Define Adası

Define Adası
Robert Louis Stevenson
İngiltere’nin güney kıyılarında bulunan, Jim Hawkins’in ailesinin işletmekte olduğu Amiral Benbow Hanı, yazları yoğun, kışları oldukça sakin bir yerdir. Ancak bir kış günü hana gelip yerleşen Billy Bones isimli eski bir korsan, tüm ailenin yaşamını değiştirir. Bones’un sahip olduğu korsan Flint’in definesinin yerini gösteren bir haritanın peşinde olan korsanlar yüzünden handa zor günler yaşanır. Bu harita rastlantı sonucu Jim Hawkins’in eline geçer ve heyecanlı bir define avı başlar. Define Adası yalnızca bir macera romanı değil. Kahramanımız Jim’in ve yol arkadaşlarının karşılaştığı ihanetlerle, sürpriz saldırılar ve kanlı çarpışmalar karşısında sergilediği davranışlarla da ahlak kavramına atıf yapılmaktadır.... Kaptan, seyir defterinin başına geçti. Yazdıkları şunlardı: Alexander Smollett, Kaptan; David Livesey, gemi doktoru; Abraham Gray, marangoz tayfa; John Trelawney, geminin sahibi; John Hunter ve Richard Joyce, gemi sahibinin hizmetçileri, deniz tecrübeleri yok. Gemiden kalan sadık kişiler bunlardan ibaret. On günlük gıda var. Bugün Define Adası’nın kıyısına çıkıldı ve kulübeye Britanya bayrağı asıldı. Gemi sahibinin hizmetçisi karacı Thomas Redruth, isyancılar tarafından vuruldu. Miço James Hawkins…

Robert Louis Stevenson
Define Adası

Robert Louis Stevenson, 13 Kasım 1850 tarihinde İskoçya’nın Edinburgh şehrinde doğdu. Akciğeriyle ilgili olarak yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle eğitim hayatının ilk yıllarında okula gidemedi ve evde, özel öğretmenler tarafından eğitim gördü. 17 yaşında mühendislik okumak için Edinburgh Üniversitesine kaydoldu. Eğitimini yarıda bırakıp hukuk okumayı seçti ancak avukatlık yapmadı. Üniversitede okurken yaz tatillerini Fransa’da, yazar ve ressamlardan kurulu bir sanatçı topluluğunun arasında geçirdi.
İlk basılı çalışması Roads adını taşıyan denemesi oldu. Çocuk edebiyatına da Define Adası (Treasure Island) gibi klasikleşen eserler kazandırdı. Aralarında öykülerin, romanların, denemelerin yer aldığı pek çok eser kaleme aldı.
Stevenson’ın ilk önemli eseri olan Yeni Arap Geceleri, 1882 yılında yayımlandı. 1877-1880 yılları arasında kaleme aldığı kısa öykülerin bir toplaması olan bu kitabın devamı olan Yeni Arap Geceleri; The Dynamiter adlı eserini 1885 yılında, karısı Fanny Vandegrift’in yardımıyla tamamladı. Define Adası (Treasure Island) ise ilk basımını 1883 yılında yaptı; roman kısa sürede ünlendi ve defalarca sinemaya aktarıldı.
Ardından 1883 yılında Kara Ok adlı romantik tarihi macera romanını kaleme aldı. 1886 yılında yayımladığı üçüncü romanı Dr Jekyll ve Mr Hyde’ın Garip Dosyası ise, yazarı erken dönem bilim kurgu yazarları arasına taşıdı.
Son romanı olan St. Lves; Fransız bir Tutsağın İngiltere Maceraları 1897 yılında arkadaşı Arthur Quiller Couch tarafından tamamlandı.
3 Aralık 1894’te yaşamını yitirdi.
Dünyada kitapları en fazla dile çevrilen isimlerden olan Louise Stevenson, sayısız sinema ve televizyon uyarlamasına ve edebî atıfa konu oldu, kitapları psikologlar ve tarihçiler tarafından ayrıntılı incelemelere tabi tutuldu. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde akademik çalışmalara ve yazar antolojilerine alınmaya başlandı ve yirmi birinci yüzyılda adı en fazla anılan klasik edebiyat romancılarından birisi oldu.
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.

BİRİNCİ KISIM: İHTİYAR KORSAN

BİRİNCİ BÖLÜM
“AMİRAL BENBOW’DAKİ” İHTİYAR DENİZ KURDU
Bay Trelawney, Doktor Livesey ve diğer beyefendiler Define Adası’yla ilgili her şeyi baştan sona, adanın bulunduğu yer hariç tüm detaylarıyla yazmamı istediler. Adanın konumundan bahsetmemi istememe sebepleri ise definenin bir kısmının hâlâ orada olmasıydı. Ben de kalemi elime alıyorum ve babamın Amiral Benbow Hanı’nı işlettiği, yüzünde kılıç yarası olan esmer tenli ihtiyar denizcinin handa kalmaya başladığı o tarihe dönüyorum.
İhtiyar denizcinin ağır adımlarla han kapısından içeri girişini, deniz sandığını taşıyan el arabasını çeken adamla beraber gelişini dün gibi hatırlıyorum. Uzun boylu, güçlü, iri yarı esmer bir adamdı. Örülmüş saçları kirli mavi ceketinin omuzlarından dökülüyordu. Yara bereyle dolu yıpranmış elleri, siyah ve kırık tırnakları vardı. Yanağının birini boydan boya kaplayan kılıç yarasının morumsu, pis bir beyazlığı vardı. Koya bakarken kendi kendine ıslık çalışını ve sonrasında sık sık söylediğine şahit olduğum eski denizci şarkısını patlatıverdiğini hatırlıyorum:
Ölü adamın sandığında on beş kişi,
Yo-ho-ho ve bir şişe rom!
Şarkıyı, tiz, titrek ve yaşlı sesiyle söylüyordu. Daha sonra manivelaya benzeyen bir sopayla kapıya vurup karşısına çıkan babamdan kaba bir şekilde bir bardak rom istedi. Kendisine getirilen romu yavaşça, bir gurme edasıyla tadını çıkararak içti. Bir taraftan da etraftaki kayalıklara ve hanın adının yazılı olduğu tabelaya bakıyordu.
“Bu koy güzel.” dedi en sonunda. “Hanın yeri de çok hoş. Çok misafir olur mu?”
Babamdan maalesef çok az misafir olduğu cevabını aldı.
“İyi madem.” dedi. “Bu benim için en iyisi. Hey sen, ahbap!” diye bağırdı el arabasını çeken adama. “Gel de sandığı taşımama yardım et. Bir süre burada kalacağım.” diye devam etti. “Ben basit bir adamım. Rom, domuz pastırması ve yumurtayla gemilerin gidişini izleyebileceğim yukarıdaki kayalık dışında bir şey istemem. Bana nasıl mı hitap edeceksiniz? ‘Kaptan’ diyebilirsiniz. Ah, şimdi anladım ne demek istediğinizi, buyurun.” dedi ve üç ya da dört tane altın sikkeyi eşikten attı. “Yeniden ödeme zamanı geldiğinde bana söylersiniz.” dedi. Bir komutan misali sert bir görünüşü vardı.
Giyimi kötü, konuşması kabaydı ve dış görünüşü alelade bir denizci olduğunu düşündürüyordu ancak yine de tavırlarında itaat edilmeye ve hükmetmeye alışkın bir kaptan havası vardı. El arabasını çeken adam, yaşlı denizcinin Royal George’da bir önceki sabah posta arabasından indiğini söyledi. Kıyı şeridindeki hanları sorup soruşturmuş ve anladığım kadarıyla bizimkinin hizmetinin iyi konumunun tenhada olduğunu duyunca da buraya gelmeye karar vermiş. Ona dair öğrenebildiklerimiz işte bunlardan ibaretti.
Çok sessiz bir adamdı. Tüm gün koyda gezinir ya da yamaçların üzerinde dürbünüyle oyalanırdı. Akşam olduğundaysa salonun bir köşesine, ateşin yakınlarına oturur ve romla su içerdi. Kendisine hitap edildiğinde çoğunlukla cevap vermez, kafasını kaldırıp bakar, ani ve şiddetli bir şekilde sis sireni misali burnundan üflerdi. Bizler ve misafirlerimiz kısa süre sonra onu kendi hâline bırakmayı öğrendik. Her gün yürüyüşten dönünce yoldan denizcilerin geçip geçmediğini sorardı. İlk zamanlar bunun sebebini kendisi gibi insanlarla vakit geçirmek isteyişine bağladık. Ancak sonraları asıl amacının denizcilerden kaçınmak olduğunu fark ettik. Olur da bir denizci Amiral Benbow’da kalacak olursa (Han, Bristol’a çıkan kıyı yolunda olduğundan zaman zaman denizcileri ağırlardık.) salın kapısının önündeki perdeden denizciye bakardı ve bu sırada bir fare kadar sessiz olurdu. Bana göre bu duruma dair bir gizem söz konusu değildi çünkü ben de bir bakıma onun endişelerini paylaşıyordum. Bir gün beni kenara çekti ve “tek bacaklı bir denizci” için gözümü dört açar, onu görür görmez kendisine haber verirsem her ay bana dört peni vereceğini söyledi. Ayın ilk günü geldiğinde sık sık yanına gider ve paramı isterdim. Ancak o burnundan üfleyerek bana dik dik bakardı. Yine de bana para vermenin daha akıllıca olacağına hükmedip parayı hafta sona ermeden verir, “tek bacaklı denizci” için gözümü dört açma emrini tekrar ederdi.
Bahsettiği bu karakterin rüyalarıma nasıl musallat olduğunu size anlatamam. Rüzgârın evin dört bir tarafını sarstığı ve dalgaların koy sahili boyunca kükreyip kayalıklara hunharca çarptığı fırtınalı gecelerde bu adamı binbir farklı şekilde binbir farklı şeytani yüz ifadesiyle görürdüm. Bazen adamın bacağı dizinden, bazen kalçasından kesilmiş olurdu. Bazen de vücudunun yarısı bacaktan oluşan canavar gibi korkunç bir yaratık olurdu. Yol kenarından zıplayarak beni kovalamaya başlaması ise gördüğüm en korkunç kâbuslardandı. Kısacası aylık dört peninin bedelini görmüş olduğum korkunç rüyalarla fazlasıyla ödüyordum.
Her ne kadar tek bacaklı denizciden ölümüne korksam da Kaptan’dan onu tanıyanların korktuğu kadar korkmuyordum. Bazı geceler kaldırabileceğinden fazla rom ve su içerdi ve böyle gecelerde bazen eski, vahşi deniz şarkılarını söyler, kimseye aldırmazdı. Bazen de art arda içki söyler ve etrafındakileri hikâyelerini dinlemeye ya da şarkılarına eşlik etmeye zorlardı. Sık sık evin, “Yo-ho-ho ve bir şişe rom!” sözleriyle inlediğini duyardım. Tüm misafirler can korkusundan şarkıya eşlik ederdi ve herkes dikkat çekmemek için mümkün olduğunca yüksek sesle şarkı söylemeye çalışırdı. İşte böyle anlarda gördüğümüz en baskın misafir olurdu. Herkesi susturmak için sertçe masaya vurur, kendisine soru sorulması hâlinde hiddetlenirdi. Bazen de kendisine bir şey sorulmamasından rahatsız olurdu çünkü etrafındakilerin iyi dinlemediğini düşünürdü. Dahası, uykusu gelinceye dek içmeden ya da yatağın yolunu tutmadan kimsenin handan ayrılmasına müsaade etmezdi.
İnsanları en çok korkutan hikâyeleriydi. Asılmaktan, güverteden denize uzatılan kalasta gözleri kapalı denize yürümek zorunda kalan denizcilerden, İspanyol kolonilerindeki vahşetlerden bahseden korkunç öykülerdi bunlar. Ona soracak olursanız yaşamını Tanrı’nın yarattığı en fena denizciler arasında geçirmişti ve hikâyelerini anlatırken kullandığı üslup bu hikâyelere konu olan suçlar kadar sarsardı bizim taşralı, kendi hâlinde misafirlerimizi. İnsanların bu şekilde baskı görmeleri ve yataklarına ürpererek gitmelerinin kısa süre sonra hanı batıracağını, kimsenin bu koşullarda gelmeye devam etmeyeceğini söylerdi babam hep. Ama bence varlığı bize fayda sağladı. İnsanların o sırada korktuğu doğrudur ama geriye dönüp baktıklarında bundan hoşlanıyorlardı bence. Sessiz taşra yaşamlarına ürpertici bir heyecan katıyordu Kaptan’ın hikâyeleri. Üstelik Kaptan’a hayranmış gibi davranan gençler de vardı. Ona, “hakiki deniz kurdu” ya da “eski toprak” gibi lakaplar takıyor, böyle adamların İngiltere’nin denizdeki başarısızlığının sebebi olduğunu söylüyorlardı.
Bir bakıma bize zarar verdiği de doğruydu aslında. Çünkü haftalarca hatta aylarca kalmaya devam etmiş, masrafları ödediği ücreti fazlasıyla geride bırakmaya başlamıştı. Ancak babam yine de ondan daha fazla para için ısrar edecek cesareti kendinde bulamadı. Babam ne zaman ücretten bahsedecek olsa Kaptan âdeta kükrercesine gürültülü bir şekilde burnundan üfler ve zavallı babama odadan çıkmaya mecbur kalıncaya dek sert sert bakardı. Böylesi azarlamalardan sonra Kaptan ellerini ovuştururdu. Babamın erken ve talihsiz ölümünün sebeplerinden birinin yaşamak zorunda olduğu sıkıntı ve dehşet olduğunu düşünüyorum.
Bizimle yaşadığı müddetçe Kaptan giysilerini değiştirmedi. Ancak bir işportacıdan birkaç çorap satın aldı. Üç köşeli şapkasının uçlarından biri düşmüştü ve o zamandan beri aşağı sarkıyordu. Şapkasının bu durumu rüzgârlı zamanlarda çok rahatsızlık verse de buna aldırmıyor gibiydi. Odasında yamaladığı ceketinin neye benzediğini hâlâ hatırlıyorum. Sonlara doğru ceket sadece yamalardan ibaretti. Hiçbir zaman mektup yazmadı ya da birinden mektup almadı. Diğer misafirler dışında kimseyle hiç konuşmadı. Onlarla da sadece rom içip sarhoş olduğunda konuşurdu. Büyük deniz sandığının açıldığını hiçbirimiz görmedik.
Ona sadece bir kez, sonlara doğru karşı çıkan biri oldu. Babamın sonunu getiren o hastalık iyice ilerlemişti. Doktor Livesey bir öğleden sonra babamı muayene etmek için uğramıştı. Daha sonra Doktor, annemin yaptığı yemekten biraz aldı ve atı köyden getirilinceye dek salonda pipo içerek beklemek istedi. Çünkü handa at ahırı yoktu. Onunla birlikte ben de salona gittim. Kaptan’la aralarındaki zıtlık bugün bile hatırlayacağım kadar dikkate değerdi. Bir tarafta aklı başında, kar gibi beyaz, siyah ve parlak gözlü, beyefendi, taşralılarla sohbet eden kibar doktor vardı. Diğer tarafta ise pis, hantal, esmer, bostan korkuluğundan hâllice bir korsanımız vardı. Romdan iyice kafayı bulmuş hâlde, elleri masanın üzerinde oturuyordu. Aniden, o ölümsüz şarkısını söylemeye başladı.
Ölü adamın sandığında on beş kişi,
Yo-ho-ho ve bir şişe rom!
İçki ve şeytan kalanların icabına bakar,
Yo-ho-ho ve bir şişe rom!
İlk zamanlarda “ölü adamın sandığının” Kaptan’ın odasındaki büyük kutunun aynısı olduğunu düşünürdüm ve bu fikir tek bacaklı denizci adamla birlikte kâbuslarıma konu olurdu. Biz artık onun şarkılarına dikkat kesilmeyi çoktan bırakmıştık. O gece şarkısı Doktor Livesey dışında kimse için yeni değildi, onda da hoş bir etki bırakmamıştı zaten. Çünkü bir süre boyunca öfkeli bakışlarla bakakaldı. O sırada bahçıvan olan ihtiyar Taylor’la yeni bir romatizma ilacı hakkında konuşuyordu. Bu arada Kaptan kendi şarkısıyla neşelendi ve en nihayetinde masaya vurdu. Bu hareketin susmaları anlamına geldiğini hepsi biliyordu ve Doktor Livesey dışında herkes derhâl sesini kesti. Doktor ise, hiçbir şey olmamış gibi net ve kibar bir ses tonuyla konuşmaya devam ediyor, sık sık piposunu çekiyordu. Kaptan bir süre boyunca ona ters ters baktıktan sonra elini tekrar masaya vurdu ve bu kez daha sert bakmaya başladı. Nihayet feci ve boğuk bir ses tonuyla, “Güvertedekiler sessizlik!” diye bağırdı.
Doktor, “Bana mı diyorsunuz beyefendi?” deyince ve kaba saba kaptan, “Evet.” anlamına gelen ikinci bir bağırışla kükredi. Bunun üzerine Doktor, “Size sadece tek bir şey söylemek istiyorum beyefendi. Eğer bu şekilde rom içmeye devam ederseniz dünya kısa süre sonra pis bir ayyaştan kurtulmuş olur!”
İhtiyar Kaptan’ın öfkesi fenaydı. Derhâl ayağa fırladı, denizci çakısını çıkarıp açtı ve Doktor’u duvara çivilemekle tehdit etti.
Ancak Doktor pek de etkilenmiş gibi görünmüyordu. Onunla aynı şekilde, aynı ses tonuyla, hatta odadaki herkesin duyması için daha yüksek sesle oldukça sakin ve pürüzsüz bir şekilde konuşmaya başladı:
“Eğer o çakıyı derhâl cebine sokmazsan, şerefim üzerine yemin ederim ki en yakın mahkemede asılırsın.”
Daha sonra birbirlerine sert sert bakmaya başladılar ve Kaptan kısa süre sonra yola gelip çakısını kaldırdı, yerine oturdu ve dayak yemiş bir köpek misali hırlamaya başladı.
“Ve şimdi beyefendi.” diye devam etti Doktor. “Benim bölgemde böyle birinin yaşadığını artık öğrendiğime göre gözlerim gece gündüz üzerinde olacak. Ben sadece bir doktor değilim. Aynı zamanda bir sulh hâkimiyim ve sizinle ilgili en ufak bir şikâyet duyduğum anda, bu geceki kadar basit bir nezaketsizlik bile olsa sizi bulup buradan sürdürmek için her türlü yönteme başvuracağım. Bunu iyi bilin!”
Atı kısa süre sonra gelen Doktor, derhâl handan ayrıldı ve Kaptan o gece ve takip eden diğer gecelerde sessizliğini hiç bozmadı.

İKİNCİ BÖLÜM
KARA KÖPEK BİR GÖRÜNÜP BİR KAYBOLUYOR
Bu olaydan kısa süre sonra Kaptan’dan kurtulmamızı sağlayan gizemli olayların ilki baş gösterdi. Ancak daha sonra göreceğiniz üzere Kaptan’dan kurtulmak, onun meselelerinden kurtulmamız için yeterli olmayacaktı. Sert ve soğuk bir kıştı. Bitmek bilmeyen ayaza ve sert rüzgârlara maruz kalıyorduk. Zavallı babamın baharı göremeyeceği çok belliydi. Her gün biraz daha çöküyordu ve hanın tüm işlerine annemle beraber bakıyorduk. O kadar meşguldük ki sevimsiz misafirimize fazla dikkat etmiyorduk.
İnsanın kemiklerine kadar işleyen buz gibi bir ocak sabahının ilk saatleriydi. Ayaz, koyu boydan boya beyaza boyamıştı ve dalgalar kayalara hafifçe çarpıyordu. Güneş, yamaç tepelerine şöyle bir dokunup denizi ışıldatacak kadar yükselmişti. Kaptan her zamankinden biraz daha erken kalkmış ve sahilin yolunu tutmuştu. Denizci kılıcı eski mavi ceketinin eteklerinin altında sallanıyordu. Dürbünü kolunun altına almıştı ve şapkasını başının arkasına takmıştı. Soğuk havada ağır adımlarla ilerlerken nefesinin buharlaştığını hatırlıyorum. Son kez sesini duyduğumda koca kayalıktan geçiyordu. Öfkeyle ve yüksek sesle homurdandı. Sanki aklı hâlâ Doktor Livesey’deymiş gibiydi.
Bu arada annem üst katta babamla birlikteydi. Ben de Kaptan için kahvaltı hazırlıyordum ki birden kapı açıldı ve daha önce hiç görmediğim bir adam girdi içeri. Soluk tenli, kilolu bir adamdı ve sol elinde iki parmağı eksikti. Her ne kadar kılıcı görünse de kavgacı birine benzemiyordu. İster tek ister çift bacaklı olsunlar denizcilere karşı gözümü dört açardım hep. Bu adamın beni şaşırttığını hatırlıyorum. Pek denizciye benzemese de bir tutam deniz havası vardı üzerinde.
Ona nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. Bana rom istediğini söyledi. Ancak rom getirmek üzere odadan dışarı çıkmaya çalıştığımda el işaretiyle beni yanına çağırdı. Bense elimde mendille olduğum yerde durdum.
“Buraya gel delikanlı.” dedi. “Yaklaş.”
Bir adım yaklaştım.
“Bu hazırladığın masa dostum Bill için mi acaba?” diye sordu. Hafif ve zoraki bir sırıtış vardı yüzünde.
Ona arkadaşı Bill’i tanımadığımı, hazırladığım sofranın “Kaptan” isimli bir misafirimiz için olduğunu söyledim.
“Pekâlâ.” dedi. “Benim arkadaşım Bill’e ‘Kaptan’ diye de hitap ederler. Bir yanağında yara izi var. Hoş bir tarafı da vardır benim dostum Bill’in. Özellikle de içki içtiğinde… Eğer sizin Kaptan’ın bir yanağında yara izi varsa ve bu yara izi sağ yanağındaysa o zaman benim arkadaşım Bill’in ta kendisidir. Bak işte! Ne dedim ben sana? Peki arkadaşım Bill bu evde mi?”
Ona yürüyüşe çıktığını söyledim.
“Hangi yöne gitti delikanlı? Hangi yöne doğru yürüdü?”
Ona kayalıkları işaret ettim ve Kaptan’ın ne zaman döneceğini söyleyip birkaç sorusunu daha cevapladım. “Ya…” dedi adam. “Bak bu çok iyi işte. Dostum Bill, beni gördüğüne çok sevinecek.”
Bu sözleri söylerken yüzündeki ifade hiç de hoş değildi. Bu yabancının söylediklerinde samimi olmadığını düşünmek için kendi gerekçelerim vardı. Ancak bu benim meselem değildi. Ayrıca ne yapacağımı kestirmem kolay da değildi. Yabancı, han kapısının hemen iç tarafında duruyordu. Fare bekleyen bir kedi misali etrafına bakınıyordu sürekli. Bir keresinde kapıdan dışarı çıkacak olduğumda beni derhâl içeri çağırdı. İstediği kadar çabuk itaat etmeyince şişman yüzünde korkunç bir değişim gözlemledim. Beni yerimden zıplatan bir küfürle seslendi. Ben içeri girer girmez eski tavrına büründü. Yarı yılışık yarı sırıtık bir hâlle omzuma hafifçe vurdu ve bana iyi bir çocuk olduğumu, benden çok hoşlandığını söyledi. “Benim de bir oğlum var.” dedi. “O da seninle aynı yaşlarda ve onunla gurur duyuyorum. Ancak oğlanlara disiplin lazım, delikanlı, disiplin… Eğer Bill’le birlikte denize açılsaydın bir emrini ikinci kez tekrar ettiremezdin. Bill’in hoşuna gitmezdi bu durum. Şu casus dürbünü taşıyan adamın arkadaşım Bill olduğuna şüphe yok. Tanrı onun ihtiyar kalbini kutsasın. Şimdi seninle birlikte salondan içeri gireceğiz ve kapının arkasında bekleyip Bill’e ufak bir sürpriz yapacağız. Bir kez daha Tanrı onun kalbini kutsasın.”
Böylece yabancıyla birlikte salona girdik. Beni de arkasına aldı ve bir köşede beklemeye başladık. Açık kapı ikimizi de saklıyordu. Tahmin edeceğiniz gibi çok huzursuz ve endişeliydim. Yabancının kendisinin de korktuğunu görmek dehşetimi ikiye katlamıştı. Kılıcının kabzasını tuttu ve kınından hafifçe çekti. Beklediğimiz süre boyunca boğazını bir şey tıkıyormuşçasına yutkunmaya devam etti.
Kaptan nihayet içeri girip kapıyı arkasından kapattı. Sağa sola bakmadan kendisini bekleyen kahvaltı sofrasına doğru yürüdü.
Yabancı, cesur ve güçlü olmaya çalıştığını belli eden bir ses tonuyla:
“Bill…” dedi.
Kaptan topuklarının üzerinde arkasını döndü ve bizimle karşı karşıya geldi. Yüzündeki tüm esmerlik gitmişti. O sırada burnu bile morarmıştı. Hayalet, şeytan ya da çok daha kötü bir şey görmüş gibi bir ifade vardı yüzünde. Bir anda bu kadar yaşlı ve hastaymış gibi görünmesi beni üzmüştü.
“Hadi ama Bill, beni tanıyorsun. Eski gemi arkadaşını mutlaka tanırsın.” dedi yabancı.
Kaptan nefes nefese:
“Kara Köpek!” dedi.
“Ya kim olacaktı?” dedi adam. Daha da rahatlamıştı. “Kara Köpek eski sefer arkadaşını görmek için Amiral Benbow Hanı’na geldi. Ah Bill… Şu ikisini kaybettiğimden beri senle görmediğimiz kalmadı.” dedi ve parmakları kesilmiş elini uzattı.
“Bana bak!” dedi Kaptan. “Beni buldun işte. Buradayım. Söyle bakalım, ne oldu?”
“Olan sensin Bill.” diye cevap verdi Kara Köpek. “Tam olarak sensin Billy. Buradaki çocuktan bizim için rom getirmesini isteyeceğim. Romu çok severim. İki eski sefer arkadaşı olarak oturup güzelce konuşacağız seninle.”
Romla birlikte döndüğümde ikisini kahvaltı masasının iki ucunda karşılıklı otururken buldum. Kara Köpek, gözünü eski sefer arkadaşının üzerinden ayırmak istemiyormuşçasına kapı tarafında yanlamasına oturuyordu.
Benden gitmemi ve kapıyı açık bırakmamı isteyip “Sakın kulak kabartma delikanlı!” dedi. Ben de onları orada bırakıp bar kısmına doğru yürüdüm.
Uzunca bir süre ne kadar çabalarsam çabalayayım alçak sesli homurtular dışında hiçbir şey duyamadım. Ancak sonlara doğru sesler yükselmeye başladı ve ben Kaptan’ın söylediği çoğu küfür birkaç kelimeyi duymuş oldum.
“Hayır, hayır, hayır, hayır… İşte o kadar!” diye bağırdı bir keresinde. Sonra, “İş kavga etmeye geldiyse kavganın âlâsını ederiz!” dediğini işittim.
Sonra aniden sesli bir şekilde küfürleşmeler ve başka gürültüler başladı. Sandalyeler ve masaların çarpma sesini metallerin birbirine sürtünme sesi izledi. Sonra acı dolu bir haykırış duydum. Bir saniye sonra Kara Köpek’in var gücüyle kaçtığını ve Kaptan’ın onu kovaladığını gördüm. İkisi de kılıçlarını çekmişlerdi. Kaptan’ın sol omzundan kan sızıyordu. Tam kapıya geldikleri sırada Kaptan, korkunç bir kılıç darbesi indirdi. Eğer ki bu darbe hanın adının yazılı olduğu tabela tarafından engellenmemiş olmasaydı adamı kemiğine kadar delerdi. Bu darbenin izini tabelada bugün bile görebilirsiniz.
Bu darbe savaşın son hamlesiydi. Yola kaçan Kara Köpek, yarasına rağmen hızla topukladı ve bir dakikadan az bir süre içinde yamacın dibinde gözden kayboldu. Kaptan ise afallamışçasına yazı tahtasına bakakaldı. Sonra birkaç kez gözlerini ovaladı ve içeri girdi.
“Jim!” dedi ve “rom” diye ekledi. Konuşurken yalpalıyordu ve nihayet bir eliyle duvara tutunmak zorunda kaldı.
“Yaralandın mı?”
“Rom!” diye tekrar etti. “Buradan gitmek zorundayım. Rom! Rom!”
Rom getirmek için koştum. Ancak tüm bu yaşananlar beni sarsmıştı ve bardaklardan birini kırıp musluğu bozdum. Ben bununla uğraşırken salondan gürültülü bir düşme sesi geldi. Koşarak içeri girdiğimde Kaptan’ın boylu boyunca yerde uzandığını gördüm. Gürültü ve bağırışlardan korkan annem tam o sırada koşa koşa merdivenlerden inmeye başladı bana yardım etmek için. Annemle birlikte Kaptan’ın başını kaldırdık. Yüksek sesle ve güçlükle nefes alıyordu. Ancak gözleri kapalıydı ve yüzünün rengi korkunçtu.
“Aman, aman!” diye bağırdı annem. “Bu evin başına nasıl bir lanet çöktü! Baban da hasta üstelik!”
Bu arada Kaptan’a nasıl yardım edeceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Bu ölümcül yarayı yabancıyla tutuştuğu kavga sırasında aldığından da emindik. Romu getirip boğazından aşağı dökmeye çalıştım. Ancak dişlerini sımsıkı kapatmıştı ve çenesi çelik gibi güçlüydü. Kapı açılıp da Doktor Livesey’in içeri girmesiyle beraber rahat bir nefes aldık. Doktor babamı muayene etmek için gelmişti.
“Doktor Bey!” diye haykırdık. “Ne yapmamız lazım. Neresinden yaralanmış?”
“Yaralanmış mı? İşe yaramazın işi bitmiş!” dedi Doktor. “Senden benden daha yaralı değil. Kendisini uyardığım gibi kriz geçirmiş. Şimdi yukarı, kocanızın yanına çıkın ve mümkünse bu konuda bir şey söylemeyin. Bense bu arkadaşın değersiz yaşamını kurtarmak için elimden geleni yapmakla meşgul olacağım. Jim, sen bana leğen getir.”
Ben leğeni getirdiğimde Doktor, Kaptan’ın giysisinin kol kısmını çoktan yırtmış, yaşlı adamın kaslı kolunu ortaya çıkarmıştı. Kolu dövmelerle doluydu. “şans”, “güzel rüzgâr” ve “Billy Bones’un hayali” gibi kelimeler özenle ve belirgin bir şekilde işlenmişti kollarının dirsekten aşağı kısmına. Omzuna yakın bir yerlerde özenle işlenmiş darağacı ve asılan bir adam dövmesi vardı.
Parmağıyla bu dövmeye dokunan Doktor, “Tam isabet!” dedi. “Şimdi Billy Bones Efendi, tabii ismin buysa, kanının rengine bakma zamanı geldi. Jim.” dedi bana. “Kandan korkar mısın?”
“Hayır, efendim.” dedim ben de.
“İyi o zaman.” dedikten sonra “Sen leğeni tut.” diyerek neşterle bir damarı açtı.
Kaptan’ın gözlerini açıp şaşkın bir şekilde etrafına bakınmasından önce epeyce kan aktı. İlk olarak Doktor’u tanıdı ve kaşlarını çattı. Sonra bakışları benim üzerimde sabitlendi. Rahatlamış gibi görünüyordu. Ancak aniden rengi değişti. Ayağa kalkmaya çalışarak bağırdı: “Kara Köpek nerede?”
“Burada Kara Köpek yok.” dedi Doktor. “Sırtınızdaki şey dışında tabii… Rom içmeye devam ediyordunuz ve tam da dediğim gibi kriz geçirdiniz. Ben de her ne kadar istemesem de sizi mezarınızdan çekip çıkarmış bulundum. Şimdi Bay Bones…”
“Benim adım bu değil!” diyerek araya girdi.
“Çok da umurumdaydı!” diye cevap verdi Doktor. “Bu tanıdığım bir korsanın ismiydi. Kolaylık olsun diye size bu isimle hitap edeceğim. Söylemek istediğim şu: Bir bardak rom öldürmez ama bir tane daha sonra bir tane daha alırsanız ve bu işe bir son vermezseniz öleceğinize adım gibi eminim. Anladınız mı? Ölecek ve ait olduğunuz yere gideceksiniz. İncil’deki adam gibi. Hadi şimdi biraz çabalayın. Yatağa kadar gitmenize yardım edeceğim.”
Doktorla birlikte Kaptan’ı güç bela yukarı çıkarıp yatağına yatırmayı başardık. Başı neredeyse bayılmış gibi yastığın üzerine düştü.
“Şimdi lütfen unutma.” dedi kapıyı kapatır kapatmaz. “Onu bir süre sessiz tutacak kadar kanını aldım. Bir hafta boyunca olduğu yerde kalmalı. Bu onun için de senin için de yapılabilecek en iyi şey. Ama ikinci bir kriz sonunu getirir.”

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KARA LEKE
Öğlen olduğunda serinletici içecekler ve ilaç getirip Kaptan’ın kapısının önünde durdum. Sabahleyin kendisini bıraktığımız gibi uzanıyor olsa da az biraz daha yüksekteydi sanki. Hem zayıf hem de heyecanlı görünüyordu.
“Jim.” dedi bana. “Biliyorsun ki buradaki tek düzgün insan sensin ve ben sana hep çok iyi davrandım. Her ay sana dört peni vermeyi hiç ihmal etmedim. Şimdi de oldukça düşkün bir hâlde olduğumu görüyorsundur dostum. Herkes tarafından terk edildim. Şimdi sen bana bir kap rom getirirsin, değil mi dostum?”
“Ama Doktor…” dediğim anda Kaptan, Doktor’a ettiği küfürle sözümü kesti. Sesi zayıf ama içtendi. “Tüm doktorlar alçaktır.” dedi. “Peki doktor dediğin denizcinin hâlinden ne anlar? Cehennem kadar sıcak yerlerde bulundum. Mürettebatın sarıhummadan sapır sapır öldüğünü gördüm. Kara parçalarının depremde deniz gibi alçalıp yükselişini gördüm. Doktor böyle yerler hakkında ne bilir ki? Ben romla beslenirim. Rom benim için et ve su, eş ve dost gibidir. Eğer şimdi romuma kavuşmazsam kıyıya vurmuş bir gemi enkazı gibi olurum ve felaketimin sorumlusu sen olursun Jim. Bir de doktor olacak o alçak…” dedi ve bir süre daha küfretmeye devam etti. “Parmaklarımın nasıl titrediğine bir bak.” dedi ve yalvarırcasına konuşmaya devam etti. “Baksana sabit tutamıyorum ellerimi. Şu güzel günde bir damla bile içmedim. O doktor bir aptal, inan bana. Eğer bir kadeh rom içmezsem kâbuslar görürüm Jim. Zaten bugün bir sürü korkunç rüya gördüm. İhtiyar Flint’i şu köşede, hemen arkanda gördüm. Sanki canlı gibiydi. Ben zor bir hayat yaşadım ve eğer rom içmezsem kıyameti koparırım. Senin doktor bile dedi bir bardaktan bir şey olmaz diye. Eğer bana bir kadeh rom getirirsen sana bir altın para veririm.”
Gittikçe daha da yüksek sesle konuşmaya başlıyordu. Bu durum o gün çok kötü durumda olan ve sessizliğe ihtiyaç duyan babam için beni endişelendiriyordu. Ayrıca Kaptan, Doktor’un söylediklerini hatırlatmıştı. Rüşvet teklifine alınmıştım.
“Senin paranı istemiyorum.” dedim. “Ama babama olan borcunu ödemeni istiyorum. Sana tek bir bardak getiririm, o kadar.”
Bardağı getirdiğimde açgözlü bir şekilde elimden kapıp içti.
“Hayhay.” dedi. “Bu kesinlikle daha iyi dostum. Peki şimdi bu eski yatakta ne kadar kalacağım? Doktor ne dedi?”
“En az bir hafta.” dedim.
“Lanet olsun!” diye bağırdı. “Bir hafta mı? Bu kadarını yapamam. O zamana kadar kara lekeyi çalarlar bana. Acemi denizciler işimi bitirmek için fellik fellik dolanıyorlardır şimdi. Acemiler kendilerine ait olanı ellerinde tutmayı beceremez, başkalarınınkine göz dikerler hep. Peki bu bir denizciye yakışır mı hiç? Ama ben tutumlu bir adamımdır. Kendi paramı pek harcamadım ya da kaybetmedim. Onları bir kez daha kandıracağım. Onlardan korkmuyorum. Bir kez daha usta bir manevra yapıp hepsinin hakkından geleceğim.”
Konuşmaya devam ederken bir yandan da kendini zorlayarak yataktan kalkmaya çalışıyordu. Omzuma öyle bir bastırmıştı ki neredeyse çığlık atacaktım. Bacaklarını ölü yük misali hareket ettiriyordu. Ses tonundaki zayıflık sözlerinin canlılığıyla çelişiyordu. Yatağın ucuna oturmayı başardığında durdu.
“O doktor benim işimi bitirmiş.” diye söylendi. “Kulaklarım çınlıyor. Beni yatır.”
Ben yardım edemeden eski yerine gerisin geriye düştü. Bir müddet öylece sessiz kaldı.
“Jim.” dedi en sonunda. “O denizciyi gördün mü bugün?”
“Kara Köpek’i mi?” diye sordum.
“Ah! Kara Köpek!” dedi. “O çok fena. Ama şimdi ondan fenası geldi başıma. Eğer bir şekilde kaçmayı başaramazsam kara lekeyi çalarlar bana, bilesin. Benim eski deniz sandığımın peşindeler asıl. Şimdi sen ata binebilirsin, değil mi? O zaman bir at bul ve oraya… Evet, ben gideceğim! O alçak doktorun yanına git ve kendisine mahkeme mi her neyse elinden geleni yapsın. Onların hepsi, ihtiyar Flint’in tayfasından geriye kim kaldıysa hepsi Amiral Benbow Hanı’nda olacak. Ben ikinci kaptandım. İhtiyar Flint’in ikinci kaptanıydım ve orayı bilen tek kişiyim. Benim burada olduğum gibi ölmek üzereyken vermişti bana. Ama onlar üzerime kara lekeyi çalmadan, o Kara Köpek’i ya da tek bacaklı denizciyi görmeden açmayacaksın. Jim hepsinden önemlisi…”
“Peki ama kara leke ne demek Kaptan?”
“Bu bir çağrıdır delikanlı. Eğer kara leke çalınırsa sana söylerim. Ama bu arada gözünü dört açacaksın Jim. Ben de seninle eşit bir şekilde paylaşacağıma şerefim üzerine söz veriyorum.”
Bir süre daha oyalandı. Sesi gittikçe zayıflıyordu. Ama ilacını çocuk gibi içtikten hemen sonra, “Olur da bir denizci ilaca muhtaç kalırsa o denizci herhâlde benimdir.” dedikten sonra bayılmaya benzer ağır bir uykuya daldı. Ben de onu öylece bıraktım. Eğer her şey yolunda gitseydi ne yapardım bilmiyordum. Muhtemelen hikâyenin tamamını Doktor’a anlatmam gerekirdi. Çünkü Kaptan’ın itiraflarından pişman olup beni öldürmesinden delicesine korkuyordum. Ancak o akşam zavallı babam aniden öldü ve diğer her şeyi bir tarafa bıraktık. Yaşadığımız telaş, komşuların ziyareti, cenaze işleri ve hanın sorumluluğu beni o kadar meşgul ediyordu ki korkmak bir yana Kaptan aklımın ucundan geçmiyordu.
Ertesi sabah aşağı indi. Yemeğini her zamankinden az yese de romu biraz daha fazla içti. Bardan kafasına göre içiyor, öfkeyle burnundan soluyor, surat asıyordu. Kimse ona karşı gelmeye cesaret edemiyordu. Cenazeden önceki gece hiç olmadığı kadar sarhoştu ve yas tutulan evde o çirkin deniz şarkısını söylediğini duymak hayretler içinde kalmamıza sebep olmuştu. Ancak her ne kadar zayıf olsa da ondan korkmaktan kendimizi alamıyorduk. Doktor, kilometrelerce uzakta yaşayan bir hastasına bakmaya gitmişti ve babamın ölümünden sonra evimizin yakınlarına gelmemişti. Kaptan’ın zayıf olduğunu söylemiştim. Gücünü tekrar kazanmak yerine günbegün daha da zayıf düşüyordu. Merdivenlerden güçlükle inip çıkıyor, salondan bara mekik dokuyor, bazen burnunu dışarı uzatıp denizi kokluyor, bazen duvardan destek alarak hareket ediyor ve dik bir yamaçtan tırmanıyormuşçasına zor nefes alıyordu. Bana hitaben hiç konuşmadı. Ben de bana verdiği sırları unuttuğunu düşündüm. Ancak hiç olmadığı kadar huysuzdu ve öfkelenmeye meyilliydi. Bedensel rahatsızlığı onu daha da vahşileştirmişti. Sarhoş olduğunda kılıcını çıkarıp masanın önüne yerleştirmek gibi korkunç bir alışkanlık edinmişti. Dahası insanları daha da umursamamaya başlamıştı. Kendi içine kapanmıştı. Düşünceleriyle baş başa kalır gibi bir hâli vardı ve öylesine dolaşıyordu. Bir keresinde, muhtemelen denize açılmadan önce gençliğinde öğrenmiş olduğu farklı türde bir aşk şarkısını söylediğini duymak hepimizi çok şaşırtmıştı.
Günler böyle geçip giderken cenazenin ertesi günü öğleden sonra saat üç civarında kapının önünde duruyordum bir an için. Zihnim babamla ilgili kederli düşüncelerle doluydu. Hava sert, sisli ve ayazlıydı. O sırada ağır adımlarla yol boyunca yürüyen bir adam gördüm. Hana doğru yaklaşan bu adamın kör olduğu anlaşılıyordu. Çünkü bir sopayı uzatarak yürüyordu. Yeşil bir bez parçası gözlerini ve burnunu kaplıyordu. Ya yaşlılıktan ya da güçsüzlükten dolayı kamburu çıkmıştı. Giyindiği başlıklı, eski püskü pelerin sakatmış gibi görünmesine sebep oluyordu. Ondan daha korkunç görünüşe sahip birine daha önce hiç rastlamamıştım. Hana az bir mesafe kala durdu ve sesini yükselterek ritimsiz bir tonla karşısındaki havaya hitaben konuşmaya başladı, “Acaba bu gariban köre ülkenin neresinde ya da hangi bölgesinde olduğunu söyleme lütfunda bulunur musunuz dostum? Ben gözlerimi ana vatanım İngiltere’yi savunurken kaybettim. Tanrı Kral George’u kutsasın!”
“Şu anda Amiral Benbow’da, Black Hill koyundasınız sayın beyefendi.” dedim.
“Bir ses duydum.” dedi. “Genç bir ses. Acaba bana elini uzatır ve içeri alır mısınız sevgili genç dostum?”
Korkunç görünümlü, yumuşak sesli, gözsüz yaratık elimi uzattığım anda mengene gibi sıkmaya başladı. Afallamıştım ve kurtulmaya çalışıyordum. Ancak kör adam, kolunun tek bir hareketiyle beni kendine çekti.
“Şimdi!” dedi. “Beni Kaptan’a götür delikanlı.”
“Beyefendi.” dedim. “Size yemin ederim ki buna cesaret edemem.”
“Yok öyle yağma.” diye burun kıvırdı. “Eğer beni derhâl Kaptan’a götürmezsen kolunu kırarım.”
Bu arada konuşurken kolumu öyle bir büktü ki çığlık attım.
“Beyefendi.” dedim. “Sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Kaptan eskiden olduğu gibi değil. Kılıcını önüne çekmiş vaziyette oturuyor. Bir keresinde başka bir beyefendi…”
“Hadi bakalım, marş marş!” diye sözümü kesti. Ben daha önce hiç bu kadar acımasız, soğuk ve çirkin bir ses duymamıştım. Kör adamın ses tonu beni kolumun acısından daha çok sindirmişti ve ona derhâl itaat etmek zorunda kaldım. Doğruca kapıdan içeri girip salonun yolunu tuttum. İhtiyar ve hasta korsan burada, romdan kafayı bulmuş hâlde oturuyordu. Kör adam iyice üzerime asılmıştı. Kolumu demir yumrukla tutuyordu ve ağırlığını üzerime taşıyamayacağım kadar veriyordu. “Derhâl ona götür beni ve gördüğü anda, ‘Burada bir arkadaşın var Bill.’ de. Eğer dediğimi yapmazsan sana bunu yaparım.” dedi ve kolumu bir kez daha büktü. Canım o kadar yanmıştı ki neredeyse bayılacağımı hissettim. Kör dilenciden çok korkmuştum ve bu korku Kaptan’a duyduğum dehşeti unutmama sebep oldu. Salon kapısını açarken tembihlediği sözleri titrek bir sesle haykırdım.
Zavallı Kaptan kafasını kaldırdığında gördüğü görüntü romun etkisini yok etmiş, ayılmasını sağlamıştı. Yüzünde, dehşetten çok ölümcül bir hastalığa yakalanmış birinin ifadesi vardı. Ayağa kalkmaya davransa da bunu yapabilecek kadar gücü olduğunu zannetmiyordum.
“Otur oturduğun yerde Bill!” dedi dilenci. “Gözlerim görmüyor olabilir. Ama ben parmaklarının hareketini bile duyarım. İş iştir. Sol elini uzat. Delikanlı, sol elini bileğinden tut ve benim sağ elime yaklaştır.”
Ona harfi harfine itaat ettik. Sopasını tuttuğu elinden Kaptan’ın avucunun içine bir şey bıraktığını gördüm. El derhâl kapandı.
“İşte bu kadar.” diyen kör adam beni derhâl serbest bıraktıktan sonra şaşırtıcı bir keskinlik ve çeviklikle salondan geçip yola çıktı. Bense kıpırdamadan öylece duruyordum. Sopasıyla yere vurarak uzaklaştığını duyabiliyordum.
Kaptan’la birlikte kendimize gelmemiz zaman aldı. Nihayet Kaptan’ın bileğini bıraktım. O ana kadar tutmaya devam ediyordum. Kaptan elini çekti ve keskin bakışlarla avucunun içine baktı.
“Saat onda!” dedi. “Altı saat sonra. Hâlâ onların hakkından gelebiliriz.” dedikten sonra ayağa fırladı.
Ancak ayağa kalkar kalkmaz sendelemeye başladı. Elini boğazına götürdü ve bir süre sallanır vaziyette kaldı. Sonra tuhaf bir ses çıkararak yüzüstü yere yığıldı.
Derhâl yanına koştum, sonra annemi çağırdım. Ancak tüm bu telaş boşunaydı. Kaptan ani bir inme sonucu hayatını kaybetmişti. Son zamanlarda kendisine acımaya başlasam da aslında ondan hiç hoşlanmıyordum. Yine de öldüğünü anlar anlamaz tuhaf bir şey oldu ve gözyaşlarına boğuldum. Bu şahit olduğum ikinci ölümdü ve birincinin acısı henüz çok tazeydi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DENİZCİ SANDIĞI
Anneme bildiğim her şeyi anlatmakta gecikmedim. Belki de ona daha önce anlatmalıydım. Bir anda kendimizi zor ve tehlikeli bir durumun içinde bulmuştuk. Ölen adamın parasının -tabii parası vardıysa- bir kısmının bizim hakkımız olduğuna şüphe yoktu. Ancak Kaptan’ın sefer arkadaşlarının özellikle de gördüğüm iki tanesinin, yani Kara Köpek ve kör dilencinin ölü adamın borçlarını ödemek için ganimetlerinden vazgeçmeye hiç niyeti yok gibi görünüyordu. Kaptan’ın derhâl ata atlayıp Doktor Livesey’e gitmem şeklindeki emri annemi yalnız ve savunmasız bırakırdı. Dolayısıyla bunu düşünemezdim bile. Aslına bakarsanız ikimizin de evde kalması zorlaşmaya başlamıştı. Ocak ızgarasındaki kömürlerin yanarken çıkardığı sesten ya da saatin tıkırtılarından ürkmeye başlamıştık. Yaklaşmaya başlayan ayak seslerini duyar gibi oluyorduk. Bir tarafta Kaptan’ın cesedinin salonda boylu boyunca uzanıyor olması diğer taraftan korkunç kör dilencinin civarlarda her an dönmek üzere beklediği düşüncesi deyim yerindeyse ölüp ölüp dirilmeme sebep oluyordu. Derhâl bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Böylece en yakın köye gidip yardım isteme kararı aldık. Bir an önce harekete geçmeliydik. Üstümüze başımıza doğru düzgün bir şey almadan, hava kararırken evden çıktık ve kendimizi ayazlı sisin içine attık.
Köy her ne kadar görüş alanımızda olmasa da mesafe olarak çok da uzakta değildi. Bir sonraki koyun karşı tarafındaydı. Beni asıl cesaretlendiren gittiğimiz yerin, kör adamın gittiği yönün tersi istikametinde olmasıydı. Bu da adam dönecek olsa bile ondan uzakta olacağımız anlamına geliyordu. Yola çıkalı birkaç dakika olmamıştı. Bazen durup etraftaki seslere kulak veriyorduk. Ancak sıra dışı bir sese tesadüf etmedik. Dalgaların hafif sesleri ve korudan gelen çıtırtılar dışında hiçbir ses yoktu.
Köye ulaştığımızda hava kararmıştı ve ben pencerelerden gelen mum ışığını gördüğümde ne kadar sevindiğimi asla unutamam. Ancak anladık ki bu bölgede göreceğimiz tek yardım sadece bundan ibaret olacaktı. Çünkü kimse bizimle Amiral Benbow Hanı’na gelmek istemiyordu. (Erkeklerin utanması gerektiğini düşünüyorsanız haklısınız!) Başımıza gelenlerden ne kadar çok bahsettiysek erkekler, kadınlar ve çocuklar evlerinin korumasına o kadar çok sığındılar. “Kaptan Flint” isminin buralarda çok iyi tanınıp dehşet uyandırdığını öğrenmek bana tuhaf gelmişti. Ayrıca, Amiral Benbow Hanı’nın yakınlarında çalışan bazı adamlar, kaçakçıya benzettikleri birkaç kişiyi yolda gördükten sonra oradan hızlıca uzaklaştıklarını söylediler. İçlerinden biri Kitt’in Çukuru dediğimiz yerde iki yelkenli bir tekne gördüğünden bahsetti. Bu yüzden Kaptan’ın dostu olan herkes onları ölümüne korkutuyordu. Uzun lafın kısası, bizi başka bir bölgede yaşayan Doktor Livesey’in evine götürmeyi teklif eden birkaç kişi çıksa da hanı savunmamıza yardımcı olmak isteyen kimse yoktu.
Korkaklığın bulaşıcı olduğunu söylerler. Ancak herkes söyleyeceğini söyledikten sonra cesaretlendirme konusunda yetenekli olan annem onlara ufak bir söylev çekti. Babasız bir çocuğa ait parayı kaybetmeyi kabul etmeyeceğini söyledi. “Hiçbiriniz gelmeye cesaret edemeseniz bile Jim ve ben cesur davranacağız. Geldiğimiz gibi döneceğiz. Sizin gibi işe yaramaz, korkak adamlara da pek teşekkürümüz yok. Ölmemiz gerekse bile açacağız o sandığı. Ayrıca hak ettiğimiz parayı verdiğiniz için size teşekkür ederim Bayan Crossley.”
Tabii ki annemle gideceğimizi söyledim. Onlar da bu gözü karalığımıza tepki gösterdiler. Ama hiçbiri bizimle gelmek istemedi. Tek yardımları kendimizi saldırı hâlinde koruyabilmemiz için elime tutuşturdukları dolu silah ve geri dönüş yolunda takip edilme ihtimalimize karşı atları hazır tutma teklifi oldu. Bu arada gençlerden biri silahlı yardım desteği bulmak için Doktor’un evine gidecekti.
O soğuk gecede annemle birlikte böylesine tehlikeli bir girişim için yola koyulduğumuzda kalbim küt küt atıyordu. Dolunay yükselmeye başlamıştı ve sisin üst sınırlarından kızıl bir ışık saçıyordu. Bu da hızımızı arttırmamızı sağladı çünkü yürüdüğümüz yol düzdü ve tekrar yola koyulduğumuzda ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Bu arada yola çıktığımızı görmek bizi izleyen biri için çok kolaydı. Yol kenarında sessizce ve çabucak ilerledik. Ayrıca korkumuzu arttıracak herhangi bir şey görmedik ya da duymadık. Ta ki içeri girip hanın kapısını kapatıncaya dek.
Sürgüyü derhâl çektim. Bir süre boyunca kalbimiz küt küt atar vaziyette karanlıkta bekledik. Ölü Kaptan’ın bedeniyle beraber yapayalnızdık. Sonra annem bardan aldığı mumu yaktı ve el ele tutuşarak salondan içeri girdik. Kaptan bıraktığımız gibi sırtüstü yatıyordu. Gözlerinden biri açıktı ve bir kolunu uzatmıştı.
“Perdeyi çek Jim.” diye fısıldadı annem. “Dışarıdan bizi izliyor olabilirler.” Perdeyi çektikten sonra annem, “Şimdi anahtarı almamız lazım. Gelsinler de görsünler bakalım!” Bu sözleri söylerken sesi ağlamaklıydı.
Derhâl dizlerimin üzerine çöktüm. Yerde, elinin yakınlarında buruşturulmuş bir kâğıt parçası vardı. Kâğıdın bir yüzü siyahtı ve bunun “kara leke” olduğuna hiç şüphem yoktu. Kâğıdın diğer tarafına düzgün ve belirgin el yazısıyla, “Bu gece ona kadar vaktin var.” yazılmıştı.
“Ona kadar vakti varmış anne.” dedim ve ben bunu der demez saatimiz vurmaya başladı. Bu ani ses ikimizin de irkilmesine sebep olmuştu ancak haberler iyiydi çünkü saat daha yeni altı olmuştu. Annem:
“Anahtarı al Jim.” dedi.
Ceplerini yokladım. Birkaç madeni para, bir radansa[1 - Yelkenlere açılan deliklere ve halat ilmiklerine geçirilen metal halka. (ç.n.)], biraz ip, büyük iğneler, bir ucu ısırılmış çiğneme tütünü, kırık saplı çakı, cep pusulası ve çıra kutusu vardı. Umudumu yitirmeye başlamıştım.
“Belki de boynuna asılıdır.” dedim anneme.
Kuvvetli bir tiksinti duygusuyla mücadele ederek giysisini boyun kısmından yırttım. Boynunda siyah renkli bir ip asılıydı ve bu ipi kendi çakımla kestim. Bu zafer üzerine umutla dolduk ve hiç vakit kaybetmeden Kaptan’ın uzun süre kaldığı odasına çıktık. Sandığı geldiği ilk günden beri bu odada duruyordu.
Dışarıdan bakıldığında herhangi bir denizcinin sandığına benziyordu. Üst kısmına kızgın demirle “B” harfi işlenmişti. Uzun süre boyunca hoyrat bir şekilde kullanıldığı için olsa gerek köşeleri ezilmiş ya da kırılmıştı.
“Anahtarı bana ver.” diyen annem çok sıkı kilidi göz açıp kapayıncaya kadar açmış, sandığın kapağını kaldırmıştı.
Sandığın içinden ağır tütün ve karagül kokusu yükseliyordu. Ancak üst kısmında özenle fırçalanıp katlanmış kaliteli bir takım elbise dışında hiçbir şey görünmüyordu. Annemin söylediğine göre bu kıyafetler daha önce hiç giyilmemişlerdi. Kıyafetin altında ise muhtelif eşyalar vardı. Denizci kadranı, teneke bardak, birkaç tütün çubuğu, bir çift güzel tabanca, bir külçe gümüş, eski bir İspanyol saati ve çoğu yabancı üretimi az değerli birkaç parça mücevher, bir çift pirinç kaplama pusula ve Hint Okyanusu’nun batı taraflarına ait beş altı tane tuhaf deniz kabuğu vardı. Gezgin, yalnız ve ürkek bir yaşam süren Kaptan’ın bu kabukları neden yanında taşıdığını o günden beri merak ederim.
Bu arada gümüş ve ufak tefek mücevherler dışında değerli hiçbir şey bulamadık. Bulduklarımız da işimize yaramazdı. Bunların altında deniz tuzundan beyazlaşmış eski bir tekne pelerini vardı. Annem bu şeyi sabırsızlıkla çekince sandıkta kalan son şeyleri görebildik. Geri kalanlar, bohça yapılmış bir muşamba, kâğıtlar ve sallandığında metal sesi çıkardığından içinde altın olduğunu düşündüğümüz keten bir keseden ibaretti.
“Ben o haydutlara dürüst bir kadın olduğumu göstereceğim.” dedi annem. “Hakkım olandan bir kuruş fazlasını almayacağım. Bayan Crossley’nin kesesini tut.”
Sonra annem Kaptan’ın kesesinden elimde tuttuğum kesenin içine doğru paraları saymaya başladı.
Bu uzun ve zorlu bir işti. Çünkü madeni paralar farklı miktarlardaydı ve farklı ülkelere aitti. İspanyol dublon altınları, Fransız Lui altınları, İngiliz Gine altınları, İspanyol dolarları ve bilmediğim diğerleri aynı kesedeydi. Gine altınları içlerinde en az olanıydı ve annem sadece onunla hesap yapabiliyordu.
Hesaplama işini yarıladığımız sırada aniden elimi annemin koluna koydum. Çünkü ayazlı havanın sessizliğinde dışarıdan gelen bir ses yüreğimi ağzıma getirmişti. Bu, kör adamın sopasının buz tutmuş yola vururken çıkardığı sesti. Ses yaklaştığında annemle nefesimizi tuttuk. Daha sonra sopa sertçe hanın kapısına vurdu. Rezil yaratığın kapı kolunu çevirdiğini ve sürgüyü çektiğini duyabiliyorduk. Hem içeride hem de dışarıda uzun süre çıt çıkmadı. Sonra sopa sesi yeniden başladı ve biz tarifi imkânsız bir sevinç ve minnet duyduk. Çünkü sesler yavaş yavaş azalarak yok oldu.
“Anne.” dedim ben. “Paranın hepsini al da gidelim.” Sürgülü kapının şüphe uyandıracağından emindim ve bu arı kovanına çomak sokacak türde bir durumdu. Gerçi yine de kapıyı sürgülediğime sevinmiştim. O korkunç kör adamın neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyordum.
Ne var ki annem, her ne kadar iliklerine kadar ürpermiş olsa da hak ettiğinden bir kuruş fazlasını almaya razı gelmiyor, daha azını almayı ise kabul etmiyordu. Saatin henüz yedi bile olmadığını, borcun ne kadar olduğunu bildiğini ve hakkını mutlaka alacağını söyledi. Kayalık tarafından alçak bir borazan sesi geldiği sırada hâlâ benimle tartışmaya devam ediyordu. Duyduğumuz ses ikimize de yetmişti.
“Saydıklarımı alacağım.” deyip ayağa fırladı.
“Ben de hesabı tamamlamak için bunu alacağım.” dedim ve muşamba paketi aldım.
Sonra el yordamıyla çabucak aşağı indik. Mumu açık sandığın yanında bıraktık ve kapıyı açıp gerisin geriye uzaklaştık. Kaybedecek zamanımız yoktu. Sis hızlıca kayboluyordu ve ay ortalığı iyice aydınlatıyordu. Kaçışımızın ilk adımları yamacın alt kısmı ve henüz kaybolmamış ince sis tabakası tarafından gizleniyordu. Köy yolunu yarılamaya yaklaştığımızda, yamacın dibinin az biraz ötesinde ayın aydınlattığı yolda ilerlemek zorunda kalacaktık. Dahası koşar adım yürüyen ayak seslerini de duymaya başlamıştık. Seslerin geldiği yöne baktığımızda ileri geri salınan bir ışığın hızla yaklaştığını gördük ve yeni gelenlerin ellerinde bir fener olduğunu anladık.
“Canım.” dedi annem aniden. “Parayı al ve kaç. Ben bayılacağım.”
Sonumuz geldi diye düşündüm. Komşularımızın korkaklığına lanetler okuyordum. Zavallı annemi hem dürüstlüğü hem de aç gözlülüğü için suçluyordum. Geçmişteki gözü karalığına ve o anki zayıflığına kızıyordum. Şansımıza küçük köprüye henüz varmıştık ve sendeleyen annemin nehrin kıyısına kadar yürümesine yardımcı oldum. Tam o sırada annem derin bir iç çekip omzuma düştü. Bunu yapacak gücü nereden buldum bilemiyorum. Ancak annemi ite kaka kıyıya ve köprü kemerinin hemen altına götürmeyi başardım. Annemi daha fazla götüremiyordum. Çünkü köprü çok alçaktaydı ve sadece tek başıma emekleyerek ilerleyebilirdim. Orada kalmak zorundaydık. Annem açıktaydı ve ikimiz de handan duyulabilecek mesafedeydik.

BEŞİNCİ BÖLÜM
KÖR ADAMIN ÖLÜMÜ
Merakım korkuma ağır basıyordu. Orada öylece kalamazdım. Sürünerek kıyıya vardım ve başımı çalıların arkasına gizledim. Bulunduğum noktadan kapımıza çıkan yolu görebiliyordum. Ben gözetlemeye henüz başlamıştım ki düşmanlarım gelmeye başladılar. Yedi sekiz kişi var güçleriyle koşuyorlardı. Fener taşıyan adam birkaç metre önden ilerliyordu. Üç adam el ele birlikte koşuyordu ve bu üç adamdan ortada olanının kör dilenci olduğunu sise rağmen görmeyi başarmıştım. Kısa süre sonra duyduğum ses bu tespitimde haklı olduğumu gösterdi.
“Kapıyı kırın!” diye bağırdı.
“Hayhay efendim!” diye cevap verdi adamlardan birkaçı ve Amiral Benbow’a hücum ettiler. El fenerini taşıyan adam arkalarından geliyordu ve ben adamların durduğunu görebiliyordum. Fısıltılarla konuşmaya başladılar. Kapının açık olmasına şaşırmış gibiydiler. Ama bu duraksama kısa sürdü. Çünkü kör adam tekrar emirler yağdırmaya başladı. Sesi yükselmeye başladı. Sanki öfke ve hevesten alev alev yanıyor gibiydi.
“İçeri, içeri, içeri!” diye bağırdı ve geciktikleri için adamlara bağırdı.
Adamlardan dört beş tanesi bu emre derhâl itaat etti. İki tanesi ise korkunç dilenciyle birlikte dışarıda kaldı. Bir anlık bir duraksama sonrasında hayretle haykırdılar. Sonra evin içinden bağırma sesi geldi. “Bill ölmüş!”
Ancak kör adam geciktikleri için bir kez daha küfretti adamlara.
“Birkaç beceriksiz üzerini arasın, geri kalanlar yukarı çıkın ve sandığı alın.” diye bağırdı kör adam.
Eski merdivenlerimize sertçe vuran ayak seslerini duyabiliyordum. Evimiz muhtemelen sarsılıyor olmalıydı. Kısa süre sonra bir kez daha hayret dolu haykırışlar duydum. Kaptan’ın odasının penceresi sertçe açıldı ve kırılan camların sesleri arasında bir adam omuzlarından aşağı eğilip kör dilenciye seslendi. Ay ışığı adamı belirgin bir şekilde görmemi sağlıyordu.
“Pew!” diye bağırdı adam kör dilenciye. Galiba adı buydu. “Bizden önce davranmışlar. Biri sandığı açıp kaçmış.”
“Orada mı?” diye kükredi Pew.
“Para burada.”
“Kör adam paraya da küfretti.”
“Flint’in yumruğundan bahsediyorum.” diye bağırdı Pew.
“Burada göremedik.” diye cevap verdi yukarıdaki adam.
“Hey, aşağıdaki! Bill’in üzerinde mi bak!” diye bağırdı kör adam bir kez daha.
Bunun üzerine başka bir adam, muhtemelen Kaptan’ın cesedini aramak için aşağıda kalan kişi dışarı çıktı. “Bill’in işi çoktan bitmiş.” dedi. “Geriye bir şey kalmamış.”
“Bu hanın sahiplerinin işi. O çocuk yok mu! Keşke gözlerini oysaymışım.” diye bağırdı kör adam Pew. “Daha az önce kapı sürgülüydü, açamadım. Etrafa dağılıp onları bulun.”
“Burada mumu yanar vaziyette bırakmışlar.” dedi penceredeki adam.
“Dağılın ve onları bulun! Evin altını üstüne getirin!” diye tekrar etti Pew sopasıyla yere vurarak.
Sonra evi darmaduman ettiler. Ayaklarıyla sertçe yere vurarak hareket ediyor, mobilyaları etrafa çarpıyor, kapıları tekmeliyor, büyük bir gürültü çıkarıyorlardı. Sonra adamlar tek tek dışarı çıkıp bizi hiçbir yerde bulamadıklarını söylediler. Daha sonra Kaptan’ın parasını sayarken annemle duyduğumuz o korkunç borazan sesini gecenin sakinliğinde bir kez daha net bir şekilde duydum. Ancak bu kez iki kez çalındı. Ben bunun kör adamın borazanı olduğunu sanıyordum. Tayfasını saldırı işareti olarak kullandığını düşünmüştüm ilk duyduğumda. Ancak o sırada anladım ki bu, yamaçtan köye doğru yapılan bir uyarı sesiydi. Korsanları yaklaşmakta olan bir tehlikeye karşı ikaz ediyordu.
“Dirk bizi uyarıyor.” dedi içlerinden biri. “İki kez çaldı! Derhâl topuklamamız lazım beyler.”
“Topukla sen geri zekâlı!” diye bağırdı Pew. “Dirk salağın teki. Aynı zamanda korkak. Ona aldırmayın siz. Yakındadırlar. Fazla uzaklaşmış olamazlar. Bu işi halledin. Etrafa dağılıp onları bulun itler! Ah ah!..” diye bağırdı. “Keşke gözlerim olsaydı!”
Bu yakarış adamları etkilemiş olacak içlerinden ikisi kerestelerin arasına bakınmaya başladı. Ama ben adamların bu konuda çok isteksiz olduklarını, bir taraftan da tehlikeye karşı kendilerini kolladıklarını düşünüyorum. Bu arada diğerleri endişeli bir bekleyiş hâlindeydi.
“Bugüne kadar yapmadığınız kalmadı ama şimdi tereddüt ediyorsunuz! Eğer onu bulursanız krallar kadar zengin olursunuz. Orada olduğunu bildiğiniz hâlde öylece durup kaytarıyorsunuz. Hiçbiriniz Bill’le yüzleşecek kadar yürekli değildiniz. Ama ben yaptım bunu. Kör bir adam yaptı! Sizinle şansımı kaybediyorum! Faytonla gezip keyif çatabilecekken zavallı, sürüngen bir dilenci olacak, bir yudum rom için dil dökeceğim insanlara! Eğer sizde bir gıdım cesaret olsaydı onları yakalamak için hâlâ uğraşırdınız.”
“Sık dişini biraz Pew, dublonları aldık!” dedi adamlardan biri homurtuya benzeyen bir sesle.
“O şeyi saklamış olabilirler.” dedi bir başkası. “Paraları al da ciyak ciyak bağırmayı bırak.”
“Ciyak ciyak bağırma” doğru ifadeydi. Adamların itirazları Pew’ün öfkesini o kadar şiddetlendirmişti ki o kör hâliyle sopasını sağa sola savurmaya, önüne gelene vurmaya başlamıştı. Sopasıyla birkaç sert darbe indirdi.
Bunun üzerine adamlar da gaddar köre küfür etmeye başladılar. Çok korkunç tehditler savuruyorlardı. Adamın elinden sopasını almaya çalışmaları sonuç vermedi.
Kendi aralarındaki bu kavga bizim kurtarıcımız oldu. Adamlar didişmeye devam ederken yamacın tepesinin, köy tarafındaki kısmından bir ses daha geldi. Dörtnala koşturan atların sesiydi bu. Hemen hemen aynı anda bir tabanca sesi, diğer taraftan duyuldu. Bunun bir tehlike uyarısı olduğu belliydi. Çünkü korsanlar derhâl kaçışmaya ve dört bir tarafa koşmaya başladılar. Her biri ayrı yöne doğru koşuyordu. Böylece yarım dakika gibi bir süre içinde Pew dışında kimse kalmadı. Belki korkudan belki de söylediği kötü sözlerden ve vurmalarından dolayı onu terk etmişlerdi orasını bilemiyorum. Ama kör adam geride kalmıştı ve sopasıyla çılgın gibi vurarak ilerliyor, el yordamıyla yönünü bulmaya çalışıyordu. Bir yandan da arkadaşlarını çağırıyordu. Sonunda yanlış bir yöne sapıp birkaç adım yanımdan geçerek köye doğru yürümeye başladı. Bir yandan da “Johnny, Kara Köpek, Dirk!” diye bağırarak adamları çağırıyordu. “İhtiyar Pew’ü geride bırakmak olmaz dostlarım. İhtiyar Pew’e bu yapılmaz!”
Kısa süre sonra atların gürültüsü yükselmeye başladı. Dört beş kadar atlının yamaçtan aşağı dörtnala ilerlediğini ay ışığında net bir şekilde görebiliyordum.
Bunun üzerine Pew hatasını anladı. Çığlık atarak döndü ve doğruca yol kenarına doğru koşup yere düştü. Ancak hemen kendini toparlayıp ayağa kalktı ve ikinci bir hamle yaptı. Telaşından ne yapacağını şaşırmış hâldeydi ve yaklaşan atlardan birinin altında kalıverdi.
At sürücüsü her ne kadar onu kurtarmaya çalışsa da işe yaramamıştı. Pew, sessiz gecede çınlayan tiz bir çığlıkla düşmüş, atın altında ezilmiş, reddedilmiş ve terk edilmişti. Önce yanlamasına düştükten sonra yüzüstü yere serildi ve bir daha hareket etmedi.
Derhâl ayağa fırlayıp atlıları tebrik ettim. Kazanın dehşeti onların da durmasına sebep olmuştu. Kısa süre sonra kim olduklarını gördüm. En arkadaki Doktor Livesey’i çağırmak için köyden giden delikanlıydı, geri kalanları ise delikanlının yolda karşılaştığı vergi memurlarıydı. Onlarla birlikte gelmeyi akledebilmişti. Söylenenlere göre Müfettiş Dance, Kitt Çukuru’ndaki yelkenli tekneyi duymuş ve bizim bulunduğumuz yöne doğru yola koyulmuştu. Annemle beraber ölümden kurtuluşumuzu işte bu olaya borçluyuz.
Pew çoktan ölmüştü. Annemi de köye kadar taşımıştık. Biraz soğuk su ve tuz ayılmasını sağladı. Yaşadığı korku ona ağır gelse de parasının tamamını alamadığı için üzülmeye devam ediyordu. Bu arada müfettiş mümkün olduğunca hızlı bir şekilde Kitt’in Çukuru’nun yolunu tuttu. Ama adamları atlarından inip dikkatli bir şekilde ilerlemek zorunda kalmışlardı. Pusuya kurban gitme korkuları zaman zaman atlarına dayanarak yürümelerine sebep oluyordu. Bu sebepten Kitt Çukuru’na vardıklarında iki yelkenli teknenin kısa süre önce yola koyulmuş olduğunu görmek kimseyi çok şaşırtmadı. Tekneye doğru seslendiklerinde, bir ses ay ışığında ortada durmamalarını aksi hâlde kurşun yemelerinin kaçınılmaz olduğunu söyledi. Bu arada bir kurşun hemen yanından geçti. Kısa süre sonra yelkenli gözden kayboldu ve Bay Dance orada durup “sudan çıkmış balık gibi” dedi. Tek yapabildiği adamlardan birini filika çağırmak üzere yollamak oldu. “Bu da hiçbir işe yaramaz tabii ki. Kurtulmayı başardılar ve bitti. Ama yine de…” diyerek şu sözleri ekledi. “Bay Pew’ü atımla çiğnediğime sevindim.” dedi. Çünkü o sırada ona hikâyemi çoktan anlatmıştım.
Onunla birlikte Amiral Benbow’a döndüm. Evin nasıl bir harabeye döndüğünü anlatamam. Annemi ve beni deli gibi ararlarken saati bile paramparça etmişlerdi. Ancak Kaptan’ın para kesesi ve gümüş külçe dışında hiçbir şey almamışlardı. İşte o anda mahvolduğumuzu anladım. Bay Dance bu duruma bir anlam veremiyordu.
“Parayı aldıklarını söyledin. O zaman neyin peşindeler peki? Daha fazla paranın mı?”
“Hayır efendim. Paranın peşinde değiller galiba.” diye cevap verdim. “Aslına bakarsanız istedikleri şeyi cebimde taşıyor olabilirim. Bu şeyi güvenli bir yerde tutmak istiyorum.”
“Kesinlikle öyle yapmak lazım, haklısın delikanlı.” dedi. “İstersen ben alabilirim.”
“Ben Doktor Livesey’e…” diye söze girdim.
“Çok iyi yaparsın.” diyerek sözümü kesti. “Bir beyefendi ve bir sulh yargıcı çok iyi olur. Şimdi düşündüm de oraya bizzat gidip Doktor’a haber vermem iyi olur galiba. Pew Efendi öldü. Öldüğüne de üzülmüyorum ama insanlar bunu maaşlı bir devlet memurunun aleyhine kullanabilirler. Şimdi eğer istersen seni de yanımda götürebilirim Hawkins.”
Bu teklif için içtenlikle teşekkür ettim ve atların olduğu köye yürüdük. Anneme nereye gittiğimizi söylediğimde hepsi çoktan ata binmişti.
“Dogger.” dedi Bay Dance. “Senin atın iyi. Bu delikanlıyı arkana al.”
Ata biner binmez Dogger’ın kemerini tuttum ve müfettişin emriyle, Doktor Livesey’in evine doğru hızlıca ilerlemeye başladık.

ALTINCI BÖLÜM
KAPTAN’IN KÂĞITLARI
Doktor Livesey’in evinin kapısına varıncaya kadar hız kesmeden ilerledik. Evin ön kısmı tamamen karanlıktı.
Bay Dance atlayıp kapıyı çalmamı istedi ve Dogger inmeme yardımcı oldu. Kapıyı çalmamla hizmetçinin açması bir oldu neredeyse.
“Doktor Livesey evde mi?” diye sordum.
“Hayır.” cevabını verdi. Öğleden sonra eve uğramış ama sonra Squire’ın[2 - Kırsal bir alanda büyük miktarda toprak sahibi olan yüksek mevkideki kişi. Toprak ağası. (ç.n.)] yanına yemek yemek ve akşamı geçirmek için gitmiş.
“O zaman oraya gidiyoruz beyler.” dedi Bay Dance.
Mesafe kısa olduğundan ata binmek yerine Squire’ın mülküne varıncaya kadar üzengi kayışına tutunarak koştum. Ay ışığının aydınlattığı giriş yoluna dek bu şekilde ilerledim. Yolun iki tarafında uzanan beyaz binalar kocaman eski bahçelere bakıyordu.
Hizmetçi bizi bir ucu büyük bir kütüphaneye çıkan kumaşla kaplanmış bir koridordan yönlendirdi. Kütüphane duvarları âdeta kitaplıklarla kaplanmıştı ve bunların üzerinde büstler vardı. Squire ve Dr. Livesey işte burada, ellerinde pipolarıyla şöminenin iki tarafında oturuyorlardı.
Squire’ı daha önce hiç bu kadar yakından görmemiştim. Uzun boylu, geniş omuzlu bir adamdı ve kaba bir yüzü vardı. Uzun seyahatleri yüzünü yormuş, kırmızılıklara ve çizgilere sebep olmuştu. Hareketli siyah kaşları vardı. Bu da onu biraz sinirli gibi gösterse de kötü biri olduğunu düşündürmüyor, aceleci olabileceği izlenimi bırakıyordu.
“Buyurun Bay Dance.” dedi. Oldukça ağırbaşlı ve küçümser bir tavırla.
“İyi akşamlar Dance.” dedi Doktor başıyla selam vererek. “Arkadaşınız Jim’e de iyi akşamlar. Sizi buraya getiren nedir?”
Müfettiş dimdik ve kaskatı bir şekilde durarak hikâyeyi ders anlatırcasına özetledi. İki beyefendi öne doğru eğilip birbirlerine baktılar. Hayretleri ve merakları pipolarını içmeyi unutturmuştu. Annemin hana geri döndüğünü duyunca Doktor Livesey belli belirsiz bir şekilde kalçasına vurdu ve “Bravo!” dedi. Hikâye daha tamamlanmamışken Bay Trelawney (Squire’ın adı buydu) yerinden kalkıp odanın içinde yürümeye başladı. Doktor’sa daha iyi duymak istercesine peruğunu çıkarmıştı. Kısa kesilmiş saçlarıyla oldukça tuhaf görünüyordu.
Bay Dance nihayet hikâyeyi bitirdi.
“Bay Dance.” dedi Squire. “Siz çok soylu birisiniz. O gaddar adamın üzerinden böcek ezer gibi geçmeniz çok erdemli bir davranıştı. Bu Hawkins denilen delikanlı iyi birine benziyor. Hawkins, zili çalar mısın? Bay Dance’in bira içmesi lazım.”
“Peki ya peşinde oldukları şey sende mi Jim?” diye sordu Doktor.
“Burada efendim.” dedim ve muşambaya sarılmış paketi uzattım.
Doktor paketi özenle inceledi. Sanki açmak için can atıyor gibiydi ama vazgeçti ve derhâl ceketinin cebine koydu.
“Bay Trelawney.” dedi. “Dance birasını içtikten sonra halkına hizmet etmeye dönmeli tabii ki. Ama ben Jim Hawkins’in evimde uyumasını istiyorum. İzin verirseniz soğuk turtayı ona ikram edelim de akşam yemeği yesin.”
“Nasıl istersen Livesey. Ama Hawkins soğuk turtadan fazlasını hak etti.”
Böylece koca turtayı getirip sehpaya koydular. Ben de kurt gibi aç olduğumdan iştahla yedim. Bu arada Bay Dance’e biraz daha iltifatlar yağdırdıktan sonra onu yolladılar.
“Şimdi Bay Trelawney.” dedi Doktor.
“Şimdi Livesey.” dedi bey tek nefeste.
“Her şeyin sırası var, her şeyin sırası…” diye güldü Doktor Livesey. “Flint denilen adamı duymuşsundur, değil mi?”
“Duymak da ne demek!” diye haykırdı bey. “O birlikte denize açıldığım en kana susamış korsandı. Blackbeard[3 - Ünlü bir İngiliz korsan. (ç.n.)] onun yanında çocuk gibi kalır. İspanyollar ondan ölümüne korkarlardı. Bazı zamanlarda İngiliz olduğu için gurur duyduğum bile olurdu ne yalan söyleyeyim. Onun Trinidad seferine şahit oldum ve o herif Port of Spain’den geri döndü.”
“Ben de kendisinin hakkında bir şeyler duydum.” dedi Doktor. “Ama asıl soru, para onda mı?”
“Para mı!” diye haykırdı beyefendi. “Hikâyeyi duymadın mı? Bu haydutlar paradan başka neyin peşinde olabilirler ki? Para dışında neyi umursarlar. O leş hayatlarını paradan başka ne için tehlikeye atarlar ki?”
“Bunu yakında öğreneceğiz.” diye cevap verdi Doktor. “Ama o kadar öfkeli ve tepkilisin ki araya bir söz sıkıştıramıyorum. Bilmek istediğim eğer Flint’in definesini gömdüğü yerin ipucu bu cebime koyduğum şeydeyse bu şeyin değeri çok mudur?”
“Değeri çok mudur?” diye haykırdı bir kez daha Bay Trelawney. “Şöyle anlatayım: Eğer Bristol limanından bir gemi ayarlayıp seni ve Hawkins’i yanıma alırsam o defineyi bir yıl boyunca aradıktan sonra bulabiliriz.”
“Pekâlâ.” dedi Doktor. “Eğer Jim de kabul ederse paketi açacağız.” deyip muşamba kaplı şeyi önündeki sehpaya koydu.
Paket dikilmişti ve Doktor neşter çantasını çıkardı. Dikişleri tıbbi makasıyla kesmek zorunda kaldı. İçinde iki şey vardı: Bir defter ve mühürlü bir kâğıt.”
“İlk önce deftere bakalım.” dedi Doktor.
Bay Trelawney ve ben Doktor’un omzunun üzerinden paketi açışını izledik. Doktor Livesey, eliyle kibarca işaret ederek yemek yediğim sırada beni yanına çağırdı ve keşif keyfine katılmamı istedi. İlk sayfaya karalanmış birkaç yazı vardı. Bir adamın sıkıntıdan ya da pratik olsun diye çiziktirdiği şeylere benziyordu. Burada yazılı olanlardan biri Kaptan’ın dövmesiyle aynıydı: “Billy Bones’un hayali.” yazıyordu. Diğer yerlerde “Bay W. Bones, dostum.” “Artık rom yok.” “Palm Key açıklarında aldı.” gibi birkaç yazı ile birlikte çoğu tek kelimeden oluşan anlaşılmaz yazılar vardı. Palm Key’den alınan şeyin ne olduğunu ve kimin aldığını çok merak ediyordum. Acaba bir ihanet mi söz konusuydu?
“Burada pek bir yönlendirme yok.” dedi Doktor Livesey.
Sonraki on iki sayfa tuhaf kayıtlarla doluydu. Bir satırın sonunda tarih, başka bir satırın sonunda para özeti oluyordu. Muhasebe defterlerinde olduğu gibi. Ancak açıklama yerine satırın arasında yazılı çarpılar vardı. Örneğin 1745 yılının 12 Haziran’ında yetmiş poundluk bir borç görünüyordu. Ancak açıklama olarak altı çarpı çizilmişti. Bazı durumlarda yer adları da geçiyordu. Örneğin, “Karakas açıklarında.” ya da 62° 17′ 20″, 19° 2′ 40″ şeklinde enlem ve boylam olarak.
Bu kayıtlar yirmi yıl öncesine kadar uzanıyordu ve zaman geçtikçe kaydedilen para miktarı artıyordu. Sonunda ise beş altı yanlış eklemeyle beraber bir genel toplam hesaplanmış ve şu sözler eklenmişti: “Bones ve yığını.”
“Buna bir anlam veremiyorum.” dedi Doktor Livesey.
“Gün gibi açık.” diye haykırdı Bay Trelawney. “Bu o kara kalpli köpeğin hesap defteri. Bu çarpılar batırdıkları gemileri ya da yağmaladıkları kentleri temsil ediyor. Miktarlar o çakalın payını belli ediyor. Karışıklıktan endişelendiği yerlerde ise “Karakas açıkları.” gibi şeyler yazılmış. Bu o kıyıların açıklarında batırılan talihsiz bir gemi demek. Bu geminin zavallı mürettebatının ruhu şad olsun.”
“Doğru!” dedi Doktor. “Bu bir seyyahın defteri. Doğru! Rütbesi yükseldikçe miktar da ona göre artıyor.”
Defterde pek fazla bir şey kalmamıştı. Sadece son sayfalarda Fransız, İngiliz ve İspanyol para birimlerinin ortak bir değere çevrildiği çizelgeler vardı.
“Adam tutumluymuş!” diye haykırdı Doktor. “Bu adamı aldatmak olmaz.”
“Şimdi.” dedi Bay Trelawney. “Diğerine bakalım.”
Sayfanın bazı kısımları bir mühür yüzüğü aracılığıyla mühürlenmişti. Kaptan’ın cebinde bulduğum mühür yüzüğü kullanılmış olabilirdi. Doktor mühürleri büyük bir dikkatle açınca bir ada haritası yere düştü. Enlemler, boylamlar, derinlik ölçüleri, tepelerin, koyların ve körfezlerin isimleri ve bir gemiyi bu adanın kıyılarına güvenle çıkarmak için gereken tüm detaylar vardı. Ada yaklaşık on beş kilometre uzunluğunda sekiz kilometre genişliğindeydi, şekliyse ayakta duran şişman bir ejderhaya benziyordu. İki limanı ve ortasında “Dürbün” yazılı bir tepe vardı. Sonraki tarihlere ait birkaç ekleme de yapılmıştı. Ama hepsinden önemlisi ikisi adanın kuzeyinde biri güneybatısında olmak üzere üç çarpı kırmızı mürekkeple çizilmişti. Ayrıca bunların yanında aynı kırmızı mürekkeple Kaptan’ın kargacık burgacık el yazısıyla hiç alakası olmayan düzgün bir yazıyla şunlar yazılmıştı: “Definenin çoğu burada.”
Sayfanın arkasına aynı el yazısıyla şu bilgiler eklenmişti:
Uzun ağaç, dürbün sırtı, K.K.D’nin K’sine bakan bir noktayı kerteriz alarak
İskelet Adası D.G.D ve D’ye göre.
Üç metre
Gümüş külçesi kuzey zulada. Onu doğu tepesinin eğiminde, kara kayalığın on kulaç dibinde yüzüstü bulabilirsin.
Silahları bulmak kolay. Kum tepesinde, kuzey körfez burnunun K. Noktası, Kerteriz D. ve bir çeyrek K.

    J.F.
Hepsi bu kadardı. Bilgiler her ne kadar az ve bana göre anlaşılmaz olsa da Bay Trelawney ve Doktor Livesey’in zevkten dört köşe olmasına sebep olmuştu.
“Livesey.” dedi Bay Trelawney. “Bu lanet işi bir an önce bırakacaksın. Yarın Bristol’a çıkacağım. Üç hafta içinde, üç hafta! Yok olmaz iki hafta!.. Hayır, hayır on gün içinde en iyi gemiyi ve İngiltere’deki en seçkin mürettebatı hazırlamış olacağız. Hawkins miço olarak katılacak. Çok ünlü bir miço olacaksın Hawkins. Sen Livesey, gemi doktoru olacaksın. Ben de amiral. Redruth, Joyce ve Hunter’ı alacağız. Güzel rüzgârlar olacak ve seyahatimiz kısa sürecek. Bu yeri bulurken en ufak bir zorluk yaşamayacağız. Sonrasında yiyecek, içinde yuvarlanıp çarçur edebileceğimiz paramız olacak.”
“Trelawney.” dedi Doktor. “Seninle geleceğim, kefil de olurum. Jim de aynı şekilde bu görevi üstlenir. Ama korktuğum bir adam var.”
“Kimmiş peki?” diye haykırdı Bay Trelawney. “O köpeğin ismini söyleyin beyefendi!”
“Siz.” diye cevap verdi Doktor. “Çünkü siz dilinizi tutamazsınız. Bu kâğıttan haberdar olanlar sadece biz değiliz. Adamlar bu gece hana saldırdılar. Gözü kara, çaresiz adamlar bunlar. Ayrıca o yelkenliyle uzaklaşanlar da biliyorlar. Muhtemelen çok da uzakta değildirler. Her biri de bu parayı ne pahasına olursa olsun almaya kararlı gözüküyor. Denize ulaşıncaya kadar hiçbirimiz yalnız dolaşmamalıyız. Bu arada Jim’le birlikte kalacağım hep. Sen de Bristol’dan Joyce ve Hunter’ı alırsın. Hiçbirimiz, hiçbir şekilde bulduklarımızla ilgili tek kelime etmemeliyiz.
“Livesey.” diye cevap verdi Squire. “Sen hep haklısın. Mezar gibi sessiz olacağım.”

İKİNCİ KISIM: GEMİ AŞÇISI

YEDİNCİ BÖLÜM
BRISTOL’A GİDİYORUM
Deniz yolculuğuna hazırlanmamız Bay Trelawney’in tahmin ettiğinden daha uzun sürdü. Ayrıca ilk planlarımızın hiçbiri, Doktor Livesey’in beni yanında tutma planı da dâhil olmak üzere istediğimiz gibi gerçekleşmemişti. Doktor’un görevini devralması için Londra’da bir hekimle görüşmesi gerekiyordu. Bay Trelawney, Bristol’da harıl harıl çalışıyordu. Ben de ihtiyar Redruth’a emanet malikânede kalıyordum. Redruth, av bekçisiydi. Neredeyse hapiste gibi yaşıyordu ama deniz hayalleri kuruyor, tuhaf adaların ve maceraların özlemini çekiyordu. Ben kafamı haritadan kaldırmıyordum. Tüm detayları çok iyi hatırlıyordum. Hizmetçinin odasında, ateşin yanında oturuyordum. Kurduğum hayallerde o adaya dört bir yönden çıkıyor, yüzeyini karış karış keşfediyordum. Dürbün denilen tepeye binlerce kez tırmandım ve zirvesinde muhteşem beklentilerin tadını çıkardım. Bazen bu ada vahşi yerlilerle dolu oluyordu ve onlarla savaşıyorduk. Bazen de bizi avlamaya çalışan tehlikeli hayvanlar oluyordu. Ancak gerçek maceralarımızda yaşadıklarımız kadar tuhaf ve trajik olayların hiçbiri hayallerimde yoktu.
Dr. Livesey’e yazılmış bir mektup güzel bir günde ulaşıncaya kadar haftalar bu şekilde geçti. Zarfın üzerine şöyle bir not iliştirilmişti:
“Doktor Livesey’in olmaması hâlinde mektup Tom Redruth ya da genç Hawkins tarafından açılabilir.” Ben de bu talimata göre hareket ettim. Daha doğrusu zavallı av bekçisinin basılı olmayan yazıları okuma konusunda pek de iyi olmadığını gördüm. Mektupta önemli haberler vardı:
Old Anchor Hanı, Bristol, Mart 1, 17-
Sevgili Livesey,
Malikânede mi yoksa Londra’da mı olduğunu bilemediğimden bu mektubu iki adrese birden yolluyorum.
Gemi satın alındı ve ayarlandı. Kıyıya demir atmış vaziyette hazır bir şekilde bekliyor. Bundan daha güzel bir yelkenliyi hayal bile edemezsin. Bu yelkenliyi bir çocuk bile sürebilir. İki yüz ton ağırlığında. İsmiyse Hispaniola.
Gemiyi Blandly isimli eski bir arkadaşım vasıtasıyla aldım. Kendisi şaşırtıcı derecede iyi bir insan olduğunu gösterdi. Sağ olsun adamcağız benim için didinip durdu. Bristol’daki herkes de onun gibi yardımcı oldu bana. Rüzgâr limana gelir gelmez yola çıkacağız, define için…
“Redruth.” dedim mektubu yarıda keserek. “Doktor Livesey bundan hiç hoşlanmayacak. Bay Trelawney konu hakkında konuşuyor.”
“Yani o konuşmayacak da kim konuşacak?” diye söylendi av bekçisi. “Asıl Bay Trelawney’in konuşmaması abes kaçardı bence.”
Bunun üzerine yorum yapmayı bırakıp okumaya devam ettim:
Gemiyi Blandly buldu ve en ufak detayına kadar titizlikle halletti. Bristol’da Blandly’e karşı korkunç bir ön yargıya sahip insanlar var. Bazıları bu dürüst adamın para için her şeyi yapacağını iddia edecek kadar ileri gitti. Hispaniola’nın aslında kendisine ait olduğunu ve bana fahiş fiyattan sattığını söylediler. Nasıl da iftira atıyorlar öyle! Yine de hiçbiri geminin olumlu özelliklerini inkâr edemedi.
Buraya kadar hiçbir aksaklık yaşanmadı. İşçiler, özellikle de geminin donanımından sorumlu olanlar asap bozucu derecede yavaşlardı ama zaman bu sorunu çözdü. Asıl canımı sıkan mürettebattı.
Olur da yerliler, korsanlar ya da tiksinç Fransızlarla uğraşmak zorunda kalırız diye yirmi kadar adamım olsun istiyordum. Ama yarım düzine adam buluncaya kadar akla karayı seçtim. Nihayet şans yüzüme güldü ve tam da ihtiyacım olan adamı karşıma çıkardı.
Bu adamla tesadüfen, rıhtımda karşılaştım. Eski bir denizci olduğunu öğrendim. Bir meyhane işletiyormuş ve Bristol’daki tüm denizcileri tanırmış. Karada sağlığı kötüye gittiği için mürettebatta kendisine aşçı olarak görev vermemi istedi. O sabah rıhtıma da denizi koklamak için gelmiş.
Söylediklerinden çok etkilendim. Ona acıdım ve geminin aşçısı olarak bir yer verme kararı aldım. Siz de olsanız aynısını yapardınız. Adı Uzun John Silver, bir bacağı yok. Ama ben bunu olumlu bir şey olarak görüyorum. Çünkü ülkesine hizmet ederken, ölümsüz Hawke’ın komutasında sakat kalmış. Gazi maaşı yokmuş Livesey’in. Ne kadar da korkunç bir zamanda yaşıyoruz!
Neyse efendim, ben kendime sadece bir aşçı bulduğumu sanırken koca bir mürettebat keşfettim. Silver’la beraber sadece birkaç gün içinde en dayanıklı eski deniz kurtlarından oluşan bir tayfa kurduk. Görünüşleri pek iyi değil ama ruhları çok sağlam. Bir fırkateynle bile savaşabiliriz yanımızda onlar varken.
Uzun John benim tuttuğum altı yedi adamın ikisini yolladı. Onların tatlı su adamı olduklarını, bizimki gibi önemli bir macerada korkmamız gereken kişiler olduğunu kısa sürede gösterdi bana.
Akıl sağlığım da beden sağlığım da fazlasıyla yerinde. Boğa gibi yiyor, ağaç gibi uyuyorum. Yine de yelkenlerin çekildiği o ilk anı yaşayıncaya kadar bir an bile keyiflenemeyeceğim. Yelkenler fora! Denizin görkemi aklımı başımdan aldı. Şimdi derhâl gel Livesey. Eğer bana saygı duyuyorsan bir saat bile gecikme.
Genç Hawkins, Redruth’un gözetiminde derhâl annesini görmeye gitsin. Sonra ikiniz birden son sürat Bristol’a gelin.

    John Trelawney
Not: Sana söylemeyi unuttum: Eğer ağustos sonuna kadar dönmemiş olursak Blandly peşimizden bir gemi yollayacak. Kaptan olarak muazzam bir adam bulmuş. Biraz kasıntı biri maalesef ama diğer yönlerden bir hazine. Uzun John Silver ikinci kaptan olarak Arrow isimli çok yetenekli bir adam buldu bana. Kaval çalan bir marinel başı var ekibimizde. Kısacası ordu gibi bir düzenle denize açılacağız.
Sana Silver’ın içinde bir sürü cevher yattığını söylemeyi unuttum. Örneğin fazla para çekilmemiş bir banka hesabı var. Meyhaneyi karısına emanet edecek. Kendisi Afrika kökenli bir kadın. Sen ve ben iki ihtiyar bekâr olarak eş sahibi olmanın sağlıklı olmak kadar önemli olduğunu iyi biliriz.

    J.T.
Not 2: Hawkins bir gece annesiyle kalabilir.

    J.T.
Bu mektubun beni nasıl heyecanlandırdığını tahmin bile edemezsiniz. Sevinçten neredeyse kendimi kaybedecektim. Fakat Redruth’la yola çıkmak can sıkıcı olacaktı. Eğer bu dünyada tek bir kişiden nefret ediyorduysam o da İhtiyar Tom Redruth’tu. Tek yaptığı homurdanıp sızlanmaktı. Onun altında çalışan tüm av bekçileri onunla seve seve yer değiştirmeye hazırdı. Ancak Bay Trelawney’in istekleri onlar için kanun gibi bir şeydi. İhtiyar Redruth dışında hiçbiri homurdanmaya bile cesaret edemezdi.
Ertesi sabah Redruth’la beraber Amiral Benbow’un yolunu tuttuk.
Annemin sağlığının ve keyfinin yerinde olduğunu görmek beni mutlu etmişti. Uzun süre boyunca başımıza bela olan Kaptan mezardaydı. Bay Trelawney her şeyi tamir ettirmişti. Odalar ve tabela yeniden boyanmıştı. Birkaç da mobilya eklenmişti. Hepsinden önemlisi de annem için bara güzel bir koltuk yerleştirilmişti. Anneme bir de çırak bulmuştu. Böylece ben yokken bir yardımcısı olacaktı.
Tam da o çocuğu gördüğüm anda anladım içinde bulunduğum durumu. O ana kadar hep önümdeki maceraları düşünmüştüm. Geride bıraktığım evimi değil. O alık yabancının annemin yanında olup benim yerimi alacağını bilmek gözyaşlarına boğulmama sebep olmuştu. O çocuğa gününü gösterecektim çünkü bu işte yeniydi. Ona birkaç kez haddini bildirmekte gecikmedim.
Gece bitti ve ertesi gün yemekten sonra Redruth’la beraber tekrar yola koyulduk. Anneme, doğduğumdan beri yaşadığım koya ve Amiral Benbow’a veda ettim. Han boyandığı için eskisi kadar sevimli gelmiyordu bana. Son düşündüğüm şey üç köşeli şapkasıyla sık sık sahilde gezinen, yanağında kılıç yarası, kolunun altında pirinç dürbünü olan Kaptan’dı. Bir an sonra köşeyi döndük ve evim artık görebileceğim mesafede değildi.
Posta arabası gün doğumunda bizi Royal George’dan aldı. Redruth’la iri yarı yaşlı bir adamın arasında kalmıştım. Soğuk havaya ve aracın hızlı ilerlemesine rağmen hemen uyudum. Yamaçlardan yukarı çıkıp vadilerden aşağı inerken de kütük gibi uyumuş olmalıyım. Çünkü sonunda kaburgalarıma aldığım bir darbe ile uyanmıştım ve gözlerimi günün çoktan aydınlanmaya başladığı bir şehir caddesindeki kocaman bir binanın önünde açtım.
“Neredeyiz?” diye sordum.
“Bristol.” dedi Tom. “İn.”
Bay Trelawney yelkenlinin işlerini halletmek için Bristol’da bulunduğu süre boyunca rıhtımların aşağısındaki bir handa kalmayı tercih etmişti. Oraya kadar yürümemiz gerekiyordu. Yürüyüşümüz sırasında farklı boyutta, donanımda, değişik ülkelere ait çeşit çeşit gemi görmek benim için çok keyifliydi. Bu gemilerden birinde denizciler çalışırken şarkı söylüyorlardı. Bir başkasında adamlar yükseklerde, bir örümcek ağından daha kalın gibi görünmeyen ağlarda duruyorlardı. Her ne kadar hayatım boyunca sahilde yaşamış olsam da o zamana kadar hiç denize yakın olmadığımı hissettim. Katranın ve tuzun kokusu yeniydi benim için. Gemi başlarını süsleyen muhteşem figürler gördüm. Hepsi de okyanusun uzak kısımlarında bulunmuşlardı. Ayrıca bıyıkları lüle, kulakları küpeli, katran kaplı örgü saçları olan ve denize açılmışçasına sarsak yürüyen çok sayıda ihtiyar denizci gördüm. Eğer o gün gördüğüm denizcilerin sayısı kadar kral ya da başpiskopos görmüş olsaydım bundan daha mutlu olamazdım.
Ayrıca kendim de bir yelkenliyle denize açılacaktım. Flüt çalan marinel başı ve at kuyruğu saçlı şarkı söyleyen denizcilerle beraber bilinmeyen bir adaya doğru gömülü defineyi bulmak için sefere çıkacaktım.
Ben hâlâ bu tatlı hayallerin etkisi altındayken aniden büyük han karşımıza çıktı ve Squire Trelawney’i bulduk. Lacivert kumaştan denizci kıyafetine benzer giysiler giymişti. Yüzünde bir gülümseme vardı ve denizci yürüyüşünü taklit ederek yaklaşıyordu.
“İşte buradasınız.” diye bağırdı. “Doktor da dün gece Londra’dan geldi. Bravo! Geminin mürettebatı hazır.
“Peki ne zaman denize açılacağız efendim?” diye sordum haykırırcasına.
“Yarın, denize açılacağız!” dedi Bay Trelawney.

SEKİZİNCİ BÖLÜM
DÜRBÜN SİMGESİ
Kahvaltımı bitirince Bay Trelawney, John Silver’a hitaben yazılmış bir not verdi bana. Kapısında dürbün simgesi olan küçük hanı rıhtım hizasında yürürsem kolayca bulacağımı söyledi. Denizcileri ve gemileri görecek olmanın heyecanıyla yola koyuldum. Limanın en yoğun olduğu zamandı. İnsan kalabalığının, el arabalarının ve yüklerin arasından yürüyüp söylediği yeri buldum.
Neşeli küçük bir eğlence yeriydi burası. Dürbün simgesi yeni boyanmıştı. Pencerelere kırmızı perdeler çekilmişti ve zemin tertemiz zımparalanmıştı. Hanın iki kapısı iki farklı sokağa açılıyordu. Bu da geniş ve basık salonun, yoğun tütün dumanına rağmen net bir şekilde görünmesini sağlıyordu.
Müşteriler çoğunlukla denizciydi. O kadar yüksek sesle konuşuyorlardı ki içeri girmekten korktuğumdan kapıda bekliyordum.
Ben beklemeye devam ederken yan kapıdan bir adam girdi. Bu adamın Uzun John olduğunu görür görmez anladım. Sol ayağı kalçasından itibaren yoktu ve sol omzunun altında bir değnek vardı. Koltuk değneğini hayran olunası bir ustalıkla kullanıyor, âdeta bir kuş gibi sıçrayabiliyordu. Çok uzun ve güçlüydü. Sade ve solgun bir yüzü vardı. Ancak akıllı birine benziyordu ve gülümsüyordu. Gerçekten de çok neşeliydi. Masaların arasında gezinirken ıslık çalıyor, keyifle konuşuyor, bazen de sevdiği müşterilerinin omzuna vuruyordu.
Bay Trelawney, mektubunda tek bacaklı bir adamdan bahsettiğinde bu adamın Benbow Hanı’nda yaşarken ölümüne korktuğum korsan olduğunu düşünmüştüm. Ancak bu adama bir kez bakmak yeterli olmuştu. Kaptan’ı, Kara Köpek’i, kör adam Pew’ü görmüştüm ve bir korsanın neye benzediğine dair kendimce bir fikir edinmiştim ve bu adam onlardan çok farklıydı. Temiz ve iyi huylu biri gibi görünüyordu.
Bir anda cesaretimi toplayıp eşikten geçtim ve doğruca adamın durduğu yere yürüdüm. O sırada değneğine yaslanmış, müşterilerden biriyle konuşuyordu.
“Bay Silver siz misiniz efendim?” diye sordum notu uzatarak.
“Evet, delikanlı.” dedi. “Benim ismim bu. Peki sen kimsin acaba?” Sonra Squire’ın mektubunu gördü, neredeyse irkilir gibi olmuştu.
“Anladım…” dedi oldukça yüksek bir sesle ve elini uzattı. “Şimdi anladım. Sen bizim yeni miçomuzsun. Seni gördüğüme sevindim.”
Sağlam bir şekilde elimi sıktı.
Bunun üzerine uzak masalardan birinde oturan bir müşteri derhâl ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Ben adama yakın duruyordum ve adam bir anda dışarı çıktı. Adamın bu telaşı dikkatimi çekmişti ve onu tek görüşte tanıdım. Bu Amiral Benbow’a gelen ilk adamdı, iki parmağı eksikti.
“Durdurun şu adamı! Kara Köpek bu!”
“Kim olduğu umurumda değil.” diye bağırdı Silver. “Ama ücretini ödemedi. Harry, koş ve şu adamı yakala.”
Adamlardan biri kapıya çok yakın duruyordu ve derhâl fırlayıp adamın peşinden koştu.
“Bu adam Amiral Hawke[4 - Ünlü İngiliz amirali. (ç.n.)] bile olsa hesabı ödemeden gidemez.” diye bağırdı Silver ve sonra elimi bırakıp “Kimdi demiştin?” diye sordu. “Kara ne?”
“Köpek, efendim.” dedim ben. “Bay Trelawney size korsanlardan bahsetmedi mi? Bu onlardan biri.”
“Öyle mi?” diye bağırdı Silver. “Benim mekânımda! Ben koş ve Harry’e yardım et. Demek o alçaklardan biri ha! Onunla içen sen miydin Morgan? Gel bakalım buraya.”
Morgan diye çağırdığı adam tütün çiğneyerek itaatkâr bir şekilde geldi. Kır saçlı, kahverengi suratlı, ihtiyar bir denizciydi.
“Şimdi Morgan.” dedi Uzun John sertçe. “Bu Kara Köpek denilen herifi daha önce gördün mü görmedin mi?”
“Görmedim efendim.” dedi Morgan.
“İsmini bilmiyordun değil mi?”
“Bilmiyordum efendim.”
“İnan bana böylesi senin için daha iyi Tom Morgan!” diye haykırdı Uzun John. “Eğer böyleleriyle iş tuttuysan bir daha benim mekânıma adımını atamazdın, buna emin olabilirsin. Peki sana ne söylüyordu?”
“Ben de doğru düzgün bilmiyorum efendim.” diye cevap verdi Morgan.
“Senin gövdenin üzerindeki kafa mı yoksa başka bir şey mi?” diye bağırdı Uzun John. “Doğru düzgün bilmiyormuş. Belki de kiminle konuştuğunu da doğru düzgün bilmiyorsundur. Söyle bakalım ne konuştu o adam! Seferlerden mi, kaptanlardan mı yoksa gemilerden mi bahsediyordu? Öt bakalım!”
“Gemi işkencelerinden bahsediyorduk.” diye cevap verdi Morgan.
“Gemi işkencesi demek… Oldukça da uygun bir konuymuş hani. Geç yerine işe yaramaz herif!”
Morgan yerine geçerken Silver, gururumu okşayan gizli bir fısıltıyla şöyle dedi: “Tom Morgan dürüst adamdır. Sadece aptallığı var biraz. Şimdi.” dedi ve yüksek sesle konuşmaya devam etti. “Kimmiş bakalım bu Kara Köpek? İsmini bilmiyorum. Ama yine de sanırım o adiyi daha önce gördüm. Eskiden buraya kör bir dilenciyle gelirdi.”
“Buna emin olabilirsiniz. Kör adamı da tanıyorum, ismi Pew’dü.”
“Doğru!” diye bağırdı Silver heyecanlı bir şekilde. “Pew! İsmi kesinlikle buydu. Köpek balığına benziyordu ayrıca. Eğer bir Kara Köpek’i arayıp bulursak Kaptan Trelawney’e güzel bir haber vermiş oluruz! Ben iyi bir koşucudur. Ondan daha iyi koşan denizci yoktur. Muhtemelen adamı yakalar. Demek gemi işkencesinden bahsetti! Ben ona gösteririm gemi işkencesi neymiş!”
Bu sözleri söylerken koltuk değneğine tutunmuş vaziyette hanın içinde paldır küldür yürüyordu. Eliyle masalara vuruyor ve bir ceza mahkemesi hâkimini ikna edecek heyecanlı davranışlar sergiliyordu. Kara Köpek’i Dürbün isimli mekânda bulmak şüphelerimi iyice harekete geçirmişti ve geminin aşçısı olacak Uzun John’u dikkatle inceledim. Ancak benim için fazla derin, fazla yetenekli ve fazla akıllıydı. Kara Köpek’in peşinden giden iki adam nefes nefese geri dönüp adamı kalabalığın arasında kaybettiklerini söyleyince onları hırsızlık yapmışlar gibi azarladı. Uzun John Silver’ın masumiyetine yeterince ikna olmuştum.
“Baksana Hawkins.” dedi bana. “Bu benim gibi bir adam için çok zor bir şey öyle değil mi? Kaptan Trelawney ne düşünecek şimdi? Kepaze herif benim mekânımda, benim romumu içiyormuş meğer! Sen de bana onun kim olduğunu söyledin ve biz de onu elimizden kaçırıverdik! Şimdi Hawkins, sen Kaptan’a hakkıyla anlat nasıl çabaladığımı. Sen pek gençsin ama zehir gibi akıllısın. Bunu seni görür görmez anladım. Şöyle bir durum var: Eğer bu alçak herif buraya geldiyse ben ne yapabilirim ki? Gemi kaptanı olduğum zamanlarda denk gelseydim o adamı zincirleyebilirdim. Ama şimdi…”
Sonra aniden durdu. Bir şey hatırlamışçasına çenesi düştü.
“Hesap!” diye patladı. “Üç rom gidiverdi! Hay ben ne olmayayım! Hesabı unuttum.”
Sonra bir sıraya çöktü ve yanaklarından yaşlar süzülünceye kadar güldü. Ona katılmaktan kendimi alamadım. Birlikte gülmeye başladık. Han, kahkahalarımızla çınlamaya başladı.
“Ben nasıl bir denizciyim yahu!” dedi nihayet yanaklarını silerken. “Seninle iyi anlaşacağız Hawkins. Beni geminin miçosu yapsalar yeridir. Ama hadi şimdi gitmeye hazırlan. Böyle olmaz. Görev görevdir. Şimdi eski şapkamı takıp seninle beraber Kaptan Trelawney’in yanına gideceğim ve bu olayı anlatacağım. Çünkü biliyorsun ki bu durum çok ciddi Hawkins. Ne sen ne de ben bu işten dolayı takdir edilmeyi bekleyemeyiz. İkimiz de akıllılık etmedik. Ama hay kör olası! Bu bana hesap almakla ilgili güzel bir ders oldu.”
Sonra tekrar, içtenlikle gülmeye başladı. Her ne kadar yaptığı şakayı onun kadar anlamamış olsam da neşesine katılmaya mecbur hissettim kendimi. İskeleler boyunca yaptığımız küçük yürüyüş sırasında çok ilginç biri olduğunu gördüm. Yanlarından geçtiğimiz gemiler hakkında bilgi veriyordu. Donanımlarını, ağırlıklarını, hangi ülkeye ait olduklarını anlatıyor, o sırada yapılan işleri açıklıyordu. Bir tanesi kargo yüklerken diğeri boşaltıyor, bir başkası denize açılmaya hazırlanıyormuş. Arada bir de gemiler ya da denizcilerle ilgili bir anekdot anlatıyor ya da bir denizci deyişini ben ezberleyinceye kadar tekrar ediyordu. Onun en iyi sefer arkadaşlarımdan biri olacağını düşünmeye başlamıştım.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/robert-luis-stivenson/define-adasi-69428521/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Yelkenlere açılan deliklere ve halat ilmiklerine geçirilen metal halka. (ç.n.)

2
Kırsal bir alanda büyük miktarda toprak sahibi olan yüksek mevkideki kişi. Toprak ağası. (ç.n.)

3
Ünlü bir İngiliz korsan. (ç.n.)

4
Ünlü İngiliz amirali. (ç.n.)
Define Adası Роберт Льюис Стивенсон

Роберт Льюис Стивенсон

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İngiltere’nin güney kıyılarında bulunan, Jim Hawkins’in ailesinin işletmekte olduğu Amiral Benbow Hanı, yazları yoğun, kışları oldukça sakin bir yerdir. Ancak bir kış günü hana gelip yerleşen Billy Bones isimli eski bir korsan, tüm ailenin yaşamını değiştirir. Bones’un sahip olduğu korsan Flint’in definesinin yerini gösteren bir haritanın peşinde olan korsanlar yüzünden handa zor günler yaşanır. Bu harita rastlantı sonucu Jim Hawkins’in eline geçer ve heyecanlı bir define avı başlar. Define Adası yalnızca bir macera romanı değil. Kahramanımız Jim’in ve yol arkadaşlarının karşılaştığı ihanetlerle, sürpriz saldırılar ve kanlı çarpışmalar karşısında sergilediği davranışlarla da ahlak kavramına atıf yapılmaktadır.... Kaptan, seyir defterinin başına geçti. Yazdıkları şunlardı: Alexander Smollett, Kaptan; David Livesey, gemi doktoru; Abraham Gray, marangoz tayfa; John Trelawney, geminin sahibi; John Hunter ve Richard Joyce, gemi sahibinin hizmetçileri, deniz tecrübeleri yok. Gemiden kalan sadık kişiler bunlardan ibaret. On günlük gıda var. Bugün Define Adası’nın kıyısına çıkıldı ve kulübeye Britanya bayrağı asıldı. Gemi sahibinin hizmetçisi karacı Thomas Redruth, isyancılar tarafından vuruldu. Miço James Hawkins…

  • Добавить отзыв