Kayıp Zamanın İzinde Swann′ların Tarafı 1. Kitap

Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Marcel Proust
“Proust, anlatıma olan tutkumu öyle ateşliyor ki ifade etmekte güçlük çekiyorum. Ah! Öyle yazabilseydim! Gözyaşlarına boğulurdum herhâlde! Hayrete düşüren o titreşimi, doygunluğu ve yoğunluğu sağladığı o anlarda -âdeta cezbedici bir şey var- öyle ki içimde, ben böyle yazabilirim hissini doğuruyor, sonra kalemi elime alıyorum ve öyle yazamıyorum. Neredeyse kimse içimdeki dil sinirlerini böylesine uyaramamıştır: resmen bir saplantı hâline geliyor. Fakat Swann’a geri dönmeliyim.En büyük serüvenim gerçekten de Proust. Yani -ondan sonra geriye yazacak ne kalıyor ki? Daha sadece ilk ciltteyim ve zannediyorum daha bulunacak çok kusur var ama ben hayret içindeyim; sanki gözlerimin önünde bir mucize gerçekleşiyormuş gibi. Sonunda, nasıl da sürekli kaçırdığımız o anı yakalamayı başarmıştı biri -ve onu bu müthiş ve şahane kalıcı maddeye dönüştürmüştü? Tutkum nesneleşiyor -güneşin, şarabın, üzümün, kusursuz dinginliğin ve yoğun zindeliğin birleşimi gibi âdeta.Jacques Raverat… Bana Mrs. Dalloway hakkında öyle bir mektup gönderdi ki hayatımın en mutlu anlarını günlerini yaşadım. Merak ediyorum, acaba bu sefer bir şey başarabildim mi? Yani, şimdilerde bir bütün hâlinde yaşadığım Proust’a kıyasla hiçbir şey başaramadım herhâlde. Proust’u özel kılan onun azami duyarlılıkla, azami kararlılığı harmanlayışından doğuyor. Kelebeğin gölgesini son ana kadar aramaktan vazgeçmiyor. Bir enstrüman teli kadar sağlam ve kozasından yeni çıkmakta olan bir kelebek kadar ani. Ve sanıyorum beni hem derinden etkileyecek hem de her cümlemde kıvama gelmeye çalışacak.

Marcel Proust
Kayıp Zamanın İzinde. Swann’ların Tarafı. 1. Kitap

Marcel Proust, 10 Temmuz 1871’de Paris’in güney yakasındaki Auteuil’de, tarihe damga vuran Fransa-Prusya Krallığı Savaşları’nın sonlanmasının hemen ardından büyük amcasının evinde dünyaya geldi. Varlıklı ve saygın bir burjuva ailesinin çocuğu olan Proust’un çocukluk yılları Üçüncü Cumhuriyetçilerin göreve geldiği dönemlere denk gelmiştir. Babası Achille Adrien Proust, Avrupa ve Asya’da koleranın nedenlerinin ve yayılmasını araştırmak üzere görevlendirilmiş bir uzman doktordu. Annesi Jeanne Clémence Weil ise, Alsaceli zengin ve soylu bir Yahudi ailesinin kızıydı. Kültürlü ve eğitimli ailesi yazmış olduğu makaleler, kitaplar ve mektuplarla da bilinmektedir. Bütün yaşamını etkileyecek olan, A l’ Ombre de Jeunes Filles en Fleur (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde) adlı esere de konu olan astım krizlerinin ilkini henüz dokuz yaşındayken yaşamıştır. 1882 yılında Proust, Lycée Condorcet Lisesine kaydoldu, ancak eğitimini hastalığı yüzünden yarıda bırakmak zorunda kaldı. Buna rağmen edebiyat yeteneğiyle ön plana çıkmayı başaran Proust, sınıf arkadaşları sayesinde yüksek burjuva sınıfının salonlarına girebildi, edebiyata damga vuracak olan Kayıp Zamanın İzinde adlı eseri için kayda değer kaynaklar elde edebildi. Sürekli nükseden ve zaman zaman ciddi boyutlara ulaşan hastalığına rağmen Proust 1889 yılında Fransız ordusunda askerlik görevini gerçekleştirdi. Gözlem konusunda farkını ortaya çıkartan Proust romanın üçüncü bölümü olan Guermantes Tarafı’nda da burada yaşadığı deneyimlere yer vermeyi ihmal etmedi. Aynı yıl Fransız roman ve kısa öykü yazarı Guy de Maupassant ile tanıştı ve arkadaşlarıyla birlikte kurduğu dergide makaleler ve edebiyat üzerine eleştiriler yazmaya başladı. 1893 yılına gelindiğinde Swann’ın Bir Aşkı adlı eserinin çalışmalarına başladı.
1894 yılında tüm Fransa’yı etkileyen Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un casusluk ve vatan hainliğiyle suçlanarak yargılandığı ”Dreyfus Davası” patlak verdi ve davanın sonucunda Yüzbaşı Dreyfus’ün tutuklanarak Şeytan Adası’na gönderilmesi ülkeyi âdeta ikiye böldü: Dreyfus taraftarları – aleyhtarları şeklinde. Marcel Proust de Dreyfus taraftarları arasında yerini aldı. Olay üstünden üç yıl geçtikten sonra, 1898 yılında dava yeniden alevlendi. Aynı yıl Émile Zola’nın Fransa devlet başkanına hitaben L’Aurore gazetesinde ‘J’Accuse’ (itham ediyorum) manşetiyle yazdığı mektubuyla olayları tekrardan gündeme getirdi. Dönemin diğer pek çok yazarıyla birlikte Émile Zola’dan desteğini esirgemeyen Marcel Proust, yazmış olduğu eserlerinde de bu davayı ve davanın insanlar üzerinde bıraktığı etkileri kaleme almıştır.
Bir eş cinsel olan Proust, eş cinsellik temasını eserlerinde açıkça ve detaylı bir şekilde konu hâline getiren ilk Avrupalı roman yazarı olmuştur.
1903 yılında ağabeyi Robert evlenip evi terk ettikten sonra aynı yılın kasım ayında babası Achille Adrien Proust vefat etti. Babası sürekli oğlunun bir kariyer edinmesi konusunda baskıcı bir tutum sergilese de Marcel Proust’un sahip olduğu hastalık buna hiçbir zaman izin vermedi. Aradan iki yıl geçti ve Eylül 1905 tarihinde annesi Jeanne Clémence Weil’in vefatı Marcel Proust’u derinden etkiledi. “Yaşamım artık o biricik amacını, biricik tatlılığını ve biricik tesellisini yitirdi, anneciğim ölürken küçük Marcel’i de yanında götürdü.” diyecek derecede annesine düşkün olan Proust büyük bir buhrana kapıldı. Hayatında önemli bir konuma sahip olan annesinin vefatı üzerine sosyal ilişkileri azalan ve kendisini yazmaya adayan Proust 34 yaşına geldiğinde yaşadığı bu travma için tedavi gördü. Daha sonra deneme yazılarıyla en önemli eserinin temellerini atmaya başladı. 1908 yılı Marcel Proust’un kariyeri açısında mihenk taşıydı.
1896 yılında ilk kitabını çıkarmaya hazırlanan Proust, ünlü yazar Anatole France’ın ön sözünü yazdı Les Plaisirs et les Jours (Hazlar ve Günler) adlı kitabını piyasaya sürdü. Kitabı konusunda oldukça umut dolu olan Proust beklenmedik şekilde hüsrana uğradı. Umudunu kaybetmeyen Proust hayallerine ve ideallerine ulaşmasını sağlayacak olan esere 1905 yılında başladı; özellikle aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alan Kayıp Zamanın İzinde adlı en önemli eserinin temelleri bu tarihte atıldı. Yılın başlarında yazmış olduğu denemeler ve eleştiri makaleleriyle dikkatleri üzerine çekmeye başlayan Proust, yaşadığı üzüntüsünün de etkilediği uykusuz gecelerinde yazmaya başladı. Yaşadığı sağlık sorunları her ne kadar yazmaktan alıkoysa da Proust’un zihni kitap yazmaya devam ediyordu. İçinde bulunduğu buhrandan onu kurtaran John Ruskin’in eserlerini çevirdi. Ruskin’in mimarlık ve sanata bakış açısından öylesine etkilenmişti ki bir yazarın ortaya bir eser çıkartmak için herhangi bir konuya ihtiyacı olmadığını, içinde bulunduğu, kendisinin de başkahramanı olduğu hayatını yazarak da büyük bir yazar olabileceğini onun sayesinde öğrendi. Yalnızca Ruskin’den değil Michel de Montaigne, Gustave Flaubert, George Eliot, Fyodor Dostoyevski ve Leo Tolstoy gibi edebiyatın önemli yazarlarından da ilham almıştı. Yedi ciltlik seriden oluşan Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinin ilk cildini 1913 yılında yayınladı. Du côté de chez Swann (Swann’ların Tarafı) adlı ilk eserini götürdüğü yayınevlerinden olumsuz bir karşılık alan Proust, başka bir yayıneviyle anlaşarak masraflarını kendi cebinden karşıladı. Dönemin edebiyat dünyası tarafından pek onay almıyordu Marcel Proust; çünkü sahip olduğu mal varlığı yüzünden züppe gözüyle bakılıyordu.
Bu kitabıyla da istediği başarıyı elde edemeyen Proust’un başına başka bir talihsizlik daha gelmişti: I. Dünya Savaşı. Aradan 6 sene geçtikten sonra yazdığı À l’ombre des jeunes filles en fleurs (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde) adlı eseri, serinin ikinci kitabıyla 1919 yılında Goncourt Ödülü’nü kazanmış; aldığı bu ödül sayesinde sadece Fransa’da değil tüm dünyada tanınan bir yazar konumuna gelmişti. Cefayla geçen uzun yılların ardından yazarın yıldızının parlayacağı yıl bu yıldı. 1920 yılında serinin üçüncü kitabı olan Le Côté de Guermantes (Guermantes Tarafı) iki cilt hâlinde, 1921 yılında Sodome et Gomorrhe (Sodom ve Gomorra) kitabı da iki cilt hâlinde yayımladı. Buna takriben 1923 yılında A la recherche du tems perdu (Mahpus), 1925 yılında Albertine Disparue (Albertine Kayıp), 1927 yılında Le Temps retrouvé (Yakalanan Zaman) kitabı yayımlandı.
Marcel Proust hayattayken serinin yalnızca dört kitabı yayımlanabildi; geri kalan üç kitap ölümünden sonra yayımlandı. Dokuz yaşından beri boğuştuğu hastalıklar nedeniyle hiçbir zaman babasının istediği gibi bir işte çalışamayan Proust, ömrünün son günlerine kadar yazmaya devam etti. Son üç yılını çoğunlukla yatağında geçiren Proust gündüzleri uyuyor, geceleri de kitabını tamamlamak için uğraşıyordu. 1922 yılında yakalandığı zatürrenin akciğerine sıçramasıyla hayata gözlerini yumdu. Ardından Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’na defnedildi.
Bay Gaston Calmette’e,
Derin ve içten şükranlarımın ifadesidir…
    Marcel Proust


BİRİNCİ BÖLÜM
COMBRAY

I
Uzun süre, erkenden uyuyakaldım. Bazen, mumu henüz söndürmüşken gözlerim o kadar hızlı kapanırdı ki “uykuya dalıyorum” demeye bile vakit kalmazdı. Yarım saat sonra, artık uyuma vaktimin geldiği düşüncesi beni uyandırırdı; hâlâ elimde tuttuğumu sandığım kitabı yerine koyardım ve ışığımı söndürürdüm. Uyurken bile okuduklarım hakkında düşünmeye devam ederdim ama bu düşünceler kendi yollarını kendileri çizerlerdi. Kitapta bahsedilen benmişim gibi gelirdi: Bazen bir kilise, bazen bir dörtlü, bazen de I. François ile Şarlken arasındaki rekabet duygusu olurdum. Bu sanı, uyandıktan sonra birkaç saniye daha sürerdi, mantığımı yok etmezdi ama mumun artık yanmadığını fark etmemi engelleyecek kadar da gözlerimin önünde bir perde gibi dururdu. Ardından, tıpkı daha önce var olmuş düşüncelerin ruh göçü gibi benim için anlaşılmaz hâle gelmeye başlardı, kitabın konusu benden kopardı, onu düşünüp düşünmemek konusunda özgür olurdum; arkasından görme duyumu yeniden kazanırdım, etrafımı sarmış, gözlerimi ve belki de daha çok, onu nedensiz, akılalmaz, gerçekten anlaşılması güç bir şeymiş gibi algılayan ruhumu dinlendiren sakin karanlığı keşfedince şaşırırdım. Kendi kendime saatin kaç olabileceğini sorardım. Bir ormandaki kuş sesleri gibi, uzaktaki trenlerin mesafeyi vurgulayan düdüğünü duyardım; yakındaki istasyona doğru aceleyle giden bir yolcunun bulunduğu ıssız kırların enginliğini hayal ederdim; yeni yerlere, alışılmadık hareketlere, son günlerdeki sohbetlere, gecenin sessizliğinde onu hâlâ izleyen yabancı bir lambanın altındaki vedalara ve dönüş vaktinin yakın huzuruna borçlu olduğu heyecanından ötürü takip ettiği bu küçük yolun, onu hafızasına kazınacağını düşünürdüm.
Yanaklarımı, yastığın, çocukluğumuzdaki gibi dolgun ve körpe olan güzel yanaklarına gömerdim. Saati görebilmek için bir kibrit yakardım. Neredeyse gece yarısı! Mecburen seyahate çıkmış ve geceyi bilmediği bir otelde geçirmek mecburiyetinde kalan hastanın, bir nöbetle uyanıp kapının altından süzülen ışık hüzmesini fark ederek sevindiği an. Sabah olması ne mutluluk! Hizmetkârlar biraz sonra kalkarlar, zili çaldığında yardıma gelirler. Acılarından kurtulacağı ihtimali ona dayanma cesareti verir. Şimdi ayak sesleri duyduğunu sanır. Sesler yaklaşır, sonra uzaklaşır. Ve kapının altından süzülen ışık hüzmesi kaybolur. Saat gece yarısını gösterir; hava gazını söndürürler, kalan son hizmetkâr da çıkar, hasta çaresiz bütün gece acı çekecektir.
Tekrar uykuya dalardım, bazen, doğramaların çatırtılarını duyacak, karanlığın kaleydoskopuna gözlerimi açıp bakacak, bilincin bir anlık ışıltısı sayesinde eşyaları, odayı ve sadece küçük bir parçası olduğum ve hissizliğine döndüğüm, beni saran uykunun tadına varacak kadar kısa bir an için uyanırdım, bazen de uyurken kolaylıkla, hayatımın ilk yıllarına, asla kavuşamayacağım o yaşlara döner, çocuksu korkularımdan birini, mesela amcamın saçlarımın kesildiği güne kadar -ki bu benim için yeni bir çağın başlangıcıydı- buklelerimi çekmesi korkusunu tekrar hissederdim. Bu olayı uykum boyunca unutmuş olurdum, büyük amcamın ellerinden kurtulabilmek için uyanmayı başarır başarmaz tekrar hatırlardım. Ama rüyalar âlemine dönmeden önce, önlem olarak kafamı büsbütün yastığa gömerdim.
Bazen Âdem’in kaburgasından doğan Havva gibi, bacağımın ters bir duruşundan bir kadın doğardı. Tatmak üzere olduğum hazzı, hazla şekillenen bu kadının bana sunduğunu hayal ederdim. Sıcaklığımı onun bedeninin içinde duyan bedenim ona kavuşmak isterdi, uyanırdım. Yanından daha birkaç dakika önce ayrıldığım bu kadınla kıyaslayınca diğer bütün insanlar bana çok uzak gelirdi; yanağım onun öpücüğüyle hâlâ sıcak, bedenim onun ağırlığı altında ezilmiş olurdu. Bu kadın, bazı zamanlar olduğu gibi, hayatta tanımış olduğum bir kadının hatlarına sahip olsaydı eğer, tıpkı görmeyi çok arzuladıkları bir şehre seyahat eden ve onları cezbeden şeyi gerçeklikte tadabileceklerini sanan insanlar gibi, kendimi tamamen onu aramaya adardım. Hatırası yavaş yavaş silinirdi, rüyalarımın kızını unuturdum.
Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralamasından oluşan bir halkayla çevrilidir. İçgüdüsel olarak, uyanırken bunları zihninde tartar ve bir anda, dünyanın hangi noktasında olduğunu, o uyurken ne kadar zaman geçtiğini okur; ama bu düzen bazen karışabilir veya bozulabilir. Uykusuz geçen saatlerden sonra sabaha karşı, uyku onu kitap okurken olağan uyuma pozisyonunun çok dışında bir şekilde yakalamışsa eğer sadece yüzüne gelen güneşi durdurmak ve ondan kaçınmak için kolunu kaldırabilir; uyandığı ilk anlarda, saat mefhumu kalmamıştır, az önce uyuduğunu zanneder. Veya daha farklı ve ters bir hâlde, mesela akşam yemeğinden sonra koltukta otururken uykuya yakalanmışsa zaten yörüngesinden çıkmış dünyalar daha da sarsılacak, sihirli koltuk onu, zamanda ve uzayda son sürat gezdirecektir; gözlerini açtığı an aylar önce ve uzak bir ülkede uyuyakaldığını sanacaktır. Ama kendi yatağımda, uykum, ruhumu tamamen yatıştırmaya yetecek denli derindi; öyle ki nerede yattığımı unutmama yetecek kadar çok kaybederdim yer yön duygumu ve gecenin bir yarısı uyandığım zaman, nerede olduğumu anımsayamadığım için ilk anda kim olduğumu dahi bilemezdim; sadece bir hayvanın içinde kıpırdayan o en ilkel varoluş duygusuyla bir mağara adamından daha aciz olurdum ama sonra hatıralar -şu an bulunduğum yerin hatırası değilse de daha önce yaşadığım veya şimdi de yaşama ihtimalim olan yerlerden birkaçının hatırası- tek başıma içinden çıkamayacağım bu hiçlik duygusundan beni kurtarmak için cennetten uzanan bir yardım eli gibi bana geri gelirdi; uygarlığın asırlarını bir anda aşıverirdim ve petrol lambalarının ve ardından devrik yakalı gömleklerin belli belirsiz görüntüsü, benliğimin parçalarını yavaş yavaş bir araya getirirdi.
Çevremizdeki nesnelerin durağanlığı, bizim onların başka nesneler değil de o nesneler olarak var olduklarına duyduğumuz kesin inancımızdan, yani o nesneler karşısında bizim düşüncelerimizin durağanlığından kaynaklanıyordur belki de. Şurası bir gerçek ki bu şekilde uyandığım zamanlar, zihnimde, başarısız bir girişimle nerede olduğumu keşfetmek için çırpınırdım; nesneler, ülkeler, seneler, her şey karanlığın içinde etrafımda dönüp dururdu. Kımıldayamayacak kadar uyuşmuş bedenim, yorgunluğunun aldığı şekle göre, duvarın yönünü, eşyaların yerini, bulunduğu odayı yeniden inşa etmek ve isimlendirmek için uzuvlarının konumunu belirlemeye çalışırdı. Etrafında, hayal edilen odanın şekline göre değişen, zifirî karanlıkta fır dönen görünmez duvarlar varken, bedenimin hafızası, kaburgalarının, dizlerinin, omurgalarının hafızası, daha önce uyumuş olduğu birçok odayı başarıyla sunardı ona; zamanların ve şekillerin eşiğinde duraksayan beynim, topladığı ipuçlarını bir araya getirerek odayı daha tanımlayamazken bedenim, her bir odanın yatak türünü, kapılarının yerlerini, pencerelerinin gün ışığı alma durumunu, bir koridoru olup olmadığını, orada uykuya dalarken ve uyandığımda tekrar aklıma gelen düşüncelerle birlikte hatırlardı. Uyuşmuş, yönünü bulmaya çalışan tarafım, kendini cibinlikli büyük bir yatakta duvara dönük olarak uzanmış hayal ederdi, mesela ve bunun ardından hemen, kendi kendime “Şuna bak, annem bana iyi geceler demek için gelmediği hâlde sonunda uyuyakalmışım.” derdim, uzun yıllar önce ölen büyükbabamın sayfiyedeki evinde olduğumu sanırdım ve zihnimin asla unutmamış olması gereken bir geçmişin sadık bekçileri olan bedenim ve üstüne yatmış olduğum tarafım, şu an tamamen gözümün önüne getirememekle beraber, bana şimdiymiş gibi gelen ve kesin olarak uyanır uyanmaz daha net şekilde göreceğim o çok uzak günlerden aklımda kalan, büyükbabamların Combray’deki evinde yattığım odanın tavanına küçük bir zincirle asılı, vazo şeklinde, Bohemya yapımı camdan gece lambasının alevini, Siena mermerinden şöminesini hatırlatırdı.
Sonra başka bir durumun hatırası canlanır, duvar başka bir yere sıvışırdı: Aman Tanrı’m! Mme de Saint-Loup’nun sayfiye evindeki odamdayım, saat en az on olmalı, akşam yemeği bitmiştir bile! Mme de Saint-Loup’yla alışılagelmiş küçük gezimizden döndüğümde akşam için kıyafetimi giymeden önce yaptığım şekerlemeyi biraz fazla uzatmış olmalıyım. Gezintimizden geç dönüşlerimizde, penceremin camında gün batımının kızıllığının yansımasını gördüğüm Combray günlerimin üzerinden yıllar geçti. Mme de Saint-Loup’nun evinde sürülen hayat, vaktiyle gündüzleri oynadığım bu yollarda şimdi ay ışığında yürümekten, geceleri dışarı çıkmaktan duyduğum zevkten çok daha başka türlüdür; geziden dönerken uzaktan, gecenin içindeki tek fener olan lambasının ışığının pencerenin içinden geçtiğini gördüğüm oda, akşam yemeği için giyinmek yerine uyuyakaldığım odaydı.
Bu dönüp duran karışık çağrışımlar asla birkaç saniyeden fazla sürmezdi; genellikle, nerede bulunduğum konusundaki kısa kararsızlığımla, nasıl koşan bir atı izlerken kinetoskopun[1 - Sinema filmi gösteriminde kullanılan ilk aygıtların temelini oluşturan aygıttır. 1891’de Thomas A. Edison ve William Dickson tarafından geliştirilmiştir. Aygıtta, izleyici bir izleme deliğinden bakarken film şeridi, hızla bir mercek ile elektrik lambasının arasından geçiriliyordu. Film şeridi, çok kısa aralıklarla çekilmiş bir dizi fotoğraf karesinden oluşuyordu ve şeridin takılı olduğu çıkrığın yardımıyla izleme deliğinin önünden saniyede 46 kare geçiriliyordu. Böylece, insanlar ve cisimler hareket hâlindeymiş gibi görünüyordu. (ç.n.)] bize gösterdiği farklı pozisyonları tek tek ayıramıyorsak, bu belirsizliği oluşturan çeşitli tahminleri de birbirinden ayıramazdım. Ama hayatım boyunca yaşadığım odalardan kâh birini kâh diğerini görür, uyandıktan sonra daldığım uzun hayallerde hepsini yeniden ziyaret etmiş olurdum; yatarken bir yastığın köşesi, yorganın üst tarafı, bir şalın ucu, yatağın kenarı ve “Débats Roses”nün bir sayısı, kuşların, yuvalarını güçlendirmek için yılmadan sabırla örmesi gibi birbirinden tamamen alakasız şeylerle ördüğümüz bir yuvaya başımızı gömdüğümüz kış odaları; buz gibi havalarda (yuvalarını bir yer altı geçidinin dibinde, sıcak toprağın içine kuran deniz kırlangıçları gibi) dış dünyadan kopuk olmanın hazzını yaşadığım, şöminede bütün gece yanan ateş sayesinde aniden alevlenen kor parıltılarının içinden geçtiği, sıcak ve gri bir hava bulutuyla çevrili, çok belli olmayan bir tür niş gibi, odanın ortasında oyulmuş bir tür sıcak mağara içinde, sınırları yakıcı ve değişken olan, odanın köşelerinden ve pencereye yakın veya soğuk kalmış şömineye uzak bazı bölgelerden gelen havanın yüzümde kesiştiği odalar -ay ışığının, yarı açık panjurlara dayanmış efsunlu merdivenini yatağın ayak ucuna kadar uzattığı, neredeyse açık havada uyuduğum, esintiyle sallanan bir iskete kuşu gibi, kendimi ılık gecelerle bir olmuş hissetmekten zevk duyduğum odalar- bazen, ilk geceyi geçirdiğimde bile içinde o kadar da mutsuz olmadığım, tavanı hafifçe taşıyan küçük sütunların büyük bir zarafetle yatağın yerini ayırdıkları ve gösterdikleri XVI. Louis üslubu neşeli oda; bazen bunun tam aksine, iki katlı bina yüksekliğinde bir piramidi andıracak kadar yüksek tavanlı, kısmen maunla kaplanmış küçük oda, daha ilk andan itibaren yabancı bir vetiver[2 - Buğdaygiller ailesinden bir bitki türü. Yağının sakinleştirici, gerginlik azaltıcı etkisi vardır. Parfüm endüstrisinde de kullanılır. (e.n.)] kokusuyla manevi olarak zehirlendiğim, mor perdelerin düşmanlığının ve sanki ben orada yokmuşum gibi var gücüyle çene çalan duvar saatinin umursamaz saygısızlığının şüpheye yer bırakmadığı, dört köşe, odanın bir köşesini çaprazlama kapatan, ayaklı, tuhaf ve acımasız bir aynanın, alışılmış görüş alanımın yumuşak bütünlüğü içinde kendine pek öngörülemeyecek, çıplak bir yer açtığı oda; zihnimin saatler boyunca kendini, yerinden çıkıp uzanmaya zorlayarak tam olarak odanın şeklini alabilmek, bu dev huniyi en tepe noktasına kadar kendisiyle doldurabilmek için olanca gücüyle çalıştığı hatta geceler boyunca bunun için ızdırap çektiği; alışkanlık, perdelerin rengini değiştirene, saatleri susturana, yamuk ve zalim aynaya merhameti öğretene, vetiver kokusunu tamamen kovamasa da gizleyene ve tavanı epeyce alçaltmaya başlayana kadar benim, tavana dikilmiş gözlerle, endişe içindeki kulaklarımla, huzursuzluk yaratan burnumla, hızla çarpan kalbimle yatağıma yayılmış olduğum oda… Alışkanlık! Yokluğunda sınırlı imkânlarıyla, kendine yaşayabilecek sakin bir alan bulamayacağı için zihnimizin geçici bir düzende haftalarca acı çekmesine göz yuman, bu becerikli ama telaşsız yaratılışlı alışkanlık!
Kuşkusuz, artık uyanmış olurdum, bedenim son bir kez daha döner ve kesinliğin iyilik meleği etrafımdaki her şeyi durdurmuş, beni odamda, pijamalarımla yorganın altına yatırmış ve komodinimi, yazı masamı, şöminemi, sokağa bakan pencereyi ve iki kapıyı, karanlıkta neredeyse doğru yerlerine koymuş olurdu, ama uyanışın o aptal anında, belirgin bir görüntü sunulmamış olsa da bu hatırladığım odalardan hiçbirinde olmadığımı bilsem bile en azından var olabileceği ihtimaline olan inancım, hafızamı harekete geçirecek ilk adımı atmış olurdu; hemen uykuya dönmeye çalışmazdım genelde; gecenin büyük bir kısmını; eskiden Combray’de, büyük halamın evinde, Balbec’te, Paris’te, Doncières’de, Venedik’te ve daha başka yerlerde yaşadığımız hayatı, hatta mekânları, tanıdığım insanları, onlar hakkındaki görüşlerimi, anlatılanları düşünmekle geçirirdim.
Combray’de her gün batımı, annem ve büyükannemi bırakıp uyumasam da yatağa gitmek zorunda kalacağım saatten çok önce, yatak odam endişelerimin sabit ve melankoli dolu bir durağına dönüşürdü. Beni ziyadesiyle mutsuz gördükleri akşamlar eğlendirmek için, akşam yemeği saatini beklerken lambanın üzerine sihirli bir fener takmayı âdet edinmişlerdi; Gotik Çağ’ın önde gelen mimarlarının ve cam ustalarının üslubunda, elle tutulamayan harelenmelerle, efsanelerin, kararsız ve anlık bir vitraydaki gibi tasvir edildiği, rengârenk, doğaüstü görüntülerin yansımasıyla duvarlardaki donukluğun yerini alırdı bu fener. Ama bu, üzüntümü arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu, çünkü o değişik aydınlanma yalnızca, yatma azabı haricinde katlanılabilir hâle gelen odama olan alışkanlığı yok ediyordu. Artık odamı tanımıyor, içindeyken, trenden inip ayağımın tozuyla ilk defa gittiğim bir otel veya bir “şale”[3 - Uzun saçaklı çatısı olan alçak dağ konutu. (e.n.)] odasındaymışım gibi endişe duyuyordum.
Golo, hızlı ve kesik kesik hareketlerle ilerleyen atının üzerinde, tasarladığı kötü emeller zihninde, bir tepenin yamacında bulunan üçgen biçimindeki koyu yeşil korudan çıkar, sıçrayarak zavallı Geneviève de Brabant’nun şatosuna doğru yol alırdı. Şato, fenerin çerçevelerinin arasına kolaylıkla sığan oval camın şekline uyacak biçimde kavisli kesilmişti. Bu, şatonun görünen parçasıydı sadece ve önünde, Geneviève’nün, belinde mavi bir kemerle hayallere daldığı, geniş bir kır vardı. Şatoyla kır sarıydı ve ben onları daha görmeden renklerini biliyordum çünkü çerçevenin içindeki camdan önce, Brabant isminin altınımsı tınısı kendini göstermişti bana. Golo, büyük halamın yüksek sesle yaptığı kısa konuşmasını dinlemek için üzüntüyle bir an için durur, hiç de yadsınamayacak büyük bir uysallıkla, hareketlerini anlatılan şeye uydurarak gayet iyi anlıyormuş gibi gözükürdü; sonra da atıyla aynı hızlı ve kesik kesik hareketlerle uzaklaşırdı. Hiçbir şey onun bu gezintisini durduramazdı. Fener yerinden kıpırdasa da perdelerin kıvrımları arasına bata çıka ilerleyen Golo’nun atını görürdüm. Golo’nun, atı kadar doğaüstü yaratılışlı bedeni de fiziki tüm engelleri, karşılaştığı rahatsız edici tüm nesneleri, kendi kemik yapısına katıp içselleştirerek üstesinden gelirdi; bir kapı tokmağı mesela, hemen onun üzerine yerleşir, kırmızı giysisi veya melankolisini ve asaletini her daim koruyan ama bu nakilden duyduğu sıkıntıyı asla yansıtmayan solgun çehresi, yenilmez bir şekilde üstünden kayıp giderdi.
Elbette, Merovenjler[4 - Merovenj Hanedanı: V. ve VIII. yüzyıllar arasında bugünkü Fransa ve Almanya arasında bulunan bölgede hüküm sürmüş Frank hanedanı. (e.n.)] döneminden çıkagelmiş hissi veren ve böylesine eski bir tarihin yansımalarını çevremde dolaştıran bu parlak görüntülerini çekici bulurdum. Ama yine de zaman içinde benliğimle doldurduğum ve benliğim gibi ona da fazla dikkat etmediğim bir odada, güzellik ve gizemin bu istilasının ne kadar huzursuzluğa sebep olduğunu anlatamam. Alışkanlığın uyuşturan etkisi yok olduğunda düşünmek, hissetmek gibi acı veren şeylere tekrar koyulurdum. Benim nazarımda, sanki çevirmeye gerek kalmadan kendi iradesiyle açılacakmış gibi duran, kullanımı tamamen içgüdüsel hâle gelmiş, bu yüzden de benim gözümde dünyadaki diğer bütün kapı tokmaklarından farklı olan odamdaki bu kapı tokmağı, bir bakıyorsun, Golo’nun astral bedenine hizmet ediyordu. Akşam yemeğini haber veren zil çalar çalmaz Golo ve Mavi Sakal’dan bihaber ancak annemle babama ve güveçte ete aşina olan, ışığını mütemadiyen yayan büyük avizenin olduğu yemek odasına aceleyle koşuyor, Geneviève de Brabant’nun talihsizliği yüzünden benim için daha kıymetli hâle gelen annemin kollarına bırakıyordum kendimi; bu sırada da Golo’nun işlediği suçlar, benim kendi vicdanımı daha da titizlikle gözden geçirmemi sağlıyordu.
Akşam yemeğinden sonra, hava güzelse bahçede, hava kötüyse herkesin bulunduğu küçük odada diğerleriyle gevezelik etmek için bahçede kalan annemden ne yazık ki ayrılmak zorunda kalırdım. “Sayfiyedeyken evin içinde kapalı kalmayı acınacak bir şey” olarak nitelendiren ve çok yağmurlu günlerde dışarıda durmama izin vermeyen, onun yerine beni bir kitapla odama gönderen babamla durmadan tartışan büyükannem dışında herkes dışarıda kalırdı. “Bu çocuğu güçlü ve enerjik yetiştirmenin yolu bu değil.” derdi hüzünle. “Özellikle, hem bedenen hem de ruhen mümkün olduğunca güçlenmesi gereken bu yavrucağı.” Babam omuz silker ve barometreyi incelerdi çünkü meteorolojiyi severdi, bu sırada babamı rahatsız etmek istemediği için gürültü yapmaktan kaçınan annemse ona şefkat yüklü bir saygıyla bakardı ama üstünlüklerinin gizemini delip geçmemek için çok uzatmadan. Ancak büyükannemi, her havada, yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı, Françoise’ın, o çok değerli hasır koltuklarını ıslanmasın diye apar topar içeri aldığı zaman bile onu; sağanağın kırbaçladığı boş bahçede, alnı rüzgârın ve yağmurun sağlıklı etkisiyle iyice ıslansın diye dağınık, ağarmış saçlarını geriye atarken görebilirdiniz. “Nihayet nefes alıyoruz!” diyerek -doğa duygusundan yoksun yeni bahçıvanın, zevkine göre oldukça simetrik olarak düzenlediği ve babamın sabahtan beri havanın düzelip düzelmeyeceğini sorduğu- su içinde kalmış yolları; mor elbisesini, yavaş yavaş gözden kaybolacak yoğunlukta, hizmetçi kızı umutsuzluğa sürükleyecek çamur lekelerinden korumak gibi hiç aklına düşmeyen bir kaygı yerine, fırtına sarhoşluğu, temizliğin gücü, aptalca eğitimim ve bahçedeki simetrinin ruhuna işlediği türlü çeşit çalkantıların yön verdiği hevesli ve kesik kesik attığı küçük adımlarıyla katederdi.
Akşam yemeğinden sonra büyükannemin bahçedeki bu turları başladığında onu içeri girmeye bir tek şey ikna ederdi: O da -gezisinin, muntazaman dönüp dolaşıp bir böcek gibi, içkilerin oyun masasının üzerinde servis edildiği küçük salonun ışığının önünde bölündüğü anlardan birinde- büyük halamın “Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel ol!” diye bağırmasıydı. Aslında, büyük halam, büyükanneme takılmak için (Büyükannem babamın ailesine öyle değişik bir tabiat getirmişti ki herkes onunla eğlenir, kızdırırdı.) içki içmesi yasak olan büyükbabama, birkaç yudum içirirdi bile. Zavallı büyükannem içeri girer, ona konyağın tadına bakmaması için yalvar yakar olurdu; büyükbabam sinirlenir, ağız dolusu bir yudum içer, büyükannem, üzgün, yılgın hâlde ama yine de gülümseyerek tekrar dışarı çıkardı, çünkü öyle mütevazı, yumuşak başlı bir insandı ki başkalarına duyduğu şefkati, kendi şahsına ve acılarına aldırış etmeyişi, insanların büyük çoğunluğunda görülen o ifadenin aksine, sadece kendiyle alay ettiği bir gülümsemeyle bakışlarında toplanırdı. Büyük halamın kendisine çektirdiği bu işkence, büyükannemin, büyükbabamın kadehini elinden almak için harcadığı işe yaramaz çabaları, nafile duaları ve daha başından yenik düştüğü çaresizliği; zaman içinde, gülerek bunların gerçek bir işkence olmadığı konusunda kendimizi kandırmak için neşeli bir kararlılıkla işkencecinin tarafını tuttuğumuz ve görmeye alıştığımız şeylerden oldu ama o zamanlar beni öylesine dehşete düşürürlerdi ki büyük halamı pataklamak isterdim. Ama “Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel ol!” cümlesini duyduğum anda, korkaklık bakımından tam bir erkeğe dönüşür, karşımıza acılar ve adaletsizlikler çıktığında hepimizin büyüdüğünde yapacağımız şeyi yapardım; onları görmek istemezdim, hıçkırarak ağlayıp evin en tepesine, çatı katındaki çalışma odasının bitişiğindeki, zambak kokan, dışarıdaki duvarların arasından fışkıran yabani Frenk üzümünün çiçekli bir dalının aralık penceresinden içeriye dalarak tadını bıraktığı o küçük odaya giderdim; gün boyunca penceresinden Roussainville-le-Pin’nın kale burçlarına kadar görülebilen, aslında basit ve daha çok özel kullanımlar için tahsis edilmiş bu oda -ki muhtemelen kilitlemeye izinli olduğum tek oda olduğundan olsa gerek- okuma, hayal kurma, ağlama ve tensellik gibi mutlak bir yalnızlık gerektiren tüm uğraşlarımda benim için bir sığınak görevi gördü. Ah! Bitmek tükenmek bilmeyen öğlen ve akşam yürüyüşleri sırasında, yaş dönümüyle birlikte sonbaharda sürülen topraklar gibi neredeyse mor renge bürünmüş, çizgi çizgi, dışarı çıktığında hafifçe yukarı kaldırdığı tülle ortadan ikiye bölünen, üzerlerinde her zaman ya soğuktan ya da hüzünlü bir düşünceden kaynaklanan gönülsüz gözyaşlarının kurumakta olduğu esmer yanaklarını, göğe doğru hafifçe yanlamasına bakan güzel yüzünü önümüzden geçerken gördüğümüzde onu ümitsizliğe düşüren şeyin, kocasının arada sırada perhizini bozmasından çok, benim iradesizliğim, her an bozulabilecek sağlığım ve bunların geleceğime gölge düşürmesi olduğunu bilmiyordum.
Tek tesellim uyumak üzere yukarı çıkıp yatağıma yattığımda annemin beni öpmeye geleceğini bilmekti. Ama bu iyi geceler öpücüğü o kadar kısa sürerdi ve annem o kadar ivedi aşağı inerdi ki onun merdivenlerden çıktığını, sonra hasır örgü ipli, mavi muslinden bahçe elbisesinin hışırtısıyla iki kapılı koridoru geçtiğini duyduğum an, benim için acı dolu bir an olurdu. Kendisini takip edecek anı, annemin yanımdan ayrılacağı, tekrar aşağıya ineceği anı işaret ederdi. Dolayısıyla, bu çok sevdiğim iyi geceler öpücüğünün mümkün olduğunca geç vuku bulmasını, annemin henüz yanıma gelmediği o dinlenme süresinin uzamasını diler hâle gelmiştim. Bazen annem beni öptükten sonra gitmek için kapıyı açtığında, onu “Beni bir kere daha öp.” diyerek geri döndürmek isterdim ama yüzünde hemen sinirli bir ifade belireceğini bilirdim çünkü annemin beni öpmek için yukarıya çıkarak, bana bu huzur öpücüğünü getirerek, üzüntüme ve sıkıntıma karşı verdiği taviz, zaten bu ritüelleri saçma bulan babamın canını sıkıyordu; annemse kapının eşiğindeyken rica ettiğim fazla öpücüğü almama izin vermek bir yana bu ihtiyaçtan, bu alışkanlıktan kurtulmaya çalışmamı istiyordu. Onu böyle kızgın görmekse dudaklarımın onun gerçek varlığını ve beni uyutabilme gücünü çekebildiği bir Komünyon[5 - İsa’nın ölümünü anmak için ekmek ve şarap kullanılan ayin. Burada ekmek İsa’nın etini, şarap ise kanını temsil eder. Bkz. Efkaristiya. (ç.n.)] ayininde kutsanmış ekmeği uzatırcasına sevecen suratıyla yatağıma doğru eğildiğinde daha biraz önce getirdiği o huzurlu havayı tamamen yok ediyordu. Yine de annemin odamda aslına bakılırsa çok kısa kaldığı bu akşamlar, akşam yemeğinde misafirler olduğu zaman bana iyi geceler dilemeye yukarı çıkamadığı akşamlara kıyasla çok daha hoştu. Misafirlerimiz ise şehir dışında bulunan birkaç yabancı dışında Combray’deki evimize gelen neredeyse tek kişi sayılan (o da uygunsuz bir evlilik yaptığından beri annemle babam, karısını misafir etmek istemediği için artık daha seyrek gelmeye başlayan), bazen akşam yemeği için, bazen de haber vermeden yemekten sonra çıkagelen komşumuz M. Swann’la sınırlıydı ekseriyetle. Evin önündeki büyük kestane ağacının altında, demir masanın etrafında oturduğumuz akşamlar, bahçenin girişinden eve “zili çalmadan” giren birinin harekete geçirdiği, donuk, yaygaracı ve bitmek tükenmek bilmeyen, madenî gürültüsüyle duyanları afallatan çıngırağı değil de yabancıların çaldığı utangaç, oval, yıldızlı çifte zil sesini duyar duymaz herkes anında “Misafir mi? Kim acaba?” diye sorardı, oysa hepsi gelenin M. Swann olduğunu pek tabii bilirdi; büyük halam doğal olmasına çabaladığı bir ses tonuyla, davranışı sözlerine ters düşmesin diye yüksek sesle konuşarak gelen insanın kendisi hakkında duymaması gereken şeyler konuştuğumuzu varsayabileceğini ve bunun onun açısından kırıcı olabileceğini, dolayısıyla fısıldaşmamamızı söylerdi; bahçede fazladan bir tur daha atmaya bahane bulduğu için sevinen ve fırsattan istifade geçerken de oğlunun, kuaförün düzleştirdiği saçlarını elleriyle havalandıran bir anne gibi, gülleri biraz daha doğal göstersin diye, fidanları dik tutan sırıklardan birkaçını gizlice yerinden söken büyükannemi keşif eri olarak gönderirdik.
Hepimiz sanki çok sayıda muhtemel saldırgandan kuşkulanabilirmişiz gibi, kıpırdamadan büyükannemin düşmandan getireceği haberleri beklerdik ve çok geçmeden büyükannem, “M. Swann bu, sesini tanıdım.” derdi. Gerçekten de onu sadece sesinden tanırdık; kemerli bir burna, yeşil gözlere, Bressant tarzı kesilmiş kızıla çalan sarı saçlarıyla çevrili geniş bir alna sahip yüzünü zor seçerdik çünkü sivrisineklere maruz kalmamak için bahçede mümkün olduğunca az ışık kullanırdık; ben belli etmeden şurupları getirmelerini söylemeye içeri giderdim, büyükannem, şurupların sadece misafirler için servis edilen olağan dışı bir şeymiş gibi görünmemesine böylesini daha kibar bulduğundan çok önem verirdi. Büyükbabamdan çok daha genç olduğu hâlde M. Swann, bazen bir hiç uğruna yaşama şevkini kaybeden, düşüncelerinin yönü değişebilen, harika ve nevi şahsına münhasır olduğu söylenen babasının, en yakın arkadaşlarından biri olan büyükbabama çok bağlıydı. Yılda birkaç defa büyükbabamın sofrada, baba M. Swann’ın, gece gündüz başında beklediği karısının ölümüyle birlikte takındığı tavırla ilgili sürekli aynı anekdotları anlattığını duyardım. Onu uzun süredir görmemiş olan büyükbabam, Swann’ların Combray yakınlarındaki evine koşmuş, naaşın tabuta konuluşuna tanık olmaması için bir süreliğine, gözyaşları içinde onu ölü odasından çıkarmayı başarmış. Az güneşli parkta birkaç adım yürümüşler. M. Swann birdenbire büyükbabamı kollarının arasına alarak, “Ah! Benim eski dostum! Bu güzel havada sizinle birlikte yürümek ne güzel! Bütün bu ağaçları, akdikenleri, takdirinizi hiç belirtmediğiniz bu gölümü, siz de güzel bulmuyor musunuz? Üzgün gibi bir hâliniz var. Şu küçük esintiyi hissediyor musunuz? Ah! Ne derseniz deyin, her şeye rağmen yaşamak güzel sevgili Amédée!” diye haykırmış. Sonra ansızın, ölmüş olan karısını hatırlamış ve muhtemelen böyle bir anda nasıl olur da mutluluk hissine kapılabildiğini kavramaya çalışmayı fazla karmaşık bularak ne zaman kafasına zor bir soru takılsa yaptığı gibi ellerini alnında gezdirip gözlerini ve gözlük camlarını silmekle yetinmiş. Yine de karısının ölümünün acısını dindirememiş ama karısının ölümünden sonra yaşadığı iki yıl boyunca, büyükbabama, “Ne komik! Sürekli zavallı karımı düşünüyorum ama her seferinde ancak azar azar düşünebiliyorum.” dermiş. “Sık sık ama azar azar, zavallı baba Swann’ın deyimiyle.” cümlesi büyükbabamın, birbirinden farklı şeylerle ilgili olarak kullandığı ve en sevdiği ifadelerden biri hâline gelmişti. Eğer en yetkili karar mercii olarak gördüğüm, ileride ayıplamak eğiliminde olacağım hataları hoş görmeyi bana aşılayan, sözleri benim için âdeta bir mahkeme hükmünde olan büyükbabam, “Nasıl olur? Melek gibi adamdı!” dememiş olsaydı, Swann’ın babası bana bir canavarmış gibi görünebilirdi.
Uzun yıllar boyunca, özellikle oğul M. Swann, evlenmeden önce sık sık onları ziyarete Combray’ye geldiği hâlde büyük halam, büyükannem ve büyükbabamın; evimizde ağırladıkları ve Swann soyadının ardında âdeta kimliğini gizleyen bu adamın -bilmeden ünlü bir soyguncuyu misafir eden dürüst otelcilerin yüzde yüz masumiyetiyle- kendi ailesinin vaktiyle sık sık görüştüğü o çevrede asla yaşamadığını; Jockey Kulübünün en seçkin üyelerinden biri olduğunu, Galler prensinin ve Paris kontunun en kadim dostu, Saint-Germain muhiti yüksek sosyetesinin üstüne titrediği bir kişi olduğunu düşünmek akıllarına bile gelmedi.
Swann’ın sürdüğü bu ışıltılı yüksek sosyete hayatına olan yabancılığımız, kısmen çekingen ve ketum karakterinden, kısmen de o zamanlarda burjuvaların, toplumu, herkesin doğumlarından itibaren kendilerini ve ailelerini de barındıran bir sınıfa mensup olduğu ve parlak bir kariyer veya beklenmedik bir evlilik fırsatı yakalamadıkça bir üst sınıfa geçebilme fırsatını bulamayacağı kapalı toplumsal sınıflardan oluşan bir tür Hindistan gibi görmelerinden ileri geliyordu. Baba Swann, tüccardı; “oğul Swann” da hayatı boyunca, vergi mükellefleri kategorisinde olduğu gibi, servetinin belli gelir düzeyleri arasında gidip geldiği bir kastın üyesi olmak durumundaydı. Babasının kimlerle görüştüğünü bilirdik, dolayısıyla onun da kimlerle görüşmek “durumunda kaldığını” biliyorduk. Eğer başka insanlarla tanışıklığı varsa bunlar, yetim kaldığından beri büyük bir sadakatle ziyaretimize gelmeye devam ettiğinden annemle babam gibi eski aile dostlarının hoşgörüyle görmezden geldiği delikanlılık ilişkileriydi fakat bizim tanımadığımız bu dostlarının, bizimleyken karşılaşsa selam bile vermeye cesaret edemeyeceği türden insanlar olduğuna bahse girebilirdik. Swann’a, ailesiyle aynı konumdaki tüccar ailelerin oğulları arasında, ille de bir sosyal katsayı biçilecek olsa bu katsayı biraz düşük olurdu çünkü oldukça sade bir tarzı ve her daim “tutkuyla bağlı olduğu” antika eşyaları ve tabloları olduğu için koleksiyonlarını istiflediği ve büyükannemin ziyaret etmeyi hayal ettiği ancak büyük halamın orada yaşamayı küçük düşürücü olarak nitelendirdiği Orléans Rıhtımı’nda bulunan eski bir konakta oturuyordu. “Peki bu konuda yetenekli misiniz? Sizin iyiliğiniz için söylüyorum; çünkü satıcılar size sahte resimler kakalayabilir.” derdi büyük halam M. Swann’a; aslında sohbette ciddi konulardan kaçınan ve sadece en ince ayrıntısına girerek yemek tarifi verdiğinde değil, aynı zamanda büyükannemin kız kardeşleri, sanatsal konulardan konuşurken de samimiyetten uzak güçlü bir merak sergileyen Swann’ın, aslında hiçbir becerisinin ve entelektüel açıdan kendine ait bir fikrinin olmadığını varsayardı. Büyükannemin kız kardeşleri tarafından görüşlerini söylemeye, bir tablo karşısındaki hayranlığını ifade etmeye zorlandığında neredeyse kırıcı bir sessizliğe bürünürdü ancak buna karşılık, tablonun bulunduğu müze veya hangi tarihte resmedildiği konusunda somut bir bilgi verebiliyorsa açığını kapatmış olurdu. Yine de her zamanki gibi bizim de tanıdığımız insanlarla, Combray’nin eczacısıyla, aşçımızla veya arabacımızla arasında yakın zamanda yaşanmış yeni bir hikâye anlatarak bizi eğlendirmeye çalışmakla yetinirdi. Bu hikâyeler büyük halamı güldürürdü güldürmesine ama hikâyelerde Swann’ın sürekli kendine biçtiği gülünç rolden ötürü mü yoksa anlatırken takındığı tavır yüzünden mi güldüğü pek ayırt edilemese de “Cidden çok âlemsiniz Monsieur Swann!” derdi. Büyük halam ailemizin az da olsa bayağı sayılabilecek tek ferdi olduğundan yabancıların yanında Swann’dan bahsedilince, istese Haussmann Bulvarı’nda veya Opéra Caddesi’nde oturabileceğini, M. Swann’ın kendisine dört beş milyonluk bir miras bıraktığını ancak oturduğu yerin onun garip bir fantezisi olduğunu belirtmeden geçmezdi. Bu fantezinin başkaları için bir eğlence kaynağı olabileceği kanaatine varmış olacaktı ki M. Swann yılbaşında Paris’teki evine bir kutu kestane şekeri ile ziyarete geldiğinde misafirleri de varsa mutlaka, “Ee M. Swann! Lyon’a giderken treni kaçırmayacağınızdan emin olmak için hâlâ Şarap Deposu’nun yakınında mı oturuyorsunuz?” demekten geri kalmazdı. Sonra, kelebek gözlüğünün üzerinden, göz ucuyla misafirlere bakardı.
Ama M. Swann’ın oğlu olarak, Paris’in en saygıdeğer noterleri, vekilleri ve “burjuvazinin kaymak tabakası” tarafından ağırlanmak için kesinlikle “kâfi derecede nitelikli” olan (ve bu ayrıcalığı biraz boşladığı görülen) bu Swann’ın, bize, yatmaya gittiğini söyleyip Paris’teki evimizden çıktıktan sonra, köşeyi döner dönmez yolunu değiştirmesini ve o güne dek hiçbir tüccarın veya tüccar ortağının göz ucuyla dahi görmediği kim bilir hangi salona gittiği âdeta gizli, bambaşka bir hayatı olmasını büyük halam; kültürlü bir hanıma, kendisiye sohbet ettikten sonra Thetis’in krallığına, ölümlü gözlerin göremediği ve Vergilius’un anlattığına göre coşkuyla karşılandığı bir dünyaya dalan Aristaios’la arkadaşlık etmek düşüncesi ne kadar olağan dışı gelirse veya büyük halamın aklına gelmesi daha muhtemel bir benzetme yapacak olursak -o da Combray’deki pasta tabaklarımızda resmedilmiş olduğu için- Ali Baba’yla akşam yemeği yedikten sonra yalnız kalınca izlenmediğini anlayıp umulmadık hazineler barındıran etkileyici mağarasına girmesi kadar şaşırtıcı bulurdu.
Bir gün akşam yemeğinden sonra frak giymiş olduğu için özür dileyerek Paris’teki evimize bizi ziyarete geldiğinde Françoise, o gittikten sonra arabacıdan, Swann’ın “bir prensesin evine” akşam yemeğine gittiğini öğrendiğini söylemesiyle büyük halam “Evet tabii, kibar fahişeler sınıfından bir prensesin evine!..” diye omuz silkerek başını örgüsünden kaldırmadan soğukkanlı bir alaycılıkla cevap vermişti.
Bu yüzden, büyük halam Swann’a oldukça kaba davranırdı. Bizim davetlerimizden kıvanç duyması gerektiğine inandığı için, ellerinde yazın bahçesinden toplanmış bir sepet dolusu şeftali ve ahududu ile gelmesini, her İtalya seyahatinden bana başyapıtların fotoğraflarını getirmesini çok normal karşılardı.
Evimize ilk defa gelecek konuklarla tanıştırılacak kadar mevki sahibi olmamasından ötürü davet edilmediği önemli akşam yemekleri için bile ne zaman bir gribiche[6 - Zetyinyağı, sirke, haşlanmış yumurta, dijon hardalı, kapari, salatalık turşusu ve çeşitli otlarla hazırlanan bir sos. (ç.n.)] sosu veya ananas salatası tarifine ihtiyaç duyulacak olsa Swann’ı çağırtmaktan geri kalmazdı. Sohbet konusu dönüp dolaşıp Fransa Hanedanı prenseslerine gelirse cebinde belki de Twickenham’dan bir mektup taşıyan Swann’a “Sizin veya benim asla tanıyamayacağımız, imkân olsa tanışmak istemeyeceğimiz insanlar, değil mi efendim?” derdi büyük halam; büyükannemin kız kardeşinin şarkı söylediği akşamlar, koleksiyona ait bir bibloyla fazla özen göstermeden ucuz, sıradan bir eşyaymış gibi oynayan bir çocuğun naif hoyratlığı ile başka zamanlarda, başka yerlerde aranan bir kişi olan Swann’a piyanoyu çektirir, nota kâğıtlarını çevirttirirdi. Kuşkusuz dönemin kulüplerinin tanınan siması olan bu Swann, akşamları Combray’deki evin küçük bahçesinde, iki adet utangaç zil sesi duyulduktan sonra sesinden tanıdığımız ve büyükannemin peşi sıra karanlığın içinde beliriveren, anlaşılması güç ve müphem bu kişiliğe, Swann ailesi hakkında bildiği her şeyi katıp harmanlayarak büyükannemin kafasında yarattığı Swann’dan çok farklıydı. Hayatın en eften püften ayrıntıları açısından da bakılsa insan, herkes için aynı olan, isteyenin bir sözleşme veya bir vasiyetname gibi inceleyebileceği, sadece maddesel bir bütünlükten ibaret değildir; sosyal kişiliğimiz diğer insanların düşüncelerinin bir eseridir. “Tanıdık birini görmek” olarak nitelendirdiğimiz basit bir eylem bile kısmen zihinsel bir aktivitedir. Baktığımız bu varlığın dış görünüşünü, onun hakkındaki tüm düşüncelerimizle doldururuz ve hayal ettiğimiz bütün içinde, bu düşünceler şüphesiz büyük bir yer tutar. Yanakları o kadar mükemmel doldururlar, burun çizgisini öylesine değişmez bir kesinlikle izlerler, sesin tınısıyla, âdeta saydam bir kılıf gibi öylesine uyumlu bir şekilde karışırlar ki bu yüzü her gördüğümüzde, bu sesi her işittiğimizde, karşımızda bulduğumuz, duyduğumuz işte bu düşüncelerdir. Ailem, kendilerinin şekillendirdiği Swann’da, başka insanların onunla karşılaştıklarında çehresinde hüküm süren ve kemerli burnunda doğal bir sınır gibi duran zarafeti görmelerine sebep olan yüksek sosyete hayatına dair sayısız ipucunu hesaba katmamışlardı muhtemelen; bu sebeple bizimkiler de itibarını tam olarak yansıtmayan bu boş ve geniş çehreyi, bu azımsanan gözlerin derinliğini; sayfiye komşuluğu hayatımız boyunca süregelen haftalık akşam yemeklerimizden sonra, oyun masasının etrafında veya bahçede birlikte geçirilen, o silik ve hoş tortulu -yarı hatıra, yarı unutulmuş olan- aylak saatler ile doldurabilmişlerdi. Dostumuzun bedensel kılıfı, bunlarla ve ailesine ilişkin bazı hatıralarla öyle tıka basa doldurulmuştu ki bu Swann, eksiksiz ve yaşayan bir varlık hâline gelmişti; öyle ki şimdi bile hatıralarıma dönüp baktığımda sonradan ve daha samimi şekilde tanıdığım Swann’dan, boş vakitlerle dolu, ulu kestane ağacı, bir sepet dolusu ahududu, bir tutam tarhun esansıyla mis gibi kokan -çocukluğumun sevimli hatalarını barındıran, sanki hayatımızda da tıpkı benzer tonları olan bir aile edasıyla, aynı dönemden bütün tabloların bulunduğu bir müzedeki gibi, aynı dönemde tanıdığım insanları andıran- bu ilk Swann’a geçtiğimde, bir başkasına gidebilmek için diğer bir insanı terk ettiğim izlenimine kapılırım.
Oysa büyükannem, Sacré-Cœur’de tanıştığı (birbirlerine duydukları yakınlığa rağmen, bizim sınıf kavramımız yüzünden dostluklarını ilerletmek istememiş olan) meşhur Bouillon ailesinin bir üyesi olan Villeparisis markizinden bir ricada bulunmaya gittiğinde markiz kendisine “M. Swann’ı yakinen tanıdığınızı sanıyorum, kendisi yeğenlerim Laumes’ların çok iyi dostu olur.” demişti. Büyükannem bu ziyaretten, Mme de Villeparisis’nin, kiralamasını tavsiye ettiği bahçeli bir ev ve merdivenlerde yırtılan eteğini diktirmek için avludaki dükkânlarına girdiği terzi ve kızı ile tanışmış olarak coşkuyla dönmüştü. Büyükannem bu insanları çok samimi bulmuş, kızın bir pırlanta gibi, terzinin de hayatında tanıdığı en seçkin, en hoş beyefendi olduğunu söylemişti. Çünkü seçkinlik onun gözünde sosyal statüden tamamıyla bağımsız bir şeydi. Terzinin bir cevabı onu büyülemişti sanki, “Sévigné bundan iyi ifade edemezdi.” diyordu anneme; buna karşın, Mme. Villeparisis’nin evinde karşılaştığı bir yeğeninden ise “Ah kızım, ne bayağı bir adam!” diye bahsediyordu.
Gelgelelim markizin Swann’a ilişkin bu sözleri, onu büyük halamın gözünde yüceltmek yerine, Mme. de Villeparisis’yi küçültücü bir etki yaratmıştı. Sanki büyükannemin sözlerine istinaden Mme. de Villeparisis’ye duyduğumuz hürmet, ona bu saygıya layık olmadığını düşündürecek bir şey yapmama sorumluluğunu yüklüyordu da markiz de Swann’ın varlığından haberdar olarak, aile fertlerinin onunla görüşmesine izin vererek bu yükümlülüğünü yerine getirmemişti. “Nasıl olur da Swann’ı tanıyabilir? Üstelik, Mareşal Mac-Mahon’la akraba olduğunu iddia ettiğin bir hanım!” Swann’ın ilişkileriyle ilgili bizim ailede yaygın olan bu görüş, neredeyse bir kaldırım yosması sayılabilecek alt tabakadan bir kadınla yaptığı evliliği ile onaylanmış gibi geldi kendilerine; zaten Swann da karısını bizle tanıştırmaya hiç kalkışmadı, ziyaretlerini giderek seyrekleştirmekle birlikte bir başına evimize gelmeye devam etti ama bizimkiler, Swann’ın -karısını da o çevrede bulmuş olabileceği kanısıyla- girip çıktığı, kendilerinin bilmediği bu çevre hakkında bir hükme varabileceklerini zannettiler.
Fakat bir defasında büyükbabam bir gazetede, M. Swann’ın, babasının ve amcasının Louis-Philippe yönetiminin en önde gelen devlet adamları olduğu X… dükünün evindeki pazar kahvaltılarının en sadık müdavimlerinden biri olduğunu okudu. Büyükbabam, Molé, Pasquier ve Broglie dükü gibi adamların özel hayatlarına düşünce yoluyla sızmasına yardım edecek bütün bu küçük detaylara pek meraklıydı. Swann’ın onları tanımış olan bu insanlarla görüşüyor olmasına sevinmişti. Büyük halam da tam tersine, bu haberi Swann’ın aleyhine yorumladı: Görüştüğü kişileri, içine doğduğu kendi kastının, toplumsal “sınıf”ının dışından seçen biri, onun gözünde korkunç bir düşüşe mahkûm olurdu. Bu gibi insanlar, ileri görüşlü ailelerin, evlatlarının iyiliği için şerefli bir şekilde besleyip büyüttükleri mevki sahibi insanlarla olan bu müstesna ilişkilerinin meyvelerinden bir çırpıda vazgeçiyorlarmış gibi görünürdü ona (Hatta büyük halam, sırf bir asilzade ile evlendiği için aile dostlarımızdan bir noterin oğluyla görüşmeyi kesmişti; bu, onun nazarında, saygıdeğer bir noter oğlu mertebesinden, kraliçelerin ara sıra lütuflarını eksik etmedikleri anlatılan eski oda hizmetkârlarının ve seyislerin bulunduğu maceraperestler sınıfına düşüş demekti.). Büyükbabamın, akşam yemeğine geleceği bir sonraki sefer, Swann’ı bizim yeni keşfettiğimiz bu dostları hakkında sorguya çekmesi fikrini eleştirdi. Diğer yandan büyükannemin, onunla aynı asaleti taşıyan ancak aynı anlayışı paylaşmayan, yaşı geçkin iki kız kardeşi de eniştelerinin boş konulardan bahsetmekteki bu hevesini anlayamadıklarını belirttiler. İnce zevklerin insanlarıydı ve bu yüzden tarihsel açıdan ilginç olsa dahi genellikle söylentiden öteye gitmeyecek şeylere, doğrudan estetik veya erdemle bağlantılı olmayan herhangi bir şeye karşı en ufak bir yakınlık duymuyorlardı. Sosyete hayatıyla uzaktan yakından ilişkili olabilecek her türlü şeye karşı o kadar ilgisizlerdi ki -akşam yemeğinde, sohbet havai, somut konulara dayalı bir hâl aldığında ve bu iki hanım, konuşmayı, sevdikleri konulara çekemediğinde geçici bir süre için herhangi bir fayda sağlamayacağını anlamış olan- işitme duyuları, bu konular konuşulurken alıcı organlarını dinlenmeye alır, onları gerçek bir atrofi başlangıcına maruz bırakırdı. Eğer büyükbabam o esnada iki kız kardeşin dikkatini çekmek isterse psikiyatristlerin hastalık derecesinde dalgınlığı olan bazı hastalarda kullandıkları fiziksel uyarılara başvurmak zorunda kalırdı: bıçağın kenarıyla birkaç kez üst üste bardağın kenarına vurmak, aynı anda sertçe seslenip gözünü dikmek, psikiyatrların çoğu kez, ya mesleki bir alışkanlık olarak ya da herkesin biraz deli olduğuna inandıklarından gündelik hayatındaki sağlıklı insanlarla arasındaki ilişkilere de taşıdığı sertlik içeren birtakım yöntemler.
Her nasılsa, Swann akşam yemeğine bize gelmeden bir gün önce bizzat kendilerine bir kasa Asti şarabı gönderdiği gün, halam, Corot Sergisi’nden bir tablonun adının yanında “M. Charles Swann’ın koleksiyonundan” açıklamasının yer aldığı “Le Figaro”nun bir sayısını göstererek, “Gördünüz mü? Swann’ın adı ‘Le Figaro’da çıkmış.” dediğinde iki kız kardeş daha da çok ilgilendiler. “Size, onun ne kadar zevk sahibi bir insan olduğunu hep söylemişimdir.” dedi büyükannem. “Elbette öyle derdin, sırf bizimle aynı fikirde olmadığını göstermek için tabii…” diye cevapladı büyük halam, büyükannemin asla onunla aynı fikri paylaşmayacağını bilerek ve her defasında kendisine hak verdiğimizden emin olamadığı için bizi kendisiyle dayanışma içinde büyükannemin fikirlerini toplu bir girişimle mahkûm etmeye zorlayarak. Fakat biz sessiz kalmayı tercih ettik. Büyükannemin kız kardeşleri “Le Figaro”da çıkan bu haberden Swann’a bahsetmeye niyetlendilerse de büyük halam onları bu konuda tembihledi. Ne zaman başkalarında kendisinin sahip olmadığı az da olsa bir üstünlük görse bunun bir avantaj değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve gıpta etmek durumunda kalmamak için onlara acırdı. “Bence bu onun hoşuna gitmez; şahsen, kendi adımı gazetede böyle apaçık görmekten rahatsızlık duyardım, bundan söz edilmesi hiç de göğsümü kabartmazdı açıkçası.” Aslına bakılırsa büyük halam, büyükannemin kız kardeşlerini ikna etme konusunda fazla da ısrarcı davranmadı çünkü büyük teyzelerim, bayağılaşma korkusuyla, kişisel imaları ustalıklı mecazların altına gizleme sanatında işi o kadar ileri götürürlerdi ki genellikle imaların hedefindeki kişi dahi bunun farkına varamazdı. Anneme gelince, tek düşündüğü, Swann’a karısından değil de çok sevdiği ve söylenenlere bakılırsa evlenmesine sebep olan kızından bahsetmeyi babama kabul ettirmekti. “Tek bir kelime bile etsen, nasıl diye sorsan… Bu ona kim bilir ne denli acı veriyordur.” Ama babam kızardı: “Olmaz! Ne saçma fikirlerin var? Gülünç olur.”
Ama Swann’ın gelişi, aramızdan sadece biri için ızdırap dolu bir endişenin kaynağıydı, o da bendim. Çünkü misafirlerin veya sadece M. Swann’ın bizde olduğu akşamlar annem odama hiç çıkmazdı. Masada yemezdim, sonra bahçeye çıkar, saat dokuzda iyi geceler diler ve yatmaya giderdim. Yemeğimi herkesten önce yer, sonra yukarı çıkmam gereken saat olan sekize kadar sofrada otururdum; annemin her zaman bana yatağımda uyumak üzere olduğum zamanlarda kondurduğu bu değerli ve kırılgan öpücüğü, yemek odasından yatak odama kadar taşımak ve soyunurken tatlı yumuşaklığını bozmadan, uçucu etkisi dağılıp buharlaşmadan tüm bu zaman süresince korumak zorunda kalırdım, hem de bu öpücüğü her zamankinden daha özenli bir şekilde kabul etmem gereken bu akşamlarda; bir kapı kapatırken, hastalıklı şüpheleri onları yakaladığında, bu şüpheye başarıyla karşı koyabilmek için kapıyı kapadıkları anın hatırası ile başka bir şey düşünmemeye çabalayan ruh hastalarının yaptığı gibi özel bir dikkate, zamana ve izne gerek duymaksızın, onu insanların gözü önünde, âdeta çalarcasına almak zorunda kalırdım.
Zilin çekingen, çifte şıngırtısı duyulduğunda hepimiz bahçedeydik. Gelenin Swann olduğunu biliyorduk ancak buna rağmen sorgulayıcı bir tavırla herkes birbirine baktıktan sonra büyükannem keşfe gönderildi. “Gönderdiği şarap için açık bir şekilde teşekkür etmeyi unutmayın, biliyorsunuz ki gayet lezizdi ve kasa da oldukça büyüktü.” diye tavsiyede bulundu büyükbabam baldızlarına. “Fısıldaşmaya başlamayın!” dedi büyük halam. “Herkesin alçak sesle konuştuğu bir eve gelmek de hoş bir duygudur doğrusu!” “Ah! İşte M. Swann! Kendisine soralım acaba yarın hava güzel olacak mı?” dedi babam. Annem, kendisinin söyleyeceği tek bir sözünün, Swann’ın, evliliğinden beri bizim aile yüzünden çektiği üzüntüyü tamamen sileceğini düşünüyordu. Bir ara Swann’ı bir kenara çekme fırsatını buldu. Ama ben peşlerinden gittim; diğer akşamlar olduğu gibi beni öpmeye geleceği avuntusu olmadan mecburen onu yemek odasında bırakıp odama çıkacağımı düşünerek yanından bir adım bile ayrılmaya cesaret edemiyordum. “Evet Monsieur Swann…” dedi annem. “Bana biraz kızınızdan bahsetsenize; babası gibi sanat eserlerine şimdiden düşkün olduğuna şüphem yok.” Büyükbabam yanımıza yaklaşıp, “Hadi gelin de bizimle birlikte verandada oturun.” dedi. Annem sözünü bitirmek zorunda kaldı ama en güzel mısralarını kafiye baskısı altında bulmaya çalışan büyük şairler gibi bu baskıdan daha incelikli bir düşünce daha çıkardı: “Baş başa kaldığımızdan ondan tekrar söz ederiz.” dedi alçak sesle Swann’a. “Hislerinizi anlamaya ancak bir anne muktedir olabilir. Eminim kızınızın annesi de benimle aynı fikirdedir.” Hepimiz demir masanın etrafında oturduk. Akşam odamda uyuyamadan geçireceğim o sıkıntılı saatleri düşünmek istemiyordum; ertesi sabah unutmuş olacağım için hiçbir önem teşkil etmediği konusunda kendimi ikna etmeye, beni önümdeki korkunç uçurumun ötesine geçirebilecek bir köprü gibi geleceğe ait düşüncelere tutunmaya çabalıyordum. Ama endişelerimle gerilmiş, anneme yönelttiğim bakışlar gibi dışa dönmüş olan zihnim, hiçbir dış etkinin içine nüfuz etmesine izin vermiyordu. Ancak beni duygulandıracak bir güzelliğin veya sadece eğlendirici gülünçlüğün tüm etmenlerini dışarıda bırakmak kaydıyla düşünceler zihnime girebiliyordu. Tıpkı anestezinin etkisiyle hiçbir şey hissetmeden geçirmekte olduğu ameliyatı bilinci tamamen açık bir şekilde izleyen bir hasta gibi, sevdiğim mısraları ezberden okuyabiliyor veya büyükbabamın Swann’a Audiffret-Pasquier dükünden söz etmek için gösterdiği çabayı, eğlenceye dair tek bir duygu belirtisi göstermeden gözlemleyebiliyordum -ki bu çabalar sonuçsuz kaldı. Büyükbabam, Swann’a bu hatiple ilgili bir soru sorduğu sırada, kulakları bu soruyu derin ama rahatsız edici ve nezaket icabı bozulması gereken bir sessizlik gibi algılayan büyük teyzelerimden biri ötekine seslendi: “Biliyor musun Céline, bana İskandinav ülkelerdeki kooperatiflerle ilgili çok ilginç bilgiler veren İsveçli genç bir öğretmenle tanıştım. Bir akşam onu yemeğe çağırmalıyız.” “Bence de!” diye cevap verdi kardeşi Flora. “Ama ben de zamanımı boşa harcamadım. M. Vinteuil’ün evinde Maubant’ı çok iyi tanıyan yaşlı bir âlimle tanıştım, Maubant ona, sahnede rolünü nasıl canlandırdığını en ince ayrıntısına kadar açıklamış. Çok ilginç. M. Vinteuil’ün komşularından biriymiş bu adam, hiç bilmiyordum; ayrıca çok nazik bir beyefendi.” “Nazik komşuları olan tek kişi M. Vinteuil değil!” diye haykırdı Céline teyzem, çekingenliğinin sebep olduğu, planlı ve dolayısıyla yapay bir ses tonuyla, bir yandan da Swann’a anlamlı diye nitelendirdiği bir bakış atarak. Céline’in bu cümlesiyle, gönderdiği Asti şarabı için Swann’a teşekkür etmek istediğini anlayan Flora teyzem de bu esnada, hem bir kutlama hem de belki ablasının nüktesini vurgulamak istediğinden, belki de bu nükteye ilham kaynağı olduğu için Swann’a gıpta ettiğinden, belki de sadece köşeye sıkıştığını sandığı Swann’la dalga geçmekten kendini alamadığı için alaycı bir ifadeyle Swann’a bakıyordu. “Bu beyefendinin, akşam yemeği davetimizi kabul edeceğine inanıyorum.” diye devam etti Flora. “Maubant’dan veya Mme Materna’dan söz açıldığında, saatlerce durmaksızın konuşuyor.” “Bu çok hoş olmalı.” diye iç geçirdi büyükbabam. Doğa maalesef büyük teyzelerimin hamuruna Molé’nin veya Paris kontunun özel hayatına ilişkin bir hikâyeden tat alabilmek için insanın kendisinin eklemesi gereken bir tutam tuzu koymayı unuttuğu gibi, büyükbabamın hamuruna da İsveç’teki kooperatiflerle veya Maubant’ın bir rolü oluşturmasıyla tutkuyla ilgilenme ihtimalini koymayı da ihmal etmişti. Swann, büyükbabama, “Biliyor musunuz, söyleyeceğim şey bana sorduğunuz şeyle göründüğünden daha da ilintili, çünkü bazı bakımlardan, dünya pek fazla değişmedi.” dedi. “Bu sabah Saint-Simon’u tekrar okurken sizin çok hoşunuza gidecek bir şeye rastladım. İspanya Büyükelçiliğiyle ilgili kitabındaydı; en iyilerinden sayılmaz, bir günlük sadece ama en azından şaşırtıcı derecede güzel yazılmış bir günlük, ki bu da sabah akşam okumak zorunda olduğumuz o sıkıcı gazetelerle karşılaştırılınca önemli bir fark.” “Ben sizinle aynı fikirde değilim, bazı günler gazete okumak çok hoşuma gidiyor…” diye araya girdi Flora teyzem, “Le Figaro”da Swann’ın Corot tablosu hakkında yazılan cümleyi okuduğunu göstermek için. “Bizi ilgilendiren şeylerden veya kişilerden bahsettiklerinde!..” diye ekledi Céline teyzem. “Buna bir itirazım yok.” diye cevapladı Swann şaşkınlıkla. “Benim gazetelerde eleştirdiğim şey, önemli konuların işlendiği kitapları hayatımız boyunca sadece üç veya dört defa okurken; onların o kadar da mühim olmayan şeyler hakkında her gün dikkatimizi çekmeleri. Mademki her sabah gazetenin ambalajını heyecanla koparıyoruz, o zaman bir değişiklik yapılıp ne bileyim ben… Pascal’ın ‘Düşünceler’ini falan koymaları gerekir!” (Bu kelimeyi, kendini beğenmiş gibi görünmesin diye alaycı bir tonda söyledi.) “Yunanistan kraliçesinin Cannes’a gittiğini veya Léon prensesinin bir maskeli balo düzenlediğini de ancak on yılda bir açtığımız sayfa kenarları yaldızlı kitaplardan okurduk o zaman.” diye ekledi bazı yüksek sosyete mensuplarının sosyete olaylarına karşı takındığı küçümser bir edayla. “Böylece doğru orantı sağlanmış olurdu.” Sonra kibar bir tonla, ciddi şeylerden bahsettiğine pişman olarak, “Sohbetimize diyecek yok!” dedi alaycı bir şekilde. “Neden bu ‘zirve’lere çıkmaya niyetleniriz bilmem.” Ve büyükbabama dönerek: “Saint-Simon, Maulevrier’in, oğullarına elini uzatma cüretini gösterdiğini anlatıyor. Biliyorsunuz, ‘Bu kalın şişenin içinde öfke, basitlik ve aptallıktan başka bir şey görmedim.” diye bahsettiği şu Maulevrier…” “Kalın veya değil, içinde çok başka şeyler bulunan şişeler biliyorum.” diye atıldı Flora, Swann’a ikisine de Asti şarabı gönderdiği için teşekkür etme niyetiyle. Céline gülmeye başladı. Hayrete düşen Swann sözüne devam etti: “ ‘Cehaletten mi madrabazlıktan mı bilmem, çocuklarımın elini sıkmak istedi. Neyse ki vaktinde fark edip engel oldum.’ diyor Saint-Simon.” Büyükbabam, “cehaletten mi madrabazlıktan mı” ifadesine hayran olmuştu bile ama Saint-Simon adının -bir edebiyatçı sıfatıyla- işitme duyusundaki anestezi etkisini engellediği Mlle Céline kızıyordu: “Nasıl olur? Bunu mu beğeniyorsunuz? Hadi canım! Peki bu ne demek oluyor; insanlar eşit değil mi? Eğer bir insanın aklı ve yüreği varsa dük veya arabacı olmuş ne fark eder? Sizin Saint-Simon, çocuklarına bütün dürüst insanların elini sıkmalarını söylememişse bu çok güzel bir öğreti! Tek kelimeyle korkunç! Ve siz bunu örnek olarak mı gösteriyorsunuz?” Büyükbabam bu engel karşısında, Swann’a kendisinin hoşuna gidebilecek bir hikâye anlattırmaya çalışmanın imkânsızlığını hissederek anneme alçak sesle şöyle dedi: “Tam da böyle zamanlarda beni rahatlatan, bana öğrettiğin şu mısrayı unuttum. Hah! Evet şöyleydi: ‘Tanrı’m, öyle bir fazilet ki bu, bizi kendinden nefret ettiren!’ Ah! Ne kadar da güzel!”
Gözlerimi annemden ayırmıyordum, sofraya geçildiğinde tüm akşam yemeği boyunca kalmama müsaade olmadığını, babamı kızdırmamak için annemin insanların önünde odamdaki gibi onu tekrar tekrar öpmeme izin vermeyeceğini biliyordum. Kendi kendime, yemek odasına geçtiğimizde yemeğe başlanacağı sırada, gitme saatimin yaklaştığını hissettiğim an, bu kısa ve kaçamak öpücüğün öncesinde tek başıma yapabileceğim her hazırlığı yapmaya, bakışlarımla annemin yanağının neresini öpeceğimi kararlaştırmaya söz vermiştim; tıpkı poz verme seansları için kısıtlı vakti olan bir ressamın paletini hazırlaması ve mecbur kaldığında bir modelin varlığı olmadan da yapabileceği şeyleri önceden belleğine ve notlarına başvurarak tamamlaması gibi zihnimi hazırlayacak, bu düşünsel öpücük başlangıcı sayesinde, annemin bana ayıracağı bir dakikanın tümünü onun yanağını dudaklarımda hissedebilmeye harcayacaktım. Ne var ki yemek çanı çalmadan büyükbabam bilinçsiz bir acımasızlıkla, “Ufaklık yorgun görünüyor, yatmaya gitse iyi olur. Bu gece geç yiyeceğiz yemeği.” dedi. Anlaşma kurallarına annem ve büyükannem gibi titizlikle uymayan babam da “Evet, hadi git yat.” dedi. Annemi öpmek istedim, tam o anda akşam yemeğinin zili duyuldu. “Ama yeter, anneni rahat bırak, iyi geceler dilediniz ya birbirinize zaten, bu ritüeller çok gülünç! Hadi yukarı!” Böylece yolluğumu almadan yukarı çıkmak zorunda kaldım, merdivenin her basamağını, beni öperek peşimden gelme iznini kendinde bulmayan annemin yanına dönmek isteyen -günümüzün tabiriyle- “gönlüme karşı koyarak” mecburen çıktım. Her zaman böyle üzgün tırmandığım bu iğrenç merdivenler, her gece yaşadığım bu belli türdeki hüznü bir şekilde emip sabitleşmiş bir vernik kokusu yayıyordu ve belki de bu hüznün duyarlılığım üzerindeki etkisini daha da acımasızlaştırıyordu çünkü bu koku formuna bürünmüş hüznüm karşısında, zihnim çaresiz kalıyordu.
Uykumuzda diş ağrısından kurtulmak için art arda iki yüz kere hamle yaptığımız, suya düşen genç bir kız veya Molière’in durmadan tekrarladığımız bir mısrası gibi hissettiğimizde uyanıp da zihnimizin diş ağrısı kavramını, her tür kahramanca ve ritmik kamuflajından arındırması büyük bir rahatlamadır. Odama çıkarkenki kederim ise -manevi bir istiladan daha zehirli olan- bu merdivene has o vernik kokusu, olabildiğince hızlı, neredeyse bir anda hatta sinsi ve sert bir şekilde benliğime işlediğinde yaşadığım şey, bu rahatlamanın tam tersiydi. Odamda, bütün çıkışları kapatmam, panjurları indirmem, yatak örtüsünü açarak kendi mezarımı kazmam, gecelik suretindeki kefenimi giymem gerekti. Ama büyük yatağın fitilli dokumadan yapılan cibinliğinin içinde yazın çok terlediğim için odaya ilave edilen demirden yatağıma gömülmeden önce, içimde bir isyan hissi belirdi ve bir idam mahkûmu hilesine başvurmak istedim. Anneme, notumda bahsedemeyeceğim kadar önemli bir konu için odama çıkmasını rica eden bir not yazdım. Tek korkum, teyzemin, Combray’de olduğum zamanlar benimle meşgul olmasını tembihlediği aşçısı Françoise’ın notumu götürmeyi reddetmesiydi. Misafir varken anneme bir not götürmenin ona, bir tiyatro kapıcısının aktöre, sahnedeyken bir mektup götürmesi kadar imkânsız görüneceğinden şüpheleniyordum. Françoise’ın, yapılabilecek veya yapılamayacak şeyler konusunda, anlaşılmaz veya anlamsız ayrımlara dayanan, zorlayıcı, kapsamlı, karmaşık ve taviz vermez (süt çocuklarını katletmek gibi kanlı buyrukların yanı sıra, abartılı bir incelikle oğlağı annesinin sütünde pişirmeyi veya hayvanların but sinirlerini yemeyi yasaklayan eski yasalara benzeyen) kuralları vardı. Talep ettiğimiz bazı işlere karşı aniden gösterdiği direnişe bakılırsa bu kurallar, Françoise’ın kendi çevresi ve köy hizmetkârlığının ona kazandıramayacağı birtakım toplumsal karmaşıklıkları ve sosyete inceliklerini öngörmüş gibiydi; insan onun, tıpkı bir zamanlar orada bir saray hayatı yaşandığına tanıklık eden eski konakların bulunduğu ve kimyasal madde fabrikası işçilerinin -Aziz Théophile mucizesini veya Aymon’un dört oğlunu simgeleyen zarif heykellerin arasında- çalıştığı sanayi siteleri gibi çok eski, asil ve anlaşılamamış bir Fransız geçmişine sahip olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. Bu örnekte, bir yangın çıkmadıkça M. Swann varken benim gibi önemsiz bir şahıs için annemi rahatsız etmesinin oldukça düşük bir ihtimal olacağına işaret eden yasa maddesi, Françoise’ın sadece -ölülere, rahiplere veya krallara olduğu gibi- annemlere değil, ağırlanan misafire duyduğu saygının da bir göstergesiydi; bir kitapta rastlasam belki beni duygulandıracak olan bu saygı, konu Françoise olunca bundan bahsederken kullandığı ciddi ve şefkatli ses tonu yüzünden beni sinir ederdi; hele ki yemeğe, merasimi bölmeyi reddetmesine sebep olacak kutsanmış bir nitelik yüklediği o akşam. Şansımı deneyip yalan söylemekten çekinmedim ve Françoise’a, anneme bu notu kendi isteğimle yazmadığımı, ben yanından ayrılırken aramamı rica ettiği bir eşya ile ilgili olarak ona bir cevap göndermeyi unutmamamı tembihleyenin annem olduğunu, eğer not eline geçmezse de çok kızacağını söyledim. Françoise’ın bana inanmayacağını sanırdım çünkü hisleri bizlere oranla daha kuvvetli olan ilk insanlar gibi, ondan saklamak istediğimiz tüm gerçekleri, bizim için kavraması güç olan işaretlerden hemen hissederdi; bir kâğıdın incelenmesi ve yazının görünüşü, notun içeriği veya hangi yasa maddesini tercih etmesi gerektiği hakkında ona bir fikir verecekmiş gibi beş dakika boyunca nota baktı. Sonra, “Böyle bir evlada sahip olmak ne büyük şanssızlık!” anlamı taşıyan kabullenmiş bir ifadeyle odadan çıktı. Bir dakika içinde geri dönüp içeridekilerin henüz dondurmalarını bitirmediklerini, uşağın notu herkesin önünde vermesinin imkânsız olduğunu ama ağızlarını çalkalamaya başladıkları sırada, bir yolunu bulup notu anneme ileteceğini söyledi. Endişelerim o anda kayboldu; artık az önce olduğu gibi, yarına kadar annemden ayrılmış sayılmıyordum çünkü, küçük notum ulaştığı anda annemi çok kızdıracak (hem de bu numara beni Swann’ın gözünde gülünç duruma düşüreceği için iki kat daha fazla) ama en azından görünmez ve mutlu bir şekilde anemin bulunduğu odaya girmemi sağlayacak, annemin kulağına fısıltıyla benden söz edecekti; daha birkaç dakika önce -“taneli”– dondurmayla, ağız çalkalama kaplarının bile annem bu hazları benden uzakta tattığı için, bana zararlı ve ölümcül hazlar barındırıyormuş gibi göründüğü bu yasak, düşman yemek odasının kapıları bana açılacaktı ve kabuğunu yırtan olgunlaşmış bir meyve gibi, yazdığım satırları okuyan annemin dikkatini benim coşkun gönlüme doğru fırlatacaktı. Artık ondan ayrı değildim; engeller yıkılmıştı, harika bir bağ bizi birleştiriyordu. Üstelik bununla da bitmiyordu: Annem mutlaka gelecekti!
Swann’ın, yazdığım notu okuması ve amacını tahmin etmesi hâlinde, yaşadığım buhranla dalga geçeceğini düşünüyordum, oysa aksine, daha sonradan öğrendiğim kadarıyla benzer bir buhranı o da yıllar önce yaşamıştı hatta belki de beni anlayabilecek tek kişi oydu; o, sevdiği kadının, kendisinin bulunmadığı ve katılamayacağı bir eğlence yerinde olduğunu sezmenin getirdiği buhranla aşk sayesinde tanışmıştı; aşk, bu buhranın kaderi olan, onu tekeline alan, onu özelleştiren aşk, ama benim durumumda olduğu gibi buhran; aşk, hayatımızda kendini göstermeden önce içimize yerleştiğinde, onu beklerken başıboş ve serbestçe dalgalanır, belli bir aidiyeti olmadan, bir gün bir duygunun, ertesi gün bir başkasının bazen evlat sevgisinin, bazen de bir dosta duyulan içtenliğin hizmetindedir. Françoise notumun iletileceğini haber vermeye geldiğinde Swann benim ilk kez tattığım bu mutluluğu çok iyi tanıyordu; sevdiğimiz kadının, onunla buluşmak için bir balonun veya bir davetin verildiği konağa veya tiyatroda bir prömiyere gelen bir arkadaşı veya akrabası, bizi umutsuzca sevdiğimizle konuşmak için fırsat kollayarak dışarıda aylak aylak dolaşırken gördüğünde yaşanan yalancı bir mutluluktu bu. O kişi bizi tanır, teklifsizce yanımıza yanaşıp orada ne yaptığımızı sorar. Biz, bir akrabasına veya bir arkadaşına, acil bir mesajımız olduğu yalanını söylediğimizde bunun çok zor bir şey olmadığı söyleyerek bizi fuayeye alır ve beş dakikaya sevdiğimizi yanımıza göndereceğine söz verir. Düşmanca, ahlaksızca, harikulade girdapların sevdiğimiz kadını bizden uzağa sürüklediğine, bizi güldürdüğüne inandığımız o garip, cehennemî daveti, tek bir kelimesiyle nezdimizde katlanılabilir, insani hatta neredeyse olumlu kılan iyi niyetli aracıyı -tıpkı o anda benim Françoise’ı sevdiğim gibi- ne kadar da çok severiz! Yanımıza gelen ve davetin acımasız gizemlerine vâkıf olan o akrabayı göz önüne alırsak eğer, diğer davetlilerin de şeytani bir yanının olmaması gerekir. Sevdiğimiz kadının bilinmez hazlar tadacağı bu erişilmez ve işkence dolu saatlere, beklenmedik bir gedikten karışmaktayızdır, işte biz de art arda dizilerek bu saatleri oluşturan anlardan birinde; diğerleri kadar gerçek, sevgilimiz de işin içinde olduğundan bizim için daha mühim olan, kafamızda canlandırdığımız, sahip olduğumuz, ona müdahale ettiğimiz hatta neredeyse bizim yarattığımız bir an: Orada, aşağıda olduğumuzun kendisine söyleneceği an. Herhâlde davetin diğer anları bu andan farklı, daha harikulade olmamalı, bize öylesine acı verecek bir şeyi bulunmuyor olmalıydı ki iyi niyetli akraba, “Aşağı inmekten memnuniyet duyar. Yukarıda sıkılmaktansa sizinle sohbet etmeyi tercih edecektir.” demiştir bize. Ah! Swann bu tecrübeyi yaşamıştı, sevmediği birinin bir davette bile peşini bırakmamasına sinirlenen bir kadın üzerinde, üçüncü bir şahsın iyi niyetinin hiçbir etkisi yoktur. İyi niyetli şahıs genellikle eli boş döner.
Annem gelmedi ve (bulup bulmadığımı bildirmemi rica ettiği eşyayla ilgili yalanımın ortaya çıkmamasına bağlı olan) izzetinefsime özen göstermeksizin Françoise’la şu mesajı gönderdi: “Cevap yok.” Daha sonra, bu cümlenin lüks otellerin kapı görevlileri veya kumarhane görevlileri tarafından şaşkınlık içindeki zavallı kızlara söylendiğini sık sık duydum: “Nasıl olur, hiçbir şey demedi mi? Ama imkânsız bir şey bu! Mektubunu kendisine ilettiğinize emin misiniz? Neyse ben biraz daha bekleyeyim.” Ben de -tıpkı bu genç kızların, kapı görevlilerinin kendileri için fazladan bir lamba yakma isteklerini, ışığa ihtiyaçları olmadığını söyleyerek geri çevirip bir kenarda durmaları, görevlinin komiyle havadan sudan konuştuğu, sonra aniden saatin farkına varıp müşterinin ısınan içkisini buzda tekrar soğutmak için komiyi göndermesini izlemeleri gibi- Françoise’ın bana bir bitki çayı yapma, yanımda oturma tekliflerini reddedip onu mutfağa gönderdikten sonra yatağa yattım ve bahçede kahve içen annemlerin seslerini duymamaya çalışarak gözlerimi kapattım. Ama birkaç saniye sonra, anneme o notu yazarak onu kızdırma riskini göze alıp onu tekrar göreceğim ana dokunabileceğimi zannedecek kadar yaklaşarak onu görmeden uyuma ihtimalimi ortadan kaldırdığımı hissettim; kalp çarpıntılarım anbean daha da acı verici bir hâl alıyordu zira bahtsızlığımı kabullenerek sakinleşmeye kendimi ikna etmeye çalışmak bu çarpıntımı arttırıyordu. Sonra ansızın endişem yok oldu, güçlü bir ilacın etkisini göstermeye başlayıp da bizi acıdan kurtarması gibi içimi bir mutluluk kapladı: Her ne kadar uzun süre bana küs kalacağından emin olsam da annemi görmeden uyumayacak, yatmak için yukarı çıktığında ne pahasına olursa olsun onu öpecektim. Kaygılarımın dinmesinin yol açtığı sakinlik ve bekleyiş kadar, tehlike arzusu ve korkusu da sıra dışı bir coşku yaratıyordu bünyemde. Sessizce pencereyi açtım ve yatağımın ucuna oturdum; aşağıdan duyulmasın diye neredeyse hareket bile etmiyordum. Dışarıda, her şey, ay ışığını rahatsız etmemek için sessiz bir dikkat içinde donakalmış gibiydi âdeta; ay her nesnenin önüne yansıttığı, nesnenin kendisinden daha yoğun ve daha somut bir akisle her birini ikizleştirip geriye itmiş, daha önce katlanmış bir haritayı açar gibi manzarayı aynı anda hem inceltmiş hem de büyütmüştü. Kımıldaması gereken şeyler, tek tük kestane yaprakları kıpırdıyordu. Her yaprağın en ince ayrıntılar, en ince ürpertilerle titizlikle tamamlanan eksiksiz titreşimi diğerlerine bulaşmıyor, onlarla bütünleşmiyor, sınırlı kalıyordu. Hiçbir şeyi yutmayan bu sessizliğin üzerine yayılan, çok uzaklardan, muhtemelen şehrin diğer ucundaki bahçelerden gelen bu sesler, öylesine bir “mükemmeliyetle” en ince detaylarına kadar fark ediliyordu ki bu uzaktan geliyormuş hissini vermeleri pianissimo[7 - Etkisiz (ç.n.)] olmalarından ileri geliyor gibiydi; konservatuvar orkestrasının kusursuz şekilde surdinlerle icra ettiği ezgiler de tek bir nota bile kaçırılmadığı hâlde, salonun çok uzağından geliyormuş izlenimini uyandırır ve bütün yaşlı dinleyiciler -Swann kendi biletlerini verdiği zamanlar büyükannemin kız kardeşleri gibi- henüz Trévise Sokağı’nı dönmemiş olan bir ordunun ilerleyişini dinliyormuş gibi kulak kabartırlardı.
Biliyordum ki kendi kendime içine düştüğüm bu durum, annemlerin tepkileri açısından, benim için, bir yabancının tam olarak tahmin edemese de ancak gerçekten yüz kızartan suçların bir ürünü olabileceğini düşüneceği türden ve o ciddiyette en ağır sonuçlara yol açabilirdi. Ama aldığım eğitimde, kabahatlerin sıralaması, diğer çocukların eğitiminde olduğundan farklıydı; bana, (sanırım bu kadar ehemmiyet verilerek uzak tutulduğum başka bir kabahat olmadığı için) ortak özellikleri sinirsel bir güdüye yenilmek olan, ancak şimdi kavrayabildiğim birtakım başka kabahatler olduğu öğretilmişti. Ancak o sırada bu sinirsel kelimesi telaffuz edilmez, bana, yenik düşmemin affedilebilir hatta karşı koymamın imkânsız olduğunu düşündürebilecek bu sebep, net bir şekilde belirtilmezdi. Yine de ben bu kabahatleri, öncesinde yaşadığım kederden ve sonrasında gelen ağır cezadan gayet iyi tanırdım; o anda işlediğim kabahatin de daha önce sertçe cezalandırılmama sebep olan başka kabahatlerle aynı cinsten hatta çok daha ağır olduğunu biliyordum. Annem yatmak için yukarı çıkarken yoluna dikildiğimde, koridorda ona tekrar iyi geceler dilemek için uyumadan beklediğimi gördüğünde, artık evde kalmama izin vermeyecekleri ve beni ertesi gün bir yatılı okula gönderecekleri su götürmez bir gerçekti. Ne yapalım! Beş dakika sonra kendimi pencereden atmam da gerekse umurumda değildi. O anda tek istediğim annemdi, ona iyi geceler dilemekti ve bu arzuyu hayata geçirme yolunda geri dönemeyecek kadar yol katetmiştim artık.
Swann’a kapıya kadar eşlik eden annemle babamın ayak seslerini duydum; kapı çıngırağı Swann’ın gittiğini haber verince pencereye yaklaştım. Annem babama, ıstakozu beğenip beğenmediğini, M. Swann’ın kahveli ve fıstıklı dondurmadan biraz daha alıp almadığını soruyordu. “Ben dondurmayı yavan buldum, bir dahaki sefer başka bir çeşidini denemeliyiz.” dedi annem. “Swann’ı ne kadar değişmiş bulduğumu anlatamam!” dedi büyük halam, “Çok yaşlanmış!” Büyük halam, Swann’ı her zaman bir yeni yetme olarak görmeye o kadar alışmıştı ki onu birdenbire kendisine yakıştırdığı kadar genç bulamayınca şaşırıvermişti. Annemle babam da Swann’ı; yarını olmayan, dakikaların sabahtan itibaren çocuklara bölünmeksizin üst üste eklendiği için diğer insanlara oranla daha uzun günler geçiren, başıboş bütün bekârlar gibi anormal, aşırı, utanç verici ve hak edilmiş biçimde yaşlanmış bulmaya başlamışlardı. “Bence, herkesin gözü önünde Monsieur Charlus denen bir adamla birlikte yaşayan o rezil karısı yüzünden çok üzülüyor Swann. Bütün Combray bunu konuşuyor.” Annem buna rağmen Swann’ın eskisinden daha az üzgün göründüğüne dikkat çekti. “Babasından aldığı o gözlerini ovuşturup alnını sıvazlama hareketini de daha az yapıyor artık. Bence, aslında o kadını artık sevmiyor.” “Elbette şimdi onu sevmiyor!” diye karşılık verdi büyükbabam. “Uzun zaman önce ondan bu konuyla ilgili bir mektup aldım; söylediklerine tamamen katılmasam da karısına olan hisleri, en azından sevgisi hakkında şüpheye yer bırakmıyordu. Bak işte! Asti şarabı için ona teşekkür etmeyi unuttunuz, gördünüz mü?” diye ekledi büyükbabam, baldızlarına dönerek. “Ne demek teşekkür etmedik? Laf aramızda, bence oldukça nazik bir biçimde teşekkürlerimi sundum.” diye cevap verdi Flora teyzem. “Evet, güzel teşekkür ettin, bayıldım!” dedi Céline teyzem. “Sen de hiç fena değildin…” “Evet, nazik komşulardan bahsettiğim cümlemle ben de epey gurur duydum.” “Siz buna teşekkür etmek mi diyorsunuz yani?!” diye haykırdı büyükbabam. “Söylediklerini gayet net işittim ama Swann’dan bahsettiğiniz aklımın ucundan bile geçmedi. Onun da hiçbir şey anlamadığından emin olabilirsiniz!” “Yok canım, Swann aptal bir insan değil, takdir ettiğinden eminim. Kaç şişe gönderdiğinden, şarabın fiyatından bahsedemezdim ya!” Annem ve babam yalnız kalıp biraz daha oturdular, babam, “Eh, istersen yukarı çıkıp yatalım.” dedi. “Nasıl istersen canım, gerçi benim hiç uykum yok, oysa kahveli dondurma uykumu kaçıramayacak kadar hafifti; neyse mutfağın ışığının yandığını fark ettim, zavallı Françoise da beni beklediğine göre sen soyunurken ondan korsemi çözmesini rica edeyim.” Sonra annem, merdiveni holden ayıran kafesli kapıyı açtı. Çok geçmeden penceresini kapatmak için yukarı çıktığını duydum. Ses çıkarmadan koridora çıktım; kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki adım atmakta zorlanıyordum ama en azından artık endişeden değil, korkudan ve mutluluktan çarpıyordu. Merdiven boşluğunda, annemin elindeki mumdan yayılan ışığı gördüm. Daha sonra da annemi; fırladım. İlk anda neler olduğunu anlayamayarak şaşkınlık içinde bana baktı. Ardından yüzünde bir kızgınlık ifadesi beliriverdi, bana tek kelime dahi söylemiyordu, zaten bundan daha azı için bile benimle günler boyunca konuşmadığı olurdu. Annem bir şey söylese benimle konuşmayı kabul etmiş oluyordu, kaldı ki bu bana daha korkunç gelirdi, bunu benim için düşünülen cezanın ağırlığı karşısında, suskunluğun, küslüğün çocukça kalacağını belirten bir işaret gibi algılardım. Tek bir sözü, işten çıkarılmasına karar verilmiş bir hizmetçiyle konuşurkenki sükûnete, askere gönderilen bir oğla, iki gün küs kalınacak olsa kendisinden esirgenecek bir öpücüğü vermeye benzerdi. Ama annem, babamın soyunmak üzere gittiği banyodan çıktığını duydu ve babamın öfkesinden beni korumak için, sinirinden kesik kesik çıkan sesiyle: “Kaç çabuk, kaç, hiç değilse baban böyle deliler gibi beklediğini görmesin!” dedi. Ben hâlâ, “Gel de bana iyi geceler de!” diye tutturuyor, babamın elindeki mumun duvarda yükselen ışığını görüp korkuya kapılıyor, bir yandan da onun yaklaşmasını bir şantaj vasıtası olarak kullanıp reddetmeye devam ederse babamın beni orada bulmasından korkarak, “Odana gir, geliyorum.” demesini umuyordum. Artık çok geçti, babam karşımızda belirdi. İstemeden kimsenin duymadığı şu kelimeler fısıltıyla döküldü dudaklarımın arasından: “Mahvoldum!”
Fakat öyle olmadı. Annemle büyükannem tarafından bana sunulan daha cömert anlaşmalarla verilmiş izinleri durmadan kaldırırdı babam, çünkü o “prensipler”e aldırmazdı ve onun gözünde “insan hakları” diye bir şey yoktu. Sudan bir sebeple hatta hiç yoktan, alışkanlık hâline gelmiş, mahrum edilmemin ihanet sayılacağı bir geziyi son dakikada yasaklardı veya o gece yaptığı gibi, alışılmış saatten çok daha önce, “Hadi git yat, tartışma istemiyorum!” derdi. Ama aynı zamanda (büyükannemin kastettiği anlamda) prensipleri olmadığı için, doğrusunu söylemek gerekirse taviz vermeyen biri de değildi. Bana bir an için şaşkınlık ve kızgınlık dolu bir bakış attı, sonra annem çekinerek birkaç kelimeyle neler olduğunu açıklayınca, “Canım, onunla gitsene…” dedi; “Uykun olmadığını söylüyordun ya işte, odasında biraz onunla kalırsın, benim hiçbir şeye ihtiyacım yok.” “Ama canım…” diye cevap verdi annem utana sıkıla, “Önemli olan uykum olup olmaması değil ki bu çocuğu böyle alıştırırsak…” “Alıştırmayacağız elbette…” dedi babam omuz silkerek, “Hem bak ne kadar üzgün, mutsuz görünüyor yavrucak; biz de işkenceci değiliz ya! Hastalansa daha mı iyi? Hem odasında iki yatak var, Françoise’a söyle sana büyük yatağı hazırlasın, bu gece onun yanında yat. Hadi iyi geceler, sinirlerim sizin kadar hassas değil, ben yatmaya gidiyorum.”
Babama teşekkür edilemezdi; gülünç duygusallıklar diye adlandırdığı bu tür davranışlar onu çileden çıkarırdı. Kıpırdamaya cesaret bile edemeden yerime çakıldım; babam hâlâ iri cüssesi ile karşımızdaydı, beyaz geceliği ve nevraljisi nüksettiğinden beri geceleri kafasına doladığı morlu pembeli Hint kaşmiriyle, M. Swann’ın bana verdiği Benozzo Gozzoli gravüründe, Sara’ya İshak’ın yanından ayrılması gerektiğini söyleyen Hz. İbrahim’e benziyordu. Bu olayın üzerinden uzun yıllar geçti. Babamın tuttuğu mum ışığının yansımasının tırmanışını izlediğim merdiven duvarı uzun zamandır yok. Benim içimde de her zaman varlığını sürdüreceğini düşündüğüm şeyler yerle bir oldu. Onların yerine gelen yenileri ise o sırada öngöremeyeceğim acılara ve mutluluklara yol açtılar; eski acılarımı ve mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum. Babam “Çocuğun yanına gitsene.” demeyi bırakalı çok uzun zaman oldu. Böyle anları yaşamak benim için artık imkânsız. Ama kısa bir süredir, eğer kulak kabartırsam, babamın karşısında bastırmaya çalıştığım ve ancak annemle yalnız kaldığımızda tutamadığım hıçkırıkları gayet iyi duymaya başladım. Aslında o hıçkırıklar hiç bitmedi, zira şimdi hayat etrafımda daha suskun olduğu için onları tekrar duyar oldum; tıpkı gündüzleri şehrin gürültüsü tamamen bastırdığı için çalmadıklarını düşünebileceğimiz manastır çanlarının gecenin sessizliğinde tekrar çalmaya koyulmaları gibi.
Annem o geceyi benim odamda geçirdi; evden ayrılmak zorunda kalmamı gerektirecek bir kabahat işlemiş olduğum bu anda, annemle babam, güzel davranışlarıma karşılık verdikleri mükâfatlardan çok daha büyük bir lütuf bahşediyorlardı bana. Böyle bir lütfu gösterirken bile babamın bana davranışı, önceden tasarlanmış bir niyetten ziyade tesadüfi kararların bir sonucu olan, kendine has keyfî yanını koruyordu, kazanılmış bir hak değildi. Hatta belki beni yatmaya gönderirken takındığı, benim sertlik olarak adlandırdığım bu tavrı, annemin veya büyükannemin tavırları kadar hak etmiyordu bu nitelendirmeyi, çünkü mizacı, bazı bakımlardan anneme veya büyükanneme oranla benimkinden çok daha farklı olan babam, onların çok iyi bildiği bir şeyi, her akşam ne kadar üzgün olduğumu o güne kadar tahmin edememişti; ne var ki annemle büyükannem beni çok sevdiklerinden ızdıraptan korumaya çalışmıyorlar, sinirsel hassasiyetimi azaltabilmem ve irademi güçlendirebilmem için ızdırabımı yenmeyi öğretmek istiyorlardı bana. Bana daha farklı türden sevgi besleyen babam, buna cesaret eder miydi bilmiyorum; bir kerecik olsun bu ızdırabımı anlamış ve anneme, “Git de çocuğu teselli et.” demişti. Annem o gece odamda kaldı ve sanki umabileceğimden çok daha farklı olan bu saatleri bir pişmanlıkla lekelememek için, annemin yanımda oturduğunu, elimi tutup, azarlamadan ağlamama müsaade ettiğini görüp sıra dışı bir şeyler olduğunu anlayan Françoise, anneme “Küçük beyin nesi var hanımefendi, neden ağlıyor?” diye sorduğunda annem “Kendi de bilmiyor ki Françoise, sinirleri bozulmuş; bana büyük yatağı hazırladıktan sonra siz de yatmaya çıkın.” diye cevapladı. Böylece ilk defa, üzüntüm cezalandırılacak bir kabahat gibi değil, resmen irade dışı bir rahatsızlık, benim sorumluluğumda olmayan sinirsel bir durum gibi algılandı; buruk gözyaşlarımdan artık utanmamanın hafifliğini tadıyor, suçluluk duymadan ağlayabiliyordum. Annem odama çıkmayı reddedip uyumam gerektiğine dair küçümser bir cevap gönderdikten bir saat sonra, bu geri dönüşün, Françoise nezdinde beni yetişkin bir insan mertebesine yükselten ve beni aniden âdeta bir keder ergenliğine, gözyaşlarının rüştüne ulaştıran insani bir boyuta kavuşmuş olmasından dolayı epey gurur duyuyordum. Mutlu olmam gerekirdi ama değildim. Bana öyle geliyordu ki annem ilk defa kendisini üzen bir taviz vermişti bana, benim için tasarladığı idealden ilk defa vazgeçmiş ve ilk defa bütün cesaretiyle, yenilgiye uğradığını kendine itiraf etmişti. Ve yine bana öyle geliyordu ki anneme karşı bir zafer kazanıyordum; tıpkı bir hastalığın, üzüntünün veya yaşlılığın yaptığı gibi annemin iradesini gevşetmeyi başarmış, zihnine boyun eğdirmiştim ve bu gece, acı bir tarih olarak yazılacak yeni bir çağın başlangıcı olacaktı. O sırada yeterince cesaretim olsaydı anneme “Hayır istemiyorum, burada yatma.” derdim. Ama büyükannemden annemin doğasına geçen şiddetli idealizmi yumuşatan, pratik ve günümüzün deyimiyle gerçekçi bilgeliği tanıyordum, artık olan olduğuna göre, en azından bu huzur verici hazzı tatmamı ve babamı rahatsız etmemeyi tercih edeceğini biliyordum. Şüphesiz annemin güzel yüzü, şefkatle ellerimi tuttuğu, gözyaşlarımı dindirmeye çalıştığı o gece, hâlâ gençliğin ışıltısıyla parlıyordu; ama ben böyle olmaması gerektiğini düşünüyordum; kızgın olsaydı, çocukluğumda alışık olmadığım bu yeni şefkatten daha üzücü olamazdı benim için; inançsız elimle annemin ruhuna ilk kırışıklığı, ilk beyaz saçı gizlice ben yerleştirmişim gibi geliyordu. Bu düşünce hıçkırığımı arttırdı ve işte o zaman, karşımda asla duygularını görmeme izin vermeyen annemin, ansızın yenildiğini ve gözyaşlarını tutmaya çalıştığını gördüm. Benim bunu fark ettiğimi anlayınca da gülerek: “İşte, benim minik civcivim, küçük kanaryam, böyle davranmaya devam edersen anneni de serseme çevireceksin. Hadi, madem ikimizin de uykusu yok, burada dikilip durmayalım, bir şeyler yapalım, senin kitaplarından birini okuyalım.” dedi. Ama yanımda hiç kitap yoktu. “Büyükannenin senin isim günün için aldığı kitapları şimdi çıkarmamı ister misin? İyi düşün, yarından sonra hediye almadın diye hayal kırıklığına uğramayasın?” Tam tersine gayet memnun olmuştum, annemin getirdiği kâğıda sarılı paketteki kitapların sadece kısa ve geniş olduklarını tahmin edebiliyordum, ama bu bir anlık ilk bakışta bile yılbaşı hediyesi olan boya kutusuyla geçen yılki ipek böceklerini gölgede bırakacakları belliydi. Kitaplar, “Şeytanlı Göl”, “Tarla Çocuğu François”, “Küçük Fadette” ve “Usta Gaydacılar”dı. Daha sonra öğrendiğime göre büyükannem önce Musset’nin şiirlerini, Rousseau’nun bir kitabını ve “Indiana”yı seçmişti; yararsız kitapları, şekerlemeler veya pastalar kadar sağlığa zararlı bulan büyükannem, deha ürünlerinin bir çocuğun tabiatında bırakacağı etkinin, açık havayla deniz rüzgârının çocuğun bedeni üzerindeki etkisinden daha tehlikeli olacağını düşünmez, en az o kadar diriltici olacağını düşünürdü. Ama babam, büyükannemin bana hediye etmek istediği kitapları öğrendiğinde, ona neredeyse deli muamelesi yapınca, hediyesiz kalmamı göze alamadığı için tekrar Jouy-le-Vicomte’taki kitapçıya gitmiş (Hatta o gün kavurucu bir sıcak varmış ve o kadar perişan vaziyette eve dönmüş ki doktor anneme, büyükannemin böyle yorulmasına izin vermemesini tembihlemiş.) ve George Sand’ın dört köy romanını tercih etmiş. “Yavrucuğum…” demiş anneme, “Çocuğa kötü bir kitap hediye etmeye gönlüm razı olmadı.”
Aslında, zihinsel bir fayda sağlamayan herhangi bir şeyi satın almaya büyükannemin gönlü razı olmuyordu; özellikle de rahatlığın ve gururun tatminlerinden başka şeylerden haz almayı öğreten güzel şeylerin sağladığı yarara değer verirdi. Bir koltuk, bir sofra takımı, bir baston gibi yararlı denilen türden bir hediye alması gerektiğinde bunların “antika” olanlarını arardı; eşyaların kullanılmışlığı, yararlı olma özelliklerini onun gözünde tümü ile siler, bizim ihtiyaçlarımızı karşılamaktan çok, eski zaman insanlarının hayatlarını bize anlatma amacını yüklenirlerdi sanki. Benim odamda sanat eserleri veya en güzel manzara fotoğrafları olsun isterdi. Ama iş bunları satın almaya geldiğinde fotoğrafta görülen şey estetik bir değer taşısa da fotoğraf denilen mekanik tasvirde bayağılığın ve faydanın canlılığını hâlâ koruduğunu düşünürdü. Bu yüzden de kurnazlık etmeye çalışır, ticari bayağılığın tamamını ortadan kaldıramasa da hiç değilse sanat katkısını olabildiğince arttırmaya, birçok sanat “katmanı” eklemeye gayret ederdi: Chartres Katedrali’nin, Saint-Cloud Fıskiyeleri’nin, Vezüv’ün fotoğrafları yerine, herhangi büyük bir ressamın bunları resmedip resmetmediğini Swann’dan öğrenip sanat düzeyini arttırmak için bana, Corot’nun “Chartres Katedrali”, Hubert Robert’in “Saint-Cloud Fıskiyeleri”, Turner’ın “Vezüv” resimlerinin fotoğraflarını almayı tercih ederdi. Her ne kadar fotoğrafçı, sanat eserinin veya doğanın tasvirinde saf dışı bırakılmış ve yerine büyük bir ressam konmuş olsa da bu kopyanın bir yorumunu yapmak da yine ona düşüyordu. Bayağılıkla karşı karşıya kalan büyükannem, dolan vadeyi tekrar uzatmaya çalışıyordu. Swann’a eserin bir gravürünün bulunup bulunmadığını soruyor, eğer mümkünse eski, kendinin dışında ek bir önemi olan, örneğin bir sanat eserini günümüzde göremeyeceğimiz bir durumda tasvir eden (Léonardo’nun “Son Akşam Yemeği”nin bozulmadan önce Morgan tarafından yapılmış gravürü gibi) gravürleri tercih ediyordu. Şunu belirtmek gerekir ki hediye alma sanatının bu şekilde yorumlanmasının sonuçları pek de parlak olmuyordu her zaman. Arka planında lagünün bulunduğu Tiziano’nun bir deseninden esinlenerek edindiğim Venedik fikri, basit fotoğraflardan edineceğim izlenimlerden çok daha az gerçekçiydi şüphesiz. Büyük halam, büyükannemin aleyhinde bir iddianame düzenlemek istediğinde büyükannemin genç nişanlılara veya yaşlı çiftlere hediye ettiği ve daha ilk kullanma teşebbüsünde, ev halkından birinin ağırlığı altında çöken koltukların hesabını yapamıyorduk artık. Ama büyükannem, geçmişten gelen bir çiçeğin, bir tebessümün, bazen de bir hayalin hâlâ ayırt edilebildiği bir ahşabın dayanıklılığı ile meşgul olmanın dar görüşlülük olduğuna inanırdı. Bir ihtiyaca cevap veren bu eşyaları bile, bu işlevi artık alışkın olmadığımız şekilde yerine getirmeleri yüzünden, tıpkı modern dilde, alışkanlığın yorduğu mecazları fark edebildiğimiz eski tip ifadeler gibi çekici bulurdu. İşte büyükannemin isim günüm için bana verdiği Geoge Sand’ın köy romanları da antika bir mobilya gibi, artık sadece köylerde bulunan, tedavülden kalkmış, eski renklerine tekrar kavuşmuş ifadelerle doluydu. Büyükannem, bir mülkü, eğer Gotik bir güvercinliği veya insanın zihnini zamanda imkânsız yolculukların özlemiyle doldurarak üzerinde olumlu bir etki yaratan eski şeylerden bir başkasına sahipse kiralamayı tercih edeceği gibi, bu kitapları da diğerlerine tercih etmişti.
Annem yatağımın yanına oturdu; eline, kırmızımsı kapağı ve anlaşılması güç ismiyle benim gözümde belirgin bir kişilik ve gizemli bir cazibe izlenimi bırakan “Tarla Çocuğu François”yı almıştı. Daha önce hiç gerçek bir roman okumamıştım. George Sand’ın tipik bir romancı olduğunu duymuştum. “Tarla Çocuğu François”da tanımlanamaz harika şeyler bulmaya çoktan kendimi hazırlamıştım. Az da olsa tahsilli bir okurun, bir romanın ortak özellikleri olarak bildiği merak ve merhamet duygularını uyandırmayı hedefleyen anlatım biçimleri, endişe veya hüzün yaratan bazı söyleyiş tarzları -yeni bir kitabı çok sayıda benzeri bulunan bir şey gibi değil de kendinden başka varoluş nedeni olmayan eşsiz bir insan gibi gören- bana, “Tarla Çocuğu François”nın özünden yayılan, baş döndürücü bir koku gibi geliyordu. Bu gündelik olayların, sıradan objelerin, alışılmış kelimelerin altında, farklı bir tonlama, bir vurgu sezinliyordum. Olaylar birbirini izlerken, o sıralar kitap okurken sayfalar boyunca başka hayaller kurduğumdan anlaşılması daha da zor gelirdi. Kitabı yüksek sesle annem okuduğunda dalgınlığımın sebep olduğu olayların akışındaki boşluklara, aşk sahnelerinin atlanması eklenirdi bir de. Bu yüzden, değirmencinin karısıyla çocuğun birbirlerine olan davranışlarında meydana gelen ve ancak yeni filizlenen bir aşktaki gelişmelerle açıklanabilen bütün bu tuhaf değişimler, bende derin bir gizem uyandırıyordu; bu esrarın kaynağının, neden olduğunu bilmeksizin çocuğu canlı, kızıl ve çekici rengiyle çevreleyen o anlaşılmaz, hoş “Tarla Çocuğu” sıfatından geldiğini varsayıyordum. Annem sadık olmasa da içinde gerçek duygular bulduğu eserleri okurken saygılı ve sade vurgularıyla, o güzel, yumuşak sesiyle hayran olunacak bir okuyucuydu.
Hayatta kendisinde bu hayranlığı veya merhameti, sanat eserleri değil de insanlar uyandırdığında bile sesinde, davranışında, sözlerinde, bir zamanlar çocuğunu kaybetmiş bir anneyi üzebilecek herhangi bir sevinç patlaması yaşamamaya, bir ihtiyara yaşını düşündürebilecek herhangi bir yıl dönümü veya doğum gününü anımsatmamaya, genç bir bilginin canını sıkabilecek ev işleri konularını açmamaya ne denli büyük bir saygıyla özen gösterdiğini görmek insanı duygulandırırdı. Aynı şekilde, George Sand’ın -ki annemin hayatta her şeyin üstünde tutmayı büyükannemden öğrendiği ve benim sonradan, kendisine kitaplarda da her şeyin üstünde tutmamayı öğreteceğim-o iyi yüreklilikle, manevi zarafetle dolu olan romanlarını okurken de annem, o güçlü akışı bozabilecek her türlü bayağılığı, yapmacıklığı sesinden uzak tutmaya özen göstererek, âdeta onun sesi için yazılmış olan ve sanki bir bütün olarak duyarlılığının kapsamı içinde yer alan cümlelere gerektirdikleri bütün doğal şefkati, sınırsız yumuşaklığı katardı. Cümleleri olması gereken tonda seslendirmek için, onlardan önce var olan ve onları kâğıda döktüren ama kelimelerin belirtmediği samimi vurguyu keşfederdi; bu vurgu sayesinde metinde bulunan fiillerin zaman çekimlerindeki çiğlik etkisini hafifletir, hikâye birleşik zamanına ve -di’li geçmiş zamana iyiliğin yumuşaklığını, şefkatin melankolisini katar, bitecek olan cümleyi başlayacak olan cümleye yönlendirir, sayıları farklı da olsa heceleri düzenli bir ritme sokmak için hızını kâh arttırıp kâh düşürerek o sıradan metne duygusal ve sürekli bir canlılık verirdi.
Vicdan azabım durulmuş, annemin yanımda olduğu o gecenin tatlı akışına bırakmıştım kendimi. Böyle bir gecenin tekrarlanmayacağını, hayattaki en büyük arzumun, yani annemi bu hüzün dolu saatler boyunca yanımda tutmanın, hayatın zorunluluklarına ve herkesin isteğine karşı olduğunu, bu yüzden de bu arzumun hayata geçmesine izin verilmesinin suni ve istisnai bir durum teşkil ettiğini biliyordum. Yüreğim ertesi gün yine daralacak, annem yanımda kalmayacaktı. Ama kederim hafiflediğinde artık onları anlamaz oluyordum; üstelik ertesi akşam henüz çok uzaktaydı; sıkıntılarım, irademden bağımsız ve sadece onları benden şimdilik ayıran zaman yüzünden önlenebilirmiş gibi görünen şeylerden kaynaklandığına göre, aradaki süre bana fazladan bir güç kazandıramayacağı hâlde hazırlık yapacak vaktim olacağını tahmin ediyordum.
***
İşte uzun zaman boyunca geceleri uyanıp tekrar tekrar Combray’yi hatırladığımda sadece belirsiz bir karanlığın ortasında, bir havai fişeğin veya bir projektörün geri kalanı karanlığa gömülmüş olan bir binada aydınlattığı kesitleri andıran bir tür ışıklı yüzey görürdüm: Küçük salon, yemek odası, hüzünlerimin bilinçsiz mimarı M. Swann’ın içinden geçerek geleceği karanlık ağaçlı yolun başı, takip edip merdivenin ilk basamağına ulaştığım hol, çıkması bir işkence olan, tek başına bu yamuk piramidin son derece dar gövdesini oluşturan merdiven, yeterince geniş bir taban; piramidin tepesinde de annemin geçtiği cam kapılı küçük koridorla benim yatak odam; kısaca, her zaman aynı vakitte görülen, etrafındaki her şeyden izole edilmiş, karanlıkta tek başına beliriveren (eski piyeslerin başında taşradaki gösteriler için düzenlenen dekorları andıran), soyunma dramımın vazgeçilmez dekoru; sanki Combray dar bir merdivenle birbirine bağlanan iki kattan oluşmuş ve saat hep akşamın yedisiymiş gibi… Doğruyu söylemek gerekirse Combray’nin başka şeyler de barındırdığını, orada başka saatlerin de var olduğunu garanti edebilirdim. Ancak bunlardan hatırlayacaklarımı bana sadece iradi hafıza, zihinsel hafızanın sunacağı ve onun geçmişe ait bilgileri geçmişten hiçbir şey içermediği için, Combray’nin geri kalanını düşünmeyi canım hiçbir zaman istemezdi. Gerçekte onların hepsi benim için ölmüş sayılırdı.
Sonsuza kadar ölmüşler miydi? Mümkündür.
Bütün bunlarda tesadüfün rolü büyüktür ve ikinci bir tesadüf olan ölümümüz de ilkinin lütuflarını uzun süre beklememize izin vermez.
Kaybettiğimiz kişilerin ruhlarının, daha ilkel bir varlıkta; bir hayvanın, bir bitkinin, cansız bir nesnenin içinde tutsak olduğunu söyleyen Kelt inancını mantıklı bulurum. Sahiden de kaybetmişizdir bu ruhları aslında, ta ki ruhun hapsolduğu ağacın yanından geçip ruhu barındıran o nesneyi tesadüfen bulacağı, birçokları için asla gelmeyecek o güne kadar. O zaman ruh irkilip bir köşeye siner, bizi çağırır ve onu tanıdığımız anda büyü bozulur. Bizim tarafımızdan kurtarılan ruh, ölümü alt eder ve bizimle yaşamaya başlar yeniden.
Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama çabamız nafile, zihnimizin bütün gayretleri boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının ve kavrayış gücünün dışında bir yerlerde, bizim hiç ummadığımız bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı bir duygunun) içinde saklıdır. Ölmeden önce bu nesneye rastlayıp rastlamamamız ise tamamen tesadüfe bağlıdır.
Uzun yıllardır, yatmaya gidişimin tiyatrosu ve dramı dışında, benim için Combray’ye ait her şey yok olmuşken, bir kış günü eve geldiğimde annem üşüdüğümü görüp alışkın olmadığım şekilde, bana biraz çay içmemi önerdi. Başta reddettim, sonra neden bilmem, fikir değiştirdim. Annem birini, “küçük madlen” denilen, bir istiridye kabuğunun oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden almaya gönderdi. Az sonra o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir vaziyette yaptığım şeye dikkat etmeden yumuşasın diye içine bir parça madlen atığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek içimde olup biten sıra dışı şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığım harikulade bir haz beni sarıp sarmalamıştı. Hayatın inişli çıkışlı hâllerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını aldatıcı kılmış, aşkın da izlediği yöntemle, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu: Daha doğrusu bu öz benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun tesirli mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Bunun kekin ve çayın tadıyla bir bağlantısı olduğunu düşünüyordum ama onu katbekat aştığını, aynı nitelikte olmaması gerektiğini de hissediyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi? İkinci bir yudum aldım, ilkinden fazlasını bulamadım, üçüncü yudumumda ikincisinden de eser yoktu. İçmeye son vermem gerek, iksirin etkisi azalıyor gibi. Aradığım gerçeğin onda değil, bende olduğu çok açık. İksir onu benim içimde uyandırdı ama onu tanımıyor, tek yapabileceği, benim yorumlayamadığım, daha sonra kesin bir açıklama elde etmek için, en azından bozulmamış hâliyle tekrar emrimde bulmak istediğim bu tanıklığı gittikçe azalan bir şiddetle durmadan tekrarlamak. Fincanı bırakıp dikkatimi zihnime yöneltiyorum. Gerçeği bulmak ona düşüyor. Ama nasıl? Zihnin her seferinde kendini aştığı, hem araştırıcı hem de arayacağı karanlık dünyanın tamamı olduğu ve bilgi dağarcığının hiçbir işine yaramayacağı durumlarda hissedilen o hazin belirsizlik. Aramak? Yetmez. Yaratmak. Henüz var olmayan ve sadece kendisinin hayata geçirebileceği, sonra da ışığıyla aydınlatabileceği bir şeyle karşı karşıya zihnim.
Kendi kendime, verdiği mutluluğun ve diğer ruh hâllerini yok eden gerçekliğinin hiçbir mantıklı dayanağı olmayan bu bilinmez ruh hâlinin ne olduğunu sormaya başlıyorum yine. Onu tekrar ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Zihnimde, ilk yudumu aldığım o ana geri dönüyorum. Diğer ruh hâlini yeni bir aydınlanma olmadan tekrar buluyorum. Zihnimden biraz daha denemesini, kaçan o duyguyu bir defa daha geri getirmesini istiyorum. Bu duyguyu yakalamak için yapacağı hamlenin önünü hiçbir şey kesmesin diye bütün engelleri, ilgisiz düşünceleri aşıyor, kulaklarımı ve dikkatimi yan odadan gelen seslerle dolduruyorum. Ama tam tersine, az önce yasakladığım şeyi şimdi teşvik ediyor, başarısız olup yorulduğunu hisseden zihnimi başka şeyler düşünmeye, son bir denemeden önce kendini toparlamaya zorluyorum. Daha sonra ikinci kez, önünü tamamen açıyorum, hâlâ tazeliğini koruyan o ilk yudumun tadını koyuyorum karşısına da ve içimde çok derinlerde bir şeyin, isyan edercesine yer değiştirdiğini, yukarı çıkmak istediğini seziyorum; ne olduğunu bilmiyorum ama yavaş yavaş yükseliyor; katettiği mesafelerin direncini hissediyor, uğultusunu duyuyordum.
Benliğimin derinliklerinde böylesine çırpınan şey, bu tada bağlı olan, onun peşinden bana gelmeye çalışan bir görüntü, görsel bir hatıra olmalı. Ama çok uzak ve çok karmaşık bir mücadele içinde; çalkalanan renklerin ele geçmez girdabının karıştığı belli belirsiz yansımayı ancak sezer gibi oluyorum fakat şeklini seçemiyor, bu tek tercümandan, akranı, yanından hiç ayırmadığı yoldaşı olan tadın tanıklığını bana tercüme etmesini isteyemiyor; ona hangi özel durumun, geçmişin hangi döneminin söz konusu olduğunu soramıyordum.
Bu hatıra, benzer bir anın çekiminin uzaklardan gelip benliğimin derinliklerinde kışkırttığı, coşturduğu, sarstığı o geçmişteki an, bilincimin aydınlık yüzeyine ulaşacak mı? Bilmiyorum. Artık hiçbir şey hissetmiyorum, o durdu, belki tekrar aşağı indi; kim bilir karanlığın içinden tekrar yukarı çıkacak mı? On defa daha tekrar başlayıp ona eğilmem gerekiyor. Ve her seferinde de bizi bütün zor görevlerden, önemli işlerden döndüren bu tembellik; bu çabadan vazgeçmemi, çayımı sadece o günkü sıkıntılarımı, ertesi günün zorlanmadan tekrarlanabilen arzularını düşünerek içmemi öğütledi.
Sonra ansızın o hatıra ortaya çıkıverdi. Combray’de pazar sabahları (o günler Missa[8 - Katolik Kilisesi tören müziği. Başlıca bölümleri “kyrie”, “gloria”, “sanctus” ve “benedictus”, “agnus dei”. (ç.n.)] saatinden önce çıkamadığımdan), günaydın demeye Léonie halamın odasına gittiğimde çayına veya ıhlamuruna batırıp bana verdiği madlenin tadıydı o tat. Küçük madlenin görünüşü, tadına bakmadan önce bana hiçbir şey anımsatmamıştı; belki o zamandan beri, pastane raflarında sık sık görüp yemediğimden görünüşü daha yakın geçmişteki günlere bağlandığı için Combray günlerinden ayrıldı; belki de uzun süre hafızanın dışında terk edilmiş olan bu hatıralardan geriye artık hiçbir şey kalmadığından her şey dağılmıştı; şekiller -ağırbaşlı, sofu kıvrımlarının altında muhteşem bir şehvet gizleyen küçük pastane istiridyesinin şekli de- ortadan kalkmıştı veya uyuşukluktan, bilince ulaşmalarını sağlayacak genişleme güçlerini yitirmişlerdi. Ne var ki uzak geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, sadece, daha kırılgan ama daha uzun ömürlü, daha manevi, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat; çok daha uzun bir süre, ruhlar gibi diğer her şeyin enkazı altında hatırlanmaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde eğilip bükülmeden hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.
Halamın ıhlamura batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadını tanır tanımaz (bu hatıranın beni neden bu kadar mutlu ettiğini bilmediğim ve bunu keşfetmeyi daha sonraya erteleyeceğim hâlde) Léonie halamın odasının bulunduğu, sokağa bakan eski gri ev, annemle babam için yapılmış olan arkadaki bahçeye bakan küçük eve (o ana kadar gördüğüm tek kesite) bir tiyatro dekoru gibi gelip eklendi; evle birlikte kent, sabahtan akşama kadar, her mevsim, kahvaltıdan önce beni gönderdikleri meydan, alışveriş yaptığım sokaklar, hava güzel olduğunda yürüdüğüm yollar da yerlerini aldılar bu görüntünün yanında. Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik kâğıt parçalarının suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu şu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki hem M. Swann’ın bahçesindeki tüm çiçekler, Vivonne Nehri’nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip boyut kazandı, bahçeleriyle bütün şehir fincanımdan taştı.

II
Paskalya’dan önceki son hafta Combray’ye gittiğimizde uzaktan, kırk kilometrelik çapta bir mesafeden, trenden gördüğümüz hâliyle Combray; kenti özetleyen, temsil eden, uzaklara onun adına ondan söz eden bir kiliseden ibaretti ve yaklaştığımızda rüzgâra karşı koyunlarıyla dolaşan bir çoban misali, Orta Çağ’dan kalma surların; primitiflerin tablolarındaki küçük kasabalar gibi mükemmel bir çemberle kuşattığı evlerin yünsü, gri sırtlarının koyu renkli uzun harmanisinin etrafında sımsıkı toplanmış olduğunu görürdük. Yörenin boz taşından yapılmış, önü merdivenli, kalkan duvarların gölgelediği evlerin sıralandığı sokaklar, güneş batar batmaz “salon” perdelerini açmayı gerektirecek kadar karanlık olduğundan Cambray’de yaşamak biraz iç karartıcıydı; büyük aziz isimlerine sahip sokaklardı bunlar (Birçoğu Combray’nin ilk senyörlerinin tarihçesiyle ilgiliydi.): Saint-Hilaire Sokağı, halamın evinin bulunduğu Saint-Jacques Sokağı, parmaklıkların önünden geçen Sainte-Hildegarde Sokağı ve bahçenin küçük kapısının açıldığı Saint-Esprit Sokağı; Combray’nin bu sokakları hafızamın öylesine ücra, benim gözümde şimdiki dünyanın renklerinden öylesine farklı renklere boyanmış bir bölgesinde bulunuyorlar ki aslında, onlara hâkim Meydan’daki kilise ve sokakların hepsi, sihirli fenerin görüntülerinden daha gerçek dışı geliyor bana; bazı anlarda şimdi Saint-Hilaire Sokağı’ndan geçmek, L’Oiseau Sokağı’nda -hava deliklerinden çıkan mutfak kokusu hâlâ ara sıra içimde aynı sıcaklıkta, aynı şekilde kesik kesik yükselen eski L’Oiseau Flesché Otelinde- bir oda tutmak, Öbür Dünya’yla, Golo’yla tanışıp Brabant’lı Genoveva’yla sohbet etmekten çok daha muhteşem, doğaüstü bir temas olurmuş gibi geliyor bana.
Büyükbabamın evinde kaldığımız kuzeninin -büyük halamın-kızı olan Léonie halam, kocası Octave eniştenin ölümünden sonra başlarda Combray’den sonra Combray’deki evinden, daha sonra odasından, en sonunda da yatağından çıkmaz; artık “aşağı inmez” olmuştu; sürekli tarifsiz bir acı, zafiyet, hastalık, sabit fikir ve ibadet hâli içinde yatıyordu. Özel dairesi, çok daha ileride (üç sokağın arasında, kentin ortasında bir yeşil alan olan Petit-Pré’nin tam aksine) Grand-Pré’ye bağlanan Saint-Jacques Sokağı’na bakardı, hemen her kapının önünde kum taşından üç yüksek basamağın bulunduğu bu monoton, gri renkli Saint-Jacques Sokağı, Gotik tasvirler yontan bir taş ustasının İsa’nın doğumunun veya çarmıha gerilişinin heykelini yapabileceği taşa doğrudan oymuş olduğu bir geçit alayı gibiydi. Aslında halam artık evinin sadece birbirine bitişik iki odasında yaşıyor, öğleden sonraları odalardan biri havalandırılırken bir diğerine geçiyordu. Bunlar -tıpkı bazı yerlerde, havanın veya denizin geniş alanlarında, bizim göremediğimiz sayısız tek hücreli hayvanın bir ışık, bir koku yayması gibi- havada asılı duran erdemin, bilgeliğin, alışkanlıkların ve gizli, görünmez, dolu dolu yaşanan ahlaklı bir hayatın yaydığı binlerce kokuyla bizi büyüleyen taşra odalarındandırlar; şüphesiz doğal kokulardı bunlar ve âdeta yakındaki kırlar gibi mevsimin rengini taşırlardı ama evcilleşmiş, insani ve içeriye ait, meyve bahçesinden dolaba giren yılın bütün meyvelerinden ustalıkla damıtılmış, mükemmel, saf bir karışım oluştururlar, mevsimlerle değişirler ama birer mobilya gibi eve yerleşirler, kırağının keskinliğini sıcak ekmeğin hoşluğuyla yumuşatırlardı; bir köy saati misali tembel ve dakik, işsiz güçsüz ve düzenli, tasasız ve tedbirliydiler, çamaşır kokusu, sabah vaktinin kokusu, ibadetin kokusuydular, kaygıyı arttırmaktan başka işe yaramayan bir huzurda ve içinde yaşamadan geçip gidenler için sınırsız bir şiir kaynağı olan bir yavanlıkta mutluluğu bulmuşlardı. Bu odaların havası öyle teşvik edici, öyle lezzetli bir sessizlikle dolup taşardı ki ben, özellikle Paskalya haftasının hâlâ soğuk olan ilk sabahlarında, Combray’ye yeni geldiğim için tadına daha çok vardığım bu havanın içinde bir oburluk edasıyla yürür dururdum; halama günaydın demek için odasına girmeden önce birkaç dakika ilk odada bekletilirdim; bu odada kıştan kalma bir güneş şöminenin önüne ısınmaya gelmiş olur, iki tuğlanın arasında erkenden yakılmış olan ateş bütün odaya bir is kokusu yayar, odayı, köylerdeki geniş “ocak önleri”ne veya insanın altında durup dışarıda yağmurun, karın yağmasını hatta içeri kapanmanın rahatlığına gemilerin kışın limanlarda barınmalarının şiirselliği de eklensin diye, bir sel felaketinin vuku bulmasını istediği, şatolardaki dev davlumbazlara benzetirdi; dua sandalyesiyle kafa yaslayacak yerlerinde her zaman tığ işi örtüler bulunan desenli kadife koltuklar arasında gidip gidip gelirdim; sabahın nemli ve güneşli serinliğiyle mayalanıp “kabarmış” olan ve odanın havasını âdeta pıhtılaştıran iştah açıcı kokuları ateş, bir hamur gibi yaprak yaprak pişirir, kızartır, şişirir, görünmez ama elle tutulur bir köy pastası, dev bir “kek” hâline getirirdi; bu kokuların arasında, gömme dolabın, konsolun, çiçekli böcekli duvar kâğıdının daha gevrek, daha ince, daha gözde ama aynı zamanda daha kuru olan aromalarını tadar tatmaz, her zaman dillendirilmemiş bir arzuyla dönüp çiçekli yatak örtüsünün sıradan, yapışkan, yavan, ağır, meyveli kokusuna gömülürdüm.
Yan odada halamın kendi kendine alçak sesle konuştuğunu işitirdim. Hiçbir zaman yeterince yüksek sesle konuşmazdı, çünkü kafasının içinde fazla yüksek sesle konuşursa yerinden oynatacağı, kırılmış, değişken bir şey olduğuna inanırdı ama yalnız başınayken bile bu durumu fazla sürdüremezdi, uzun süre hiçbir şey söylemeden duramazdı çünkü konuşmanın boğazına iyi geldiğini, kanın boğazında durup kalmasını önlerse çektiği nefes daralmalarının ve iç sıkıntılarının azalacağı düşüncesindeydi; ayrıca yaşadığı mutlak atalet içinde, en ufak duyumlarına bile olağanüstü önem verirdi; bu duyumlarına yüklediği hareketlilik, onları kendine saklamasını zorlaştırır, iletecek bir sırdaş bulamadığı takdirde de kendine duyururdu, bu bitmez tükenmez monolog onun tek aktivitesiydi. Maalesef, yüksek sesle düşünmeyi alışkanlık hâline getirdiğinden yan odada bir insanın olup olmadığına her zaman dikkat etmezdi, kendi kendine sık sık şöyle dediğini duyardım: “Uyumadığımı kendime mutlaka hatırlatmalıyım.” (Çünkü hiçbir zaman uyumamak onun en büyük iddia kaynağıydı, bu iddianın saygısı ve izleri de hepimizin lügatinde yerini bulmuştu: Sabahları Françoise onu “uyandırmaya” gitmez, odasına “girerdi”; halam gündüz vakti bir şekerleme yapmak istediğinde bize “düşünmeye” veya “dinlenmeye” gittiğini söylerdi; sohbet ederken unutup “beni uyandıran şey” veya “rüyamda gördüğüm” gibi ifadeler kullandığında ise yüzü kızarır, hemen toparlanırdı.)
Birkaç dakika sonra halamı öperdim içeri girip; Françoise çayını hazırlar veya halam, eğer kendini rahatsız hissediyorsa çay yerine hamur işi isterdi; kaynar suya koyulacak ıhlamuru eczane torbasından bir tabağa boşaltmaksa bana düşerdi. Kuruyup bükülen sapların oluşturduğu değişken kafesin kavisli bezemeleri arasında solgun çiçekler, bir ressam tarafından düzenlenip en estetik şekilde yerleştirilmiş gibi açılırlardı. Değişip olağan görünüşlerini kaybeden yapraklar, en alakasız şeyleri; bir sineğin saydam kanadını, bir etiketin yazısız arka yüzünü, bir gül yaprağını andırır ama sanki bir kuş yuvası yapar gibi yığılmış, ufalanmış veya örülmüş olurlardı. Sahte bir düzenlemede yer almayacak binlerce küçük gereksiz detay -eczacının hoş savurganlığı- tıpkı bir kitapta tanıdık bir isme rastladığımızda şaşırmamız gibi, bunların La Gare Caddesi’nde gördüğüm gerçek ıhlamur sapları olduğunu, tam da bu yüzden, yapay değil gerçek olduklarını ve kurudukları için değiştiklerini anlamanın büyük keyfini yaşatırdı bana. Ve her yeni kişilik, eski bir kişiliğin başkalaşımı olduğundan ben de minik gri toplara bakıp açmamış yeni tomurcukları tanırdım ama özellikle küçücük altın gülleri çağrıştıran çiçekleri asılı oldukları narin sap ormanında ortaya çıkaran, pembe bir ay ışığına benzer tatlı parıltı -bir duvarda, silinmiş bir freskin yerini meydana çıkaran ışıltı gibi, ağacın “renklenmiş” kısımlarıyla renklenmemiş kısımları arasındaki farkın işareti- bu taç yaprakların eczane torbasını süslemeden önce, bahar akşamlarını kokularıyla dolduran çiçeklere ait olduklarını gösterirdi bana. Renkleri hâlâ o ay ışığının pembesiydi ama çiçeklerin alaca karanlığı sayılabilecek bu şimdiki kısa hayatlarında yarı yarıya sönmüş ve küllenmişti. Çok geçmeden halam, ölü yaprak ve solgun çiçek lezzetini sevdiği ıhlamuruna küçük bir madlen batırır, yeterince yumuşayınca da bir parçasını bana uzatırdı.
Yatağının bir kenarında limon ağacından iri, sarı bir şifonyerle, hem eczane hem de ana altar[9 - Sunak (altar), adak adanan ve kurban kesilen dinî yapı. Özellikle antik dinlerde yaygın olan sunaklar, Musevilik ve Hristiyanlıkta da önemli bir yere sahiptir. (ç.n.)] işlevi gören bir Meryem Ana heykelciğiyle bir Vichy-Célestins şişesinin altında dua kitaplarıyla ilaç reçetelerinin, kısacası halamın yattığı yerden ibadetini de perhizini de sürdürmesi, ne pepsin[10 - Mide mukozasının salgıladığı proteinli besinleri peptona çeviren enzim. (e.n.)] ne de akşam duası saatini kaçırmaması için gereken her şeyin bulunduğu bir komodin vardı. Yatağın diğer tarafı pencereye bitişikti; halam can sıkıntısını gidermek için sabahtan akşama kadar, gözlerinin önünde uzanan sokağa bakıp İranlı prensler gibi, Combray’nin gündelik ama hatırlaması güç tarihçesine dalar gider, sonra da Françoise’la birlikte yorumlardı.
Halam yanında oturalı daha beş dakika olmamışken onu yorarım endişesiyle beni dışarı gönderirdi. Sabahın bu saatinde henüz peruğu olmadığı için açık olan, kemikleri, dikenli bir tacın sivri uçları veya bir tespihin taneleri gibi göründüğü solgun, donuk alnını dudaklarıma doğru uzatıp, “Hadi küçüğüm, git artık, git de ayin için hazırlan; aşağıda da Françoise’la karşılaşırsan söyle de sizinle fazla oyalanmasın, bir ihtiyacım var mı diye yukarı çıkıp bir baksın.” derdi bana.
Yıllardır halama hizmet eden ve bir gün tamamen bizim hizmetimize gireceğine o sıralar ihtimal dahi vermeyen Françoise bizim orada olduğumuz aylar boyunca gerçekten de halamı biraz ihmal ederdi. Çocukluğumda, biz henüz Combray’ye gitmezken Léonie halam kışı Paris’te, annesinin evinde geçirdiği zamanlar Françoise’ı öyle az tanırdım ki yılbaşında büyük halamın evine gitmeden önce, annem elime bir beş frank sıkıştırır ve şöyle derdi: “Sakın yanlış kişiye verme! Ben ‘Günaydın Françoise!’ deyip o sırada senin koluna hafifçe dokunurum, o zaman verirsin.” Halamın loş sofasına girer girmez karanlıkta, şeker elyafından yapılmış gibi dimdik ve kırılgan, etkileyici bir başlığın kıvrımlarının altında, önceden yerleşmiş bir minnet tebessümünün iç içe yayılan halkalarını görürdük. Bu tebessüm, koridorun küçük kapısının eşiğinde, bir nişin içindeki azize heykelciğiymiş gibi hareketsiz ve ayakta duran Françoise’a aitti. Bu kilise karanlığına biraz olsun alışılınca Françoise’ın yüzünde tarafsız bir insanlık aşkı, yılbaşı hediyesi umudunun kalbinin en asil köşelerinde hayat bulduğu, yüksek sınıflar için beslediği sevecen bir saygı fark edilirdi. Annem sertçe kolumu çimdikler ve gür bir sesle, “Günaydın Françoise!” derdi. Bu işaretle birlikte parmaklarım açılır, avcumdaki parayı kararsız da olsa uzanmış bir ele bırakırdım. Combray’ye gitmeye başladığımızdan beri Françoise’dan başka kimseyi çok da iyi tanımıyordum; biz onun gözdeleriydik; en azından ilk yıllarda, halama gösterdiği özeni bize de gösterirdi, daha coşkulu bir sevgi duyardı çünkü ailenin bir parçası olmamızın getirdiği saygınlığa (Aile fertleri arasındaki görünmez kan bağına Yunan trajedi yazarları kadar saygı duyardı.) her zamanki efendileri olmayışımızın çekiciliği eklenirdi. Bu yüzden de Paskalya arifesinde Combray’ye vardığımız zaman annem Françoise’a, kızının, yeğenlerinin hatırını, torununun şirin olup olmadığını, büyüyünce ne olacağını, büyükannesine çekip çekmediğini sorduğunda bizi büyük bir sevinçle karşılar, o günlerde Combray’de esen buz gibi rüzgârlar yüzünden havaların hâlâ ısınmamış olmasına bizim adımıza hayıflanırdı.
Etrafta kimsecikler kalmadığında Françoise’ın yıllar önce ölen ailesi için hâlâ gözyaşı döktüğünü bilen annem, tatlı tatlı onlardan konu açar, hayatları hakkında binbir ayrıntı sorardı.
Annem, Françoise’ın, damadından hoşlanmadığını ve damadının varlığının, kızıyla birlikte olmaktan alacağı zevkin azalmasına sebep olduğunu sezmişti. Dolayısıyla Françoise Combray’den birkaç kilometre uzaklıktaki evlerine onları görmeye gideceği zaman, annem gülümseyerek, “Eğer Julien’in işi çıkmışsa, evde değilse ve Marguerite’le bütün gün baş başa kalsanız, çok üzülürsünüz ama kaderinize razı olursunuz değil mi Françoise?” derdi. Bunun üzerine Françoise gülerek, “Hanımefendi her şeyi biliyor; hanımefendi Mme Octave için getirtilen ve kalbinizin içindekileri bile görebilen X (X’i, kendisi gibi bir cahilin bu bilimsel terimi kullanabilmesine gülerek, sahte bir zorlanmayla, kendi kendine alay ederek söylerdi.) ışınlarından beter.” diye karşılık verir ve onunla meşgul olunmasından dolayı mahcup, belki de ağladığını görmememiz için ortadan kayboluverirdi; annem, bir köylünün hayatının, mutluluklarının, acılarının ilgi uyandırabileceğini, kendinden başka insanlar için bir sevinç veya üzüntü kaynağı olabileceğini hissetmenin bu yumuşak heyecanını ona yaşatan ilk kişi olmuştu. Halam, sabahın beşinden itibaren peksimeti andıran, kolalanmış, kusursuz kıvrımlı başlığıyla, mutfağında da bayramlık kıyafetleri içindeki kadar güzel olan bu zeki, çalışkan hizmetkârı annemin ne kadar takdir ettiğini bildiği için, Combray’ye ziyaretimiz süresince, Françoise’dan biraz vazgeçmeye razı olurdu; Françoise her şeyi iyi yapar, sağlığı yerinde olsun olmasın, hiç sesini çıkarmadan göze batmadan arı gibi çalışırdı; halamın hizmetkârları arasında, annem sıcak su veya kahve istediğinde, suyu gerçekten kaynar hâlde getiren bir tek Françoise’dı; bir evde onun dâhil olduğu türde hizmetkârlar, eve ilk kez gelen bir yabancının en hoşlanmadığı hizmetkârlardır çünkü belki de ev sahiplerinin bu misafire ihtiyaçları olmadığını ve kendilerini işten çıkarmaktansa onu misafir etmekten vazgeçeceklerini bildiklerinden, misafirin gönlünü kazanma zahmetine katlanmayıp herhangi bir kibarlık göstermezlerdi; ama aynı zamanda efendilerinin üzerine titrediği hizmetkârlardır çünkü efendiler, bir misafirde olumlu izlenim bırakan ancak genellikle onarılamaz bir beceriksizliği gizleyen o sahte inceliğe, yaltakçı gevezeliğe tenezzül etmez ve onların gerçek yeteneklerini tecrübeyle bilirler.
Annemlerin bütün ihtiyaçlarının karşılandığından emin olduktan sonra Françoise, halama pepsinini vermek ve öğle yemeğinde ne yiyeceğini sormak için tekrar yukarı çıkar, genellikle önemli bir konuda görüşünü belirtmesi veya açıklamada bulunması gerekirdi:
“Mme Goupil, kız kardeşini almaya on beş dakika geç gitti, düşünebiliyor musunuz Françoise? Yolda biraz oyalanıp da kiliseye rahip kutsal ekmekle şarabı dağıtırken varırsa hiç şaşırmam!”
“Eh! Sonunda olacağı budur!” diye cevap verirdi Françoise.
“Françoise beş dakika önce gelseydiniz, elinde Mme Callot’nun sattıklarının iki katı kalınlığındaki kuşkonmazlarla geçen Mme Imbert’i görecektiniz; hizmetçisinden öğrenin bakalım, nereden almış. Siz bu sene bütün soslara kuşkonmaz koyuyorsunuz ya, misafirlerimiz için de öyle güzellerinden alırdınız.”
“Saygıdeğer pederden aldığına kuşkum yok.” derdi Françoise.
“Ah benim zavallı Françoise’cığım! Saygıdeğer pederden almış olur mu hiç?!” diye karşılık verirdi halam omuz silkerek. “Siz de biliyorsunuz ki onun yetiştirdikleri ufacık, işe yaramaz kuşkonmazlar. Bunlarsa kol kadardı diyorum size! Sizin kolunuz kadar değil elbette ama bu sene daha da zayıflayan benim kolum gibiydiler… Françoise, şu biraz önceki kafamı şişiren gürültüyü işitmediniz mi?”
“Hayır, Madam Octave.”
“Ah! Küçüğüm, Tanrı’ya şükredin kafanız pek sağlammış. Doktor Piperaud’yu çağırmaya giden Maguelone’un sesiymiş. Doktor anında çıktı, birlikte L’Oiseau Sokağı’na döndüler. Çocuklardan biri hastalanmış olmalı.”
“Ah yüce Tanrı’m!” diye iç geçirdi Françoise, kendisi, tanımadığı birinin başına bir kötülük gelse bile dünyanın öbür ucunda da olsa hemen ağlamaklı konuşmaya başlardı.
“Françoise ölüm çanları kimin için çaldı? Ah! Tanrı’m, Mme Rousseau içindir! Geçen akşam vefat ettiğini unutuvermişim. Ah! Yüce Tanrı’mın beni de çağırma vakti geldi artık. Zavallı Octave’cığım öldüğünden beri kafam yerinde değil. Ama sizin de vaktinizi alıyorum kızım…”
“Ama hayır Madam Octave, benim vaktim o kadar değerli değil; vakti yaratan bize parayla satmadı ya! Gene de gidip şu ateşe bakayım sönmüş olmasın…”
Böylece Françoise’la halam, günün ilk olaylarını, bu sabah seansında birlikte değerlendirmiş olurlardı. Ama bazen de olaylar öyle gizemli ve önemli bir niteliğe bürünürlerdi ki halam Françoise’ın yukarı çıkmasını bekleyemezdi, art arda dört defa çalan zilin muazzam sesi evin içinde yankılanırdı.
“Ama Madam Octave pepsin saati henüz gelmedi ki!” derdi Françoise. “Yoksa bir hâlsizlik mi hissettiniz?”
“Yok canım…” derdi halam. “Aslında öyle de denebilir, biliyorsunuz ki artık kendimi hâlsiz hissetmediğim bir an bile yok gibi; bir gün Mme Rousseau gibi kendimi bilmeden göçüp gideceğim ama zili bunun için çalmadım. İster inanın ister inanmayın Mme Goupil’i hiç tanımadığım bir kızla gördüm biraz önce. Hadi, gidin de Camus’den biraz tuz alın. Théodore, o kızın kim olduğunu mutlaka biliyordur.”
“M. Pupin’in kızıdır.” derdi Françoise sabahtan beri iki defa Camus’ye gitmiş olduğundan hazırdaki açıklamayı benimsemekten yana.
“M. Pupin’in kızı mı?! Ah! Ne diyorsunuz Françoise’cığım! Öyle olsa tanımaz mıyım?!”
“Ama büyük kızını demiyorum ki Madam Octave, küçüğünü kastediyorum, Jouy’da, yatılı okulda olanı. Bu sabah galiba ben de gördüm onu.”
“Ha! O zaman başka…” derdi halam. “Bayram için geldi herhâlde. Tabii ya! Şimdi anlaşıldı, bayram için gelmiş olacak. Durum buysa Mme Sazerat öğle yemeği için birazdan kız kardeşine gelir. Tamam işte! Galopin’in çırağının da elinde bir turtayla geçtiğini gördüm! Göreceksiniz, o turta kesin Mme Goupil’lere gidiyordur.”
“Mme Goupil’in misafirleri varsa az sonra herkes öğle yemeğine gelir Madam Octave çünkü saat epey geç oldu.” derdi öğle yemeğiyle ilgilenmek için sabırsızlandığı sırada halama böyle bir oyalanma fırsatı çıkacağına sevinen Françoise.
“Yok canım! On ikiden önce gelmezler.” diye cevap verirdi halam kadere boyun eğen bir ses tonuyla ama her şeyden vazgeçmiş olduğu hâlde, Mme Goupil’in öğle yemeği için misafirleri olduğunu öğrenmenin kendisine bu müthiş fakat ne yazık ki bir saatten daha fazla beklemek zorunda kalacağı bir haz verdiğini göstermek korkusuyla duvar saatine endişe dolu kaçamak bir bakış atardı. “Tam da benim öğle yemeği saatime denk geliyor!” diye ekledi alçak sesle kendi kendine. Öğle yemeği onun için yeterli bir oyalanma şekliydi, onun için beraberinde başka bir uğraş daha istemezdi. “Bari, kremalı yumurtamı düz tabakta vermeyi unutmayın.”
Üzeri yazılı resimlerle süslenmiş tek tabaklardı bu düz tabaklar ve halam her yemekte, o gün servis edilen tabağın üzerindeki yazıları okuyarak eğlenirdi. Gözlüklerini takar, yüksek sesle okurdu: “Ali Baba ve Kırk Haramiler, Alâeddin’in Sihirli Lambası.” sonra da gülerek “Güzel, çok güzel…” diye eklerdi.
“Camus’ye gidebilirdim aslında…” derdi Françoise halamın artık kendisini göndermeyeceğinden emin olunca.
“Hayır canım, gerek yok, Matmazel Pupin’dir şüphesiz; Françoise’cığım, sizi de boş yere çağırdığım için pişman oldum, kusura bakmayın.”
Ama halam da biliyordu ki Françoise’ı bir hiç yüzünden çağırmamıştı çünkü Combray’de “hiç tanımadığınız bir kişi” bir mitoloji tanrısı kadar inanılmaz bir varlıktı ve zaten Saint-Esprit Sokağı’nda veya Meydan’da, ne zaman bu hayret verici görüntülerden biri peydah olsa derin araştırmalar sonucunda hayal ürünü kahraman Combray’li birilerinin bilmem kaçıncı dereceden bir akrabası sıfatıyla, yani medeni durumu itibarıyla kişisel veya soyut bağlamda “tanıdığımız biri” düzeyine indirgenirdi mutlaka: Mme Sauton’un askerden dönen oğlu, Başrahip Perdreau’nun manastırdan ayrılan yeğeni, Rahibin Châteaudun’de tahsildar olan, emekliye ayrılan veya bayram için gelen erkek kardeşi gibi… Karşılaşıldıkları an hemen tanınmadıkları için Combray’de tanımadığımız insanlar olduğunu zannetmenin heyecanını yaşatmışlardı. Oysa Mme Sauton da rahip de “misafir” beklediklerini çok önceden belirtmişlerdi. Akşam eve döndüğümüzde halama gezimizden bahsetmek için yukarı, yanına çıktığımda Pont-Vieux yakınlarında büyükbabamın tanımadığı bir adama rastladığımızı söyleme gafletinde bulunursam halam, “Büyükbabanın tanımadığı bir adam mı? Mümkün değil! Hiç olur mu öyle şey!” diye haykırırdı. Buna rağmen, bu haber onu biraz etkilediğinden durumu netleştirmek isterdi, büyükbabam çağrılırdı. “Pont-Vieux yakınlarında kiminle karşılaştınız dayıcığım?” Hiç tanımadığınız biri miydi?” -“Tanımaz olur muyum!” diye cevap verirdi büyükbabam. “Prosper’di, hani şu Mme Bouillebœuf’ün bahçıvanının erkek kardeşi.”– “Ah! Peki öyleyse!” derdi halam biraz rahatlamış ve yüzü hafifçe kızarmış hâlde; sonra “Bu küçük, bana sizin hiç tanımadığınız biriyle karşılaştığınızı söyledi de…” diye eklerdi alaycı bir gülümsemeyle omuz silkerek. Bana bir dahaki sefere daha temkinli olmam ve halamı endişelendirmemek için düşünmeden konuşmamam gerektiği öğütlenirdi. Combray’de neredeyse herkesi, insandan hayvana her şeyi o kadar iyi tanırdık ki halam tesadüfen yanından geçen “hiç tanımadığı” bir köpek görse onu düşünmekten kendini alamaz, mantık yürütme becerisini ve boş saatlerini tamamen bu akılalmaz olaya adardı.
“Mme Sazerat’nın köpeği olmalı.” derdi Françoise söylediğine kendi de pek inanmazdı ya halam “kafa patlatmasın” diye onu biraz olsun yatıştırmaya çalışırdı.
“Sanki ben Mme Sazerat’nın köpeğini tanımıyorum!” diye karşılık verirdi eleştirel zihni bir gerçeği bu kadar kolay kabullenmeyen halam.
“Ah! M. Galopin’in Lisieux’den getirdiği yeni köpeğidir o zaman.”
“Ha! Evet o olabilir.”
“Pek tatlı bir hayvana benziyor.” diye eklerdi Théodore’dan aldığı bilgiyi aktaran Françoise. “Âdeta bir insan gibi akıllıymış, her zaman neşeli, sevecen ve nazikmiş. Bu yaşta böyle kibar hayvan bulmak çok zordur. Madam Octave, ben çıkmak zorundayım, oyalanacak vaktim yok, saat neredeyse on oldu, henüz fırınım yanmadı, kuşkonmazlarımı ayıklayacağım daha…”
“Ama nasıl olur Françoise, yine mi kuşkonmaz! Bu sene cidden kuşkonmaz hastalığına yakalandınız. Parisli misafirlerimizi bıktıracaksınız!”
“Hiç olur mu Madam Octave! Misafirleriniz kuşkonmazı çok seviyorlar. Kiliseden aç dönecekler hem, görürsünüz hiç nazlanmadan yiyecekler.”
“Onlar henüz kiliseye varmamışlardır bile; vakit kaybetmeseniz iyi olur. Hadi siz yemeğinize devam edin.”
Halam Françoise’la böyle çene çalarken ben de annemlerle birlikte ayine giderdim. O kadar severdim ki kilisemizi, görünüşü şimdi bile o kadar canlı ki! Altından geçtiğimiz eskimiş, simsiyah, kalbur gibi delik deşik olmuş giriş sundurmasının köşeleri (biraz ilerisindeki vaftiz kurnası gibi) yamulmuş ve iyice oyulmuştu, sanki kiliseye giren köylü kadınların harmanilerinin ve kutsanmış sudan alan çekingen parmaklarının usulca dokunuşu, yüzyıllar boyu tekrarlanıp tahrip edici bir güç kazanarak taşı aşındırabilmiş, araba tekerleklerinin her gün sürtünerek sınır taşında izler bırakmaları gibi taşta kanallar açmıştı. Altında Combray başrahiplerinin asil kalıntılarının gömülü olduğu, âdeta ruhani bir döşemeye benzeyen koro yerindeki mezar taşları bile cansız ve sert bir madde değildirler çünkü zaman onları yumuşak kılmış, bal gibi akışkanlaştırmıştı, kendi dikdörtgen çevrelerinin dışına taşmışlar, bir yerde sarı bir dalga; çiçekli, Gotik bir büyük harfi önüne katıp sürükleyerek, mermerin beyaz menekşelerini kaplamıştı, diğer yanda ise tekrar toparlanmışlar, özlü Latince yazıyı daha da büzüştürmüş, bu kısaltılmış harflerin dizilişinde bir değişiklik daha yapmış, diğer harfleri haddinden fazla yayılmış olan bir kelimenin iki harfini birbirine yaklaştırmışlardı. Vitraylar, hiçbir zaman güneşin kendini çok az gösterdiği günlerdeki kadar çok parıldamazlardı; bu yüzden, dışarıda hava kapalıysa bilirdik ki kilise ışıldayacaktı; vitraylardan biri boydan boya, iskambil kâğıtlarındaki papazlara benzeyen, en tepede, taştan bir tentenin altında, gökyüzüyle yeryüzü arasında yaşayan tek bir kişilikle doluydu (Ayin saati değilken, bazen hafta içi günlerde öğle vakti -havalandırılmış, boş kilisenin daha insani, daha şaşalı göründüğü, güneş vurmuş güzel ahşaplarıyla, tıpkı Orta Çağ üslubunda bir otelin oyma taşlı, boyalı camlı lobisi gibi, içinde yaşanabilirmiş izlenimi uyandırdığı nadir anlardan birinde- vitrayın eğri, mavi yansımasında, bir anlığına Mme Sezarat’ın diz çöktüğü, yanındaki dua sandalyesine öğle yemeği için karşıdaki pastaneden aldığı, sicimlere bağlanmış pötifurlarla dolu bir paket bıraktığı görülürdü.); bir diğer vitrayda, eteklerinde bir mücadelenin süregeldiği pembe karlarla kaplı bir dağ, şafağın kızıllığıyla parıldayan kar tanelerinin yapışıp kaldığı bir cam gibi, karmakarışık tipisiyle şişirdiği pencereyi kırağıyla kaplamıştı sanki (Sanırım aynı şafak kızıllığı altar panosunu da öylesine canlı renklere boyamıştı ki bu renkler sanki taşa sonsuza dek tutturulmamış da dışarıdan gelen ışık hüzmesi tarafından bir an için oraya yerleştirilmiş, az sonra kayboluverecekmiş gibi görünürlerdi.) ve bütün o vitraylar o kadar eskiydi ki yer yer gümüşi eskilikleri yüzyılların tozuyla ışıldar, o hoş camdan, aşınmış nakışlarına kadar iplik iplik parlardı. Üst bölümde yer alan vitraylardan biri, mavi rengin baskın olduğu, VI. Charles’ı eğlendirmiş olan iskambil oyunlarını andıran, yaklaşık yüz küçük dikdörtgen şeklinde vitraydan oluşuyordu ama kâh bir ışık demetinin parlaması kâh yanıp sönen vitrayda gezinen bakışlarımın, seyyar ve benzersiz bir yangını taşımasından hemen sonra cam, bir tavus kuşu kuyruğunun değişken parıltısına bürünür, ardından titreşen, oynak, alev alev ve olağan dışı, karanlık, kayalık tavandan aşağıya, rutubetli duvarlar boyunca damlayan bir yağmur olup ellerinde ayin kitaplarıyla duran annemleri bir yılan kıvraklığındaki sarkıtlarla renklenen herhangi bir mağaranın ortasında takip ediyormuşum gibi gelirdi bana; birkaç saniye sonra, baklava biçimindeki küçük vitraylar, dev bir madalyona yan yana sıralanmış safirlerin kırılmaz sertliğini, derin şeffaflığını almış olurlar ama arkalarında, bütün bu zenginliklerden daha çok sevilen, güneşin bir anlık gülümsemesi hissedilirdi; güneş, değerli taşları sarmalayan mavi ve hoş ışık selinde olsun, meydanın kaldırım taşları veya pazardaki hasırların üzerinde olsun kolayca tanınırdı hatta Paskalya’dan önce Combray’ye gittiğimiz ilk pazarlar, altın yaldızlı sırça unutmabenilerden dokunmuş bu göz alıcı halıyı, sanki Aziz Louis’nin torunlarından kalma, tarihten bir ilkbaharmış gibi sererek toprağın hâlâ çıplak ve simsiyah olduğunu unutturup beni avuturdu.
Dikey tezgâhta dokunmuş, solmuş renkleri resme bir ifade, bir vurgu, bir ışık katmış iki duvar halısında, Ester’in taç giyme töreni resmediliyordu (Asuerus’un bir Fransız kralının yüzüne, Ester’in de bu kralın âşık olduğu, Guermantes’lardan soylu bir hanımın yüz hatlarına sahip olduğu söylenirdi.): Ester’in dudaklarının sınırından taşmış küçük bir pembelik dalgalanıyordu, elbisesinin sarısı öylesine gevşek, öylesine cömertçe yayılıyordu ki bir tür yoğunluk kazanmış ve sönükleşen fonda canlı gibi öne çıkmıştı; ağaçların yeşili yün ve ipekten dokunmuş halının alt kısımlarında canlılığını korusa da üst kısımlarda “solmuş” olduğundan sararmış yüksekteki dallar, koyu renk gövdelerin üzerinde daha soluk bir tonda, görünmez bir güneşin yansıyan ani ve eğik ışıklarıyla yaldızlanıp silikleşiyormuşçasına belirginlik kazanıyordu. Bütün bunlar ve hatta daha fazlası, benim nazarımda neredeyse efsane kahramanı olan kişilere ait değerli eşyalar (Aziz Éloi tarafından işlendiği söylenen, Dagobert tarafından verilmiş altın haç, II. Louis’nin[11 - Louis le Germanique.] oğullarının somaki ve mineli bakır mezarı), kilisede yerlerimize doğru ilerlerken bende tıpkı bir kayada, bir ağaçta, bir gölette perilerin doğaüstü, somut izlerine rastlayıp hayran kalan bir köylü gibi, âdeta bir periler vadisinde ilerliyormuşum hissiyle kiliseyi, kentin geri kalanından daha farklı bir yer hâline getirirdi; dizi dizi kemerleri, şapelleri aşarak, sadece birkaç metrelik bir mesafenin değil, zaferlerle çıktığı çağların da üzerinde hâkimiyet kurmuş olan ve yüzyıllar boyunca konuşlanmış olan nefiyle dört boyutlu -dördüncü boyutu Zaman’dı- bir mekân olduğu söylenebilirdi; amansız, yırtıcı on birinci yüzyıl, kalın duvarlarının arkasına gizlenmişti; kaba moloz taşlarla tıkanmış, köreltilmiş hantal kemerleri sadece çan kulesi merdiveninin giriş sundurmasının yanında açtığı derin oyuktan görülebilir hatta orada bile kaba saba, huysuz, kötü giyimli erkek kardeşlerini yabancılar görmesin diye gülümseyerek önüne geçen ablalar misali önde cilveleşerek sıkış tıkış duran zarif Gotik arkadların[12 - Mimarlıkta; sütun veya ayakların taşıdığı kemer sırası, böyle bir kemer sırası ile sağır bir duvar arasında uzanan geçit veya dip dibe yapılmış dükkânlara giriş sağlayan üstü örtülü yaya yolu. (e.n.)] arkasından zar zor görülürdü; Aziz Louis’yi seyretmiş olan ve hâlâ da görüyormuş gibi duran kulesi, Meydan’ın üzerinden gökyüzüne yükselirdi; yer altı mezarları ise Merovenj tarzı bir karanlığa gömülürdü, burada taştan, kocaman bir yarasanın seçici geçirgen hücre zarı gibi damar damar karanlık kubbenin altında el yordamıyla bize rehberlik eden Théodore ve kız kardeşi, Sigebert’in küçük kızının mezarını bir mumla aydınlatırdı, mezarın üzerindeki derin -bir fosil izini andıran- oyuğu, “Frank prensesinin öldürüldüğü gece, şu anki apsisin bulunduğu yerde asılı duran kristal lambanın, altın zincirlerinden kendi kendine kopup kristali kırılmadan, alevi sönmeden taşa gömülerek, taşı eriterek” açtığı rivayet olunurdu.
Gerçekten Combray Kilisesi’nin bir apsisi olduğundan söz edilebilir mi? O kadar kaba, o kadar estetikten ve hatta dinî coşkudan yoksundu ki! Dışarıdan, apsisin baktığı kavşak aşağıda kaldığı için, o kaba duvarı hiç düzeltilmemiş, üstü sivri çakıllarla kaplı, moloz taştan, kiliseye veya mensuplarına ait herhangi belirgin bir özelliği olmayan bir oturtmalık üzerinde yükselirdi, vitraylar aşırı yüksekteymiş gibi dururdu, bir bütün olarak ise kilise duvarlarından çok bir hapishane duvarı havası vardı. Sonraları, gördüğüm diğer bütün görkemli kilise apsisleri hatırıma geldiğinde Combray Kilisesi’nin apsislerini onlarla karşılaştırmak aklımın ucundan bile geçmezdi. Yalnızca bir gün, küçük bir sokağın başında, üç sokağın kesiştiği bir kavşağın karşısında, Combray Kilisesi’nin apsisleri gibi asimetrik, kaba ve çok yüksek bir duvar gördüm. Chartres ve Reims’te olduğu gibi, din duygusunun ne kadar güçlü ifade edilmiş olduğunu kendi kendime sormadığım hâlde istemeden “Kilise!” diye bağırdım.
Kilise! Kuzey kapısının bulunduğu Saint-Hilaire Sokağı’nda, M. Rapin’in eczanesi ve Madam Loiseau’nun evinin yanında hatta onlara bitişik; Combray’de sokak numarası olsa üzerinde bir kapı numarası olabilecek, postacının sabahları M. Rapin’in dükkânından çıkıp Madam Loiseau’nun evine uğramadan önce uğraması beklenebilecek sade bir Combray sakini; her şeye rağmen, kiliseyle onun dışındaki her şey arasında zihnimin asla aşmayı başaramadığı bir sınır vardı. Madam Loiseau’nun penceresinde, dallarını her yana baş aşağı sarkıtmak gibi kötü alışkanlıklar edinmiş -iyice olgunlaştıklarında bütün işleri güçleri, morarmış ve kızarmış yanaklarını kilisenin loş cephesine yaslayıp dinlendirmek olan- bir hasekiküpesi vardı, bu yüzden çiçekler benim nazarımda kutsanmış sayılmıyordu; çiçeklerle yaslandıkları o kararmış taş duvarlar arasında, gözlerim bir mesafe seçemese de zihnim bir uçurum görüyordu.
Saint-Hilaire’in çan kulesi, unutulmaz şekli Combray’nin henüz görünmeyen silüetinde belirdiğinde çok uzaklardan tanınırdı; babam Paskalya haftasında, bizi Paris’ten getiren trenin penceresinden bakıp, göğe doğru hızla yükselen küçük demir horozu bir o yana bir bu yana dönen çan kulesini gördüğünde, “Haydi, battaniyelerinizi alın, geldik!” derdi. Combray’de yaptığımız en uzun gezintilerden birinde, daracık yolun aniden dev bir platoya açıldığı bir yer vardı; ufuktaki tırtıklı ormanların üzerinde, Saint-Hilaire’in çan kulesinin sivri tepesi tek başına yükselirdi ama öylesine ince ve pembeydi ki bu manzaraya, doğadan başka bir şeyden oluşmayan bu tabloya, birisi minik bir sanat işareti, tek bir insan göstergesi katmak istemişti sanki de gökyüzüne bir tırmık atıvermişti. Çan kulesine yaklaşıp da hemen yanı başındaki daha alçak, yarı harap, dört köşe kulenin geri kalanı da görüldüğünde taşların özellikle kırmızımsı koyu rengi insanın gözüne çarpardı; sisli puslu sonbahar sabahında ise bağların fırtınalı moru üzerinde yükselen çan kulesi, neredeyse Frenk asması renginde, koyu kırmızı bir yıkıntıyı çağrıştırırdı.
Genellikle eve dönerken büyükannem meydanda çan kulesine bakmak için beni durdururdu. Kulenin, yalnızca insan çehresine değil, başka şeylere de güzellik ve ağırbaşlılık katan o doğru ve özgün orantıya uygun yükseklikte, ikişer ikişer üst üste dizilmiş pencerelerinden, düzenli aralıklarla karga sürüleri fırlar, onları görmezmiş gibi yaparak oynaşmalarına izin veren eski taşlar sanki birdenbire artık terk edilmiş, sınırsız bir hareket kabiliyeti kazanarak kargalara vurmuş, onları itmiş gibi çığlık çığlığa havada dönüp dururlardı. Daha sonra, akşamın mor kadifesini karmakarışık, her yönde çizgilerle kapladıktan sonra, birdenbire sakinleşip tekrar kuleyle bütünleşirlerdi, huysuzlukları yerini uysallığa bırakırdı; değişik yerlere konmuş olan birkaç karga hiç kıpırdamıyormuş gibi görünür, belki havada birkaç böcek yakalayarak çan kulesinin tepesinde, dalganın köpüğü üstünde bir balıkçının hareketsizliğiyle bekleyen martılar gibi dururdu. Büyükannem nedenini hiç ama hiç bilmeden Saint-Hilaire’in çan kulesini, kabalıktan, kendini bilmezlikten ve bayağılıktan uzak bulurdu; ki bunlar, büyük halamın bahçıvanının yaptığı gibi insan eliyle güdükleştirilmemiş olan doğayı ve deha ürünlerini sevmesine, sağlıklı bir etkileri olduğuna inanmasına yol açan etkenlerdendi. Sanırım, kilisenin görünen bütün o kısımları, kiliseyi diğer binalardan ayıran bir tür düşünceyi emmiş gibiydiler ama bu düşünce kendi bilincine çan kulesinde varıyor gibiydi, sorumlu ve bireysel varlığını doğrularcasına. Çan kulesi kilisenin sözcüsüydü. Büyükannem sanıyorum ki açık bir dille ifade etmese de Combray Kilisesi’nin çan kulesinde hayatta en değer verdiği özellikleri -doğal ve ağırbaşlı hâlleri- buluyordu. Mimari konusundaki bilgisizliği ile büyükannem, “Çocuklar, isterseniz benimle alay edin, kurallara bakılırsa güzel sayılmayabilir ama o tuhaf eski hâlleri benim hoşuma gidiyor. Eminim piyano çalsa öyle ruhsuz kuru kuruya falan çalmazdı.” derdi. Çan kulesine bakarken, dua eden birleşmiş eller misali yukarı doğru birbirine yaklaşan taştan yamaçlarının coşkulu eğimini bakışlarıyla seyrederken, külahın süzülüşüyle öyle bütünleşirdi ki bakışları da külahla birlikte havaya fırlardı sanki; bir yandan da batan güneşin sadece en tepesini aydınlattığı taşlara, bu güneşli, ışıkla sakinlemiş bölgeye girdikleri anda aniden çok yukarıda, uzakta görünen, bir şarkının bir oktav yukarıdan, “falsetto”yla[13 - Kafa sesi (ç.n.)] tekrarlanmasına benzeyen eski, aşınmış taşlara dostça gülümseyiverirdi.
Şehirdeki bütün etkinlikleri, bütün saatleri ve manzaraları Saint-Hilaire Kilisesi’nin çan kulesi şekillendirir, taçlandırır ve kutsardı. Odamdan, çan kulesinin sadece arduvazla kaplanmış tabanını görebilirdim ama yaz mevsiminin sıcak pazar sabahlarında, arduvazların kara bir güneş gibi parladığını gördüğümde kendi kendime, “Aman Tanrı’m! Saat dokuz! Önce Léonie halamı öpmeliyim, sonra da ayine gideceksem hemen hazırlanmam gerek.” der; o sırada Meydan’a vuran güneşin rengini, pazar yerinin sıcağını ve tozunu, annemin ayinden önce belki bir mendil almak için uğrayacağı ve dükkânı kapatmaya hazırlanan, az önce bayramlık ceketini giymek ve beş dakikada bir, en kederli durumlarda bile girişken, hâli vakti yerinde ve iş bitirici bir tavırla ovuşturduğu ellerini sabunlamak üzere arka tarafa gitmiş olan patronun eğilip bükülerek göstereceği bazı mendillere bakacağı, ağartılmamış kumaş kokan dükkânın önündeki stor gölgelerini bütün ayrıntılarıyla ezbere bilirdim.
Güzel havadan istifade ederek Thiberzy’den öğle yemeğine gelen akrabalarımız için her zamankinden daha büyük bir çörek getirmesini söylemek maksadıyla ayinden sonra Théodore’a gittiğimizde kendi de iyi pişmiş, iri ve kutsanmış bir çöreğe benzeyen, güneşin yapışkan pulları ve damlacıklarıyla kaplı, sivri ucu masmavi gökyüzüne batmış çan kulesi çıkardı karşımıza. Akşamları gezmeden dönerken az sonra anneme iyi geceler dilemem gerektiğini ve bir daha onu göremeyeceğimi düşündüğümde, çan kulesinin, gün biterken, tam aksine öylesine hoş bir görüntüsü olurdu ki kulenin ağırlığı altında ezilen, ona yer açmak için hafifçe çukurlaşıp kenarları kabaran solgun gökyüzüne gömülmüş, etrafında dönen kuşların bağırışlarının sessizliğini daha da arttırdığı, külahının daha da yükseğe fırladığı, kelimelerin kifayetsiz kalacağı, kahverengi kadifeden bir minderi andırırdı sanki.
Kilisenin arkasında kalan, kimsenin kiliseyi göremediği yerlerde alışveriş yaparken bile her şey, evlerin arasından birdenbire beliriveren, böyle tek başına görüldüğünde belki daha dokunaklı olan çan kulesine göre düzenlenmişe benzerdi. Kuşkusuz, bu şekilde görüldüklerinde daha güzel olan başka birçok çan kulesi vardır ve kasvetle çevrelenmiş Combray sokaklarından farklı bir sanat niteliğine sahip, çatıların üzerinde yükselen çan kulelerinden oluşmuş çeşitli resimler hafızama kazınmıştır. Normandiya’nın Balbec’e yakın acayip bir kentinde, çeşitli nedenlerle sevdiğim ve değer verdiğim on sekizinci yüzyıldan kalma iki harika konağı asla unutamam; merdivenden nehre doğru uzanan bahçeden bakıldığında konakların arasında kalan kilisenin Gotik kulesi, ikisinin arasından gökyüzüne yükselir ve âdeta iki evin cephesini noktalar, tamamlar ama o kadar farklı, kıymetli, halkalı, pembe ve cilalı bir malzemeydi ki tıpkı kumsalda iki düz, yassı, kusursuz taşın arasına sıkışmış, koni biçimindeki, parlak, sırlı bir deniz kabuğunun lal rengi tırtıklı külahının taşlardan ayrı olması gibi konaklarla bir bütün oluşturmadığı net bir şekilde belli olurdu. Paris’te şehrin en sevimsiz muhitlerinden birinde bile birçok değişik sokakta yer alan, bir araya yığılmış çatılardan mor, bazen kırmızımsı bazen de atmosferin çıkardığı en seçkin “suret”lerde, küllerden çalınmış siyahlıkta bir kubbeden meydana gelen art arda iki hatta üç ayrı plan görülen öyle bir pencere bilirim ki Saint-Augustin Kilisesi’ne ait olan bu kubbe, bu Paris manzarasına, Piranesi’nin bazı Roma manzaralarının havasını verir. Yine de bu küçük gravürlerden hiçbirinde, hafızam ne kadar zevkle canlandırsa da uzun süre önce kaybettiğim şeyi, yani nesneleri birer görüntü olarak algılamamıza değil de eşi benzeri olmayan insanlarmış gibi onlara inanmamıza yol açan duyguyu koyamadığım için, hiçbiri Combray’nin kilisenin arkasına düşen sokaklardaki çan kulesi görüntüsünün hatırası gibi hayatımın derin bir bölümünü hâkimiyeti altında bulunduramaz. Combray Kilisesi’nin çan kulesini ister saat beşte postaneden mektupları almaya giderken birkaç ev ötenizde, solda, çatıların oluşturduğu çizgiden birdenbire sivrilen bir doruk olarak görün ister tam tersi, Mme Sazerat’nın hâlini sormak istediğinizde bu çizginin diğer yamaçta tekrar alçalışını gözlerinizle takip edip çan kulesinden sonra ikinci sokağa döneceğinizi düşünün ister biraz daha uzaklaşıp istasyona giderken yandan, dönüşünün değişik bir anında yakalanmış bir geometrik şekil gibi profilden yeni yüzeylerini ve köşelerini fark edin ister Vivonne kıyılarından, çan kulesinin külahını gökyüzünün kalbine fırlatmak için gösterdiği çabayla ortaya çıkmış gibi görünen, perspektifin yükselttiği, kendini kasmış, kuvvetli apsise bakın; her zaman dönüp dolaşıp her an her şeye hâkim olan o çan kulesine gelirdiniz, beklenmedik bir doruktan evlere seslenerek bedeni insanların arasına saklanmışsa da kalabalıktan ayırabildiğim Tanrı’nın havaya diktiği parmağıymış gibi sanki, önümde ayakta dikilirdi. Bugün bile hâlâ büyük bir taşra kentinde veya Paris’in pek de aşina olmadığım bir semtinde yoldan geçen birine yol sorduğumda “yolu tarif ederken” uzakta bir hastane kulesini, köşesinden dönmem gereken bir sokağın başında, rahip başlığının sivri ucunu göğe yükseltmiş bir manastır çan kulesini nirengi noktası olarak gösterirse eğer, hafızam o sevgili, kayıp görüntüyle anlaşılmaz bir şekilde en ufak bir benzerlik bile bulsa yolu tarif eden şahıs doğru yönde ilerlediğimden emin olmak için dönüp bakacak olursa benim gezintiyi veya işi unutup hemen orada kalakaldığımı, saatlerce hareket etmeksizin çan kulesinin karşısında durup hatırlamaya çalıştığımı, hafızamın derinliklerinde, unutuş ırmağında kaybolmuş bir diyarın yeniden fethedilişini, suların çekilip tekrar inşa edildiğini hissettiğimi hayretle izler; o hâlde hiç kuşkusuz tekrar yola düşer, az önce yolu sorduğum zamankinden daha büyük bir kaygıyla yolumu bulmaya çalışır, bir sokağa saparım… Ama… Kalbimin içinde bir sokağa…
Ayin bittikten sonra eve dönerken sıklıkla, Paris’te mühendislik yaptığı için uzun tatilleri haricinde Combray’deki evinde ancak cumartesi akşamından pazartesi sabahına kadar kalabilen M. Legrandin’le karşılaşırdık. Parlayan bilimsel kariyeri dışında, tamamen farklı bir edebiyat ve sanat kültürüne sahip olan ve bu kültürünü mesleki uzmanlığında kullanmayan ancak bir konuşma esnasında onlardan beslenen kişilerdendi M. Legradin. Birçok edebiyatçıdan daha edip (O zamanlar M. Legrandin’in yazar olarak bir şöhreti olduğunu bilmiyorduk ve bir şiirini ünlü bir müzisyenin bestelediğini öğrenince çok şaşırmıştık.), birçok ressamdan daha kabiliyetli olan bu kişiler, sürdükleri hayatın aslında onlara uygun bir hayat olmadığını düşünür ve bilimsel mesleklerine ya hayal güçlerini de kullanarak kayıtsızca ya da özenli, mağrur, kibirli, hüzünlü ve titiz bir dikkatle yaklaşırlar. Uzun boylu, endamlı, uzun sarı bıyıklı, zarif ve dalgın çehreli, mavi gözlü, yılgın bakışlı, incelikli bir nezaket gösteren, daha önce karşılaşmadığımız derecede hoşsohbet olan M. Legrandin, kendisini her zaman örnek olarak gösteren ailemin gözünde, hayatı son derece soylu ve hassas bir şekilde algılayan, seçkin bir beyefendiydi. Büyükannemin onda bulduğu tek kusur, biraz fazla güzel, fazla ağdalı konuşması; hep havada uçuşan geniş, yumuşak kravatındaki ve neredeyse okul çocuklarınınkine benzer düz ceketindeki doğallığın dilinde bulunmamasıydı. Büyükannem ayrıca onun çoğunlukla aristokrasiye, yüksek sosyete hayatına, “Aziz Paulus’un affedilmesi imkânsız günahtan söz ederken kastetmiş olduğu” züppeliğe karşı yaptığı hararetli tiratlarına da şaşırırdı.
Yüksek sosyete hırsı, büyükannemin hissetmekte hatta anlamakta öylesine zorlandığı bir duyguydu ki bu hırsı bu kadar ateşli kınamak da ona biraz manasız gelirdi. Ayrıca kız kardeşi Balbec yakınlarında yaşayan ve Aşağı Normandiyalı bir asilzadeyle evli olan biri için, M. Legrandin’in soylulara bu kadar şiddetle saldırmasını hatta hepsinin 1789 devrimi sırasında giyotinden geçirilmediğinden dem vuracak kadar ileri gitmesini biraz yakışıksız bulurdu.
Kendisiyle karşılaştığımızda “Selam dostlar!” diyerek yaklaşırdı bize. “Burada uzun süre yaşayabildiğiniz için mutlu olmalısınız; benim yarın Paris’e, fakirhaneme dönmem gerekiyor.” “Şüphesiz evimde işe yaramayan her şey var. Yalnız gerekli olan bir şey eksik, buradaki gibi kocaman bir gökyüzü parçası!” diye eklerdi kendine has hafif alaycı, hoşnutsuz, biraz dalgın gülümsemesiyle; “Hayatınızın üstünde hep bir gökyüzü parçası bulundurmaya çalışın küçük bey.” derdi sonra da bana dönerek. “Ender rastlanır nitelikte, müthiş bir ruha, bir sanatçı doğasına sahipsiniz, onun ihtiyaçlarını karşılamayı ihmal etmeyin.”
Halam, eve döndüğümüzde bize, Mme Goupil’in ayine yetişip yetişemediğini sorunca ona cevap veremezdik. Üstelik, kilisede Kötü Gilbert’in vitrayını kopya etmek için bir ressamın çalıştığını söyleyerek huzursuzluğuna huzursuzluk eklerdik. Hemen bakkala gönderilen Françoise, hem kilisede ilahi söyleyip temizlik yapığı hem de bakkal çırağı olduğundan çeşitli muhitlerle ilişkisi ve sınırsız bilgisi olan Théodore’u bulamayıp eli boş dönerdi.
“Ah!” diye iç geçirirdi halam. “Eulalie’nin geleceği saati sabırsızlıkla bekliyorum. Ondan başka kimse bana bu konuda bilgi veremez.”
Eulalie bir ayağı aksak, hamarat bir kızdı ve kulakları ağır işitirdi, çocukluğundan beri hizmetinde olduğu Mme de la Bretonnerie’nin ölümünden sonra emekliye ayrılmış, kilisenin yanında bir oda tutmuştu; durmadan kiliseye, ayine, ayin saatleri dışında ise ya dua okumaya ya da Théodore’a yardım etmeye inerdi; geri kalan zamanlarda da Léonie halam gibi hasta insanları ziyaret edip sabah veya ikindi dualarında neler olduğunu anlatırdı onlara. Eski patronlarının kendisine verdiği küçük meblağda aylığa ufak bir katkı sağlamak için ara sıra rahibin veya Combray’nin rahip sınıfı kesiminden öne çıkan bir başka kişinin çamaşır işleriyle ilgilenmekte bir sakınca görmezdi. Siyah çuhadan bir harmani giyer, çenesinin altında bağlanan, din adamlarınınkine benzer bir takke takardı, bir deri hastalığı yüzünden yanağının bir bölümü koyu bir kına çiçeği gibi pespembeydi, burnu da kemerliydi. Onun ziyaretleri, muhterem pederden başka neredeyse hiç misafir kabul etmeyen Léonie halam için büyük eğlenceydi. Halam zaman içinde, diğer bütün ziyaretçilerin ayağını kesmişti birer ikişer, çünkü ona göre hepsi nefret ettiği iki insan kategorisinden ya birine ya diğerine giriyordu. Bu kategorilerden ilki, başından ilk savdığı, halama “kendini dinlemesini” salık veren ve güneşli havada küçük bir yürüyüşün ve güzel, az pişmiş bir bifteğin ona (İki yudumcuk Vichy suyunun ağırlığını midesinde on dört saat taşıyan halama hem de!) sürekli yatmaktan ve aldığı ilaçlardan daha iyi geleceği tezini -sadece kınayan suskunluklarla veya şüpheli gülümsemelerle de olsa- savunan en kötü insanlardan oluşuyordu. Diğer kategori ise hastalığının halamın sandığından da ciddi olduğuna, gerçekten de söylediği kadar hasta olduğuna inanmış görünen kişilerdi. Böylece biraz tereddütten sonra, Françoise’ın iyi niyetli ısrarlarına dayanamayarak yukarı çıkmalarına izin verilen ve ziyaretleri esnasında çekingen bir tavırla “Hava güzel olduğunda biraz hareket etseniz, acaba…” demeyi göze alarak kendilerine gösterilen lütfu hiç ama hiç hak etmediklerini kanıtlayan misafirler de aksine, halam, “Kötüyüm, çok kötü, sonum yaklaştı sevgili dostlarım!” dediğinde, “Ah! İnsanın sağlığı elden gitmeyegörsün! Ama daha uzun süre böyle dayanabilirsiniz.” diye cevap verenler misafirler de bir daha asla kabul edilmeyeceklerinden emin olabilirlerdi. Bu durumu gülümseyerek karşılayan Françoise, halamın onları geri çevirmek için başvurduğu her daim zaferle sonuçlanan kurnazlıklarına ve halamı görmeden dönen misafirlerin umutsuz yüz ifadelerine güzel bir oyun gözüyle bakar, gülümsemesi kahkahaya dönüşürdü; kısacası, halam hem uyguladığı perhizin onaylanmasını hem acılarından yakınılmasını hem de geleceği konusunda içinin rahatlatılmasını isterdi.
İşte Eulalie’yi diğerlerinden farklı kılan da buydu. Halam bir dakikada yirmi kere, “Benim sonum geldi, sevgili Eulalie!” dese Eulalie yirmi kere, “Madam Octave hastalığınızı o kadar iyi tanıyorsunuz ki daha dün Mme Sazerin’in de bana dediği gibi, yüz yaşına kadar yaşarsınız.” derdi (Eulalie’nin tecrübenin getirdiği sayısız yalanlamanın sarsmayı başaramadığı en güçlü inançlarından biri de Mme Sazerat’nın adının Mme Sazerin olduğuydu.).
“Yüz yaşıma kadar yaşamayı istediğim yok!” diye cevaplardı ömrüne belirli bir vade biçilmemesini tercih eden halam.
Ayrıca Eulalie, halamı yormadan eğlendirmeyi bilen tek insan olduğu için beklenmedik bir engel çıkmadıkça her pazar düzenli olarak yaptığı ziyaretler, halam için, pazar günleri, önceleri neşe ile beklediği ama Eulalie biraz gecikse aşırı bir açlık hâli gibi ızdırap kaynağına dönüşen bir zevkti. Eulalie çok gecikirse eğer, bekleyişin hazzı işkenceye dönüşür, halam saate bakmaktan kendini alamaz, esner, kendini çaresiz hissederdi. Günün sonunda halam umudu kesmişken Eulalie’nin gelişini haber veren zil sesi duyulduğunda halam neredeyse fenalık geçirirdi. Aslında pazarları, bu ziyaretten başka bir şeyi düşünmezdi; öğle yemeği biter bitmez, Françoise halamı “meşgul etmek” üzere yukarı çıkıp yemek odasını boşaltmamız için bizi acele ettirirdi. Ama (özellikle güzel havaların Combray’de yüzünü göstermesinden itibaren) kibirli öğle saati, Saint-Hilaire çan kulesini sesli tacının on iki çiçeğiyle bir an harmalandırıp kuleden aşağı inerek soframızın etrafında, kilise çıkışında teklifsizce bize katılmış olan kutsanmış ekmeğin yanında çınladıktan sonra sıcaktan ve bilhassa da yemekten rehavet çökmüş hâlde, hâlâ “Binbir Gece Masalları” tabaklarının başında oturuyor olurduk. Çünkü Françoise artık bize bildirmeye gerek duymadığı, değişmez yumurta, pirzola, patates, reçel ve peksimetten oluşan ana mönüsüne -tarladaki ve meyve bahçelerindeki tarıma, gelgitin ürünlerine, ticaretin tesadüflerine, komşuların kibarlığına ve kendi zekâsına bağlı olarak ve soframız on üçüncü yüzyılda katedrallerin ana kapılarına oyulan dört yapraklı süsler gibi, mevsimlerin birbiri ardına sıralanışını ve hayatın olaylarını yansıtacak şekilde- satıcı kadın çok taze olduğunu garanti ettiği için bir kalkan balığı, Roussainville-le-Pin pazarında görüp çok beğendiği için bir hindi, daha önce bize hiç o şekilde pişirilmişini yedirmediği için ilikli yaban enginarı, açık hava insanı acıktırdığı ve saat yediye kadar sindirmeye bol vakit olduğu için kızarmış but, değişiklik olsun diye ıspanak, turfanda olduğu için kayısı, on beş güne kadar artık kalmaz diye Frenk üzümü, M. Swann özellikle bize getirdiği için ahududu, iki yıl sonra ilk kez yeniden meyve verdiği için bahçedeki ağaçtan kiraz, ben eskiden çok sevdiğim için krem peyniri, bir gün önceden sipariş ettiği için bademli pasta, ikram etme sırası bizde olduğu için bir çörek eklerdi. Bütün bunlar bittikten sonra özellikle müptelası olan babama adanan, Françoise’ın kişisel ikramı, ilhamı olan, bütün becerisini gözler önüne serdiği, özel bir günü kutlamak için ortaya çıkarılmış bir eser gibi geçici ve hafif bir krem şokola servis edilirdi. “Yeter, çok doydum, ağzıma lokma koyamam!” diyerek bu kremayı reddeden kişi, bir sanatçının kendilerine hediye ettiği bir eserinde bile niyet ve imzadan başka önemli bir şey olmamasına rağmen, ağırlığına ve malzemesine bakan görgüsüzler sınıfına dâhil ediliverirdi hemen. Hatta tabağında tek bir lokma bırakmak, bestecinin gözü önünde, parça bitmeden kalkıp gitmek kadar büyük bir nezaketsizlik olarak adlandırılırdı.
Sonunda annem bana, “Haydi, akşama kadar burada oturma; dışarısı sıcak geliyorsa odana çık ama önce biraz hava al, masadan kalkar kalkmaz okumaya dalma.” derdi. Genellikle iğ biçimli alegorik bedenini hareketli bir kabartma hâlinde ham taşa işleyen bir semenderin, teknesini Gotik kurnalar gibi süslediği, Saint-Esprit Sokağı’na açılan bir servis kapısının bulunduğu, evden bağımsız bir yapıymışçasına bir çıkıntı oluşturan arka mutfaktan iki basamakla doğrudan toprak zemine inilen bahçenin bu küçük köşesindeki pompanın yanına, leylak ağacının gölgesindeki arkalıksız sıraya otururdum. Mutfağın somakiyi andıran kırmızı, parlak yer döşemesi bahçeden fark edilirdi. Buranın, Françoise’ın ini olmasından çok küçük bir Venüs tapınağı havası vardı. Peynircinin ve manavın bazen tarlalarının ilk ürünlerini ona adamak üzere uzak köylerden getirdikleri bağışlarla dolup taşardı. Çatısını da daima, dem çeken bir güvercinle taçlandırırdı.
Eskiden, bu tapınağı çevreleyen kutsal ormanda fazla oyalanmazdım çünkü kitap okumak üzere yukarı çıkmadan önce, büyükbabamın ordudan binbaşı olarak emekli olmuş kardeşi Adolphe amcamın, zemin kattaki, açık penceresinden içeri güneş ışınları olmasa da sıcaklık girdiğinde bile terk edilmiş av köşklerine girdiğimizde uzun müddet burnumuzu gıdıklayan, hem devrim öncesini hem de ormanı çağrıştıran o karanlık ve serin kokunun hiç eksik olmadığı küçük oturma odasına girerdim. Ama yıllardır Adolphe amcamın oturma odasına girmez olmuştum, benim hatam yüzünden gelişen, biraz sonra anlatacağım şu olay sebebiyle ailemle arası bozulduğundan beri Combray’ye gelmiyordu:
Paris’te ayda bir veya iki defa beni amcamın evine ziyarete gönderirlerdi; kısa asker ceketiyle öğle yemeğini bitirmek üzere olur, kendisine mor beyaz çizgili pamukludan bir iş ceketi giymiş uşağı tarafından hizmet edilirdi. Adolphe amcam uzun zamandır ziyaretine gitmediğimden onu ihmal ettiğimizi düşünerek homurdanıp hayıflanırdı; bana bir badem ezmesi veya bir mandalina ikram ederdi, sonra da hiç oturmadığımız, şöminesi yanmayan, duvarları yaldızlı silmelerle bezenmiş, tavanı gökyüzü benzeri bir maviye boyalı, büyükbabamlardaki gibi kapitone satenden ama sarı mobilyaları olan bir salondan geçerek amcamın “çalışma” odası olarak adlandırdığı, duvarlarında siyah bir fon üzerinde, bir yerkürenin üstüne binmiş veya alnında bir yıldız bulunan dolgun, pembe bir tanrıçanın bir savaş arabasını sürüşünü tasvir eden, bir Pompei havası barındırdıkları kanaatiyle İkinci İmparatorluk üslubunca benimsenen sonraları nefret edilen, tek bir sebepten ötürü, İkinci İmparatorluk üslubunda oldukları için tekrar sevilmeye başlanan gravürlerin asılı olduğu bir odaya girerdik. Oda hizmetkârı, arabacının saat kaçta hazır olması gerektiğini sormaya gelinceye kadar amcamla kalırdım. Amcam bu soru üzerine uzun bir sessizliğe gömülerek derin düşüncelere dalardı, oda hizmetkârı hayranlık dolu bakışlarıyla, en ufak bir hareketiyle ona rahatsızlık vereceğinden çekinerek her zaman aynı olan, hiç değişmeyen o cevabı merak içinde beklerdi. Nihayet, son bir tereddüt anının ardından, amcamın ağzından her seferinde şu sözler dökülürdü: “İkiyi çeyrek geçe.” Oda hizmetkârı hayretler içinde ancak herhangi bir tartışmaya zemin hazırlamadan amcamın sözlerini tekrar ederdi: “İkiyi çeyrek geçe mi? Pekâlâ… Ben haber vereyim arabacıya…”
O zamanlar tiyatroya âşıktım; tabii platonik bir aşktı bu, çünkü annemle babam henüz tiyatroya gitmeme izin vermemişlerdi, hayalimde tiyatro ve orada yaşanan hazları öyle gerçek dışı şekilde canlandırmıştım ki her seyircinin, âdeta bir stereoskopa[14 - Bir cismin biri biraz daha sağ, öteki biraz daha sol yanını gösteren birbirinden çok az farklı iki fotoğrafının görüntülerinin birlikte gözün retina kısmı üzerine gelmesini ve asıl cisim gibi üç boyutlu olarak algılanmasını sağlayan optik alet. (e.n.)] bakarmışçasına, diğer seyircilerin de kendi kendilerine seyrettikleri yüzlerce dekora benzeyen ama kendine has bir dekoru seyrettiğini sanırdım hemen hemen.
Her sabah, Moriss afiş direğine koşar, ilan edilen oyunlara bakardım. Oyunun adını oluşturan kelimelerin ve yapıştırıcı yüzünden yer yer kabarmış hâlâ ıslak afişlerin birbirinden ayrılmaz görüntülerinin şartladığı, her türlü çıkardan bağımsız olarak, duyurulan her bir temsilin hayal gücümde yarattığı hülyalardan başka hiçbir şey beni daha mutlu edemez, heyecan veremezdi. Opéra-Comique Tiyatrosunun yeşil afişlerinde değil de Comédie-Française’in vişneçürüğü afişlerinde yer alan “César Girodot’nun Vasiyeti” ve “Kral Oedipus” gibi garip eserlerin dışında hiçbir şey, “Taç Elmasları”nın ışıltılı, beyaz sorgucundan, “Siyah Domino”nun parlak ve gizemli sateni kadar farklı olamazdı benim nazarımda; annemle babam ilk defa tiyatroya gideceğim zaman bu iki oyundan birini seçmemi söylemişlerdi, bense haklarında bildiğim tek şey oldukları için oyunların isimlerini, birbiri ardına derinlemesine düşünmeye, her birinin bana vadettiği hazzı irdelemeye, birbirleriyle karşılaştırmaya çalışırdım, sonunda bir tarafta göz kamaştırıcı ve soylu, diğer tarafta yumuşak ve kadifemsi bir oyunu gözümde öylesine güçlü canlandırırdım ki tatlı olarak meyveli, jöleli pasta ve krem şokoladan hangisini yiyeceğime karar veremediğim zamanlar gibi çaresiz kalırdım.
Okul arkadaşlarımla bütün sohbetlerim, sanatın büründüğü bütün biçimler arasında, henüz tanımamama rağmen sezgilerime hitap eden ilk hâli olan tiyatro sanatının oyuncuları üzerine olurdu. Oyuncuların her birinin konuşma biçimlerindeki, bir tiradı vurgulayışlarındaki en ufak farklılıklar bile paha biçilemez derecede önemli gelirdi bana. Bu oyuncular hakkında duyduklarıma dayanarak, gün boyunca kendi kendime tekrarlayıp durduğum bir listede yeteneklerine göre onları sınıflandırmıştım, ki bu liste sonunda beynimde katılaşmış ve dokunulmazlıklarıyla zihnimi tıkamışlardı.
Daha sonra, koleje başladığımda ders sırasında öğretmen sınıfa arkasını döner dönmez yazışarak sohbete başladığım her yeni arkadaşıma sorduğum ilk soru, daha önce hiç tiyatroya gidip gitmediği olurdu ve onun gözünde en iyi oyuncunun Got, ikincinin Delaunay, vs. olup olmadığı. Eğer onun görüşüne göre Febvre, Thiron’dan veya Delaunay, Coquelin’den sonra geliyorsa ikinci sıraya geçmek için Coquelin’in taş gibi sertliğini kaybederek kazandığı ani hareketlilik ve Delaunay’nin dördüncü sıraya gerilerken gösterdiği sihirli esneklik, sınırsız canlılık, yumuşayan ve zenginleşen zihnime bir gelişme ve hayata dönüş hissi yaşatırdı.
Erkek oyuncular zihnimi bu kadar meşgul eder, bir öğleden sonra Théâtre-Français’den çıkarken gördüğüm Maubant bende aşkın heyecanına ve acılarına sebep olurken tiyatronun kapısında yıldızların ışıl ışıl parlayan ismi, sokaktan geçen, atlarının alınlıkları güllerle bezeli bir kupa arabasının aynasında gördüğüm, oyuncu olabileceğini düşündüğün bir kadının yüzü, bende çok daha uzun süreli bir heyecan yaratır, beni, bu kadının hayatını hayalimde canlandırma isteğiyle sancılı ve nafile bir çaba içinde kıvrandırırdı. En ünlü kadın oyuncuları yeteneklerine göre sıraya koyardım: Sarah Bernhardt, Berma, Bartet, Madeleine Brohan, Jeanne Samary, ama hepsi ilgimi çekerlerdi. Adolphe amcam bir sürü kadın oyuncu ile ayrıca benim oyunculardan tam olarak ayırt edemediğim yosmaları tanırdı. Onları evinde ağırlardı. Amcamı sadece belli günlerde ziyarete gitmemizin sebebi, diğer zamanlarda evine, ailesinin karşılaşamayacağı türden kadınların gelip gitmesiydi, en azından aile böyle düşünüyordu çünkü amcam, tam tersine, bir ihtimal hiç evlenmemiş güzel dulları, şüphesiz takma ad olan afili isimlere sahip kontesleri aşırı rahatlığıyla büyükannemle tanıştırmayı veya büyükbabamla aralarının birçok defa bozulmasına sebep olan, onlara aile yadigârı mücevherler vermeyi kibarlık sayardı. Sık sık, sohbet sırasında bir aktrisin adı geçtiğinde babamın anneme gülümseyerek şöyle dediğini duyardım: “Amcanın arkadaşı.” Amcamın birçok insan için ulaşılmaz, onun ise yakın dostu olan aktrislerle beni tanıştırabileceğini, bu sayede bir ufaklık olduğum hâlde belki de yıllar boyunca önemli adamların mektuplarını yanıtlamayan, onları kapıcılarıyla kovan kadınların kapısında boşu boşuna beklemekten kurtulacağımı zannederdim.
Dolayısıyla -saati değiştirilen bir ders yüzünden amcamı bir türlü göremediğim, bir süre daha da göremeyeceğim bahanesiyle-Adolphe amcayı ziyarete ayrılmış günlerin dışında bir gün, annemle babamın öğle yemeğini erken yemiş olmasından istifade ederek sokağa çıktım ve tek başıma gitmeme izin verilen afiş direğine bakmaya gitmek yerine amcamın evine koştum. Kapısının önünde, arabacının yakasında ve atların gözlüklerinde birer kırmızı karanfilin bulunduğu iki atlı bir araba dikkatimi çekti. Merdivenlerden çıkarken bir kahkaha ve bir kadın sesi duydum, ben kapıyı çalar çalmaz ise bir sessizlik ve ardından, kapanan kapıların gürültüsü. Kapıyı açıp da beni karşısında gören oda hizmetçisi şaşkınlık içinde amcamın çok meşgul olduğunu ve herhâlde beni kabul edemeyeceğini söyledi; amcama haber vermeye gittiğinde ise aynı ses tekrar kulağıma çalındı: “Ah, lütfen! Bırak gelsin, hiç değilse bir iki dakikacık, bu çok hoşuma gider. Masanda duran fotoğrafı, onun yanındaki resimde görülen annesini andırıyor, değil mi? Şu çocuğu sadece bir kere görmeyi çok istiyorum.”
Amcamın homurdandığını, sinirlendiğini duydum; sonunda oda hizmetçisi beni içeri aldı.
Masada, her zaman olduğu gibi aynı badem ezmesi tabağı duruyordu; amcamın üzerinde her gün giydiği kısa ceketi vardı ama karşısında, pembe ipek elbisesiyle iri inci bir kolye takmış, elindeki mandalinayı bitirmek üzere olan bir genç kadın oturuyordu. Kadına madam diye mi yoksa matmazel diye mi hitap edeceğimin kararsızlığıyla yüzüm kızarmıştı, konuşmak zorunda kalmak korkusuyla gözlerimi ondan yana çevirmeye cesaret edemedim ve amcamı öptüm. Genç kadın gülümseyerek bana bakıyordu, amcam, “yeğenim” dedi ne benim adımı ne de onun adını söyleyerek, belli ki büyükbabamla aralarında yaşanan tatsızlıklardan sonra ailesiyle bu tür ilişkileri arasında herhangi bir bağlantı kurmaktan kaçınıyordu.
“Annesine ne kadar da benziyor!” dedi genç kadın.
“Ama yeğenimi sadece fotoğraflardan tanıyorsunuz.” dedi amcam tersleyen bir tonla.
“Kusuruma bakmayın aziz dostum, geçen yıl siz hastalandığınızda merdivende denk gelmiştik kendisiyle. Sadece bir anlığına gördüğüm doğru, sizin merdivenleriniz de oldukça karanlık ama bu bile ona hayran olmama yetti. Bu küçük genç adam da annesinin gözlerine ve buna sahip.” dedi, alnının alt kısmına parmağıyla bir çizgi çekerek. “Sevgili yeğeniniz de sizinle aynı soyadını mı taşıyor?” diye sordu amcama.
“Daha çok babasına benzer.” diye homurdanarak cevapladı yüz yüze olduğu kadar, annemin soyadını söyleyerek gıyabında tanıştırmaya da gönülsüz olan amcam. “Tıpatıp babasına ve rahmetli anneme benzer o.”
“Babasını tanımıyorum.” dedi pembeli kadın başını hafifçe eğerek. “Sizin rahmetli annenizle de hiç tanışmamıştım aziz dostum. Hatırlarsanız tanışmamız, sizin o büyük acınızdan kısa bir süre sonraya denk gelir.”
Biraz hayal kırıklığına uğramıştım çünkü bu genç kadın, aile içinde ara sıra gördüğüm diğer güzel kadınlardan, özellikle de her yılbaşında ziyaret ettiğim bir akrabamızın kızından pek de farklı değildi. Amcamın, o güzel kadınlardan sadece daha iyi olan giyimiyle ayrılan bu hanım arkadaşı, onlar gibi canlı ve iyilik dolu bakışlarla, aynı samimi ve sevecen tavra sahipti. Kadın oyuncuların fotoğraflarında hayran olduğum o teatral duruşa, sürdüğünü varsaydığım hayata uygun şeytani ifadeye dair hiçbir iz bulamamıştım bu kadında. İki atlı arabasını, pembe elbisesini, inci kolyesini görmesem, amcamın sadece en seçkin yosmalarla tanışıklığı olduğunu bilmesem, üst tabakadan bir yosma olduğuna asla inanmazdım. Kendi kendime, arabasını, konağını, mücevherlerini hediye eden bir milyonerin bu kadar sade, hanım hanımcık görünen bir kadın uğruna servetini harcamaktan nasıl bir zevk alabildiğini sorguluyordum. Bunun yanı sıra, bu kadının hayatını tasavvur ettikçe ahlaksızlığı beni sersemletiyordu, belki de bu ahlaksızlık karşımda ete kemiğe bürünse bu kadar kafam karışmazdı -burjuva ailesinin evinden ayrılıp kendini herkese adamasına yol açan, ona güzellik ve kibar fahişelerin kötü şöhretini kazandıran bir skandal, bir romanın gizemi gibi görünmez olan bu kadının, tanıdığım onca kadına benzeyen yüz ifadeleri, sesindeki tonlamaları, artık bir ailesi olmayan bu kadını, elimde olmadan iyi bir ailenin kızı gibi görmeme sebep oluyordu.
“Çalışma odası”na geçmiştik, varlığımdan biraz rahatsız olmuş görünen amcam genç kadına sigara ikram etti.
“Teşekkür ederim, istemiyorum azizim.” dedi. “Biliyorsunuz, eski dükün bana gönderdiği sigaraları içmeye alıştım. Sizin kıskandığınızı söyledim kendisine.” ve üzeri yabancı yazılı, yaldızlı bir tabakadan sigara çıkardı. “Aslında…” dedi birdenbire, “Bu genç adamın babasıyla sizin evde karşılaşmış olmalıyım. Yeğeniniz değil mi? Nasıl unutabildim? Bana karşı çok iyi, çok kibar davranmıştı.” dedi duygulu, mütevazı bir tavırla. Ama babamın ölçülü tavrını göz önüne alarak, pembeli kadının kibarlık olarak adlandırdığı davranışının kim bilir ne kadar sert olduğunu bilen biri olarak, babama gösterilen bu aşırı minnetle onun yetersiz nezaketi arasındaki eşitsizlikten dolayı, sanki babam bir kabalık etmiş gibi utandım. Daha sonraları, bu aylak ve çalışkan kadınların rollerinin insanın içini sızlatan bir yanının, cömertliklerini, yeteneklerini, duygusal bir estetik hayalini -onlar da sanatçılar gibi bu hayali gerçekleştirmezler çünkü onu gündelik hayatın çerçeveleri içine sokmazlar- ve kendilerine pek de pahalıya mal olmayan bir serveti, erkeklerin kaba saba, yontulmamış hayatlarını değerli ve zarif bir çerçeveye oturtmaya adadıklarını düşündüm. İşte bu kadın da amcamın kendisini gündelik ceketiyle ağırladığı odasına, o yumuşak bedeni, ipekli pembe elbisesi, incileri, bir eski dükün dostluğundan ileri gelen zarafeti armağan ettiği gibi, babamın sıradan bir sözünü de incelikle işlemiş, biçimlendirmiş, ona değerli bir ad vermiş, tevazu ve minnetle dolu o güzel bakışlarıyla taçlandırarak sanat eseri bir mücevhere, “muhteşem” bir şeye dönüştürerek sunuyordu şimdi.
“Hadi bakalım, senin gitme vaktin geldi!” dedi amcam.
Kalktım, pembe elbiseli kadının elini öpmek için karşı konulmaz bir istek duyuyordum ama bu hareketin, bir kaçırma eylemi kadar cüretkâr olacağı kanaatine varmıştım. Kalbim çarpıyordu, kendi kendime “Yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım?” derken sonra, herhangi bir şey yapabilmek için, ne yapmam gerektiğini sorgulamayı bıraktım. Henüz birkaç saniye önce bulduğum bütün o destekleyici sebepleri unutmuş bir hâlde, körü körüne ve mantıksız bir hamleyle, dudaklarımı pembeli kadının bana uzanan ellerine kondurdum.
“Ah! Ne kadar da kibar! Şimdiden çapkın, kadınlara düşkün; amcasına çekmiş. Tam bir centilmen olacak.” dedi pembeli kadın ve ekledi, konuşmasına hafif bir İngiliz aksanı katmak amacıyla dişlerini sıkıştırarak; “Bir gün bana gelemez mi? Komşumuz İngilizlerin de dediği gibi a cup of tea[15 - Bir fincan çay. (ç.n.)] içmeye? Sabahtan bir mavi[16 - Paris’te halk arasında, mavi kâğıda yazılan şehir içi telgraflara verilen ad. (ç.n.)] çekiverir olur biter!”
“Mavi”nin ne demek olduğunu bilmiyordum. Pembeli kadının söylediklerinin yarısını anlamıyordum ama bu sözlerde, cevap vermemenin kabalık olarak görülebileceği bir soru gizli olabileceği kanaatinde olduğumdan konuşmasını bitmek bilmez bir dikkatle dinliyordum ve çok büyük bir yorgunluk hissediyordum.
“Hayır, olmaz, imkânsız!” dedi amcam omuz silkerek. “Hiç vakti yok, çok çalışıyor, derslerinde en iyi notları alıyor.” diye ekledi, bu yalanını duyup düzeltmemem için alçak bir ses tonuyla, “Kim bilir, belki ileride bir Victor Hugo, bir Vaulabelle olur, değil mi?”
“Sanatçılara bayılırım!” diye ekledi pembeler içindeki kadın. “Kadınları onlar kadar iyi anlayan yok… Bir onlar ve bir de sizin gibi seçkin kimseler. Cahilliğimi bağışlayın lütfen dostum ama Vaulabelle kimdir? Odanızdaki camlı küçük kitaplıkta duran yaldızlı ciltler mi? Onları bana ödünç vereceğinize söz vermiştiniz, unutmayın, çok dikkat ederim.”
Kitaplarını ödünç vermekten nefret eden amcam bu sözler üzerine sessiz kaldı ve beni sofaya kadar geçirdi. Pembeli kadının aşkından deliye dönmüş bir vaziyette yaşlı amcamın tütün kokan yanaklarını deli gibi öpücüklere boğdum; amcam oldukça sıkkın bir tavırla, açıkça dile getirmeye cesaret edemese de bu ziyaretten annemle babama söz etmezsem memnun olacağını ima ederken ben gözlerimde yaşlarla bu iyiliğini hiç unutmayacağımı, bir gün minnettarlığımı kendisine göstermenin bir yolunu mutlaka bulacağımı söylüyordum. Bu iyiliğinin etkisi gerçekten o kadar büyük olmuştu ki iki saat sonra, kazandığım bu yeni önemi annemle babama net bir şekilde belirtmediğine inandığım birkaç gizemli cümlenin ardından, henüz yaptığım bu ziyareti onlara en ince ayrıntısına kadar anlatmayı daha açıklayıcı buldum. Bu hareketimle amcamın başını derde sokacağımı hiç düşünmemiştim. Böyle bir şeyi istemediğime göre nasıl düşünebilirdim ki? Benim bir sakınca görmediğim bu ziyareti onların sakıncalı bulacağını da tahmin edemezdim. Bir dostumuz, bizden, mektup yazmayı ihmal ettiği bir hanımdan onun adına özür dilememizi rica ettiği hâlde, bizim önem vermediğimiz bir suskunluğa bahsi geçen hanımın da önem vermeyeceği hükmüne varıp ona bir şey söylemeyişimiz çok sık karşılaştığımız bir durum değil midir? Ben de herkes gibi başkalarının beynini, gördüğü şeylere belirli bir tepki göstermekten yoksun, edilgen ve uysal bir depo olarak hayal ediyordum; amcamın sayesinde gelişen tanışma haberinin tohumlarını annemle babamın zihnine ekerek bu tanışma hakkındaki iyi niyetli görüşlerimi de arzu ettiğim şekilde onlara aktardığımdan şüphe duymuyordum. Fakat maalesef ki annemle babam, amcamın bu davranışını tasvip etmeyerek benim önerdiğim ilkelerden çok daha farklı ilkeler benimsediler. Babam ve büyükbabamla amcam arasında sert tartışmalar yaşandı; ki ben bu yaşananları dolaylı bir yoldan öğrendim. Birkaç gün sonra üstü açık bir arabada bulunan amcamla karşılaştığımda hissettiğim üzüntüyü, minnettarlığı, pişmanlığı ona ifade etmek istedim. Duygularımın yoğunluğu göz önüne alındığında, şapkamı çıkarıp selam vermenin saygısızlık olacağını fark ettim; amcam, kendimi ona sadece basit bir nezaket göstermekle yükümlü zannettiğimi düşünebilirdi. Bu yetersiz hareketi yapmamaya karar verdim ve başımı diğer yana çevirdim. Amcam, annemle babamın direktiflerine uyduğumu zannetti ve onları hiç affetmedi, uzun yıllar sonra ölünceye kadar hiçbirimiz onu bir daha görmedik.
İşte bu nedenledir ki Adolphe amcamın artık kapalı duran oturma odasına girmeden arka mutfağın çevresinde biraz vakit geçirdikten sonra, Françoise dışarı çıkıp, “Kahve servisiyle yukarı sıcak su çıkarma işini bulaşıkçı kıza devrettikten sonra Madam Octave’ın yanına gitmem gerek.” dediğinde içeri girmeye karar verip doğrudan odama, kitap okumaya çıkardım. Cisimleştiği geçici biçimler arasında bir devamlılık sağlayan ve kendisine bir çeşit kimlik kazandıran değişmez görevleri yerine getirmekle yükümlü bulaşıkçı kız, bir tüzel kişi, bir kurumdu; çünkü en az yılda bir defa değişirdi. Devamlı kuşkonmaz yediğimiz yıl, çoğunlukla kuşkonmazları ayıklamakla görevli olan bulaşıkçı kız zavallı, hastalıklı bir kızdı; biz Paskalya’da Combray’ye gittiğimizde hamileliğinin oldukça ileri bir dönemindeydi; Françoise’ın, evin içinde de dışında da kızın bunca iş yapmasına izin vermesini şaşkınlıkla karşılıyorduk çünkü gün geçtikçe büyüyen, mucizevi biçimiyle iş gömleğinin altından kendini belli eden o gizemli sepeti önünde taşırken zorlanmaya başlamıştı bile. Bu iş gömleği, M. Swann’ın bana armağan ettiği fotoğraflarda gördüğüm, Giotto’nun bazı sembolik figürlerinin kaftanlarını andırırdı. Bu benzerliğe dikkat çeken de bizzat M. Swann’ın kendisiydi, bize bulaşıkçı kızdan haber soracağı zaman, “Giotto’nun Merhameti nasıl?” derdi. Hamilelik yüzünden zaten yüzü dahi şişmanlamış olan, yanakları dümdüz inerek bir kare oluşturan zavallı kızın kendisi de Arena’daki, erdemlerin kişileştirmeleri olan güçlü kuvvetli, erkeksi bakirelere, daha doğrusu anaç kadınlara çok benzerdi aslında. Padova’daki “Erdemler ve Kötülükler”in, bulaşıkçı kıza bir başka açıdan da benzediğini şimdi anlıyorum. Nasıl ki bu kız, sembolün güzelliği ve ruhu yüzünde hiçbir şekilde ifade bulmadan, onun anlamını kavramadan, silüetini şişiren bu sembolü sıradan, ağır bir yükmüş gibi karnında taşıyorsa aynı şekilde bir kopyası Combray’deki çalışma odamın duvarında asılı olan, Arena’da “Caritas”[17 - Merhamet (ç.n.)] adı altında boy gösteren güçlü kuvvetli ev kadını da bu erdemi hiç aklından geçmemiş gibi, kanlı canlı, bayağı yüzünde merhamet kavramı asla ifade bulmamış gibi temsil eder. Ressamın güzel bir buluşuyla dünya nimetlerini ayaklar altına almıştır ama tıpkı suyunu çıkarmak üzere üzüm çiğnemiş, daha doğrusu yükselmek için çuvalların üzerine çıkmış gibidir; alev alev yanan yüreğini Tanrı’ya sunuşu, tabiri caizse “uzatıverişi” ise bir aşçının bodrumun hava deliğinden zemin kat penceresindeki birine bir tirbuşonu uzatıverişi gibidir. Kıskançlık figürüne gelirsek, belli bir kıskançlık ifadesi daha ön planda gibidir. Ama bu freskte de sembol o kadar çok yer tutar ve o kadar gerçekçidir ki Kıskançlığın dudaklarında tıslayan yılan o kadar iridir ve sonuna kadar açılmış ağzını öylesine doldurur ki freskin yüzündeki kaslar yılanı tutabilmek için balon şişiren bir çocuğun kasları gibi gergindir ve Kıskançlığın bütün dikkati -bu arada bizimki de- dudak hareketinde yoğunlaşmış olduğundan kıskanç düşüncelere ayıracak vakti yoktur.
M. Swann’ın Giotto’nun bu figürlerine duyduğu tüm bu büyük hayranlığına rağmen, getirdiği kopyaların asılı olduğu çalışma odamızdaki bu merhametsiz Merhameti, bir tıp kitabında bulunan, dildeki bir tümörün veya ameliyat aracının gırtlağı veya küçük dili sıkıştırmasını gösteren bir levhayı çağrıştıran bu Kıskançlığı, sıradan, muntazam ve grimsi yüzüyle Combray’de kilisede gördüğüm ve birçoğu Haksızlığın yedek kuvvetlerine mensup, sofu, ruhsuz birtakım burjuva güzellerini andıran bu Adaleti düşünmekten uzun bir süre hiçbir keyif alamadım. Ama epey sonra, bu fresklerin çarpıcı garipliğinin, kendine has güzelliğinin, sembollere bu kadar geniş yer ayrılmasından kaynaklandığını; sembolün, simgelenen düşünce ifade edilmediğine göre bir sembol olarak değil de bir gerçeklik, fiilen yaşanan veya maddeten kullanılabilir bir şey olarak temsil edilmesinin esere daha gerçek, daha belirgin bir anlam kazandırdığını, mesajını daha somut, daha çarpıcı kıldığını fark ettim. Zavallı bulaşıkçı kıza baktığımızda da tüm dikkatimiz sürekli olarak ağırlığını zor taşıdığı karnına odaklanıyordu; aynı şekilde, can çekişen kimselerin dikkatinin de ölümün kendilerine sunduğu, acımasızca hissettirdiği somut, sancılı, karanlık, organik yanına, ölüm dediğimiz kavramdansa kendilerini ezen ağır bir yüke, nefes darlığına, susuzluğa benzeyen yüzüne çevrili oluşu gibi.
Padova’daki “Erdemler ve Kötülükler” bana hamile hizmetçimiz kadar canlı, hizmetçimiz de neredeyse onlar kadar alegorik geldiğine göre bu demek oluyor ki yeteri kadar gerçeklik içeriyorlardı. Ve belki de bir insanın ruhunun, kendinde tezahür eden erdemle (en azından görünürdeki) bu bağlantısızlığı, estetik değerinin dışında, psikolojik olmasa da hiç değilse fizyonomik bir gerçekliğe sahiptir. Daha sonra, hayatım boyunca -manastırlarda örneğin- karşılaşma şansı bulduğum, hayata geçirilmiş merhametin gerçek bir azize sayılabilecek canlı timsalleri, genellikle işi başından aşkın cerrahların mutlu, gerçekçi, umursamaz ve katı tavrına, acı çeken insan karşısında hiçbir merhamet, hiçbir şefkate gereksinim duymayan, incitmekten korkmayan, yani gerçek iyiliğin, sevecenlikten uzak, sevimsiz ve asil çehresine sahiptiler.
Bulaşıkçı kız -Hatanın oluşturduğu tezat sayesinde, Doğruluğun üstünlüğünü daha da çarpıcı kılması gibi, istemeden Françoise’ın üstünlüğünün altını çizerek- anneme göre sadece bir sıcak sudan ibaret olan kahveyi servis edip hemen ardından hafif ılımış sıcak suyu odamıza çıkardığı esnada ben, neredeyse kapalı duran panjurların ardındaki öğle sonrası güneşine karşın, saydam, kırılgan, titreşen serinliğini koruyan, ahşapla camın arasına konmuş bir kelebek gibi bir köşede hareketsiz duran bir ışık hüzmesinin sarı kanatlarını panjurların arasından geçirmeyi başardığı odamda, elimde bir kitapla yatağıma uzanmış olurdum. Kitap okuyamayacak kadar cılız olurdu içerideki ışık, güneşin parlak ışığını sadece La Cure Sokağı’nda (Françoise, halamın “dinlenmediğini” bu nedenle gürültü edilebileceğini bildirdikten sonra) Camus’nün tozlu kasalara vuruşuyla, sıcak havalara özgü, titreşimli atmosferde çınlayan, uzaklarda uçuşan kızıl yıldızlara benzeyen bu vuruşlarla ve bir de karşımda, âdeta yaz mevsiminin oda müziğini icra ederek küçük bir konser veren sineklerle hissederdim; ki bu müzik yazın tesadüfen dinlenen, daha sonra da bize dinlendiği o mevsimi hatırlatan insanların müziğinden farklı bir şekilde çağrıştırır yazı; bu müzikle yaz arasındaki bağ daha kaçınılmazdır; sıcak günlerden doğup ancak yine o sıcak günlerde yeniden canlanan bu müzik, bu günlerin ruhunu barındırır içinde ve sadece hafızamızdaki hayalini harekete geçirmekle kalmaz, aynı zamanda dönüşünü, somut, yanı başımızdaki, her an ulaşılabilir etkin varlığını doğrular.
Odamdaki bu belli belirsiz serinliğin sokaktaki gün ışığıyla ilişkisi, gölgenin ışıkla olan ilişkisi gibiydi, yani onun kadar parlaktı, dışarıda geziyor olsam duyularımın ancak bir kısmının keyfine varabileceği yazın eksiksiz manzarasını sunardı hayal gücüme; böylece (kitaplarımda anlatılan heyecanlı maceralar sayesinde) akan suyun içinde sabit duran bir el gibi, bir hareket selinin sarsıntısını ve canlılığını taşıyan dinlenmeme harika bir uyum sağlardı.
Yine de büyükannem, sıcak hava bozmuş, kapanmış veya bir fırtına bastırmışsa dahi dışarı çıkmam için bana yalvarırdı. Bense okumayı bırakmak istemediğim için, okumama en azından bahçede devam etmeye gider, kestane ağacının altındaki hasır ve bezden yapılma küçük çardağın kuytusuna, aileyi ziyarete gelebilecek kişilerin gözlerinden saklanabileceğimi düşündüğüm bir yere otururdum.
Ve zihnim de dışarıda neler olup bittiğini seyrederken bile derinliklerine gömülüp orada kalabileceğimi hissettiğim bir başka sığınak gibi değil miydi? Dışarıda bir nesne gördüğümde gördüğümün bilinci nesneyle benim aramda sıkışıp kalır, etrafını maddesine doğrudan dokunmamı engelleyen ince bir manevi şeritle çevrelerdi; tıpkı ıslak bir nesneye yaklaştırılan akkor hâlindeki bir nesnenin önünde daima bir buharlaşma kuşağı oluşturarak ıslaklığa değmediği gibi, gördüğüm nesnenin maddesi de daha ben onunla temas etmeden âdeta buharlaşırdı. Kitap okurken bilincim farklı durumların hepsini aynı anda, alacalı bir ekran gibi sergilerdi; benliğimin en kuytu köşelerinde saklı özlemlerden bahçenin sonunda gördüğüm, tamamen dışsal olan ufuk çizgisine kadar uzanan bu farklı durumlar arasında en öncelikli, en çok bana ait olanı, hareket hâlindeki bir kontrol düğmesi gibi her şeyi yöneten güdü, okumakta olduğum kitabın felsefi zenginliğine, güzelliğine olan inancım ve hangi kitabı okuyor olursam olayım, bu zenginliği, bu güzelliği kendime mal etme isteğimdi. Okuduğum kitabı, Combray’de, eve çok uzak olduğu için Françoise’ın Camus kadar sık alışveriş etmediği ama kırtasiye ve kitap bakımından daha zengin olan Borange bakkaliyesinden, onu ilk kez dükkânın bir katedral kapısından daha gizemli, düşüncelerle daha fazla donatılmış kapısının iki kanadını kaplayan broşürler ve fasiküller mozaiği içinde, iplerle tutturulmuş hâlde görerek almış olsam bile kitabı satın almamın asıl sebebi, benim biraz sezdiğim biraz da anlaşılmaz bulduğum gerçeğin ve güzelliğin sırrını, yani keşfi bütün düşüncelerimin bulanık ama sabit hedefini oluşturan sırrı çözmüş biri gibi gördüğüm bir öğretmenimin veya bir arkadaşımın tavsiyesi olmasıydı.
Okumam süresince, içeriden dışarıya, gerçeğin keşfine doğru durmak bilmeyen bir hareket hâlindeki bu temel inançtan sonra, benim de bir parçası olduğum olaylar zincirinin yaşattığı duygular gelirdi, çünkü bu öğleden sonraları, çoğunlukla bir ömür boyu yaşananlardan çok daha fazla dramatik olaylarla dolu olurdu. Bu olaylar, okuduğum kitapta süregelen olaylardı; ve evet, Françoise’ın da dediği gibi, kitapta olayların etkilediği kişiler “gerçek” değildi. Ama gerçek bir kişinin mutluluğunun veya şanssızlığının bizde yarattığı bütün duygular, bu mutluluğun veya şanssızlığın sureti aracılığıyla tezahür eder ancak tarihteki ilk romanın yaratımı, duygu mekanizmamızda bu suretin zorunlu tek unsur olduğunu ve dolayısıyla gerçek kişileri bütünüyle ve açıkça ortadan kaldıran bir sadeleştirmenin belirleyici bir gelişme olacağını anlamaktan ibaretti. Gerçek bir insan, kendisine ne kadar derin bir sempati duysak da büyük ölçüde duyularımız tarafından algılanır, bu demek oluyor ki saydam değildir, duyarlılığımıza taşıyamayacağı yükler bindirir. Başına bir kötülük geldiğinde kafamızda onunla ilgili sahip olduğumuz bütünsel algının sadece küçük bir bölümü çerçevesinde duygulanabiliriz; üstelik o da kendisine ilişkin bütünsel algısının sadece küçük bir bölümü çerçevesinde duygulanabilir. Romancının buluşu, ruhun nüfuz edemediği bu kısımların yerine eşit miktarda manevi, yani ruhumuzun özümseyebileceği unsur koymaktı. Bu noktadan itibaren, bu yeni türdeki varlıkların eylemlerinin, duygularının, biz onları kendimize mal ettiğimize, artık içimizde oluştuklarına, biz hararetle kitabın sayfalarını çevirirken nefes alıp verişimizi, bakışlarımızın yoğunluğunu onlar belirlediğine göre, bize gerçek gibi görünmesinin ne önemi var? Romancı bir kez olsun bizi bu duruma soktuktan sonra, yani bütün duyguların tamamen içsel durumlardaki gibi on kat arttığı, kitabının bizi uyurken gördüklerimizden daha açık seçik, hatırası daha uzun sürecek bir rüya misali karman çorman edeceği bir duruma soktuktan sonra, bir saat boyunca, gerçek hayatta sadece birkaçının yaşanması bile yıllar alacak ve en yoğun olanları, ortaya çıkışlarındaki yavaşlıktan dolayı algılanamayacak, bu nedenle de asla görünürlük kazanamayacak bütün muhtemel mutlulukları ve şanssızlıkları bir tokat gibi çarpar suratımıza (Kalbimiz de böyle değişimler geçirir hayatta ve en acısı da budur; ne yazık ki biz bunu kitaptan tanırız, hayalimizden: Oysaki gerçek hayatta kalbimizin geçirdiği değişimler, tıpkı bazı doğa olayları gibi o kadar yavaş gerçekleşir ki kalbimizin içinde bulunduğu farklı durumların her birini gözlemleyebiliriz ancak buna karşın aynı değişim duygusunu yaşamayız.).
Roman kahramanlarının hayatlarının ardından, romanın bedenimle daha az bütünleşen, yarı yarıya önümde uzanan dekoru gelirdi; olayların geçtiği yerlerin görünümü, başımı kitaptan kaldırdığımda gözlerimin önünde uzanan manzaradan çok daha büyük bir etki uyandırırdı düşüncelerim üzerinde. İşte bu sebepledir ki iki yaz boyunca, Combray’deki bahçenin kızgın sıcağında, o sıralar okuduğum kitap yüzünden, bıçkıhanelerle dolu, duru suların dibinde, tere öbeklerinin altında tahta parçalarının çürüdüğü, az ileride, alçak duvarlar boyunca salkım salkım allı morlu çiçeklerin açtığı, ırmaklarla sulanan, tepelik bir ülkenin özlemiyle dolup taştım. Beni seven bir kadının hayali düşlerimde hâlâ canlı olduğu için de o iki yaz boyunca, akan duru suların serinliği bu hayalimi besledi durdu; zihnimde düşlediğim kadın kim olursa olsun, allı morlu çiçek salkımları, tamamlayıcı renkler gibi hemen iki yanından fışkırırdı.
Bunun tek nedeni, hayalini kurduğumuz bir suretin düşlerimizde onu tesadüfen kuşatan yabancı renklerin yansımaları tarafından her daim damgalanması, süslenmesi, bu renklerden yararlanması değildi; çünkü okuduğum kitaplardaki manzaralar, Combray’nin gözlerimin önüne serdiği görüntülerden yalnızca daha canlı olmakla kalmıyorlar, diğer yandan da Combray görüntüleriyle bir benzerlik gösteriyorlardı. Bu manzaralar yazarın tercihi olduklarından ve ben yazarın sözlerine, birer vahiymiş gibi sorgusuz sualsiz inandığımdan Tabiat’ın derinlemesine incelenmeye değer, gerçek birer parçası gibi gelirlerdi bana; oysaki içinde bulunduğum manzara, özellikle de bahçemiz, büyükannemin küçümsediği bahçıvanın kuralcı hayal gücünün prestij yoksunu bir ürünü olan bahçemiz, hiçbir zaman asla aynı izlenimi bırakmazdı bende.
Ben bir kitabı okurken annemle babam tasvir edilen yerleri gidip görmeme izin verselerdi, gerçeğin keşfinde paha biçilemez bir adım atmış olduğuma inanacaktım. Çünkü kendimizi her daim ruhumuz tarafından çevrelenmiş gibi hissetsek de bu ruh durağan bir hapishane değildir: Daha ziyade, ruhumuzu aşmak, dışarıya ulaşmak için sürekli hamleler yaparak onunla birlikte, bir hayal kırıklığı içinde sürüklenir, çevremizde hep dışarıdan bir yankı değil de içsel bir titreşimin yankısı olan ve hiç değişmeyen bu tınıyı işitir gibiyizdir. Nesnelerde ruhumuzun onlara aksettirdiği, kendilerine değer kazandıran yansımayı bulmaya çalışırız; doğada nesnelerin, zihnimizde birtakım fikirlerle yan yana bulunmalarına borçlu oldukları sihirden yoksun olduklarını fark ettiğimizde hayal kırıklığına uğrarız; bazen de ruhun bütün gücünü, dışımızda olduklarını ve kendilerine asla ulaşamayacağımızı açıkça hissettiğimiz insanları etkilemek için, yetenek ve ihtişama dönüştürürüz. Böylelikle, sevdiğim kadını, her zaman için, etrafı o sıralarda görmeyi en çok arzu ettiğim yerlerle çevrili olarak hayal etmem, bu yerleri bana onun gezdirmesini, bilinmeyen bir dünyanın kapılarını bana onun açmasını istemem, basit ve tesadüfi bir zihinsel çağrışım değildi; hayır, yolculuk ve aşk hayallerim, tek bir kuvvet hâlinde fışkıran ve yönü değişmeyen bütün yaşama gücümün -bugün sedefli ve görünürde kıpırtısız bir fıskiyeden değişik yüksekliklerde kesitler alırmışçasına yapay olarak ayırdığım- farklı anlarından ibaretti yalnızca. Nihayetinde, zihnimde aynı anda ve yan yana gelişen durumları içeriden dışarıya, onları kuşatan gerçek ufka kadar izlemeye devam ederek rahat rahat oturmanın, havadaki güzel kokuyu duyumsamanın, ziyaretçiler tarafından rahatsız edilmemenin, Saint-Hilaire’in çanı çaldığında, öğleden sonra tükenmiş olan saatlerinin tek tek geçişini fark etmenin, son çan sesiyle birlikte saatlerin toplamını hesaplayıp ardından gelen uzun sessizlikle, mavi gökyüzünde bir bölgenin açılışını, Françoise’ın hazırlamakta olduğu, kitabın kahramanıyla beraber yaşadığım yorgunlukları giderecek olan lezzetli akşam yemeğine kadar okumayı sürdürmemi sağlayacak olan bölgenin açılışını görmenin hazzı gibi başka türden hazlar keşfediyorum. Her saat başında, sanki bir önceki saati haber veren çan çalalı henüz birkaç dakika geçmiş gibi gelirdi bana; son çalan saat gökyüzünde bir öncekinin hemen yanına yerleşirdi, bense bu iki yaldızlı işaretin arasındaki küçük mavi yay parçasına altmış dakikanın sığmasına inanamazdım. Bazen bu vakitsiz çan, bir önceki saati haber veren çandan iki kez daha fazla çalardı; yani arada benim duymadığım bir saat daha olurdu ve gerçekleşen bir olay benim için gerçekleşmemiş sayılırdı; derin bir uyku gibi büyülü olan okuma zevki sanrılar içindeki kulağımı kandırır, sessizliğin gök mavisi yüzeyinden yaldızlı çan sesini silerdi. Combray’deki bahçede, kestane ağaçlarının altında geçen, kendi hayatımın sıradan olaylarını özenle ayıklayıp yerine pınarların suladığı bir ülkenin ortasında, garip maceralar ve özlemlerle dolu bir hayatı koyduğum güzel pazar öğleden sonraları, sizi düşündüğümde bana hâlâ o hayatı hatırlatırsınız ve hatta o hayatı sessiz, titreşimli, hoş kokulu, berrak saatlerinizin birbirini izleyen, ağır ağır değişen, yaprakların süslediği billuruyla yavaş yavaş kuşatıp sardığınız için -ben okumaya devam ederken ve günün sıcaklığı giderek azalırken- içinizde saklarsınız.
Bazen, öğle sonrasının ortalarına doğru, bahçıvanın kızı, deli gibi koşup yoluna çıkan bir portakal fidanını devirir, parmağını keser, dişini kırar, Françoise’la ben koşup bakalım, neler olduğunu kaçırmayalım diye, “Geldiler, geldiler!” diye bağırarak okumamı bölerdi. Bunlar, askerî birliklerin garnizon manevralarından ötürü Combray’yi baştan başa katettiği ve genellikle de Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçtiği günlerdi. Hizmetkârlarımız, parmaklığın önünde sıraya dizilmiş şekilde sandalyelerde oturup pazar gezmesine çıkmış Combray sakinlerini seyreder ve kendilerini onlara gösterirken bahçıvanın kızı La Gare Caddesi’nde çok uzaktan görünen iki evin arasındaki açıklıktan miğferlerin parıltısını seçerdi. Hizmetkârlar, alelacele sandalyelerini içeri alırlardı çünkü zırhlı süvariler Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçerken sokaktaki bütün boşlukları doldurur, dörtnala ilerleyen atlar yatağına sığamayan, azgın bir akarsuyun kenarlarına taşması gibi, kaldırımları kaplayarak neredeyse evlere sürtünürlerdi.
“Zavallı çocuklar!” derdi Françoise parmaklığın önüne yeni gelmiş olmasına rağmen gözyaşlarına boğulmuş hâlde. “Bu zavallı gençleri çimen gibi biçeceklerini düşündükçe yüreğim sızlıyor.” diye ekledi elini sızlayan yüreğine bastırarak.
“Gençlerin hayatı ciddiye almadıklarını görmek ne kadar da güzel, öyle değil mi Françoise?” derdi bahçıvan da ortalığı “kızıştırmak” için.
Sözleri boşa gitmezdi:
“Hayatı ciddiye almamak mı? Peki hayatı ciddiye almayacaksak neyi ciddiye alacağız? Hayat yüce Tanrı’nın ikinci kez bahşetmeyeceği tek hediyesidir, Ah, Tanrı’m! Ama doğru, önemsemiyorlar! Ben 70’te gördüm onları; bu lanet olası savaşlarda ölümden korkuları uçup gidiyor; bunun delilikten hiçbir farkı yok, sonra da ciğeri beş para etmez serserilere dönüyorlar, insanlıktan çıkıp aslan kesiliyorlar.” (Françoise için, bir insanı, s harfinin üstüne basa basa telaffuz ettiği aslana benzetmek, asla onu yüceltici bir şey değildi.)
Saite-Hildegarde Sokağı’nın dönemecine kadar olan mesafe çok kısa olduğundan güneşte parlayarak hızla ilerleyen yeni miğferlerin gelişi daima La Gare Caddesi’ndeki o iki evin arasından görülürdü. Bahçıvan daha gelecek çok asker olup olmadığını merak ederdi; kızgın güneş susatırdı onu. Bu durumda kızı hemen, kuşatma altındaymış gibi fırlayarak bir çıkış yapar, sokağın köşesine ulaşır ve yüz kere ölüm tehlikesi atlattıktan sonra, bir sürahi meyan kökü şerbetiyle birlikte geri döner, Thiberzy ve Méséglise tarafından, aralıksız saflar hâlinde en az bin kişinin geldiği haberini getirirdi. Artık uzlaşmış olan Françoise ve bahçıvan, savaş hâlinde benimsenecek tutumu tartışırlardı.
“Görüyorsun Françoise…” derdi bahçıvan, “Devrim en iyisi, çünkü devrim ilan edilirse bir tek gönüllüler savaşa katılır.”
“Hmm… Evet, an azından bunu anlayabilirim, bu daha dürüst bir söylem.”
Bahçıvan savaş ilanının bütün tren seferlerini durduracağını sanırdı.
“Tabii! Kimse kaçmasın diye…” derdi Françoise.
Bahçıvan da “Elbette! Ne kurnazdır onlar!” diye onaylardı çünkü savaşın, devletin halkla oynamayı denediği bir oyun olduğunu ve eğer imkân verilse savaştan kaçmayacak tek bir insan olmadığı yönündeki inancını kimse değiştiremezdi.
Sonunda Françoise aceleyle halamın yanına, ben kitabıma dönerdim, hizmetkârlar ise askerlerin kaldırdığı tozun ve yüreklerin yatışmasını izlemek için tekrar kapının önüne yerleşirlerdi. Geçici bir sükûnet sağlandıktan çok sonra, alışılmadık bir kalabalık gezintiye çıkar, Combray sokakları yine karalara bürünürdü. Her evin, genellikle böyle bir alışkanlığın olmadığı evlerin önünde bile, oturmuş etrafı seyreden hizmetkârlar ve hatta efendiler, nakışlı tüllere benzeyen yosunlar ve deniz kabukları gibi, kapı eşiğini koyu renkli düzensiz bir şeritle süslerlerdi.
Bu günler dışında alıştığım gibi sessiz sakin okurdum kitabımı. Ama bir defasında ziyarete gelen Swann’ın okumama müdahalesi ve o sırada benim için yepyeni bir yazar olan Bergotte’un kitabı hakkındaki yorumu, uzun süre boyunca hayalini kurduğum kadınlardan birini artık kafamda allı morlu çiçeklerin sıra sıra dizildiği alçak duvarların önünde değil de bambaşka bir dekorda, Gotik bir kilisenin kapısının önünde tahayyül etmem sonucunu doğurdu.
Bergotte’tan ilk defa, benden yaşça büyük ve kendisini çok takdir ettiğim bir arkadaşım olan Bloch’un bahsettiğini duymuştum. Kendisine “Ekim Gecesi”ne olan hayranlığımdan söz ettiğimde bir trompeti andıran gürültülü bir kahkaha patlatmış ve “Musset beyefendiye duyduğun bu bayağı düşkünlüğünü bırak. Son derece zararlı bir tiptir ve zavallı herifin tekidir. Aslında itiraf etmeliyim ki o da Racine denen o adam da hayatları boyunca, oldukça ritmik tek bir mısra yazmışlardır, hiçbir şey ifade etmemek, ki bu da bence başarıların en büyüğüdür. Biri, ‘Beyaz Oloossone ve Beyaz Camyre’, diğeri de ‘Minos’la Pasiphae’nin Kızı’dır. O iki serseriyi aklayabilecek bu mısralara ölümsüz tanrıların sevgilisi, büyük üstat Leconte, bir makalesinde dikkatimi çekmişti. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu müthiş adam, benim şu aralar okumaya vaktim olmayan bir kitabı tavsiye ediyormuş. Duyduğuma göre, yazarını, Bergotte denilen beyefendiyi, en usta heriflerden biri olarak görüyormuş; ara sıra savunulacak yanı olmayan bir hoşgörü sergilese de onun sözü benim için bir kâhinin kehaneti gibidir. Kısacası bu lirik nesirleri oku, eğer ‘Bhagavata’yı ve ‘Magnus’un Tazısı’nı’ yazmış olan muhteşem ritim ustası doğru söylüyorsa Apollon şahidimdir üstadım, Olympos’un nektarıyla yarışabilecek hazlar yaşayacaksın.” demişti bana. Bloch kendisine, “üstadım” diye hitap etmemi alaycı bir tonda istemişti, kendisini de bana hitap ederken aynı tonu kullanırdı. Ama aslında bu oyundan zevk alıyorduk çünkü insanın adını verdiği şeyi yarattığına inandığı yaşlardaydık daha.
Maalesef, Bloch’un, (bana gerçeği ifşa etmelerini beklediğim) güzel mısraların hiçbir şey ifade etmedikleri takdirde daha da güzel olduklarını söyleyerek bende yarattığı o karmaşayı, bir açıklamada bulunmasını istediğim hâlde dindiremedim. Bloch davet edilmedi bir daha evimize. Başlarda iyi karşılanmıştı. Gerçi büyükbabam, her seferinde, biraz samimiyeti ilerletip eve getirdiğim arkadaşlarımın hepsinin Yahudi olduğunu söylüyordu -tıpkı kendi arkadaşı Swann’ın Yahudi kökenli oluşu gibi- buna prensipte karşı değildi ancak ona kalırsa seçtiğim arkadaşlar, genellikle Yahudilerin en seçkinleri arasında olmuyordu. Bu yüzden eve yeni bir arkadaş getirdiğimde, sık sık “Yahudi Kadın”dan “Ey atalarımızın Tanrı’sı” veya “Yahudiler, kırın zincirlerinizi” mısralarını, sadece melodileriyle sözsüz (la-la-la diye) olarak mırıldanırdı ancak ben yine de arkadaşım melodiyi tanıyıp sözlerini hatırlayacak diye korkardım.
Büyükbabam, kendilerini görmeden önce, çoğu zaman tipik bir Yahudi ismi bile olmayan isimlerini duyar duymaz arkadaşlarımın Yahudi olduklarını anlar hatta bazılarının aileleriyle alakalı tatsız detayları dahi tahmin ederdi.
“Bu akşam gelecek olan arkadaşının soyadı ne?”
“Dumont, büyükbaba.”
“Dumont! I ıh! Hiç güven olmaz.”
Sonra şarkı söylemeye başlardı:
Okçular, dikkat!
Usulca, durmadan devam nöbete.
Dolaylı yoldan daha detaylı birkaç soru daha sorduktan sonra, “Dikkat! Dikkat!” diye haykırırdı veya işkence mahkûmu geldikten sonra, çaktırmadan onu sorguya çekerek farkına bile varmadan Yahudiliğini itiraf etmeye zorlamışsa hiçbir şüphesi kalmadığını göstermek için:
Bu utangaç Yahudi’yi, nasıl olur da
Tutup getirdiniz buralara!
veya:
Sevimli Hebron Vadisi, babamın tarlaları
veya:
Evet, ben seçilmiş ırktanım
mısralarının melodilerini belli belirsiz mırıldanarak bize bakmakla yetinirdi.
Büyükbabamın bu küçük alışkanlıkları, arkadaşlarıma karşı düşmanca bir tavrın nişanesi değildi asla. Ancak ailem başka nedenlerden dolayı Bloch’tan hoşlanmamıştı. Öncelikle babamı kızdırmıştı; babam onun ıslandığını görüp merakla neler olduğunu sorduğunda:
“Mösyö Bloch, dışarıda hava nasıl, yağmur mu yağdı yoksa? Barometre de havanın iyi olduğunu gösteriyor ama pek bir şey anlamadım bu işten.”
Babam sorusuna şöyle bir cevap almıştı:
“Beyefendi, yağmur yağıp yağmadığını size kesin olarak söyleyemem. Fiziksel koşulların dışında yaşamak konusunda o kadar kararlıyım ki duyularım bana bu konuda uyarıda bulunmak zahmetine katlanmıyor.”
“Ama evladım, senin bu arkadaşın bir geri zekâlı!” demişti babam Bloch gittikten sonra bana. “Nasıl olur! Havanın nasıl olduğunu bile söylemekten aciz! Bu kadar ilginç bir şey duymadım! Tam bir ahmak!”
Üstelik Bloch, büyükannemin de sempatisini kazanamamıştı çünkü öğle yemeğinden sonra büyükannem biraz ağrıları olduğunu söylediğinde Bloch hıçkırıklarını zor tutmuş, yanağından akan gözyaşlarını eliyle silmişti.
“Samimi olmasına imkân var mı?” demişti büyükannem. “Üstelik beni tanımıyor bile veya belki de gerçekten delidir!”
Ayrıca öğle yemeğine bir buçuk saat geç kaldığı yetmezmiş gibi bir de üstü başı çamur içinde gelip özür dileyeceği yerde, “Atmosfer değişikliklerinin ve keyfi zaman dilimlerinin beni etkilemesine asla izin vermem. Afyon çubuklarının ve Malezya kris’lerinin[18 - El yapımı, süslü Malezya kaması. (ç.n.)] tekrar kullanıma sokulmasına hiçbir itirazım olmaz ama onlardan çok daha zararlı ve ayrıca yavan burjuva aletleri olan saat ve şemsiyeyi kullanmayı reddederim.” diyerek diğer herkesi kendinden soğutmuştu.
Bütün bunlara rağmen Combray’ye tekrar davet edilebilirdi. Oysa annemle babamın bana layık gördükleri bir arkadaş değildi; annemler, büyükannemin çektiği ağrılar nedeniyle döktüğü gözyaşlarının sahte olmadığına kanaat getirmişlerdi sonunda; yine de duyarlılığımızdan kaynaklanan coşkuların, davranışlarımızın tutarlılığı ve yaşama biçimimiz üzerinde pek etkisi olmadığını; ahlaki görevlere saygının, arkadaşlara karşı sadakatin, bir eserin ortaya çıkışının, bir perhizin uygulanmasının bu anlık, ateşli ve kısır taşkınlıklardan çok körü körüne uygulanan alışkanlıklar temeline oturduğunu içgüdüsel olarak veya tecrübeyle biliyorlardı. Benim Bloch’dan ziyade, burjuva ahlak kurallarına göre bana arkadaşlara verilmesi gerektiği kadarını verebilecek, bir gün sevgiyle beni düşünüp durup dururken bana bir sepet dolusu meyve göndermeseler de hayal güçlerinin ve duyarlılıklarının basit bir hamlesiyle dostluğun görev ve gerekliliklerinin dengesini benim lehime çeviremeyecekleri için aleyhime de çeviremeyecek olan arkadaşlar edinmemi tercih ederlerdi. Kusurlarımız bile, bu türden kişileri, bize karşı olan görevlerini yapmaktan kolay kolay alıkoyamazdı; buna en iyi bir örnekse büyük halamdı; yıllar önce bir yeğeniyle bozuşmuştu, onunla hiç görüşmüyordu ama yine de vasiyetnamesini değiştirmeyip bütün servetini ona bıraktı çünkü yeğeni en yakın akrabasıydı ve öyle yapması “gerekiyordu”.
Ben yine de Bloch’u seviyordum, annemle babam da beni hoş tutmak istiyorlardı; annem onunla olan sohbetlerimizi zararlı bulsa dahi, Minos’la Pasiphae’nin kızının anlamdan mahrum güzelliği hakkında yönelttiğim cevapsız sorularım, beni Bloch’la yapacağım konuşmalardan daha çok yoruyor ve üzüyordu. Bloch Combray’ye tekrar davet edilebilirdi ancak akşam yemeğinden sonra -hayatım üzerinde derin etkiler bırakacak, beni ilk başta daha mutlu, sonra ise daha mutsuz kılacak olan bir haberi- bütün kadınların aşktan başka bir şey düşünmediğini ve istisnasız hepsinin direncinin kırılabileceğini söyledikten sonra, büyük halamın çok fırtınalı bir gençlik dönemi geçirdiğinin ve metres hayatı yaşadığının herkesçe bilindiğini çok güvenilir bir kaynaktan duyduğunu da ekledi. Ben de kendimi tutamayıp bu söylediklerini annemle babama aktardım; evimize bir dahaki gelişinde Bloch’u kapının önüne koydular ve daha sonra sokakta görüp yanına yaklaştığımda bana çok soğuk davrandı.
Ama Bergotte konusunda doğruyu söylüyordu.
İlk günlerde, Bergotte’un üslubunun daha sonra çok seveceğim yanı, bayıldığımız ama henüz tam olarak kavrayamadığımız bir ezgi misali bana kendini göstermiyordu. Okuduğum romanını elimden düşüremiyordum ama âdeta, aşkın o ilk zamanlarında, çekiciliğine kapıldığımızı sandığımız bir kadını görmek için her gün bir davete, bir eğlenceye gitmemiz gibi, kitabın sadece konusuna ilgi duyduğumu sanıyordum. Sonra, gizli bir ahenk dalgasıyla, içsel bir prelüdle üslubunu yücelttiği bazı pasajlarda kullanmaktan hoşlandığı neredeyse arkaik sayılabilecek ender rastlanan ifadeler gözüme ilişti; “hayat denilen boş hayalden”, “tükenmek bilmeyen güzel görüntüler seli”nden, “anlamanın ve sevmenin, kısır ve leziz işkencesi”nden, “katedrallerin saygıdeğer ve büyüleyici cephesine daima asalet katan dokunaklı portreler”den söz etmeye koyulan da benim için yepyeni olan bir felsefeyi, sanki arpların o sırada yükselen ezgisini başlatan ve bu ezgiye bir yücelik kazandıran bu olağanüstü imgelerle ifade eden de yine bu pasajlardı. Bergotte’un bu pasajlarından biri, diğer bölümlerden ayırdığım üçüncü veya dördüncüsü, birincide bulduğum hazla karşılaştırılması mümkün olmayan, benliğimin en derinlerinde, sanki bütün engellerin, bütün ayrımların yok olup gittiği, dümdüz, uçsuz bucaksız bir bölgede karşılaştığım bir mutluluk yaşattı bana. Sebebi ise daha önceki pasajlarda yaşadığım ama benim daha önce hiç fark etmediğim bu hazzın kaynağı olan o ender kullanılan ifadeler için yaşadığım aynı zevki, aynı müzikal akışı ve aynı idealist felsefeyi bu defa tanıyıp artık Bergotte’un belirli bir kitabının zihnimin yüzeyinde tamamen doğrusal bir şekil oluşturduğu, belirli bir bölümünden ziyade, bütün kitaplarında bulunan ve buna benzer diğer bütün pasajların da gelip onda birleştiği, ona bir kalınlık, bir hacim kazandırdığı, dolayısıyla da zihnimi genişlettiği “ideal bir Bergotte pasajı”nın varlığıyla karşı karşıya olduğum izlenimine kapılmamdı.
Bergotte’un tek hayranı ben değildim; o aynı zamanda annemin çok kültürlü bir arkadaşının da en sevdiği yazardı; Doktor Du Boulbon, Bergotte’un son çıkan kitabını okumak için hastalarını bekletiyordu; günümüzde dünya çapında yayılmış olan, tipik ve yaygın meyvelerine Avrupa’nın, Amerika’nın, en ücra köylerine varıncaya kadar her köşesinde rastlanan ama o sıralar henüz nadiren görülen Bergotte merakının ilk tohumları, Doktor Du Boulbon’un muayenehanesinden ve Combray yakınındaki bir bahçeden atılmıştı. Benim gibi annemin arkadaşının ve aynı zamanda Doktor Du Boulbon’un da Bergotte’un kitaplarında özellikle hoşlarına giden şey, aynı melodik akış, aynı eski ifadeler, çok basit ve yaygın ama kullanıldığı yerlerden de anlaşılacağı üzere, kendisinin de özellikle sevdiği başka birtakım ifadeler, son olarak da acıklı pasajlardaki sertlik ve neredeyse boğuk vurguydu. Hiç şüphesiz, kendisi de en etkileyici özelliklerinin bunlar olduğunun bilincindeydi. Çünkü daha sonra basılan kitaplarında, hatırı sayılır bir gerçeklikten veya ünlü bir katedralin adından söz ediyorsa eğer, anlatımını yarıda kesiyor ve ilk eserlerinde bütünlüğün içinde yer alan o akışı, ilk eserlerindeki örtülü hâliyle, mırıltısının nerede başlayıp nerede bittiği tam olarak anlaşılamazken, sadece yüzeydeki dalgalanmalarla ayırt edilebilirken belki de daha hoş, daha ahenkli olan o akışı; bir yakarışa, bir isyana, uzun bir duaya dönüştürüyordu. Onun hoşlandığı bölümler, bizim en sevdiğimiz bölümlerdi. Ben ezbere bilirdim hepsini. Yazısına kaldığı yerden devam ettiğinde hayal kırıklığına uğrardım. O ana kadar güzelliği benim için saklı gizli kalan bir şeyden, çam ormanlarından, doludan, Notre-Dame Katedrali’nden, “Atalya”dan, “Phaidra”dan her bahsedişinde, bu güzelliği imgelerle etkisiz hâle getirip bilincimi ele geçirirdi. Bu nedenle, evrende, eğer kendisi bana yaklaştırmadıysa kendi cılız algılarımın duyumsayamayacağı ne kadar çok şey olduğunu hissedip her konuda, özellikle de bizzat görme fırsatı yakalayacağım şeyler hususunda onun fikrine, bir istiaresine sahip olmak isterdim; ki bunların arasında, eski Fransız yapıtları ve bazı deniz manzaraları da vardı çünkü bunları kitaplarında anmasındaki ısrarcılığı, onları anlam ve güzellik açısından ne kadar zengin bulduğunun bir kanıtıydı. Ama maalesef, neredeyse her konuda, fikrinden bihaberdim. Benimkilerden tamamen farklı olduğuna şüphem yoktu çünkü bu fikirler, benim yükselerek ulaşmaya çalıştığım kimliği belirsiz bir âlemden geliyordu: Benim düşüncelerimin bu kusursuz zihne aptallığın dorukları gibi görüneceğine emin olduğum için, hepsini kafamdan silerek zihnimi öylesine bir tabula rasa’ya[19 - İngiliz düşünür John Locke, başlangıçta insan zihninin tabula rasa yani “boş bir levha” gibi olduğunu, insanın, deneyimleriyle zihnini doldurduğunu söylemiştir. (e.n.)] dönüştürmüştüm ki kitaplarından birinde, tesadüfen benim de aklımdan geçmiş olan bir düşünceye rastladığımda sanki iyi yürekli bir tanrı, bu fikri meşru kılarak ve güzel olduğunu belirterek bana geri vermiş gibi yüreğim kabarırdı. Uyuyamadığım gecelerde büyükannemle anneme yazdığım şeylerin aynılarına, Bergotte’un bir sayfasında rastlardım birdenbire; öyle ki Bergotte’un bu sayfası mektuplarımın başında yer alabilecek bir önsöz niteliği taşırdı. Hatta daha sonraları, bir kitap yazma denemelerine başladığımda yazmaya devam etmemi sağlayacak kadar değerli bulmadığım cümlelerin neredeyse aynılarına Bergotte’ta denk geldiğim oldu. Ama bu cümlelerden yalnızca onun kitabında okuduğumda bir zevk alabiliyordum; o cümleleri yazan ben olduğumda düşüncemi tam olarak yansıtma kaygısıyla, zihnimde algıladığım şeye tam “benzetememe” korkusuyla yazdığım şeyin kulağa hoş gelip gelmediğini düşünmeye fırsat bulamıyordum ki! Hâlbuki aslında bir tek bu tür cümleleri, düşünceleri gerçekten seviyordum. Endişeli ve tatminsiz çabalarım, kendi içlerinde birer aşk belirtisi, hazdan mahrum ama derin bir aşkın belirtisiydiler. Bu yüzden de bu tür cümleleri ansızın bir başkasının eserinde, yani kaygılardan, sertlikten uzakken, kendime işkence etmeme gerek yokken bulduğumda tıpkı milyonda bir yemek yapması gerekmediğinde artık oburluk yapmaya vakti olan bir aşçı gibi, kendimi bu sevdiğim cümlelerin hazzına rahatça bırakıyordum. Bir gün, Bergotte’un bir kitabında bahsi geçen yaşlı bir hizmetçiyle ilgili olarak, yazarın o büyülü, o tumturaklı dilinin daha da alaylı kıldığı ama benim Françoise’dan bahsederken büyükanneme sık sık yaptığım esprinin aynısına rastladım; bir başka seferinde, gerçeğin birer aynası olan eserlerinin birine aile dostumuz M. Legrandin’le ilgili yorumlarıma benzer bir yorumu dâhil etmekten çekinmediğini gördüm (Oysaki Françoise ve M. Legrandin’le ilgili yorumlarım, Bergotte’un hiçbir şekilde ilginç bulmayacağından emin olduğum, özellikle feragat edeceğim yorumlardı.); ansızın benim mütevazı hayatımla gerçekler âleminin birbirlerinden zannettiğim kadar ayrı olmadıklarını hatta bazı noktalarda kesiştiklerini bile düşündüm ve duyduğum güvenle, mutlulukla, neden sonra kavuşulan bir babanın kollarındaymışçasına, Bergotte’un sayfalarının üzerine gözyaşlarımı döktüm.
Kitaplarına bakılacak olursa Bergotte, çocuklarını kaybetmiş ve asla teselli bulamamış, güçsüz, buruk bir ihtiyar olarak canlanıyordu zihnimde. Dolayısıyla metinlerini içimden, bir melodi gibi, yazdıklarından belki de daha dolce[20 - Bir parçanın tatlı ve yumuşak çalınması gerektiğini belirten müzik terimi. (ç.n.)] daha lento[21 - Bir parçanın yavaş çalınması gerektiğini belirten müzik terimi. (ç.n.)] okuyor, en basit cümlede bile şefkat yüklü bir tını buluyordum. En çok da felsefesini seviyordum, kendimi sonsuza kadar onun felsefesine adamıştım. Bu nedenle kolejde felsefe adlı derse gireceğim yaşı, sabırsızlıkla bekliyordum. Ama bu derste, sadece Bergotte’un düşüncesine bağlı kalarak yaşamaktan başka bir şey yapılmasını istemiyordum; o sırada bana o derslerde bağlanacağım metafizikçilerin Bergotte ile en ufak bir benzerlik dahi taşımayacağını söyleseler, ömür boyu sevmeyi arzulayan bir âşığa ileride birlikte olacağı başka sevgililerden söz edilmiş gibi ümitsizliğine kapılırdım.
Bir pazar, bahçede kitap okuduğum sırada, annemle babamı ziyarete gelen Swann okumamı böldü.
“Ne okuyorsunuz, ben de bakabilir miyim? Aa, Bergotte mu? Size onun kitaplarını kim tavsiye etti?”
Ben “Bloch.” dedim.
“Ha, evet! Burada bir kere gördüğüm çocuk, hani şu Bellini’nin ‘Fatih Sultan Mehmet’ portresine benzeyen. İnanılmaz bir şey! Aynı yay gibi kaşlar, aynı kemerli burun, aynı çıkık elmacık kemikleri. Bir de keçi sakal bıraksa aynı olacaklar. Yine de zevkli çocukmuş çünkü Bergotte büyüleyici bir zekâya sahiptir.” Benim Bergotte’a olan büyük hayranlığımı görünce tanıdığı insanlardan asla bahsetmeyen Swann, iyi yürekliliğinden benim için bir istisna yaptı ve şöyle dedi:
“Onu çok iyi tanırım, sizi mutlu edecekse kitabınızı imzalamasını rica edebilirim.” Bu teklifi kabul etme cesareti bulamayıp Swann’a Bergotte hakkında sorular sordum. “En beğendiği erkek oyuncu kim, biliyor musunuz acaba?”
“Erkek oyunculardan kimi beğendiğini bilmiyorum. Ama hiçbirini, herkesten üstün tuttuğu Berma’yla eşit bulmadığını biliyorum. Berma’yı duydunuz mu hiç?”
“Hayır efendim, annemle babam tiyatroya gitmeme izin vermiyorlar.”
“Ne talihsizlik! Rica edin kendilerinden. ‘Phaidra’da, ‘El Cid’de Berma; eninde sonunda bir kadın oyuncudur diyebilirsiniz ama ben sanatta ‘hiyerarşi’ye pek inanmam aslında!” (Swann’ın daha önce büyük teyzelerimle sohbetlerinde de birçok kereler dikkatimi çeken bir huyunu, ciddi konulardan konuşurken önemli bir konuda fikir beyan ediyormuş izlenimi uyandırabilecek bir ifade kullandığında, bu ifadeyi, özel, mekanik, alaycı bir tonlamayla, tırnak içine alırmış gibi vurgulamaya özen gösterdiğini fark ettim; sanki ifadenin sorumluluğunu almak istemiyormuş, “gülünç insanların tabiriyle hiyerarşi” dermiş gibiydi. Peki ama gülünç bir ifadeyse eğer, neden hiyerarşi diyordu?) Hemen arkasından ekledi: “Berma’yı izlemek kutsal bir keşif olacak sizin için, tıpkı herhangi bir şaheser gibi, mesela, ne bileyim ben…” -gülmeye başladı- “ ‘Chartes Katedrali’nin Kraliçeleri’ gibi.” O ana kadar, Swann’daki bu görüşlerini ciddi biçimde ifade etme korkusu kültürlü ve Parisli olmanın bir gerekliliği, büyük teyzemlerin taşra dogmatizmine zıt bir şey gibi gelmişti bana; ayrıca bunun, Swann’ın yaşadığı muhitte yaygın bir tarz olduğunu ve bu çevrede, önceki nesillerin lirizmine tepki olarak, önceleri basit bulunan, sıradan, somut gerçeklere aşırı bir değer verildiğini, “cümle”lerin aşağılandığını varsayıyordum. Ama şimdi Swann’ın dünya karşısındaki bu tutumunu kaba buluyordum. Herhangi bir konuda fikir sahibi olmaya cesaret edemiyor, yalnızca kesin ve somut birtakım bilgiler verebildiği takdirde rahatlıyor gibiydi. Ama böylelikle, bu ayrıntıların önemli olduğu yönünde bir fikir, bir varsayım ortaya atmış olduğunu fark etmiyor gibiydi. Bunun üzerine, annem odama çıkmayacak diye üzüldüğüm, Swann’ın ise Léon prensesinin evindeki baloların hiçbir önemi olmadığını söylediği o akşam yemeğini düşündüm tekrar. Oysaki ömrünü bu tür zevklere harcıyordu. Bütün bunlarda bir tutarsızlık bulurdum. Çeşitli konularda fikrini ciddiyetle dile getirmeyi, tırnak içine almak zorunda kalmadan yargılarını ifade etmeyi, bir yandan gülünç olduklarını ileri sürdüğü meşguliyetlere aşırı hassas bir nezaketle kendini teslim etmekten vazgeçmeyi başka hangi hayata saklıyor olabilirdi? Swann’ın Bergotte’tan söz ediş şeklinde kendine özgü olmayan, aksine o dönemde annemin arkadaşından tutun da Doktor Du Boulbon’a kadar, yazarın bütün hayranlarında rastlanan bir şey de dikkatimi çekti. Swann gibi onlar da Bergotte’la ilgili “Büyüleyici bir zekâya sahip, nevi şahsına münhasır biri, anlatımı biraz zorlamalı ama çok hoş. İmzasını görmeye hiç gerek yok, ona ait olduğu hemen anlaşılıyor.” diyorlardı. Ama hiçbiri “Büyük bir yazar, büyük bir yetenek.” diyecek kadar ileri gitmiyordu. Hatta yetenekli olduğunu bile söylemiyorlardı. Söylemiyorlardı çünkü bilmiyorlardı. Genel fikirler müzemizde “büyük yetenek” diye adlandırılan bir kimseyi yeni bir yazarın çehresinde tanımamız çok uzun zaman alır. Tam da bu nedenle, bu çehre yeni olduğu için, yetenek dediğimiz şeye tam anlamıyla benzetemeyiz onu. Özgünlük, büyü, incelik, güç gibi nitelemeleri tercih ederiz; sonra bir gün, zaten yetenek denen şeyin bütün bunlar olduğunu fark ederiz.
“Bergotte’un, Berma’dan bahsettiği bir eseri var mı?” diye sordum M. Swann’a.
“Sanırım, Racine’le ilgili şu küçük broşüründe bahsetmişti ama tükenmiş olmalı. Yeni bir basımı da olabilir. Sizi bilgilendiririm. Ayrıca bütün istediklerinizi Bergotte’a sorabilirim, haftada bir mutlaka akşam yemeğine gelir bize. Kızımın çok yakın bir arkadaşıdır. Birlikte eski şehirleri, katedralleri, şatoları ziyaret ederler.”
Toplumsal hiyerarşi konusunda herhangi bir fikrim olmadığı için uzun süreden beri babamın Madam ve Matmazel Swann’la görüşmemize imkânsız gözüyle bakması, onlarla aramızda büyük mesafeler olduğuna kanaat getirmeme, onlarınsa gözümde itibar kazanmalarına yol açmıştı. Komşumuz Mme Sazerat’dan duyduğuma göre, Madam Swann’ın kendini kocasına değil, M. de Charlus’e beğendirmek için yaptığı gibi, annemin de saçlarını boyayıp dudaklarına ruj sürmesine hayıflanıyor, Madam Swann’ın bizi küçümsediğini düşünüyordum; bu da özellikle, çok güzel bir kız olduğunu duyduğum ve her seferinde aynı hayal ürünü büyüleyici çehreyi kafamda canlandırarak sık sık hayalini kurduğum Matmazel Swann açısından üzüyordu beni. Ama o gün Matmazel Swann’ın bu özel konumunu, bunca ayrıcalığın ortasında, doğal ortamındaymış gibi yaşadığını, annesiyle babasına akşam yemeğine misafirleri olup olmadığını sorduğunda onun için sadece eski bir aile ahbabı olan, o altın değerindeki konuğun adını, o sihirli heceleri, “Bergotte” cevabını duyduğunu, onun yemek sofrasında dinlediği samimi konuşmaların, yani benim için büyük halamın sohbetine tekabül eden sohbetin Bergotte’un kitaplarında ele alamadığı konulara ilişkin, benim Tanrı kelamı kabul edeceğim ve dinlemeyi çok isteyeceğim sözleri olduğunu, gezmeye gittiği şehirlerde yanında ölümlülerin arasına inen tanrılar gibi, bütün gösterişiyle, tanınmadan Bergotte’un yürüdüğünü öğrenince hem Matmazel Swann’ın ne kadar değerli bir varlık olduğunu hem de beni görse ne kadar kaba ve cahil bulacağını düşündüm; onunla arkadaş olmanın hoşluğunu ve imkânsızlığını öylesine yoğun bir şekilde hissettim ki içim aynı anda hem arzuyla hem de umutsuzlukla doldu. Artık onu düşündüğümde çoğunlukla bir katedralin giriş sundurmasının önünde, bana heykellerin anlamını açıklarken, beni onaylayan bir gülümsemeyle, arkadaşı sıfatıyla Bergotte’la tanıştırırken hayal ediyordum. Ve her defasında, katedrallerin bende bıraktığı düşüncelerin, Ile-de-France tepeleriyle Normandiya ovalarının büyüsü, Matmazel Swann’ın hayalimdeki çehresine yansıyordu: Bu onu sevmeye çok yaklaştığım anlamına geliyordu. Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayatın içine işleyebileceğimizi varsaymak, bir aşkın doğmasındaki en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. Bir erkeği sadece fiziksel görünüşüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar. İşte bu yüzden askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar; üniforma, çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahdın, ziyaret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzu ettiği gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün bir profile ihtiyacı yoktur.
***
Ben bahçede, büyük halamın (hafta içi günlerde, “Sen hâlâ kitap okuyarak eğleniyor musun, bugün pazar değil ki!” derdi, eğlenme kelimesini çocukluk ve zaman kaybı anlamında kullanarak) ciddi işlerle ilgilenmenin yasak olduğu, dolayısıyla kendisinin dikiş dikmediği pazar günleri dışında yapılmasına anlam veremediği kitap okuma faaliyetimi sürdürürken Léonie halam da Eulalie’nin geliş saatini beklerken Françoise’la laflardı. Françoise’a biraz önce Madam Goupil’i “şemsiyesiz, Châteaudun’de diktirdiği ipek elbisesiyle” geçerken gördüğünü söylerdi. “İkindi duasından önce uzak bir yere gidecekse elbisesi sırılsıklam olabilir.”
“Olabilir, olabilir.” (olmayabilir de anlamında) derdi Françoise daha olumlu bir alternatifin olma ihtimalini tam anlamıyla göz ardı etmemek için.
“Tüh!” derdi halam alnına vurarak. “Şimdi aklıma geldi, Madam Goupil’in kiliseye kutsal ekmekle şarap dağıtılırken mi vardığını öğrenemedim. Unutmadan Eulalie’ye sorayım… Françoise çan kulesinin arkasındaki şu kara buluta ve arduvazların üstündeki şu uğursuz ışığa bakın, belli ki bugün yağmursuz geçmeyecek. Böyle devam etmesi imkânsızdı, aşırı sıcaktı hava.” Vichy suyunun midesinden aşağı inişini hızlandırma isteği, Madam Goupil’in elbisesinin mahvolduğunu görecek olma korkusundan daha baskın olduğundan, “Yağmur ne kadar erken başlarsa o kadar iyi, çünkü fırtına patlamadıkça şu Vichy suyu da midemden aşağı inmeyecek.” diye eklerdi.
“Olabilir, olabilir.”
“Üstelik, yağmur yağınca meydanda sığınacak bir yer de olmuyor. Ne, saat üç mü oldu?” diye haykırdı birdenbire halam, yüzü bembeyaz kesilerek. “Demek ikindi duası başladı, pepsinimi unuttum! Vichy suyunun neden midemden aşağı inmediğini şimdi anlıyorum.”
Halam hemen mor kadife kaplı, yaldızlı dua kitabına sarılır, o telaşla, bayram günlerine ait sayfaların yerini işaret eden sararmış kâğıttan dantel şeritlerle çevrelenmiş resimleri düşürür, bir yandan damlalarını yutarken diğer yandan Vichy suyundan bunca zaman sonra alınan pepsinin, suyu yakalamayı ve midesinden aşağı indirmeyi başarıp başaramayacağını bilememenin yarattığı kaygıyla anlaması biraz zorlaşmış olan kutsal metinleri hızlı hızlı okumaya başlardı. “Saat üç, zaman nasıl da geçiyor!”
Camda bir şey çarpmış gibi ani bir ses, onu takip eden, sanki yukarıdaki bir pencereden aşağı kum atılıyormuş gibi gevşek, hafif bir dökülme sesi duyulur, sonra dökülme sesi yayılır, düzenli bir ritim kazanır, akışkan, titreşimli, melodik, gür ve evrensel bir hâl alırdı: Bu yağmurun sesiydi.
“İşte! Ben size demiştim değil mi Françoise? Nasıl da yağıyor! Ama bahçe kapısının çalınışını duyar gibi oldum, gidip bir bakın, böyle bir havada dışarıdaki kim olabilir?”
Françoise geri döndüğünde:
“Madam Amédée imiş.” (büyükannem) “Dışarıda biraz dolaşmaya çıkıyormuş. Yağmur da pek şiddetli ama…”
“Hiç şaşırmadım.” derdi halam gözlerini devirerek. “Başkalarına benzer bir yapısı yoktur onun. Şu an dışarıda onun yerinde ben dolaşıyor olmak istemezdim.”
“Madam Amédée, her zaman başkalarının yaptığının tersini yapar.” derdi Françoise tatlılıkla, büyükannemi biraz “kaçık” bulduğunu söylemek için diğer hizmetkârlarla yalnız kalacağı anı beklemeyi tercih ederek.
“İşte akşamüstü duasının saati de geçti! Eulalie gelmez artık!” diye iç geçirirdi. “Bu hava onu korkutmuş olmalı.”
“Ama saat beş olmadı Madam Octave, henüz dört buçuk.”
“Dört buçuk mu? Birazcık gün ışığı girmesi için küçük perdeleri açmak zorunda kaldım. Saat dört buçukta! Bereket Duası gününden sekiz gün önce! Ah, Françoise’cığım, belli ki yüce Tanrı bize sinirlenmiş. Günümüz dünyası da pek kötü! Sevgili Octave’cığımın da dediği gibi, biz Tanrı’yı unuttuk, o da bunun intikamını alıyor.”
Halamın yanakları Eulalie gelince aniden kıpkırmızı olurdu. Ne yazık ki o daha içeri yeni girmişken Françoise gelir ve dudaklarında sözlerinin halamda yaratacağından şüphe duymadığı sevince katıldığını gösteren bir gülümsemeyle, dolaylı anlatım kullanmasına rağmen, kusursuz bir hizmetkâr sıfatıyla ziyaretçilerinin sözlerini harfiyen aktardığını belirtmek üzere kelimeleri tek tek heceleyerek konuşurdu:
“Madam Octave eğer dinlenmiyorsa, kendisini kabul edebilirse, muhterem peder çok memnun olacakmış. Muhterem peder rahatsızlık vermek istemiyormuş. Muhterem peder aşağıda, kendisini salona aldım.”
Gerçekte, rahibin ziyaretleri halamı Françoise’ın sandığı kadar mutlu etmez, Françoise rahibin geldiğini her haber verdiğinde yüzünde takınmayı görev bildiği bir sevinç ifadesi, hastanın duygularıyla tam olarak örtüşmezdi. Rahip (sanattan hiç anlamamasına rağmen derin bir etimoloji bilgisine sahip olduğundan daha fazla sohbet etmemiş olmaktan pişmanlık duyduğum, üstün nitelikli bir insan olan) mühim ziyaretçilere kilise hakkında bilgi verme alışkanlığıyla (Hatta Comb-ray bölgesine ilişkin bir kitap yazmaya niyetliydi.) bitmek bilmeyen, üstelik hiç değişmeyen açıklamalar yaparak halamı yorardı. Ziyareti bir de böyle Eulalie’nin ziyaretiyle aynı ana denk geldi mi halamda su götürmez bir memnuniyetsizlik baş gösterirdi. Halam, Eulalie’nin ziyaretinden en iyi şekilde faydalanmaya, herkesi birden ağırlamamaya bakardı. Yine de rahibi kabul etmeme cesaretini bulamayıp Eulalie’ye rahiple birlikte kalkmamasını, o gittikten sonra kendisiyle baş başa biraz oturmayı istediğini işaret etmekle yetinirdi.
“Muhterem peder, bana söylendiğine göre ressamın biri şövalesini sizin kiliseye yerleştirmiş, bir vitrayı kopya ediyormuş diye duydum. Doğrusu bu yaşıma geldim, hayatımda hiç böyle bir şeye rastlamadım! Dünya ne hâle geldi! Üstelik kilisedeki en çirkin şey!”
“Bence kilisedeki en çirkin şey demek biraz abartılı olur çünkü Saint-Hilaire’de görülmeye değer bölümler bulunmakla birlikte zavallı bazilikamın bazı bölümleri de oldukça eski, bizim piskoposluk bölgesinde hiç restorasyon yapılmamış tek bazilika! Doğrusu giriş sundurması kirli ve eski ama yine de muhteşem bir yapı; Ester duvar halılarına gelirsek şahsen üstüne para verseler almam ama uzmanlar Sens duvar halılarından sonra ikinci sırada anıyorlar adını. Ayrıca biraz fazla gerçekçi bazı ayrıntıların yanı sıra, hayret edilecek bir gözlem yeteneğinin ifadesi olan ayrıntılar bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Ama o vitrayların lafını bile duymak istemiyorum! Aynı hizada iki döşeme taşı bulamayacağınız bir kilisede gün ışığını içeri sızdırmayan hatta o adını koyamadığım renkteki yansımalarıyla gözü yanıltan pencereler bulundurmak akla mantığa sığar mı? Üstelik bu döşeme taşlarını, Combray başrahiplerinin ve Guermantes senyörlerinin, yani hem bugünkü Guermantes dükünün hem kendisi de bir Guermantes olan kuzeni ve eşi Guermantes düşesinin ataları, eski Brabant kontlarının mezarları olması bahanesiyle değiştirmeyi de reddediyorlar.” (Artık kimseyle pek ilgilenmeyen büyükannem, bütün isimleri karıştırmaya başlamıştı, Guermantes düşesinin adı her telaffuz edildiğinde düşesin Madam de Villeparisis’nin akrabası olduğunu iddia ederdi. Herkes kahkahalara boğulur, büyükannem ise almış olduğu bir davetiyeye istinaden kendini savunmaya çalışırdı: “O mektupta bir Guermantes sözü geçiyordu diye hatırlıyorum.” Ve ben bir seferliğine, diğerleriyle birlikte büyükannemin karşısında yer alır, onun yatılı okuldan arkadaşıyla Brabant’lı Genoveva’nın torunu arasında bir ilişki olabileceğini kabul etmezdim.)
“Oysaki bakınız, Roussainville, eski çağlarda fötr şapka ve duvar saati ticareti nedeniyle gelişmiş olmakla birlikte, bugün artık bir çiftçi yerleşimi. (Roussainville’in etimolojisinden pek emin değildim. Eski adının, Châteauroux’nun Castrum Radulfi’den türediği gibi, Radulfi Villa’dan türeyen Rouville olduğunu düşünmek eğilimindeydim ama bundan başka bir gün konuşuruz.) İşte bu Roussainville Kilisesi’nin hemen hemen hepsi modern, harikulade vitrayları var. Ünlü Chartes vitraylarının muadili olduğu söylenen o görkemli “Louis-Philippe’in Combray’ye Girişi” vitrayının Combray’de bulunması daha anlamlı olurdu; daha dün, Doktor Percepied’nin bu konulara düşkün olan kardeşiyle konuşuyordum; bu vitrayın harika bir işçiliği olduğunu söylüyordu. Ama çok usta bir sanatçı olduğu söylenen, ayrıca çok da nahif bir insan izlenimi uyandıran o ressamın kendisine de sordum, diğerlerinden bile karanlık olan bu vitrayda ne buluyorsunuz diye.”
“Eminim, Monsenyör’den rica etseniz size yeni bir vitray bağışlamaktan çekinmez.” derdi yorulacağını düşünmeye başlayan halam konuşmaktan usanmış bir hâlde.
“Düşünebiliyor musunuz Madam Octave?” diye cevaplardı rahip. “O feci vitrayla ilgili yaygarayı başlatan Monsenyör’ün ta kendisidir; vitrayın bir Guermantes olan Brabant’lı Genoveva’nın torunlarından Guermantes Senyörü Kötü Gilbert’i Aziz Hilarius tarafından günahları bağışlanırken temsil ettiğini kanıtladı.”
“Aziz Hilarius nerede peki, ben hatırlamıyorum?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/marsel-prust/kayip-zamanin-izinde-swann-larin-tarafi-1-kitap-69428512/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Sinema filmi gösteriminde kullanılan ilk aygıtların temelini oluşturan aygıttır. 1891’de Thomas A. Edison ve William Dickson tarafından geliştirilmiştir. Aygıtta, izleyici bir izleme deliğinden bakarken film şeridi, hızla bir mercek ile elektrik lambasının arasından geçiriliyordu. Film şeridi, çok kısa aralıklarla çekilmiş bir dizi fotoğraf karesinden oluşuyordu ve şeridin takılı olduğu çıkrığın yardımıyla izleme deliğinin önünden saniyede 46 kare geçiriliyordu. Böylece, insanlar ve cisimler hareket hâlindeymiş gibi görünüyordu. (ç.n.)

2
Buğdaygiller ailesinden bir bitki türü. Yağının sakinleştirici, gerginlik azaltıcı etkisi vardır. Parfüm endüstrisinde de kullanılır. (e.n.)

3
Uzun saçaklı çatısı olan alçak dağ konutu. (e.n.)

4
Merovenj Hanedanı: V. ve VIII. yüzyıllar arasında bugünkü Fransa ve Almanya arasında bulunan bölgede hüküm sürmüş Frank hanedanı. (e.n.)

5
İsa’nın ölümünü anmak için ekmek ve şarap kullanılan ayin. Burada ekmek İsa’nın etini, şarap ise kanını temsil eder. Bkz. Efkaristiya. (ç.n.)

6
Zetyinyağı, sirke, haşlanmış yumurta, dijon hardalı, kapari, salatalık turşusu ve çeşitli otlarla hazırlanan bir sos. (ç.n.)

7
Etkisiz (ç.n.)

8
Katolik Kilisesi tören müziği. Başlıca bölümleri “kyrie”, “gloria”, “sanctus” ve “benedictus”, “agnus dei”. (ç.n.)

9
Sunak (altar), adak adanan ve kurban kesilen dinî yapı. Özellikle antik dinlerde yaygın olan sunaklar, Musevilik ve Hristiyanlıkta da önemli bir yere sahiptir. (ç.n.)

10
Mide mukozasının salgıladığı proteinli besinleri peptona çeviren enzim. (e.n.)

11
Louis le Germanique.

12
Mimarlıkta; sütun veya ayakların taşıdığı kemer sırası, böyle bir kemer sırası ile sağır bir duvar arasında uzanan geçit veya dip dibe yapılmış dükkânlara giriş sağlayan üstü örtülü yaya yolu. (e.n.)

13
Kafa sesi (ç.n.)

14
Bir cismin biri biraz daha sağ, öteki biraz daha sol yanını gösteren birbirinden çok az farklı iki fotoğrafının görüntülerinin birlikte gözün retina kısmı üzerine gelmesini ve asıl cisim gibi üç boyutlu olarak algılanmasını sağlayan optik alet. (e.n.)

15
Bir fincan çay. (ç.n.)

16
Paris’te halk arasında, mavi kâğıda yazılan şehir içi telgraflara verilen ad. (ç.n.)

17
Merhamet (ç.n.)

18
El yapımı, süslü Malezya kaması. (ç.n.)

19
İngiliz düşünür John Locke, başlangıçta insan zihninin tabula rasa yani “boş bir levha” gibi olduğunu, insanın, deneyimleriyle zihnini doldurduğunu söylemiştir. (e.n.)

20
Bir parçanın tatlı ve yumuşak çalınması gerektiğini belirten müzik terimi. (ç.n.)

21
Bir parçanın yavaş çalınması gerektiğini belirten müzik terimi. (ç.n.)
Kayıp Zamanın İzinde Swann′ların Tarafı 1. Kitap Марсель Пруст
Kayıp Zamanın İzinde Swann′ların Tarafı 1. Kitap

Марсель Пруст

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Proust, anlatıma olan tutkumu öyle ateşliyor ki ifade etmekte güçlük çekiyorum. Ah! Öyle yazabilseydim! Gözyaşlarına boğulurdum herhâlde! Hayrete düşüren o titreşimi, doygunluğu ve yoğunluğu sağladığı o anlarda -âdeta cezbedici bir şey var- öyle ki içimde, ben böyle yazabilirim hissini doğuruyor, sonra kalemi elime alıyorum ve öyle yazamıyorum. Neredeyse kimse içimdeki dil sinirlerini böylesine uyaramamıştır: resmen bir saplantı hâline geliyor. Fakat Swann’a geri dönmeliyim.En büyük serüvenim gerçekten de Proust. Yani -ondan sonra geriye yazacak ne kalıyor ki? Daha sadece ilk ciltteyim ve zannediyorum daha bulunacak çok kusur var ama ben hayret içindeyim; sanki gözlerimin önünde bir mucize gerçekleşiyormuş gibi. Sonunda, nasıl da sürekli kaçırdığımız o anı yakalamayı başarmıştı biri -ve onu bu müthiş ve şahane kalıcı maddeye dönüştürmüştü? Tutkum nesneleşiyor -güneşin, şarabın, üzümün, kusursuz dinginliğin ve yoğun zindeliğin birleşimi gibi âdeta.Jacques Raverat… Bana Mrs. Dalloway hakkında öyle bir mektup gönderdi ki hayatımın en mutlu anlarını günlerini yaşadım. Merak ediyorum, acaba bu sefer bir şey başarabildim mi? Yani, şimdilerde bir bütün hâlinde yaşadığım Proust’a kıyasla hiçbir şey başaramadım herhâlde. Proust’u özel kılan onun azami duyarlılıkla, azami kararlılığı harmanlayışından doğuyor. Kelebeğin gölgesini son ana kadar aramaktan vazgeçmiyor. Bir enstrüman teli kadar sağlam ve kozasından yeni çıkmakta olan bir kelebek kadar ani. Ve sanıyorum beni hem derinden etkileyecek hem de her cümlemde kıvama gelmeye çalışacak.

  • Добавить отзыв