer sandalyeden fırlama sırası bendeydi.
Yüzümdeki ifadeye gülerek:
“Belirgin birisi değil bu.” diye açıkladı. “Sadece idealimdeki insandan bahsediyorum. Şimdiye kadar da öyle birine hiç rastlamadım zaten.”
“Bana anlatır mısın hayalindeki bu adamı? Neye benziyor mesela?”
“Oh, sana çok benzemesi mümkün!”
“Bunu bana söylemen ne kadar da hoş! Pekâlâ, bu adam benim yapamadığım neleri yapıyormuş bakalım? Sadece kelimeyi söyle yeter… Ağzına içki koymaz mı, havacı mı, vejetaryen mi, felsefeci mi, Süpermen mi? Gladys, yeter ki bana seni neyin memnun edeceğini söyle, üstesinden gelmeye çalışırım bunun.”
Karakterimin bu esnekliği karşısında bir kahkaha attı.
“Pekâlâ, başlangıç olarak diyebilirim ki hayalimdeki insan böyle konuşmamalı.” dedi. “Daha sert, daha haşin bir erkek olmalı. Böyle hoppa bir kızın kaprislerine kolayca boyun eğmeye yanaşmamalı. Ancak hepsinden önce başarılı, her an harekete hazır, ölümün yüzüne bakıp korkmayacak, büyük işler becerebilecek, esrarengiz maceralara atılabilecek cesarette birisi olmalı bu adam. Kendisine âşık olmaktan çok, zaferleriyle gururlanabileceğim birisi o. Çünkü o zaferlerin ışıltısı benim de üzerimde parlayacaktır. Richard Burton’ı düşün bir! Karısının ağzından hayatını okuyunca, ona nasıl bir aşkla bağlandığını anlayabiliyorum. Ve Leydi Stanley! Hiç kocası hakkındaki kitabın o muhteşem son bölümünü okudun mu? İşte bir kadının bütün hayatı boyunca tüm benliğiyle tapabileceği erkekler bunlar ve başarılan bütün bu asil işler onlara duyulan aşkı küçültmez, tam aksine daha da yüceltir.”
Kapıldığı coşkunun tesiriyle öyle güzel görünüyordu ki bir an neredeyse sohbetimizin bütün seviyesini düşürecek bir hareket yapacaktım. Kendime sıkı sıkıya hâkim olarak tartışmayı devam ettirdim.
“Hepimiz bir Burton veya Stanley olamayız ki!” dedim. “Üstelik bu şansa sahip de olamayabiliriz. En azından benim hiç böyle bir şansım olmadı. Eğer olsaydı ben de bunu değerlendirebilirdim.”
“Fakat şans hep yanı başımızda. Zaten benim tarif ettiğim adamın özelliği bu. O kendi şansını kendisi yaratır. Onu engelleyemezsin. Ona hiç rastlamadığım hâlde öyle yakından tanıyor gibiyim ki! Etrafımız hep kahramanlıklarla dolu, başarılmayı bekliyorlar. Bunu erkekler başarmalı ve kadınlar da aşklarını böyle bir erkek için saklamalılar. Şu geçen hafta balonla göğe çıkan Fransız’a bir bak! Rüzgâr fırtınaya dönmüştü ama sırf daha önceden ilan edildiği için o uçmakta ısrar etti. Rüzgâr altında, yirmi dört saat içinde tam 1500 mil sürüklenerek Rusya’nın ortasına düştü. İşte benim bahsettiğim erkek böyle birisi. Onun sevdiği kadını gözünün önüne getir ve diğer kadınların ona nasıl gıpta ettiğini bir düşün! Ben de böyle olmak istiyorum, erkeğim için kıskanılmak.”
“Seni memnun etmek için ben de yapardım bunu.”
“Fakat sadece beni memnun etmek için yapmamalısın. Kendine hâkim olamadığın için yapmalısın çünkü senin için doğal bir şey olmalı bu; içindeki erkek, kahramanlıklar yapmak için yanıp tutuştuğundan dolayı yapmalısın. Geçen ay anlattığın, Wi-gen’daki kömür gazı patlamasını hatırla… Madene inip zehirlenme tehlikesine rağmen o insanlara yardım edemez miydin?”
“Ettim zaten.”
“Fakat bundan hiç bahsetmemiştin?”
“İyi, ama övünülecek bir şey yoktu ki!..”
“Ben bunu bilmiyordum.”
Şimdi beni nedense daha bir merakla süzüyordu.
“Cesurca bir davranış.”
“Yapmak zorundaydım. Eğer iyi bir haber yazmak istiyorsan olayların göbeğinde olmalısın.”
“Ne kadar sıkıcı bir gerekçe! İşin bütün romantizmini öldürüyor âdeta. Ama ne olursa olsun o madene indiğine sevindim.”
Bana elini verdi fakat bunu öylesine tatlı ve gururlu bir hareketle yapmıştı ki onu sadece eğilip öpmekle yetinmek zorunda kaldım.
“Belki de ben yalnızca genç kız hayallerine sahip, aptal bir kadınım. Ancak ne yapayım, bu bir gerçek ve öyle bir içime işlemiş ki böyle davranmaktan kendimi alamıyorum. Eğer bir gün evlenirsem bu, meşhur birisiyle olacak!”
“Neden olmasın?” diye atıldım. “Erkeklere destek olanlar hep senin gibi kadınlar. Elime bir şans geçerse gör bak, nasıl değerlendiriyorum onu. Hem senin de dediğin gibi, insan kendi şansını kendi yaratmalı, ayağına gelmesini beklememeli. Clive’a bir bak, basit bir kâtipken Hindistan’ı fethetti! Aman Ya Rabbi! Bu dünyada başaracağım çok iş var daha!”
Bu ani, İrlandalı coşkuma gülerek:
“Neden olmasın?” dedi. “Bir erkeğin isteyebileceği her şeye sahipsin: gençlik, sağlık, kuvvet, eğitim, enerji. Konuşmaya başladığında üzülmüştüm ama şimdi seviniyorum, hem de çok seviniyorum. Eğer içinde böyle düşünceler oluşmasına yol açtıysa…”
“Ve eğer ben…”
Tatlı elini dudaklarımın üzerine sıcak bir kadife gibi yasladı.
“Hayır efendim, bir kelime daha istemem. Akşamki görevin için yarım saat önce ofise gitmiş olmalıydın ama sana hatırlatmaya gönlüm elvermedi. Belki bir gün bu dünyadaki yerini kazandığın zaman bunları tekrar konuşuruz.”
İşte böylece, sisli bir kasım akşamı Camberwell tramvayının peşinde bulmuştum kendimi, içim içime sığmıyordu. Güzel leydimin şerefine layık bir kahramanlık yapmadan bir gün dahi geçmesine izin vermeyecek hevesli bir kararlılık, tüm benliğimi doldurmuştu. Ama kim, evet, kim bu işin böyle inanılmaz bir şekil alacağını veya benim ona böyle tuhaf bir yoldan ulaşabileceğimi hayal edebilirdi şu koca dünyada?
Aslında sevgili okuyucularıma, bu giriş bölümünde anlattıklarımın, aktaracağım hikâyeyle hiçbir ilgisi yokmuş gibi gelecektir, biliyorum; ancak bu konuşmalar olmasaydı “hikâye” diye bir şey zaten hiç olmayacaktı. Çünkü bir insanın kafasında, etrafında hep başarılacak kahramanlıklar olduğu düşüncesi varsa ve kalbinde her daim canlı tuttuğu bir duyguyla, bu uğurda önüne ne çıkarsa peşinden gitmeyi de arzu ediyorsa benim yaptığım gibi bildik yaşantısının dışına çıkabilir. Büyük maceraların ve ödüllerin olduğu o harikulade, esrarengiz, alaca karanlık diyarlara ancak o zaman adım atmaya cesaret edebilir. O zaman beni takip edin ve “Daily Gazette”nin ofisinde çalışan önemsiz biriyken, aynı gece içerisinde Gladys’ime layık bir araştırma kapmak için nasıl kesinkes kararlı olduğuma şahit olun. Kendisinin yüceltilmesi uğruna, benden hayatımı riske atmamı istemesi katı kalplilik mi yoksa bencillik miydi bilemiyorum. Böyle sorular, orta yaşlı birinin aklına gelebilirdi belki. Ama yirmi üç yaşında, ilk aşkın ateşine düşmüş, kanı kaynayan bir gencin, asla…
2. BÖLÜM
“Profesör Challenger’la Şansını Bir Dene”
Yaşlı, huysuz, kamburu çıkmış, kızıl saçlı Bay McArdle’ı, yani haber editörümüzü her zaman sevmişimdir ve onun da beni sevdiğini umut ediyorum. Tabii, esas patron Beaumont’tu; fakat o, uluslararası bir krizin veya Parlamentodaki bir bölünmenin dışındaki ufak tefek olayları göremeyecek denli yukarılarda, Kafdağı’nın tepelerinde yaşıyordu. Bazen onu dalgın gözlerle, kafası Balkanlar veya İran Körfezi’nin üzerinde dönüp dururken, heybetli yalnızlığı içinde, kendi dünyasına gömülmüş, ortalıktan geçip giderken görürdük. Bizi tamamen aşmıştı. Ama McArdle onun birinci komutanıydı ve bizim muhatabımız da oydu. Yaşlı adam, ben odaya girince başını sallayarak çıplak kafasının üstündeki gözlüklerini iyice arkaya ittirdi.
“Evet, Bay Malone, edindiğim izlenimlere göre bayağı iyi gidiyorsunuz.” dedi nazik İskoç aksanıyla.
Teşekkür ettim.
“Madendeki patlama haberi şahaneydi. Southwark’taki yangın da öyle. Sende tam bir haberci yeteneği var. Beni ne için görmek istemiştin?”
“Bir ricada bulunacaktım.”
Şimdi telaşlanmış gibiydi ve gözlerini benden kaçırdı:
“Vah vah! Neymiş bu bakalım?”
“Beni gazete namına bir göreve göndermeniz mümkün mü acaba, efendim? Bunun altından kalkmak için elimden geleni yaparım ve çok da iyi bir haber çıkartabilirim.”
“Kafanızdan ne tip bir görev geçiyordu, Bay Malone?”
“Tehlike ve macera içeren her şey olabilir, efendim. Gerçekten canımı dişime takacağımdan emin olabilirsiniz. Ne kadar zor olursa benim için o kadar daha iyi olur.”
“Hayatınızı kaybetmek için can atıyor gibisiniz.”
“Hayatıma değer kazandırmak için efendim.”
“Aman Tanrı’m, Bay Malone, çok şövalyece bir şey bu! Korkarım ki bu tür şeyler artık geçmişte kaldı. Bu ‘Özel Görev’ türünden şeyler artık harcanan çabaya bile değmiyor; kaldı ki böyle bir görevi, doğal olarak, ancak halkın güvenini kazanmış, daha deneyimli bir gazeteci üstlenebilir. Haritadaki boş alanlar her geçen gün dolduruluyor ve romantizme de yer kalmadı. Ama dur hele bir!..” diye ekledi. “Haritadaki boşluklardan bahsederken aklıma bir fikir geldi. Bir sahtekârı -modern bir Munchausen’ı-ortaya çıkarmaya ve onu rezil etmeye ne dersin, ha? Onun nasıl bir yalancı olduğunu göstereceksin. İşte bu iyi olur. Nasıl, senin için uygun mu?”
“Ne olursa, nerede olursa olsun, benim için hiç fark etmez!”
McArdle bir süre boyunca düşünceye daldı.
“Acaba bu adamla arkadaş olabilir misin? En azından konuşabilecek kadar. Sende insanlarla kolayca samimiyet kurmanı sağlayan bir şeyler var. Sempati herhâlde veya şeytan tüyü, belki de gençlik enerjisi gibi bir şey, ne bileyim!.. Ben bile bunu fark edebiliyorum.”
“Çok iyisiniz efendim.”
“Tabii, neden olmasın; neden Enmore Park’tan Profesör Challenger’la şansını bir denemeyesin ki?”
İtiraf etmeliyim ki biraz ürkmüştüm.
“Challenger, ha?!” diye bağırdım, “Profesör Challenger, şu meşhur zoolog!.. “Telegraph”tan Blundell’in kafatasını kıran adam değil mi o?”
Editör suratını ekşiterek gülümsedi:
“Ne oldu? Macera peşinde olduğunu söylememiş miydin?”
“Her şey göreve dâhildir efendim.”
“Aynen. Her zaman öyle saldırgan olduğunu zannetmem. Bana kalırsa Blundell ona yanlış zamanda çattı veya yanlış bir biçimde. Sen belki daha şanslı olabilirsin veya onu yola getirmek için daha becerikli davranabilirsin. Tam sana göre bir iş bu, eminim “Gazette”nin de yardımı olacaktır.”
“Hakkında gerçekten hiçbir şey bilmiyorum.” dedim. “Sadece Bay Blundell’e vurduğu için yargılanmasından dolayı adını hatırlıyorum.”
“Size yol gösterecek birkaç bilgiye sahibim, Bay Malone. Bir süredir profesörü izlemekteyim.” Çekmeceden bir kağıt çıkardı.
“İşte dosyasının bir özeti. Kısaca sana okuyorum:
‘George, Edward Challenger. Doğumu: Largs N. B. 1863. Eğitim Durumu: Largs Akademisi, Edinburgh Üniversitesi, British Museum Asistanlığı 1892, Karşılaştırmalı Antropoloji Bölümü Yardımcı Asistanlığı 1893.
Aynı sene içinde hırçın yazışmalar sonucu istifa etti. Zooloji Araştırmaları dalında Crayston Madalyası’nı kazandı, Bir bakalım, ‘Bir sürü kuruluşun yabancı üyesi: Belçikalılar Cemiyeti, Amerikan Bilim Enstitüsü, La Plata vs. vs. Paleontoloji Cemiyeti eski başkanı, Britanya Ajansı Kısım H… Ve liste böyle devam ediyor. ‘Yayımlanan eserleri: “Bir Dizi Kalmuck Kafatası Üzerine Bazı Düşünceler”, “Omurgalı Hayvanların Evriminin Ana Hatları” ve Viyana’daki Zooloji Kongresinde şiddetli tartışmalara neden olan “Weissmannism’de Belli Başlı Yanılgılar” adlı çalışmasının da dâhil olduğu daha bir sürü doküman. Hobileri: Yürüyüş, dağcılık. Adresi: Enmore Park, Batı Kensington.’
“İşte, bunu yanına al. Bu akşamlık hepsi bu kadar.” Kâğıt parçasını cebime yerleştirdim.
“Bir dakika, efendim…” dedim.
Önümde duranın kırmızı bir surat değil de pembe bir çıplak kafa olduğunu algılayarak:
“Bu beyefendiyle niçin görüşmem gerektiğini henüz tam manasıyla anlayabilmiş değilim. Ne yaptı ki?”
Tekrar başını kaldırdı.
“İki yıl önce tek başına, bir Güney Amerika gezisine çıktı. Geçen sene geri döndü. Güney Amerika’da bulunduğu kesin, ancak tam olarak nereye gittiğini açıklamayı reddediyor. Çekingen bir şekilde maceralarını anlatmaya başladı fakat birileri kusurlar bulmaya başlayınca istiridye gibi kapanarak kabuğuna çekildi. Ya çok olağanüstü bir şeyler oldu ya da adam baştan aşağı yalancı ki bu daha büyük bir olasılık. Sahte olduğu söylenen birtakım resimler ortaya çıkardı. O kadar alıngan olmaya başladı ki soru soran herkese saldırmaya koyuldu ve gazetecileri merdivenlerden aşağı fırlattı. Benim görüşüme göre o, bilime yatkınlığı olan cinai bir megaloman! İşte adamın, Bay Malone! Şimdi iş başına, bakalım sen nasıl bir izlenim edineceksin. Ha, tabii, tamamıyla emniyettesin. Çalışanların Güvenliği Kanunu’nu biliyorsun.”
Sırıtan, kırmızımsı surat, bir kez daha portakal rengi saçlarla çerçevelenmiş, pembe renkte oval bir şekle dönüşüverdi; görüşme bitmişti.
Yürüyerek, Savage Kulübünün önünden geçtim, fakat o yöne dönmek yerine Adelphi Terrace’ın korkuluklarına dayanıp uzunca bir müddet nehrin bulanık, kirli sularına bakarak düşüncelere daldım. Açık havada daima daha aklı başında ve daha açık düşünebilmişimdir. Profesör Challenger’ın marifetlerinin yazılı olduğu listeyi çıkararak elektrik lambasının altında bir gözden geçirdim. Sonra aklıma, sadece ilham diyebileceğim bir şey geldi. Bana anlatılanlardan çıkarabildiğim kadarıyla, bir basın mensubu olarak bu huysuz profesörle temasa geçmemin hiç olanağı yoktu. Ancak iskelet biyografisi konusunda iki kere bahsedilen fikir çatışmaları, onun bilim hususunda tam bir fanatik olduğunu gösteriyordu. Acaba burada ona ulaşabileceğim açık bir kapı olamaz mıydı? Bunu deneyecektim.
Kulübe girdim. Saat on biri henüz geçmişti ve büyük salon oldukça dolu olmasına rağmen, henüz tam anlamıyla civcivli saatler değildi. Ateşin yanındaki koltukta oturan, uzun boylu, zayıf, köşeli yüz hatlarına sahip bir adam dikkatimi çekmişti. Sandalyemi yanına yaklaştırırken yüzünü bana döndü. Şu işe bakın, bunca adamın arasında bula bula Çevre Bölümünde çalışan Tarp Henry’nin ta kendisini bulmuştum! Zayıf, kuru, kayış gibi bir adamdı ama yakınındakiler tarafından çok insancıl ve nazik biri olarak tanınırdı. Hemen konuya giriverdim:
“Profesör Challenger hakkında ne biliyorsun?”
“Challenger mı?!” Kaşlarını bilimsel bir onaylamazlıkla birleştirmişti: “Challenger, şu Güney Amerika’dan bir sürü palavrayla dönen adam…”
“Ne palavrası?”
“Garip bir hayvan keşfettiğine dair safi bir saçmalıktı. Her neyse şimdi çenesini kapatmış gibi görünüyor Reuters’e bir röportaj verdi ama öylesine bir uğultu koptu ki işe yaramayacağını anladı. İnanılmaz bir savdı. Birkaç kişi onu ciddiye alma eğilimindeydi ama onları da kısa zamanda bozdu attı zaten.”
“Nasıl?”
“Eh, tahammül edilemez kabalığı ve imkânsız davranışlarıyla. Zooloji Enstitüsünden, zavallı, yaşlı Wadley mesela. Wadley bir mesaj göndermişti, ‘Zooloji Enstitüsü başkanı, Profesör Challenger’a saygılarını iletir ve eğer gelecek toplantımıza teşrif ederlerse bunu kişisel bir onur vesilesi sayacağını belirtmek ister.’ diye. Yanıt ise yenilir yutulur gibi değildi.”
“Deme!..”
“Sorma. Sansürlenmiş hâliyle şöyle bir şeydi: ‘Profesör Challenger, Zooloji Enstitüsü başkanına saygılarını iletir ve cehennemin dibine gitmeyi kabul ederlerse bundan kişisel bir onur duyacağını belirtir!’ ”
“Aman Tanrı’m!”
“Wadley’nin bildirdiğine göre buna benzer bir şeymiş işte… Toplantıdaki bağırışını hatırlıyorum da… ‘Elli senelik bilimsel işretim boyunca…’ Zavallı yaşlı adamcağızı çok üzdü bu.”
“Challenger hakkında başka bilgilerin var mı?”
“Eh, ben yalnızca bir bakteriyoloğum, biliyorsun. Dokuz yüz çapında bir mikroskobun içinde yaşıyorum. Bu sebeple, çıplak gözle görebildiğim hiçbir şeyin ciddi bir anlam ifade ettiğini iddia edemem. Bilinebilirliğin en ucundakilerin bir gözcüsüyüm ben ve çalışmalarımdan başımı kaldırıp da sizler gibi büyük, iri, gulyabani misali yaratıklarla burun buruna geldiğimde epeyce yabancılık çekiyorum. Skandalların çok uzağında bir yaşamım var ama buna rağmen bazı bilimsel konuşmalarda Profesör Challenger hakkında bazı şeyler duydum. Çünkü kendisi hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği bir şahsiyet. Söylenildiği kadar zeki… Gözünü budaktan sakınmayan biri o; güçlü, enerjik ama aynı zamanda kavgacı, garip fikirleri olan, marazi kişilikli ve vicdansız birisi. Güney Amerika gezisi hakkında bazı sahte resimler ortaya çıkaracak kadar ileri gitti.”
“Garip fikirleri olan birisi, dedin. Özellikle nasıl fikirler bunlar?”
“Saymakla bitmez ama en sonuncusu Weissmann ve Evrim ile ilgili olanı. Yanılmıyorsam bununla ilgili olarak Viyana’da şiddetli bir tartışmaya girişmişti.”
“Tam olarak neyle ilgili olduğunu söyleyemez misin?”
“Şimdi anlatamam ama konuşmaların bir tercümesi var bende. Büroda dosyalanmış vaziyette. Gelip bir bakmak ister misin?”
“Bu tam benim istediğim şey! Bu adamla bir röportaj yapmam gerekiyor ve bunun için de hakkında bilgiye ihtiyacım var. Beni arabanla götürmek istemen gerçekten çok nazik bir davranış. Eğer çok geç olmadıysa hemen şimdi seninle gelebilirim.”
Yarım saat sonra gazetenin bürosunda, önümde “Weissmann Darwin’e Karşı” adlı makalenin açılmış olduğu koca bir kitapla oturuyordum. Makalenin alt başlıkları ise, “Viyana’da Heyecanlı Protesto. Ateşli Müzakereler” idi. Bilimsel eğitimimi biraz ihmal etmiş olduğum için tartışmayı tam anlamıyla kavrayamamıştım, ancak yine de İngiliz profesörün kendi savını çok saldırgan bir tavırla sergilediği ve kıtadaki meslektaşlarını tepeden tırnağa kızdırdığı belliydi. “Protestolar”, “Kargaşa” ve “Başkana Umumi İtirazlar” gözüme çarpan ilk belirgin parantezlerdi. Yazılanların büyük bölümünün benim için öncekilerden pek bir farkı yoktu doğrusu; açıkçası pek bir şey anlamamıştım bu rapordan.
Çaresizce, “Keşke şunu benim için bizim dilimize bir çevirebilseydin.” dedim yardım eden arkadaşa.
“İyi ama bu zaten çevrilmiş hâli…”
“O zaman belki de orijinaliyle bir şansımı denesem daha iyi olacak.”
“Sokaktaki adam için biraz fazla derin gerçekten.”
“Şöyle ele avuca gelir, insan zekâsı için anlaşılabilir, dolgun bir cümle bulabilsem işimi görürdü. Hah, işte bu olur, evet! Kıyısından köşesinden de olsa anlar gibiyim bunu biraz. Bir kopyalayayım bakalım. Bu, benim çılgın profesörle bağlantımı oluşturacak.”
“Başka bir şeye ihtiyacın varsa eğer?..”
“Eee, evet. Ona yazmayı planlıyorum. Eğer mektubu burada yazıp sizin adresinizi kullanabilirsem bu, mektuba iyi bir hava verebilirdi.”
“Adam buraya gelip kargaşa yaratarak mobilyaları kırıp dökmesin!..”
“Hayır, hayır, mektubu göreceksin, kışkırtıcı hiçbir şey yok, seni temin ederim.”
“Pekâlâ, işte sandalyem ve masam. Kâğıdı şurada bulacaksın. Postaya verilmeden önce sansürden geçirmek isterim.”
Biraz zaman aldı ama bittiğinde pek de kötü sayılmazdı hatta kendimi tebrik edebileceğim kadar iyiydi. Yaptığım işten biraz da gurur duyarak, bunu tenkitçi bakteriyoloğa yüksek sesle okudum.
“ ‘Sevgili Profesör Challenger’ ” diye başlıyordu.
“ ‘Mütevazı bir doğa bilimleri öğrencisi olarak sizin Darwin ve Weissmann arasındaki farklara işaret eden varsayımlarınıza her zaman derin bir ilgi duydum. Yakın zamanda okuma fırsatını elde ettiğim Viyana’daki muhteşem konuşmanız…’ ”
“Vay yalancı vay!” diye mırıldandı Tarp Henry.
“ ‘Muhteşem konuşmanız hafızamı tazelememe vesile oldu. Bu gayet açık ve şahane ifade, bu konuya noktayı koyacak son söz gibi gözüküyor. Bununla beraber burada bir cümle var; şöyle ki: “Her ayrı kimliğin, bir dizi jenerasyon sonucu yavaş yavaş gelişen tarihsel yapıyı kapsayan bir bireyi içerdiği gibi dayanılmaz ve tümüyle dogmatik bir fikri şiddetle protesto ediyorum.” Son gelişmeler ışığında acaba bu ifadenizde değişiklikler yapmayı düşünmüyor musunuz? Bu konu üzerindeki vurgunun biraz abartılı olduğunu düşünmüyor musunuz? Eğer izin verecek olursanız bu konu beni derinden ilgilendirdiği için ve sadece kişisel bir görüşmede detaylarına inebileceğim bazı konular dolayısıyla, sizinle bir görüşme yapmak için ricada bulunmak istiyorum.
Müsaadelerinizle yarın değil ertesi gün (çarşamba) sabah saat on birde konutunuza uğrayabileceğimi umuyorum.
En derin saygılarımı sunuyorum efendim.
Edward D. Malone’ ”
“Nasıl olmuş?” diye sordum zafer edasıyla.
“Eh, eğer vicdanın elveriyorsa…”
“Henüz beni hiç mahcup etmedi.”
“İyi ama maksadın nedir ki?”
“Oraya gitmek. Bir kez odasına girdikten sonra bir yol bulabilirim belki de. Hatta açık seçik bir itirafta bile bulunabilirim. Eğer sportmen kişilikli biriyse bu işten gıdıklanabilir.”
“Gıdıklanır tabii, ne demezsin! Sen şuna esas gıdıklamayı o yapar desene! Bir zırh veya Amerikan futbolu giysisi; bu ikisinden birini seçmek zorunda kalacaksın. Her neyse şimdilik hoşça kal! Çarşamba sabahı senin için cevabı alırım… Eğer sana cevap vermeye tenezzül ederse tabii… Bu adam onunla karşılaşan herkesin nefret ettiği, tahripkâr, tehlikeli ve geçimsiz biri. Hele hele onu hafife alan ve atış alanına giren öğrenciler için. Belki de ondan hiçbir haber almazsan senin için en iyisi olur.”
3. BÖLÜM
“Baştan Aşağı İmkânsız Bir İnsan”
Arkadaşımın beklentisi veya korkusu gerçekleşmedi. Çarşamba günü uğradığımda, üzerinde dikenli tel bariyerlerini andıran bir el yazısıyla isminin çiziktirildiği, Batı Kensington damgalı bir zarf beni bekliyordu. Mektubun içeriği şöyleydi:
ENMORE PARK, BATI
Bayım, içerik olarak görüşlerimi onayladığınızı iddia eden notunuzu aldım fakat belirtmeliyim ki fikirlerimin sizin veya başka herhangi birisinin onayına ihtiyacı olduğunu bilmiyordum. Darwinizm konusu hakkındaki görüşlerime atfen “varsayım” kelimesini kullanmaya cüret etmişsiniz ki böyle bir bağlamda bu tip bir kelime kullanılmamalı. Bir dereceye kadar hakaretvari olduğuna dikkatinizi çekerim. Bununla beraber mektubunuzun tamamını incelediğimde, bunun kötü niyetten ziyade cahillikten ve patavatsızlıktan meydana gelen bir gaf olduğuna kanaat getirdim ve bu meseleyi unutmaya razı oldum. Konferansımdan bir cümleyi ayırmışsınız ve bunu anlamakta biraz güçlük çektiğiniz anlaşılıyor. Oysa ben böyle bir konuyu, sadece insan beyninin altında bir zekâ seviyesine sahip birinin anlayamayacağını zannederdim. Yine de eğer gerçekten konuyu daha açmak gerekiyorsa ziyaretlerin ve ziyaretçilerin hiçbir çeşidinden kesinlikle hazzetmediğim hâlde, bahsedilen saatte sizi görmeyi kabul ediyorum. Görüşlerimdeki değişiklik konusuna gelince, bilmenizi isterim ki özellikle belirttiğim, oturmuş fikirlerimi değiştirmek gibi bir huyum yoktur. Bu mektubu, geldiğiniz zaman adamım Austin’a nazikçe gösteriniz çünkü Austin kendisine gazeteci adı veren mütecaviz serserilerden beni korumak için her türlü önlemi almak zorundadır.
Saygılarımla,
George Edward Challenger
Girişimimin sonucunu öğrenmek için erkenden gelen Tarp Henry’ye yüksek sesle okuduğum mektup buydu. Yaptığı tek yorum şu oldu: “Arnica[1 - Zedelenmelerde, morartılarda kullanılan ilaç terkipleri.] maddesinden daha etkili, yeni bir şey çıkmış… Cuticura[2 - Zedelenmelerde, morartılarda kullanılan ilaç terkipleri.] gibi bir şeydi sanırım.” Bazı insanların espri anlayışı da çok tuhaf oluyor doğrusu.
Ben mesajı almadan önce saat neredeyse on buçuğu bulmuştu ama bir taksi beni randevuma zamanında yetiştirdi.
Girişinde sütunlar bulunan, epeyce gösterişli bir evin önünde durmuştuk. Bütün pencereleri zengin işi perdelerle döşenmiş olan ev, her hâliyle bu korkutucu profesörün varlıklı birisi olduğuna işaret ediyordu. Kapı, üzerinde koyu renkli bir pilot ceketi ve ayağında kahverengi deri tozluklar bulunan kara kuru, yaşı belli olmayan tuhaf birisi tarafından açıldı. Daha sonra bunun, birbiri ardına firar eden uşakların boşluğunu dolduran şoför olduğunu anlamıştım. Adam, baştan aşağı, sorgulayıcı mavi gözleriyle beni şöyle bir süzüverdi.
“Bekleniyor musunuz?” diye sordu.
“Randevum var.”
“Mektubunuz var mı?”
Zarfı çıkardım.
“Tamam!”
Fazla konuşkan olmadığı belliydi. Koridorda adamı takip ederken, aniden, yemek odası kapısı olduğu anlaşılan kapıdan fırlayan ufak tefek bir kadın önümü kesmişti. Zeki, hayat dolu, koyu renkli gözlere sahip ve tip olarak İngiliz’den çok Fransız’a benzeyen birisiydi bu.
“Bir dakika…” dedi. “Sen bekleyebilirsin Austin. Buraya gelin bayım. Daha önce kocamla karşılaşıp karşılaşmadığınızı sorabilir miyim?”
“Hayır, madam, o şerefe henüz nail olmadım.”
“O hâlde sizden şimdiden özür diliyorum. Size, onun, geçinmesi baştan aşağı imkânsız bir insan olduğunu söylemeliyim, kelimenin tam anlamıyla imkânsız! Eğer önceden uyarılırsanız önlem alma imkânınız olacaktır.”
“Çok düşüncelisiniz, madam.”
“Eğer şiddet eğilimi gösterirse hemen odadan çıkın. Tartışmak için beklemeyin. Birçok kişi bu sebepten yaralandı. Sonrasında ise genel bir skandal oluyor ve bu da hepimize gölge düşürüyor. Herhâlde onu Güney Amerika hakkında görmek istemiyordunuz, değil mi?”
Bir hanımefendiye yalan söyleyemezdim.
“Aman Tanrı’m! Bu en tehlikeli konudur. Söyleyeceği tek kelimeye bile inanmayacaksınız, adım gibi biliyorum. Fakat bunu ona söylemeyin çünkü onu çileden çıkarıyor. Ona inanıyormuş gibi yaparsanız belki de kendinizi kazasız belasız bu işten sıyırırsınız. Buna kendisinin inandığını aklınıza getirin. Bundan kesinlikle emin olabilirsiniz. Dünyaya ondan daha dürüst bir insan gelmemiştir. Fazla zaman öldürmeyin yoksa şüphelenebilir. Eğer onu tehlikeli -gerçekten tehlikeli- bulursanız zili çalın ve ben gelene kadar oyalayın. En azgın zamanında bile genellikle onu kontrol edebiliyorum.”
Kadın, bu cesaret verici açıklamadan sonra beni, kısa konuşmamız boyunca bronz bir heykel gibi dikilen suskun Austin’a teslim etti ve Austin, koridorun sonuna kadar bana refakat etti. Bir kapıya vuruldu ve içeriden gelen bir boğa böğürtüsünden sonra profesörle yüz yüze kaldım.
Üzeri kitaplar, haritalar ve şekillerle kaplı geniş bir masanın ardında, döner bir koltukta oturuyordu. Odaya girince sandalyesini çevirerek bana döndü. Yüzünü görünce âdeta nutkum tutulmuştu. Garip bir görüntüyle karşılaşmaya hazırlıklıydım, ama böylesine aşırı bir garabetle değil. İnsanın nefesini kesen, her şeyden çok cüssesiydi; cüssesi ve heybetli varlığı. Kafası dev gibiydi, şimdiye dek bir insanda gördüğüm en büyük kafaydı. Silindir şapkası, giymeye cüret etsem, eminim ki bütün başımı içine alıp omuzlarımda biterdi. Kırmızı renkli suratı ve göğsüne inmiş kürek biçimi dalgalı sakalıyla bir Asur boğasını andırıyordu. Simsiyah sakalının neredeyse lacivert bir havası vardı. Kocaman alnına yapışmış, uzun, kıvrımlı perçemiyle saçları bir garipti. Kabarık siyah çalı gibi kaşlarının altındaki gözleri gri mavi karışımı, son derece berrak, son derece eleştirel ve son derece hükümrandı. Uzun siyah kıllarla kaplı, iki dev gibi elin dışında, kapı gibi geniş omuzlar ve varil gibi bir göğüs kafesi, adamın masanın üzerinde gözüken diğer kısımlarıydı. Bunlar ve gök gürültüsü gibi gürleyen, kükreyen bir ses, kötü üne sahip Profesör Challenger hakkındaki ilk izlenimlerimi oluşturuyordu.
“Eee?..” dedi en küstah bakışıyla gözlerini üzerime dikerek. “Ne istiyorsun?”
Oyunumu en azından bir müddet daha sürdürmek zorundaydım, yoksa konuşmanın sonu gelmişti bile.
“Benimle görüşmeyi kabul etmekle bana çok büyük bir iyilik yaptınız efendim.” dedim alçak gönüllülükle zarfını uzatarak.
Zarfı masanın üzerinden alarak önüne koydu.
“Ha, sen şu basit İngilizceyi anlayamayan toy delikanlısın, değil mi? Anladığım kadarıyla benim genel fikirlerimi destekliyorsun, öyle mi?”
“Tamamen efendim, tamamen!” diye vurguladım.
“Bak sen! Bu da benim konumumu epeyce güçlendiriyor, desene? Hele yaşın ve görünüşün, bana verdiğin desteği iki misli değerli kılıyor. Eh, hiç değilse Viyana’daki o domuz sürüsünden daha iyisin veya onların homurtusunu bile tek başına bastırıp hepsinden daha beter gürültü çıkaran o İngiliz domuzundan.”
Bahsettiği hayvanın şu andaki temsilcisiymişim gibi, ateş saçan gözlerle dik dik bakmıştı bana.
“Çok iğrenç davranmışlar.” dedim.
“Kendi savaşımın üstesinden gelebileceğimden emin olabilirsin ve senin acımana da hiç ihtiyacım yok. Evet efendim, yalnız başımayken ve arkamı da duvara verdim mi, G. E. C.’den mutlusu yoktur bu dünyada. Pekâlâ bayım, şimdi bakalım senin zaten hoşlanmadığın, benim için ise anlatılmayacak denli usanç verici olan bu ziyareti kısa tutmak için ne yapabiliriz. Anladığım kadarıyla tezimde öne sürdüğüm fikirler hakkında bazı yorumlar yapmak istiyorsun.”
Meseleye öyle şeytansı, doğrudan bir girişi vardı ki konuyu dolaştırmak zordu. Yine de oyuna devam edip daha iyi bir fırsat yakalamalıydım. Bu iş uzaktan nasıl da kolay gözükmüştü. Ah, o İrlandalı zekâm, böyle fena hâlde yardıma ihtiyacım varken neredeydi şimdi? Çelik gibi keskin iki gözüyle beni hipnotize ediyordu.
“Haydi, haydi!” diye kükredi.
“Ben, tabii ki basit bir öğrenciyim.” dedim ahmakça ve nafile bir gülümsemeyle. “Ve yalnızca hevesli bir araştırmacıyım, hepsi bu. Yine de bana, bu konuda Weissmann’a biraz katı davranmışsınız gibi geldi. O tarihten bu yana elde edilen kanıtlar acaba, şey yani… Onun pozisyonunu güçlendirmedi mi sizce?”
“Hangi kanıtlar?”
Tehditkâr bir sakinlikle konuşmuştu.
“Tabii, yani, kesin kanıt diyebileceğimiz bir şey olmadığının farkındayım. Ben aslında sadece genel bilimsel görüş açısına ve modern düşünüş akımına işaret etmiştim doğrusunu söylemek gerekirse.”
Büyük bir ciddiyetle öne doğru eğildi.
“Herhâlde…” dedi parmaklarının uçlarını kontrol ederek. “Kranyal indeksin sabit faktör olduğunun farkındasındır.”
“Tabii ki!” dedim.
“Ve telegoninin[3 - Dişinin ilk eşine ait spermlerin, daha sonraki eş ile temastan doğacak yavru üzerinde de etkisi olabileceğini ileri süren görüş (ç.n).] hâlâ tartışmalı olduğunun?”
“Şüphesiz!”
“Ve de döllenmiş hücre plazmasının partenogenetik yumurtanınkinden farklı olduğunun?..”
“Elbette!” diye haykırdım kendi cüretkârlığımdan zevklenerek.
“Peki, bu neyi ispatlar?” diye sordu yavaş ve teşvik edici bir sesle.
“Ah, öyle değil mi ya?” diye mırıldandım. “Neyi ispatlar ki bu?”
“Söyleyeyim mi sana?” dedi fazla cilalı bir sesle.
“Ne olur, söyleyin!”
“Bu, senin Londra’nın en adi üçkâğıtçısı olduğunu ispatlar!” diye kükredi ani bir öfke patlamasıyla. “Bilimle ilgisi ancak dürüstlüğü kadar olan rezil, aşağılık bir gazeteci sürüngen olduğunu!”
Gözlerinde deli gibi bir öfke parıltısıyla ayağa fırlayıvermişti. Bu gerilim anında bile, onun aslında oldukça kısa boylu birisi olduğunu fark ederek şaşırmaya zaman bulmuştum. Kafası ancak omuzlarıma geliyordu; muazzam enerjisi tamamen enine boyuna ve beyninin derinliklerine dek işlemiş bir cep herkülüydü sanki.
“Zırvalık!” diye haykırdı, parmakları masada, öne doğru eğilip suratını uzatarak.
“Seninle konuştuklarım bilimsel zırvalıktan başka bir şey değildi bayım! O fındık kadar beyninle benimle başa çıkabileceğini mi zannetmiştin? Sizi gidi cehennemlik yazıcı takımı sizi, her işe soyunabileceğinizi zannedersiniz, değil mi? Övgüler düzerek birisini adam edebileceğinizi, sonra da suçlayarak yerin dibine batırabileceğinizi sanırsınız, ha? Önünüzde saygıyla eğilip iyi şeyler yazmanız için uğraşmalıyız, değil mi? Bu adam keyfine baksın, diğeri sürünsün! Sizi gidi solucan sürüsü, topunuzu biliyorum ben sizin! Çizmeyi aştınız artık. Kulaklarınızı kırpma zamanı geldi de geçiyor bile, sizi fazla şişmiş gaz torbaları! Haddinizi bildireceğim hepinize! Evet bayım, G.E. Challenger’la başa çıkamadınız. Burada hâlâ sizin efendiniz olan bir adam var. Sizi uzak durmanız için uyardı ama hâlâ gelmeye devam ediyorsanız, Tanrı adına başınızın çaresine bakmaya da hazırlanın bakalım. Ödeşme zamanı. Sevgili Bay Malone, cezanı vereceğim senin! Tehlikeli bir oyun oynadın ve bana öyle geliyor ki kaybettin.”
“Bakın, efendim…” dedim kapıya doğru gerileyip açarak. “İstediğiniz kadar hakaret edebilirsiniz. Ama bir yere kadar. Bana saldıramazsınız.”
“Öyle mi dersin?”
Garip ve tehditkâr bir havada ilerliyordu; birden durarak kocaman ellerini, üzerine giydiği, çocuk ceketine benzer kısa ceketinin yan ceplerine soktu.
“Senin gibi birkaç tanesini evden dışarı fırlattım. Sen dördüncü veya beşincisi olacaksın. Üç sterlin on beş peni; her biri için ortalama hesap. Pahalı ama çok gerekli. Evet bayım, sen niye kardeşlerini takip etmeyesin ki? Bence gayet uygun.”
Usta bir dansçı gibi parmaklarının üzerinde yürüyerek, sinsi ve tehditkâr biçimde ilerlemeye devam etti.
Salon kapısına doğru kaçabilirdim ama bu çok yüz kızartıcı bir davranış olacaktı. Üstelik haklı bir öfke de içimde kabarmaya başlamıştı. Daha önce yerden göğe haksızdım belki ama bu adamın tehditleri beni haklı duruma sokuyordu artık.
“Benden uzak durmanızı ihtar ediyorum, efendim. Buna izin vermeyeceğim.”
“Bak sen şu işe!..”
Siyah bıyık yukarı kalktı ve beyaz dişler, sanki adam hırlamaya hazırlanıyormuş gibi ortaya çıktı.
“İzin vermeyeceksin demek, ha?”
“Aptallık etmeyin profesör!” diye bağırdım. “Neyinize güveniyorsunuz ki? Tam doksan kiloyum, zımba gibiyim ve her cumartesi Londra’da İrlandalılar takımında orta alan da oynuyorum. Ben sizin bildiğiniz adamlardan…”
Tam bu anda üzerime atılmıştı. Neyse ki kapıyı açmıştım, yoksa herhâlde kırıp içinden geçecektik. Birlikte bir Katerina burgusu yaparak aşağı yuvarlandık. Her nasılsa yolumuzun üstündeki bir sandalyeyi de yakalayarak onunla birlikte caddeye fırlamıştık. Ağzım onun sakalıyla dolmuş, kollarımız kilitlenmiş, vücutlarımız birbirine dolanmış ve o Tanrı’nın cezası sandalyenin ayakları da bütün vücudumuzu sarmalamıştı. Dikkatli Austin, salonun kapısını açmıştı. Sırtüstü bir parende atarak evin önündeki merdivenlerden aşağı uçtuk. Sandalye yere vurunca kibrit çöpü gibi parçalandı, bizse ayrılarak su oluğunun içine yuvarlandık. Profesör ayağa fırlayarak yumruklarını gösterirken bir yandan da astımlılar gibi ıslıklı nefes alıp veriyordu.
“Bu kadar yeter mi?” diyerek soludu.
“Seni Tanrı’nın belası zorba!” diye bağırdım kendimi toparlarken.
Adam kavga için iyice bilenmiş ve hazırdı; tam birbirimize girmek üzereydik ki şans eseri bu berbat durumdan kurtuldum. Elinde not defteriyle bir polis yanı başımızda belirmişti.
“Neler oluyor? Kendinizden utanmalısınız.” diye söylendi polis. Bu, Enmore Park’ta duyduğum en aklı başında laftı doğrusu.
“Eee?” dedi ısrarla bana dönerek. “Anlatın bakalım.”
“Bu adam bana saldırdı.” dedim.
Polis: “Saldırdınız mı?” diye sordu.
Profesör hızlı hızlı soluyarak hiçbir şey söylemedi.
“Bu ilk defa olmuyor zaten.” dedi polis haşince ve başını sallayarak. “Geçen ay da aynı sebepten başınız belaya girmişti. Bu delikanlının gözünü morartmışsınız. Şikayetçi misiniz, bayım?”
Yumuşayarak, “Hayır.” dedim. “Hayır, şikâyetçi değilim.”
“Nedir bütün bu olup biten?” dedi polis.
“Benim suçum. Kendisini rahatsız ettim. Bana uyarıda da bulunmuştu üstelik.”
Polis not defterini kapatmıştı.
“Bir daha böyle işler çıkarmayın başınıza.” dedi. “Sizler de dağılın bakalım, haydi, haydi!” diye söylendi, hemencecik etrafımızda toplanan bir kasap çırağı, bir hizmetçi ve birkaç sokak serserisine.
Bu ufak sürüyü önüne katarak bastı gitti. Profesör bana bakıyordu ve gözlerinin ardında muzipçe bir ifade vardı.
“İçeri gel!” dedi. “Seninle daha işim bitmedi.”
Konuşmasında tekin olmayan bir hava vardı ama buna rağmen onu takip ederek eve girdim. Tahtadan oyulmuş heykele benzeyen erkek hizmetçi Austin, kapıyı arkamızdan kapattı.
4. BÖLÜM
“Dünyadaki En Büyük Olay”
Kapı henüz kapanmıştı ki Bayan Challenger yemek odasından ok gibi fırlayıverdi. Ufak tefek kadın, öfke içinde burnundan soluyordu. Buldog köpeğinin yoluna çıkan öfkeli bir tavuk gibi kocasının önünü kesti. Benim dışarı çıkışımı gördüğü belliydi ama henüz, geri döndüğümü görmemişti.
“George, seni hayvan!” diye bir çığlık attı. “O nazik delikanlıyı yaraladın!”
Başparmağıyla arkaya doğru dönerek, “İşte burada, arkada, hiçbir şeyi de yok.” dedi profesör.
Haklı olarak kafası karışmıştı kadının.
“Özür dilerim, sizi görmemiştim.”
“Merak etmeyin efendim, her şey yolunda.”
“Yüzünüzü yaralamış sizin ama!.. Oh, George, zorbanın birisin sen! Bütün bir hafta boyunca rezalet, başka bir şey yok! Herkes seninle alay ediyor, eğleniyor. Benim bile sabrımı taşırdın. Yeter artık, anlıyor musun?”
“Kirli çarşaf!” diye kükredi profesör.
“Bu işin gizli yanı kalmadı. Bütün caddenin, belki de bütün Londra’nın… Çık dışarı Austin, burada işin yok! Senin hakkında konuşmadıklarını mı zannediyorsun? Nerede kaldı senin şerefin? Sen ki şimdi büyük bir üniversitede, etrafında binlerce talebenin saygıyla döndüğü bir kraliyet profesörü olmalıydın. Nerede kaldı senin şerefin George?”
“Ya seninki, sevgilim?”
“Sabrımı fazla zorluyorsun. Bir kabadayı; adi, kavgacı bir kabadayı oldun sen!”
“Kendine gel, Jessie!”
“Hırlayan, gürleyen, kudurmuş bir zorba!”
“Bu kadarı da fazla. Kefaret vakti!” dedi profesör.
Eğilip onu kucakladığı gibi salonun köşesindeki siyah mermerin yüksek kaidesine oturtunca şaşırıp kalmıştım. Kaide en az iki metre yükseklikteydi ve öylesine inceydi ki kadıncağız üzerinde zorlukla durabiliyordu. Hayatımda böyle gülünç bir şey görmemiştim; suratı öfkeyle buruşmuştu, ayakları sallanıyordu ve vücudu düşme korkusuyla katılaşmıştı.
“İndir beni!” diye inledi.
“ ‘Lütfen’ de.”
“George, seni gidi zorba seni. Hemen indir beni diyorum sana!”
“Bay Malone, çalışma odama gelin.”
“İyi ama efendim…” dedim kadıncağıza bakarak.
“Bak, Bay Malone senin için ricada bulunuyor Jessie. ‘Lütfen’ dersen aşağı inersin.”
“Zorba herif seni! Lütfen! Lütfen!”
“Kendine hâkim olmalısın, tatlım. Bay Malone, basından. Sonra yarınki paçavrasında seni yazıp komşu civarda bir düzine fazla satar bak. Yüksek düzeyli yaşam üzerine ilginç bir hikâye… O kaide üzerinde kendini bayağı yüksekte hissettin, değil mi? Sonra da bir alt başlık: ‘Tuhaf bir ev idaresi…’ Ne de olsa Bay Malone da bir leş yiyicisi, tıpkı benzerleri gibi… Porcus ex grege diaboli… Şeytanın sürüsünden bir domuz. Öyle değil mi Malone, ha?”
“Gerçekten de çekilir gibi değilsiniz ama!..” dedim kızgınlıkla.
Homurtuyla bir kahkaha attı.
“Şimdi bir koalisyon yapacağız!” diye gürledi karısının yanından dönüp bana bakarak ve kocaman göğsünü şişirerek.
Hemen arkasından da sesinin tonunu birdenbire değiştirip, “Bu uçarı aile şakasını mazur görün Bay Malone.” dedi. “Sizi buraya ciddi bir konuyla ilgili olarak geri çağırdım, yoksa böyle aile arası latifelere bulaştırmak için değil.” Haydi küçüğüm, git şimdi ve endişelenme.” Dev gibi ellerini kadının omuzlarına yerleştirmişti.
“Söylediklerinin hepsi doğru. Senin tavsiyelerini dinleseydim daha iyi bir adam olurdum, doğru, ancak asla bir George Edward Challenger olamazdım. Bir sürü iyi adam var, ama G. E. C. sadece bir tane. Onun için ondan iyi istifade etmeye bak.”
Kadını aniden öyle bir gürültü çıkararak öptü ki bu beni deminki şiddet gösterisinden bile daha çok utandırdı.
“Şimdi, Bay Malone…” dedi, sesinde büyük bir vakarla, “Bu taraftan, eğer lütfederseniz.”
On dakika önce büyük bir kargaşayla terk ettiğimiz odaya yeniden girmiştik. Profesör, kapıyı arkamdan dikkatle kapatarak oturmam için bir koltuk işaret ettikten sonra burnumun ucuna bir puro kutusu dayayıverdi.
“Hakiki San Juan Colorado.” dedi. “Senin gibi heyecanlı insanlar böyle keyif verici şeylerden anlar. Tanrı aşkına, onu ısırayım deme sakın! Kes, keserken de saygı göster! Şimdi arkana yaslan ve sana ne anlatmayı uygun görüyorsam dikkatle dinle. Kafana takılan bir şey olursa sorularını daha münasip bir zaman için saklamaya bak. Öncelikle gayet yerinde bir dışarı atılmadan sonra evime dönüşün…”
Sakalını çekiştirerek, meydan okuyup hır çıkarmak istermiş gibi bir ifadeyle dik dik bana baktı:
“Evet, haklı olarak dışarı atılmandan sonra eve yeniden dönüşüne geleyim. Bunun sebebi, o baş belası polise verdiğin cevapta yatıyor. Bu cevabında, belirtmem gerekir ki bağlı olduğun meslek grubuna rağmen, bir iyi niyet ışığı sezdim. Olaydaki hatayı kabullenmekle ne kadar düşünceli olduğunu gösterdin, bu da benim takdirimi kazanmana yetti. Ne yazık ki mensubu olduğun alt sınıf insan takımı, her zaman benim zekâ ufkumun aşağılarında yer almıştır. Ama sözlerin, seni aniden üste çıkardı. Benim ciddiye alabileceğim bir seviyeye yükseldin. İşte bu sebepten seni tekrar eve davet ettim, seninle daha normal şartlarda tanışmayı düşündüğümden. Küllerini lütfen sol dirseğinin yanındaki bambu masanın üzerinde duran küçük Japon tepsisinin üzerine silkiver.”
Bütün bunları sanki sınıfına hitap eden bir profesör gibi gürleyerek söylemişti. Benimle yüz yüze gelebilmek için döner sandalyesini çevirmiş ve kocaman bir kurbağa gibi oflayıp puflayarak üzerine oturmuştu. Kafasını arkaya atmış, kibirli göz kapakları, gözlerini yarı yarıya örtmüştü. Şimdi aniden yana dönünce yüzünün tek görebildiğim yeri, dağınık saçları ve dışarı çıkıntı yapmış kırmızı bir kulaktı. Masasının üzerindeki kâğıt yığınını eşeleyip duruyordu. Sonunda elinde epey hırpalanmış görünen, resim defterine benzer bir defterle bana döndü:
“Seninle Güney Amerika hakkında konuşacağım.” dedi. “Hiçbir yorum yapmanı istemiyorum. Her şeyden önce şunu anlamanı istiyorum ki kesin iznim olmadıkça sana şimdi anlatacağım hiçbir şeyi, hiçbir şekilde halka açıklamayacaksın. Bu izin ise ben beni bildiğim müddetçe asla verilmeyecek. Bu anlaşıldı mı?”
“İşte bu çok zor.” dedim. “Mutlaka ki makul bir ifade…”
Defteri tekrar masanın üzerine koydu.
“Bu iş burada biter. Sana hayırlı sabahlar diliyorum.”
“Hayır, hayır!” diye haykırdım. “Bütün şartları kabul ediyorum. Zaten başka şansım da yok gibi gözüküyor.”
“Zerre kadar yok.” dedi.
“Tamam, o zaman söz veriyorum.”
“Şeref sözü mü?”
“Şeref sözü.”
Küstah gözlerinde kuşkuyla baktı bana.
“İyi de senin şerefin hakkında ne biliyorum ki?” dedi.
“Sözüm sözdür, efendim!” diye hiddetle bağırdım. “Çok ileri gidiyorsunuz! Hayatımda hiç böyle hakarete uğramadım ben!”
Bu parlayışım, sinirlendirmekten çok, onun ilgisini çekmişti.
“Yuvarlak kafa.” diye mırıldandı, “Brakisefal, gri gözlü, siyah saçlı, hafif bir negro havası mevcut. Bir Kelt’sin herhâlde?”
“İrlandalıyım efendim.”
“İrlandalı İrlandalı mı?”
“Evet, efendim.”
“Tabii, bu her şeyi açıklıyor. Bir bakalım; güvenimin zedelenmeyeceğine dair bana söz vermiştin, değil mi? Bu güvenin tam bir güven olmayacağını söylemeliyim. Yine de sana ilgini çekecek birkaç işaret verebilirim. Başlangıç olarak, herhâlde iki sene önce Güney Amerika’ya bir gezi yaptığımdan haberdarsındır; bilimsel tarih itibarıyla dünyada klasik olacak bir gezi. Gezinin amacı Wallace ve Bates’in vardığı bazı sonuçları teyit etmekti, ki bunu ancak onların rapor ettiği verileri, aynen onların yaşadığı şartlar altında yaşayarak sağlayabilirdim. Yolculuğumun başka hiçbir getirisi olmasa bile bu açıdan önemli sayılacaktı. Ancak orada bulunduğum sırada başımdan geçen garip bir vaka, olayın boyutunu tamamen değiştirerek önümde yepyeni ufuklar açılmasına neden oldu.
Herhâlde farkındasındır ki -veya belki de yarım yamalak eğitim verilen böyle bir devirde farkında değilsin- Amazon’un etrafındaki bazı bölgeler sadece kısmi olarak keşfedildi ve bazıları bütünüyle harita dışı olan çok sayıda akarsu ana nehre akmakta. Amacım, bu az bilinen sapa bölgeyi ziyaret edip burada yaşayan hayvanlar hakkında bilgi toplamaktı. Buradan elde ettiğim materyal, hayatımı adadığım büyük zooloji şaheserinin birkaç bölümünü oluşturacak. İşimi bitirmiş geri dönerken, ana nehre dökülen belli bir akarsuyun -adı ve konumu bende saklı- yakınındaki küçük bir yerli köyünde geceyi geçirme fırsatı buldum. Burada arkadaş canlısı fakat zekâ düzeyleri ortalama bir Londralıdan daha yüksek olmayan bir ırktan gelen Cucama kabilesine ait yerliler yaşıyordu. Nehrin yukarısına doğru ilerlerken aralarından çoğunu tedavi etmiş ve kişiliğimle onları oldukça etkilemiştim. Bu yüzden geri döndüğümde hevesle beni beklediklerini görmem, beni pek de şaşırtmamıştı. İşaretlerinden anladığım kadarıyla birisinin acil olarak tıbbi müdahaleye ihtiyacı vardı. Reisi takip ederek kulübelerden birine girdiğimde, yardımına çağrıldığım adamın o anda canını teslim ettiğini gördüm. Beni asıl şaşırtan şey ise bu adamın yerli değil, beyaz biri olmasıydı. Hem de nasıl beyaz; mısır püskülü rengi saçları ve albinoları andıran bazı özellikleri vardı. Paçavralar içindeki bir deri bir kemik görüntüsüyle uzun süren zorluklara maruz kaldığı her hâlinden belliydi. Yerlilerin anlattıklarından çıkarabildiğim kadarıyla adam, köye yalnız başına, ormandan gelmişti ve geldiğinde de hayatının son demlerini yaşamaktaydı. Adamın sedirin yanında duran sırt çantasını açarak içindekileri bir gözden geçirdim. Bir etiketin üstünde ismi yazılıydı: Maple White, Lake Caddesi, Detroit, Michigan. İşte bu isme her zaman şapkamı çıkartmaya hazırım. Bu iş bittiği zaman, şeref listesinde onun adının benimkiyle aynı mevkide yer alacağını söylemem hiç de abartı olmayacak.
Çantanın içindekilerden, bu adamın ilham peşindeki bir ressam ve şair olduğu anlaşılıyordu. Kâğıtlara yazılı pek çok dize gözüme çarpmıştı. Bu gibi konularda uzman olduğumu iddia edemem ama sanki bunlar bana eften püften, değersiz şeylermiş gibi gelmişti. Bunların yanı sıra alelade nehir manzaralı resimler, boya kutusu, bir kutu renkli tebeşir, birkaç fırça, şu hokkanın üzerinde duran oyuk kemik, Baxter’ın ‘Güveler ve Kelebekler’ adlı bir cilt kitabı, ucuz bir revolver ve birkaç da mermi fişeği vardı. Şahsi eşya olarak ya hiçbir şeyi yoktu ya da yolculuğu sırasında bunları kaybetmişti. İşte bu garip Amerikalı bohemin bütün varlığı bundan ibaretti.
Hırpani ceketinin ön cebinden çıkıntı yapmış bir şeyler gözüme çarptığında, aslında yüzümü ondan öteye çevirmek üzereydim. Gözüme ilişen şey, resim defteriydi ve o zaman da şimdi gördüğün gibi tahrip olmuştu. Sana diyebilirim ki elime geçtiğinden beri bu esere gösterdiğim ihtimamı Shakespeare’in ilk baskı koleksiyonu bile görmemiştir. Şimdi bunu sana veriyorum; içindekileri sayfa sayfa incele.”
Kendisine bir puro aldıktan sonra arkasına yaslanarak müthiş dikkatli bakışlarla bu dokümanın bende nasıl bir etki yapacağını gözlemeye koyuldu.
Bir açıklama bulmak için defteri açmıştım ama bunun nasıl bir şey olacağını doğrusu pek düşünemiyordum. İlk sayfada, altında ‘Posta vapurundan Jimmy Colver’ yazılı bir işaret olan, kısa bir gemici paltosu giymiş çok şişman bir adamın resminden başka hiçbir şey olmaması biraz hayal kırıcıydı. Bundan sonraki birkaç sayfa, yerliler ve onların yaşamlarına dair resimlerle doluydu. Bir sonraki resim neşeli, etli butlu, şapkalı bir papazın resmiydi. Karşısında çok zayıf bir Avrupalı oturmuştu ve altında “Rosario’da Fra Cristofero’yla öğlen yemeği” yazılıyordu. Sonraki sayfalar kadın ve bebek resmi çalışmalarıyla doluydu. Ardından, altlarına açıklamalar yazılmış bir dizi hayvan çizimi geliyordu: “Kumsalda ki Deniz Ayısı”, “Kaplumbağalar ve Yumurtaları”, “Miriti Palmiyesi Altında Siyah Ajouti”. Bu açıklamanın yanına domuza benzer bir tür hayvan çizilmişti ve son olarak çift sayfaya çizilmiş, bayağı itici görünümlü ve uzun burunlu, büyük, keler cinsi hayvan çalışmalarına gelmiştim. Bunlardan pek bir şey anlamamıştım ve bunu da profesöre belirttim.
“Tabii, bunlar sadece krokodiller, değil mi?”
“Alligatorlar! Alligatorlar! Güney Amerika’da gerçek krokodil neredeyse yok gibidir. İkisi arasındaki fark…”
“Yani hiç olağanüstü bir şey göremedim diyordum. Sizin söylediklerinize değecek bir şey…”
Sakince gülümsedi.
“Bir sonraki sayfayı dene.” dedi.
Hâlâ profesöre katılmıyordum. Bu, kabaca renklendirilmiş, tam sayfa bir manzara resmi çalışmasıydı; bir açık hava ressamının daha sonra yapacağı daha kapsamlı çalışmalara eskiz olarak yaptığı cinsten. Resimde, yukarıya doğru bükülmüş, koyu kırmızı renkteki bir dizi tepelikte sona eren, soluk yeşil ve tüysü bir bitki örtüsü görülüyordu. Tepelikler, sanki, daha önce gördüğüm siyah mermer oluşumları gibi ilginç girinti ve çıkıntılara sahiptiler. Arka plandaki bir duvarın üzerine kadar uzanmışlardı. Hepsinden ayrı bir noktada, muazzam bir ağaçla taçlandırılmış piramidimsi bir kaya bulunuyordu. Ağaç, sanki bir yarıkla sarp kayadan ayrılıyormuş gibi duruyordu. Bütün bu manzaranın ardında mavi, tropikal bir gökyüzü vardı. İnce, yeşil bir bitki hattı, girintili çıkıntılı tepeliğin zirvesine yayılmıştı.
“Ee?..” diye sordu.
“İlginç bir oluşum olduğu belli.” dedim. “Fakat muhteşem olduğunu söyleyebilecek derecede jeoloji bilgim yok.”
“Muhteşem mi?” diye yineledi. “Eşsiz bu! İnanılmaz! Bu dünya üzerinde kimse böyle bir şeyin mümkün olduğunu hayal etmemiştir. Şimdi diğer sayfa.”
Sayfayı çevirince ağzımdan bir hayret nidası yükselmişti. Bütün bir sayfa, şimdiye kadar gördüğüm en olağanüstü yaratığın resmiyle kaplıydı. Bir afyonkeşin çılgın düşüydü bu, bir hezeyan. Kafa, bir kuşun kafasıydı, gövde ise şişmiş bir kertenkelenin. Yerde sürünen kuyruğun üstü, yukarıya kalkık dikenlerle doluydu ve kamburumsu sırt üzerinde horoz ibiğine benzer bir düzine et parçası, birbiri ardına testere dişi gibi sıralanmıştı. Bu yaratığın önünde gülünç bir manken duruyordu veya insan biçiminde bir cüce, öylece bakakalmıştı bu yaratığa.
“Ee, buna ne diyeceksin bakalım!” diye haykırdı profesör, ellerini zafer edasıyla ovuşturarak.
“Bir çirkinlik abidesi.”
“İyi de böyle bir hayvanı ona çizdirten neydi?”
“Ucuz cin herhâlde.”
“Yaa, yapabileceğin en iyi açıklama bu demek!”
“Peki, sizin açıklamanız nasıl acaba efendim?”
“En akla yatkın olanı, bu hayvanın gerçekten var olduğu ve hayattayken çizildiği.”
Tam gülmek üzereyken gözlerimin önüne koridordan aşağı bir Katerina burgusu daha yaparak uçuşumuz geldi.
“Şüphesiz.” dedim bir embesili idare edercesine. “Şüphesiz. Bununla beraber itiraf etmeliyim ki buradaki şu küçücük insan figürü aklımı karıştırıyor.” diye ekledim. “Eğer bir yerli olmuş olsaydı, bunu Amerika’daki bir pigme ırkına ait delil sayabilirdik, ancak gel gör ki güneş şapkalı bir Avrupalı bu.”
Profesör, kızgın bir bufalo gibi homurdandı:
“Gerçekten de sınırdasın sen! Düşünebileceğim olasılıkları arttırıyorsun. Beyin felci! Mental eylemsizlik! Harika!”
Beni kızdırabilmek için fazla gülünçleşmişti. Doğrusu bu, sonuçsuz bir çaba olurdu zira bu adama öfkelenmeye karar verdiğinizde her anınızı öfke içinde geçirmek zorunda kalıyordunuz. Bu yüzden ben de bıkkınca gülümsemekle yetindim.
“Bana adam biraz küçükmüş gibi geldi.” dedim.
“Buraya bak!” diye bağırdı, öne eğilip büyük, kıllı, sosis gibi parmağını resmin üzerine bastırarak. “Hayvanın arkasındaki şu bitkiyi görüyor musun? Herhâlde bunu da karahindiba veya Brüksel lahanası gibi bir şey zannettin, ha? Bu bir Fildişi palmiyesi ve bunlar yaklaşık on beş yirmi metre yüksekliğe ulaşırlar. Buraya bu adamın kasten konulduğunu anlamıyor musun? Gerçekten bu canavarın önünde durmuş olsaydı, bu resmi çizecek kadar yaşamazdı. Adam yükseklik ölçütü olması için kendini çizmiş. Bir metre elli beş santim boyunda diyelim bu adam için. Ağaç ondan on misli daha büyük, ki normali de zaten bu.”
“Vay canına!” diye bir çığlık attım. “Öyleyse siz bu hayvanın… Yani Charing Cross İstasyonu’nu olduğu gibi köpek kulübesi yapsanız yine de bu dev hayvanı içine sığdıramazsınız!”
“Abartıyı bir yana bırakırsak oldukça gelişmiş bir örnek olduğu doğru.” dedi profesör kayıtsız bir tavırla.
“Ancak tabii ki bütün insanlığın görüp geçirdiğini tek bir resimle silip atmayacaksınız herhâlde!” diye haykırdım. Bu arada kitabın kalan sayfalarını çevirerek başka hiçbir şey olmadığından emin olmuştum. “Gezgin bir Amerikalının, belki de esrarın etkisi altında veya yüksek ateşin hezeyanı altında çılgın hayal gücünü tatmin etmek için yaptığı tek bir resim… Bir bilim adamı olarak böyle bir şeyi savunamazsınız.”
Profesör cevap olarak raftan bir kitap indirdi.
“Bu, yetenekli arkadaşım Ray Lankester’ın hazırladığı mükemmel bir monograf. Burada senin ilgini çekecek bir illüstrasyon var. Ah, evet, işte burada! Altındaki yazı şöyle: ‘Jura Dönemi dinozorlarından stegosaurus’un gerçek hayattaki muhtemel görünüşü. Sadece arka bacağı bile yetişkin bir erkeğin iki misli uzunluğundadır.’ Evet, buna ne diyorsun?”
Açık kitabı bana uzattı. Resme baktım. Bu ölü dünyaya ait hayvanın yeniden canlandırılmış resmiyle meçhul ressamın çizdiği hayvan arasında kesinlikle çok büyük benzerlik vardı.
“Gerçekten hayret verici bu!” dedim.
“Ama yine de kesin olduğunu kabul etmiyorsun?”
“Tabii, bir rastlantı olabilir veya bu Amerikalı buna benzer bir resim görüp bunu hafızasında saklamış olabilir. Bir hezeyan nöbetinde de tekrar bilinç üstüne çıkmış olması ihtimali var.”
“Çok güzel!” dedi profesör razı olmuş bir tavırla. “Bunu şimdilik bırakalım. Şimdi senden şu kemiğe göz atmanı rica edeceğim.”
Daha önceden, ölmüş bir adamın çantasından çıktığını belirttiği kemiği uzattı. Aşağı yukarı on beş santim uzunluğundaydı, başparmağımdan daha kalındı ve bir ucunda kurumuş kıkırdak olduğunu gösterir izler vardı.
“Sence bu kemik, hangi bildik yaratığa ait olabilir?”
Kemiği dikkatlice inceleyerek yarı yarıya unuttuğum bilgilerimi hatırlamaya çalıştım.
“İnsana ait çok kalın bir köprücük kemiği olabilir.” dedim.
Profesör aşağı gören bir tavırla elini sallayarak itiraz etti.
“İnsanın köprücük kemiği kavislidir. Bu düz. Şu düz yüzeyindeki oyuk, üzerinde büyük bir sinirin enlemesine seyrettiğine işaret ediyor ki köprücük kemiğinde bu söz konusu olamazdı.”
“O zaman itiraf etmeliyim ki ne olduğunu bilemiyorum.”
“Cahilliğinin ortaya çıkmasından çekinmene gerek yok çünkü bütün Güney Kensington halkı bir araya gelse bile buna isim koyamazdı.”
Bir ilaç kutusundan, bakla tanesi boyunda ufak bir kemik çıkardı.
“Benim düşünceme göre işte şu insan kemiği de senin elinde tuttuğun kemiğin bir eş değeri. Bu, sana yaratığın cüssesi hakkında bir bilgi verebilir. Üzerindeki kıkırdak dokusuna dikkatini çekerim zira buradan, bunun bir fosil değil, yeni bir kemik olduğunu anlayabilirsin. Buna ne diyeceksin?”
“Tabii ki bir filin…”
Sanki bir yeri acıyormuş gibi yüzünü buruşturdu.
“Yapma! Bana Güney Amerika’da fillerden bahsetme. Şimdiki parasız devlet okullarında bile…”
“Tamam.” diye lafını kestim. “Herhangi büyük bir Güney Amerika hayvanı o zaman; tapir mesela.”
“Delikanlı, kendi işimin ehli olduğumdan emin olabilirsin. Bu kemik, zooloji ilminin tanıdığı kadarıyla ne bir tapire ne de başka bir yaratığa ait olabilir. Bu, yeryüzünde var olan fakat henüz bilimin aydınlatmadığı, her yönüyle çok büyük, çok kuvvetli ve çok yırtıcı bir hayvana ait. Hâlâ inanmıyor musun?”
“En azından çok ilgimi çekti diyelim.”
“O zaman senden hâlâ umudumuz var demektir. Bana kalırsa içinde bir yerlerde bir merak var, eh, biz de sabırla bunun etrafında bir dolaşalım bakalım. Şimdilik, ölen Amerikalıyı unutup benim hikâyeme devam edelim. Tahmin edebileceğin gibi bu meseleyi derinlemesine incelemeden Amazon’dan geri dönmem çok zordu. Üstelik ölen gezginin ne taraftan geldiğine dair izler de vardı. En azından yerli efsaneleri bana yol gösterebilirdi. Çünkü bazı söylentilerin bütün nehir kabileleri arasında ortak olarak anlatılageldiğini keşfetmiştim. Garip bir bölgeden bahsediliyordu. Curupuri’yi duymuşsundur mutlaka?”
“Hiç duymadım.”
“Curupuri, ormanın ruhudur; korkunç bir şey, kötü, sakınılması gereken bir varlık. Kimse onun şeklini şemailini tarif edemez veya gerçek kimliğini bilmez fakat bu kelimenin söylenmesi bile yerlilerin yüreğine müthiş bir korku indirmeye yeterlidir. Bütün kabileler, Curupuri’nin hangi tarafta yaşadığında hemfikirdi. Amerikalının geldiği yöndü bu. Orada korkunç bir şey vardı ve bunun ne olduğunu bulmak da benim görevimdi.”
“Ne yaptınız?”
Bütün alaycı tavırlarım kaybolmuştu artık. Bu koca adam, insanın dikkatini ve saygısını celbediyordu.
“Yerlilerin aşırı isteksizliklerinin üstesinden geldim. Bu öyle bir isteksizlikti ki konu hakkında konuşmak bile onları tedirgin ediyordu. Bazen makul bir şekilde ikna ederek bazen hediye vererek ve kabul etmeliyim ki biraz da zora başvurarak, bunlardan ikisine rehberlik yaptırttım. Anlatması gereksiz bir sürü maceradan sonra, şimdilik gizli tuttuğum bir yöne doğru hareket ederek, sonunda benden önceki Amerikalının dışında kimsenin ayak basmadığı, şimdiye kadar hiç bahsedilmeyen bir bölgeye ulaştık. Lütfen şuna bir bakar mısın?”
Bana bir fotoğraf uzattı, yarım tabaka boyutundaydı bu.
“Yetersiz görünümünün nedeni, nehirden aşağı yolculuk sırasında kanonun çalkalanması ve banyo edilmemiş filmin içinde bulunduğu kutunun kırılmış olması. Neredeyse bütün film mahvoldu, telafisi imkânsız bir kayıp. Bu, kısmen kurtarabildiğim birkaç filmden biri; filmin yetersizliği ve anormalliği üzerine yaptığım açıklamayı lütfen kabul et. Bazı sahtecilik söylentileri oldu. Böyle bir şeyi tartışmayı canım hiç istemiyor.”
Fotoğraf hakikaten de oldukça bulanıktı. Kaba bir eleştirmen, bu loş yüzeyi pekâlâ yanlış değerlendirebilirdi. Sönük, renksiz bir manzara resmiydi bu ve yavaş yavaş detaylarını kavradıkça bunun, ön planda ağaçlarla kaplı bir ova olan, uzaktan bakıldığında aynı kocaman bir şelaleye benzeyen, uzun ve çok yüksek falezleri temsil ettiğini anlayabildim.
“Herhâlde bu, resmi çizilen yerle aynı.” dedim.
“Aynı yer.” diye cevapladı profesör. “Adamın kamp yerinin izlerini buldum. Şimdi şuna bir bak.”
Aynı yerin daha yakın plandan bir çekimiydi bu fakat resim büsbütün zedelenmişti. Üzeri ağaçla taçlanmış sarp kayalıktan ayrılmış kaya parçasını belirgin olarak seçebiliyordum.
“Hiçbir şüphem kalmadı.” dedim.
“Eh, bunu kazanç hanesine yazabiliriz.” dedi. “İlerlemeye başladık, değil mi? Şimdi lütfen şu kayalık zirvenin tepesine bakar mısın? Bir şey görebiliyor musun orada?”
“Kocaman bir ağaç.”
“Peki, ağacın üzerinde?”
“Büyük bir kuş.” dedim.
Bana bir büyüteç uzattı.
“Evet.” dedim büyüteçten bakarak. “Büyük bir kuş, ağacın üzerinde duruyor. Epey de azametli bir gagası varmış gibi gözüküyor. Bence bir pelikan bu.”
“Görüşünün keskinliğini pek övemeyeceğim.” dedi profesör. “Pelikan değil, aslına bakılırsa kuş da değil o. Belki de bu söz konusu örneği vurmayı başardığımı söylersem ilgini çeker. Bu, yaşadığım deneyimi mutlak bir şekilde ispat edebilecek, yanımda getirebildiğim tek delildi.”
“O hâlde hâlâ buna sahipsiniz?”
“Sahiptim. Ne yazık ki bir sürü başka şeyle birlikte, fotoğraflarımı telef eden bot kazasında kaybolup gitti. Girdapların arasında dönerek kaybolurken yakalayınca kanadının bir kısmı elimde kaldı. Karaya sürüklendiğimde öfkeden deliriyordum ama yine de şahane örneğimin kalan sefil parçası hâlâ bütün olarak duruyordu; şimdi bunu sana göstereceğim.”
Bir çekmeceden, büyük bir yarasa kanadının üst kısmına benzer bir şey çıkarttı. En az altmış santim uzunluğunda, altında zar gibi bir perde olan, kavisli bir kemik…
“Dev bir yarasa!” diye tahminde bulundum.
“Alakası bile yok.” dedi profesör haşince. “Bilimsel ve eğitimli insanların olduğu bir ortamda bulunmaya alıştığımdan olacak ki zoolojinin temel prensiplerinin bile bu derece az bilinmesini anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Herhâlde karşılaştırmalı anatomide ilk basamak olan şu gerçeği de bilmiyorsundur: Bir kuşun kanadı, aslında kuşun ön koludur. Buna mukabil bir yarasa kanadı ise aralarında zar olan, ince, uzun üç parmaktan oluşmuştur. Bu vakadaki kemiğin ön kol olmadığı kesin. Senin de gördüğün gibi bu tek parça zar, tek bir kemik üzerinde asılmış; dolayısıyla bir yarasaya da ait olamaz. Peki kuş veya yarasa değilse ne olabilir bu?”
Zaten az olan bilgi dağarcığım tükenmişti.
“Gerçekten bilemiyorum.” dedim.
Daha önce yardımına başvurduğumuz standart çalışma kitabını açtı.
“İşte!” dedi, parmağıyla olağanüstü bir uçan canavarı işaret ederek, “Jura Dönemi’ne ait uçan bir sürüngen olan dimorphodon veya pterodactyl’in mükemmel bir kopyası. Diğer sayfada kanat mekanizmasının bir çizimi var. Lütfen bunu elindeki örnekle bir karşılaştırıver.”
Şekle bakarken bir hayret dalgası sarmıştı beni âdeta. Artık kesinkes inanmıştım. Gerçeklerden kaçmak gereksizdi. Üst üste gelen deliller eziciydi. Resim, fotoğraflar, hikâye ve şimdi de bu örnek. Bütün deliller tamamdı. Bunu söyledim, hem de büyük bir içtenlikle, çünkü bana göre profesör yanlış anlaşılmış bir adamdı. Yarı kapalı göz kapakları ve onaylayan bir gülümsemeyle sandalyesinde arkasına yaslandı. Sanki aniden çıkan güneş altında keyifle güneşlenirmiş gibi bir havaya bürünmüştü.
“Bu, şimdiye kadar duyduğum, dünyadaki en büyük olay!” dedim.
Ancak bu, bilimsel görüşümden ziyade gazetecilik açısından duyduğum heyecandı.
“Muazzam bir şey bu. Siz, kayıp bir dünyayı keşfeden bir bilim dehasısınız. Eğer şüphe ediyor gibi gözüktüysem gerçekten çok özür dilerim. Böyle bir şeyi düşünebilmek imkânsızdı. Ama iyi bir delil gördüm mü bundan anlarım ve bence bu, herkes için geçerli olmalı.”
Profesör, bir kedi gibi zevkle mırıldandı.
“Peki, sonra, sonra ne yaptınız efendim?”
“Yağış mevsimiydi, Bay Malone ve azığım da tükenmişti. Bu koca uçurumun bazı bölgelerine keşif gezisi yaptım fakat buraları ölçekleyebilmenin bir yolunu bulamadım. Pterodactyl’i gördüğüm ve vurduğum yerdeki piramit şekilli kaya keşfe biraz daha elverişliydi. Biraz dağcılık yanım olduğundan, bunun yarısına kadar tırmanmayı becerebildim. Ulaştığım yükseklikten, tepedeki platonun görünümüne dair daha iyi bir izlenim elde etmiştim. Çok genişti; yeşillikle kaplanmış uçurumların ne doğuya ne de batıya doğru sonu görünüyordu. Aşağısı bataklık ve ormanlık bir alandı, yani çepeçevre yılanlar, böcekler ve humma. Burası, bu tuhaf bölgeye doğal bir koruma bariyeri oluşturmuştu.”
“Başka hayat belirtisi görebildiniz mi?”
“Hayır, göremedim fakat uçurumun eteğinde kamp kurduğumuz bir hafta boyunca yukarıdan gelen çok garip sesler duyduk.”
“Ama ya Amerikalının çizdiği yaratık? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?”
“Ancak onun zirveye eriştiğini ve bu hayvanı yukarıda gördüğünü varsayabiliriz. Bu yüzden biliyoruz ki yukarıya giden bir yol var. Aynı zamanda bunun çok zorlu bir yol olduğunu da tahmin edebiliyoruz. Aksi hâlde yaratıklar aşağıya inerek yakın bölgeye yayılmış olacaklardı. Herhâlde bu yeteri kadar açık, değil mi?”
“Ama orada var olmalarını nasıl izah edeceğiz?”
“Tahminime göre bu o kadar da çetrefilli bir problem değil.” dedi profesör. “Ancak bir tek açıklama olabilir. Güney Amerika, senin de duymuş olabileceğin gibi, granit bir kıta. İçerilerdeki bu bölgede, çok uzun bir dönem önce, ani bir volkanik hareketlenme meydana gelmiş olmalı. Bu uçurumların bazalt yapısına dikkatini çekerim; dolayısıyla bunlar plutonik. Muhtemelen Sussex kenti büyüklüğünde bir bölge, içindeki bütün canlılarla birlikte blok hâlinde yükselerek, çevresindeki dikey uçurumlar sayesinde kıtanın geri kalan kısmını etkileyen erozyona karşı doğal bir barikat oluşturdu. Peki, sonuç? Tabii ki doğal yaşam koşulları olduğu gibi korundu. Hayatta kalma mücadelesini etkileyen çeşitli faktörler nötralize edildi veya değiştirilmiş oldu. Böylece, belki de aksi hâlde nesli tükenecek yaratıklar, yaşamaya devam ettiler. Farkına varacağın gibi pterodactyl ve stegosaurus, Jura Dönemi’nin canlıları, yani yaşam döngüsünün çok önemli bir çağına aitler. Bu pek garip tesadüfi şartlar altında hayatta kalmışlar.”
“Ama deliliniz gayet inandırıcı. Yapmanız gereken, sadece bunu ehliyetli otoriteler önünde sergilemeniz olsa gerek.”
“Ben de basit olarak böyle düşünmüştüm.” dedi profesör acı acı. “Ancak söylemeliyim ki sonuç hiç de öyle olmadı. Her seferinde kısmen aptallıktan doğan kısmen de kıskançlıktan gelen bir inanmazlıkla karşılaştım. Ama benim yapımda, hiç kimseye yaltaklanmak yoktur bayım veya sözümden şüphe edildi diye kanıtlar aramak. İlk ataktan sonra elimde kanıt olabilecek hiçbir şeyi göstermeye tenezzül etmedim. Bu konu benim için artık nefret verici bir olay hâline gelmişti. Hakkında konuşmak istemiyordum. Senin gibi, halkın aptalca merakını temsil eden adamlar mahremiyet haklarıma tecavüz ettiğinde onlara karşı gerekli ağırbaşlılığı gösteremedim. Kabul ediyorum ki yapı itibarıyla çok ateşliyim ve kışkırtıldığımda şiddete başvurma eğilimim var. Korkarım, bunu sen de gözlemledin.”
Sessizce gözümü ovuşturdum.
“Karım, bu konuda benimle daima tartışma hâlinde kalmıştır, ancak bence her onurlu adam, benim gibi hissederdi. Yine de bu gece, iradenin duyguları nasıl kontrol edebileceğine dair uç bir örnek vermeyi tasarlıyorum. Seni sergiye davet ediyorum.”
Masasından bir kart uzattı.
“Gördüğün gibi popüler bir üne sahip olan Doğa Bilimci Bay Percival Waldron’ın da saat 08.30’da Zooloji Enstitüsü Salonu’nda ‘Çağların Kaydı’ adlı bir konferans vereceği ilan edilmiş. Konuşmacıya teşekkür etmek için özellikle ben de kürsüye davet edildim. Bunu yaparken de büyük bir dikkat ve incelikle dinleyicilerin ilgisini çekecek ve belki de mesele hakkında daha derinlemesine düşünmelerini sağlayacak birkaç söz atacağım ortaya. Kışkırtıcı değil tabii, anlıyorsun ya yalnızca bu işin daha derin olduğuna ilişkin sözler olacak bunlar. Mümkün olduğunca kendimi dizginleyeceğim, bakalım bu yöntem bana daha verimli bir sonuç getirebilecek mi?”
“Ve ben de gelebilirim demek?” diye hevesle sordum.
“Elbette!” diye cevapladı içtenlikle.
Arkadaş canlısı olduğunda da en az saldırgan olduğu kadar muazzam bir samimiyete sahipti. Yüzündeki iyilik timsali tebessüm harikulade bir şeydi, yarı açık yarı kapalı gözleriyle siyah sakalı arasında kalan yanakları sanki iki kırmızı elmaya dönüşüyordu böyle güldüğü zaman.
“Gel tabii! Her ne kadar yetersiz ve konu hakkında cahil olsa da dinleyiciler arasında bir destekçimin olması beni rahatlatır. Bana öyle geliyor ki Waldron için epey bir kalabalık gelecek; tepeden tırnağa bir şarlatan olmasına rağmen hayli tutkulu bir taraftar kitlesine sahiptir. Şimdi Bay Malone, sana planladığımdan çok daha fazla zaman ayırmış bulunmaktayım. Dünyaya mal olmuş bilgiyi bireylerin tekeline bırakmak doğru değil. Seni bu akşamki konferansta görmekten mutluluk duyacağım. Bu arada, sana gösterdiğim materyalin hiçbir şekilde basına aksettirilmemesi gerekliliğini anlıyorsun, tabii…”
“Fakat Bay McArdle -haber editörüm, biliyorsunuz- ne yaptığımı bilmek isteyecektir.”
“Ne istersen söyle ona. Bu arada, eğer başka birini casusluk için gönderirse onu kamçıyla karşılayacağımı da söyleyebilirsin. Her neyse bunun basında çıkmaması işini sana bırakıyorum. Çok güzel. O hâlde saat 08.00’de Zooloji Enstitüsü Salonu’nda görüşmek üzere.”
Beni kapıdan geçirirken edindiğim son izlenim, kırmızı yanakları, mavi siyah dalgalı sakalı ve tahammülsüz gözleri olmuştu.
5. BÖLÜM
“Soru!”
Profesör Challenger’la yaptığımız birinci görüşmenin fiziksel, ikincisinin ise zihinsel şokuyla kendimi bir kez daha Enmore Park’ta bulduğumda, iyice bitkinleşmiş bir gazeteciydim artık. Ağrıyan kafamda nabız gibi atan bir düşünce varsa o da bu adamın hikâyesinde bir gerçeklik olduğuydu. Bu olağanüstü bir şeydi ve bir şekilde gazetede yayımlama iznini aldığımda inanılmaz bir haber oluşturacaktı. Yolun sonunda bekleyen bir taksiye atladığım gibi çabucak ofise döndüm. McArdle her zamanki gibi görevi başındaydı.
“Ee!”diye bağırdı hevesle. “Bir iş çıkacak mı? Delikanlı, bana öyle geliyor ki sen boğuşmuşsun. Sakın adamın sana saldırdığını söyleme bana!”
“Başlangıçta pek anlaşamadık.”
“Nasıl biri olduğunu bilirim ben onun! Ne yaptın?”
“Eh, bir müddet sonra sakinleşti ve bir az sohbet ettik. Ama hiçbir şey alamadım ondan; yani yayımlamak için hiçbir şey.”
“Ben bundan pek emin değilim. Ondan bir mor göz almışsın ve bu da yayımlanmaya değer. Bay Malone, bu şiddete göz yumamayız. Bu adama haddini bildirmeliyiz. Yarın onun hakkında bir başmakale hazırlayacağım, bu biraz yankı getirecektir. Sen yeter ki bana hikâyeni ver, bu adamı sonsuza dek damgalayacağım. ‘Profesör Munchausen’ nasıl, iç başlık için iyi mi? Sir John Mandeville -Cagliostro- tarihteki bütün üçkâğıtçılar ve zorbalar! Onun nasıl bir sahtekâr olduğunu ortaya çıkaracağım.”
“Sizin yerinizde olsam bunu yapmazdım efendim.”
“Nedenmiş o?”
“Çünkü hiç de sahtekâr biri değil o.”
“Ne!” diye gürledi McArdle, “Yani sen şimdi bütün bu mamut, mastodon[4 - Nesli tükenmiş, fil benzeri bir hayvan (ç.n.).] ve büyük deniz ejderhası hikâyelerine inandığını mı söylüyorsun?”
“Bunları bilemem. Zaten onun da böyle şeyler iddia ettiğini zannetmiyorum. Ama yeni bir şeyler bulduğu kesin.”
“O zaman yaz da görelim şunu, Tanrı aşkına!”
“Bunu ben de çok istiyorum. Ancak bütün bildiklerimi, bana yazmamam koşuluyla anlattı.”
Profesörün hikâyesini birkaç cümleye sıkıştırarak anlattım.
“İşte böyle.”
McArdle’ın yüzünde derin bir inanmazlık ifadesi vardı.
“Pekâlâ, Bay Malone.” dedi sonunda. “Bu geceki şu bilimsel toplantıya gelelim, bu konuda bir gizlilik olamaz nasılsa. Bunu hiçbir gazetenin yazacağını sanmıyorum. Çünkü zaten Bay Waldron hakkında bir düzine yazı yazıldı. Üstelik kimsenin de Challenger’ın konuşacağından haberi yok. Eğer şansımız yaver giderse bu işin kaymağını yiyebiliriz. Sen nasıl olsa orada olacağına göre, bize tam takım bir rapor hazırlarsın. Gece yarısına kadar gazetede boş bir yeri hazır tutacağım.”
Günüm çok dolu geçmişti. Akşam da Savage Kulüpte Tarp Henry’yle erken saatte bir yemek yiyerek, ona yaşadığım maceranın bir kısmını anlattım. Avurtları içine çökmüş zayıf yüzünde kuşkucu bir ifadeyle beni dinlemiş, profesörün beni ikna ettiğini öğrendiği zaman gürültülü bir kahkaha koyvermişti.
“Sevgili dostum, gerçek hayatta böyle şeyler olmaz. İnsan rastgele büyük bir keşifle karşılaşıp sonra da elindeki delilleri kaybetmez. Sen bunu roman yazarlarına bırak. Bu adam bir tilki gibi kurnaz ve hilekârdır. Hepsi palavra bunların!”
“Peki, ya Amerikalı şair?”
“Hiçbir zaman var olmadı.”
“Resim defterini gördüm onun.”
“Challenger’ın defteriydi o.”
“O hayvanı onun çizdiğini mi söylüyorsun?”
“Tabii ki o çizdi, başka kim olabilir?”
“Ya fotoğraflar?”
“Fotoğraflarda hiçbir şey yoktu. Kendin de kabul ettiğin gibi, sadece bir kuş gördün.”
“Bir pterodactyl.”
“Bunu söyleyen o. Pterodactyl’i kafana o soktu.”
“Peki, ya kemikler?”
“Birincisi, bir İrlanda yahnisinden çıkma. İkincisi de o günkü temsil için sahneye konuldu. Eğer kafan çalışıyorsa ve ne yaptığını biliyorsan bir kemiği de aynı bir fotoğraf gibi kolayca taklit edebilirsin.”
Kendimi huzursuz hissetmeye başlamıştım. Belki de biraz çabuk teslim olmuştum profesöre. Sonra birden, aklıma sevindirici bir fikir geldi.
“Toplantıya gelecek misin?” diye sordum.
Tarp Henry düşünceli gözüküyordu.
“Pek sevilen birisi değil şu bizim cana yakın Challenger’ımız. Bir sürü insanın onunla görülecek hesabı var. Diyebilirim ki şu anda Londra’nın en nefret edilen adamı. Eğer tıp öğrencileri çıkagelirse sonu gelmez bir kargaşa yaşanacaktır. Bu hengâmeye bulaşmak istemiyorum.”
“En azından tezini kendi ağzından dinlemekle ona hakkını vermiş olacaksın.”
“Eh, belki de doğrusu bu. Pekâlâ, akşama seninleyim.”
Salona vardığımızda beklediğimizden çok daha büyük bir kalabalıkla karşılaşmıştık. Bir dizi taşıt, beyaz sakallı profesörlerden oluşan kargosunu boşaltırken, kemerli girişin altında toplanmış mütevazı yayaların oluşturduğu siyah hat, bu geceki dinleyici kitlesinin, bilim dünyasından olduğu kadar halkın içinden kişilerden oluştuğunu da gösteriyordu. Gerçekten de koltuklarımıza oturur oturmaz, galeride ve salonun arka kısımlarında genç hatta çocuksu bir havanın hâkim olduğunun farkına varmıştık. Arkama baktığımda sıra sıra oturmuş tıp talebelerinin bildik tiplerini görebiliyordum. Anlaşıldığı kadarıyla bütün büyük hastaneler kendi kontenjanlarını göndermişlerdi. Dinleyicilerin davranışları şimdilik neşeli fakat yaramazcaydı. Popüler parçalardan alıntılar, büyük bir neşeyle koro hâlinde söyleniyordu, ki böyle bilimsel bir konferansa başlangıç olarak biraz tuhaf kaçmıştı. Genel olarak şakalaşmaya olan eğilim, her ne kadar bunların hedefi olmanın şüphe götürür onurunu taşıyan profesörler için utandırıcı olsa da diğerleri için akşamın eğlenceli geçeceğine işaretti.
Bu yüzden yaşlı Doktor Meldrum, meşhur kıvrık uçlu opera şapkasıyla kürsüye çıktığında, “Nereden buldun o tuğlayı?” diye bir uğultu kopunca alelacele çıkararak onu el çabukluğuyla sandalyesinin altına saklamıştı. Gut hastası Profesör Wadley aksayarak koltuğuna yönelirken, salonun her köşesinden ayak parmağının nasıl olduğuna dair duygulu konuşmaların yayılması, adamcağızı hâliyle utandırmıştı. Bununla beraber en büyük gösteri, yeni tanışmış olduğum Profesör Challenger’ın girişten geçerek ön sıradaki koltukların en uç köşesindeki yerine yerleşmesiyle kopmuştu. Siyah sakalı köşeden gözükünce öyle bir hoş geldin hengâmesi patlamıştı ki Tarp Henry’nin burada toplanan kalabalığın sadece konferans için değil, ortalıkta dolanıp duran Profesör Challenger’ın da bu toplantıda yer alacağına dair söylentiler nedeniyle olduğu düşüncesinden ben de şüphe etmeye başlamıştım.
Profesörün salona girişi esnasında ön saflardaki iyi giyimli seyircilerden destekleyici gülüşmeler gelmişti. Sanki öğrencilerin o sırada yaptığı gösteriye onlar da katılıyor gibiydiler. Karşılama gerçekten de müthiş bir uğultu meydana getirmişti. Sanki etobur canlılar kafesindeki hayvanların, elinde kovayla ilerleyen bakıcının uzaktan yaklaşan adım seslerini duyması sırasında çıkardığı gürültüye benziyordu bu. Gürültünün tehditkâr bir havası vardı belki ama ben bunu daha çok olağan bir kalabalığın çıkardığı bir uğultu gibi görmüş; sevilmeyen veya kızılan birine değil de ilgi duyulan veya eğlendirici birine karşı sahneye konan gürültülü bir hoş geldin gösterisi olarak değerlendirmiştim aslında. Challenger, sanki havlayıp duran köpek yavrularını karşılayan nazik bir centilmen edasıyla, ölçülü ve küçük görür bir havayla gülümsemişti. Yavaşça oturarak göğsündeki nefesi dışarı verdikten sonra, elini sakalının üzerinde okşarcasına gezdirdi ve yarı açık yarı kapalı göz kapaklarının ardındaki kibirli gözleriyle, etrafını saran kalabalığa bir göz gezdirdi. Başkan Profesör Ronald Murray ve konferansçı Bay Waldron öne doğru ilerlerken, Challenger’ın salona girişi üzerine koparılan fırtına henüz dinmemişti bile. Sonunda oturum başladı.
Profesör Murray’nin çoğunlukla İngilizlerin muzdarip olduğu “duyulamama” kusuruna sahip olduğunu söylersem eminim kendisi beni affedecektir. Söyleyecek şeyleri duyulmaya layık olan insanların, bunları işitilir hâle getirmeyi öğrenmek için nasıl olup da en ufak bir çaba bile göstermedikleri, doğrusu çağımızın en garip bilinmezlerinden biri olsa gerek. Böyle insanların metodu, daha çok, kaynaktan aldıkları değerli cevheri iletken olmayan bir boru yoluyla depoya aktarmaya benziyor, ki aslında bu boru çok ufak bir gayretle açılabilir. Böylece Profesör Murray, kendi beyaz kravatıyla masadaki su sürahisine ve sağ tarafında muzipçe parıldayan gümüş şamdana birkaç derin anlamlı söz ettikten sonra yerine oturdu. Arkasından Bay Waldron, meşhur popüler konuşmacı, genel bir alkış tufanı ortasında kürsüye yöneldi. Bay Waldron, zayıf, haşin bir adamdı. Cırtlak bir sese ve saldırgan tavırlara sahipti. Ancak bununla beraber, başkalarının fikirlerini anlatmada bir ustalığa ve bunları sokaktaki adamın anlayabileceği bir dile çevirebilme hatta ilginç bir hâle sokma yeteneğine sahipti. En olmadık konular bile onun ağzında komik bir hâle gelebiliyor ve böylece Ay-Güneş Tutulması süreci veya omurgalıların oluşumu gibi konular, onun ele alışıyla mizahi bir havaya bürünebiliyordu.
Bilimin yorumladığı yaratılış gerçeğini gözlerimizin önüne kuş bakışı bir açıdan sunmuştu ve kullandığı dil her zaman yalın, bazen de resimseldi. Bize Dünya’yı; alevleri göklere yükselen, muazzam, yanıcı gaz kütlesini anlattı. Sonra katılaşmayı, soğumayı, dağları oluşturan büzüşmeyi, suya dönüşen buharı ve açıklanamayan hayat kavramının sahneye konulacağı platformun yavaş yavaş hazırlanmasını tasvir etti. Hayatın kaynağı hakkında gizli bir belirsizlik sergiliyordu. Hayatı meydana getiren mikroorganizmaların ilk plandaki kavurucu sıcaklığa dayanmalarına imkân olmadığından oldukça emindi. O hâlde yaşam daha sonra oluşmuştu. Veya yerkürenin soğuyan inorganik elementlerinden mi var etmişti kendisini? Büyük bir olasılıkla evet. Bu yapı taşları, dışarıdan, bir meteorun üzerinde mi gelmişti? Gerçek olması çok zor bir savdı bu. Genelde en bilge kişi, konu hakkında en az dogmatik görüşe sahip olan kişiydi. İnorganik maddelerden yaşam elde edemiyorduk veya en azından şimdiye kadarki laboratuvar denemeleri bunu göstermişti. Yaşamla ölüm arasındaki açıklığı birleştirebilecek bir köprüye, kimya bilgimiz henüz sahip değildi. Ancak doğanın kimyası daha yüksek, daha inceydi ve çağlar boyunca süregelen muhteşem etkileşimlerle, pekâlâ bizim anlayacağımız sonuçları üretebilirdi. Mesele şimdilik burada bırakılmalıydı.
Konuşmacı, konuyu böylece büyük hayvan merdivenine getirmişti. Ta en altta yumuşakçalar ve zayıf deniz yaratıklarından başlayarak, basamak basamak sürüngenlere, balıklara ve sonunda da bütün memelilerin -ve bu bağlamda salondaki bütün dinleyicilerin de- doğrudan atası sayılabilecek, yavrularını canlı olarak doğuran kanguru faresine kadar anlattı (“Hayır! Hayır!” dedi arka sıralardan bir öğrenci.). O, “Hayır, hayır!” diye bağıran, kırmızı kravatlı, genç delikanlı, ki herhâlde bir yumurtadan çıktığını iddia ediyordu, konferanstan sonra kendisini bekler miydi acaba, zira böyle bir garabeti görmekten büyük memnunluk duyacaktı (kahkahalar). Tabiatın çağlar süren deviniminin sonucunun bu kırmızı kravatlı delikanlı olmasını düşünmek çok garipti. Fakat süreç durmuş muydu? Bu kişi, türünün kesinlikle son örneği miydi, gelişim sürecinin sonu muydu? Bu delikanlı, kişisel hayatında ne gibi erdemlere sahip olursa olsun, kendisinin gelişimiyle muazzam evrim sürecinin hakkının verilmiş olamayacağını belirtmekle, delikanlının duygularını incitmemiş olacağını umuyordu. Evrim, durağan bir güç değil, devamlılığı olan bir süreçti ve bizi bekleyen daha nice büyük gelişmeler vardı.
Böylece kıs kıs gülüşler arasında, müdahale eden şahsı bir güzel benzettikten sonra, konuşması tekrar geçmişin manzarasına dönmüştü. Denizlerin kuruması, sahillerin ortaya çıkışı, zengin bir hayat tabakasına sahip göllerin kıyısındaki durağan, vahşi yaşam; deniz yaratıklarının balçık kıyılarda gizlenme eğilimi, onları bekleyen bol yiyecek kaynakları ve akabinde muazzam gelişmeleri.
“İşte bugün Wealden veya Solenhofen arduvazlarında gördüğümüz zaman bizi hâlâ korkutan büyük kertenkeleler bayanlar, baylar…” diye ekledi, “Fakat şanslıyız ki insan türü, gezegenimizde varlığını ortaya çıkarmazdan çok önce bunların nesli tükenmişti.”
“Soru!” diye bir ses gürledi platformdan.
Bay Waldron, müdahale ettiği için perişan ettiği kırmızı kravatlı şahıs örneğinde görüldüğü gibi, Tanrı vergisi keskin bir zekâya sahip, çok disiplinli bir konuşmacıydı. Ancak bu çıkış, ona öyle gülünç gelmişti ki bununla nasıl başa çıkacağını kavrayamamıştı. Çürük fikirli bir Bacon taraftarının, bir Şekspiryene saldırısı gibiydi bu veya bir gök bilimcisinin “Dünya düzdür.” diyen bir fanatiğin tacizine uğraması gibi bir şey. Bir müddet duraladıktan sonra sesini daha da yükselterek kelimeleri yavaş yavaş tekrarladı:
“İnsan oluşmadan önce nesilleri tükenmişti.”
“Soru!” diye gürledi ses bir kez daha.
Waldron şaşkınlıkla, platformda sıralanmış profesörlere göz atarken sonunda sandalyesinde arkaya yaslanmış ve sanki uykusunda gülümsüyormuş gibi keyifli bir ifadeyle gözlerini kapatmış olan Profesör Challenger’ı gördü.
“Ah, evet!” dedi bir omuz silkerek. “Dostumuz Profesör Challenger!”
Sonra da sanki bu son açıklama daha başka bir şey söylemeye gerek bırakmıyor dermişçesine, gülüşmeler arasında konuşmasını yeniden başlatmıştı.
Ancak olay, kapanmanın çok ötesindeydi. Konuşmacı, geçmişin hangi dönemecine saparsa sapsın, yolu dönüp dolaşıp yine neslin tükenmesine veya tarih öncesi devirlere geliyor ve bu da Profesör Challenger’dan aynı öküz böğürtüsü gibi sesin anında yükselmesine neden oluyordu. Seyirciler de artık bunu beklemeye başlamışlardı ve ses çıktığı anda onlar da coşkuyla gürlüyordu. Kalabalık öğrenci safları da olaya katılmıştı; öyle ki profesörün sakalı aralanıp ağzı her açıldığında, o daha hiçbir ses çıkarmaya fırsat bulamadan yüzlerce ses “Soru!” diye haykırıyor ve karşılığında da aynı sayıdaki seslerden “Kendinize gelin!”, “Rezalet!” nidaları yükseliyordu. Waldron, deneyimli bir konuşmacı ve sıkı bir adam olmasına rağmen sarsılmıştı. Duraklamaya, kekelemeye, kendi kendini tekrarlamaya başladıktan sonra, sonunda uzun bir cümlede takılıp kaldı ve hiddetle sıkıntılarının kaynağına döndü.
“Bu kadarı fazla artık!” diye öfkeyle haykırdı, platforma ateş saçan gözlerini dikerek. “Sizden bu cahilce ve kaba müdahalelerinizi durdurmanızı istemek zorundayım, Profesör Challenger.”
Şimdi salon suspus olmuş ve öğrenciler, Olimpos’taki büyük ilahların birbirleriyle kapışmalarını izlerken zevkle koltuklarına mıhlanmışlardı. Challenger, cüsseli bedenini yavaşça koltuğundan kaldırdı.
“Ben de buna karşılık sizden, bilimsel gerçeklerle uyuşmayan varsayımlarınızı sona erdirmenizi istemek durumundayım Bay Waldron.”
Sözcükler, bir kasırgayı serbest bırakmıştı. Küfürlerin ve eğlenceli bağırtıların arasından “Ayıp! Rezalet!”, “Bırakın konuşsun!”, “İhtar verin!”, “Dışarı çıkartın şunu!”, “Atın bu adamı platformdan dışarı!”, “Haklı!” nidaları yükseliyordu. Başkan ayağa kalkmış ellerini çırparken, heyecanla bir koyun gibi meleyerek:
“Profesör Challenger… kişisel… görüşler… daha sonra…” diyebilmişti ancak güçlükle duyulabilen sesinin en tepe noktalarında.
Müdahaleci, öne doğru eğilip selam verdikten sonra gülümseyerek sakalını okşamış ve tekrar koltuğuna çökmüştü. Waldron kızarmış, bozarmış ve savaşçı bir tavırla görüşlerini sunmaya devam etmişti. Arada sırada bir fikir öne sürdüğü zaman, yüzünde hâlâ aynı geniş ve mutlu gülümsemeyle derin bir uykuya dalmış gibi görünen rakibine zehirli bakışlar fırlatıyordu.
Sonunda konuşma bitti… Bana kalırsa bu biraz erkenceydi çünkü söylevin sonu biraz aceleye getirilmiş ve konu dağılmıştı. Konunun akışı kabaca kesilmişti ve seyirciler de huzursuz ve beklentili bir havaya girmişlerdi. Waldron yerine oturdu ve başkanın birkaç lakırdısından sonra Profesör Challenger ayağa kalkarak platformun köşesine doğru yürüdü.
Gazetenin ilgisi nedeniyle konuşmasını kelimesi kelimesine kaydettim.
“Bayanlar, baylar!” diye başladı konuşmasına arka sıralarda devam eden bir şamata arasında.
“Affedersiniz. Bayanlar, baylar ve çocuklar, demeliydim. Buradaki seyircilerin büyük bir bölümünü atladığım için özür dilemeliyim. (Profesör kürsüde havada tuttuğu bir eli ve anlayışlı bir ifadeyle salladığı kocaman kafasıyla, sanki Papa Hazretleri’nin kalabalığı kutsayışını taklit ediyordu ve ortalık iyice kıyamet yerine dönmüştü.) Az önce dinlediğimiz zengin ve hayal gücü açısından kuvvetli konuşması için Bay Waldron’a bir teşekkür oyu vermek için seçilmiş bulunuyorum. İçeriğinde katılmadığım noktalar var ki dile getirildiğinde bunlara dikkat çekmek görevimdi. Ancak her şeye rağmen Bay Waldron, gezegenimizin tarihi olduğuna inandığı olaylar dizisini basit ve ilginç bir şekilde anlatma amacını gayet güzel yerine getirdi. Popüler konuşmalar, dinlemesi en kolay olanlardır ama Bay Waldron (Burada Waldron’a bakarak göz kırptı.), bu tip konuşmaların zorunlu olarak hem yüzeysel hem de yanılgıya düşürücü olduğunu söylersem beni affedecektir mutlaka. Çünkü bu şekil konuşmalar, cahil dinleyicilerin anlayış seviyesine indirgenmek zorundadır. (ironik alkışlamalar). Popüler konuşmacıların doğasında asalaklık vardır (Bay Waldron’dan kızgın protesto hareketleri) Bunlar, para veya şöhret için fakir ve tanınmamış kardeşlerinin ortaya koyduğu işleri istismar ederler. Hâlbuki laboratuvarlarda elde edilen en ufak bir gerçek, bilim tapınağına konulan bir tuğlacık bile, ikinci el bilgilerin şov yapıldığı fakat geride faydalı hiçbir şey bırakmayan nafile bir saatten çok daha değerlidir. Bu belli görüşleri ortaya koymamın sebebi, özellikle Bay Waldron’ı küçük düşürmek arzusundan değil, ancak sizlerin dikkatinizin dağılıp kilisenin ayak işlerine bakan muavinle başpapazı karıştırmanızı önlemek içindir. (Bu noktada Bay Waldron, başkana bir şeyler fısıldayınca, başkan yarı kalkarak önündeki sürahiye haşince söylendi.) Fakat bu kadarı yeterli! (Şiddetli ve uzun süren alkışlamalar). Şimdi daha ilginç bir konuya geleyim. Orijinal bir araştırmacı olarak konuşmacımızın özellikle hangi konuda doğruluğunu sorguladım? Bazı tip hayvanların hayatının yeryüzündeki sürekliliği konusunda. Bu konu hakkında, amatör biri veya popüler bir konferansçı olarak değil, bilimsel vicdanı kendisini gerçeklere sıkı sıkıya bağlı olarak hareket etmeye zorlayan birisi olarak konuşuyorum. Evet, Bay Waldron varsayımında çok yanılmakta. Çünkü kendisi, tarih öncesi diye adlandırılan hiçbir hayvan görmedi ve bu yüzden de bunların neslinin ona göre tükenmiş olması lazım. Kendisinin de belirttiği gibi onlar gerçekten bizim atalarımız, ancak eğer tabir yerindeyse çağdaş atalarımız; zira yuvalarını araştırmak için yeterli çaba gösterilir ve enerji harcanırsa bu korkunç görünümlü müthiş hayvanlar hâlâ bulunabilir. Jura Dönemi’ne ait olduğu düşünülen yaratıklar, en büyük ve en yırtıcı memelilerimizi bir çırpıda avlayıp yutabilecek canavarlar, hâlâ yaşıyor. (‘Saçmalık!’, ‘İspatla!’, ‘Sen nereden biliyorsun?’, ‘Soru!’ bağırtıları.) Nereden bildiğimi mi soruyorsunuz? Biliyorum, çünkü onların gizli sığınaklarını ziyaret ettim.
Biliyorum, çünkü onlardan bazılarını gördüm. (Alkışlar, gürültüler ve bir ses: ‘Yalancı!’) Ben mi yalancıyım? (genel ve coşkulu bir onama) Birisinin bana yalancı dediğini mi duydum? Beni yalancı diye çağıran şahıs ayağa kalkma zahmetinde bulunabilir mi kendisini tanıyayım? (Bir ses: ‘İşte burada efendim!’ Bir grup öğrenci, kendileriyle şiddetle boğuşmaya çalışan ufak tefek, gözlüklü, hımbıl birisini havaya kaldırmıştı.) Bana yalancı demeye mi cüret ettin? (‘Hayır, efendim, hayır!’ diye bağırdı zanlı ve kutudan fırlayan yaylı soytarılar gibi ortadan kayboluverdi.) Eğer bu salonda doğru sözlülüğümden şüphe etmeye cüret eden biri varsa konferanstan sonra onunla bir çift laf etmekten zevk duyacağım. (‘Yalancı!’) Kim söyledi bunu? (Yine can havliyle öne doğru ittirilen hımbıl iyice havaya kaldırıldı.) Eğer aranıza gelirsem…”
(Genel koro hâlindeki “Gel, sevgilim, gel!” bağrışmaları bir süre için oturumun devamını engellerken, bu sırada başkan da ayağa kalkmış, kollarını sallayarak âdeta müziği yöneten orkestra şefi görünümüne bürünmüştü. Profesörün yüzü kıpkırmızı kesilmiş, burun çeperleri genişlemişti ve sakalı pırıl pırıl parlıyordu. Artık tamamıyla zıvanadan çıkmış bir hâldeydi.)
“Her büyük kâşif, hep aynı inanmazlıkla karşılanmıştır; aptallar sürüsünün değişmez tepkisidir bu. Büyük gerçekler önünüze serildiği zaman bunu anlamanıza yardım edecek sağduyudan ve ileri görüşlülükten yoksunsunuz. Siz ancak bilimde yeni sahalar açmak için canını bile tehlikeye atan adamlara çamur atmasını bilirsiniz. Peygambere eziyet ettiniz siz! Galileo! Darwin ve ben de…” (uzayan alkışlamalar ve oturumun devamının imkânsız hâle gelmesi)
Bütün bu aceleyle aldığım notlar, aslında o anda toplantı yerinin nasıl bir kıyamet yerine döndüğünü anlatmaktan çok uzaktı. Gürültü ve bağrışmalar öyle müthişti ki birkaç bayan aceleyle arkalara kaçmıştı. Ölesiye ciddi ve saygıdeğer profesörler bile öğrenciler gibi kendilerini havaya kaptırmışlardı ve beyaz sakallı adamların ayağa kalkarak inatçı profesöre yumruklarını salladıklarını görüyordum. Salondaki muhteşem kalabalık, hiddetten köpüren, patlamaya hazır bir barut fıçısı gibiydi. Profesör bir adım ileri gelerek ellerini kaldırdı. Adamda öylesine bir azamet, öylesine insanı teslim alan otoriter bir tavır ve canlılık vardı ki kumandan edasıyla yaptığı bu hareketle ve hükmeden gözleriyle velvele ve bağrışmaları yavaş yavaş dindirmişti. Kesin bir mesajı var gibiydi.
Kalabalık, dinlemek için sessizleşti.
“Sizi alıkoymayacağım.” dedi. “Bu gereksiz. Gerçek, gerçektir ve birkaç aptal gencin çıkardığı gürültünün -ve korkarım ki aynı derecede aptal kıdemlilerinin kopardığı velveleyi de buna eklemeliyim- duruma etkisi olamaz. Yeni bir bilim alanı keşfettiğimi iddia ediyorum. Siz ise itiraz ediyorsunuz. (alkışlar) Öyleyse sizi araştırmaya davet ediyorum. İçinizden bir veya daha fazla kişiyi söylediklerimin doğru olup olmadığını araştırmak için görevlendirmeye var mısınız?”
Kıdemli bir karşılaştırmalı anatomi profesörü olan Bay Summerlee ayağa kalkmıştı. Modası geçmiş bir ilahiyatçı yönü olan, ince, uzun, amansız bir adamdı. Profesöre, işaret ettiği görüşlerin, kendisinin iki yıl önce Amazon Nehri’ne yapmış olduğu yolculuk sonucu elde edilenler olup olmadığını sormak istediğini bildirdi.
Profesör Challenger bunu doğruladı.
Bay Summerlee; Wallace, Bates ve daha önce bu bölgeyi araştırmış olan, bilimsel alanda ün yapmış diğer kâşiflerden sonra Profesör Challenger’ın nasıl olup da burada yeni keşifler yapma iddiasında olduğunu öğrenmek istiyordu. Profesör Challenger ise Bay Summerlee’nin her nasılsa Amazon Nehri’yle Thames Nehri’ni birbirine karıştırır gibi gözüktüğünü söylüyordu; yani birincisi biraz daha büyük bir nehirdi, yani eğer Bay Summerlee gerçekten bilmek istiyorsa Amazon, bağlantılı olduğu Orinoco’yla birlikte 50.000 millik bir alana yayılmıştı ve böylesine muazzam bir sahada birisinin gözden kaçırdığını bir başkasının bulması hiç de imkânsız değildi.
Bay Summerlee, zehirli bir gülümsemeyle Thames ve Amazon arasındaki farkı tabii ki bildiğini ifade etti. Şöyle ki birincisi hakkındaki herhangi bir varsayım denenebilirdi fakat ikincisi için bu imkânsızdı. Eğer Profesör Challenger şu prehistorik[5 - Tarih öncesi (e.n.).] hayvanların bulunduğu bölgenin enlem ve boylamlarını verebilirse epey makbule geçecekti.
Profesör Challenger, bu bilgiyi kendine ait bazı geçerli sebepler dolayısıyla saklı tutma arzusunda olduğunu, ancak dinleyiciler arasından uygun bir komite seçilmesi hâlinde bu bilgiyi vermeye hazır olduğunu belirtti. Acaba Bay Summerlee böyle bir komitede hazır bulunup hikâyesini kişisel olarak araştırmak ister miydi?
Bay Summerlee: “Evet, isterim.” (büyük alkış)
Profesör Challenger: “Şu hâlde size yönünüzü bulmayı sağlayacak bilgileri sunacağımı garanti ediyorum. Bununla beraber, Bay Summerlee ifademin doğruluğunu kontrole giderken, benim de onun ifadesini kontrol edebilmek için yanında birkaç kişinin daha olmasını istemem doğru olacak. Bu işin içinde zorluklar ve tehlikeler olduğu gerçeğini sizden gizlemeyeceğim. Bay Summerlee’nin daha genç bir yardımcıya ihtiyacı olacak. Gönüllü olmak isteyen var mı?”
İşte insanın hayatının en büyük olayı, bir anda burnunun dibinde böyle bitiverir. Bu salona girerken, rüyalarımda bile göremeyeceğim, inanılmaz bir maceraya atılmak için gönüllü olabileceğim aklıma gelir miydi? Fakat Gladys… İşte onun bahsettiği tam da böyle bir fırsat değil miydi? Gladys gitmemi söylemişti bana. Bir anda ayağa fırlamıştım, konuşuyordum ama kelimeleri hazırlamamıştım bile. Arkadaşım Tarp Henry’nin eteklerimden çekiştirirken, “Malone, otur aşağı, soytarı etme kendini!” diye fısıldadığını duydum.
Aynı anda benden birkaç sıra önde ince, uzun, koyu kızıl saçlı bir adamın da ayağa kalkmış olduğunu fark ettim. Sert ve kızgın gözleriyle yiyecekmiş gibi bana bakıyordu fakat kararımdan dönmeye niyetli değildim.
“Sayın Başkan, ben gitmek istiyorum!” diye tekrar tekrar seslendim.
“İsmin! İsmin!” diye bağırıyordu seyirciler.
“İsmim Edward Dunn Malone. ‘Daily Gazette’in muhabiriyim. Kesinlikle ön yargısız bir tanık olacağımı iddia ediyorum.”
“Sizin isminiz nedir efendim?” diye sordu başkan, uzun boylu rakibime.
“Lord John Roxton, Amazon’da daha önce bulundum, bölgeyi biliyorum ve bu araştırma için özel vasıflara sahibim.”
Başkan: “Lord Roxton’ın bir sporcu ve gezgin olarak tabii ki dünyaca tanınmış birisi olduğunu hepimiz biliyoruz.” dedi, “Bununla beraber böyle bir araştırma gezisinde basının da bir temsilcisinin bulunması mutlaka yararlı olacaktır.”
“Şu hâlde…” dedi Profesör Challenger, “Bu iki centilmenin, yaptığımız toplantının temsilcileri olarak Profesör Summerlee ile yapacağımız araştırma gezisine eşlik ederek, ifadelerimin doğru olup olmadığı hakkında rapor tutmalarını öneriyorum!”
Böylece bağrışmalar ve alkışlar arasında kaderimiz çizilmiş ve kafam önümde, birdenbire yükselen bu yepyeni ve dev gibi proje karşısında yarı yarıya sersemlemiş bir hâlde, kendimi kapıya doğru akan insan seli içinde bulmuştum. Salondan çıktığımda, bir an için, kaldırımdan aşağı doğru aceleyle ilerleyerek gülüşüp duran öğrencilerin ve ortalarında inip kalkan ağır bir şemsiyeyi kavramış bir elin farkına vardım. Sonra bir alkış ve homurtu tufanı arasında, Profesör Challenger’ın taşıtı dönemeçten kayıp gitti. Şimdi aklım, Gladys’le ve geleceğimle ilgili türlü düşüncelerle dolmuş hâlde Regent Caddesi’nin gümüşi ışıkları altında yürüyordum.
Aniden omzumda bir el hissettim. Döndüm ve kendimi bu garip yolculukta bana eşlik etmek üzere gönüllü olan, ince, uzun adamın muzip, etkileyici gözlerine bakarken buldum.
“Bay Malone, anladığım kadarıyla yol arkadaşlığı yapacağız ha? Evim, hemen Albany’ye yakın bir caddede. Belki de bana bir yarım saat ayırma inceliğini gösterirsiniz çünkü size acil olarak anlatmam gereken bir iki konu var.”
6. BÖLÜM
“Tanrı’nın Kamçısı”
Lord John Roxton’la beraber, Vigo Caddesi’ne saparak meşhur aristokrat yuvasının solgun girişine doğru ilerledik. Yeni tanıştığım dostum, uzun ve sıkıcı bir koridorun sonunda bir kapıyı ittirip açarak elektrik düğmesini çevirdi. Renkli camlardan süzülen birkaç ampul, önümüzdeki geniş odanın tamamına kızıl bir parlaklık getirmişti. Eşikte durmuş etrafı incelerken genel olarak edindiğim izlenim, konfor ve şıklığın erkeksi bir canlılıkla birleştirildiği yönündeydi. Her yere varlıklı ve zevkli bir hava bulaşmıştı ama etraf aynı zamanda bekârlığın getirdiği dikkatsiz bir dağınıklık içindeydi. Yere zengin kürkler ve kim bilir hangi egzotik pazardan alınmış garip, parlak renkli matlar serpiştirilmişti. Duvarlar, benim eğitimsiz gözlerimin bile nadir ve pahalı olduğunu anlayabildiği yazmalar ve tablolarla donatılmıştı: Boksör eskizleri, baleriner, birbirini takip eden şahane yarış atlarının resmedildiği bir Fragonard tablosu, savaşı anlatan bir Girardet ve rüya gibi bir Turner. Bütün bu süslemelerin arasına serpiştirilmiş zafer hatıratı, bir anda aklıma Lord Roxton’ın devrinin en sağlam atlet ve sporcu kişilerinden biri olduğu gerçeğini getirmişti. Şöminenin üstündeki birbirine çapraz duran lacivert ve kiraz pembesi kürekler de bunların üstünde ve altındaki boks eldivenleri ve kemerler de her ikisinde de mükemelliğe erişmiş bir adamın aletleriydi. Hepsinin tepesinde, Lado bölgesinden gelen nadir, beyaz gergedan kibirlice dudağını sarkıtmaktaydı; dünyanın her köşesinden gelen, türünün en iyi örneği hayvan kafaları, odanın her tarafında, bir sütunu çevreleyen süslü oymalar gibi şahane bir halka oluşturmuştu.
Yerdeki kırmızı, zengin halının tam ortasında siyah ve altın renkli bir Louis Quinze masa duruyordu. Bu güzelim antika, üzerindeki bardak izleri ve puro izmaritlerinin açtığı yaralarla âdeta kutsal bir mabedin kirletilmesi gibi tahrip edilmişti. Üzerindeki gümüş bir tepsinin içinde tütünlü maddeler ve yanında cilalı bir sehpa vardı. Sessiz ev sahibi, buradan aldığı iki uzun bardağı, yandaki bir sifondan alkollü içecekle doldurdu. Eliyle bana bir koltuk işaret edip içkimi de yakınına koyduktan sonra, uzunca bir Havana purosu uzattı. Sonra kendisi de karşıma oturarak garip bir ışıltı saçan pervasız gözleriyle bana uzun uzadıya baktı. Gözleri, bir buz gölünün rengi gibi soğuk, açık maviydi.
Puromdan çıkan ince duman perdesi arasından, birçok fotoğrafını gördüğüm için zaten tanıdık olan yüzün ayrıntılarını inceledim; kuvvetlice bir kavise sahip burun, yıpranık ve içe çökük yanaklar, tepede seyrelmiş koyu kızıl saçlar, canlı, keskin bıyıklar ve çenede ufak, agresif bir sakal. Biraz III. Napolyon, biraz Don Kişot ama yine de bir İngiliz centilmeninin özü diyebileceğimiz bir şeyler vardı onda; hevesli, atak, açık havadan hoşlanan, köpekleri ve atları seven biri. Güneşten ve rüzgârdan pişmiş teni, koyu bakır rengiydi. Kaşları çalı gibi ve aşağıya sarkıktı, ki bu da zaten doğal olarak soğuk bakan gözlere, çatık kaşlarının da kuvvetlendirdiği vahşi bir görünüm kazandırıyordu. İnce yapılıydı fakat çok kuvvetliydi. Öyle ki birçok kez ispatladığı dayanıklılık testlerinde, İngiltere’de kendisiyle boy ölçüşebilecek az sayıda adam vardı. Boyu 1 metre 83 santimin biraz üstünde olmasına rağmen omuzlarının garip bir şekilde yuvarlak olmasından dolayı daha kısa gözüküyordu. İşte karşımda oturmuş, purosunun ucunu kuvvetlice ısırmış ve utandırıcı derecede uzun bir zamandır dikkatle beni seyreden meşhur Lord John Roxton, böyle bir görüntü çiziyordu.
“Eh!..” dedi sonunda. “Bu işi kıvırdık delikanlı adamım. (Bu garip tamlamayı sanki tek bir kelimeymiş gibi kullanıyordu, ‘delikanlı-adamım’.) Evet, sen ve ben iyi bir sıçrama yaptık. Şimdi, zannederim o salona girdiğinde kafanda hiç böyle bir fikir yoktu, ha?”
“Aklıma bile gelmemişti!”
“Al benden de o kadar! Aklımda bile yoktu. Ve şimdi boğazımıza kadar bunun içine batmış durumdayız. Şu işe bak, daha Uganda’dan döneli üç hafta olmuştu; İskoçya’da bir yer almış, kontratı falan bile imzalamıştım. Ne iş ama ha? Sen ne diyorsun?”
“Şey, benim işimin olağan yapısı bu. ‘Gazette’de muhabirim.”
“Tabii, gönüllü olduğun zaman söylemiştin. Sırası gelmişken, eğer bana yardım edersen senin için ufak bir işim var.”
“Zevkle.”
“Risk almaktan çekinmezsin herhâlde, ha?”
“Nasıl bir risk?”
“Şey, olay Ballinger ile ilgili, risk olan o. Ballinger adını duydun herhâlde?”
“Hayır.”
“Eh, genç dostum, şimdiye kadar nerede yaşıyordun sen böyle? Sör John Ballinger, kuzeyin en iyi jokeyidir. Düz koşuda en iyi yarışımda bile onunla ancak başabaş olabilirim ama engellide benim ustamdır. Çalışmadığı zamanlar sıkı içki içtiği, herkesin bildiği bir sırdır; kendisine kalırsa vasat bir içkicidir. Salı günü iyice komalık oldu ve o zamandan beri de öfke nöbetine kapılmış durumda. Odası bunun bir üstünde. Doktorlar, midesine yiyecek bir şey girmediği takdirde artık işinin bitik olduğunu söylüyorlar fakat şu anda yatağında ve örtünün üzerinde bir revolver duruyor; yanına yaklaşana en az altı kurşun dolduracağına yemin ettiğinden dolayı hizmetçiler arasında hafif yollu bir grev baş gösterdi. Sıkı adamdır Jack. Hem de çok keskin nişancıdır fakat Grand National Kupası’nı kazanmış birisini böyle ölüme terk edemeyiz, ha?”
“O zaman ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordum.
“İkimizin aniden onu bastırabileceğini düşünüyordum. Belki de uyukluyordur ve en kötü ihtimalle sadece birimizi vurabilir, diğeri de onun icabına bakar. Yastık örtüsüyle kollarını bağlayıp midesine bir şeyler sokabilirsek, yaşlı tekeye hayatının akşam yemeğini yedirebiliriz belki.”
Doğrusu insanın günlük rutin işleri arasında kaldıramayacağı cinsten, apansız ve tehlikeli bir işti bu. Özelikle cesur birisi olduğumu pek düşünmem. İrlandalılara has hayal gücüm, bilinmedik ve denenmemiş şeyleri aslından daha korkunç gösterir. Öte yandan, ben hep korkaklığa karşı müthiş bir duyarlılıkla yetiştirildiğim için bu şekilde damgalanmaktan da ölesiye çekinmişimdir. İddia edebilirim ki cesaretimden şüphe edildiği takdirde, tarih kitaplarındaki o Hunlular gibi kendimi bir uçurumun tepesinden aşağı fırlatabilirdim fakat bunu cesaretten ziyade gurur ve korkudan aldığım ilhamla gerçekleştirebilirdim. Bu yüzden, yukarıdaki, iliklerine kadar viski dolmuş adamın çıldırmış görüntüsü gözümün önüne geldikçe korkudan kanım çekildiği hâlde, idare edebildiğim en pervasız sesimle gitmeye hazır olduğumu söyledim. Lord Roxton’ın, işin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya devam edişi beni sadece sinirlendirmişti.
“Konuşmakla bu işi halledemeyiz.” dedim. “Haydi gidelim!”
İkimiz de koltuklarımızdan kalktık. Sonra küçük, boğuk bir kahkahayla göğsüme iki üç şaplak indirdi ve beni tekrar koltuğuma itti.
“Pekâlâ evlat, sende iş var.” dedi.
Şaşırıp kaldım.
“Jack Ballinger’ı bu sabah kendim kontrol ettim; kimonomun eteğine bir delik açtı, yaşlı, titrek elleri dert görmesin ama onu bir gömlekle bağlamayı başardık, sanırım bir hafta içinde de iyi olur. Eh, delikanlı umarım gücenmemişsindir. Bak, ikimizin arasında kalsın ama ben bu Güney Amerika işini oldukça ciddiye alıyorum ve eğer bir arkadaşım olacaksa bunun, güvenebileceğim birisi olmasını isterim. Bunun için seni ölçtüm ve söylemeliyim ki bu işten iyi çıktın. Yani bu şey tamamen senin ve benim omuzlarımıza binecek, anlıyor musun? Çünkü şu yaşlı Summerlee denen adam daha ilk günde kendine hemşire bakımı isteyecektir. Ha, bir de sen yoksa şu İrlanda forması giyecek olan ragbi oyuncusu Malone musun?”
“Yedek, belki de…”
“Yüzün bana yabancı gelmemişti zaten. Bak şu işe, Richmond’a karşı o atağı yaptığında ben de oradaydım; bütün sezon boyunca gördüğüm en iyi koşulardan biriydi. Elimden geldiğince hiçbir ragbi maçını kaçırmamaya çalışırım çünkü bu, elimizde kalan en erkekçe oyun. Pekâlâ, buraya seni sadece spor konuşmak için çağırmadım. Şimdi işimizi halletmeye bakalım. İşte gemiler burada, ‘Times’ın birinci sayfasında. Gelecek hafta çarşamba günü Para’ya yola çıkacak kabinli bir gemi var; eğer profesörle işinizi halledebilirseniz ben bununla yola çıkalım derim, ne dersin? Tamam, çok iyi, ben ayarlamayı yaparım. Üst baş için ne yapacaksın?”
“Gazetem onun icabına bakar.”
“Nişancılığın nasıl?”
“Ortalama bir gönüllü ordu askerininki kadar.”
“Aman Tanrı’m, o kadar kötü ha? Siz delikanlılar böyle şeyleri öğrenmeyi hep en son düşünürsünüz. Kovanı korumaya gelince iğnesiz arılar gibisiniz hepiniz. Günün birinde birisi çıkıp da balı aşırmaya kalkarsa fena hâlde şapa oturacaksınız. Ama Güney Amerika’da silahı düzgün tutmaya ihtiyacın olacak çünkü eğer dostumuz profesör yalan söylemiyorsa veya tırlatmadıysa buraya geri dönmeden önce çok garip şeylerle karşılaşabiliriz. Ne tür bir silahın var?”
Meşe bir dolabın başına gelerek kapılarını açtığında, bir kilise orgunun boruları gibi pırıldayan bir dizi silah namlusu gözüme çarpmıştı.
“Bir bakalım, sana kendi cephanemden ne ayarlayabilirim.” dedi.
Güzelim tüfekleri teker teker eline alarak ardı sıra şak şuk sesleriyle açıp kapattıktan sonra, sanki bir annenin yavrularını okşaması gibi bir hassasiyetle onları tekrar rafa yerleştiriyordu.
“Bu bir Bland 577 express.” dedi, “Bununla şuradaki kocaoğlanı devirdim.”
Yukarıya, beyaz gergedana baktı.
“On metre daha yaklaşsaydı, ben onun koleksiyonuna dâhil olacaktım.’
‘Konik kurşunun ucunda asılı duruyor tek şansı,
Ki adildir onun da güçsüzün avantajı olması.’
Umarım Gordon’ı duymuşsundur; atın, silahın ve her ikisini de kullanmasını bilen erkeklerin şairidir. Bak, işte bu, işe yarar bir alet: 470 teleskopik görüş, çift ejektör, üç yüz elli metreye kadar yatay vuruş. Bu, üç sene önce Perulu köle tüccarlarına karşı kullandığım tüfek. O bölgelerde ‘Tanrı’nın Kamçısı’ diye tanınırdım -eğer söylemem gerekirse- ama bunu kitaplarda bulamazsın. Öyle zamanlar olur ki delikanlı, insan hakları ve adalet için savaşmamız gerekir her birimizin, yoksa kendini hiçbir zaman temiz hissedemezsin. İşte bu yüzden kendi küçük savaşımı başlattım. Kendim ilan ettim, kendim sürdürdüm ve kendim sona erdirdim. Buradaki her çentik, bir köle katili için; iyi bir dizi, ha? Şu büyük olanı Pedro Lopez içindi, hepsinin en azılısıydı, Putomayo Nehri’nin arka bölümünde hakladım onu. Evet, işte bu idare eder seni.”
Kahverengi ve gümüş renkte güzel bir tüfek çıkarttı:
“Dipçiği iyi kauçuklanmış, keskin görüşlü, kelepçesi beş fişekli. Hayatını teslim edebilirsin buna.”
Silahı bana uzatarak meşe dolabın kapısını kapattı.
“Aklıma gelmişken…” diye devam etti koltuğuna dönerken. “Şu Profesör Challenger hakkında ne biliyorsun?”
“Bugüne dek onu hiç görmemiştim.”
“Ben de! Işin komik yanı, ikimizin de hiç tanımadığımız bir adamdan aldığımız direktiflerle yola çıkacak olmamız. Küstah bir kuşa benziyor. Bilim adamı dostları da ondan pek hoşlanmıyorlar üstelik. Sen bu işe nasıl ilgi duymaya başladın?”
Ona kısaca sabahleyin başımdan geçenleri anlatım. Büyük bir dikkatle dinledi beni. Sonra bir Güney Amerika haritası çıkararak masanın üzerine yaydı.
“Sana söylediği her bir kelimenin doğru olduğuna inanıyorum.” dedi ciddiyetle. “Ve eğer böyle diyorsam bir bildiğim var demektir. Güney Amerika’ya âşığım ve bence Darien’den Fuego’ya kadar bu gezegende bulunan en müthiş, en zengin, en harikulade yerdir. İnsanlar daha burayı tanımıyor ve ne olabileceğini de henüz bilmiyor. Bir uçtan diğer uca katettim burayı ve sana anlattığım köle tüccarlarıyla olan savaşım sırasında iki kurak mevsim geçirdim tam o bölgede. Yani oradayken de buna benzer hikâyeler duymuştum; yerlilerin geleneksel hikâyeleri filandı ama bu hikâyelerin bir dayanağı vardır mutlaka. Bu toprakları ne kadar tanırsan delikanlı, burada her şeyin mümkün olabileceğine o kadar inanırdın. Her şeyin! Yerlilerin yolculuk ettiği birkaç dar su kanalı var ve bunun dışındaki yerler tamamen bilinmedik alan. İşte bak şimdi, şurada, Matto Grande’de -purosunu haritanın bir bölümü üzerinde gezdirdi- veya şurada üç bölgenin kesiştiği yerde, hiçbir şey beni şaşırtmazdı. O adamın bu akşam söylediği gibi, neredeyse Avrupa Kıtası kadar bir ormanlık alana, 50.000 millik su kanalları yayılmış bu bölgede. Sen ve ben, birbirimizden İskoçya ve Konstantinopdis kadar uzaktayken, hâlâ aynı Brezilya Ormanı’nın içinde olabiliriz. İnsanlar, bu labirentin içinde kâh orada kâh burada yollar, geçitler açıp durmuştur. Düşünsene, nehir buralarda neredeyse 40 metre yükselmekte ve ülkenin yarısı geçit vermez bataklıklarla kaplı. Neden buralarda yeni ve olağanüstü bir şey olmasın? Ve onu bulan neden biz olmayalım? Üstelik…” diye ekledi acayip, zayıf suratında keyifli bir ışıltıyla, “Her kilometre, macera ve risk demektir burada. Artık eskimiş bir golf topu gibiyim; üzerimdeki beyaz boya aşınıp döküleli çok oldu. Hayat bana darbe indirebilir ama iz bırakamaz. Fakat avcılık riski yok mu delikanlı, işte o, hayatın tadı tuzudur. Tekrar bunu yaşamaksa hayatın ta kendisi! Hepimiz artık fazla rahata alışmaya başladık. Sen yeter ki bana uçsuz bucaksız alanları göster ve elimde bir silahla bulmaya değecek bir şeyler olsun. Savaşı, engelli koşuyu, uçakları denedim ama şu ıstakoz yemeği hayaline benzeyen canavarları avlamak yok mu, işte o bambaşka bir şey!”
Bu olasılığın keyfiyle kendi kendine güldü.
Belki de bu yeni tanıştığım kişi üzerinde biraz fazlaca durdum ancak uzun bir zaman beraber olacağımız için onu mümkün olduğunca ilk gördüğümdeki gibi antika karakteriyle, konuşurken ve düşünürken sergilediği tuhaf, küçük ilginçliklerle, hilelerle tasvir etmeye çalıştım. Sonunda ondan ancak bir randevum olduğu için ayrılabildim. Onu kırmızı parlaklığın ortasında, koltuğuna oturmuş, en sevdiği tüfeğinin mekanizmasını yağlarken ve bizi bekleyen maceraların hayaliyle hâlâ kendi kendine keyifle gülümserken bıraktım. Şundan emindim ki eğer önümüzde bizi bekleyen tehlikeler varsa bunları paylaşmak için bütün İngiltere’yi arasam ondan daha soğukkanlı, daha gözü pek birini bulamazdım.
O gece, gün içinde geçirdiğim olağanüstü olaylardan sonra biraz yorgun bir hâlde, geç vakte kadar haber editörü McArdle’la oturup konuşarak bütün durumu izah ettim. Ona kalırsa bütün hikâye, yarın şefin, Sir George Beaumont’un dikkatine sunulacak kadar önemliydi. Kararlaştırdığımıza göre, başımdan geçen tüm olayları birbirini takip eden bir mektup serisi hâlinde gazeteye, Bay McArdle’a gönderecektim. Bunlar da ya geldiği gibi “Gazette” için hazırlanıp basılacaktı ya da Profesör Challenger’ın direktifleri doğrultusunda daha ileriki bir tarih için bekletileceklerdi. Çünkü henüz kendisinin, bu bilinmedik ülkeye giderken bize vereceği direktiflere ne gibi hükümler koyacağını bilmiyorduk. Telefonla aradığımızda basına karşı ateş püskürmesini dinlemekten başka bir şey elde edememiştik. Konuşmayı bitirirken, gideceğimiz gemiyi haberdar etmemiz durumunda başlangıç için gerekli gördüğü talimatları ileteceğini söylemişti. İkinci bir arama ise karısının şikâyetçi bir havada meleyerek, kocasının şu anda bir öfke nöbetine tutulduğunu belirtmesinden başka bir fayda getirmemişti. Ricalar ederek, bizden, onu daha da alevlendirecek şeyler yapmamamızı istiyordu. Gün içinde daha sonraki bir üçüncü deneme, müthiş bir çatırtı sesiyle sona ermişti ve akabinde operatörden gelen mesaj, Profesör Challenger’ın alıcısının parçalandığını belirtiyordu. Bundan sonra, iletişim çabasından tamamen vazgeçtik.
Ve şimdi sabırlı okuyucularım, artık size doğrudan hitap edemeyeceğim. Bundan sonra (tabii, eğer bu hikâyenin geri kalan kısmı gerçekten size ulaşırsa) olacaklar, ancak temsil ettiğim gazete kanalıyla yansıyabilecek. Bütün zamanların en harika, en olağanüstü yolculuğu olacak; bu yolculuğa zemin hazırlayan olaylar dizisini editörün ellerine teslim ediyorum ve eğer ki İngiltere’ye bir daha hiç dönemezsem, en azından bu işin nasıl başladığına dair bir kayıt olacak. Bu son satırları Francisca adlı feribotun bekleme salonunda yazmaktayım ve bunlar daha sonra pilot vasıtasıyla McArdle’ın emniyetine verilecek. Not defterini kapatmadan önce son bir tablo çizmek istiyorum; içimde taşıyacağım ülkenin son bir tablosu olacak bu. Sonbaharın bitimine yakın, sisli ve ıslak bir sabah; ince ve soğuk bir yağmur çiseliyor. Yağmurlukları parıldayan üç figür, iskele boyunca yürüyor, kalkış flamasının dalgalandığı borda iskelesine doğru yöneliyorlar. Önlerinde sandıklarla, paketlerle ve silah kutularıyla tepeleme yüklenmiş el arabasını ittiren bir hamal var. Profesör Summerlee, uzun ve melankolik silüetiyle başı önde, ayaklarını sürüyerek yürüyor, daha şimdiden kaderine küstüğü belli. Lord John Roxton, seri adımlarla yürüyor ve ince, hevesli yüzü, yürüdükçe boyun atkısıyla avcı şapkasının arasında parıldıyor. Bana gelince, artık bütün bu hazırlanma telaşesini ve ayrılık sızısını ardımda bıraktığım için mutluyum ve eminim ki bu, her hâlimden belli oluyor. Gemiye yaklaştığımız sırada aniden, arkamızdan bir bağırtı duyuyoruz. Bizi gitmeden önce görmek için söz vermiş olan Profesör Challenger bu. Soluk soluğa kalmış, kırmızı suratlı, öfkeli figür bize yetişiyor.
“Hayır, teşekkür ederim.” diyor. “Gemiye hiç çıkmasam daha iyi olur. Size söylemek istediğim birkaç söz var sadece, onları da burada rahatlıkla söyleyebilirim. Hiçbir şekilde bu yolculuk için size minnettar olduğumu sanmanızı istemiyorum. Anlamalısınız ki bunun benim nazarımda hiçbir önemi yok, bu konuda en ufak bir kişisel borçluluk duymak gibi bir kaygı taşımıyorum. Gerçek, gerçektir ve sizin rapor edeceğiniz hiçbir şey, bunu hiçbir şekilde değiştiremez. Ancak olsa olsa bir kısım önemsiz insan topluluğunun heyecanlanmasına ve meraklarının giderilmesine aracı olabilir. Bilgiler ve hedefinizle ilgili talimatlarım, bu mühürlü mektupta. Bunu Amazon’da, Manaos adlı bir kasabaya ulaştığınızda açacaksınız ancak üzerinde belirtilen tarih ve saatten önce değil. Söylediklerim yeterince anlaşıldı mı? Şartlarıma kesinlikle uyulmasını tümüyle sizin şerefinize bırakıyorum. Hayır, Bay Malone, sizin mektuplarınıza bir kısıtlama getirecek değilim, ne de olsa yolculuğunuzun amacı gerçekleri ortaya çıkarmak. Ancak mutlak varış noktanızı kesinlikle açıklamayacaksınız ve geri dönene kadar da hiçbir şey basında yer almayacak. Güle güle, bayım! Talihsizce dâhil olduğunuz iğrenç meslek grubu için duygularımı hafifletmeyi bir nebze olsun başardınız. Güle güle, Lord John; anlıyorum ki bilim, sizin için kapalı bir kutu fakat sizi bekleyen av sahası için kendinizi tebrik edebilirsiniz. O sahaya eriştiğinizde eminim ki füze gibi üzerinize atılan dimorphodon’u nasıl yere mıhladığınızı anlatma şansına erişeceksiniz. Ve size de güle güle, Profesör Summerlee; eğer hâlâ kendinizi geliştirme yeteneğiniz kaldıysa ki samimi olarak bundan şüpheliyim, o taktirde Londra’ya daha aydınlanmış birisi olarak döneceksiniz.”
Böylece, topukları üzerinde döndü. Bir dakika sonra trenine doğru yol alırken, güverteden, kısa, basık silüetinin yumuşak hareketlerle uzaklaştığını görebiliyordum. Şu anda kanal boyunca iyice ilerlemiş durumdayız. Mektuplar için son çan çalıyor ve kaptan için veda vakti. Bundan sonra ufukta kaybolan bir tekneyiz artık. Tanrı geride bıraktıklarımızı korusun ve bizi sağ salim geri döndürsün.
7. BÖLÜM
“Yarın, Bilinmeze Doğru Yola Çıkıyoruz”
Bu hikâyenin ulaştığı kişileri, lüks kabinli gemide geçirdiğimiz yolculuğun ayrıntılarıyla veya Para’da kaldığımız bir haftayı anlatarak (araç gereçlerimizi toparlamaya canıgönülden yardımcı olan Pereira da Pinta şirketine içten teşekkürlerimi sunmanın haricinde) sıkmak istemiyorum. Aynı şekilde Atlantik’i geçtiğimiz gemiden biraz daha ufak bir buharlıyla, geniş ve yavaşça akan bir nehirde yaptığımız yolculuğa da kısaca değiniyorum. Sonunda kendimizi Obidos Boğazı’nda bulmuş ve Manaos kasabasına ulaşmıştık. Britanya ve Brezilya Ticaret Şirketi Temsilcisi Bay Shortman, bizi buradaki yetersiz imkânlara sahip bölge motellerinin eline bırakmayarak kendi çiftliğinde ağırladı ve Profesör Challenger tarafından verilen talimatların bulunduğu mektubun açılacağı gün gelinceye kadar burada kaldık. O gün olup biten şaşırtıcı olayları aktarmaya başlamadan önce, yol arkadaşlarımın ve daha öncesinde ekibimize kattığımız yardımcıların daha ayrıntılı bir portresini çizmek istiyorum. Bu rapor, dünyaya açıklanmadan önce sizin ellerinizden geçeceği için, ben her ne kadar serbest bir tarz kullansam da bu materyalin sunumunu sizin inisiyatifinize bırakıyorum Bay McArdle.
Profesör Summerlee’nin bilimsel başarıları herkesçe iyi bilindiği için onları burada tekrar ele almayı gereksiz buluyorum. Aslında kendisi böyle sıkı bir yolculuk için ilk bakışta tahmin edilenden daha hazırlıklı. Uzun, zayıf, iplik gibi vücudu, yorgunluğa karşı umarsızlığı, yarı alaycı mizah anlayışı ve çoğunlukla hoşgörüsüz yapısı, etrafındaki şartlardan hiç etkilenmiyor. Altmış altı yaşında olmasına rağmen, karşımıza zaman zaman çıkan zorluklara karşı şikâyet ettiğini hiç mi hiç duymadım. Onun varlığının yolculuk için bir engel teşkil ettiğini düşünmüştüm ancak şimdi onun en az benim kadar dayanıklı olduğuna kesin kanaat getirmiş durumdayım. Yapı itibarıyla doğal olarak sert ve kuşkucu birisi. Ta başından beri Profesör Challenger’ın tam bir şarlatan olduğuna, hepimizin saçma sapan ve nafile bir işin peşinde koştuğumuza olan inancını gizleme ihtiyacını hiç duymamıştı. Ona göre Güney Amerika’da elde edeceğimiz tek şey, tehlike ve hayal kırıklığıydı, bunun sonucunda da İngiltere’de alay konusu olacaktık. Profesör Summerlee, ince gövdesini eğip bükerek ve ince keçi sakalını sallayıp durarak, Southampton’dan ayrılmamızdan Manaos’a varıncaya kadar, kafamızı bu türden fikirlerle doldurma çabasını sürdürmüştü. Bütün benliğiyle kendini bilime adamış bir insan olduğu için, karaya çıktıktan sonra etraftaki böcek ve kuş çeşidinin zenginliği, onu biraz olsun teselli edebildi. Günlerini, elinde bir tüfek ve kelebek ağıyla ağaçların arasında geçiriyor ve akşamları da ele geçirdiği çok çeşitli örnekleri kataloglamakla meşgul oluyordu. Daha ufak gariplikleri arasında kılık kıyafetini hiç umursamamasını, kişisel temizlikten habersiz olmasını, aşırı derecedeki unutkanlığını ve yabani gül ağacından yapılma kısa piposunun müptelası olmasını sayabiliriz. Gençliğinde çok sayıda bilimsel araştırmaya katılmış (Robertson’la Papua’da bulunmuş) ve bu tip bir kamp hayatının, kano yolculuklarının hiç yabancısı değil.
Lord John Roxton, Profesör Summerlee ile bazı noktalarda kesişmekle beraber, diğer bazılarında ise taban tabana zıt bir görüntü sergiliyor. Yirmi yaş daha genç, ancak aynı sırım gibi ince beden yapısına sahip. Fiziksel görünüşüne gelince, bunu, hikâyemin Londra’da kalan kısmında yazdığımı hatırlıyorum. Kılık kıyafetine aşırı bir önem gösteriyor, bu konuda her zaman titiz; devamlı beyaz talim elbiseleri ve uzun kahverengi çizmeler giyiyor, ayrıca günde en az bir kere tıraş oluyor. Bütün aksiyon adamları gibi kısa ve özlü konuşuyor ve her zaman kendi düşüncelerine dalıp gitmeye hazır. Bununla beraber, bir soruyu cevaplamada veya bir konuşmaya katılmakta gayet seri ve kendine has garip, dalgalı, yarı şakacı bir konuşma tarzı var. Dünya hakkında ve özellikle Güney Amerika hakkındaki bilgisi şaşırtıcı ve yolculuğumuzun ortaya çıkarabileceklerine, Profesör Summerlee’nin alaylarına aldırış etmeyecek kadar kalpten bir inancı var. Yumuşak bir sese ve sakin tavırlara sahip ama o ışıldayan mavi gözlerinin ardında korkunç bir gazap ve amansız bir kararlılık pusuda bekliyor sanki; hele hele dizginlenmiş olduğu için bu özellikleri daha da tehlikeli olabilir. Kendisi Brezilya ve Peru’daki maceralarından pek bahsetmemişti ancak varlığının nehrin etrafındaki yerlilerde uyandırdığı heyecanı görmek benim nazarımda değerini daha da yükseltmişti; yerliler, onu şampiyonları ve koruyucuları olarak görüyorlardı. Ona verdikleri isimle, “Kızıl Şef”in kahramanlıkları bir efsane olmuştu yerliler arasında, fakat öğrenebildiğim kadarıyla gerçeklerin kendisi de yeteri kadar şaşırtıcıydı.
Bu olaylar, Lord John’un birkaç sene önce kendisini, Peru, Brezilya ve Kolombiya’nın belli belirsiz sınırlarını çizdiği, hiçbir yere ait olmayan bir bölgede bulmasıyla başlamıştı. Bu büyük bölge, kauçuk ağacı açısından çok zengindi ve bu durum -aynı Kongo’da olduğu gibi burada da- yerlilerin, belki de sadece İspanyolların zulmü altında Darien’deki gümüş madenlerinde çalıştıkları zamanla karşılaştırabilecekleri cinsten bir kâbus hâline gelmişti. Burayı hâkimiyeti altına alan bir avuç melez haydut, kendilerine destek olan bazı yerlileri de silahlandırarak geri kalanları köleleştirip, onları en insanlık dışı işkencelerle sindirerek kauçuk ağaçlarını toplamaya zorluyordu. Toplanan ağaçlar daha sonra nehir yoluyla Para’ya iletiliyordu. Lord Roxton, ezilen kurbanların saflarında yer almış ve çektiği zorluklara karşın tehditlerden ve hakaretlerden başka hiçbir şey elde edememişti. Bundan sonra köle tüccarlarının elebaşısı Pedro Lopez’e resmen savaş ilan eden Lord, yanına birkaç firari köleyi de katıp silahlandırmış ve bu azılı melez Pedro Lopez’i kendi elleriyle öldürerek kurduğu sistemi tamamen ortadan kaldıracak olan mücadeleyi başlatmıştı.
Tabii, şimdi bu rahat tavırlı, kadife sesli, kızıl saçlı adamın koca Güney Amerika nehrinin kıyılarında derin bir ilgi uyandırması gayet normaldi. Bununla beraber değişik kişilerde değişik duygular çağrıştırıyordu. Kurtardığı yerlilerin minnettarlık duygularının yanı sıra, onları istismar edenlerin nefretlerine de hedefti. Bu önceki deneyimlerinin yararlı bir sonucu da Brezilya’nın tümünde geçerli olan ve üçte biri Portekizce, üçte ikisi yerli lisanından oluşan, buraya özel Lingoa Geral dilini kusursuz konuşabilmesiydi.
Lord John Roxton’ın bir Güney Amerika delisi olduğunu daha önce de söylemiştim. Bu muhteşem topraklar hakkında ateşli bir heyecana kapılmadan konuşması imkânsızdı ve bu heyecan öylesine bulaşıcıydı ki ne kadar bilgisiz olsam da benim bile ilgimi çekiyor ve merakımın uyanmasına neden oluyordu. Onun konuşmasındaki o ihtişamı taklit edebilmeyi çok isterdim; acayip olduğu kadar gerçek bir bilgi yumağına sahip olmasını, bunları hayranlık uyandırıcı ölçüde ilginç kılan o kıvrak zekâsını, gördükçe profesörün zayıf suratındaki kuşkucu ve alaycı gülümsemenin nasıl yok olmaya yüz tuttuğunu anlatabilmeyi de öyle. Bize bu muazzam nehrin nasıl bir çabuklukla keşfedildiğinin hikâyesini anlatıyor (çünkü Peru’yu fethedenlerin bir bölümü bütün kıtayı bu sular üzerinden katetmişti) ve aynı zamanda her dem değişken olan kıyıları nedeniyle buranın aslında ne kadar bilinmedik bir yer olduğunu söylüyordu.
“Şurada ne var?” diye kuzeyi işaret ederek haykırıyordu. “Ağaçlık, bataklık ve balta girmemiş ormanlık alan. Burada ne olduğunu kim bilebilir? Ya öte tarafta, güneyde? Beyaz insanın adım atmadığı, alabildiğine uzanan bataklık bir orman. Etrafımız tamamen bilinmeyenle çevrili, nehrin dar kıyı şeridi dışında kimin ne bilgisi var ki? Böyle bir yerde neyin mümkün olduğunu kim söyleyebilir? Eski kurt Challenger neden haklı olmasın ki?”
Bunun üzerine Profesör Summerlee’nin yüzüne tekrar o inatçı gülümseyiş yerleşiyor; adam, başını oturduğu yerden, piposunun dumanı ardından, alaycı ve onaylamayan bir sessizlikle sallamaya koyuluyordu.
Bu iki beyaz yol arkadaşım hakkında şimdilik bu kadar bilgi yeter. Şüphesiz bu hikâye devam ettikçe, karakterleri veya yetersizlikleri, ki elbette bu kendim için de geçerli, gün ışığına çıkacaktır. Daha şimdiden, gelecekteki maceralarımızda belki de hiç küçümsenmeyecek derecede etkili olabilecek birkaç yardımcı edindik kendimize. Bunlardan ilki Zambo adındaki dev bir zenci. Âdeta siyah bir Herkül bu; bir at gibi kuvvetli ve zekâsı da ancak o kadar. Onu Para’da, çalışırken tutuk bir İngilizce öğrendiği buharlı gemi şirketinin tavsiyesi üzerine aramıza katmıştık.
Aynı şekilde, iki melez olan Gomez ve Manuel’i de nehrin üst kesiminden kızılağaç yükleriyle henüz geldiklerinde Para’da işe almıştık. Birer panter gibi çevik, hareketli ve vahşi görünümlü, sakallı, karayağız iki adamdı bunlar. Her ikisi de hayatlarını, keşfetmek üzere yola çıktığımız nehrin üst kesimlerinde geçirmişti ve Lord John da bu özelliklerinden dolayı onları işe almıştı. Bunlardan Gomez’in bir diğer avantajı da mükemmel derecede İngilizce bilmesiydi. Bu adamlar, ayda on beş dolara şahsi hizmetçilerimiz olarak çalışmaya, yemek pişirmeye, kürek çekmeye veya işe yarayabilecekleri her konuda bize yardım etmeye razıydılar. Bunların yanı sıra, balık avında ve kayık işlerinde Bolivya’daki tüm kıyı kabilelerinin en beceriklisi olan Mojo kızılderililerinden üçünü işe almıştık. Reislerini, aramızda, kabilesine atfen Mojo diye adlandırmıştık, diğer ikisini ise Jose ve Fernando olarak biliyorduk. Eşine rastlanmadık yolculuğa başlamak üzere Manaos’da direktiflerin açıklanmasını bekleyen bu ufak kafile, işte böylece üç beyaz, iki melez, bir zenci ve üç yerliden oluşmaktaydı.
Nihayet, bıkkınlık verici bir haftadan sonra, beklenen gün ve saat gelip çatmıştı. Sizden, Manaos’a iki saat uzaklıktaki çiftliğin gölgelendirilmiş oturma odasını göz önüne getirmenizi istiyorum şimdi. Dışarıda, neredeyse palmiye ağaçlarının kendisi kadar gerçek gibi gözüken siyah ve belirgin gölgelerin arasında, etrafa yayılmış yakıcı, pirinç sarısı bir güneş. Sakin bir hava. Arıların derinlemesine, pesten uğultusundan sivrisineklerin tiz, hevesli vızıltısına kadar değişik oktavlardan devamlı sürüp giden bir çınlama. Verandanın ötesinde, kaktüslerin oluşturduğu çitle çevrilmiş ve çiçek açan fundalık kümeleriyle süslenmiş, küçük bir bahçe. Bahçenin etrafında, pırıl pırıl ışığın aydınlattığı alanda, kâh o yana kâh bu yana uçuşup duran şahane, mavi kelebekler ve ufacık, cıvıldaşan kuşlar. Bu bahçede, üzerinde mühürlü bir mektubun durduğu yuvarlak, hasırdan bir masanın etrafında oturan bizler. Mektubun üzerinde Profesör Challenger’ın köşeli, hırçın yazısıyla karalamış olduğu kelimeler şöyleydi:
Lord John Roxton’a ve beraberindeki gruba talimatlar. Tam olarak 15 Temmuz günü saat 12.00’de açılacak.
Lord John, saatini yanındaki masanın üzerine yerleştirmişti.
“Yedi dakikamız daha var.” dedi. Sevgili ahbabımız son derece kesin belirtmişti.
Profesör Summerlee sıska eliyle zarfı kavrarken yüzünde zehirli bir gülümseme belirmişti.
“Zarfı şimdi veya yedi dakika sonra açmanın ne farkı olabilir ki?” dedi, “Bunların hepsi, maalesef, adı malum yazarın ortaya koyduğu sahtekârlık ve saçmalık sisteminin bir parçası.”
“Haydi, bırakın, oyunu kurallarına göre oynamalıyız.” dedi Lord John. “Bu, yaşlı kurt Challenger’ın şovu ve biz de onun iyi niyeti sayesinde buradayız, o hâlde mektup için verdiği talimata uymazsak haksızlık olur.”
“Şu hâle bak!” diye bağırdı profesör acı acı, “Londra’da gülünç gelmişti zaten, ancak işin içine girdikçe daha da saçma geliyor. Bu zarfın içinde ne olduğunu bilmiyorum ama eğer gerçekten sağlam bir şey değilse ilk gemiyle Peru’ya, oradan da Bolivya’ya geçmek niyetindeyim ben. Ne de olsa bir zırdelinin iddialarını çürütmekten daha önemli işlerim var şu dünyada. Haydi Roxton, zamanı geldi artık!”
“Tam zamanı.” dedi Lord John. “Düdüğü çalabilirsin.”
Zarfı alarak çakısıyla kestikten sonra içinden katlanmış bir kâğıdı çekip çıkardı. Bunu dikkatle açarak masanın üzerinde düzeltti. Boş bir sayfaydı bu. Kâğıdın arka yüzünü çevirdi. Burası da yazısızdı. Şaşkın bir sessizlik içinde birbirimize bakakalmışken Profesör Summerlee’nin attığı alaycı kahkahanın ahenksiz gürültüsü sessizliği bozdu.
“İşte açık itirafı!” diye bağırdı. “Daha ne istiyorsunuz ki adamın kendisi de bir şarlatan olduğunu itiraf etmiş oluyor. Şimdi yapmamız gereken şey, eve geri dönmek ve bu adamın nasıl utanmaz bir sahtekâr olduğunu rapor etmek!”
“Görünmez mürekkep!” diye öneride bulundum.
“Zannetmem.” dedi Lord Roxton, kâğıdı ışığa tutarak. “Hayır, delikanlı-adamım, kendini kandırmanın gereği yok. Bu kâğıdın üzerine hiçbir şey yazılmadığına dair kefil olurum ben.”
“Gelebilir miyim?” diye bir ses gürledi verandadan.
Basık bir figürün gölgesi, bir tutam güneş ışığının önüne set çekmişti şimdi. Bu ses!.. Bu canavar gibi geniş omuzlar!.. Hepimiz şaşkınlıktan nutkumuz tutulmuş bir hâlde ayağa fırlarken, Challenger, renkli kurdeleli, yuvarlak, çocuksu şapkasıyla, ceketinin ceplerindeki elleriyle ve zarif ayakkabılarıyla, önümüzdeki açık alana doğru yürüyordu. Orada başını arkaya atarak, Asurlularınki gibi fiyakalı sakalıyla, düşük göz kapaklarının bildik küstahlığıyla ve tahammülsüz gözleriyle, altın gibi bir parıltının ortasında durdu.
“Korkarım ki birkaç dakika geciktim.” dedi saatini çıkararak. “İtiraf etmeliyim ki bu zarfı size verirken onu hiç açmamanızı ummuştum. Çünkü vakit gelmeden size ulaşmaya kesinkes kararlıydım. Bu talihsiz gecikmeyi beceriksiz bir kaptanla mütecaviz bir kıyı şeridine bağlayabiliriz. Korkarım ki bu gecikme, meslektaşım Summerlee’ye, saygısızca küfür etmek için iyi bir fırsat verdi.”
“Söylemem gerekir ki ortaya çıkışınız bizi oldukça rahatlattı efendim.” dedi Lord John, sesinde hafif haşin bir havayla. “Yoksa görevimiz zamansız bir biçimde sona ermiş gibi gözüküyordu. Hâlâ neden bu işi böyle olağanüstü bir şekilde planladığınızı anlayabilmiş değilim.”
Cevaplamak yerine içeri giren Profesör Challenger, benimle ve Lord John’la el sıkışıp Summerlee’nin önünde özenli bir küstahlıkla eğildikten sonra, ağırlığı altında gıcırdayıp sallanan hasır bir sandalyeye çöktü.
“Yolculuğunuz için her şey hazır mı?” diye sordu.
“Yarın başlayabiliriz.”
“O hâlde başlıyorsunuz demektir. Benim paha biçilmez rehberliğimin avantajına sahip olduğunuza göre, artık yön bulmak için haritaya ihtiyacınız yok. Ta ilk baştan beri araştırmanıza başkanlık yapmaya kesin kararlıydım. Sizin de kabul edeceğiniz gibi, en detaylı haritalar bile zekâmın ve tavsiyelerimin yanında değersiz kalacaktır. Oynadığım bu ufak zarf oyununa gelince, eğer bütün niyetimi açıklamış olsaydım, sizin yolculuğuma karşı olan görüşlerinizle mücadele etmek zorunda kalacaktım.”
“Benimle değil, efendim!” diye patladı Summerlee ateşli ateşli. “Atlantik’te başka bir gemi olduğu sürece tabii.”
Challenger eliyle “haydi oradan” der gibi bir işaret yaptıktan sonra, “Eminim ki sağduyuyla değerlendirdiğin zaman haklılığımı destekleyeceksin ve kendi başıma hareket ederek, tam en gerekli olduğu anda ortaya çıkmamın daha iyi olduğunu anlayacaksın.” dedi. “Bu özel an da gelmiş durumda. Emin ellerdesin artık. Varış noktasına ulaşmakta başarısızlığa uğramayacaksınız. Şu andan itibaren bu gezinin başkanlığını ben üstleniyorum ve yarın sabah erkenden yola koyulabilmemiz için gerekli tüm hazırlıklarınızı tamamlamanızı istemek durumundayım. Benim vaktim değerlidir, tabii biraz daha düşük seviyede de olsa aynı şey sizin için de söylenebilir. Bu yüzden, görmek için geldiğiniz şeyleri görene dek, olabildiğince çabuk hareket etmemizi öneriyorum.”
Lord John Roxton, bizi nehir boyunca taşıyacak Esmeralda adlı büyük bir istimbot kiraladı. Yaz ve kış boyu, büyük bir dalgalanma olmadan, sıcaklığın 24 ila 32 derece aralığında kalması dolayısıyla, iklim açısından, yolculuğa ne zaman başlayacağımızın pek bir önemi kalmıyordu. Buna karşın, nem oranının yüksekliği apayrı bir konuydu; aralık ayından mayıs ayına kadarki dönem, yağmur dönemidir ve bu zaman zarfında nehir yavaş yavaş yükselerek sonunda en alçak seviyesinin neredeyse 12 metre daha üstüne çıkar. Kıyıları sel altına alan nehir, muazzam geniş alanlara yayılıp buralarda göller oluşturur ve yerlilerin Gapo diye adlandırdığı, çoğunlukla yürünemeyecek derecede bataklık, salla ulaşım için ise çok sığ olan çok geniş bir bölge meydana getirir. Haziranda sular tekrar çekilir ve ekim ile kasım arasında en düşük seviyeye iner. Bu açıdan bizim yolculuğumuz kurak mevsime denk geliyordu ve bu mevsimde de büyük nehir ve kolları, aşağı yukarı normal seyrediyordu.
Nehirde akıntı çok hafifti; bir milde 20 santimden fazla değildi. Hâkim rüzgâr güneydoğudan estiği için, kendini akıntıya bırakan gemiler kolaylıkla Peru sınırına kadar aralıksız yol alabilirlerdi. Dolayısıyla yolculuk için bundan daha elverişli bir nehir olamazdı. Şahane donanımı sayesinde nehirdeki uyuşuk akıntıdan pek etkilenmeyen Esmerelda ile sanki durgun bir gölde ilerlermişçesine uzun bir yol katetmiştik. Üç gün boyunca kuzeybatı yönünde ilerlediğimiz nehrin ağzı, bin mil uzaklaştığımız bu bölümde bile hâlâ öylesine kocamandı ki ortasından ufka doğru bakıldığında kıyılar basit birer gölge gibi gözüküyordu. Manaos’tan ayrıldıktan dört gün sonra, ağızda, ana koldan biraz daha dar olan bir yan kola saptık. Bundan sonra hızla daha çok darlaşan nehirde iki gün daha ilerledik ve sonunda bir yerli köyüne ulaştık. Profesör Challenger, burada karaya çıkmamızda ve Esmeralda’nın geri gönderilmesinde ısrar ediyordu. Söylediğine göre, nehir az daha ileride çağlayanlar hâlinde uçurumlara dökülmeye başlayacak ve Esmeralda’yı kullanmak imkânsızlaşacaktı. Ayrıca şu andan itibaren ulaşmaya çabaladığımız, bilinmeyen ülkenin kapısına da yaklaşmakta olduğumuzu özellikle belirterek, bu konuda ne kadar az insana güvenirsek bizim için o kadar iyi olacağını da savunmaktaydı. Bu nedenle yolculuğumuzun ne yöne doğru olduğunu açığa çıkaracak hiçbir kesin ipucunu, ne basına ne de sözlü olarak açıklamayacağımıza dair her birimize şeref sözü de verdirtmişti. Hizmetçilerin hepsi aynı şekilde mutlak yemin etmişlerdi. Bu yüzden hikâyemin kalan kısmında muğlak olmak zorundayım ve okurları ikaz etmeliyim ki birbiriyle ilişkili yerler hakkında vereceğim haritalar ve diyagramlar, her ne kadar doğru olsalar da yönler dikkatlice ve kasten karıştırıldığı için, sözü edilen bölgeye ulaşmak amacıyla hiçbir şekilde rehber olarak kullanılamaz. Profesör Challenger’ın tüm bu gizlilik için gerekçeleri haklı veya haksız olabilir ancak bizim bunları kabul etmekten başka çaremiz yoktu, çünkü aksi hâlde bize rehberlik yapmak için şartlarını yeniden gözden geçirmektense tüm yolculuktan çekilmeye hazırdı.
Esmeralda’ya veda ederek dış dünyayla son bağlantımızı kopardığımızda tarih ağustosun ikisiydi. Bu tarihten sonra geçen dört gün içinde, yerlilerden iki büyük kano edinmiştik. Bunlar öyle hafif bir maddeden yapılmıştı ki (bambu bir iskelet üzerine kaplı deri), herhangi bir engelin etrafından kolaylıkla taşıyabilirdik onları. Kanolara tüm eşyalarımızı yükledikten sonra, yolculuk boyunca yardım etmeleri için yanımıza iki yerli daha aldık. Anladığım kadarıyla bunlar -adları Ataca ve İpetu’ydu- Profesör Challenger’a önceki yolculuğunda refakat eden yerlilerin ta kendisiydi. Bu işi bir kez daha tekrar etme düşüncesi onları çok korkutmuş gibiydi, ancak bu bölgelerde şefin sözü geçer ve eğer yapılacak işi gözüne kestirdiyse kabile üyelerine söyleyecek fazla bir şey düşmezdi.
Böylece yarın, bilinmeyene doğru yola çıkıyoruz. Bu yazdıklarımı, nehirde bir kano vasıtasıyla gönderiyorum; bunlar belki de kaderimizle ilgilenenlere söyleyeceğimiz son sözler olacak. Anlaştığımız üzere bunu sizin adresinize gönderiyorum sevgili Bay McArdle ve metinde kelime çıkartma veya arzu ettiğiniz başka ne varsa yapmayı sizin inisiyatifinize bırakıyorum. Liderimiz olan Profesör Challenger’ın kendine güvenli hâlinden -Profesör Summerlee’nin devamlı şüpheciliğine rağmen- sözünü yerine getireceğine ve ayrıca gerçekten de muhteşem bir deneyimin eşiğinde olduğumuza kesinlikle inanıyorum.
8. BÖLÜM
“Yeni Dünyanın Uç Sınırları”
Geride kalan arkadaşlarımız sevincimizi paylaşabilirler çünkü amacımıza yaklaşmış durumdayız ve en azından şimdilik Profesör Challenger’ın iddialarının doğru olabileceğini gösterdik. Evet, doğru, henüz onun bahsettiği platoya erişebilmiş değiliz, ancak önümüzde bizi bekliyor. Hatta Profesör Summerlee bile şimdi daha uslu davranmaya başladı. Tabii, rakibinin haklı olabileceğine bir an için dahi olsa inanmasa da sonu gelmez itirazlarının arkası biraz kesilmiş gibi; çoğunlukla gözlemleyici bir sessizliğe bürünmüş durumda. Ancak şimdi konuya dönüp, hikâyeme kaldığım yerden devam etmeliyim. Yaralanan yerlilerimizden bir tanesini eve geri gönderiyoruz ve ben de kafamda yerine ulaşıp ulaşmayacağına dair büyük bir soru işaretiyle bu mektubu ona teslim ediyorum.
Son yazdığımda Esmeralda’yla ulaştığımız köyden ayrılmak üzereydik. Raporuma kötü bir haberle başlamak zorundayım, çünkü ilk ciddi kişisel problem (Profesörler arasındaki bitmez tükenmez ağız dalaşını atlıyorum.) bu akşam patlak verdi ve trajik bir şekilde sonuçlanabilirdi. Gomez’den -İngilizce bilen melezden- daha önce de bahsetmiştim; becerikli ve hevesli bir işçi fakat bu tip adamlar arasında sıklıkla rastlandığı gibi acayip meraklı bir tabiata sahip. Anlaşılan o ki son gece bizim planlarımızı konuştuğumuz çadırın yakınına bir yerlere gizlenmiş. Olayın farkına varan bizim dev zenci Zambo, ki bir köpek kadar sadıktır ve kendi ırkına mensup olan bütün zenciler gibi melezlerden ölesiye nefret eder, bunu yakaladığı gibi sürükleyerek bizim önümüze getirdi. Bununla beraber bıçağına davranan Gomez, Zambo’nun insanüstü gücü olmasaydı ve bu gücünü kullanarak tek elle Gomez’in elinden silahını alıp saf dışı etmeseydi, şüphesiz onu oracıkta bıçaklayıverecekti. Mesele azarlamayla kapatılarak rakiplerin el sıkışmaları sağlandı ve bundan sonra da olayın unutulacağını zannediyorum. Bizim iki ilim adamının kan davalarına gelince, hâlâ amasız bir şekilde devam ediyor. Kabul etmeli ki Profesör Challenger son derece kışkırtıcı, ancak Summerlee’de de öyle zehirli bir dil var ki meselenin üstüne iyice tuz biber ekmekte. Geçen gece Challenger, kişinin, ulaşacağı son düzeyi görmesinin çok üzücü bir şey olduğunu, bu yüzden de Thames kıyısında yürümekten ve nehre bakmaktan hiç hoşlanmadığını söyledi. Tabii kendisinin ulaşacağı düzey kesinlikle Westminster Abbey’di.[6 - Westminster Abbey, Thames Nehri’ndeki küçük bir adada kurulan bir kilisedir, ayrıca Isaac Newton, Charles Darwin gibi pek çok bilim adamının ve İngiliz kraliyet üyelerinin gömüldüğü bir kilisedir (e.n.).] Buna mukabil Summerlee, yüzünde ekşi bir gülümsemeyle, duyduğuna göre Millbank Hapishanesinin yıkıldığını söylüyordu. Challenger’ın pişkinliğinin boyutu öylesine büyük ki onu kızdırmak gerçekten çok zor. Sakalının berisinden sadece gülümseyerek, hani çocuklara hitap ederken kullanılan dokunaklı bir ses olur ya, işte öyle, “Yok canım, gerçekten mi?” diye söylendi. Tabii ki onların her ikisi de çocuk zaten -birisi bilgili ve huysuz, diğeri hakkından gelinmesi zor ve zorba- ama yine de her ikisi birden bilimin ön saflarında yer alacak kadar zekâ sahibi. Akıl, karakter ve ruh; insan ancak yaşadıkça her üçünün de nasıl birbirinden farklı olduğunu anlıyor.
Hemen ertesi gün bu muhteşem yolculuğa ilk adımı atmıştık. Bütün eşyalarımızın iki kanoya gayet rahat bir şekilde sığdığını gördük, personelimizi ikiye bölerek her bir kanoya altı kişi yerleştirdik. Tabii, huzur açısından profesörleri ayrı kanolara yerleştirmeyi ihmal etmedik. Ben Challenger’ı tercih etmiştim ve o ara kendisi her tarafından iyilik fışkırarak, sessiz bir keyif ve tatmin içinde hareket ediyordu. Bununla beraber onun diğer yüzüyle de epeyce deneyimim olmuştu, bu yüzden de güneşin ortasında aniden bir gök gürültüsü duyarsam daha az şaşıracaktım. Her ne kadar yanında tamamen rahat olmak mümkün olmasa da onunla beraberken sıkılmak da aynı derecede imkânsızdı; insan her an o yaman öfkesinin ne tarafa çark edeceğini merakla bekler durumda ve daima yarı tedirgin bir havada buluyordu kendini.
İki gün boyunca, eni yaklaşık birkaç yüz metreyi bulan, koyu kıvamlı olmasına rağmen genellikle dibini seçebileceğimiz derecede berrak nehirde epey bir yol almıştık. Amazon’un kollarının yarısı böyle bir yapıya sahipti; diğer yarısı da akış yaptığı bölgenin özelliklerine göre beyazımsı, saydam olmayan bir hâlde olabiliyordu. Koyu renk, bitki çürümesine; diğer özellikler ise killi, balçıklı toprağa işaret etmekte. Yolumuzun üzerinde iki kez çağlayanlara rast gelerek bunlardan sakınmak için yarım mil kadar açıktan dolanmak zorunda kaldık. Her iki tarafımızda yer alan kıyılardaki ağaçlık alan, arka plandaki alandan daha seyrek olduğu için burada kanolarımızı taşımakta pek güçlük çekmemiştik. O muhteşem, esrarengiz ortamı nasıl unutabilirim ki? Ağaçların yüksekliği ve gövdelerinin kalınlığı, şehirde büyümüş birisi olarak benim hayal edebileceğimin epey ötesindeydi. Yukarı doğru atılmış göz kamaştıran sütunlar, başımızın üzerinde güçlükle görebileceğimiz kadar muazzam bir yüksekliğe ulaşarak, gotik bir tarzda yukarı kıvrılan yan dallarla birleşip, büyük bir yeşillik tabakasından oluşmuş bir çatı meydana getiriyordu. Tepedeki güneşin altın hüzmelerinden aşağıya kadar gelebilen tek tük ince pırıltı, aşağıdaki bu şahane yeşillik karmaşasını az da olsa aydınlatıyordu. Çürümüş bitkilerin oluşturduğu yoğun ve yumuşak halının üzerinde yürürken ruhlarımıza Westminster Abbey’nin alaca karanlığında bürünülen türden bir sessizlik çökmüştü, hatta Profesör Challenger’ın tümüyle göğsünden çıkan gürültülü sesi bile fısıltıya dönüşmüştü. Eğer tek başıma olsaydım bu dev ağaçlar hakkında tamamen cahil kalacaktım ama şimdi iki bilim adamımız sedir ağaçlarını, kocaman kavak ağaçlarını, kızılağaçları ve varlığını üzerindeki bitkisel hayata bağlamış tabiatın bize nimetlerini sunmak için can attığı bu cömert kıtasındaki çeşitli bitkileri teker teker işaret ediyorlardı. Hayvan ürünleri açısından ise bu bölge oldukça geriydi. Kıpır kıpır güneş ışığından bir sütunun üzerlerinde oynaştığı altın renkli allamanda’lar; dipdiri orkidelerin ve harikulade renkli likenlerin kara gövdeli ağaçlarda için için yanan görüntüsü; yıldız gibi öbek öbek kızıl tacsonia veya koyu mavi ipomaea’nın yarattığı etki, masal dünyasındaki bir rüya gibiydi. Bu uçsuz bucaksız ormanlarda karanlıktan nefret eden yaşam, devamlı ışığa ulaşmak için bir mücadele hâlindeydi. Her bitki hatta en ufakları bile kıvrılıp bükülerek yeşil zemine çıkmaya çabalıyor, bu çabalama sırasında kendilerini daha kuvvetli ve yüksek kardeşlerinin gövdelerine sarıp sarmalıyorlardı. Tırmanıcı bitkiler dev gibi ve gösterişliydiler ancak başka bölgelerde tırmanıcı özelliği hiç bilinmeyen diğerleri bile iç karartıcı karanlıktan kurtulmak için bu sanatı öğrenmişlerdi. Böylece alelade ısırgan otunun, yaseminin, hatta acitara palmiyesinin bile, sedir ağacının saplarına tutunarak tepesine ulaşmaya çabaladıkları görülüyordu. Önümüzde uzanan kubbemsi, heybetli geçitte hayvansal yaşam hareketi olarak hiçbir şey göremiyorduk. Ancak tepemizin çok üzerlerinde hissettiğimiz devamlı hareketlilik, bize yukarıda, gün ışığında yaşayan ve merakla, ta aşağıda belli belirsiz bir derinlikte zorlukla yol alan bizleri gözetleyen yılan, maymun, kuş ve tembel hayvanlardan oluşan kalabalık bir canlı dünyasını haber vermekteydi. Şafakta ve gün batımında, maymunlar hep birlikte bağrışıyorlar, muhabbet kuşları da tiz çığlıklarla cümbüşe katılıyorlardı. Ama günün sıcak saatlerinde, önümüzde, bizi içine almış karanlığın içinde kaybolup giden dev ağaç gövdelerinin meydana getirdiği manzaranın ortasında, kulaklarımızı uğuldatan tek ses, uzak bir dalganın gürültüsü gibi çınlayan böceklerinkiydi. Bir keresinde çarpık bacaklı, karıncayiyen veya ayı benzeri bir hayvan, hantal bir şekilde gölgelerin arasında yalpalayarak uzaklaşmıştı. Bu, müthiş Amazon Ormanı’nda gördüğüm tek hareketli yaşam belirtisiydi.
Ve buna rağmen, insan varlığının bile bize pek de uzak olmadığına dair bazı alametler vardı ormanın bu esrarengiz derinliklerinde. Buradaki üçüncü günümüzde havadaki tuhaf, derinlemesine bir titreşimin farkındaydık; ritmik ve temkinli, sabahtan beri devam eden, bir gelip bir giden düzensiz bir ses. Bu sesi ilk duyduğumuzda, kanolar birbirinden bir iki metre uzaklıkta ilerliyordu. Sesin duyulmasıyla yerliler sanki bronzdan bir heykele dönüşmüşçesine hareketsiz kalmışlar, yüzlerinde dehşetli bir ifade belirerek dikkatle kulak kesilmişlerdi.
“Nedir bu?” diye sordum.
“Tamtamlar.” dedi Lord John kayıtsızca. “Savaş tamtamları. Daha önce de duydum bunları.”
“Evet, efendim, savaş tamtamları.” dedi melez Gomez.
“Vahşi yerliler; bravo’lar, monso’lar değil; bütün yol boyunca bizi izliyorlar, ellerine düşersek bizi öldürecekler.”
“Bizi nasıl gözetleyebilirler?” diye sordum hareketsiz karanlığa gözlerimi dikerek.
“Yerliler bilir. Onların yolları vardır. Gözetliyorlar bizi. Tamtamlarla birbirleriyle konuşuyorlar. Ellerine düşersek bizi öldürecekler!”
O gün öğleden sonra -cep günlüğüm bana Salı günü ve Ağustos’un 18’i olduğunu söylüyor- çeşitli noktalardan en az altı yedi davul çalmaktaydı. Bazen hızlı, bazen yavaş, bazen belli bir soru cevap ritminde. Uzakta, doğu tarafındakinden gelen kesik kesik patırtıyı, bir duraksamadan sonra kuzeyden yükselen pesten bir gürleme takip ediyordu. Sinirleri tahrip eden, tehditkâr bir şey vardı âdeta bu sürüp giden gürültüde, sanki tam melezin ağzından dökülen kelimelerin biçimine bürünmüştü bu ses, tekrar tekrar yankılanıyordu: “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.”,“Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” Sessiz ormanda hareket eden hiç kimse yoktu. Karanlık bitki örtüsünde doğanın tüm sükûneti, tüm barışı hâkimdi fakat uzaklardaki yerlerden gelen mesaj hep aynıydı: “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” diyordu doğudaki adamlar. “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” diyordu kuzeydeki adamlar.
Gün boyunca davullar gürüldedi, fısıldadı ve saldıkları tehdit, yerli yol arkadaşlarımızın yüzlerine yansıyıp durdu. En bıçkın, çalımlı melez bile ürkmüş gibiydi. Her şeye rağmen o gün artık tamamen anlamıştım ki gerek Summerlee gerekse Challenger en üst düzeyde cesarete sahiptiler, bilimsel zekânın cesareti. Onlarınki, Darwin’i Arjantinli gaucho’ların[7 - Bu tanım, Kuzey Amerika’daki “kovboy” sözcüğüne karşılık gelir (e.n.).] arasında tutan veya Wallace’ın Malaya’lı kelle avcılarının arasında dolaşmasını sağlayan bir ruhtu. Merhametli doğa ana öyle bir şart koymuştu ki, insan beyni aynı anda iki şeyi düşünemiyor, dolayısıyla bilimin derinliklerine daldığı anda kişisel problemlere yer kalmıyordu. Bütün gün süren bu esrarengiz ve tehditkâr ortamda bizim iki profesörümüz, nerede hangi kuş varsa seyretmiş, kıyılardaki fundalıkları incelemiş ve Summerlee’nin hırıltılarına Challenger’ın pes homurtularının karıştığı esprili kelime yarışlarına girişmişlerdi. Yani denebilirdi ki etraftaki tehlikeye ve tamtamlarla ortalığı inleten yerlilere karşı takındıkları tavır, sanki St. James Caddesi’ndeki Royal Society Kulübünün sigara salonunda oturuyorlarmışçasına serinkanlıydı. Sadece bir kez bunlar hakkında konuşmaya tenezzül ettiler.
“Miranha veya Amajuaca yamyamları.” dedi Challenger, başparmağıyla yankılanan ağaçlıkları işaret ederek.
“Şüphesiz, efendim.” diye cevapladı Summerlee. “Bu tip bütün kabileler gibi bunların da poli-sentetik lisana ve Mongoloid tipe sahip olduklarını düşünüyorum.”
“Elbette poli-sentetik lisan.” dedi Challenger, kabullenen bir tavırla. “Bu kıtada başka bir dil konuşulduğunun farkında değildim zaten ve elimde yüzden fazlasının notları var. Mongoloid teorisi hususunda ise derin şüphelerim var.”
“Ben ise kısıtlı bir karşılaştırmalı anatomi bilgisinin bile bunu doğrulamaya yeterli olacağını zannediyordum.” dedi Summerlee öfkeyle.
Challenger mütecaviz çenesini sadece yüzünün sakal kısmı ve başındaki şapkanın siperliği görünene kadar yukarı kaldırdı.
“Tabii ki bayım, elbette kısıtlı bir bilgi böyle bir sonuç getirebilir. İnsan sınırsız bilgiye sahip olunca başka neticelere varabiliyor.”
Birbirlerini karşılıklı bir meydan okumayla ve ateş saçan gözlerle süzerlerken, etrafımızda uzaklardan yayılan bir fısıltı yükselmişti: “Öldüreceğiz. Elimize düşerseniz öldüreceğiz.”
O gece ağır taşları çapa niyetine kullanarak kanolarımızı nehrin ortasında demirleyip olası bir saldırıya karşı her türlü önlemi aldık. Buna rağmen hiçbir şey olmadı ve tamtamların uğultusu arkamızda yavaş yavaş ölüp giderken şafakta yolumuza devam ettik. Öğleden sonra saat üç sularında, bir milden daha uzun olan ve Profesör Challenger’ın ilk yolculuğunda başına bela açan çok dik bir çavlana geldik. İtiraf etmeliyim ki bunun görüntüsü yüreğime su serpmişti çünkü bu, önemsiz de olsa hikâyesinin gerçekliğini pekiştiren ilk işaretti. Yerliler, bu civarda oldukça sıkı olan çalılıklardan ilk önce kanolarımızı, daha sonra yüklerimizi taşırlarken, biz dört beyaz da tüfekler omzumuzda onların ve ağaçlıklardan gelebilecek herhangi bir tehlikenin ortasında yürüdük. Akşam olmadan çavlanları geçerek on mil kadar daha yukarıya erişmiş ve geceyi burada geçirmek için kamp kurmuştuk. Bu noktada, tahminimce ana nehrin kolundan itibaren en az yüz mil katetmiştik.
Büyük yola çıkışı gerçekleştirdiğimiz an ise ertesi gün öğlenin erken saatleri olmuştu. Şafak söktüğünden beri devamlı bir huzursuzluk içinde kıyı bölgesini baştan başa tarayan Profesör Challenger, sonunda bir zafer çığlığı atarak tek bir ağacı işaret etmişti. Ağaç, nehrin kıyısının üzerinde garip bir açı oluşturmuştu.
“Neye benzetiyorsunuz bunu?” diye sordu.
“Muhakkak bir Assai palmiyesi.” dedi Summerlee.
“Aynen! İşaret olarak bir Assai palmiyesini almıştım. Gizli delik, nehrin diğer tarafında, yarım mil ötede. Ağaçlar arasında bir açıklık yok. İşin olağanüstü ve esrarengiz yanı da bu. Orada koyu yeşil çalılıklar yerine açık yeşil sazlıklar göreceksiniz; orada, koca kavak ağaçlarının arasında, bilinmeze açılan özel kapım işte orada! İlerleyelim, o zaman anlayacaksınız.”
Gerçekten de harikulade bir yerdi. Açık yeşil sazlıklarla çevrili alanı bulduktan sonra kanolarla kendimize yol açarak birkaç yüz metre ilerledik ve sonunda kumluk bir zeminde berrak ve serbestçe akan, sakin, sığ bir dereyle karşılaştık. Sanırım yirmi metre genişliğindeydi; her iki kıyısı da son derece bol bir bitki örtüsüyle bezenmişti. Çalılıkların kısa bir uzaklık boyunca yerini sazlıklara bıraktığını fark etmeyen hiç kimse, ileride böyle bir derenin veya bir masal diyarının var olabileceğini aklına getiremezdi.
Zira bir masal diyarıydı burası, insan aklının hayal edebileceği en muhteşem masal diyarı. Yukarıda birleşen yoğun bitki örtüsü çaprazlamasına uzanarak doğal bir çardak yaratıyor ve bu yeşillik tüneli içerisinde yeşil, berrak bir nehir, altın gibi pırıldayan bir renk cümbüşünde akıp gidiyordu. Kendi güzelliğinin yanı sıra, yukarıdan filtre edilip gelen yumuşak, canlı ışığın garip tonlarıyla daha da olağanüstü bir görünüme kavuşuyordu. Kristal kadar duru, bir cam tabakası kadar hareketsiz, bir buz dağının köşesi gibi yeşil nehir, yapraktan kemer altında önümüzde uzanırken, her kürek darbemiz parlak yüzeyine binlerce küçük dalgacık gönderiyordu. Harikalar diyarı için çok uygun bir yoldu bu. Yerlilerin bütün vahşi emareleri kaybolmuştu, ancak hayvan varlığı şimdi daha bolcaydı ve hayvancıkların sokulganlığından avcılar hakkında hiçbir şey bilmedikleri anlaşılıyordu. Parlak, muzip gözleri ve kar gibi beyaz dişleriyle kıvır kıvır, küçük kara-kadife maymunları yanımızdan geçerken birbirleriyle çene çalmaktaydı. Ara sıra kasvetli bir gürültüyle kıyıdaki büyük timsahlar suya dalıyorlardı. Hantal bir tapir, çalılıklardaki aralıktan bizi şöyle bir gözetledikten sonra, ağır ağır, ormana doğru geri çekilmişti. Bir kez de yılan gibi kavisli gövdesiyle seri bir şekilde çalılıkların arasından fırlayan şahane bir puma, sarımtırak kahverengi omuzlarının üzerindeki ateş saçan yeşil gözleriyle bizlere nefret saçan bakışlar fırlatmıştı. Çevreye zengin bir kuş populasyonu hâkimdi. Özellikle yağmurkuşugillerden leylek, balıkçıl ve ibisler, kıyıda savrulmuş her türlü kütüğün üzerinde mavi, kızıl ve beyaz renkli küçük gruplar hâlinde toplanmışlardı. Altımızdaki kristal sularda ise her renk ve biçimden balıklar kaynaşıyordu.
Üç gün boyunca bu buğulu, yeşil güneş ışığından oluşan tünelde ilerledik. Yolumuz açılıp da ileriye baktığımız zaman, uzaktaki yeşil suların nerede bitip, yeşilimsi kemerden tünelin nerede başladığını ayırt edebilmek çok zordu. Bu olağanüstü su yolunun derin sessizliği, daha önce hiçbir insan tarafından bozulmamıştı.
“Burada yerli yok. Çok korkuyorlar. Curupuri.” dedi Gomez.
“Curupuri, ormanın ruhudur.” diye açıkladı Lord John, “Her türden şeytana takılan bir ad bu. Zavallıcıklar bu bölgede korkunç bir şeyler olduğunu zannediyorlar, o yüzden de buralara sokulmuyorlar.”
Üçüncü gün, kanolarla daha fazla ilerleyemeyeceğimiz belli olmuştu, çünkü dere gittikçe sığlaşıyordu. Son birkaç saat içerisinde iki kez dibe oturmuştuk. Sonunda kanoları çalılıklara çekerek geceyi derenin kıyısında geçirdik. Sabahleyin Lord John’la ben, dereyi paralelimizde koruyarak birkaç mil kadar ormanın içine daldık, ancak dere daha da sığlaştığı için geri dönerek Profesör Challenger’ın bir süredir şüphe ettiği bir gerçeği rapor ettik. Yani kanoları götürebileceğimiz en uç sınıra ulaşmıştık artık. Bu yüzden onları yukarı çekip çalılıkların arasına sakladıktan sonra, tekrar bulabilmek için baltayla bir ağaca işaret kazıdık. Bundan sonra çeşit oluşturan yükümüzü aramızda paylaştırdık: silahlar, cephaneler, yiyecekler, bir çadır, battaniyeler ve geri kalan ıvır zıvır. Yüklerimizi omuzladıktan sonra yolumuzun daha zahmetli bölümüne başladık.
İki barut fıçımız arasındaki talihsiz bir dalaşma, yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmişti. Summerlee’nin hiç hoşuna gitmemesine rağmen, bize katıldığı andan beri tüm yön direktiflerini gruba Challenger vermekteydi. Şimdi diğer profesöre bir görev tayin ettiği için de (Bu sadece körüklü bir barometre taşıma işiydi.) olay aniden su yüzüne çıkmıştı.
Sesinde sinirli bir sakinlikle: “Acaba hangi yetkiye dayanarak emir verme işini üstlendiğinizi sorabilir miyim, efendim?” dedi Summerlee.
Challenger gözlerinde öfkeyle kabararak: “Bunu yolculuğun lideri olduğum için üstleniyorum, Profesör Summerlee.” dedi.
“O hâlde ben, sizi bu yetkiyi üstlenecek kapasitede görmediğimi söylemek zorundayım, efendim.”
“Bak sen!” Challenger alayla başını eğdi. “Belki de siz benim tüm konumumu açıklayabilirsiniz o hâlde.”
“Hay hay, efendim. Sözlerinin doğruluğu araştırılan birisiniz ve bu komite de burada bunu ispatlamak için bulunuyor. Siz burada yargıçlarınızla beraber yürüyorsunuz bayım.”
“Deme yahu!” dedi Challenger, kanolardan birinin ucuna otururken. “Şu hâlde tabii ki siz kendi yolunuza gideceksiniz, ben de kendi keyfime göre gideceğim. Eğer lider değilsem benim yol göstermemi bekleyemezsiniz.”
Tanrı’ya çok şükür, bilgili profesörlerimizin eften püften tartışmalarını ve saçmalıklarını yatıştırarak Londra’ya elimiz boş dönmemizi engelleyecek iki aklı başında adam vardı: Lord Roxton ve ben. Onları yatıştırana kadar ne tartışmalar, ne yalvarmalar, ne açıklamalar olmuştu, Tanrı’m! Nihayet Summerlee, ağzında piposu ve hırlamasıyla öne adım atmış, Challenger da homurdana homurdana onu takip etmişti. Bu sırada şans eseri her iki bilginimizin de Edinburgh’lı Doktor Illingworth’ten hiç hazzetmediklerini keşfetmiştik. Bundan sonra da bunu bir emniyet supabı olarak kullandık. Gerilimin her yükselişinde İskoç zooloğun adını ortaya atıveriyorduk, bu da iki profesörün geçici olarak müttefik kuvvetler hâlinde ortak düşmanlarına nefret ve hakaret salvolarına başlamasına yetiyordu.
Tek bir çizgi hâlinde dere boyunca ilerleyerek, az sonra darala darala derenin cılız bir çaya dönüştüğünü ve sonunda tamamen ortadan kaybolarak yerini, dizlerimize kadar içine battığımız süngerimsi yosunlardan meydana gelmiş, büyük, yeşil bir bataklığa bıraktığını gördük. Bölge feci bir şekilde sivrisinek bulutlarıyla ve her türden uçan haşereyle kaplıydı. Bu yüzden ağaçların arasından dolanıp yeniden sert zemine ulaşarak, uzaktan canlı bir uzuvmuş gibi uğuldayan vıcır vıcır böcek kuşatmasından kurtulduğumuz için sevinçliydik.
Kanolarımızı bıraktığımızın ikinci günü bölgedeki yapının tümüyle değiştiğini fark etmiştik. Yolumuz devamlı yokuştu ve yukarı doğru tırmandıkça ağaçlar seyrelerek tropikal çeşitliliklerini kaybetmeye başladılar. Amazon’un taşan sularının bıraktığı topraklarda, dev ağaçlar şimdi yerlerini, aralarında sık çalılıkların da olduğu dağınık hurma ve Hindistan cevizi kümelerine bırakmışlardı. Daha nemli ve kuytu alanlardaki Mauritia palmiyeleri, aşağı doğru sarkmış yapraklarını zarafetle sergilemekteydiler. Tamamen pusulaya dayalı olarak yol alıyorduk ve bir iki kere iki yerliyle Challenger arasında görüş ayrılığı baş gösterince, bütün grup profesörün haklı bir öfkeyle söylediği, “Modern Avrupa kültürünün en gelişmiş ürününe inanmaktansa az gelişmiş vahşilerin batıl inançları doğrultusunda hareket edemem!” lafına katılmıştı. Böyle yapmakta da haklı olduğumuz, üç gün sonra Profesör Challenger’ın daha önceki yolculuğundan hatırladığı birkaç işaretin kendini göstermesiyle ortaya çıktı. Hatta bir yerde bir kamp yerinden kaldığı belli olan ateş isiyle kararmış dört taş gördük.
Yolumuz hâlâ yokuştu ve etrafı kayalarla çevrelenmiş bir bayırı aşmamız iki günümüzü almıştı. Bitki örtüsü tekrar değişmişti; geriye, sadece muhteşem bir orkide bolluğuyla Fildişi palmiyeleri kalmıştı. Bu arada ben de bu orkidelerden nadir nuttonia vexillaria’yı ve muhteşem pembeli kızıllı rengiyle cattleya ve odontoglossum’u tanımayı öğrenmiştim. Çakıl taşı zemini ve eğrelti otlarıyla çevrili kıyılarıyla ara sıra rastladığımız derecikler, tepelerdeki sığ geçitlerden çağlayıp gidiyordu. Kamp için çok elverişli bu sahada her akşam, etrafı kayalıklarla çevrili göletlerin çevresinde mola veriyorduk. Göldeki, İngiliz alabalığı büyüklüğünde ve biçimindeki mavi sırtlı balık sürücükleri, muhteşem lezzette bir akşam yemeği oluşturuyordu bizim için.
Kanoları bıraktığımızın dokuzuncu günü ve tahminimce yüz yirmi mil kadar ilerledikten sonra, artık iyice küçülerek fundalıklara dönüşmeye başlayan ağaçlardan sıyrılmaya başladık. Onların yerini şimdi muazzam bir bambu manzarası almıştı. Bambular öylesine kesifti ki aralarından ancak palalarla ve yerlilerin küçük oraklarıyla dalları kesip yol açarak ilerleyebiliyorduk. Bu engeli ancak sabah saat yediden gece saat sekize kadar, sadece birer saatlik iki mola vererek ve uzun bir gün boyunca yürüyerek aşabildik. Bundan daha monoton ve sinir bozucu bir şey düşünülemezdi zira en açık alanlarda bile on on iki metreden ötesini göremiyordum, ki zaten görüş alanım, önümdeki Lord John’un sarı ceketinin sırtıyla, her iki yanımdan yükselen kırk-elli santim açıklıktaki sarı bitki duvarlarıyla kısıtlıydı. Üstümüzden aşağıya incecik bir güneş ışığı hüzmesi ulaşabiliyor, beş metre tepemizde koyu mavi göğe doğru sallanıp duran kamışların tepeleri seçilebiliyordu. Bu sazlıklarda ne çeşit hayvanlar yaşardı bilemiyordum. Ancak birkaç kez irice ve ağır bazı hayvanların çok yakınımızda hareket ettiklerini duymuştuk. Lord John, çıkardıkları sese dayanarak bunların yaban sığırı olabileceğine hükmetti. Tam gece üzerimize çökerken bu bambu barikatını aşarak hemen kampımızı kurduk. Bitmeyecek gibi gelen bu uzun gün bizi iyice tüketmişti.
Ertesi sabah erkenden yine ayaktaydık, bir kez daha bitki örtüsünün değişmiş olduğunu gözlemledik. Arkamızda sanki nehrin akış rotasını çizermiş gibi belirgin bir bambu duvarı vardı. Önümüzde ise hafifçe yukarı doğru kıvrılmış ve eğrelti otu kümeleriyle nokta nokta işaretlenmiş düz bir ova alabildiğince uzanarak sonunda balina sırtı benzeri, uzunca resiflerle son buluyordu. Buraya öğle ortalarında vararak ardında hafifçe basık, yuvarlak, ufka doğru yükselen alçak bir vadi olduğunu gördük. İşte tam burada, bu tepeciklerin ilkini aştığımız sırada bir olay meydana geldi ki ne derece önemli bilemiyorum.
İki yerliyle beraber grubun öncülüğünü yapmakta olan Profesör Challenger, aniden durarak heyecanla sağını işaret etti. Bunun üzerine gözlerimizi o yöne çevirerek, yaklaşık bir mil kadar ötede kocaman, gri, kuşa benzeyen bir yaratığın yavaşça kanat çırpıp yerden havalandığını, alçak ve düz bir uçuşla eğrelti kümelerinin arasında yitip gittiğini gördük.
“Gördün mü onu?” diye haykırdı Challenger büyük bir sevinçle. “Summerlee, gördün mü onu?”
Meslektaşı, gözlerini kuşun kaybolduğu noktaya dikmişti.
“Ne olduğunu iddia ediyorsun onun?” diye sordu.
“Benim bildiğime göre bir pterodactyl.”
Summerlee alaycı kahkahalar atarak yanıtladı:
“Bir ptero-zırvalık! Olsa olsa bir leylekti bu!”
Challenger o kadar öfkeliydi ki konuşamadı bile. Bunun yerine sadece yükü tekrar sırtına alarak adımlarına devam etti. Bununla beraber Lord John, şimdi yanıma gelmişti ve yüzü her zamankinden daha ciddiydi. Elinde Zeiss marka dürbününü tutuyordu.
“Ağaçlara dalmadan odakladım.” dedi. “Ne olduğunu bildiğimi iddia etmeyeceğim ama bir avcı olarak unvanımı ortaya koymaya hazırım ki hayatımda hiç böyle bir kuş görmedim ben.”
Ve olay böylece kaldı. Gerçekten de bilinmezin eşiğinde miyiz, liderimizin bize söylediği bu kayıp dünyanın uç sınırlarına mı şahit oluyoruz? Size olup biteni olduğu gibi anlatıyorum, siz de ancak benim kadar bilebiliyorsunuz. Bu tek bir rastlantıydı. Çünkü olağanüstü diyebileceğimiz başka hiçbir şey görmedik.
Ve şimdi sevgili okurlarım -tabii, gerçekten herhangi bir okurum varsa- sizi geniş nehirden geçirerek sazlıkların olduğu alana, oradan yeşil tünele ve sonra palmiye ağaçlarının olduğu yokuşa, oradan bambu molasına ve eğrelti ağaçlarının ovasına getirdim. Sonunda varış noktamız tamamıyla önümüzde. İkinci resifi geçtiğimizde önümüzde palmiye ağaçlarıyla dolu düzensiz bir ara ve daha sonra da resimde gördüğüm yüksek, kırmızı kayalıkları görmüştük. İşte, bunu yazarken orada, önümüzde duruyor ve hiç şüphesiz resimdekiyle aynı. En yakın noktası kamp yerimize yaklaşık yedi mil uzaklıkta ve dolanarak göz alabildiğine devam ediyor. Challenger ödül almış bir tavuskuşu gibi kurumlu kurumlu yürümekte; Summerlee ise suskun fakat hâlâ şüpheli. Geçecek bir gün, şüphelerimizin bir kısmını daha yok edecektir mutlaka. Bu arada, kırık bir bambu tarafından kolu delinen Jose dönmekte ısrar ettiği için, bu mektubu ona emanet ediyorum ve umuyorum ki sonunda emin ellere ulaşacaktır. Fırsat buldukça tekrar yazacağım. Buraya yolculuğumuzun kaba bir haritasını iliştiriyorum, belki de hikâyenin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur.
9. BÖLÜM
“Kim Tahmin Edebilirdi ki Bunu?”
Başımıza korkunç bir iş geldi! Kim tahmin edebilirdi ki bunu? Problemlerimize dair bir çözüm göremiyorum. Belki de hayatımız boyunca bu tuhaf, erişilmez bölgede kalmaya mahkûmuz artık. Hâlâ öylesine kafam karışık ki karşımdaki gerçekleri veya önümüzdeki olasılıkları bile düşünmekten âcizim. Allak bullak olmuş zihnim için birisi son derece korkunç, diğeri ise bir gece gibi karanlık gözüküyor. Hiçbir insan kendini bundan daha kötü bir durumda bulmamıştır. Hatta size tam coğrafik konumumuzu açık edip arkadaşlarla bir kurtarma ekibi göndermenizi istemenin bile bir faydası yok. Gönderilseler bile, büyük olasılıkla onlar buraya ulaşamadan kaderimiz çizilmiş olacak.
Gerçek şu ki şu anda herhangi bir insani yardımdan, sanki Ay’daymışçasına uzağız. Eğer bu işten sıyrılabilirsek bunu sadece sahip olduğumuz yeteneklerle yapacağız. Yol arkadaşı olarak üç müstesna adama sahibim; muhteşem zekâya ve sarsılmaz bir cesarete sahip üç insan. Bütün umudumuz burada yatıyor. Bu karanlıkta bir ışık görebiliyorsam eğer, bunu sadece üç yol arkadaşımın metanetli yüzlerine baktığımda görebiliyorum. Ümit ediyorum ki ben de dışarıdan onlar kadar etkilenmemiş gözükebileyim. İç dünyam ise karmakarışık.
Şimdi size elimden geldiğince ve detaylarıyla, bizi bu felakete sürükleyen olaylar zincirini anlatacağım.
Son mektubumu bitirdiğim zaman, Challenger’ın anlattığı o plato olduğu şüphe götürmeyen bölgeyi çevreleyen, dev gibi sarp kayalıklar zincirinden ve bu kayalıktan yedi mil kadar uzakta olduğumuzdan bahsetmiştim. Bunlara yaklaştıkça, bazı yerlerde kayalıkların, profesörün ifade ettiğinden çok daha yüksek olduğunu gözlemlemiştik -bazı bölgelerde en az üç yüz elli metreye ulaşıyordu- ve acayip bir şekilde oyuk oyuk bir görünümdeydiler. Tahminimce bu da bazaltın oluşmasına has bir özellikti. Buna benzer oluşumlar Edinburgh’da Salisbury Kayalıkları’nda da görülebilir. Zirvede müthiş bir bitki örtüsü zenginliği göze çarpıyordu; yamaçlarda çalılıklar ve daha gerilerde birçok yüksek ağaçlık alan uzanıyordu. Görebildiğimiz kadarıyla bir yaşam belirtisi yoktu.
O gece kampımızı hemen kayalıkların dibine kurduk; son derece ıssız ve vahşi bir yerdi. Tepemizdeki yalçın kayalıklar sadece dikey olmakla kalmayıp, daha yukarılarda öne doğru bir eğim almışlardı; bu da tırmanmayı olanak dışı bırakıyordu. Yakınımızda, hikâyenin bir bölümünde daha önce de bahsetmiş olduğum yüksek ve ince kayalığın tepesi gözüküyordu. Daha çok bir çan kulesinin tepesine benziyordu bu; zirvesi, platoyla aynı seviyede olmakla beraber, aralarında büyük bir uçurum bulunmaktaydı. Üzerinde yüksek bir ağaç yetişmişti. Tepe ve zirve oldukça alçak sayılırdı -herhâlde 200 metre kadardı. Profesör Challenger bu ağacı işaret ederek:
“Pterodactyl, işte tam bunun üzerinde tünemişti.” dedi. “Onu vurmadan önce kayanın yarısına kadar tırmanmıştım. Benim gibi iyi bir dağcı, kanımca kayanın tepesine kadar çıkabilir, ancak tabii ki yine de bunu başarmakla platoya daha yaklaşmış olamaz.”
Challenger, pterodactyl’inden konuşurken ben de Summerlee’yi süzmekteydim; diyebilirim ki yüzünde ilk defa inanç belirtileri ve yumuşama okudum. Artık ince dudaklarındaki alaycı gülümseme yok olmuş, tam tersine yüzüne heyecanlı ve şaşkın bir ifade yerleşmişti. Challenger da bunu görmüştü ve zaferinin ilk belirtilerinin zevkini çıkarıyordu.
Can sıkıcı alaycı tavrıyla:
“Tabii, Profesör Summerlee, benim ‘pterodactyl’ derken aslında bir leylekten bahsettiğimi anlıyordur; yalnız tüyleri olmayan, vücudu deriyle kaplı, zarlı kanatlı ve çenelerinde dişleri olan cinsten bir leylek.” dedi.
Sırıttı, göz kırptı, meslektaşı yüzünü çevirip uzaklaşıncaya kadar eğilip baktı.
Sabahleyin kahve ve manyoktan oluşan tutumlu bir kahvaltıdan sonra -azığımızı idareli kullanmak zorundaydık- tepemizdeki platoya en uygun çıkış usulünü belirlemek için bir oturum yaptık.
Challenger, âdeta kürsüdeki bir yüksek yargıç edasıyla başkanlık yaptı. Şimdi onu bir kayanın üzerine oturmuş olarak gözünüzün önüne getirin. Gülünç çocuk şapkası kafasının arkasına kaykılmış, küstah gözleri yarı açık yarı kapalı, göz kapakları ardından bizi hâkimiyeti altına almış ve ağır ağır şu anki durumumuzu belirledikten sonra nasıl hareket edeceğimizi anlatırken, kocaman sakalı bir aşağı bir yukarı oynayıp duruyor.
Hemen altında da üçlü bir grup olan bizi görebilirsiniz. Güneşten yanmış, genç ve açık havada kamp yapmanın etkisiyle enerji dolu ben; ağzından düşmeyen piposuyla vakur ve eleştirici Summerlee; dikkatli gözlerini hevesle konuşmacıya dikmiş, tetikteki esnek vücudunu tüfeğine yaslamış, çakı gibi sağlam Lord John. Arkamızda iki siyahi melezle küçük bir yerli grubu duruyor, önümüzde ve tepemizde ise bizi hedefimize ulaşmaktan alıkoyan o koskoca, sarp kayalıklar grubu göğe yükseliyordu.
“Son gelişimde tepeye tırmanmak için her çareyi denediğimi söylememe gerek yok; biraz dağcılık yönüm olduğundan, benim üstesinden gelemediğim bir yerde başka kimsenin şansı olduğunu zannetmiyorum.” dedi liderimiz. “O zaman dağcılık araç gereçlerinin hiçbirine sahip değildim, ancak şimdi onları getirme tedbirini aldım. Bunların yardımıyla ayrık tepenin zirvesine ulaşacağıma eminim ama ana kayalık dışa eğim yaptığından buraya tırmanmaya çalışmak nafile. Geçen gelişimde yağmur mevsimi yaklaştığı ve yiyecek stoğum tükendiği için acele etmek zorunda kalmıştım. Şartlar zamanımı kısıtlamıştı, ancak bulunduğumuz yerin doğusuna doğru altı millik bir alanı tarayabildiğimi söyleyebilirim. Tabii, çıkış için elverişli bir yol bulamadan. O hâlde şimdi ne yapalım?”
“Yapacak bir tek şey var gibi gözüküyor.” dedi Profesör Summerlee. “Doğu tarafını araştırdığına göre, kayalığın etrafını batıya doğru dolanarak tırmanmaya elverişli bir nokta bulmalıyız.”
“Evet, öyle.” dedi Lord John. “Büyük bir olasılıkla bu platonun o kadar büyük olmadığını göreceğiz; kolay bir çıkış yolu bulana dek bunun etrafını döneriz veya başladığımız yere geri dönmüş oluruz.”
“Daha önce de genç arkadaşımıza anlattığım gibi…” dedi Challenger (Beni sanki on yaşında bir çocukmuşum gibi gösterme alışkanlığı vardı.), “Buraya çıkmak için kolay bir yol olması neredeyse imkânsız, çünkü o takdirde zirve tecrit edilmemiş olacak ve dolayısıyla yaşam mücadelesinin genel kanunlarına böylesine garip bir müdahaleyi ortaya çıkaran şartlar oluşmayacaktı. Bununla beraber, hantal ve ağır bir hayvanın aşağıya inemeyeceği bir bölgeden profesyonel bir kaya tırmanıcısının çıkabileceğini ve böyle bir nokta olabileceğini kabul ediyorum. Çıkış için uygun bir noktanın olduğu kesin.”
“Nereden biliyorsunuz bunu, efendim?” dedi Summerlee çabucak.
“Çünkü benden önce gelen Amerikalı Maple böyle bir çıkışı gerçekleştirdi. Yoksa defterine çizdiği canavarı nasıl görmüş olabilirdi?”
“İşin burasında, biraz, kanıtlanmış gerçeklerin dışına çıkıyorsunuz.” dedi inatçı Summerlee. “Platonu kabul ediyorum çünkü gördüm fakat üzerinde herhangi bir yaşam biçimi olduğu konusunda tatmin olmuş değilim.”
“Sizin neyi kabul edip neyi etmediğiniz gerçekten hiç önemli değil, bayım. Platonun varlığının kafanıza işlemiş olduğuna memnun oldum.”
Sonra platoya döndü ve aniden hepimizi şaşkına çevirerek kayadan sıçrayıp, Summerlee’yi boynundan yakaladığı gibi yüzünü yukarı kaldırdı.
“İşte, efendim!” diye bağırdı heyecandan kabalaşarak. “Platoda hayat olduğunu anlamanıza yardımcı olabildim mi?”
Kayanın köşesinden kalın, yeşil bir çalılığın çıkıntı yaptığını söylemiştim. Buradan parlak siyah bir nesne uzanarak ortaya çıkmıştı. Yavaşça öne ilerleyerek uçurumdan aşağı sarkınca, bunun garip, kürek biçiminde kafası olan, kocaman, siyah bir yılan olduğunu gördük. Sabah güneşi, hayvanın kavisli, parlak kıvrımlarında ışıldarken, üzerimizde birkaç dakika kıvrılıp büküldü. Sonra da tekrar içeri dalarak gözden kayboldu.
Hayvan, Summerlee’nin öyle ilgisini çekmişti ki bu birkaç dakika boyunca kafasını yukarı ittirmiş olan Challenger’a hiç itiraz etmeden, öylece bakakalmıştı. Şimdi silkinip, kendisini Challenger’dan kurtararak pozisyonunu düzeltti.
“Eğer dikkatinizi çeken olayları çeneme yapışmadan anlatmanın bir yolunu bulabilirseniz çok memnun olacağım Profesör Challenger.” dedi. “Hatta çok basit bir kaya pitonunun görüntüsü bile böyle bir serbestliği mazur göstermez.”
“Fakat ne derseniz deyin platoda yaşam var.” diye zafer edasıyla cevapladı meslektaşı. “Şimdi bu önemli sonuca ulaştığımıza ve ne kadar ön yargılı veya kalın kafalı olursa olsun herkes bu açık gerçeği anladığına göre, ben kampı hemen toplayıp bir çıkış yolu bulana dek batıya ilerlemekten daha iyi bir seçeneğimiz olmadığını düşünüyorum.”
Tepelerin altındaki zemin kayalık ve kırık olduğu için ilerleme yavaş ve zordu, ancak aniden bize moral kazandıran bir şeye rastladık. Eski bir kamp yerinin kalıntılarıydı bu. Etrafında boş Chicago et konservesi kutuları, “Brandy” yazılı boş bir şişe, kırık bir konserve açacağı ve daha başka çerçöp vardı. Buruşuk ve yırtık kâğıtların “Chicago Democrat” gazetesinden parçalar olduğunu fark ettik ancak üzerindeki tarih aşınmış gitmişti.
“Benim değil.” dedi Challenger. “Maple White’ın olmalı.”
Lord John, merakla, kamp yerini gölgeleyen eğrelti ağacını süzüyordu.
“Bakın hele şuna!” dedi. “Herhâlde bir işaret olarak bırakılmış bu.”
Sert bir tahta kama, batı yönünü gösterecek şekilde ağaca saplanmıştı.
“Mutlaka bir işaret.” dedi Challenger. “Başka ne olabilir? Tehlikeli bir yolda olduğunu anlayan öncümüz, arkasından bu işareti bırakmış ki sonradan gelenler hangi yönü takip ettiğini çıkarabilsin. Belki de yolumuzun üstünde başka işaretlere de rastlayacağız.”
Gerçekten de öyle oldu ama bunlar hiç de beklenmedik cinsten, dehşet verici işaretlerdi. Kayalığın hemen altında, kayda değer bir alana yayılmış ve daha önce yolculuğumuzda aşmış olduğumuz uzun, bambu sırıklardan yetişmişti. Bu sapların çoğu altı metreye kadar ulaşıyor ve keskin, kuvvetli uçlarıyla durdukları yerde bile müthiş mızraklara benziyorlardı. Bu mızraklarla çevrili alanı geçerken gözüme, içeride, beyaz bir şey ilişmişti. Kafamı sapların arasına ittirerek soktuğumda, kendimi kuru bir kafatasına bakarken buldum. Bütün iskelet de oradaydı, ancak kafatası ayrılarak açıklık alanın birkaç metre ilerisine düşmüştü.
Yerlilerimizin palalarını kullanarak birkaç darbeyle sahayı temizledikten sonra, bu geçmiş trajedinin detaylarını inceleyebildik. Sadece birkaç elbise parçası ayırt edilebiliyordu, ama kemikli ayağın etrafındaki çizme kalıntıları belirgindi ve adamın beyaz olduğu kesindi. Kemiklerin arasında Hudson, New York’tan bir altın saat ve ucunda sivri uçlu bir dolma kalem bulunan bir zincir duruyordu. Bunların arasında bir de kapağının üzerine “A. E. S.den J. C.ye” ibaresi işlenmiş gümüş bir sigara tabakası vardı. Metalin durumu, felaketin çok da uzunca bir zaman önce meydana gelmediğine işaret etmekteydi.
“Kim olabilir acaba bu?” diye sordu Lord John. “Zavallıcık, vücudundaki bütün kemikler kırılmış gibi.”
“Kırık kaburga kemikleri arasından da bambu büyümüş.” dedi Summerlee. “Çabuk büyüyen bir bitki ama kamışlar altı metre yüksekliğe ulaşırken bu adamın burada bulunması akıl alır şey değil.”
“Adamın kimliğine gelince…” dedi profesör Challenger, “Bundan zerre kadar kuşkum yok. Nehri aşıp çiftlikte size ulaşmadan önce Maple White hakkında çok kapsamlı bir soruşturma yürüttüm. Para’da hiç kimse bir şey bilmiyordu. Şansıma, elimde kesin bir ipucu vardı çünkü defterinde Rosario’dan bir din adamıyla birlikte yemek yerken çizilmiş bir resmi vardı. Bu papazı bulmayı başardım ve adamın çok kavgacı birisi olmasına ve modern bilimin, inançlarını çürütücü etkisi hakkında söylediğim sözleri gülünç derecede kötüye yormasına rağmen, bana bazı yararlı bilgiler verdi. Maple White, Rosario’dan, dört sene önce veya ben ölü bedenini görmeden iki sene önce geçmişti. O sıralar yalnız olmayıp yanında bir de arkadaşı vardı: James Colver adında bir Amerikalı. Bu adam kayıkta kalmış ve papazla tanışmamıştı. Bu yüzden şimdi James Colver’dan geri kalanlara baktığımızdan hiç şüphem yok.”
“Aynı zamanda…” dedi Lord John, “Nasıl bir ölümle karşılaştığına da hiç şüphe yok. Tepeden düşerek veya aşağı atılarak bu kazıklara çakılmış. Aksi hâlde bütün kemikleri nasıl kırılabilirdi ve başımızın çok üstündeki bu kamışlara nasıl saplanabilirdi?”
Bu kırık dökük eşyaların etrafında durmuş, Lord Roxton’ı dinlerken, sözlerinin ardındaki gerçeklikle üzerimize bir sessizlik çökmüştü şimdi. Kayalık tepelerin çıkıntı yapmış ucu, bambu barikatının üzerinden sarkıyordu. Yukarıdan düştüğü kesindi. Fakat düşmüş müydü acaba? Bir kaza mı olmuştu? Yoksa?.. Bu bilinmeyen toprakların etrafında daha şimdiden uğursuz, korku verici olasılıklar belirmeye mi başlamıştı?..
Sessizce ayrılarak tekrar kayalıkların etrafını çeviren rotamıza devam ettik. Yüzey, resimlerini gördüğüm, Antarktika’da keşif gezisine çıkmış gemilerin direği üzerinden gözlemlenen, ufuktan ufuğa uzanan zemin buzulları gibi düz ve kırılmamıştı.
Beş mil boyunca hiçbir yarık veya açıklık göremedik. Sonra aniden gördüğümüz bir şey ümitlerimizi tazeledi. Kayanın yağmurdan korunan bir oyuğunda, hâlâ batı tarafını işaret eden, tebeşirle kabaca çizilmiş bir ok vardı.
“Yine Maple White.” dedi Profesör Challenger, “Kendisini arkadan takip edecek değerli adımların varlığını sezmiş olmalı.”
“Tebeşiri vardı o hâlde?”
“Sırt çantasında bulduğum eşyalar arasında bir kutu renkli tebeşir vardı, evet. Beyaz olanın dibine kadar kullanılmış olduğunu hatırlıyorum.”
“Bu gerçekten de iyi bir delil.” dedi Summerlee. “Onun rehberliğini kabul edip batıya doğru ilerlemek en iyisi.”
Beş mil kadar daha ilerlediğimizde kayaların üzerinde yeniden bir ok gördük. Oku gördüğümüz noktada kayalık cephe, ilk defa olarak dar bir yarıkla ayrılmıştı. Yarığın içinde, sanki zeminden yukarıda bir noktayı göstermek istercesine ucu yukarı doğru kalkık ikinci bir işaret vardı.
Bayağı kasvetli bir yerdi burası, çünkü dev gibi duvarlar ve iki kat yeşillikle çevrelenmiş alanda zemine sadece zayıf, gölgeli bir ışık sızıyordu. Saatlerdir ağzımıza bir şey koymamıştık ve ağır, düzensiz yolculuktan yorgun düşmüştük. Buna rağmen, gerilmiş sinirlerimiz mola vermemize engeldi. Yine de kamp yerinin kurulmasını emrederek bu işi yerlilere bıraktıktan sonra, biz dört beyaz ve iki melez, dar geçitten ileriye doğru yola koyulduk.
Ağızda genişlik on iki metre kadardı fakat ilerledikçe daralarak sivri bir köşede son buldu. Önümüz tırmanmak için çok düz ve kaygandı. Burası kesinlikle öncümüzün işaret ettiği yer olamazdı. Gerisin geri yola koyulduk -geçitin bütün derinliği çeyrek milden fazla değildi- ve aniden Lord John’un tetikteki gözleri yukarıda aradığımız şeyi gördü. Başımızın üstünde, yukarılarda, koyu gölgelerin arasında daha da karanlık, yuvarlak bir nokta vardı. Bir mağaranın ağzı olmalıydı bu kesinlikle.
Kampa geri dönemeyecek kadar heyecanlanmıştık; ilk keşfi hemen şimdi yapmalıydık. Lord John, sırtındaki çantada bir el feneri taşıyordu ve bu da ışık işini halledecekti. Önünde küçük sarı ışığın yarattığı halkayla ilerlerken, biz de tek sıra hâlinde adımlarını takip ettik.
Mağaranın su aşınmasına maruz kaldığı belliydi. Kenarlar kaygandı ve dip, yuvarlaklaşmış taşlarla doluydu. Tam tek bir adamın eğilerek girebileceği büyüklükteydi. Elli metre boyunca doğrudan kayanın içine doğru ilerliyor, daha sonra da 45 derecelik bir açıyla yukarı kıvrılıyordu. Bu eğim gittikçe daha da dikleştiği için, artık altımızda kayan gevşek kum ve çakılın arasında, ellerimiz ve dizlerimiz üzerinde ilerliyorduk. Aniden Lord Roxton’dan bir bağırtı yükseldi.
“Tıkalı!”
Arkasında, sarı ışığın aydınlattığı alanda kümelenmiş, tavana doğru yükselen bölük pörçük bir bazalt duvarı gördük.
“Tavan çökmüş!”
Dökülen bazı parçaları nafile yere dışarı taşımaya çalıştık. Bunun yarattığı tek etki, daha büyük parçaların koparak rampadan aşağı yuvarlanıp bizi ezilme tehlikesiyle tehdit etmesi olmuştu. Engelin, bizim kımıldatabilme gücümüzün çok ötesinde olduğu ortadaydı. Maple White’ın yukarı çıktığı yol artık kapanmıştı. Üzüntüden konuşamayacak bir hâlde karanlık tünelden tökezleye tökezleye çıktık ve kampa doğru yola koyulduk.
Bununla beraber bir olay meydana geldi, ki daha sonra olacaklar açısından önem taşıyor.
Uçurumun dibinde, mağaranın ağzından on iki metre kadar aşağıda küçük bir grup hâlinde toplanmışken, aniden ortaya çıkan dev gibi bir kaya aşağıya doğru uçarak yanımızdan geçmiş ve korkunç bir hızla yere çakılmıştı. Kıl payı kurtulmuştuk hepimiz de. Biz, taşın nereden geldiğini görememiştik ama hâlâ mağaranın ağzında bulunan iki melez hizmetçi, taşın kendi yanlarından uçarak geçtiğini, bu yüzden de zirveden düşmüş olması gerektiğini söylüyordu. Yukarı baktığımızda, tepemizdeki uçurumu kaplamış olan ormanlıkta hiçbir kıpırtı göremedik. Ama taşın bize nişanlanmış olduğuna hiç şüphe yoktu. O hâlde bu olay, yukarıda mutlaka insan yaşamı -habis, kötü niyetli insan yaşamı- olduğuna işaret ediyordu.
Aklımız yeni gelişmelerle dolu olarak ve bunların planlarımızda ne gibi etkileri olacağını düşünerek, aceleyle yarıktan dışarı çıktık. Durum zaten yeteri kadar kötüyken, üstüne üstlük doğanın engellemelerine bir de insan faktörü eklendi mi artık hiç umut yok diyebilirdik. Buna rağmen, sadece elli altmış metre yukarımızdaki o güzelim yeşil saçağa bakarken hiçbirimizin aklından, Londra’ya, burayı derinlemesine keşfetmeden, eli boş dönmek gibi bir düşünce geçmiyordu, emindim bundan.
Durum hakkında bir değerlendirme yaptıktan sonra tutulacak en iyi yolun, yukarıya çıkmak için başka elverişli bir nokta bulana kadar kayanın etrafında dolanmak olduğuna karar vermiştik. Yüksekliği hissedilir ölçüde azalmış olan uçurumun hatları, şimdiden batıdan kuzeye doğru eğim almaya başlamıştı, ki eğer bunu bir çemberin dönemeci olarak farz edersek çevrenin bütünü o kadar büyük olamazdı. O zaman en kötü olasılıkla birkaç gün içerisinde başlangıç noktamıza geri dönmüş olacaktık.
O gün neredeyse yirmi yirmi iki mile yaklaşan sıkı bir yürüyüş yaptık, hem de hiç umudumuzu yitirmeden.
Bu arada şunu da belirtmeliyim ki barometrelerimiz, kanoları bırakıp devamlı olarak yukarıya tırmanmaya başlayalı beri, deniz seviyesinden en az bin metre yüksekliğe çıktığımızı söylüyordu bize. Dolayısıyla bitki örtüsünde ve iklimde büyük bir değişim söz konusuydu; tropikal yolculukların en büyük belalarından olan o korkunç böcek istilasını kısmen atlatmıştık. Hâlâ birkaç palmiye ağacı göze çarpıyordu ve sürüyle de eğrelti ağacı ama Amazon bölgesine has ağaçlar artık geride kalmıştı. Burada, bu kuş uçmaz kervan geçmez kayalıklarda, çadır çiçeğini, çarkıfelek ve begonyayı görebilmek çok güzel bir şeydi; evi hatırlatıyorlardı bana. Hele kırmızı bir tanesi vardı ki Streatham’da bir villanın penceresinde gördüğüm begonyanın rengiyle tıpatıp aynıydı fakat kişisel hatıralara dalmamalıyım şimdi.
O gece -hâlâ platonun etrafını dolandığımız ilk günden bahsediyorum- bizi muhteşem bir deneyim bekliyordu. Yanı başımızda bizi bekleyen harikalar hakkındaki tüm kuşku bulutlarını sonsuza dek dağıtacak bir deneyimdi bu.
Sevgili Bay McArdle, bu satırları okurken belki de ilk defa, gazetenin beni buralara nafile yere, bir hayal peşinde göndermediğine ve profesör kullanmamıza izin verdiği zaman dünyayı ayağa kaldıracak haberler olduğuna inanacaksınız. İngiltere’ye kanıtlarımla dönemediğim takdirde bu haberleri yayımlamaya cüret etmeyeceğim yoksa gazeteciliğin gelmiş geçmiş en büyük Munchausen’ı olarak damgalanabilirim. Eminim ki siz de aynı şekilde düşünüyorsunuz ve bu tip haberlerin doğal olarak yarattığı eleştiri ve kuşku bombardımanını karşılamaya hazır olmadan “Gazette”nin güvenirliğini tehlikeye atmak istemiyorsunuzdur. O hâlde gazeteye bomba gibi bir başlık olabilecek bu müthiş olay, editörün çekmecesinde sırasını beklemek zorunda.
Üstelik her şey öylesine yıldırım hızıyla olup bitti ki geriye beynimizde yaşattığımız görüntülerden başka hiçbir tekrarı kalmadı.
Olan şuydu: Lord John bir ajouti vurmuştu -domuza benzer küçük bir hayvandı bu- ve bunun yarısını yerlilere verdikten sonra diğer yarısını kendi ateşimizde pişiriyorduk. Hava karardıktan sonra soğuk bastırdığı için hepimiz iyice ateşe sokulmuştuk. Ay olmamasına rağmen, yıldızların ışığıyla ovaya doğru epeyce uzak bir mesafe görülebiliyordu. İşte tam o sırada aniden geceyi yararak, karanlığın içinde uçak gibi bir şey vızıldadı. Bir anda hepimiz derimsi kanatların gölgesiyle çevrilmiştik ve gözlerim saniyeler kadar kısa bir süre için, uzun, yılan gibi bir boyuna, kırmızı, vahşi ve delici bir göze ve beni şaşkınlığa sürükleyen küçük pırıldayan dişlerle dolu, kocaman, açılıp kapanan bir gagaya kilitlenmişti. Bir saniye sonra yok olmuştu yaratık; yemeğimizle birlikte. Boydan boya altı metre uzunluğunda, kocaman, siyah bir gölge havada süzüldü; bir an için dev kanatlar yıldızları kapladı ve sonra tepemizdeki kayalıkların sırtına doğru uçarak kayboldu gitti. Ateşin etrafında, tıpkı Harpies’in üzerlerine çöktüğü Virgil’in kahramanları gibi, nutkumuz tutulmuşçasına öylece kalakalmıştık. İlk konuşan Summerlee oldu:
“Profesör Challenger.” dedi ağır ağır, sesi duygu doluydu ve titriyordu. “Size bir özür borçluyum. Ben çok yanılmışım efendim. Ümit ediyorum ki geçmişte olanları unutacaksınız.”
Çok güzel söylenmişti bu söz ve iki adam ilk defa el sıkıştılar. Net olarak gördüğümüz ilk pterodactyl’in kazancı bu olmuştu bizim için. Böylesi iki adamı bir araya getirmek, akşam yemeğimizin çalınmasına değerdi doğrusu.
Ancak diyebilirim ki platoda prehistorik bir hayatın varlığı söz konusuysa da pek bol değildi bu, çünkü ilerleyen üç gün içerisinde başka hiçbir emaresine rastlayamamıştık. Bu süre içerisinde taşlık bir çöl ile güney ve doğudaki tepelikleri yabani tavuklarla dolu ıssız bataklıklar arasında uzanan zorlu, çorak bir bölgeyi aştık. Bu yönde ilerlemek hayli zorlamıştı bizi; uçurumun tam dibinde, üzerinde yürünecek sertçe bir kenar uzantısı olmasaydı geri dönmek zorunda kalacaktık. Bu eski, yarı tropikal bataklıkta defalarca belimizin hizasına dek çamur ve pisliğin içine gömülmüştük. Hepsinin üzerine tüy diken olay ise bölgenin Güney Amerika’da rastlanan en zehirli ve saldırgan yılan olan Jaracaca yılanının çok hoşlandığı bir üreme alanı olmasıydı. Bu korkunç yaratıklar batağın üzerinde kıvrılıp bükülerek tekrar tekrar üzerimize atlayıp duruyorlardı; öyle ki kendimizi ancak tüfeklerimizi her an hazırda tutarak emniyette hissedebiliyorduk. Bataklığın üzerindeki huni biçimli, içinde yaşayan bir tür likenin cırtlak yeşil bir renk verdiği o basıklık, eminim ki yaşadığım sürece kâbuslarımda yer alacak. Çünkü bu basık alan her nasılsa bu iğrenç yaratıklara özel bir yuva işlevi görmekteydi, öyle ki bunların ağzı âdeta bu hayvanlarla kaynıyordu. İnsana gördüğü anda saldırmak, Jaracaca yılanına has bir özellikti. Vuramayacağımız kadar çok yılan olduğundan, yapabileceğimiz en sağlıklı işi yaparak tabana kuvvet kaçtık buradan, hem de nasıl kaçmak! Sonunda durduğumuz zaman tükenmiştik âdeta. Arkamıza dönüp baktığımız zaman korkunç takipçilerimizin kafalarının, gövdelerinin, uzaklarda sazlıklar arasında nasıl batıp çıktığını gördüm ve o sahneyi hep hatırlayacağım. Hazırladığımız haritada “Jaracaca Bataklığı” adını koyduk bu bölgeye.
İlerideki kayalıkların rengi değişmiş, şimdi çikolata gibi kahverengiye dönüşmüşlerdi. Bitki örtüsü daha da sıklaşmış ve yükseklikleri 100 150 metreye kadar inmişti. Ancak yine de çıkış için elverişli bir noktadan eser yoktu. Hatta işin doğrusu buraya tırmanabilmek, ilk başladığımız yerdeki noktadan tırmanabilmekten daha da imkânsızdı. Aşılmaz diklik, taşlık çölden çektiğim fotoğrafta da iyice belli olmakta.
“Yağmur mutlaka bir yolunu bulup aşağıya iniyordur.” dedim durumu değerlendirirken, “Kayalarda yağmur olukları olması lazım.”
“Genç arkadaşımız zekâ pırıltıları gösteriyor!” dedi Challenger omzuma hafifçe vurarak.
“Yağmur bir yerlere gitmeli.” diye tekrarladım.
“Evet, doğru söylüyor. Ama gerçek şu ki gözlerimizle de kanıtladığımız üzere kayalıklarda su oluğu yok.”
“O hâlde su nereye gidiyor?” diye ısrar ettim.
“Herhâlde dışarıya gitmiyorsa içeriye gidiyor demek doğru olacaktır.”
“O zaman ortada bir göl olmalı.”
“Öyle gözüküyor.”
“Büyük bir olasılıkla bu göl, eski bir krater olacak.” dedi Summerlee. Oluşumu tamamıyla yüksek derecede volkaniktir tabii ki… Ancak her ne şekilde olursa olsun, platonun yüzeyinin içinde epey bir miktar suyla dolu olarak içe doğru eğik olmasını bekliyorum ve bu da bazı yer altı kanalları vasıtasıyla Jaracaca Bataklığı’na bir yol buluyor olabilir.”
“Veya buharlaşma bir denge unsuru oluşturuyor.” diye işaret etti Challenger.
Ve böylece iki bilgin, sıradan biri için Çinceden farksız olan o normal bilimsel tartışmalarından birine daha dalıp gitti.
Altıncı günde kayalıklar etrafındaki ilk turumuzu tamamlayarak kendimizi başladığımız yerde, ana kayalardan ayrık olan zirvenin dibindeki kamp yerinde bulduk. Öylesine inceden inceye bir araştırma yapmıştık ki aldığımız sonuç bizim için tamamıyla bir hüsran olmuştu. Kayalıklar üzerinde en becerikli, en aktif dağcının bile çıkmaya cesaret edebileceği bir nokta olmadığı hepten kesinlik kazanmıştı artık. Maple White’ın kendi çıkış bölgesi olarak tebeşirle işaretlediği yer de geçit vermez bir hâldeydi.
Peki, şimdi ne yapacaktık? Erzağımız ve cephanemiz şimdilik iyi durumdaydı, ancak bir zaman sonra tazelenmeleri gerekeceği muhakkaktı. Birkaç ay sonra başlayacak olan yağmur mevsimini bekleyebilirdik ama bu da bizi kamp yerinden süpürür götürürdü. Kayalık, mermerden daha sertti ve bunu oyarak bir patika açmaya kalkmaya ne zamanımız, ne de elimizdeki araç gereç yeterdi. Bütün bu düşüncelerle o gece battaniyelerimizi çıkartıp yatmaya hazırlanırken birbirimizle neredeyse hiç konuşmamıştık. Bu derece moral çöküntüsü içindeyken de hiç garip değildi bu. Uykuya dalıp giderken son hatırlayabildiğim şey, kocaman kafasını iki eliyle tutmuş ve göründüğü kadarıyla derin düşüncelere dalmış Challenger’ın dev bir kurbağa gibi ateşin yanına çömelmiş görüntüsüydü. İyi geceler dileğimi duymadı bile…
Ancak sabahleyin bizi selamlayan Challenger bambaşka birisiydi sanki: Neşeden ve kendini tebrik etmekten dolayı etrafına ışık saçan bir Challenger. Kahvaltı için toplanmış olan bizlere bakarken yüzünde sanki, “Evet, evet, bütün söyleyebileceklerinizi hak ettiğimi biliyorum, lütfen dile getirmeyin de boşuna yüzüm kızarmasın şimdi.” der gibi, yerine uymayan sahte bir alçak gönüllülük ifadesi vardı. Sakalı övünçle parlıyordu, göğsü öndeydi ve elini ceketinin önüne sokuşturmuştu. Belki de zamanı gelince Trafalgar Meydanı’ndaki boş kaidelerden birine yerleştirilmeye uygun görüyordu kendisini… Londra’nın sokaklarına bir dehşet sahnesi daha eklenecekti demek.
“Evreka!” diye bağırdı, dişleri sakalının arasında parlayarak. “Baylar, beni tebrik edebilirsiniz ve biz de birbirimizi tebrik edebiliriz. Problem çözülmüştür.”
“Yukarı bir çıkış yolu mu buldun?!”
“Öyle düşünülebilir.”
“Nereden peki?”
Cevap olarak sağımızdaki çan kulesi biçimli zirveyi işaret etti.
Tepeye göz gezdirirken suratlarımızın -en azından benimkinin-hafiften rengi uçmuştu. Arkadaşımız tepeye tırmanabileceğimize emindi, kabul, ancak tepeyle plato arasında korkunç bir uçurum vardı.
Soluğum tutularak: “Karşıya geçmemiz imkânsız!” dedim.
“En azından hepimiz zirveye ulaşabiliriz.” dedi. “Ve oraya vardığımızda size bu düşünen beynin işinin henüz bitmediğini gösterebilirim belki.”
Kahvaltıdan sonra, liderimizin tırmanma araç gereçlerini getirdiği çıkını açtık. Profesör, bunun içinden 50 metre uzunluğunda, en hafif ve en sağlamından bir kangal ip, tırmanış demirleri ve kelepçelerle başka çeşitli alet edevat çıkardı. Lord John deneyimli bir dağcıydı; Summerlee de çeşitli zamanlarda bir iki sıkı tırmanış gerçekleştirmişti. Böylece tırmanma ekibinin en acemisi gerçekten ben oluyordum fakat belki de kuvvetim ve becerikliliğim, deneyimsizliğimi kapatabilirdi.
Bu iş aslında o kadar da zorlu bir şey değilmiş. Ancak öyle anlar olmuştu ki saçlarımın diken diken olduğunu hissetmiştim. İlk yarı çok kolaydı ama ondan sonra kayalık son yirmi metreye kadar gittikçe dikleşti, öyle ki artık kelimenin tam anlamıyla bütün parmaklarımızla ve ayak parmaklarımızla kayanın en ufak çıkıntılarına, en küçük yarıklarına yapışarak ilerliyorduk. Eğer Challenger zirveye ulaşıp (Böylesine hantal görünümlü bir adamda böyle bir çeviklik olağanüstüydü doğrusu.) ipi, orada büyümüş koca bir ağacın gövdesine bağlamasaydı, ne ben ne de Summerlee bu işin altından kalkabilecektik. Bundan sonra ipin yardımıyla çabucak bu sarp duvarı tırmanarak kendimizi ufak, yeşillik bir platformda bulmamız oldukça kolay olmuştu. Zirveyi oluşturan düzlük her iki yanda da aşağı yukarı sekiz metre kadar uzanıyordu.
Soluğumu tutarak aşağıya baktığımda edindiğim ilk izlenim, şu ana dek aştığımız toprakların ne derece olağanüstü bir manzara sergilediğiydi. Bütün Brezilya Ovası altımızda seriliydi sanki; uzayıp gidiyor, gidiyor ve sonunda belli belirsiz mavi sisler arasında, çok uzaklardaki bir ufkun ardında kayboluyordu. Ön planda eğrelti ağaçlarının nokta nokta gözüktüğü, kayalar serpiştirilmiş uzun bayır göze çarpıyordu. İleride, ortalarda bir yerlerde, eyer sırtı gibi bir tepenin arkasında, aşmış olduğumuz bambuların sarı ve yeşil yumağını görebiliyordum. Sonra bitki örtüsü yavaşça çoğalarak görünen ufka kadar uzanıyor, oradan sonra da en az iki bin mil boyunca devam ederek koskoca bir ormana dönüşüyordu.
Ben hâlâ bu manzarayı sindirmeye çalışırken profesörün ağır eli omzuma yaslandı.
“Bu taraftan, genç dostum.” dedi. “Vestigia nulla retrorsum. Her zaman parlak hedefimize bakalım, asla geriye değil.”
Döndüğüm zaman platonun seviyesinin, bulunduğumuz seviyeyle tamamen aynı olduğunu gördüm. Tek tük ağacın aralarından yükseldiği fundalıkların yeşil kıyıları o denli yakındı ki burasının hâlâ ne kadar erişilmez olduğunu kavrayabilmek oldukça zordu. Aralık, kaba bir tahminle on iki metre civarındaydı, ancak görebildiğim kadarıyla on iki mil olsa da pek bir şey fark etmeyecekti. Kolumun birini ağacın gövdesine koyarak uçurumdan aşağı sarktım. Ta aşağıda, yukarıya bakan hizmetçilerimizin küçücük, koyu şekilleri seçilebiliyordu. Duvar, şimdi önümde bana bakan mutlak bir uçurumdu.
“Gerçekten ilginç bu.” dedi Profesör Summerlee çatlak bir sesle.
Dönerek tutunduğum ağacı büyük bir merakla incelediğini gördüm. Ağacın yumuşak kabuğu ve küçük, girintili çıkıntılı yaprakları bana tanıdık gibi gelmişti.
“Yok canım, sadece bir kayın bu!” diye seslendim.
“Aynen öyle, uzak bir ülkede tanıdık bir sima.” dedi Summerlee.
Challenger ise “Eğer benzetmenizi biraz daha genişletmeme izin verirseniz, bunun sadece tanıdık bir sima değil, aynı zamanda birinci derecede müttefiğimiz olduğunu da söylemeliyim.” diye ekledi. “Bu kayın ağacı bizim kurtarıcımız olacak.”
“Vay canına!” diye haykırdı Lord John. “Bir köprü ha!”
“Kesinlikle dostlarım, bir köprü! Dün akşam boşuna bir saat kafa patlatmadım bu durumu çözmek için. Bir keresinde genç arkadaşımıza G. E. C.’nin sırtını duvara verdi mi kafasının zehir gibi çalıştığını söylediğimi hatırlayabiliyorum. Geçen akşam sizin de kabul edeceğiniz gibi hepimizin sırtı duvara dönüktü. Ancak şu da bir gerçek ki zekâ ve irade birleşince her zaman bir çıkış yolu vardır. Uçuruma boylu boyunca uzatılabilecek bir asma köprü bulunmalıydı. Ve işte karşımızda duruyor, bakın!”
Hakikaten müthiş bir fikirdi bu. Ağaç hiç değilse 18 20 metre vardı ve uygun bir şekilde düşürülebilirse uçurumu kolaylıkla birleştirebilirdi. Challenger yukarı tırmanırken baltayı omzuna asmıştı; onu bana uzattı.
“Genç dostumuzun gücü kuvveti yerinde.” dedi. “Zannediyorum bu işi en iyi o becerebilecek. Ancak sizden de kendi başınıza karar vermemenizi, aynen talimat verildiği üzere hareket etmenizi istemek zorundayım.”
Onun talimatları doğrultusunda, tam istediğimiz gibi düşecek şekilde oyuklar açmaya başlamıştım ağacın üzerinde. Ağaç zaten doğal olarak platoya doğru kuvvetlice bir eğim yaptığından pek zor olmadı bu iş. Bundan sonra da Lord John’la dönüşümlü olarak ağacın gövdesi üzerinde çalışmayı sürdürdük. Bir saatin biraz üzerinde bir zaman sonra kuvvetli bir çatırtı koptu ve ardından, ağaç ileri doğru kaykılıp, dallarını öte taraftaki fundalıkların arasına gömerek devriliverdi. Ağacın gövde ucu uçurumun tam kenarına yuvarlanınca, bir an için her şeyin bittiğini zannettik. Ancak kenara beş on santim kala dengede kaldı; böylece bilinmedik topraklara ulaşmamızı sağlayacak olan köprü görevini başarıyla yerine getirmişti.
Şimdi hepimiz, şapkasını çıkarmış, her birimizin önünde fiyakalı bir şekilde reverans yapan Challenger’ın elini sıkıyorduk.
“Bilinmeyen ülkeye ilk adımı atma şerefini ben üstleniyorum.” dedi. “Şüphesiz, ileride yapılacak tarihî bir tablo için en uygun şahıs benim.”
Tam köprüye yaklaşmıştı ki Lord John elini ceketinin üzerine koydu.
“Sevgili arkadaşım.” dedi. “Buna gerçekten izin veremem!”
“İzin veremez misiniz efendim?..”
Kafa arkaya düştü ve sakal ileri çıktı.
“Bilimsel konular söz konusu olduğu zaman, bildiğiniz gibi sizi takip ediyorum çünkü bilim sizin alanınız. Ancak işler benim ihtisas alanıma girdiği zaman da siz beni takip etmelisiniz.”
“Peki, sizin ihtisas alanınız neymiş efendim?”
“Tabii, herkesin bir mesleği var, askerlik de benimki. Benim kurallarıma göre, şu anda ne gibi tehlikelerin bizi beklediğini hiç bilmediğimiz yeni bir ülkeye girmek üzereyiz. Körü körüne ileri atılmak uğruna sağduyuyu ve tedbiri elden bırakmak, benim bildiğim liderlik anlayışıyla hiç bağdaşmıyor.”
Yapılan itiraz, kolayca geçiştirilemeyecek kadar yerindeydi. Challenger başını sallayarak ağır omuzlarını silkti.
“Pekâlâ, bayım, ne öneriyorsunuz?”
“Tam şu çalıların ardında, öğle yemeği için pusuya yatmış bir yamyam kabilesi olmayacağını nereden bilebiliriz ki?” dedi Lord John, köprünün ilerisine bakarak. “Tencerenin içine girmeden kafayı çalıştırmak daha iyidir; o hâlde hiçbir tehlike yokmuş gibi sakin, ancak aynı zamanda da bir tehlike varmış gibi hazırlıklı olacağız. Bu yüzden Malone’la ben aşağıya inerek tüfekleri ve Gomez’le geride kalanların hepsini yukarı getireceğiz. Bundan sonra bir kişi karşıya geçebilir ve diğerleri de ortamın bütün grup için ilerlemeye uygun olduğuna karar verinceye kadar onu silahlarıyla korur.”
Challenger, kesik ağacın yerde kalan dibine oturdu ve sabırsızlığını homurdanarak açığa vurdu. Ama Summerlee’yle ben, bu gibi pratik detaylar söz konusu olduğu zaman Lord John’un liderliğinde hemfikirdik. Çıkışın en zor bölümünden aşağı sallanan ip sayesinde tırmanış şimdi çok daha kolaydı; bir saat içinde tüfeklerle çifteyi yukarı çıkarmıştık. Bu arada melezler de yukarı tırmanarak Lord John’un emriyle, birinci keşif gezisinin uzun sürmesi olasılığına karşılık bir balya erzak getirmişlerdi. Her birimiz fişek dolu birer askılık taşıyorduk.
Lord John bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Challenger’a dönerek: “Şimdi Challenger, hâlâ ilk kişi olmakta ısrar ediyorsanız…” dedi.
“Bu nazik izniniz için size teşekür borçluyum.” dedi profesör, kızgınlıkla.
Otoritenin her türlüsüne karşı bu denli hoşgörüsüz bir adam az bulunurdu doğrusu.
“Mademki böylesine bir alicenaplık gösterdiniz, ben de bunu seve seve kabul ediyor ve grubun öncüsü olarak ilk adımı atıyorum.”
Bacaklarını uçurumun kenarından sallandırarak oturduktan sonra sırtındaki küçük baltasıyla kütüğün üzerine çıkan Challenger, kısa bir zamanda hoplaya zıplaya karşıya geçivermişti. Yukarı tırmanarak ellerini havada salladı.
“Nihayet!” diye haykırdı. “Nihayet!”
Arkasındaki yeşil perdenin gerisinden her an fırlayabilecek korkunç bir akıbetin onu karşılayacağına dair belli belirsiz bir beklentiyle süzüyordum onu. Ancak ayaklarının dibinden havalanan rengârenk, tuhaf bir kuşun uçarak ağaçların arasında kaybolması dışında, ortalıkta çıt yoktu.
Sırada Summerlee vardı. Böylesine çelimsiz bir gövdede bu denli enerji şaşılacak bir şeydi. Sırtına iki tüfek asılmasında ısrar etti, böylece karşı tarafa geçtiğinde her iki profesör de silahlanmış olacaktı. Arkasından da ben geliyordum. Altımda uzanan korkunç uçuruma bakmamak için dişimi sıktım. Summerlee, tüfeğinin dipçik ucunu uzattı ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde elini yakalayabildim. Lord John’a gelince, sadece yürüdü; hem de hiç yardımsız! Çelik gibi sinirleri olmalı.
Ve işte dördümüz de oradaydık; masal ülkesinde, Maple White’ın kayıp dünyasında. Bu an hepimize başarının zirvesi gibi gözükmüştü. Aslında bunun felaketimizin zirvesine başlangıç olacağını kim tahmin edebilirdi ki!.. Size kısaca, o mahvedici darbenin nasıl üstümüze indiğini anlatayım şimdi.
Uçurumun kenarından dönüp uzaklaşarak yakındaki fundalıklarda elli metre kadar ilerlemişken, arkamızdan korkunç bir parçalanma gürültüsü gelmişti. O anda geldiğimiz yöne doğru koşmaya başladık. Köprü gitmişti!..
Aşağıya baktığımda uçurumun ta dibinde birbirine geçmiş dalları ve parçalanmış gövdeyi gördüm. Bizim kayın ağacıydı bu. Uçurumun kenarı çökerek aşağıya düşmesine mi neden olmuştu yoksa? Bir an için hepimizin aklına bu açıklama geldi. Sonra önümüzde duran kayalık zirvenin uzak köşesinden esmer bir surat çıktı ortaya yavaş yavaş; Gomez’in, melezin suratı. Evet evet, Gomez’di bu. Ama o bildiğimiz mahcup gülüşlü, maske gibi ifadesiz yüzlü Gomez değil. Çakmak çakmak gözlü, çarpık hatlara sahip, nefretin kastığı ve intikam zevkinin çılgın sevincini yansıtan bir yüzdü bu.
“Lord Roxton!” diye bağırdı. “Lord John Roxton!” “Eh…” dedi arkadaşımız. “Buradayım işte!”
Uçurumun öte yanından gürültülü bir kahkaha koptu.
“Evet, oradasın, seni İngiliz köpeği ve orada kalacaksın! Bekledim, bekledim, hep bekledim ve sonunda şans bana güldü. Yukarı çıkmayı zor başarmıştınız; aşağı inmenin daha zor olduğunu göreceksiniz şimdi. Sizi lanetli aptallar, tuzağa düştünüz, hepiniz tuzağa düştünüz!”
Şaşkınlıktan sersemlemiş bir hâldeydik, konuşamadık bile. Öylece donakalmış birbirimize bakıyorduk. Çimenliğin üzerindeki kocaman, kırılmış bir dal parçası, köprüyü oynatmak için nereden destek aldığını gösteriyordu. Yüzü ortadan kaybolmuştu, ancak bir süre sonra öncekinden daha da çılgın olarak tekrar gözüktü.
“O mağarada attığımız taşla neredeyse öldürmüştük sizi!” diye haykırdı. “Ama böylesi daha iyi. Daha yavaş, daha beter. Kemikleriniz çürüyecek orada ve kimse nerede yattığınızı bilmeyecek, gömmeye gelemeyecek sizi. Geberirken Lopez’i hatırla, Putomayo Nehri’nde beş yıl önce vurduğun Lopez’i! Kardeşiyim ben onun ve artık ne olursa olsun rahat öleceğim. Çünkü intikamını aldım!”
Öfkeli bir el bize doğru sallandı ve arkasından her yer sessizliğe gömüldü.
Melez, basitçe intikamını gerçekleştirip kaçmış olsaydı, onun için her şey yolunda gitmiş olacaktı. Hâlbuki dramatik olma uğruna, Latin karakterinin karşı konulmaz dürtüsüyle sergilediği bu şov, onun sonunu getirmişti. Roxton gibi, üç ülkede “Tanrı’nın Kamçısı” lakabını kazanmış bir adam, öyle rahat rahat alaya alınamazdı. Melez, zirvenin uzak tarafından aşağıya inmekteydi, ama daha yere ulaşamadan, Lord John platonun kenarı boyunca koşarak adamını görebileceği bir noktaya konuşlanmıştı bile. Tüfeğinden çıkan tek bir patlama sesi duyuldu ve hiçbir şey görmememize rağmen, bağırtıyı ve arkasından devrilen gövdeden çıkan “küt” sesini duyduk.
Roxton yanımıza döndüğünde yüzü granit gibiydi.
“Ne kadar aptal ve körmüşüm!” dedi acı acı. “Sizi bütün bu belaya benim ahmaklığım sürükledi. Bu insanların nasıl da uzun zaman kan davası güttüklerini hatırlamalı ve çok daha dikkatli olmalıydım.”
“Ya diğeri ne oldu? O ağacı oradan iki kişi kaldırdı.”
“Vurabilirdim onu ama kaçmasına izin verdim. Belki de bu işe bulaşmamıştır. Ama belki onu da öldürseydim daha iyiydi zira dediğiniz gibi ona yardım etmiş olabilir.”
Şimdi melezin gerçek niyeti ortaya çıktığına göre, hepimiz şöyle bir kafamızı yokladığımızda, geçmişteki hareketlerinden sinsi, uğursuz bir anlam çıkarabiliyorduk. Devamlı planlarımızı bilmek istemesi, çadırın dışında gizlice bizi dinlerken yakalanması, zaman zaman yüzünde yakalayıp şaşırdığımız o kaçamak nefret ifadesi… Aşağıdaki ovada meydana gelen garip bir sahne dikkatimizi çekene kadar hâlâ bunu tartışıyor ve gelişen olaylara adapte olmaya çalışıyorduk. Beyaz elbiseli bir adam, ki bu ancak hayatta kalan diğer melez olabilirdi, sanki arkasından ölüm kovalıyormuş gibi koşturuyordu. Hemen bir iki metre gerisinde ise onu bizim sadık zencimiz dev Zambo’nun ta kendisi takip etmekteydi. Bir anda kaçağın sırtına sıçrayarak kollarını boynunun etrafında sıkmaya başladı. Beraber yere yuvarlandılar. Bir iki saniye sonra ayağa kalkıp, yerde iki büklüm olmuş adama bakan Zambo, ellerini sevinçle bize doğru salladıktan sonra koşarak bulunduğumuz yere yaklaşmaya başladı. Büyük ovanın ortasındaki beyaz şekil öylece hareketsiz yatıyordu.
Bize ihanet eden iki haydut temizlenmişti ancak yaptıkları kötülük devam ediyordu. Zirveye tekrar geçebilmemiz için artık hiçbir çıkar yolumuz yoktu. Daha önce dünyanın sakinleriyken şimdi platonun sakinleriydik. Ayrı iki dünyanın. Orada, kanolara giden ova… İlerisinde, sisli, mor ufkun ötesinde, medeniyete giden nehir… Ama bağlantı kayıptı. Geçmiş hayatımızla bizleri ayıran, altımızda açılmış bu müthiş uçurumu birleştirebilecek nasıl bir köprü yapabilirdik ki? İnsan becerisinin üstündeydi bu. Tek bir an bütün hayatımızı değiştirmişti.
Arkadaşlarımın nasıl bir yapıya sahip olduklarını işte böyle bir durumda anlamıştım. Son derece ciddiydiler, düşüncelerine gömülmüşlerdi, evet, tamam, ama sarsılmaz iç huzurlarından ödün vermemişlerdi. Şimdilik çalılıkların arasına oturup sabırla Zambo’nun gelmesini beklemekten başka bir şey yapamazdık. Kısa süre sonra siyah, dürüst yüzü kayalıkların tepesinden gözükmüştü. Hemen arkasından da Herkülümsü vücuduyla zirvenin üzerinde belirdi.
“Ben ne yapmak şimdi?” diye bağırdı. “Siz bana söylemek ve ben yapmak.”
Sorması yanıtlamasından daha kolaydı bunu. Tek bir şey belliydi sadece: Zambo’nun, bizim dış dünyayla kalan tek güvenilir bağlantımız olduğu. Ne olursa olsun bizi terk etmemeliydi.
“Hayır, hayır!” diye haykırdı. “Ben sizi terk etmemek. Ne olursa olsun ben hep burada. Ama yerlileri tutamamak. Onlar demek çok Curupuri var burada ve şimdiden eve gitmek. Siz yok burada ya, ben onları tutamamak.”
Yerlilerimizin son zamanlarda gösterdiği birçok davranıştan, bu yolculuğun onları tedirgin etmeye başladığını ve dönmek için can attıklarını zaten kestirebiliyorduk. Zambo’nun gerçekleri söylediğini anlamıştık. Onları alıkoyması imkânsızdı.
“Yarına kadar beklet onları Zambo!” diye bağırdım. “O zaman onlarla geriye mektup gönderebilirim.”
“Tamam afandi! Ben söz verir, onlar yarına kadar beklemek.” dedi zenci. “Ama şimdi ben siz için ne yapmak?”
Yapacak çok iş vardı onun için ve bu hayran olunası, sadık adam hepsini yaptı. Her şeyden önce talimatlarımız doğrultusunda kesik ağaç kütüğünün etrafındaki ipi çözerek bunun bir ucunu bize fırlattı. Bir çamaşır ipinden daha kalın değildi ve belki de bir köprü olarak kullanamazdık bunu ama bir tırmanma esnasında pekâlâ işimize yarayabilirdi. Bundan sonra kendi tarafındaki ipi, yukarıya çekilmiş erzak paketlerinden birinin etrafına doladı ve biz de bunu karşı tarafa çektik. Hiçbir şey bulamasak bile bu bizim en az bir haftalık ihtiyacımızı karşılardı. En son iş olarak da aşağıya inip, içinde bir kutu cephanelik ve başka malzemeler olan iki kutuyu daha yukarıya çıkardı. İpi karşı tarafa atarak bunları da kendi tarafımıza çektik. Ertesi sabaha kadar yerlileri bekleteceğine dair bize son bir güvence verip nihayet aşağı indiği zaman akşam olmuştu.
İşte böylece, platodaki ilk gecemizin neredeyse tümünü, tek bir mum fenerinin ışığında, başımızdan geçenleri yazarak geçirdim.
Kutulardan birindeki iki şişe Apollinaris’le susuzluğumuzu bastırdıktan sonra, kayalığın hemen dibinde yemek yiyerek kamp yaptık. Su bulmak bizim için hayati önem taşıyor, ancak tahminimce Lord John bile bir gün için yeterince macera yaşadı ve hiçbirimiz bilinmeze doğru ilk adımı atmak için hevesli değiliz. Ateş yakmaktan ve gereksiz gürültü yapmaktan sakındık.
Yarın (Daha doğrusu bugün, çünkü bunu yazdığım sırada şafak söküyor.) bu garip ülkeye ilk tehlikeli adımları atacağız. Tekrar ne zaman yazabileceğimi -tabii, eğer bir daha yazabilirsem- bilmiyorum. Bu sırada görebildiğim kadarıyla yerliler hâlâ yerinde duruyor ve eminim ki sadık Zambo da mektubumu almak için yakında buraya gelecek. Tek umudum yerine ulaşmasında.
Not: Düşündükçe durumumuz daha da umutsuz görünüyor. Geri dönüş için hiçbir çare göremiyorum. Platonun kenarına yakın yüksek bir ağaç olsaydı, köprü yapmak üzere aşağı indirebilirdik belki. Fakat elli metrelik mesafede böyle hiçbir ağaç yok. Gücümüzü birleştirsek bile işimizi görecek bir ağaç gövdesini taşıyamayız. İp ise tabii ki aşağıya inemeyeceğimiz kadar kısa. Hayır, durumumuz umutsuz; fazlasıyla umutsuz!..
10. BÖLÜM
“Olağanüstü Şeyler Oldu”
Olağanüstü şeyler oldu, sürekli de olmaya devam ediyor; etrafımda sahip olduğum bütün kâğıt, beş tane eski not defteri ve yığınla karalama kâğıdından ibaret ve sadece bir dolma kalemim var. Ancak elimi oynatabildiğim müddetçe deneyimlerimizi ve izlenimlerimizi kâğıda dökmeye devam edeceğim. Çünkü şahit olduğumuz şeyleri bütün insan ırkı içinde bizden başka hiç kimse görmedi. Bu yüzden hâlâ hafızamda canlıyken ve devamlı önümüze engeller çıkaran kaderimiz sonunda bizi teslim almadan önce, bunları kaydetmem çok büyük önem taşıyor. Belki bu mektupları nehir yoluyla Zambo’nun götürmesi veya mucizevi bir yolla benim geriye taşıyabilmem veya belki bir uçağı filan olup da izlerimizi bulabilecek gözü pek bir maceraperestin bu el yazması tomarı bulmasıyla… Öyle veya böyle eminim ki yazdıklarım gerçek hayata dayalı bir macera klasiği olarak ölümsüzleşecek.
Haydut Gomez tarafından platoda pusuya düşürülüşümüzün ertesi sabahı, gözlemlerimizde yeni bir döneme başladık. Bunların ilki, başıboş dolaştığımız bu yerin bende pozitif bir izlenim uyandırmadığıydı. Şafak söktükten sonra daldığım kısa bir uykudan uyanınca, gözlerim kendi bacağım üzerindeki çok acayip bir görüntüye takıldı. Pantolonum yukarı kaymış ve çorabın üstündeki tenim birkaç santim açığa çıkmıştı. Burada iri, morumtrak bir üzüm tanesi duruyordu. Görüntüye şaşırarak eğilip almaya kalktığımda, parmaklarımın arasında patlayarak her yana kan saçtığını dehşetle gördüm. İğrenerek attığım çığlık, iki profesörü yanıma getirmişti.
“Çok ilginç!” dedi Summerlee, kaval kemiğimin üzerine eğilerek. “Kocaman bir kene, tahminimce henüz sınıflandırılmamış bir cins.”
“Çabalarımızın ilk meyvesi.” dedi Challenger, gürültücü ve ukala tavrıyla. “Bunu Ixodes Maloni diye isimlendirmek için daha iyi bir fırsat olamaz. Isırılmanın verdiği bu çok küçük rahatsızlık, eminim ki adının zoolojinin ölümsüz tarihine işlenmesine ağır basmayacaktır genç dostum. Ne yazık ki bu güzelim örneği beslenirken ezdin.”
“Pis haşere!” diye bağırdım.
Profesör Challenger kaşlarını itirazla kaldırarak omzuma gönül alıcı bir el koydu.
“Bilimsel gözü ve bağımsız bilimsel zihni geliştirmelisin.” dedi. “Benim gibi filozof karakterli birisi için neştere benzeyen hortumu ve şişen karnıyla bir kene de aynı bir tavuskuşu veya hatta aurora borealis gibi, doğanın güzelliklerden biridir. Onun hakkında böylesine kıymet bilmez biçimde konuşmanı duymak bana acı veriyor. Biraz gayretle, eminim başka bir örneği emniyete alabiliriz.”
“Bundan hiç şüpheniz olmasın.” dedi Summerlee ciddi ciddi. “Çünkü bir tanesi tam şimdi gömleğinizin yakasından içeri daldı.”
Challenger, bir boğa gibi böğürüp havaya zıplayarak ceketini ve gömleğini çıkarmak için deli gibi üstünü başını yırtmaya başlamıştı. Summerlee ve ben kahkahadan öylesine kırılıyorduk ki ona güçlükle yardım edebildik. Sonunda bu dev gibi vücudu açığa çıkardık (Gövde çevresi terzinin mezurasıyla tam 140 santim.). Vücudunun tamamı post gibi siyah kıllarla kaplıydı ve ısırmadan önce gezinen keneyi bu ormanın içinden bularak çekip çıkardık. Ancak etrafımızdaki çalılıklar, silme bu korkunç haşeratla doluydu ve kamp yerini değiştirmenin gerekliliği ortadaydı.
Yine de ilk önce, bu esnada tepenin üzerinde beliren sadık zenciyle olan işlerimizi halletmeliydik. Beraberindeki birkaç konserveyi, Hindistan cevizini ve bisküvileri bizim tarafa doğru fırlattı. Ona aşağıda kalan erzaklardan kendisine iki ay yetecek kadarını alıkoymasını, geri kalanını ise hizmetleri için ve Amazon’a götürecekleri mektuplara karşılık bir ödül olarak yerlilere vermesini söyledik. Birkaç saat sonra onları, ovanın ta ilerisinde tek sıra hâlinde, her biri kafasında bir çıkınla, geldiğimiz yönden geri dönerlerken gördük. Zambo, zirvenin dibindeki küçük çadırımıza yerleşti ve dış dünyayla tek bağlantımız olarak orada kalmaya devam etti.
Artık şu anda atacağımız adımlar üzerine bir karar vermek zorundaydık. Kamp yerimizi, kenelerin istila ettiği çalılıkların arasından kaldırarak, her yönden ağaçlarla kaplı ufak bir açıklık alana gelinceye kadar taşıdık. Orada bazı yassı kaya parçaları ve yakınında da şahane bir pınar vardı. Rahatlamış olarak oturduk ve bu yeni toprakların fethi için ilk planlarımızı yapmaya koyulduk.
Yapraklar arasında kuşlar ötüşüyordu -özellikle hiç duymadığımız cinsten, boğmacaya yakalanmış gibi garip garip öten bir kuş- fakat bu seslerin ötesinde hiçbir yaşam belirtisi yoktu ortalıkta.
İlk dikkat etmemiz gereken, sahip olduğumuz erzağın bir çeşit dökümünü yapmaktı. Böylece neye bel bağladığımızı bilmiş olacaktık. Yukarı taşıdıklarımız ve Zambo’nun ip vasıtasıyla gönderdikleriyle stoklarımız oldukça iyi durumdaydı. Hepsinden önemlisi, etrafımızı çevirebilecek bir tehlike anında kullanabileceğimiz dört tüfeğimiz ve bin üç yüz atımlık mermimiz bulunmaktaydı. Bir de çiftemiz vardı, ancak orta boy kurşun ve saçma fişek sayısı yüz elliyi aşmıyordu. Yiyecek olarak haftalarca yetecek malzemenin yanı sıra, yeterli tütün ve büyük bir teleskopla güzel bir dürbünün dâhil olduğu birkaç bilimsel araç gereç vardı. Bütün bunları açıklık alanda bir araya topladıktan sonra, ilk önlem olarak, bıçaklarımızla ve küçük baltalarımızla biraz dikenli çalılık keserek, yaklaşık on beş metre çaplı bir daire şeklinde eşyaların etrafına istif ettik. Bu şimdilik bizim karargâhımız olacaktı -ani tehlikeye karşı sığınağımız ve erzağımız için bir koruma evi- ve buraya “Challenger Kalesi” adını verdik.
Kendimizi emniyete almadan önce vakit öğleyi bulmuştu, ancak sıcaklık boğucu değildi ve gerek iklim gerekse bitki örtüsü olarak platonun genel karakteri ılımandı. Bizi kuşatmış olan ağaç karmaşası arasında kayın, meşe hatta huş ağaçları bulunuyordu. Hepsinin üzerinden bakan dev bir ginko ağacı, kocaman dallarını ve baldırıkara otu misali sık yapraklarını, meydana getirdiğimiz kalenin üzerine uzatmıştı. Konuşmalarımıza bunun gölgesi altında devam ederken, Lord John eylem anında liderliği ele almış, bize görüşlerini açıklıyordu.
“İnsan veya hayvan, bizi görmediği veya duymadığı sürece emniyetteyiz.” dedi. “Burada olduğumuzu anladıkları anda ise başımız belada demektir. Şimdilik bizi fark ettiklerine dair hiçbir işaret yok. Şu hâlde taktiğimiz, mutlaka bir süre gizli kalarak bölgeyi gözlemek olmalı. Onlar bizi ziyarete buyurmadan önce komşularımızı iyice tanımamız gerek.”
“Fakat ilerlemeliyiz!” demek cüretinde bulundum.
“Mutlaka evlat, mutlaka! İlerleyeceğiz. Ama sağduyuyla. Hiçbir zaman üssümüze geri dönemeyecek kadar uzağa gitmemeliyiz. Her şeyden önemlisi, ölüm kalım meselesi olmadıkça silahlarımızı ateşlememeliyiz.”
“İyi ama sen dün ateş ettin!” dedi Summerlee.
“Eh, bu şarttı. Bununla beraber rüzgâr kuvvetliydi ve dışa doğru esiyordu. Dolayısıyla ses platonun içlerine kadar gitmiş olamaz. Aklıma gelmişken, buraya ne ad koyacağız? Herhâlde bu yere bir isim vermek bize kalmış bir şey.”
İyi kötü çok çeşitli öneriler oldu ama son sözü Challenger söyledi.
“Buraya tek bir isim verilebilir.” dedi. “Onu keşfeden öncünün ismi… ‘Maple White Ülkesi’.”
Öyle de oldu ve benim özel uğraşım olan haritada da “Maple White Ülkesi” olarak adlandırıldı. İnanıyorum ki ileriki tarihlerde bir atlasta da bu isimle çıkacak.
Şu anda önümüzdeki sorun, Maple White Ülkesi’ne barışçı bir yolla sokulabilmekti. Gözlerimizle gördüğümüz deliller, bize burada bazı bilinmeyen yaratıkların yaşadığını söylüyordu. Ayrıca Maple White’ın defterinin gösterdiğine göre, daha bir sürü korkunç ve tehlikeli hayvan da ortaya çıkabilirdi. Üstelik insanlar bile bulunabilirdi burada ve bambuya saplanmış iskelet, bunların kötü ruhlu olduğuna işaretti zira yukarıdan düşürülmemiş olsaydı iskelet orada olamazdı. Kaçamayacağımız bir şekilde hapsedildiğimizden, böyle bir yerde durumumuz açıkça tehlikeliydi ve bu nedenle de deneyimli Lord John’un önereceği her türden önlemi almayı haklı kılıyordu. Bununla beraber, ileri atılıp fethetmek, bütün esrarı ortadan kaldırmak için içimiz içimize sığmazken, kendimizi bu bilinmedik maceranın tam başında hareketsiz tutmaya çalışmak tabii ki olacak iş değildi.
Sığınağımızın girişini bir sürü dikenli çalılıkla kamufle ederek bütün malzemelerimizi bu koruyucu çitin duvarı arkasında bıraktık. Bundan sonra da yavaşça ve ihtiyatla bilinmeyene doğru yola koyulduk. Dönüş yolunda bize kolaylık olsun diye yanımızdaki pınardan çağlayan küçük bir dereyi takip ediyorduk.
Daha yeni yola çıkmışken rastladığımız işaretler, bizi gerçekten harika olayların beklediğini gösteriyordu. Bana tamamen yabancı olan ama grubumuzun botanikçisi Summerlee’nin aşağıdaki dünyada uzun zamandır bulunmayan bir çeşit çam ve cycadaceous bitkisi olarak tanımladığı ağaç ve bitkilerin bolca bulunduğu sık bir ormanda birkaç yüz metre ilerledikten sonra, derenin genişleyerek büyükçe bir bataklık oluşturduğu bir bölgeye girdik. Aralarına eğrelti ağaçlarının karıştığı, equisetacea veya zemberek otu diye de adlandırılan bitki türünün acayip görünümlü uzunca kamışları büyümüştü burada. Ağaçların tümü, kuvvetli bir rüzgârın önünde sallanıp duruyordu. Önden giden Lord John aniden elini havaya kaldırarak durdu.
“Şuna bakın!” dedi. “Aman Tanrı’m, bu bütün kuş soyunun atasının bıraktığı bir iz olmalı!”
Önümüzdeki yumuşak çamurda, muazzam büyüklükte, üç parmaklı bir ayak izi vardı. Bu yaratık her neyse bataklığı geçerek ormana girmişti. Hepimiz bu dev izi incelemek için durduk. Eğer bu bir kuşsa -ki hangi hayvan böyle bir iz bırakabilirdi- ayağı bir deve kuşundan çok daha büyük olduğuna göre, aynı orantıdaki yüksekliği de aşırı derecede büyük olmalıydı. Lord John çabucak etrafına göz gezdirirken, fil avı için kullandığı tüfeğine de iki fişek sokmayı ihmal etmedi.
“Kalıbımı koyarım bu iz yeni.” dedi. “Hayvan geçeli en fazla on dakika olmuş. Şuraya bakın, su nasıl da hâlâ izin etrafına toplanıyor! Tanrı’m! Bakın şurada da küçük bir tanesinin izi var!..”
Hakikaten aynı tip bazı daha küçük izler de büyüğe paralel olarak sıralanmıştı.
“Ya buna ne diyeceksiniz?” diye haykırdı Profesör Summerlee zafer edasıyla.
Üç parmaklı izlerin arasında gözüken ve sanki beş parmaklı bir insan elini andıran kocaman bir izi işaret ediyordu.
Profesör Challenger, zevkten kendinden geçmiş bir hâlde, “Wealden!” diye bağırdı.
“Wealden çamurunda gördüm bunları. Üç parmaklı ayakları üstünde dik olarak yürüyen ve ara sıra beş parmaklı ön ayaklarından birini yere koyan bir yaratık bu. Kuş değil, sevgili Roxton, kuş değil!”
“Dört ayaklı bir hayvan yani?”
“Hayır; bir sürüngen, bir dinozor! Başka hiçbir şey böyle bir iz bırakamazdı. Doksan sene kadar önce saygıdeğer bir Sussex’li doktorun kafasını bayağı karıştırmıştı bunlar. Ancak böyle bir şeye şahit olmayı kim düşünebilirdi, kim ümit edebilirdi şu dünyada?”
Kelimeleri yavaş yavaş bir fısıltıya dönüştü ve hepimiz orada, hayretler içerisinde kımıldamadan kalakaldık. Sonra izleri takiple bataklığı aşarak ağaçlarla fundalıklardan oluşan bir bölgeden geçtik. Önümüz şimdi açıklık alandı ve karşımızda hayatımda şimdiye kadar gördüğüm en olağanüstü beş yaratık duruyordu. Çalıların arasında çömelmiş bir pozisyonda onları rahatça gözledik.
Söylediğim gibi ikisi yetişkin, üçü de yavru olmak üzere beş taneydiler. Korkunç derecede iriydiler. Yetişkin olanları şimdiye kadar gördüğüm tüm yaratıklardan daha büyüktü hatta yavrular bile en az birer fil kadar cüsseliydiler. Arduvaz renkli derileri bir kertenkeleninki gibi pul puldu ve güneşin vurduğu kısımları pırıl pırıl parlıyordu. Beşi de ayaktaydı. Kalın, kuvvetli kuyrukları ve kocaman üç parmaklı arka ayaklarının üzerinde dengede dururken, bir yandan da beş parmaklı ön ayaklarıyla bakındıkları dalları aşağı çekiştiriyorlardı. Siyah timsahlar gibi derileriyle ve altı metreye ulaşan boylarıyla dev kangurulara benzediklerini söyleyebileceğim ancak onları daha iyi bir şekilde gözünüzün önüne getirmenizi nasıl sağlayabilirim, bilemiyorum.
Önümüzdeki bu olağanüstü manzarayı uzunca bir zaman boyunca böyle sessizce izledik. Epey iyi saklanmıştık ve rüzgâr da bizden tarafa estiği için fark edilmemiz çok zordu. Ara sıra yavrular anne babalarının etrafında hantalca zıplayıp oynaşıyorlardı. Kocaman gövdeleri havaya yükseliyor, sonra da büyük bir zangırtıyla yere konuyordu. Büyüklerin kuvveti sanki sınır tanımaz gibiydi. Oldukça büyük bir ağacın tepesindeki yaprak topluluğuna yetişmekte güçlük çeken bir tanesi, ağacın gövdesinin etrafına ön ayaklarını doladığı gibi, sanki taze bir sürgünü kopartırcasına, büyük bir çatırtıyla bunu aşağı indirdi. Hareket, yaratığın ne denli bir kas gücüne sahip olduğunu göstermekle beraber, aynı oranda küçük bir beyne sahip olduğunu da gösteriyordu. Zira bütün ağırlığıyla üzerine inen ağacın altında kalan canavar, şimdi ciyak ciyak bağırmaktaydı. Demek ki bu azametli görüntüsüne rağmen onun da dayanabileceği bir acı sınırı vardı. Görünüşe göre, başına gelen olaydan ortamın tehlikeli olduğuna kanaat getiren hayvan, şimdi yavaşça sendeleyerek ağaçların arasına ilerlerken eşi ve cüsseli yavrusu da onu takip ediyordu. Ağaçların arasında pırıldayan arduvaz renkli derileri ve çalılıkların ardında aşağı yukarı inip çıkan kafalarıyla son kez gördüğümüz canavarlar, nihayet tamamen gözden kayboldular.
Arkadaşlarıma baktım. Lord John, parmağı tüfeğinin tetiğinde, delici gözlerinde hevesli bir avcının hırs ışıltılarıyla tetikte duruyordu. Albany’deki keyifli evinin şöminesi üzerinde duran küreklerin arasına böyle bir başı yerleştirmek için neler vermezdi kim bilir! Buna rağmen bu harikalar diyarındaki keşif gezimizin güvenliği, varlığımızın gizlenmesine dayandığı için kendini tutmuştu. İki profesör de sessiz bir hayranlık içindeydi. Heyecandan farkında olmadan birbirlerinin ellerini yakalamışlar, bir mucizeye tanık olan iki küçük çocuk gibi duruyorlardı. Challenger’ın yanakları âdeta uhrevi bir gülümsemeyle aydınlanmış, Summerlee’nin yüzündeki alaycı gülüş ise yerini merak ve saygıya terk etmişti.
“Nunc dimittis!” diye bağırdı sonunda. “Bakalım İngiltere’de buna ne diyecekler?”
“Sevgili Summerlee, sana gayet kendimden emin bir şekilde, İngiltere’de ne diyeceklerini aynen söyleyebilirim.” dedi Challenger. “Senin adi bir yalancı ve bilimsel bir şarlatan olduğunu söyleyeceklerdir, tıpkı senin ve arkadaşlarının benim için söylediği gibi…”
“Ya fotoğraflarla kanıtlarsak?”
“Sahte Summerlee, sahte! Beceriksizce taklit edilmiş!”
“Ya örneklerle kanıtlarsak?”
“Ah, işte o zaman onları kıstırabiliriz! Bir de bakmışsın Malone ve birlikte çalıştığı bütün o pislik Fleet Caddesi avanesi bize övgüler düzmüş. 28 Ağustos: Maple White Ülkesi’nde beş adet canlı iguanodon gördüğümüz gün! Yaz bunu günlüğüne genç dostum, sonra da paçavrana gönder.”
“Ve karşılığında da editörün tekmesini yemeye hazırlan.” dedi Lord John. “Londra enleminden olaylar biraz daha farklı görünür delikanlı-adamım. Bir sürü insan var ki inanılmama korkusuyla maceralarını anlatmaz. Kim suçlayabilir ki onları? Zaten bu gördüklerimiz de bir iki ay sonra bize bir rüya gibi gelmeyecek mi sanki? Ne demiştiniz bu yaratıklar için?”
“İguanodon’lar…” dedi Summerlee. “Kent ve Sussex’teki Hastings kumlarının her yerinde bunların ayak izlerini bulabilirsin. Yeterli derecede iyi ve lezzetli yeşillik varken İngiltere’nin güneyi de bu hayvanlarla kaynıyordu. Şartlar değişti ve hayvanlar da öldü. Burada ise ortam değişmemiş gözüküyor ve hayvanlar da hâlâ yaşıyor.”
“Eğer buradan canlı çıkabilirsek yanımda bir kafa götürmeliyim.” dedi Lord John. “Tanrı’m, şu Somali-Uganda bölgesindeki millet bunu bir görebilseydi, suratları nasıl da yemyeşil olurdu düşünsenize! Sizi bilmem ama bana fena hâlde tehlikeli sularda seyrediyormuşuz gibi geliyor.”
Etrafımızdaki esrarlı ve tehlikeli havayı ben de sezinleyebiliyordum. Ağaçların kuytu köşelerinde sanki devamlı bir tehlike kol geziyor gibiydi. Gölgeler içindeki yaprak kümelerine başımızı kaldırıp baktığımızda, yüreğimize belli belirsiz bir korku çörekleniyordu. Aslında, gördüğümüz bu canavar gibi yaratıkların hantal ve zararsız hayvanlar oldukları ve kimseye kolay kolay zarar vermeyecekleri bir gerçekti. Ancak bu harikalar diyarında daha ne gibi yaşam türleri vardı? Kayaların ve çalılıkların arasındaki yuvalarından üzerimize atlayabilecek ne gibi dehşet verici, vahşi yaratıklar bizi bekliyordu kim bilir? Prehistorik yaşam hakkında fazla bir bilgim yoktu. Ama okuduğum bir kitapta, aynı bir kedinin farelerle beslenmesi gibi, bazı yaratıkların aslanlar ve kaplanlarla beslendiklerini açık seçik hatırlayabiliyordum. Ya Maple White’ın ormanlarında da bu yaratıklardan yaşıyorsa!
Etrafımızda nasıl tehlikeler olduğunu tam da o sabah -yeni ülkedeki ilk sabahımızda- öğrenmek yazılıymış kaderimizde. Berbat ve aklıma getirmek istemediğim bir serüven bu. Lord John’un da söylediği gibi, açıklıkta gördüğümüz iguanodon’lar eğer bir rüya olarak kalacaksa, o taktirde pterodactyl’lerin bataklığı mutlaka hafızalarımızda daima bir kâbus olarak kalacaktır. Şimdi size aynen ne olduğunu anlatayım.
Kısmen Lord Roxton’un ilerlememizden önce keşifte bulunması kısmen de her iki adımda bir profesörlerimizden birinin yeni bir cins böcek veya çiçek görerek bir hayret nidası koyvermesinden dolayı, ağaçlıkları çok yavaş geçmiştik. Derenin sağından ilerleyerek açıklık bir alana vardığımızda, belki toplam iki üç mil yol katetmiştik. Çalılık bir yol, ileride karman çorman, kayalık bir alana doğru uzanıyordu. Bütün plato kocaman taş parçalarıyla doluydu. Belimize kadar ulaşan çalılıkların arasından yavaş yavaş bu kayalıklara doğru yürürken, alçak sesli ve ıslığa benzeyen tuhaf bir sesin farkına vardık. Devamlı titreşimiyle havaya yayılan bu ses, sanki hemen önümüzdeki bir yerlerden geliyor gibiydi. Lord John, elini kaldırıp bize durmamız için işaret etti ve eğilip seri hareketlerle koşarak kayalıklara ulaştı. Bunların üzerinden gizlice bakarken bir şaşkınlık hareketi yaptığını gördük. Sonra sanki bizi unutmuş gibi ayağa kalkarak gözlerini ileriye dikti. Gördükleri onu âdeta büyülemişti. Nihayet gelmemiz için bize el salladı. Bir yandan da dikkatli olmamız için işaret ediyordu. Bütün bu tavırlarından, önümüzde muhteşem fakat tehlikeli bir şeylerin olduğunu seziyordum.
Usulca yanına ilişerek kayaların üstünden baktık; gözetlediğimiz yer bir çukurdu ve belki de geçmiş dönemlerde küçük bir volkanın platodaki püskürtme ağzıydı. Çanak şeklindeki arazinin birkaç yüz metre ötesinde, etrafını sazlıklar çevirmiş, yeşil yeşil, köpüklü, leş gibi su birikintileri bulunuyordu. Zaten tekin olmayan bir yerdi burası. Ama bir de bölgenin sakinlerini hesaba katarsanız, Dante’nin “Yedi Cehennemi”nden bir sahneydi âdeta gördüğümüz. Pterodactyl’lerin yuvasıydı burası. Gözlerimizin önünde yüzlercesi toplanmıştı. Suyun kenarındaki alt kısım, yavrularla kaynıyordu. İğrenç anneleri ise kösele gibi sarımsı yumurtaların üzerinde kuluçkaya yatmışlardı. Bütün bu sürünen, kanat çırpan, berbat sürüngen yığınından yükselen sağır edici gürültü havayı doldurmuş, bir yandan da bataklık kokusu gibi ağır, pis bir koku midelerimizi ağzımıza getirmişti. Yaşayan bir hayvandan çok, ölü, kuru birer heykele benzeyen uzun, gri ve korkunç görünümlü erkeklerin her biri, kendine ait yüksek taşların üzerine tünemişti. Fıldır fıldır dönen kırmızı gözlerin ve ara sıra geçen bir yusufçuk böceği için “trak-trak” diye açılıp kapanan gagaların dışında, tamamen hareketsizdiler. Ön kollarını kıstırarak perdeli kanatlarını kapatmışlardı. Bu hâlleriyle âdeta örümcek ağı renginde iğrenç birer şal örtünmüş dev kocakarılara benziyorlardı. Omuzlarının üzerinden tümsek yapmış kafaları canavar gibiydi. İrili ufaklı en az bin tane berbat yaratık, önümüzdeki çukuru doldurmuştu.
Profesörler, prehistorik döneme ait yaşam koşullarını incelemek için ellerine geçen bu şansın etkisiyle öylesine büyülenmişlerdi ki memnuniyetle bütün bir gün orada kalabilirlerdi. Kayaların arasındaki, yaratıkların beslenme alışkanlıklarına dair kanıt oluşturan, oraya buraya saçılmış ölü balık ve kuşlara işaret ediyorlardı. Ayrıca Cambridge Green-sand gibi belli bazı yerlerde bu uçan ejderhalara ait sayısız kemik bulunmasının ardındaki esrar perdesini ortadan kaldırdıkları için de birbirlerini tebrik ettiklerini duyuyordum. Zira şimdi görüldüğü üzere, bu hayvanlar da penguenler gibi sürü hâlinde yaşıyorlardı.
Bu sırada Summerlee’nin itiraz ettiği bir noktayı kanıtlamak üzere eğilerek başını kayalığın ötesine uzatan Challenger, az daha hepimizin felaketine neden oluyordu. Bir anda en yakın erkek, tiz, ıslık gibi keskin bir çığlık atıp, altı metreye ulaşan açılımıyla dev gibi perdeli kanatlarını çırparak gökyüzüne yükseldi. Yavrular ve dişiler suyun kenarında birbirlerine sokulurlarken, bütün bir nöbetçi grubu da birbiri peşi sıra havaya yükselmeye başladı. Dev gibi ve iğrenç görünümlü en az yüz yaratığın, makas gibi açılıp kapanan kanat darbeleriyle ıslıklar çıkararak, seri bir şekilde başımızın üzerinde uçması görülmeye değer bir manzaraydı. Ancak kısa bir zaman sonra bu görüntüyle çok fazla oyalanmamamız gerektiğini anlamıştık. Koca canavarlar ilk önce tehlikenin derecesini kestirmek ister gibi, kocaman bir halka şeklinde uçtular. Sonra halkayı gittikçe daraltarak alçaldıkça alçaldılar ve en nihayet bizi kuşatmaya aldılar. Artık etrafımızda ıslıklar çalan, arduvaz renkli, dev kanatların kuru, çıtırdayan seslerinin yarattığı curcuna, bana sanki yarış günündeki Hendon Havaalanı’nı anımsatmıştı.
“Ağaçlık alana kaçın ve birbirinizden ayrılmayın!” diye bağırdı Lord John tüfeğini kavrarken. “Bu canavarların niyeti kötü!”
Geri çekilmeye davrandığımız anda, halka etrafımızda kapandı, şimdi en yakınımızdaki kanatların ucu neredeyse yüzümüze değiyordu. Bunlara tüfeklerimizin dipçikleriyle darbeler indiriyorduk, ancak vuracak sertlikte bir yer bulamadığımızdan hayvanlar yaralanmıyorlardı bile. Bu esnada aniden halkanın içinden fırlayan keskin bir gaga üzerimize hamle yaptı. Arkasından bir daha ve bir daha… Hamleler yağmur gibi üzerimize yağıyordu. Summerlee bir çığlık kopararak dere gibi kan boşalan yüzünü elleriyle kapattı. Ben de ensemde bir dürtme hissederek şokun verdiği baş dönmesiyle arkama dönmeye davrandım. Challenger yere kapaklanmıştı, onu kaldırmak için durduğum anda arkamdan bir darbe daha alarak onun üzerine kapaklandım. Aynı anda Lord John’un fil avı tüfeğinin patlamasını duyarak başımı kaldırdığımda, yaratıklardan birinin kırık kanadıyla yerde debelendiğini gördüm. Kanlı, patlak gözleri ve ardına kadar açılmış gagasıyla, tükürüp köpükler saçan hâliyle bir Orta Çağ şeytanını andırıyordu. Hemcinsleri ani gürültünün tesiriyle yukarıya fırlamışlardı ve başımızın üzerinde dönüp duruyorlardı.
“Haydi!” diye bağırdı Lord John. “Kaçın! Canınızı kurtarmaya bakın!”
Sendeleyerek ağaçlara doğru koşmaya başladık. Zıpkınlar yine üzerimize saldırmaya koyulmuştu. Summerlee yere düşmüş, tozun toprağın arasında debeleniyordu. Onu çekiştirerek kurtardığımız gibi ağaçların arasına daldık. Burada emniyetteydik, çünkü dalların altında o koca kanatların açılması için yeterli alan yoktu. Bozguna uğramış ve hırpalanmış bir hâlde güç bela kampımıza doğru ilerlerken, çok yukarılarda, neredeyse yabani güvercinler kadar ufalmış gibi görünen canavarların, üzerimizde dönüp durarak ilerleyişimizi takip ettiklerini görebiliyorduk. Nihayet sık ağaçlı ormana eriştiğimizde kovalamacayı bırakarak gözden kayboldular.
Derenin kenarında mola verdiğimizde zedelenmiş dizini yıkayan Challenger:
“Çok ilginç ve ikna edici bir deneyim.” dedi. “Azgın bir pterodactyl’in davranış metotları hakkında çok detaylı bilgiler edindik, Summerlee.”
Ben ensemdeki berbat yarayı sararken, Summerlee de alnında açılmış bir yaradan akan kanları siliyordu. Lord John’un ceketinin omuz kısmı parçalanmıştı ama yaratığın dişleri eti şöyle bir sıyırmıştı sadece.
“Şuna dikkatinizi çekmek isterim ki…” dedi Challenger. “Genç arkadaşımızın bir gaga darbesi aldığı kesin. Bununla beraber Lord John’un ceketi ancak bir ısırmayla parçalanabilirdi. Bana yapılan saldırıda ise başıma kanat darbeleri aldım. Dolayısıyla canavarların çeşitli saldırı metotları açısından kayda değer bir gözlem oldu bu.”
“Neredeyse canımızı teslim ediyorduk!” dedi Lord John, son derece ciddi olarak. “Ve böyle berbat pislikler tarafından tüketilmekten daha rezil bir ölüm düşünemiyorum. Ateş ettiğim için üzgünüm ama Tanrı aşkına başka şansımız yoktu!”
“Eğer etmeseydin şimdi burada olmayacaktık.” dedim emin bir ifadeyle.
“Belki bir zararı olmaz.” diye yanıtladı. “Bunca ağacın arasında devrilip kırılan ağaçlar da silah sesine benzer sesler çıkarıyordur mutlaka. Şimdi, siz de eğer benimle aynı fikirdeyseniz, bir gün için yeterince heyecan yaşadık derim ben. Şu anda yapacağımız en iyi iş, bir an önce kampa dönüp yardım çantasındaki fenol asitle yaralarımızı temizlemek olacaktır. Kim bilir bu canavarlar iğrenç çenelerinde ne gibi zehirler taşıyordu.”
Yine de herhâlde dünya var olalı beri kimse böylesi bir gün yaşamamıştır. Her an sürprizlerle karşı karşıyaydık. Derenin yönünü takip ederek, sonunda ormanda daha önce gördüğümüz açıklığa ulaşıp kampımızın dikenli barikatının da yerinde durduğunu görünce, artık maceramızın sona erdiğini düşünmüştük. Ancak dinlenmeden önce halletmemiz gereken sorunlar vardı şimdi ortada. Challenger Kalesi’nin kapısına dokunulmamış, duvarları yıkılmamıştı ama görüldüğü kadarıyla yokluğumuz sırasında güçlü kuvvetli bir yaratığın ziyaretine maruz kalmıştı. Yaratığın nasıl bir şey olduğunu gösterecek hiçbir ayak izi yoktu ve kampa nasıl girip çıktığını gösteren tek işaret, dev ginkgo ağacının aşağı sarkmış dallarıydı. Malzemelerimizin durumuna bakılırsa, kötü niyetli yaratık, kuvvetini gösteren pek çok kanıt bırakmıştı. Bütün eşyalarımız darmadağın edilerek oraya buraya saçılmış ve bir et konservesi, içindekini çıkarmak için parça parça edilmişti. Bir fişek sandığı, kibrit çöpü gibi ufalanmış, hemen yanı başındaki pirinç muhafazalardan biri de lime lime edilmişti. Belli belirsiz bir korkunun ağırlığı tekrar üzerimize çökmüştü ve ürkek gözlerle, her bir köşesinde bilinmedik dehşetler barındırabilecek karanlık gölgeleri taradık. O anda Zambo’nun bizi selamlayan sesini duymak ne kadar da rahatlatmıştı hepimizi. Platonun ucuna giderek karşı tepede oturmuş sırıtırken bulduk onu.
“Her şey yolunda Afandi Challenger, her şey yolunda!” diye bağırdı. “Ben burada kalmak. Siz korkmamak. Siz beni her istediğinizde burada bulmak.”
Onun dürüst, siyah yüzü, önümüzde uzanan muazzam manzaranın bizi kısmen Amazon’un uzantısına alıp götürmesi, bir anda aklımızı başımıza getirmişti. Bir kez daha anlamıştık ki gerçekten yirminci yüzyılda ve bu garip topraklar üzerindeydik. Yoksa bir büyünün etkisiyle yeni oluşmakta olan bir gezegenin başlangıç aşamasına, en deli zamanlarına götürülmüş filan değildik. Ta ufuktaki mor ışığın, şimdi üzerinde buharlı gemilerin gidip geldiği ve insanların günlük, alelade şeyler konuştuğu Amazon’a dek ulaştığını düşünebilmek öylesine zordu ki bizim için. Bu tarih öncesi yaratıkların dolaştığı topraklarda kısılıp kalmışken, normal hayatın gerçeklerinden tamamen kopmuştuk.
Bu olağanüstü günden aklımda kalan bir şey daha var ve bu mektubu onunla bitirmek istiyorum. Belli ki yaralarının etkisiyle sinirleri bozulmuş iki profesör, bize saldıran yaratıkların genus pterodactylus’a mı yoksa dimorphodon cinsine mi ait olduğu konusunda anlaşmazlığa düşmüşler ve yine bir sürü bilimsel lafa dalmışlardı. Onların ağız dalaşına bulaşmamak için yanlarından biraz uzaklaşıp, devrilmiş bir ağacın gövdesine oturmuş sigara içerken Lord John yanıma geldi.
“Aklıma geldi de Malone, şu canavarların olduğu yeri hatırlıyor musun?”
“Hem de nasıl…”
“Bir nevi volkanik çukurdu, değil mi?”
“Aynen.” dedim.
“Toprağı fark ettin mi?”
“Kayalıktı.”
“Peki, suyun etrafında, sazlıkların olduğu yerde?”
“Mavimtırak bir topraktı. Sanki killi toprak gibi.”
“Kesinlikle! Mavi kil dolu volkanik bir çanak.”
“Ee, ne olmuş?” dedim.
“Hiç, yok bir şey…” diyerek tartışan profesörlerin seslerinin sürekli bir atışmaya dönüştüğü alana doğru ağır ağır geri döndü.
Summerlee’nin tiz, keskin sesi, Challenger’ın zengin, bas sesine karışıyor ve sesler bir yükselip bir alçalıyordu. Eğer Lord John’un o gece kendi kendine, “Mavi kil, volkanik bir ağızda mavi kil!” diye mırıldanıp durduğunu duymasaydım, daha önceki söylediklerini çoktan unutup gidecektim. Derin bir uykuya dalarken duyduğum son sözler bunlar olmuştu.
11. BÖLÜM
“Bu Kez Kahraman Ben Olmuştum”
Lord John, bu korkunç yaratıkların ısırıklarıyla herhangi bir zehir taşıyabileceklerini düşünmekte haklıymış. Plato üzerindeki ilk maceramızın ertesi sabahında Summerlee’yle ben acı içinde ve ateşle kıvranırken, Challenger’ın dizi de öyle feci şişmişti ki topallayarak yürümekte bile güçlük çekiyordu. Bu yüzden bütün gün kampta kaldık. Bu esnada Lord John da yegâne savunmamızı oluşturan dikenli çalılardan duvarların kalınlığını ve yüksekliğini arttırmıştı. Biz de elimizden geldiğince ona yardım ettik. O gün, hatırladığım kadarıyla, içimde sanki sürekli izleniyormuşuz gibi bir hisse kapılmıştım ancak bu ne yönden veya kim tarafından yapılıyor olabilirdi, bilemiyordum.
Önsezim o kadar kuvvetliydi ki sonunda bundan Profesör Challenger’a da bahsettim, ama o, bunu ateşin verdiği zihinsel heyecana bağladı. Tekrar tekrar, aniden durup dönerek muhakkak bir şeyler görecekmişim gibi etrafımı kolaçan ediyordum. Ancak görebildiğim, sadece oluşturduğumuz çitin karanlık yumağı veya üzerimize eğilmiş ağaçların kasvetli, mağaramsı kuytu köşeleriydi. Buna rağmen her an üzerimize atılacakmışçasına yanı başımıza kadar sokulmuş, her hareketimizi izleyen habis bir tehlikenin varlığı duygusu gittikçe daha da büyüyordu içimde. Aklıma yerlilerin batıl inancı Curupuri geldi -ormanın esrarengiz, korkunç ruhu- ve onun dehşetli varlığının, bölgesine tecavüz eden, en uzak köşelerine kadar sokulan kişileri gazabına uğrattığına kolaylıkla inanabilirdim şimdi.
Maple White Ülkesi’ndeki o üçüncü gecemizde, zihinlerimizde korku dolu bir izlenim bırakan bir deneyim yaşadık. Sığınağımızın duvarlarını geçilmez yapmak için var gücüyle çalışmış olan Lord John’a ne kadar teşekkür etsek azdı. Hepimiz ağır ağır sönmeye yüz tutan ateşin etrafında uykuya dalmıştık. Birden, hayatımda şimdiye dek duymadığım derecede dehşetli bir dizi canhıraş haykırış ve bağırtı herkesi uykusundan uyandırdı, daha doğrusu havaya sıçrattı. Bu kıyamet gürültüsü gibi sesi neye benzetebileceğimi bilemiyorum. Gürültü, kampın hemen ötesinde, yüz metre kadar ilerisindeki bir noktadan yükselmişti. En az bir trenin düdüğü kadar kulak yırtan bir sesti bu fakat treninki daha net ve mekanik bir sestir. Bu ise çok daha kalın ve en ufak zerresine kadar ızdırapla ve korkuyla inleyen bir sesti. Ellerimizi kulaklarımıza götürerek kendimizi sinirlerimizin boşalmasına neden olabilecek etkiden korumaya çalıştık. Vücudumu soğuk bir ter kaplamış ve feryadın etkisiyle içim gitmişti âdeta. Bütün eziyet çeken ruhların sonsuz şikâyeti vardı sanki bu seste; bütün kederleri o tek çığlıkta odaklanmış, hepsi bu korkunç, acı çeken çığlığa sığmıştı sanki. Sonra bu tiz çığlığa kalın, daha aralıklı, daha göğüsten gelen, sanki hırıltılı bir gülüşe benzeyen bir ses eklendi.
Eşlik ettiği haykırışla iğrenç bir tezat oluşturan, gırtlaktan gelen neşeli bir homurtuydu bu. Bu korkunç düet, üç dört dakika kadar sürdü, bu sırada da bütün yapraklar ürküntüyle uçup giden kuşların çıkardığı hışırtıyla sarsıldı. Sonra hepsi başladığı gibi aniden bitti. Uzunca bir zaman korkunç bir sükûnet içinde oturup kaldık. Lord John kalkarak ateşin üzerine bir demet kuru dal fırlattı. Çıkan kırmızı parlaklık, arkadaşlarımın dikkatle gerilmiş suratlarını aydınlatmış ve başımızın üzerinde duran koca dalların üzerinde titrekçe oynaşmıştı.
“Neydi bu?” diye fısıldadım.
“Sabahleyin öğreneceğiz.” dedi Lord John. “Bize yakındı. Açıklık alandan daha uzakta olamaz.”
“Prehistorik bir trajediye kulak kabartma ayrıcalığını yaşadık; Jura Dönemi’ne ait bir gölün etrafındaki sazlıkların arasında büyük bir canavarın, kendinden daha küçük olan başka bir tanesini haklamasıydı bu.” dedi Challenger, sesinde şimdiye dek hiç duymadığım bir kasvetle. “İnsan, yaratılış kademesinin sonlarında yer almakta şanslıymış. Çünkü cesaretinin ve alet edevatının başa çıkamayacağı güçler hâkimdi yeryüzüne eski çağlarda. Bu gece terör estiren böylesine bir güce karşı sapanları, mızrakları veya okları ne işe yarayabilirdi ki? Hatta modern bir tüfekle bile böyle bir canavarla başa çıkmak zor olurdu.”
“Ben herhâlde küçük dostumu destekleyeceğim.” dedi Lord John, Express’ini okşayarak. “Fakat hayvanın başabaş bir mücadele çıkaracağı kesin.”
Summerlee elini kaldırdı:
“Susun!” diye haykırdı. “Bir şeyler duydum, eminim…”
Ölüm sessizliğinin ortasında derin ve düzenli bir “pat pat” sesi yükseliyordu şimdi. Bir hayvanın yürüyüşüydü bu. Yumuşak ritimli ama kuvvetlice ayak sesleri toprağa dikkatlice basıyordu. Yavaş yavaş kampın etrafına yaklaştı ve girişin yanında durakladı. Zayıf, ıslıksı bir ses yükselip alçalıyordu; yaratığın soluk alıp verme sesiydi bu. Gecenin bu kâbusuyla aramızdaki tek korunak, derme çatma bir çitti sadece. Her birimiz tüfeğimizi kavramıştık ve Lord John da çitte bir boşluk açmak için ufakça bir çalılığı çekip çıkarmıştı.
“Aman Tanrı’m!” diye fısıldadı. “Görebiliyorum galiba onu.”
Eğilerek omzunun üzerindeki açıklıktan dışarı bir göz attım. Evet, ben de görebiliyordum onu. Ağacın karanlık gölgesi içinde daha da koyu, yeni yeni şekillenen, belli belirsiz siyah bir şeydi. Her hâliyle vahşi ve tehdit dolu, çömelmiş bir şekil… Yüksekliği bir attan daha fazla değildi fakat karanlığın içindeki kaba hatları müthiş bir cüsseye ve kuvvete işaret ediyordu. Bir motorun egzoz borusundan çıkan sese benzeyen ıslıksı ve gür ses, canavar gibi bir organizmayı haber veriyordu. Bir an hareket edince, sanki korkunç bir çift yeşilimsi göz görmüşüm gibi gelmişti bana. Sanki bize doğru sürünüp ilerliyormuş gibi huzursuz edici bir hışırtı duyuluyordu.
“Galiba sıçrayacak!” dedim tüfeğimi kaldırarak.
“Ateş etme! Ateş etme!” diye fısıldadı Lord John. “Sessiz ormandaki silah patlaması kilometrelerce öteden duyulur. Son kozun olarak sakla bunu.”
“Eğer çiti aşarsa işimiz bitiktir.” dedi Summerlee çatlak sesinde heyecanın yol açtığı bir gülüşle.
“Hayır, çiti aşmamalı!” diye sesini yükseltti Lord John. “Fakat silahını son çare olarak sakla. Belki bu ahbabımızın bir çaresine bakabilirim. Ne olursa olsun bir deneyeceğim.”
Şimdiye kadar bir insanın yaptığı en cesurca hareketti bu gördüğüm. Ateşe doğru eğilerek yanan bir dal parçasını kaptığı gibi, çitin çıkışında yaptığı kapıdan dışarıya kaydırdı. Yaratık korkunç bir hırıltıyla ileriye doğru seyirtti. Lord John duraksamadı bile; aksine hızlı ve hafif adımlarla onun üzerine koşarak alevler içindeki çırayı hayvanın yüzüne doğru savurdu. Bir an için korkunç bir maskeye benzeyen yüzü seçebildim: Dev bir kurbağanın derisine benzer siğil siğil, cüzzamlı bir deri ve etrafı taze kanla dolu vıcık vıcık, gevşek bir ağız…
Bir saniye sonra çalılıklardan gelen bir çatırtı duyulmuş ve korkunç ziyaretçimiz ortadan kaybolmuştu.
Lord John gülerek: “Ateşe karşı koyamayacağını düşündüm.” dedi, içeri gelip elindeki dalı, çalı demetinin arasına fırlatıp atarken.
Hepimiz bir ağızdan, “Kendini böyle tehlikeye atmamalıydın!” diye bağırmıştık.
“Yapacak başka bir şey yoktu. Eğer aramıza dalsaydı onu indirelim derken birbirimizi vururduk. Beri yandan çitten ateş ederek onu yaralasaydık bile saniyesinde üzerimize atılırdı ki ateş ederek yerimizi belli etmemizi saymıyorum bile. Bana kalırsa kendimizi bu işten iyi sıyırdık. Peki, neydi bu acaba?”
Bilginlerimiz tereddütle birbirlerine baktılar. Summerlee piposunu yakarken, “Şahsen bu yaratığı kesin olarak bir sınıflamaya sokamayacağım.” dedi.
“Kendini bağlamamakla gayet yerinde bir bilimsel davranış gösteriyorsun.” dedi Challenger, tenezzül buyururmuş gibi bir sesle. “Ben de şahsen bu gece karşı karşıya kaldığımız yaratığın kesinlikle bir tür etobur dinozor olduğunu söylemekten öteye gidemeyeceğim. Zaten daha önce de platoda böyle bir yaşamın varlığına dair beklentilerim vardı.”
“Şunu da göz önüne almalıyız ki bilgisi bize hiç ulaşmamış birçok prehistorik canlı türü de var. Bu sebeple, rastladığımız her canlıya bir ad yakıştırabileceğimizi varsaymak acelecilik olacaktır.” diye ekledi Summerlee.
“Aynen! Yapabileceğimiz en iyi iş, kabaca bir sınıflandırma olacaktır. Yarın toplayacağımız ilave kanıtlar bir tanımlama yapmak için bize yardımcı olabilir.”
“Ancak nöbetçimiz olmadan olmaz.” dedi Lord John kararlılıkla. “Böyle bir ortamda bu riski göze alamayız. Bundan sonra herkes iki saat nöbet tutacak.”
“O hâlde pipomu içerek ilk nöbeti ben alıyorum.” dedi Summerlee.
Ve bundan sonra da nöbetçi olmadan kendimizi güvende hissetmedik.
Sabahleyin, bizi gece yarısı uykularımızdan uyandıran korkunç velvelenin kaynağını bulmakta pek zorluk çekmemiştik. İguanodon’ları gördüğümüz açıklık alan, korkunç bir vahşet sahnesine bürünmüştü. Ortalıktaki kan gölünden ve yeşilliğin ötesine berisine saçılmış bir sürü kocaman et parçasından, ilk önce birkaç tane hayvanın parçalandığını zannetmiştik. Ancak kalıntıları yakından inceleyince, bütün bu et ve kanın daha önce gördüğümüz hantal yaratıklardan sadece bir tekine ait olduğunu keşfettik. Hayvan kelimenin tam anlamıyla parça parça edilmişti, belki de kendinden çok daha büyük bir hayvan tarafından değil ama çok çok daha vahşi, gaddar bir canavar tarafından.
Bizim iki profesör şimdi oturmuş, kalıntıları parça parça incelerlerken hararetli bir tartışmaya dalmışlardı. Parça etlerin üzerinde diş izleri ve kocaman pençe izleri görünüyordu.
Challenger, dizinde kocaman, beyazımsı bir et parçasıyla oturmuş:
“Buradaki belirtiler, mağaralarımızın kalıntılarında rastladığımız kılıç dişli kaplanın belirtileriyle uyuşuyor ancak yine de peşin hükümlü olmamamız gerek. Zira bizim gördüğümüz yaratık kesinlikle daha iri ve sürüngen cinsi bir şeydi. Şahsen ben buna allosaurus deme taraftarıyım.” dedi.
“Veya megalosaurus.” dedi Summerlee.
“Kesinlikle! Etobur dinozorların herhangi birisi kolaylıkla bu kategoriye girebilir. Bunların arasındaki hayvanların bir kısmı, şimdiye dek dünyanın başına musallat olmuş hayvanların en beteridir. Veya bir müzenin sahip olma şansına erişebileceği en nadide hayvanlardır da diyebiliriz.” dedi ve kendi yaptığı benzetmeye gevrek gevrek güldü.
Çok kıt bir espri anlayışına sahip olmasına rağmen, kendi ağzından çıkan en ufak bir nükte bile beraberinde gürültülü bir kahkaha getirmekten hiç geri kalmıyordu.
“Ne kadar az gürültü yaparsak o kadar iyi olur.” dedi Lord Roxton kısaca. “Eğer bu ahbap çavuş, kahvaltısı için geri dönüp de bizi burada yakalarsa gülecek pek bir şeyimiz kalmayacak. Ha, bir de iguanodon’un arkasındaki şu leke de ne ola ki?”
Omuz bölgesine yakın bir yerlerde, pütürlü derinin üzerinde asfalt izine benzeyen, tuhaf, yuvarlak bir siyah leke vardı. Summerlee iki gün önce yavrulardan birinin üzerinde benzer bir işaret gördüğünü söylediyse de hiçbirimiz bunun ne olduğunu çıkaramamıştık. Challenger bir şey söylememişti ama şişinmiş, kibirli hâlinden isterse bunun ne olduğunu söyleyebileceği anlaşılıyordu. Nihayet Lord John görüşünün ne olduğunu doğrudan sordu.
“Eğer Sayın Lord Majesteleri ağzımı açmama izin verirlerse duygularımı belli etmekten memnunluk duyacağım.” dedi Challenger, alaylı bir ifadeyle lafı dolandırarak. “Ne yazık ki benim, majestelerinin alışık olduğu tarzda iş görme huyum yok. Doğrusu zararsız bir latifeye gülmek için sizden izin almam gerektiğini bilmiyordum.”
Alıngan arkadaşımız ancak kendisinden özür dilendiğini duyduktan sonra gönlünün alınmasına razı olmuştu. Rencide olmuş duyguları nihayet teskin edilebildiğinde, oturduğu devrilmiş ağaçtan hepimize, her zamanki alışkanlığıyla, sanki bin kişilik sınıfa çok önemli sırlar açıklar gibi bir hava takınarak, uzunca bir söylev çekti.
“Lekeler hakkında, arkadaşım ve meslektaşım Summerlee’nin fikrine katılıyorum. Yani lekeler bence de asfalttan kaynaklanıyor.” dedi. “Bu plato, tabiatı gereği oldukça volkanik olduğundan ve asfaltın da plutonik etkilerle olan ilişkisinden yola çıkarak, bu maddenin etrafta sıvı hâlde serbestçe bulunabileceğinden hiç şüphem yok. Tabii, yaratık da kolaylıkla bu maddeye bulaşmış olabilir. Kabaca bildiğimiz kadarıyla bu plato herhangi bir İngiliz vilayeti büyüklüğünde. Bu tecrit edilmiş alanda, soyları çoğunlukla tükenmiş olan çeşitli hayvanlar uzun seneler birlikte yaşamışlar. Şimdiye kadar kontrolsüz olarak çoğalan etobur yaratıkların, besin kaynaklarını tüketmiş olmaları veya et yeme alışkanlıklarını değiştirmiş olmaları veya açlıktan ölüp gitmiş olmaları gerektiği çok açık gibi geliyor bana. Fakat gördüğümüz kadarıyla durum böyle olmamış. Doğanın dengesinin bir şekilde korunarak bu yırtıcı hayvanların sayısının kısıtlı kaldığına hükmedebiliriz. Sonuç olarak çözmemiz gereken en ilginç problemlerden biri, bu kısıtlamayı neyin meydana getirdiği; bunu bulmalı ve nasıl işlediğini öğrenmeliyiz. Ümit ediyorum ki yakın bir gelecekte etobur yaratıkları daha yakından inceleme fırsatımız doğacaktır.”
“Bense böyle bir şeyin bir daha hiç olmamasını ümit ediyorum.” diye konuştum.
Profesör, sanki arsız öğrencilerinden birisi yersiz bir laf edivermiş gibi, koca kaşlarını sadece şöyle bir kaldırdı.
“Belki Profesör Summerlee de konu hakkında bazı gözlemlerde bulunmak istiyordur.” dedi.
Ve hemen arkasından iki bilim adamı, doğum oranındaki bir değişmenin, besin kaynaklarının tükenmesiyle meydana gelebilecek hayat mücadelesi şartlarında bir kısıtlama getirip getirmeyeceğine dair hafif bir bilimsel müzakereye koyuldular.
O sabah kendimizi pterodactyl bataklığından sakınarak, platonun ufak bir bölümünü dolaştık. Bu sefer derenin batısını takip etmek yerine güneyine doğru ilerliyorduk. Bu yönde, bölge hâlâ sık ağaçlarla kaplıydı; ayrıca bir sürü yeni sürgün, yürümeyi bir hayli yavaşlatıyordu.
Şimdiye kadar hep Maple White Ülkesi’nin korkutucu yanları üzerinde durdum ama meselenin bir de öbür yüzü var tabii ki çünkü bütün o sabah boyunca şahane çiçekler arasında dolaşmıştık. Gözlemlediğim kadarıyla çoğu, sarı ve beyaz renkteydi. Profesörlerimizin izah ettiğine göre bunlar birincil çiçek renkleriymiş. Birçok yerde zemin bu çiçeklerle öylesine dolmuştu ki, ayak bileklerimize kadar içine bata çıka yürüdüğümüz bu çiçek halısı, tatlı kokularıyla ve yoğunluğuyla bizi âdeta sarhoş ediyordu. Tanıdık İngiliz arısı etrafımızda ve her yerde vızıldayıp duruyordu. Altından geçtiğimiz ağaçların çoğu, meyvelerle dolu dallarını bize uzatmışlardı. Kimi meyveleri biliyorken, diğer bazıları ise bizim için tamamen yeniydi. Kuşların hangilerini gagaladığını gözlemleyerek zehirlileri zehirsizlerden ayırt edebiliyorduk. Böylece yiyecek stoğumuza harikulade yeni lezzetler eklemiştik. Aştığımız ormanda, vahşi hayvanların ayak izleriyle dolu sayısız patika vardı. Daha bataklık alanlarda ise bol miktarda ve çok garip ayak izlerine rastladık. Aralarında çoklukla iguanodon izi de vardı. Bir koruya girdiğimizde bu koca hayvanların bir çoğunun otlamakta olduklarını görmüştük. Lord John, dürbünüyle bakarak bunların da asfaltla lekelendiklerini söyledi. Ancak bunların lekeleri sabahleyin incelediğimiz hayvanınkinden farklı yerlerdeydi. Bu tuhaflığın ne anlama geldiğini çıkaramamıştık.
Oklu kirpi, pullu karıncayiyen ve alaca renkli, uzun kıvrık dişli bir yabani domuz gibi birçok hayvana rastladık. Bir seferinde de ağaçların arasındaki bir açıklıktan uzaktaki yeşil bir tepeliğin bir bölümünü gördük. Tepeliğin görüş alanımız içindeki kısmında, boz renkli, iri bir hayvan hızla koşturmaktaydı; öyle seri bir şekilde geçip gitti ki ne olduğunu anlayamadık. Ama eğer Lord John’un iddia ettiği gibi bir geyik olsaydı, o hâlde bunun en az, zaman zaman İrlanda’nın bataklıklarında ortaya çıkan İrlanda geyiği iriliğinde, dev gibi bir hayvan olması gerekecekti.
Kampta baş gösteren o esrarengiz ziyaretten beri ne zaman buraya geri dönsek, tedirgin ve şüpheci duygular içerisinde oluyorduk. Fakat bu sefer her şeyi yerli yerinde bulmuştuk.
Aynı akşam kampta, durumumuzu ve ilerisi için planlarımızı ele alan epey kapsamlı bir konuşma yaptık. Bunları size detaylı olarak anlatmak istiyorum çünkü bu konuşmanın sonucunda, Maple White Ülkesi’nde önümüzdeki haftalar içerisinde gerçekleştireceğimiz birçok keşif gezisinden çok daha doyurucu bilgiler elde etme olanağına kavuştuk. Tartışmayı başlatan Summerlee olmuştu. Zaten tüm gün boyunca aksiliği üzerindeydi ve şimdi de Lord John’un yarın yapacaklarımız hakkında sarf ettiği birkaç laf, kızgınlığını iyice su yüzüne çıkarmıştı.
“Şimdi, yarın ve her an yapmamız gereken tek şey…” dedi. “İçine düştüğümüz bu tuzaktan kurtulmanın bir yolunu bulmaktır. Hepiniz kendinizi ülkenin içine girmeye şartlamışsınız. Bense buradan bir an evvel çıkmak için plan yapmamız gerektiğini söylüyorum.”
Challenger, gösterişli sakalını okşayarak:
“Doğrusu bir bilim adamının kendisini böylesine rezilce bir düşünceye kaptırmasına çok şaşırdım, efendim!” diye gürledi. “Senin gibi iddialı bir doğa bilimcisinin eline dünyada hiç eşi benzeri olmayan böyle bir yeri araştırma fırsatı geçmiş ve sen ne bunun kendisi hakkında ne de içindekiler hakkında en ufak bir bilgi kırıntısı bile öğrenemeden burayı terk etmeyi öneriyorsun. Senden daha aklı başında bir davranış beklerdim, Summerlee.”
Summerlee suratını ekşiterek:
“Şunu hatırlamalısınız ki Londra’da kalabalık bir sınıfım var.” dedi. “Ve şu anda da yerime vekâlet eden kişi tamamen yetersiz. Bu da benim durumumu sizinkinden farklı kılıyor, öyle değil mi Profesör Challenger? Zaten hatırladığım kadarıyla size hiçbir zaman eğitsel sorumluluk taşıyan bir görev verilmedi.”
“Elbette.” dedi Challenger. “En üstün seviyede bilimsel araştırmalar yapabilecek kapasitedeki bir beyni eften püften şeylerle uğraşmak için ikiye bölmekten esef duyarım. Bu yüzden de bu tip üniversite öğretim üyeliği gibi tekliflere kesinlikle yüz çevirdim.”
“Mesela hangi tekliflerdi acaba bunlar?” diye soran Summerlee’nin yüzünde alaycı bir gülümseme belirmişti fakat Lord John hemen müdahale ederek konuyu değiştirdi.
“Doğrusu şu anda elimizdeki kısıtlı bilgilerden çok daha fazlasını elde etmeden Londra’ya dönmek hiç de iyi olmaz derim ben.”
“Ben de ofise dönüp şu bizim McArdle’la (Umarım bu belgeyi gerçeğe sadık biçimde oluşturma çabamın bu tür sonuçlarını mazur görürsünüz, değil mi efendim?) karşılaşmayı göze alamazdım.” dedim. “Böyle tamamlanmamış bir haberi geride bıraktığım için beni hiç affetmezdi. Kaldı ki bunu tartışmanın da pek bir anlamı yok çünkü görebildiğim kadarıyla aşağıya inmemiz zaten istesek de mümkün değil…”
“Genç dostumuz zihinsel faaliyet alanındaki belirgin eksikliğini bir anlamda ilkel sağduyuyla kapatmasını iyi beceriyor.” diye bir yorum getirdi Challenger. “Beş para etmez mesleğinin incelikleri bizi ilgilendirmez ama gözlemlerinde haklı. Zaten aşağıya inemediğimize göre bunu tartışarak zaman harcamak boşuna.”
“Başka şeylerle uğraşmak da boşuna zaman kaybı!” diye homurdandı Summerlee, piposunun ardından. “Size burada tamamıyla belirgin bir görev için bulunduğumuzu hatırlatayım. Bu da Londra’da Zooloji Enstitüsündeyken verilen, Profesör Challenger’ın iddialarının doğru olup olmadığını araştırma görevidir. Şu anda kabul etmek durumundayım ki ifadelerinin doğru olduğunu söyleyebilecek bir pozisyondayız. Sonuç olarak görevimiz tamamlanmıştır. Platoda geri kalan detaylı işleri araştırma görevini ise ancak çok özel aygıtlarla donatılmış ve çok daha kalabalık bir kafilenin gerçekleştirmesini bekleyebiliriz. Bunu kendimiz becermeye kalkarsak olası tek sonuç, elimizdeki önemli bilimsel verileri bile geri götüremeyecek olmamızdır. Profesör Challenger, imkânsız gibi gözükmesine rağmen bizi platoya ulaştıracak metotlar geliştirmeyi becerdi; bence şimdi de ondan, geldiğimiz dünyaya bizi geri götürebilecek dâhiyane fikirler bulmasını bekleyebiliriz.”
İtiraf ediyorum ki Summerlee görüşlerini böyle aktarınca bana bayağı makul gelmişti. Hatta Challenger bile, iddialarının doğruluğunun kanıtlanışının kendisinden şüphe edenlere ulaşmaması hâlinde rakiplerinin hiçbir zaman yalanlanmayacak olması gerçeğinden etkilenmişti.
“Aşağıya iniş, ilk bakışta epey yaman gözüküyor.” dedi. “Fakat yine de zekânın üstesinden gelemeyeceği bir iş olduğunu zannetmiyorum. Ben de şu anda Maple White Ülkesi’nde uzun uzadıya kalmanın gereksiz olduğu konusunda meslektaşımla hemfikirim. Çok yakında geri dönme sorunuyla yüz yüze geleceğimiz açık. Bununla beraber, bu bölgeyi en azından üstünkörü bir inceleme yapmadan ve bir haritasını dahi çıkarmadan terk etmeye kesinlikle karşıyım.”
Profesör Summerlee sabırsızlıkla patladı:
“İki koca gün bölgeyi keşfetmekle geçti ama şu an başladığımızdan fazla bir şey öğrenmiş değiliz. Etrafının çok sık ağaçlıklarla kaplı olduğu belli ve böyle bir bölgede ilerleyebilmek, bir alanın başka bir alanla orantısını belirleyebilmek aylarımızı alır. Eğer merkezî bir tepelik olsaydı durum farklı olurdu ama göz alabildiğine aşağı doğru giden bir eğim var. Ne kadar ilerlersek genel bir gözlem yapmaktan o kadar uzaklaşmış olacağız.”
Fikir tam o anda kafamda doğuvermişti. Gözlerim şans eseri, kocaman dallarını tepemize uzatmış ginkgo ağacının yumru yumru, dev gövdesine takılmıştı. Eğer gövdesi diğer bütün ağaçlardan daha büyükse tabii ki yüksekliği de hepsini geçmeliydi. Platonun ağzının en yüksek noktası olduğunu kabul edersek, bu dev ağacın bütün ülkeye hükmeden doğal bir gözetleme kulesi pozisyonunda durduğunu düşünmemek için hiçbir neden yoktu. Ben İrlanda’da koşturup durduğum delişmen günlerimde acayip cesur ve becerikli bir ağaç tırmanıcısıydım. Evet, arkadaşlarım belki kaya tırmanma ustası olabilirlerdi ama o koca dallara tırmanmaya sıra geldi mi kimse elime su dökemezdi benim. Ayaklarımı alçak dallardan birine bir atabilirsem tamamdı, ondan sonra zirveye kadar çıkamazsam gerçekten tuhaf kaçardı doğrusu. Arkadaşlarım fikrimi sevinçle karşıladılar.
Challenger, yanaklarında âdeta kırmızı kırmızı elmalarla:
“Genç dostumuz, belki daha kalıplı ve oturaklı görünüşe sahip bir adam için imkânsız olabilecek akrobatik işlere yatkın. Kararını alkışlıyorum.” dedi.
“Vay canına! Delikanlı, sen işi götürdün!” dedi Lord John, sırtımı sıvazlayarak. “Nasıl oldu da bizim aklımıza gelmedi, hayret… Şimdi belki bir saatlik gün ışığı kaldı ama yanına not defterini alırsan bölgenin şöyle kabaca bir haritasını çıkarabilirsin. Şu üç cephanelik sandığını ağacın altına getirdik mi hemen seni üzerine kaldırır.”
Yüzümü ağaca doğru döndüm, o da kutuların üzerinde durup beni hafifçe yukarı kaldırmaya koyuldu. Bu sırada Challenger ileri zıplayarak kürek gibi kocaman eliyle beni öyle bir ittirdi ki neredeyse ağaca gömülecektim. İki elimle dalı kavrayıp ayaklarımla güç bela tırmanarak ilk önce gövdemi, sonra da dizlerimi üstüne çıkartmayı becerdim. Başımın üzerinde büyük bir merdivenin basamaklarına benzeyen üç adet mükemmel yeni sürgün dal çıkıntısı vardı. Daha ötesinde ise elverişli dallardan kümeler oluşmuştu. Dolayısıyla yukarı doğru şimdi öyle bir hızla tırmanıyordum ki birazdan zemin tamamen gözden kaybolmuş ve altımda sadece yapraklar gözükmeye başlamıştı. Arada sırada duraklayarak, güçlükle iki üç metre tırmanmak zorunda kalıyordum ama yine de müthiş bir ilerleme kaydetmiştim. Challenger’in gürleyen sesi, altımda sanki çok uzak bir mesafeden geliyordu artık. Buna rağmen yukarı baktığımda yapraklarda hiçbir seyrelme gözükmüyordu. Dev gibi bir şeydi bu ağaç. Yukarı doğru tırmandığım dalın üzerinde çalılığa benzeyen bir kümeleşme vardı; herhâlde dalın üzerinde yuvalanmış bir parazittir diye düşünmüştüm. Başımı uzatarak ne olduğunu anlamaya çalışırken gördüğüm şey yüzünden uğradığım şoktan az daha aşağı düşüyordum. Sadece 50 60 santim uzaklıkta bir surat beni süzüyordu. Suratın sahibi olan yaratık parazitin arkasına çömelmişti ve benimle aynı anda bakınca yüz yüze gelmiştik. Bir insan yüzüydü bu ya da şimdiye kadar gördüğüm maymunlarınkinden çok daha fazla insana benzeyen bir maymun yüzü. Uzun, beyazca ve kabarcıklarla doluydu bu yüz. Burnu yassıydı, alt çenesi çıkıntılıydı ve çenenin etrafında sert kıllar pırıldıyordu. Ağır ve gür kaşların altındaki gözler hayvansı ve vahşiydi. Lanet okurmuş gibi hırlayarak ağzını açtığında kavisli, keskin dişleri olduğunu görmüştüm. Bir an için o korkunç gözlerde nefret ve tehdit okudum. Bir saniye sonra ise bunun yerini dayanılmaz bir korku belirtisi aldı. Yaratık alelacele aşağıdaki yeşilliğin arasına atlarken kırılan dallar müthiş bir çatırtı koparmıştı. Yaprakların ve dalların karmaşası içerisinde gözden kaybolan hayvanın gözüme en son ilişen görüntüsü, kırmızımtrak bir domuza benzeyen kıllı gövdesiydi.
Roxton aşağıdan, “Ne oldu?” diye bağırdı. “İyi misin?”
“Gördünüz mü onu?” diye bağırdım, ellerimle dala yapışmış ve heyecandan sinirlerim yay gibi gerilmiş bir hâlde.
“Bir gürültü duyduk. Ayağının kaydığını sandık. Neydi o?”
Bu maymunadamın ani ve garip ortaya çıkışıyla öyle bir şoka uğramıştım ki bir an için aşağıya inip arkadaşlarıma bundan bahsedip bahsetmemek konusunda bocaladım. Fakat artık bu koca ağacı iyiden iyiye fethetmiştim, bu saatten sonra da görevimi tamamlamadan aşağıya inmek küçük düşürücü olacaktı.
Bu yüzden uzunca bir süre soluklanıp, cesaretimi toplamak için mola verdikten sonra tırmanışıma devam ettim. Bir kez ayağımı çürük bir dala basarak ellerimle birkaç saniye sallandım ama genelde kolay bir tırmanış olmuştu bu. Gittikçe seyrelen yapraklar ve yüzüme vuran rüzgârdan artık ormandaki bütün ağaçların tepesinde olduğumu anlıyordum. Ancak en tepeye ulaşmadan etrafa bakınmamaya kesin kararlıydım; böylece, en tepedeki dal, ağırlığımın altında eğilene kadar tırmanışıma devam ettim. Burada uygun bir çatala yerleşip kendimi dikkatlice dengeledikten sonra, kendimizi içinde bulduğumuz bu garip ülkenin altımda uzanan muhteşem manzarasını seyre daldım.
Güneş batı ufkunun hemen üstündeydi, akşam özellikle aydınlık ve berrak olduğundan altımdaki plato bütün çıplaklığıyla gözlerimin önündeydi. Bu yükseklikten göründüğü kadarıyla oval bir kıvrıma sahipti. Otuz mil uzunluğunda ve yirmi mil eninde gözüküyordu. Şekil olarak genelde, kenarları, merkezdeki epeyce büyük bir gölün çevresine doğru alçalan sığ bir huniyi andırıyordu. Gölün çevresi on mil kadar olabilirdi ve akşam ışığında yemyeşil, nefis bir görüntüsü vardı. Etrafındaki sık sazlıklar ve yüzeyi kesen birçok kumsal, tatlı güneş ışığı altında altın gibi parıldıyordu. Kıyıdaki bu kumların üzerinde, alligator olamayacak kadar geniş ve kayık olamayacak kadar uzun birkaç koyu renkli nesne duruyordu. Dürbünümle bunların canlı olduklarını açık seçik görebiliyordum ancak nasıl birer yaratık olduklarına dair hiçbir fikrim yoktu.
Platonun üzerinde bulunduğumuz kıyısından aşağı doğru inen ormanlık bölge, ara sıra açıklık alanlara yer vererek beş altı mil sonra gölün kıyısında sona eriyordu. Ayaklarımın tam ucunda, iguanodon’ların açıklığını ve daha ötede, ağaçların arasında, bataklıkla işaretli, yuvarlak biçimli pterodactyl karargâhını görebiliyordum. Ancak bana bakan yüzünde, plato çok değişik bir görünüm arz ediyordu. Bu tarafta dış cephedeki bazalt tabaka, içeride de üst üste binerek, eteklerinde ağaçlık bir bayırın olduğu yaklaşık altmış metre yüksekliğinde bir set oluşturmuştu. Bu kırmızımsı kayalıkların zemininin biraz üzerinde, dürbünle baktığımda birkaç karanlık delik görebiliyordum. Herhâlde mağara ağzı olacaktı bunlar. Bir tanesinin girişinde beyaz bir şeyler pırıldıyordu ancak ne olduğunu çıkaramadım. Oturarak güneş iyice batana ve artık detayları ayırt edemeyecek hâle gelene kadar, bölgenin kabataslak bir haritasını çıkardım. Sonra aşağı inerek büyük bir hevesle, beni bu koca ağacın dibinde heyecanla bekleyen arkadaşlarıma ulaştım. Gezinin kahramanı bu kez bendim. Tek başıma düşünmüş ve tek başıma başarmıştım bunu ve işte belki de bizi bilinmedik tehlikelerle dolu bu bölgede aylarca el yordamıyla dolaşmaktan kurtaracak harita karşımızdaydı. Her biri, teker teker, ciddiyetle elimi sıktı.
Ancak haritanın detaylarına inmeden önce onlara, yukarıda, dalların arasında maymunadamla olan karşılaşmamdan bahsetmeliydim.
“Başından beri orada bekliyordu.” dedim.
“Nereden bilebilirsin ki bunu?” diye sordu Lord John.
“Çünkü devamlı kötü niyetli bir şeylerin bizi seyrettiğine dair bir kuşku duyuyordum. Bundan size de bahsetmiştim Profesör Challenger.”
“Evet, evet, genç dostumuz buna benzer bir şeyler söylemişti kesinlikle. Zaten aramızda böyle şeylere karşı duyarlılık sağlayacak Kelt kanı taşıyan bir tek o var.”
“Bütün bu telepati teorisi…” diye piposunu doldururken söze başlayan Summerlee, “Şimdi tartışamayağımız kadar çok kapsamlı.” diye lafa karışan Challenger yüzünden sözünü kesmek zorunda kaldı.
Challenger, “Şimdi söyle bana bakalım, bu yaratığın başparmağının avcunu karışlayıp karışlamadığına dikkat ettin mi?” dedi.
Konuşurken sanki pazar seremonisindeki çocuklara hitap eden bir papaz havasına girmişti.
“Hayır, ne yazık ki…” dedim.
“Kuyruğu var mıydı?”
“Hayır.”
“Peki, ayağı kavrama kabiliyetine sahip miydi?”
“Ayağıyla kavrayamasa o dalların arasından böylesine çabucak kaçabileceğini zannetmiyorum.”
“Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa -ki siz de kontrol edebilirsiniz Profesör Summerlee- Güney Amerika’da yaklaşık otuz altı ayrı tür maymun bulunuyor. Ancak insana benzer bir maymun henüz bu bölgede bilinmiyor. Buna rağmen burada var olduğu belli. Ve bunun Afrika veya Doğu dışında hiç rastlanmayan, tüylü, goril cinsi maymun olmadığı da kesin (Ona bakarken cümlesini, birinci dereceden kuzenini Kensington’da gördüğümü söyleyerek tamamlama isteğine kapılmıştım.). Söz konusu maymun, bıyıklı ve renksiz türden, ki bu son özellik onun tamamen ağaçlık alanda yaşadığına işaret ediyor. Şimdi önümüzdeki soru, bunun daha çok maymuna mı yoksa insana mı benzediğidir. Son olasılığı değerlendirirken bu maymunun, cahillerin ‘kayıp halka’ diye adlandırdığı tür olduğunu da düşünebiliriz. Bu sorunun çözümünü acil olarak bir neticeye ulaştırmak, yapacağımız ilk iş olmalı.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-konan-doyle/profesor-challenger-in-tum-maceralari-69428524/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Zedelenmelerde, morartılarda kullanılan ilaç terkipleri.
2
Zedelenmelerde, morartılarda kullanılan ilaç terkipleri.
3
Dişinin ilk eşine ait spermlerin, daha sonraki eş ile temastan doğacak yavru üzerinde de etkisi olabileceğini ileri süren görüş (ç.n).
4
Nesli tükenmiş, fil benzeri bir hayvan (ç.n.).
5
Tarih öncesi (e.n.).
6
Westminster Abbey, Thames Nehri’ndeki küçük bir adada kurulan bir kilisedir, ayrıca Isaac Newton, Charles Darwin gibi pek çok bilim adamının ve İngiliz kraliyet üyelerinin gömüldüğü bir kilisedir (e.n.).
7
Bu tanım, Kuzey Amerika’daki “kovboy” sözcüğüne karşılık gelir (e.n.).