Zavallı Necdet

Zavallı Necdet
Saffet Nezihi
Yayımlandığı dönemde halkın oldukça ilgisini çeken Zavallı Necdet, Saffet Nezihi’nin en önemli eseridir. Öyle ki yazar, bu eserinden sonra Zavallı Necdet müellifi olarak anılagelmiştir. Necdet bir hayal âleminde yaşayan, zengin, yakışıklı, şık ve zarif bir gençtir. Hayalinde, ilgi duyduğu bütün genç kızlar kendisine âşıktır ve onların bütün fedakârane çabalarına rağmen Necdet onları terk eder. Arkadaşlarına bu tip hikâyeleri anlatır durur. Gelgelelim Necdet sonunda, hayale yer bırakmayan hakiki bir aşka tutulur. Hayallerinde olduğu gibi sevdiği kız kendisine âşık olsa da Necdet’in sevdiğini terk edecek gücü yoktur…

Saffet Nezihi
Zavallı Necdet

1
Haydarpaşa İskelesi’ne on bir numaralı vapurdan iniyordum. Akşam, pek yaklaşmıştı. Hava kararıyordu. Güneş hemen hemen batmak üzere idi. Biraz sonra battı. Şimdi etraf, gözün görebildiği her yer, siyah bir örtüye bürünmeye başlamıştı.
Kalabalık içinden kendimi kurtarıp da iskele üzerinden geçerken sevdiğim bir çehre gözüme ilişti. Kendi kendime, “Feridun Necdet” dedim. Sevgili Necdet’in kim bilir, hikâye edecek ne latif hatıraları vardır! Aldanmamışım. Kendimizi büyük iskele üzerine selametle attığımız zaman eski dostumun, sınıf arkadaşımın koluna girdim.
“Nereye?” dedim.
“Fener İstasyonu’na.”
“İsabet, vagonda görüşürüz.”
***
Biz kalabalık içinden, o sıkıntılı, dar yoldan kurtulmak için biraz hızlıca yürüyorduk. İskeleden uzaklaşıp da istasyon yoluna girdiğimiz zaman Necdet Feridun’un yüzüne baktım. Beş dakikalık sessizliği bana garip görünüyordu. Pekâlâ bilirdim, buna emin idim ki Necdet bu fırsatları kaçırmak istemez.
O; kendi hissine, meyline, zevkine aşina olan eski bir arkadaşa tesadüf etsin, buluşsun da uzun hikâyelerini, âşıkane muzafferiyetlerini dinletmesin! Bu; kabil değildi.
Mektep sıralarında bulunduğumuz zamandan beri şu biçarenin büyük bir meraka, tedavisi kabil olamayan bir hastalığa düçar olduğunu bilirdik. Bu merak; aşk hastalığı idi ve bu hastalık şundan ibaretti: Meşgul olduğu veya takip ettiği her kadını kendine âşık zannetmek.
Necdet Feridun; çehresinin letafeti cihetiyle tabiatın lütfuna, büyük bir inayetine mazhar olmuş bahtiyarlardan idi. Sarı lepiska saçları, küçük, uçları kıvrık bıyıkları, mavi büyük gözleri ile erkek güzelleri arasında ayrıca bir mevki tutmuştu. Hele giyinmekteki zevkiselimi; kendisine şıklık cihetinden büyük bir kıymet, bir meziyet veriyordu. Servet cihetiyle de talihin lütfuna mazhar bulunuyordu.
Mektepten çıktıktan sonra Necdet Feridun’u ara sıra görebiliyordum. Şişli’de oturdukları için kış mevsimleri bazen Lüksemburg Gazinosu’nun bilardo salonunda, Kongordiya Tiyatrosu’nun fuayesinde[1 - Aktrislere mahsus hususi salon.] kendisine tesadüf ettiğim zaman beni şen ve neşeli selamlar, latifeler eder; hikâyelerini anlatmak için eline geçirebildiğine çok memnun görünürdü ve işte o zaman âşıkane muzafferiyetlerini sayar dururdu. Biz de uydurma hikâyeleri lezzetle, hazla dinlerdik. Oh! Âşıkane muvaffakiyetleri öyle bitmez tükenmez vakalar ortaya çıkarırdı ki… Necdet; bu sevda sahnelerinde büyük rolleri, fedakârlıkları kadınlara taksim ederdi. Bir muhabbet hikâyesini nakle başlar başlamaz biz evvelce tayin ederdik ki bu yeni aşk sahnesinde de ilk rolü alan Necdet değildir. Muhabbet, sevda alametleri ilk defa olarak kız cihetinden zuhur eder ve her fedakârlığı kız yapar. Velhasıl bütün o âşıkane vakalarda kahraman; hep kızlardır, kadınlardır. Kaç defa dinlemiştik: İsmini hatırlayamayacağım milyoner bir İngiliz Mis Üniyon Fransez balosunda Necdet Feridun’a tesadüf eder, prezante edilir. Mis kendisini sever; o derece şiddetli bir iptila ile sever ki o gece tekmil kadrilleri[2 - Kadril, eski bir danstır.] ona verir. Zarif bir ipekli mavi kurdele ile asılmış olan karnede[3 - Karne, balolarda rakısların kime verildiğinin içine yazıldığı küçük defter.] Feridun Necdet namı beş altı yerde görünür. Bu hâl genç Misi, takip eden birtakım erkeklerin nazarıdikkatini celb eyler: “Bu derece teveccühe mazhar olan şu Türk kimdir?” sualleri her taraftan tekrar edilmeye başlar. Meraklılar başlarıyla, gözleriyle bu muzaffer aşığı birbirlerine gösterirler. Evet; şimdi pek iyi hatırlıyorum, Necdet Feridun bu Mis hikâyesinin orasına geldiği zaman muvaffakiyetten ve o muvaffakiyetin kendisinde, bütün ruhunda ve kalbinde hâsıl ettiği meserretten gülümserdi ve sonra çok memnun bir tavırla başını sallayarak:
“Balodaki kibar zevat; Mis’in zevkiselim sahibi olduğunu tasdik ediyorlardı ya? Bu da başka bahis!” derdi.
Kendisini sevmiş olan kadınlara hak verir, onları zevkiselim sahipleri arasına ithal ederdi ve nazarıdikkatlerini üzerine celbe muvaffak olamadığı kadınları bu kusurlarından dolayı hiçbir zaman affedemezdi. Fakat bundan dolayı meraka lüzum yok. Çünkü Necdet Feridun bu latif mahluklar içinde öyle hissiz, zevksiz birinin mevcut olacağına, mümkün değil, ihtimal veremezdi.
Bu Mis hikâyesi pek uzundur. Bunu işite işite artık ezberlemiş gibiydik. Bu genç, latif, milyonlar sahibi Mis o akşam şampanya buharlarının dimağında şiddetli tesirler hasıl ettiği, gözlerine aşkın, sevdanın tatlı, pek tatlı mahmurluğunu verdiği bir dakikada… Asabi buhranın hükmünü icra eylediği bir saniyede… Yanakları ateşli bir pembelikle sevda alevleri püskürdüğü bir sırada başını göğsü üzerine koyarak Necdet Feridun’a aşkını ilan ettiği zaman…
İşte hikâyenin tam bu can alacak noktasında Necdet Feridun’un ufak bir dudak bükmesi, manalı bir istiğna tavrı vardı ki bunu Monesolliler, Koklenler taklitten âcizdir.
Sonra yine hikâyesine devam eder, söyler, söyler; nihayetsiz fedakârlıklar… Bitmez tükenmez âşıkane teklifler… Önüne, ayakları altına demet demet serpilen aşk, sevda, muhabbet gülleri, çiçekleri…
O, bu çiçeklerin içinden bazen açılmaya yüz tutmuş beyaz bir zambak, bazen gonca hâlinden henüz çıkmamış pembe bir gül alır, birkaç defa koklar ve sonra bırakırdı. Çünkü bu pembe güller, bu beyaz zambaklar, renklerine, kokularına doyulamayan bu çok latif, sevimli çiçekler önüne, ayakları altına serpilmeye devam ederdi.
Necdet Feridun’un bu hâline, ahlakındaki bu tuhaflığa biz bir nevi hastalık nazarıyla bakardık. Filhakika o da bir hastalıktı ya… Bir kere anlatmaya başladı mı, artık o Mis hikâyesi bitmezdi; çok defa vaki olmuştu, o uzun musahabeler bizi tiyatroya yetişmekten, vaktiyle yemek yemekten bile mahrum ederdi.
Fakat o kadar garip hikâyeleri vardı ki… Kocasını terk ederek onunla beraber seyahat etmeyi teklif eden genç madamlar, nişanlısıyla bozuşup kendisine gönül bağlayan güzel matmazeller, onun için bozulmuş izdivaçlar, geri bırakılmış seyahatler, tertip olunmuş ziyafetler, suareler…
Bu hikâyelerin her birinde birer kahraman mevcut; onlar da tabii; güzellikleriyle meşhur matmazeller, madamlar olacak. Nihayet ufak bir sebep, ehemmiyetsiz bir vaka, velhasıl bir hiç için Necdet Feridun onu terk ediverecek… İşte o uydurma hikâyeler böyle nihayet bulurdu. Sözüne nihayet vereceği zaman Necdet Feridun aşkının felsefesini ekseriya şu sözlerle hülasa ederdi:
“Budala! Hayatımı kendisine hasredeceğimi zannediyordu. Kadınlar, hakikaten fikirsizdir.”
***
Haydarpaşa İskelesi’nden çıkıp da Necdet Feridun’un koluna girerek istasyona doğru yürüdüğümüz zaman hatırımdan hep bu eski hikâyeler geçiyordu. Tahammül edemedim. Kendisine sordum:
“Nasıl, yeni bir sevda macerası var mı?”
“Evet, var, var amma bu pek dehşetli…”
“Acayip, dehşet neresinde?”
“Hele vagona girelim de, hikâyem bu sefer acıklı olmakla beraber uzun. Netice korkunç. Ah! Tasavvur edemezsin! Pek rahatsızım. Fikrim, vücudum, bütün mevcudiyetim rahatsız…”
“Görüyorum, biraz bozulmuşsun! Nen var?”
“Sinir illetine tutuldum… Hekimler ruhumun ıstırabını duyamıyorlar. O ince noktalardaki yaraları tedavi edemiyorlar.”
“Adam sende… Merak edilecek bir şey değil…”
“İşte bu bir söz ki bin birinci defa olarak senden de işitiyorum. Merak edilecek bir şey değil. Pekâlâ! Pekâlâ, amma niçin biçare insanlardan binlerce halk bu derde, bu eleme tutuluyor? Niçin buna sinir diyorlar? Demek ki bir şey var. Maddi, manevi bir şey var. Evet, var ki tedavisi müşkül, belki de kabil değil. Ah, anlatamıyorum, anlatamıyorum; kalbimin ince bir damarının koptuğunu, ruhumun bir elem, bir keder, bir hüzün perdesiyle örtüldüğünü nasıl bir lisanla anlatayım? Kime anlatayım?”
Ben Necdet Feridun’u vagondan içeri iterken o muttasıl:
“Anlatamıyorum ki, anlatamıyorum ki…” diyordu.
***
Kadife sedirlerden birinin üzerine yan yana oturduk; birdenbire kalkarak pencereyi açtı:
“Bilmezsin…” diyordu. “İçimde öyle bir kasvet var; öyle bir sıkıntı mevcut ki tarif edilemez. Sana hikâyemi nakledeyim, evet, itiraf ederim, kalbimi anlayan bir arkadaşa hikâyemi söylemekle üzerimden büyücek bir ağırlığın kalktığını hissediyorum. Zannediyorum ki felaketimi herkese, hususuyla sevdiklerime anlatmakla talihimi utandırmış olacağım. Bunu uğursuz kaderimden bir intikam alma gibi addediyorum. Azizim! Pek büyük bir felakete düçar oldum. O kadar büyük ki şimdiye kadar kadınlar üzerindeki âşıkane muvaffakiyetlerimin cümlesine bedel bir felaket, meyus bıraktığım gönüllerin, meftun olarak terk ettiğim aşkların hepsinin intikamından dehşetli bir felaket darbesi… Nasıl tasvir edeyim bilmem. Öyle dehşetli bir darbeye uğradım ki kalbimin en ince damarlarını kuruttu. Şimdi orada kadın aşkı yerine kezzap akıyor. Oh! Akan bu acı madde ruhumu yakıyor, ciğerlerimi yakıyor, bütün benliğimi yakıyor. Ben buna müstahak idim azizim! Meyus bıraktığım bu kadar kadın kalbinin feryadı, bu kadar kadının gözyaşı sanki. Ah evet, sanki…”
Bundan ziyade söylemeye muvaffak olamadı. Elleri teessüründen titriyordu. Anladım. Bu defa pek ciddi bir hikâye dinlemekte olduğumu takdir ettim, kendisine dedim ki:
“Yoksa geçen âşıkane muvaffakiyetlerinden dolayı meyus musun?”
“Meyus, mahzun… Hâlimi anlatabilmek için bu kelimeler kifayet etmez. Bunlarla ruhumun elemleri, ıstırapları anlatılamaz. Evet mümkün değil anlatılamaz. Azizim! Bu başka bir hâl, garip bir sergüzeşt, pek az tesadüf edilir bir felaket…”
Necdet Feridun biraz durdu; bir şey düşünüyordu.
Zayıf parmaklarıyla saçlarını karıştırdı. Zannederim, hikâyesine neresinden başlamasının münasip olacağını düşünüyordu. Ben de taaccüp ediyordum. Hikâye uydurmakta mahir, ehemmiyetsiz âşıkane bir vakayı büyüten, velvelelere boğan bu tecrübe sahibi arkadaşın; hakiki bir sevda macerasını nakletmekte bu kadar güçlük çekmesi beni hayretler içinde bırakıyordu. Bu hâl bana şu hakikati anlatıyordu: Bu defa dil söylemiyor, kalp söylüyordu.
Beş-on saniyelik bir sessizlikten, derin bir sessizlikten sonra hikâyesinin neresinden başlaması gerekeceğini tayin etmiş olmalı ki gözlerinde bir parlaklık eseri görür gibi oldum. Karşımızda bir şişman zat oturuyordu. Büyük karnı vücudundan yarım metre ileriye fırlamıştı. Dizlerimize dokunmamak için kendimizi biraz köşeye çektik. Koşmuş, yorulmuş olmalı ki geniş geniş nefesler aldığı sırada yeleğinin cebinden çıkardığı büyücek bir altın kutudan bir iki tutam enfiye çekti. Birkaç kere zevkle, lezzetle hapşırdı. Bu gamsız, kasavetsiz, hissiz; evet, evet, hissiz zat; karşısında kimse bulunmuyormuş gibi lakayıt duruyordu, o büyük vücudunu, o koca karnını güzelce yerleştirecek –velev ki iki şahsın rahatsızlığını mucip olsun–, istirahat edecek yer arıyordu.
Necdet Feridun’un o muvakkat sükûtundan istifade ederek bu zatı dikkat nazarımdan geçirmekte olduğum sırada Necdet yüzüme baktı. Acı bir tebessüm arasında bana güya şunu anlatmak istiyordu:
“Beyinsiz, hissiz olmaya da talih mi diyeceğiz? Bunun şu lakayıt hâlini görüyor musun? Ben de şu hâli bulmak için dünyada her şeyi terk ederim…”
Necdet biraz bana eğildi. Yavaş konuşmaya mecbur idik. Çünkü o şişman efendi rahatça derin bir uykuya dalmıştı.
O, hikâyesine başladı:
“Geçen sene nisanın iptidasında idi. Hemşire fakrüddemden, sinirden rahatsız bulunuyordu. Hekimler Kızıltoprak, Fener semtlerini tavsiye ettiler; münasip bir köşk aradık, bulduk. Nisan haftasında idi. Fenere naklettik. Ben bu taraflardan pek hoşlanmazdım. Her gün kaleme gitmeye mecburiyet var. O hâlde bana yalnız bir cuma kalıyordu; bir gün nasıl olsa geçer. Hemşirenin rahatsızlığı için buna muvafakat eylemek gerekti. Köşke naklimizden sonra iki hafta geçtiği hâlde ehemmiyete değer hiçbir vaka zuhur etmedi. Ev halkı; köşkün tanzimiyle meşgul. Ben her nedense her ciheti, her şeyi kuru olan bu köyden bir zevk, bir lezzet duymam. Onun için vakit geçirmek emeliyle her gün erkence İstanbul’a iniyordum. Kaleme biraz uğradıktan sonra kâh bir iskarpin ısmarlamak için Birğüi’ye, bazen yazlık bir kostüm siparişi için Boter’e uğrar, vakit geçirirdim, Tam iki hafta sonra bir perşembe günü istasyona gitmek için köşkten çıktığım sırada yanımızdaki pembe köşkün önünde eşya yüklü iki üç öküz arabasının durmakta olduğunu gördüm, kendi kendime; ‘Yeni komşular. Kim bilir nasıl muacciz adamlardır.’ dedim.
Akşam köşke döndüğüm zaman bu yeni komşularımızın kim olduğunu tahkik etmek hatırıma bile gelmedi. Kendilerine ne kadar ehemmiyet vermiş olduğumu artık anlıyorsun ya?
İki gün sonra bizim köşkün kapısından içeri girerken valide ile hemşirenin yanımızdaki pembe köşkten çıkmakta oldukları gözüme ilişti. O sırada onları kapıya kadar teşyi eden bir iki kadın çehresi kıvrılmış saçlarıyla bir hayal gibi gözümün önünden geçti, birkaç dakika sonra valide ile hemşire geldi, gülerek:
“Yeni komşulardan mı?” diyordum.
“Bilsen Necdet, bir kızları var ki, melek!”
“Bundan bana ne anneciğim?”
“Hele piyanosu olmaz şey, şimdiye kadar bu derece güzel piyano işitmemiştim. Ya annesi, hele kendisi o kadar nazik ki… Fakat bilmem bunları ne için söylüyorum; doğru, hakkın var. Sen yaşadığın müddetçe bekâr kalacaksın değil mi oğlum?”
“Canım şimdi bunlara ne lüzum var? Şu aralık evlenmeye niyetim yoksa ebediyen…”
Valide ile hemşire kahkahalarla gülmeye başladılar. O akşam pembe köşkün güzeli hatırımdan bile çıkmıştı, ertesi günü pazardı. İstanbul’a inmeye üşendim. Bugün de bir müddet gazetelerle, kitaplarla vakit geçiririm, akşamüzeri de Fener’e giderim dedim Maupassant’ın Bel-Ami namındaki kitabını okuyordum. Birdenbire kapı açılarak hemşire içeri girdi:
“Ağabey! İşitiyor musun?” diyordu. “Meliha Hanım’ın piyanosunu işitiyor musun?”
“Meliha Hanım kim oluyor?”
“Canım şu pembe köşkte oturanların kızı.”
“Şimdi meşgulüm. Gevezelik etmeye vaktim yok.” diye cevap verdim.
Hemşire meyus olarak odadan çekildi. Yalnız kaldığım zaman – bilmem nasıl oldu, anlayamadığım bir hissin sevkiyle– pencerenin panjurlarını açtım; piyano dinlemeye başladım. Aman Yarabbi! Ne işitiyordum; Mozart’ın bir valsı o derece sanatla, o kadar bir maharetle çalınıyordu ki kendi kulaklarıma âdeta inanamayacağım geliyordu.
İnce musiki sanatının bizim kadınlarda bu derece ilerleyişini ben, mümkün değil, tasavvur edemezdim. Tatlı bir hayal içinde dinledim. Kendimden geçerek dinledim. Bütün hüviyetimi o nağmelere vererek dinledim.
Piyano çalınması ne kadar devam etti bilmem. Ben pencerenin önünde kollarımı panjurun kenarına dayamış düşünürken evet, bu ahengi, ruhu, kalbi, bütün bir insan benliğini okşayan, gıcıklayan musiki nağmelerini vücuda getiren ince, zarif parmakları, o parmakların birleşmesiyle teşekkül eden beyaz tombul elleri gözlerimin önüne getirerek hayaller arasında yuvarlanıp dururken bir ses:
“Buyurunuz beyefendi yemeğe!” dedi.
Bu kadar zaman nasıl geçmişti bilemem. Yemekte pek şen bulundum. Dünkü ziyaret bahsi tekrar açılır ümidiyle sözü o cihete götürüyordum. Kadınlara gevezelik ettirmek için o kadar yollar bulduğum hâlde sözü kabil değil arzu ettiğim yola götüremedim.
Yemekten sonra odamdaki koltuğa tekrar uzandığım zaman şu suretle muhakeme ediyordum: Önümüzde bütün bir yaz var. Meşgul olacak ciddi bir işim yok. Bir sevda hikâyesi vücuda getirecek minimini bir melek şurada, yüz adım ötede bulunuyor. Letafet ve zarafetini dün annem methediyordu. Oh! Eminim. O, olur olmaz güzellere melek namını vermez. Ne diyordu, melek gibi bir kız… Hele nezaketine ve terbiyesine, musikideki maharetini de ilave ederseniz… Fransızcası mutlak mükemmeldir. Düşününüz! Mozart’ın bir valsını o kadar mükemmel çalan bir kız… Ona şüphe yok. Mutlak fevkalade bir talim ve terbiye görmüştür. Musikiye bu derece merakı, bu kadar iptilası olan kadınların kalpleri ekseriya biraz ince olur, onların kalplerini anlamak daha kolaydır.
Ben bu muhakememi hayal kuvvetiyle pek ileriye götürüyordum. O kadar ileriye ki annemin melek gibi kız tabir ettiği şu komşu küçük hanımı kendime âdeta aşık olmuş zannetmeye başlamıştım.
Necdet Feridun burada durdu. Keskin, kulak tırmalayıcı bir düdük sesi trenin hareketini bildiriyordu.
O, kadife yastıklar üzerine yaslanır gibi bir vaziyet alarak iyice rahat ettikten sonra hikâyesine devam etmek istedi. Çehresinde yorgunluk eseri görüyordum:
“Pek yorgun bulunuyorsanız devam etmeyiniz!” dedim. “Başka bir gün…”
Cevap verdi:
“Yoksa taciz mi ediyorum?”
“Emin ol…” dedim. “Bilakis, bu sevda macerası cidden meraklı bir şey…”
Necdet Feridun’un gözlerinde o aralık birkaç damla yaş gördüm. Hayret edilecek bir hâl… Necdet, şu bizim layıkıyla tanıdığımız, çocukluğundan beri her hâlini ayrı ayrı, inceden inceye bildiğimiz geniş kalpli, taş yürekli Necdet; bu kadar zaaf göstersin! Hatta ağlasın! Vallahi hayrete şayan…
“Anlıyorum…” diyordu. “Gözlerimin yaşarmakta olduğunu gördün, buna taaccüp ediyorsun değil mi? Ah azizim! O, senin bildiğin eski Necdet artık değişti. Şimdi ufacık bir sebep, ehemmiyetsiz bir vesile, bir hiç beni ağlatıyor. Buna da sinir zaafı diyorlar. Evet; ne diyordum, o gün kalbimi tatmin edecek izahat alamadım. Fakat sonraları valide ile hemşireden münasebet düştükçe bazı malumat ediniyordum. Babası servet sahibi bir zat imiş. Bunların bir erkek, bir de kız evladı olmuş. Erkek Viyana Sefarethanesi’nde memur bulunuyormuş. Baba ile ana bütün muhabbetlerini, şefkatlerini kızlarına hasretmişler. Sarı lepiska saçlı, mavi gözlü, kamelya rengini andırır pembe beyaz, zarif bir renge malik bir melek imiş. Fakat o, yalnız hayalimde şekil verebildiğim bir melek idi. Gülme! Evet, yalnız hayalimde… Hakikatte çehresini bir kere olsun görmemiştim.”
Biraz durdu… Geniş bir nefes almak istiyordu, güya bir şey, bir hafakan boğazını, hançeresini tazyik ediyordu. Yavaş yavaş sözüne devam etti:
“Evet; sonraları birçok izahat aldım. Fakat bunlar bana istediğim şeyleri öğretemiyordu. Ben onun hâllerini, ruhunun hislerini anlamak istiyordum. O, kabil olmadı.
Gezmeye ara sıra, pek az çıkardı. O da pek kapalı bir surette… Sık, siyah bir peçe o latif çehreyi gözlerimden daima gizlerdi. Fenerde tesadüf etsem hiç tanımadığı bir yabancı hakkında reva görülecek bir kayıtsızlığa maruz kalırdım. O zaman âdeta sıkılırdım. Mamafih beni tanımaması kabil değildi. Köşke girip çıkarken görmemek, gözüne ilişmemek nasıl mümkün olabilirdi? Hususuyla birkaç gün köşklerinin karşısında, bahçedeki kiraz ağacının altında kanepeye uzanmış, güya kitap okuyormuşum gibi bir vaziyet almıştım. O, bu sıralarda yine piyanosunun başına geçerdi ve sinirlerindeki buhranın şiddetini; fildişi taşların üzerine kondurduğu darbelerin çıkardığı latif ahenk ile defetmeye çalışırdı.
Hemşire hikâye ediyordu. Bir gün pembe köşkte bulunuyormuş. O esnada ben de bizim köşke girmek üzere ince yoldan yürüyormuşum. ‘İşte bizim birader.’ demiş. O, gözlerini benim bulunduğum tarafa çevirmeye bile lüzum görmeyerek: ‘Evet. Ağabeyime benziyor.’ demiş.
Oh! Bu sözden o kadar çok mana çıkarmıştım ki… İyice hatırlıyorum, hemşirenin bunu hikâye ettiği akşam; gece yarısını geçmişti, ben uyuyamamıştım. Muttasıl düşündüm, sabaha kadar düşünmüştüm: Bundan ne anlaşılır? Hemşirem ona: ‘İşte bizim birader.’ dediği zaman o, başını bile çevirmeye lüzum görmeden: ‘Evet! Ağabeyime benziyor.’ diyor. Demek oluyor ki beni birçok defa görmüş, tetkik etmiş ve kim bilir; belki benimle meşgul olmuş da… Olmuş amma ne hüküm vermiş, ne neticeye varmış? Bunu keşfetmek kabil değildi, kendi kendime düşünüyordum:
“Bu derece zarif, bu kadar nazik, terbiyeli bir kızın benim gibi bir genci beğenmemesi kabil değildir. O hâlde beni gördükçe, sokakta, Fener’de tesadüf ettiği zamanlarda hiç tanımıyormuş gibi soğuk, kayıtsız durması, peçesini bile kaldırmayarak o güzel yüzünü şöyle uzaktan görmeme olsun müsaade etmemesi neden?”
Böyle de düşünürken yine kendi kendime; ‘Kadınlık gururunu kırmamak, erkeklere karşı zaaf eseri göstererek mağlup olduğunu anlatmamak için…’ kararını veriyordum. Bu hâl tam bir ay devam etti. Bu müddet içinde artık İstanbul’a pek az iniyordum. Her günkü işimi güya kararlaştırmış gibiydim. Sabahları yataktan kalkar kalkmaz pencerenin önüne oturuyor, ihtiyarım elimde olmayarak gözlerimi pembe köşkün sarmaşıklı odasına dikerek orada bir şey, bir gölge, bir hayal arıyordum ve bu hâl akşama kadar devam ediyordu. Akşam olup da hava karardı mı piyano başlıyordu. Ne nağmeler, ne feryatlar, ne şikâyetler, ne kahkahalardı ya Rabbi! Bazen bir talihsizin inlemelerine benzeyen sedalar, bazen çılgın, oynak, kahkahaya benzeyen bir hava ortalığa yayılıyordu.
Bazen piyanonun sedası alçalıyor, o kadar alçalıyordu ki ben o ince nağmeleri artık işitemez oluyordum. Bazen parmakların darbeleri şiddetleniyor, muhitte fırtınalar, gök gürlemelerine benzeyen gürültüler vücuda geliyordu.
Bir gece… Ah, o geceyi hatırlamak bile kalbimi helecana getiriyor; Şöope’nin, o meşhur musiki üstadının Marş füneberini[4 - Cenazelerde terennüm edilen bir hava.] çalmaya başlamıştı. Azizim! Yemin ederim sana, o gece bu hava, bu hazin hava beni harap etti, bitirdi. Of, daha şiddetli bir kelime bulmak lazım. Beni öldürdü. İnan bana! O hazin hava, o ölüm nağmeleri; aşkımın felaketini daha önce bana ilham etti. Son nefesini veren talihsiz bir gencin lisanından dökülüyormuş gibi zannettiğim o feryattan bugünkü akıbetimi hissettim. Genç kız bu havayı, bu ölüm havasını her gece çalıyordu ve ben aşkımın felaketini, bugünkü akıbetini haber veren o feryadın, o iniltinin düşmanı olmuştum. Bulsaydım, o havanın olduğu notayı elime geçirebilseydim öyle bir intikam zevkiyle yırtacaktım, aşkımın felaketiyle istihza eden, âdeta yüzüme karşı sırıtan o ölüm havasını öyle bir parçalayacaktım ki…”
Necdet o sırada ihtiyarını kaybetmişti. Sesi yavaş yavaş yükseliyor, yumruklarını sıkarak meçhul bir semte doğru dehşetle sallıyordu.
Karşımızda oturan, rahat, tatlı bir uykuya dalan o şişman zat; muhaverenin gittikçe gürültülü bir hâl almasından uyanarak rahatsız olduğunu gösterir bir vaziyetle ayağa kalktı. Vagonun diğer bir kısmına gitti.
“Azizim Necdet…” diyordum. “Bu kadar müteessir olmaya lüzum yok. Hikâyenin buraya kadar olan kısmında ben fevkalade bir hâl göremiyorum.”
“Netice, ah netice çok korkunç… Hayır, neticede değil… Çünkü ıstırap bitmiyor, devam ediyor. Sergüzeştimin sonraları çok acıdır, çok yürek yakıcıdır. O derece ki beni canımdan usandırıyor. Nasıl tarif edeyim bilmem? Bir emel noktası var. Oraya gidebilmek muhal, imkânsız… Oradan uzaklaşmak kabil. Fakat uzaklaşamıyorum, uzaklaşamıyorum. Bir kuvvet, mukavemet edemediğim bir kuvvet beni o tarafa çekiyor, sürüklüyor.
İşte yine o kuvvet; ciğerlerimden kopan kan pıhtılarını ona göstermemek, onun nazarlarından ebediyen saklamak için güle güle yutuyorum.”
“İfrata kapılıyorsun.” diyordum. “Daima hayaline tabi oluyorsun! Geçen vakaları kendilerine mahsus muhit dairesinde muhakeme edemeyecek misin?”
Bunun üzerine elini sıkarak zorla gülmek istedim. Fakat bu mevsimsiz, hiç yerinde olmayan yalancı gülüşün yüzüme, dudaklarıma hiç yaraşmadığını, yaraşmayacağını biliyordum. Artık anlamıştım ki bu sergüzeştte, bu sevda macerasında çok ciddi, çok elemli, çok acı cihetler vardır.
Tren birdenbire durdu. Kondüktör:
“Feneryolu!” diye bağırdı.
Necdet:
“Gelmişiz.” dedi ve başını pencereden çıkararak sözüne devam etti: “Görüyor musun? Şu Fener’e ayrılan yolda, ağaçlar arasındaki beyaz köşkü görüyor musun? İşte orada oturuyoruz. Pembe köşkün bir tarafı da azıcık görünüyor. Beş altı gün İstanbul’a inmeye niyetim yok. Vaktin müsaade ederse gel, sergüzeştimi sana orada, geçtiği yerde anlatmaya çalışırım.”
***
Necdet Feridun tam zamanında inmişti. Vagondan çıkar çıkmaz boru sedası, düdük feryadı işitildi. Tren yavaş yavaş hareket ederken ben, istasyon yolunu dönmüş, düşüne düşüne Feneryolu’na giden Necdet Feridun’u başımla, ellerimle selamlıyordum. Fakat o dalgın, hiçbir şey göremiyor, kendisinin bütün elemlerine iştirak eden bir arkadaşın selamlarından habersiz; kendi düşüncesiyle meşgul, yürüyordu.
Ertesi sabah İstanbul’a iniyordum. Vagonun bir köşesine oturmuş, müvezzinin elime tutuşturduğu gazeteyi okuyordum. “Feneryolu” sedası etrafa yayıldı. O dakikada, dünkü hâl hatırıma geldi. Şurada Necdet Feridun ile ayrılırken o bana:
“Sergüzeştimi sana şurada, geçtiği yerde anlatayım!” dememiş miydi? Böyle meraklı bir sergüzeşti öğrenme fırsatını neden kaybedeyim?
Vagondan hemen atladım, şimdi Fener şubesine giden demir yolunu takip ederken gözlerimle karşımda, beş yüz metre uzakta görülen beyaz boyalı köşkle onun kanatları altına sığınmış gibi duran pembe köşkü seyrediyordum. Birbirinden yüzer adım uzaklıkta olan bu köşklerden pembe boyalısı pek zarif, hele bir tarafı bütün sarmaşıklarla kaplanmış; o yeşil yapraklar arasındaki panjurlar gözlere sevimli bir manzara gösteriyordu. Kendi kendime söyleniyordum. “Evet; işte şu uçtaki oda Meliha Hanım’ın olacak. Necdet öyle tarif etmemiş miydi? Fakat bu sergüzeştin bana bu kadar merak vermesi neden?” Bunu bir türlü tayin edemiyorum.
Beyaz köşkün bahçesini çeviren duvarı takip ediyordum. Şurada da on adım ileride kapı görünüyor. Pek erken… Bu zamanda ziyaret biraz muvafık değil amma, merak beni bundan geç bırakmıyor.
Kapıdan sonra uzunca bir yol ile köşke gidiliyor. Titrek bir el ile çıngırağı çektim. Bir uşak beni içeriye aldı. Köşkün önüne geldiğimiz zaman Necdet Feridun kapının önünde beni bekliyordu. Zannederim; gelmiş olduğumu pencereden görmüş olacak… Muhabbetle, samimiyetle elimi, sıkarak dedi ki:
“Kalbinin temizliğine emindim. Ruhumun kederlerini, elemlerini anladın! Hikâyemi dinlemek sonra da beni teselli etmek için geldin, değil mi? Teşekkür ederim kardeşim!”
Necdet Feridun elimden tutmuş olduğu hâlde biraz önden gidiyordu. Küçük bir sofayı geçtikten sonra diğer bir kapıdan girdi. Harem dairesine dâhil olmuştuk sanırım. Merdiveni çıktıktan sonra büyük bir salonun soluna açılan diğer bir kapıdan girdik. Muntazamca döşenmiş bir kabul salonuyla kapısı güzel çifte halılarla yarı kapalı bir hâlde bırakılmış bir yatak odası, içeride ise gayet süslü bir karyola bürümcük cibinliklerle göze çarpıyordu:
“Benim dairem…” dedi. “Ben burasını…”
O cümleyi bitiremedi, söz söylemesini meneden bir şeyin boğazına tıkanmakta olduğunu zannettim. Oda biraz karanlıkça idi, panjurları açıktı. Bir koltuğun üzerine uzandım. Necdet sigarasını yaktı. Öteden beriden konuştuktan sonra ben rica ettim. O da sergüzeştini hikâyeye başladı:
“İki üç hafta daha böylece devam etti. Gündüzleri birkaç saat piyano çalar, bazı akşamları arabalarına binerek Fener Bahçe’sine giderdi. Bahçeye hiçbir zaman çıkıp oturmaz, yalnız gezmezdi. Köşklerinin balkonuna ise hiç çıkmazdı. Ya ben; hakikaten pek tuhaf olmuştum. Kalemden iki ay izin aldım. Artık hiçbir şeye ehemmiyet vermiyordum. En büyük arzum, emelim, Meliha’yı tetkik etmek… O sırada seviyor muydum, bilmem… Çehresini o zamana kadar yakından asla görmemiştim. Onun için buna sevda denilemezdi. Ben iptidaları buna Fransızların ‘kapris’ dedikleri asabiyet neticesi bir ‘heves’ namını vermiştim. Aldanmışım, pek çok aldanmışım!
Bir sabah gayet erken uyandım. Güneş; ilk ziyalarını ufka henüz serpiyordu. Şu köşedeki pencerenin panjurunu açtım, pembe köşkün sarmaşıklı odasını gözden geçiriyordum. Nazarlarıma pencereler, duvarlar hail olmuyordu. Görüyordum. Hayalimde Meliha olmak üzere canlandırdığım o latif cismi, o güzel vücudu görüyordum. Zarif olmak üzere tasavvur ettiğim karyolasını kaplayan muslin örtüler, beyaz keten çarşaflar üzerine sarı saçları perişan bir surette yayılmış; pembe, küçük dudakları yarı açık; güya semada uçuşan aşk meleklerine tebessüm ediyor, semadan renk alan gözleri kapanmış, sarı uzun kirpikler birbirine girerek o çehreye başka bir letafet vermiş.
Yüzüme niye hayretle bakıyorsun? Bu şiirle karışık sözlerimi ezberlenmiş saçmalar mı sanıyorsun? Bunlar; birdenbire, ansızın hatıra gelen şeylerdir. Aşkın, insanı şair edebileceğine inanmaz mısın? Eğer inanmıyorsan hata ediyorsun!
Evet, ne diyordum, nazarlarım oraya, Meliha’nın ta karyolasına, o güzel vücudu üstünde uyutan karyolaya kadar gidiyordu.
O sırada yeşil sarmaşıklar arasından bir baş, sarı, kıvırcık saçlardan ibaret bir taçla süslenmiş güzel bir baş göründü. O, ta kendisi, Meliha… Güneşin ufuklara yaldızlar saçarak doğuşunu seyrediyordu. Meliha’yı böyle açık bir hâlde ilk defa görüyordum. Sarı saçları tabii olarak kıvırcıktı.
Dikkatle seyrettim. Şimdiye kadar hayalimde Meliha olmak üzere tasavvur ettiğim çehre bunun yanında söndü. Gözden kayboldu. Kalbim şiddetle atıyordu. Gözlerim güya zaafa uğramıştı. Titrek ellerimle pencerenin kenarına dayanarak başımı dışarı çıkardım. Eski âşıkane vakalarımda ekseriya muvaffakiyetle neticelenmiş olan bir tecrübede bulunacaktım. Saçlarımı parmaklarımla taramakta olduğum hâlde gözlerimi Meliha’ya dikmiş, bakıyordum. İstiyordum ki gözlerimiz birbiriyle karşılaşsın! İstiyordum ki nazarlarımız birbirine çarparak bayılsın. O zaman ben yalvaran, imdat arayan bir vaziyet alacak, sonra meftun, gülecektim. Bu bir tecrübe, itikadımca kati bir tecrübe idi ve o ne suretle mukabele ederse o tecrübenin neticesi sayacaktım.
Ben bu âşıkane darbeyi tamamıyla hedefe isabet ettirmeye hazırlanırken o, kayıtsız bir hâlde beyaz muslin gecelik entarisinden çıkardığı kollarına başını dayamış, yüzüne nurlar serpen güneşi seyrediyordu.
Ben böyle beş dakika asabi bir buhran içinde o tarafa baktıktan sonra Meliha; nazarlarının istikametini benim pencereye çevirdi ve nazarlarımızın birbiriyle karşılaştığını hissettim. Güneşin ziyası güya gözlerimi kamaştırmıştı. Gülmeye gayret ettiğimi hissediyordum. Meliha kayıtsız bulunuyordu. Kendisine çevirdiğim ateşli bakışları ufak bir mukabeleye bile layık görmeyerek yine kayıtsızlıkla içeri çekildi. O anda gözlerim karardı. Bu tecrübe bana bir hakikat, bir hüküm tebliğ ediyordu. Meliha beni muhabbetine layık gömüyor, sevmiyordu. Hemen o dakikada şiddetli bir asabi buhran beni yakaladı, boğuluyorum sandım. Güya iki demir el boğazımı tutmuş, sıkıyordu, bağırmak istedim, sesim çıkmadı. İmdat çağırmaya çalıştım, muvaffak olamadım. Hemen şuraya, şu kanepenin üzerine yığılmışım. O sırada, kan ter içinde kaldığımı anlıyordum. Gözlerimi açtığım zaman kendimi yatakta buldum. Zavallı validem başımın ucunda bekliyordu.
“Ne oldum?” diye sordum.
O, mahzun, müteessir bir ifade ile:
“Hiçbir şey, biraz sıtma. Merak etme oğlum!” cevabını verdi.
Hâlimde bir fenalık görüyordum. Ağırca bir hastalığa tutulmuş olduğumu anlıyordum. Çağrılan hekim; sorulan suallere:
“Sıtma.” cevabını verdi. “Ehemmiyete değer bir şey değil. Bir haftalık istirahat, biraz perhiz, azıcık dikkat elverir. Ziyadece soğuk algınlığı var.”
Mamafih ben hâlimi layıkıyla anlıyordum. Derdimi teşhis etmiştim. Beni güya aldatmaya çalışan hekimin bu sözleri ruhumu sıkıyordu.
Yatakta bir hafta kaldım. Validemin, hemşiremin dikkatleri beni tedaviye kifayet ediyordu. Bununla beraber kendimde biraz zafiyet hissediyordum.
Hemşire ile yalnız kaldığımız zaman kalbimi kemiren o meşum darbenin intikamını almak isterdim:
“Senin azametli hanımefendi ne yapıyor? Nezaketine doğrusu diyecek yok. Yüz adım ötede bir hasta mevcut iken piyano çalmak… Teşekkürlerimi tarafımdan tebliğ edersin olmaz mı?” derdim.
Bazen daha ziyade izahat almak ümidiyle:
“Kibirli hanımefendi hastalığımdan hiç bahsediyor mu?” diye sorardım. Hemşire mahzun bakışlarını gözlerime dikerek yavaşça:
“Hayır.” cevabını verirdi.
İşte o zaman sinirlerim yine coşar, isyan ederdi. Kırılmış olan emellerimin intikamını almak için:
“O sarı çıyan azametine yedirir mi?” derdim. Şu çirkin, soğuk sıfatı onun hakkında kullandıktan sonra bilsen ne kadar müteessir olurdum. Meliha’nın sözü açıldığı gün rahatsızlığım artardı. Mamafih onun sözünü etmekten de yine lezzet duyardım. Bir sabah hemşireye yine bu sözü açmıştım.
Ben köpürüp de birtakım münasebetsiz kelimeler püskürdüğüm sırada bana dedi ki:
“Ağabey! Yoksa siz Meliha Hanım’ı seviyor musunuz?”
Artık o sırada ihtiyarım elimden gitmişti. Demek ki hakaretle mukabele gören aşkım; kırılan, mahvolan, perişan olan emellerim kadınlara, kızlara eğlence vesilesi oluyordu. Artık ne yaptığımı bilmiyordum. Sesim çıktığı kadar:
“Yıkıl karşımdan terbiyesiz!” dedim. “Benim gönlüm o kadar sefil midir ki sarı çıyanların istihzasına vesile olsun! Meliha ismini bundan böyle ağzına almayacaksın!”
Zavallı kardeşim; uğradığı şiddetli tekdirden fevkalade müteessir olarak odadan çıktı. Ben uzanmış olduğum koltukta aşkımın felaketini düşünürken… Evet; aşkımın felaketi! Artık emin olmuştum. Ben âşıktım. Aşkın en şiddetli hasretleriyle, çarpıntılarıyla, heyecanlarıyla âşık idim. Fakat ümitsiz bir sevda! Neden? Sebebini tayin edemiyorum. Lakin bir şey, bir ses, sanki nereden geldiği bilinmeyen gizli bir ses bana diyordu:
“Sen talihsizsin!”
O aralık valide içeri girmiş; benim öyle düşüncelere dalmış olduğumu mahzun mahzun seyrediyormuş; yavaşça bana dedi ki:
“Ne düşünüyorsun Necdet? Yavrum! Validen seninle müzakere etmeye gelmişti.”
“Müzakere mi?” cevabını verdim. Hatırıma o sırada neler gelmişti. Mesela Meliha’nın validesiyle bizim valide arasında kararlaştırılmış bir izdivaç… Bana kabul için ihtarda bulunulacak, ben biraz nazlanacağım. Sonra ısrar edecekler. Ben de kabul etmiş bulunacağım. İşte o zaman karanlık bulutlar altında kalmış olan saadet ufkumda yeni güneşler doğacak, bahtiyarlık yüz gösterecek.
Şu düşüncelerin verdiği neşe ile.
“Emrinizi bekliyorum!” cevabını verdim.
“Oğlum; sen evlenmenin öteden beri aleyhindesin, bilirsin ki ben validelik vazifesini ifa için seni evlendirmeyi ne kadar istedim, razı olmadın! Serbest, kayıtsız yaşamayı arzu ediyorsun. Pekâlâ. Buna bir şey denilmez. Fakat şu hâlde o hakla, o sırayı diğerlerine terk eylemelidir. Mesela hemşiren…”
Sözünü keserek hemen dedim ki:
“Bu mukaddimeye ne lüzum var anneciğim? Hemşiremin münasip bir talibi çıkmış ise müzakereye ne hacet? Siz saadetimizi tabii temine çalışırsınız. Benim evlenmemem buna mâni değil, bir erkek için evlenmek her zaman kabildir. Fakat kızlar… Öyle değil mi anne? Hemşire artık yirmi yaşını geçiyor. İzdivaç çağı gelmiştir. Fakat isteyen kim? Onu hâlâ anlayamadım.”
“Meliha Hanım’ın büyük biraderi Ferid Saffet Bey… Viyana’dan geleli beş altı gün olmuş. Bugün istediler. Ben kararımı seninle müzakerem neticesine bıraktım. Demek ki sen de münasip görüyorsun.”
“Ferid Saffet Bey’i yakından tanımam, biraz aşinalık var ama hakkında isabetli bir rey verebilecek derecede hususi hâllerini bilmiyorum, fakat siz tabii tahkik etmişsinizdir. O cihet başka… Ancak bu izdivaca benim mevkiim mâni olamaz.”
Sözü daha ziyade uzatmaya bende kuvvet, kudret kalmamıştı. Korkuyordum ki ihtiyarımı kaybederek sesim çıktığı kadar: “Beni verem etmek mi istiyorsunuz? Hâlimi görmüyor musunuz? O kibirli, o azametli kızı sevmekte olduğumu, ölerek, çıldırarak sevdiğimi hissetmiyor musunuz? Yoksa yaramaz çocuklar gibi, bana falanı alın, yoksa kendimi öldürürüm, diye feryat etmemi mi bekliyorsunuz?” diyecektim.
Istıraptan, teessürden titremekte olan ellerimle panjuru açtım. Piyano sesi geliyordu. Yine o elemli musiki, yine o ölüm havası, sinirleri buhrana, kalbi heyecana getiren hazin nağmeler, mezardan aksedercesine kederli iniltiler…”
***
Ertesi gün kendimi biraz daha rahatsız buluyordum. Vücudumda dehşetli yorgunluğa benzer bir hâl, bir kararsızlık, tuhaf bir kesiklik vardı.
İki gün sonra valide bana şu haberi getirdi:
“Söz verdik.” dedi. “Pazartesi günü nikâh; daha altı gün var, vücutça iyisin değil mi? Oğlum! Evimizin erkeği sensin! Bu nikâhta bulunacaksın ya iki gözüm?”
“Tabii bulunurum.” cevabını istemeyerek verdim.
Hemşireyi biraz sıkmak istiyordum. Yanıma geldiği zaman birdenbire:
“Sizin baldız hanım ne kadar da keyifli piyano çalıyorlardı.” dedim.
Zavallı hemşire mahcubiyetinden kendisini dışarı attı.
O gün elbisemi giydim. Biraz gezmeye çıkmak istiyordum. Bir arabaya binerek Fener’deki Sebastiyano Oteli’ne gittim. Oradaki ağaçlık benim pek hoşuma gider. Çam ağaçlarının altına doğru ilerliyordum.
“Necdet Bey! Teşrif buyurur musunuz?” diye bir ses işittim. Başımı çevirdim. Ferid Saffet Bey… Selamlaştık. O, rahatsızlığımı işittiğinden, gelip beni tasdi edeceğinden filandan bahsederken ben yine ümitlerim üzerine hayal kâşaneleri kurmakla meşguldüm.
Beni Ferid Saffet Bey’in huzuru da sıkmaya başlamıştı. Bundan böyle sık sık mülakatlar vadederek yanından kalktım. Diğer bir tarafa gittim.
Köşke geldiğim zaman kararımı vermiştim. Valideye işi anlatacağım. Her iki valide arasında konuşulduktan sonra muvafakat… Ah evet; Meliha da razı olursa resmen isteyeceğim. Fakat işi valideye nasıl açmalı? Ne demeli? Kızın zem etmedik hiçbir cihetini bırakmamıştım. Şimdi ne diyecektim? Burası beni çok düşündürüyordu.
İki gün de böyle düşünce ile geçti. Perşembe günü sabahleyin hizmetçi kız ufak bir zarf getirdi:
“Pembe köşkün uşağı…” dedi. Sözünün alt tarafını söylemeye vakit bırakmadım:
“Pekâlâ, anladım.” dedim. Elinden zarfı kaptım.
O zarif zarfın içinde bir kartvizit çıktı. İptida Fransızca “Ferid Saffet” kelimeleri gözüme ilişti. “Oh! Oh bizim enişte beyden.” diyordum. Kartın arkasında şu kelimeler yazılı idi: “Tasdi ettim, af buyurunuz! Peder sizinle mühim bir meselenin müzakeresi için mülakat temenni ediyor. Vaktiniz müsait ise bendehaneyi lütfen teşrif buyurunuz.”
Nezaket icabı gitmek gerekti. Gittim. Pembe köşke doğru ilerlemeye başladım. Ferid Saffet Bey beni selamlık kapısında karşıladı. Pederinin huzuruna çıktık. Zaten arada bir aşinalık vardı. Bana fevkalade iltifat buyurdular. Nihayet biraz mahcup bir tavırla dediler ki:
“Beyefendi oğlumuz; bundan sonra her iki aile bir vücut sayılabilir. Binaenaleyh bizim sırlarımız artık birbirimize gizli kalamaz. Sizi zaten pek sever, takdir ederdim. Ahlakınızdaki temizliği de işiterek iftihar eylerdim.”
Of, bu mukaddimeler ne kadar uzayıp gidiyordu! Kalbim de ne kadar şiddetle çarpmaya başlamıştı! Söylenecek bir sözü, dili altında dolaşıp duran bir cümlesi var, onu bir türlü söyleyemiyor.
Biraz tereddütle sözünde devam ederek dedi ki:
“Evet; gıyabınızda hüsnühâlinizi işitmekle iftihar ederdim. Şimdi aramızda hasıl olan akrabalık şerefi o iftiharı bir kat daha arttıracaktır. Buna şüphe yok.”
Kulaklarıma inanamayacağım geliyordu. Akrabalık! Aman Yarabbi; ne işitiyordum; akrabalık… Ben kendimden bahsedildiğine katiyen emindim. Ah, bu söz, bu akrabalık sözü kalbimi ne tatlı bir neşe içinde bırakmıştı. Ben artık dikkatle sözün nihayetini bekliyordum. O muhterem zat; zapt edemediğim bahtiyarlık eserlerini bir kere layıkıyla süzdükten sonra sözüne devam etti:
“İbrahim Şemsi Bey’i tanır mısınız?”
Böyle bir suale hedef olacağımı ümit etmiyordum. Alıklaşmışım. Tereddüdümü defetmek için izah etti:
“Erkânıharbiye binbaşılarından İbrahim Şemsi Bey’i?”
“Evet; tanırım. Hem pek güzel, layıkıyla tanırım. Mektebi Sultani’de altı sene birlikte tahsil gördük. Altı senelik bir hayat; insanı layıkıyla tanımak için kâfidir. Ben kendisini pek severim. Mektebi Sultani’den çıktıktan sonra asker olmak istedi. Harbiye mektebinde sınıfının daima birincisi olduğunu işitirdim. Tahsili fevkalade mükemmeldir. Hele Almanya’da beş sene devam eden askerliği güzel hatıralar bırakmıştır. Bunu yine kendi arkadaşlarından işitmiştim.”
Ben bu sözleri ezber edilmiş bir ders okur gibi söylüyordum. Biraz evvelki sualin bende hasıl eylediği şaşkınlığın tesirini defetmek için böyle uzun sözler söylemek lazımdı.
“İktidarının derecesini bendeniz de işittim. Tamamıyla muvafık. Fakat asıl öğrenmek istediğim cihet; ahlakıdır…”
“Ahlakı… Ahlakı… Emin olunuz, hiçbir leke getirmez. İbrahim Şemsi kâmil bir insandır. Mektepte geceli gündüzlü altı senelik hayatımızda kendisinden kırılmış bir kimse görmedim. İnsanı utandıracak hiçbir hâlini işitmedim. Hele kalbinin temizliği… İbrahim Şemsi; şimdiki gençlerde pek az tesadüf edilecek gayet temiz bir kalbe maliktir. Af buyurursunuz amma bu kadar tafsilatı neden almak istiyorsunuz?”
“Şimdi bendeniz de orasını izah edeyim bey oğlum. İbrahim Şemsi Bey; kerimem cariyenizi istetmiş. Bu izdivacı cümlemiz münasip bulduk. Ancak sizin sınıf arkadaşınız olduğunu akşam Saffet söylüyordu. Kati kararımızı sizden alacağımız izahattan sonraya bıraktık. Demek ki siz de münasip görüyorsunuz! Hatırıma bir şey de geliyor. Bilmem muvafık bulur musunuz? Her iki nikâhı bir arada akdetmiş olsak, bendenizce daha şerefli olurdu…”
Artık bundan sonrasını hatırlayamıyorum. Demek son ümit de işte şu dakikada mahvoluyordu. Hele “Cümlemiz münasip bulduk.” kelimeleri nazarımda büyüdü; o derece büyüdü ki gözlerimin önünde ufuksuz keder âlemleri, hudutsuz endişe dünyaları açıldı. Başım döndü, döndü. Gözlerim karardı, karardı. O karartı arasında görüyordum: Meliha gelinlik beyaz saten elbisesiyle İbrahim Şemsi’nin koluna girmiş gidiyor; İbrahim Şemsi bütün ümitlerimi, bütün emellerimi, of; bütün saadetlerimi, bütün hayatımı almış götürüyordu. Arkalarından koşmak, onlara yetişmek için yerimden fırlamışım. Sonralarını artık hatırlayamıyorum. Bizim köşkün kapısından girerken gözlerimin karardığını, midemin dehşetli bir surette bulandığını hissettim. Odama kadar çıkabilmeye güçlükle muvaffak oldum. Orada bir ölü gibi halıların üzerine düşüp uzanmışım.
Yere birdenbire düşmemden hasıl olan şiddetli gürültü üzerine koşup geldiler. Bende asabi buhran başlamıştı. Sinirlerim zapt edilemeyecek bir surette titriyor, boğazımın damarları geriliyor, gözlerim kararıyordu:
“Ben ölüyorum!” diye bağırmış ve bayılmışım. Ayıldığım zaman bütün aile efradının odada bulunduğunu ve kederli gözlerinin benim üzerime dikilmiş olduğunu gördüm. Onlarda gördüğüm bu çok elemli hâlden vaziyetimin fena olduğunu anladım.
Hekim henüz gelmemişti. Sinir buhranı yine şiddetle devam ediyordu. Kolonyayla kollarımı, ayaklarımı ovuyorlardı.
Yine o âlem gözlerimin önüne geldi: Beyaz saten gelinlik elbisesiyle Meliha’yı görüyordum. “Cümlesi münasip bulmuş.” Öyle mi? Demek Meliha da münasip görmüş. O da kalbimin en son ümidini mahvetmeye yürümüş, gidiyor, öyle mi, onu takip etmeli değil mi? Yerimden kımıldamak istedim; beş altı kol beni zapt etmeye çalışıyordu ve sinirlerim kuvvetli bir elektrik cereyanına tutulmuş gibi dehşetle, şiddetle titriyordu. O gelinlik beyaz elbisesiyle Meliha hayalimden kayboluyor, gözlerim kararıyor, bir karanlık, derin bir karanlık arasından onların; Meliha ile İbrahim Şemsi’nin kol kola gittiklerini görüyordum. Yerimden kalkmak istedim, muvaffak olamadım:
“Ölüyorum!” diye haykırdığımı biliyorum. Gözlerimi kapadım, hâlsiz, kudretsiz, kuvvetsiz, düşüp bayıldım. O baygınlık içinde etrafımda mevcut olanların ağlamakta olduklarını işitiyordum, sahi ölüyor muydum? Yoksa ben ölmeye mahkûm muydum?”
***
Necdet Feridun burada durdu. Devam etmek için kendisinde kuvvet kalmamıştı. Rum hizmetçi kızın getirdiği kahve çoktan soğumuştu. Şu sergüzeştin her ikimizin üzerinde hasıl eylediği tesir bize kahveleri içmeyi çoktan unutturmuştu. Necdet kahveleri tekrar ısmarladı. Bir puro yaktıktan sonra koltuğa gömüldü.
Yavaşça ve tereddütle diyordu ki:
“Zannederim, sinir buhranı yine başlayacak, alametler görünüyor, işte görüyor musun, boğazımın damarlarını görüyor musun? Nasıl geriliyor, sertleşiyor. Bu, sinir tutacağına delalettir. İşte, işte, ellerimde titriyor. Yatak odamdan kolonya şişesini alır mısın?”
Ben ne yapacağımı şaşırmıştım. Yatak odasından kolonya şişesini hemen aldım, geldim. Kendisinin tarifi üzerine bileklerini, boğazını kolonya ile ovmaya başladım.
Sinir buhranı biraz geçer gibi oldu. Fakat biçare Necdet’e öyle bir yorgunluk, çok yorulmuşlarda görülen öyle bir gevşeklik gelmişti ki… Daha ziyade rahatsız etmemek için kendisinden müsaade istedim. Bana özür dileyerek diyordu ki:
“Beni mazur gör! Bu hâl elde değil. Bugün sergüzeştimi tamamlamak istiyordum. Çünkü ikinci bir defa bu azaba düçar olmanı istemezdim. Bitiremedim. Artık diğer bir güne… Olmaz mı kardeşim?”
“Evet, ben de gitmek için müsaadeni rica edeceğim. Bugün öğleden evvel idarehanede bulunmak lazım. Diğer bir gün; olmaz mı?”
“Seni teşyi edemeyeceğim, beni mazur gör!”
Rum hizmetçi kız beni dışarıya çıkardı. Düşünmeye dalmıştım. Neler düşünüyordum! Kapıdan çıkmak üzere iken:
“Vay ne güzel tesadüf; Necdet Bey’i görmeye mi gelmiştiniz? Beyefendi, nasıl?”
Baktım; İbrahim Şemsi Bey… Necdet kadar sevdiğim, altı senelik mektep hayatının çok kıymetli bir arkadaşı İbrahim Şemsi… Elini elime aldım. Samimiyetle sıktım:
“Saadetini tebrik ederim.” diyordum. “Necdet bana hepsini hikâye etti.”
Bu cümleyi söz bulabilmek için söylemiştim. Necdet bana o hazin macerayı söylerken anlamıştım ki İbrahim Şemsi’nin saadeti; zavallı Necdet’in felaketini mucip olmuş, işte onu böyle harap, perişan etmiş, bitirmişti. Fakat İbrahim Şemsi’nin ne günahı vardı?
“Teşekkür ederim.” dedi. “Tebrikiniz pek geç, fakat samimiyeti itibarıyla çok kıymetli… Ancak o saadeti, o bahtiyarlığı ben Necdet Feridun’a borçluyum. Zavallı çocuk; bilsen azizim ne kadar üzülüyorum! Şu merak, bu garip hastalık kendisini günden güne bitiriyor. Bütün aile, hepimiz üzerine titriyoruz. Şu meraktan kurtarabilmek için ne gibi vasıtalara başvurduğumuzu bilsen, gülmekten bayılırsın! Geçenlerde bir kitapta okumuştum. Keman sesi sinir buhranını yatıştırmak için çok tesirli imiş, refikam şimdi her sabah o uykudan uyanmadan kemanını çalmaya başlıyor. O tatlı nağmelerle kendisini uykudan uyandırıyor. Ne dersin? Bu tecrübede fevkalade muvaffak olduğumuzu söyleyecek olsam inanır mısınız? Evet; sizi temin ederim, Necdet o ses ile uyandığı günler hiç ıstırap çekmiyor. Buhran eseri görmüyor. Sizi yolunuzdan alıkoydum ama affedersiniz, değil mi?”
Hayretim dakikadan dakikaya artıyordu. Cevap vermiş olmak için dedim ki:
“Biraz evvel, yine rahatsızlığı tutmuştu.”
“Bunda mutlak bir sebep olmalı!”
“Hayır! Hiçbir şey… Hiçbir sebep yok… Biraz hazımsızlık… İşte o kadar… Bundan böyle görüşürüz, değil mi?”
Artık cevap vermeye bile lüzum görmedim; kendisini hürmetle selamlayarak köşkten dışarıya çıktım, istasyona doğru âdeta koşmaya başladım. Yolda ne düşündüğümü, ne garip mütalaalarda bulunduğumu tasvir etmek kabil olamaz. Ben Necdet’in bulunduğu mevkii düşünüyordum. Felaketine acıyordum. Zavallı Necdet; zavallı çocuk.
***
O günlerde idare işleri o kadar artmıştı ki vakit bulup da Necdet Feridun’a bir daha gidemedim. Sergüzeştinin neticesini, bunun ne kadar hazin olduğunu anlıyordum. Cesaretim kırılmıştı. İkinci defa yine gitmek, onu görmek için kendimde bir türlü kuvvet bulamıyordum. On beş gün kadar geçmişti sanırım. Göztepe’nin o sıcak havası, ara sıra esen o ılık rüzgârı bana bazen gece uykusunu kaybettirirdi. O zaman Necdet Feridun’un hâli gözlerimin önüne gelirdi: Şiddetli bir aşk, gizli bir aşk, anlatılamayan bir hazin sevda… Yalnız bir gönülde kalan, yalnız bir gönlü harap eden, bitiren çok kuvvetli bir sevgi… Sevilenin, sevildiğinden bile haberi yok belki… Sabahları beyaz gecelik elbisesiyle saçları perişan bir hâlde Vagner’in, Mozart’ın en yanık, en hazin nağmelerini hafif hafif esen rüzgârlara serperken seven uyanıyor ve çok müessir feryatlar içinde gözlerini açtığı zaman sevdiği karşısında, gül yanaklarına çok yaraşan tatlı, hafif bir gülüşle gülüyor. Ne saadet değil mi? Hayır;
saadet değil, bedbahtlık… Çünkü bir saniye sonra o aşkın ebediyen söndüğünü, bu sevgilinin artık ebediyen kendisinin olamayacağını anlamaktan hasıl olan bir acı ile, bu acının kalbine açtığı çok derin bir yara ile ümitsiz, bitkin titriyor.
Bunu, bu hazin macerayı düşünmek bile insanın tüylerini ürpertmeye kifayet eder.
Bir gün matbaada masanın önünde oturuyordum. “Sevdiğim” redifli bir gazeli, “Fuzuli’nin bir gazelini tahmis” başlıklı bir saçmayı, “Tiyatroda bir gece” isimli bir hikâyeyi gözden geçiriyor, bunları okumak için kaybettiğim zamana acıyarak birer birer sepete attığım sırada ufak bir zarf gözüme ilişti. Diğerlerinden evvel onu açtım. Necdet Feridun’dan idi. Şu satırları okudum:

“… Şimdiye kadar bekledim, gelmedin! Buna ne mana vereyim? Yoksa ıstırabımdan korktun mu? Bu akşam seni köşkte bekliyorum. Yarın Midilli’ye doğru seyahat için hareket etmek arzusundayım. Mutlak beklerim!”
Filhakika Necdet’i on beş günden beri aramamam münasebetsiz oldu. O gün akşamüzeri köprüden bindiğim vapur hareket ettiği zaman Necdet Feridun’un Midilli’ye seyahatinin sebeplerini zihnimde araştırıyordum. Belki merakını defetmek için bir seyahate lüzum gösterilmiştir.
Tren Feneryolu İstasyonu’nda durduğu zaman Necdet’i orada ayakta gördüm. Beni bekliyordu:
“Gelmemiş olsaydın darılacaktım.” diyordu. “Seni yolundan çevirmek için işte burada bekliyordum. Fakat ona hacet bırakmadın!”
Ellerimi samimiyetle sıktıktan sonra sözüne devam etti:
“Birdenbire böyle bir seyahat icrasına kalkışmama bilmem ne mana verdin?”
“Buna verdiğim mana gayet sade… Küçük bir kapris, senin de benim de bildiğimiz sinir…”
“Evet, evet sinir, pek doğru bulmuşsun!”
Necdet acı acı güldü:
“Sergüzeştimi sana tamamıyla hikâye etmeden buradan gitmeyi arzu etmedim.”
“Teşekkür ederim!” diyordum.
“Fener Bahçesi buraya yakındır. Yavaş yavaş oraya kadar gidebiliriz. Bilmem yoksa yorgun musun?”
“Hayır… Fener’de güneşin batışını da seyretmiş oluruz.”
Kol kola girdik. Demir yolunu takip ettik. Yavaş yavaş yürüdük. Köşkün önüne geldiğimiz zaman Necdet, uşağa bazı şeyler söyledi. Ben ağır adımlarla ilerliyordum. Biraz sonra bana yetişti. Yine beraberce yürümeye başladık. Diyordu ki:
“Seyahatim münasebetiyle İbrahim Şemsi ile bizim enişte bey yemekte bulunacaklar. Arzu ettiğimiz gibi konuşamayız. Fener’de; güneş batarken muhite yaydığı o garip mahzunluk içinde sergüzeştimi anlatmak ve bitirmek istiyorum. Eğer o sergüzeşt bununla bitecekse… Heyhat, hiç zannetmem.”
Fener Bahçesi’ne gidinceye kadar öteden beriden konuştuk. On dakika sonra Fener Bahçesi’nde bulunuyorduk, deniz kenarına yakın bir yerde asırlık ağaçlardan birinin altına koydurttuğumuz sandalyelere oturduk. Biz orada mevcut olan sair zevk sahiplerinden uzakta bulunuyorduk. Zaten çarşamba olduğu için Fener mesiresi biraz tenha idi. Güneş batıyordu. Manzara çok latif idi. Gözümüzün önünde açılan bu “gurup levhası” seyrine doyulamayacak derecede güzeldi. Pek güzeldi. Marmara’nın uzak, pek uzak bir ufku üzerinden gizlenen güneş, akşamın şu garipliği, şurada, önümüzde çakıl taşlarına çarparken âşıkane bir ahenk vücuda getiren hafif dalgalar, kanat çarparak yuvalarına çekilen kuşlar, her şey, her şey bizi anlaşılamaz, anlatılamaz bir hüzün, bir mahzunluk içinde bırakmıştı. Bu manzarayı öyle bir müddet seyrettik. Necdet Feridun diyordu ki:
“Şu gurup levhalarını seyrederken kaç defa ağladım bilir misin? Bunların bana nasıl tesir ettiğini tasavvur edemezsin. Sevda felaketi insana başka bir hâl, bir gariplik… Nasıl anlatayım; herkeste olmayan bir hâl veriyor. Kimsenin göremediği en küçük, en nazik şeyleri gösteriyor. Kalbi pek ince hislere alıştırıyor… Sergüzeştimin neresinde kalmıştım? Evet; hatırlıyorum. Odamda düştüm, bayıldım. Hekim hazımsızlık, sinir zaafı diyordu. Birtakım beyhude ilaçlarla beni tedaviye kalktılar. Ben bunların bir fayda veremeyeceğini anlıyordum. Bizmutlu, potaslı bromürler bana ne şifa verebilirlerdi?
Fakat validenin ısrarına karşı duramazdım. O ilaçları, o mide bozan ilaçları istemeyerek kullandım, midem de bozuldu.
Pazartesi nikâhın akdi kararlaştırılmıştı. Malum ya, her iki nikâh da bir arada icra edilecek. Valide cumartesi günü benden soruyordu:
“Rahatsızlığın uzadı oğlum.” diyordu. “Nikâhı yoksa birkaç gün sonraya mı bıraksak?”
“Buna hacet yok.” dedim. “Nikâhın birkaç gün sonraya atılması münasebetsiz olur. Ben de o gün cemiyette hazır bulunurum. Bizim tarafımızdan geri bırakılması bazı dedikodulara meydan verebilir.”
Nihayet o gün geldi. O gün ki emellerim büsbütün altüst oluyordu. Bütün ümitlerim kesiliyor, Meliha ile aramızda yüksek bir set, aşılması muhal bir duvar hasıl oluyordu. İşte o gün; vücudumda kalmış olan kuvveti topladım. En beğendiğim redingotumu giydim. Nikâh cemiyetinde resmî surette hazır bulunacaktım. İyice hatırlıyorum. O gün aklımı nasıl kaybetmediğime hâlâ hayretteyim. Bütün benliğim bir keder, bir endişe bulutuyla örtülmüştü. En şiddetli dalgınlıklarda herkesin başına geldiği gibi hiçbir şeyi açık, olduğu gibi göremiyordum. Bütün mevcudat bana müphem, dumanlı, sisli, bulutlu görünüyordu.
Nikâhlar perşembe günü köşkte kıyılacaktı. Öyle kararlaştırılmış.
Her iki köşkte fevkalade bir faaliyet var. Herkes çalışıyor, koşuyor.
Ben ruhtan ayrılmış bir ceset, bir ölü gibiyim. Elektrik kuvvetiyle hareket eden kuklalardan farkım yok. Bir şey anlamayarak bir şey duymayarak geziyorum, dolaşıyorum. Nihayet nikâh kıyılma zamanı yaklaştı. Ferid Saffet Bey, Meliha’nın biraderi yanıma geldi:
“Bizi diğer bir şerefle sevindirir misiniz?” diyordu. “İbrahim Şemsi Bey biraderiniz sizin şahit sıfatıyla nikâhta bulunmanızı arzu ediyor ve bilhassa bunu rica ediyor. Biz de o ricaya iştirak ederiz.”
Ne garip talih! Görüyor musun; takdir ediyor musun azizim? Kendi felaketime şahit olacağım. Emellerimin yıkılmasına, saadetimin tarumar olmasına kendi elimle hizmet edeceğim. O dakikada sinir buhranından hasıl olan bir heyecan, yüzüme yalancı bir tebessüm getirdi. Gülüyordum. Fakat ne acı gülüş değil mi?
“Pekâlâ.” dedim. “Emrinize itaat ederim. Benim için bu…”
Cümleyi bir türlü bitiremiyordum. Dilime bir tutkunluk, şiddetli bir tutkunluk gelmişti ve bu; söz söylememe mâni oluyordu.
Ferid Saffet:
“Evet, evet…” diyordu. “Şereftir. O malum…”
Harem dairesiyle selamlık arasında bir koridora gittik; ben kapının sağ tarafında durdum.
Vekil efendi; beyaz sakallı, muhterem bir ihtiyar… Bu gibi işlere alışkın olduğunu gösterir bir tavırla muameleyi ifa etti. Ben bunlara dikkat bile etmiyordum. Nihayet:
“Bu beyler şahit olsunlar mı?” sualini sordu.
O dakikada sandım ki gözlerim dışarı fırlayacak. İşte bu son kelime, son cevap hayatımı zehirleyecekti. Bütün ümitlerimi, bütün emellerimi kökünden yıkacak, bütün arzularımı ta esasından kıracak, bitirecek, harap edecekti. O dakikada bağırmak istedim:
“Meliha! Hâlimi anlamıyor musun? Seni çıldırasıya sevdiğimi, hayatın bana sensiz bir azap olacağını bilmiyor musun?” diyecektim. Boğazımın damarları yine çekildi. Gözlerim yine dumanlandı, yine sislendi. Vücudumdan sanki kuvvetli bir elektrik cereyanı geçti. Şiddetle, dehşetle sarsıldım. O sarsıntıya dayanabilmek, o sarsıntının tesiriyle yere düşmemek için açık bulunan kapının bir tarafına ellerimle tutundum, içeriden bir ses, bir cevap işitilmiyordu.
“Beyler şahit olsunlar mı?” suali tekrarlandı. Yine cevap yok… O bir saniye içinde ne hülyalar kuruyordum. Üçüncü defa olarak yine aynı sual tekrar edildiği zaman; vekil efendinin münasebetsizliğine artık canım sıkılmaya başladı. Bir zavallı kızı bu derece tazyik etmek muvafık mıydı? O bir saniyelik fasıla, o bir saniyelik duruş bende, bilmem ne tesir hasıl etti? İdama mahkûm olanların son dakikalarında hissettikleri gibi ben de bir şey, garip, tarifi kabil olmayan bir şey hissediyordum. Nihayet o cevap, “Olsunlar!” cevabı beni benliğimden çıkardı. Şimdi orada bulunan zevat artık çekiliyordu. Hâlbuki ben yürüyecek bir hâlde değildim. Kendimi biraz toplamak için dinlenmeye muhtaç idim. Kadınların seslerini güzelce işitiyordum. Meliha’yı tebrik ediyorlardı, bir aralık validemin sesini işittim:
“Darısı Necdet’imin başına.” diyordu.
O dakikada başıma sıcak sular dökülüyordu. Ateşler, yıldırımlar, cehennemler yağıyordu.
Nikâh haziran ihtidalarında akdedilmişti. Hekimler bana Bursa’ya kadar bir seyahat yapmamı tavsiye ettiler. Ben de bir müddet için buradan uzaklaşmak istedim. Bursa’ya gittim. Niyetim beş on gün kalmaktı. Validem düğünde bulunmamı istiyordu. Ben de o zamana kadar döneceğimi kendisine vadetmiştim. Hâlbuki Bursa’ya gittikten sonra düşündüm; “Niçin düğünde bulunayım da ikinci bir sarsıntıya, bir darbeye daha uğrayım?” dedim. Valideye yazdım, düğünde bulunamayacağımı bildirdim. Artık ben Bursa’da kaplıcalarda, kırlarda gezerek, dolaşarak ölmüş gönlümü tekrar canlandırmaya çalışıyordum. İstanbul’a döndüğüm zaman yeni gelin güveyleri balaylarının ilk haftalarında, izdivaç saadetinin kemale erdiği bir zamanda bulacaktım. Biraderi Ferid Saffet’in bizimle hasıl olan münasebetinden dolayı Meliha ile de karabet peyda etmiş oluyorduk. Öyle ya! Meliha, eniştemin hemşiresi bulunuyordu. O hâlde bana bir dereceye kadar “namahrem” değildi. Fakat gönlüm istiyordu ki İbrahim Şemsi, Meliha’yı benden gizlesin! Bilmem neden; bunu gönlüm o derece şiddetle arzu ediyordu ki… Bu arzumda şüphesiz çok haklıydım. Düşünüyordum ki Meliha’nın karşısında bulunmak, onunla daima serbestçe konuşmak beni sıkacaktı. Kalbimi ezecek, harap edecekti.
Hususuyla bu yeni, zevç ve zevce karşımda sevişecekler, gülecekler, eğleneceklerdi ve ben bu saadeti, kaçırdığım bu saadeti bir diğerinde kendi gözlerimle görecektim. Onlar benden saadetlerinin derecesini belki saklamak isteyeceklerdi. Fakat ben bunu; onların bakışlarından, en ehemmiyetsiz sözlerinden keşfedecektim. O zaman kalbime yeni yeni yaralar açılacaktı. Onlar bana mesela:
“Bilsen ne kadar mesuduz!” deseler benim kalbimde bir ses, nereden geldiğini anlayamayacağım gizli bir ses, bana acıyan, benim için ağlayan bir ses:
“Ne kadar bedbahtsın!” diye fısıldayacaktı. Kendi kendime: “Oh; bu hâle tahammül edilemez.” dedim. Bunun için İbrahim Şemsi’nin şiddetli bir kıskançlığı neticesi olarak Meliha’nın bana çıkmamış olmasını temenni ediyordum.
Mudanya’dan bindiğim vapur; İstanbul’a geldiği zaman bizim yeni enişte beyle İbrahim Şemsi, Galata Gümrük İskelesi’nde beni bekliyorlardı. Hemen Feneryolu’na, köşke gittik. Beni karşılayan kadınlar arasında Meliha’yı görüyordum. Hâlbuki ben İbrahim Şemsi’nin Meliha’yı benden kıskanmasını, benden gizlemesini temenni ediyordum. Meliha’yı görmemeyi, Meliha ile karşılaşmamayı candan, gönülden arzu ediyordum. Fakat bu temennilerim, bu arzularım hasıl olmamıştı. İşte Meliha ile karşılaşmak felaketine şu dakikada maruz kalmıştım. Meliha’yı şimdi bu suretle ilk defa karşımda gördüğüm zaman dikkatli olarak yüzüne bakmaya bile cesaret edememiştim.
Ben uğradığım felaketten sonra artık aşkımı gömmek, ebediyen ölüme mahkûm etmek istiyordum. Buna muvaffak olursam şifa bulacağımı ümit ediyordum. Fakat işte ona da muvaffak olamamıştım. Talih; çektiğim ıstırapların devamını istiyordu.
Onları her gün, her zaman görüyordum. Sevişiyorlardı. Saf bir aşkla, samimi bir muhabbetle sevişiyorlardı. Benim nail olmak istediğim saadet meyvelerini bir başkası avuç avuç topluyordu ve ben de bunu görerek eriyordum, çıldırıyordum, harap oluyordum. Of; daha şiddetli bir kelime bulmak lazım; bitiyordum. Mamafih onlara bu elemlerimden, bu ıstıraplarımdan hiçbir renk vermek de istemiyordum. Kendimi o derece güzel idareye çalışıyordum ki… Onlarla beraber gülüyordum, saadetlerini tebrik ediyordum. Ne garip talih! Ne hazin bir hâl! Değil mi? Aralarındaki küçük ihtilafları bile hâllediyordum.
Şu İbrahim Şemsi, ne saf kalpli bir çocuk… Ona da şimdi acıyordum. Köşkte geceleri ekseriya birleşirdik. Meliha bize piyano, keman çalardı, şarkı söylerdi, kitap okurdu. Bizi bütün bu bedialarla meşgul eder, zevkler, neşeler içinde bırakırdı. Gündüzleri İbrahim Şemsi dairesine gideceği zaman beni yalnız bırakmaması için zevcesine tembih ederdi. Zavallı çocuk, bunda ne kadar haklı idi, bilsen ben başka biriyle asla eğlenemiyordum, lezzet bulamıyordum. Bütün gün beraberce güler, söyler, vakit geçirirdik. Beni bu yolda yaşayışta avutmaya başlamıştı. Fakat geceleri, yalnız kaldığım zamanlar, hastalığım hükmünü icraya başlardı, beni ıstıraplar içinde bırakırdı. Artık bu öyle bir hayat ki…”
Necdet; bunları söylerken güneş de tamamıyla gurup etmişti. Şimdi ufukta yalnız koyu kırmızı bir perde, yangın alevine benzeyen bir kızıllık görünüyordu.
“Artık gidelim, değil mi?” dedi.
Kalktık; koluma girdi, yavaş yavaş yürüyordu:
“Şu suretle yaşayış iki ay devam etti. Nihayet bir gün ihtiyarım elden gidiyordu. Ağustos nihayetlerinde idi, dikkat ediyordum; Meliha’nın bana sokulması, meyli günden güne artıyordu. Meliha kendi zevkini okşayan meziyetleri, hevesleri, her şeyi İbrahim Şemsi’den daha ziyade bende buluyordu. Ben musikiye, şiire, güzelliğe, her güzel şeye tapıyordum. İbrahim Şemsi… O, bir asker… Ruhu, kalbi bir askere layık emellerle, hislerle dolu… Manevralarda muvaffak olmayı gönül avlamaktan pek kolay, lakin çok şerefli buluyordu. Onun bütün zevki, arzusu haritalar üzerinde çalışmak, manevralar tertip etmekten ibaret…
Hele sonraları Meliha ile pek az meşgul olmaya başlamıştı. Bazı geceler yemekten sonra hemen odasına çekilirdi. Askerliğe dair yazılacak uzun bir layihası var; bu, kendisi için her türlü aşktan muazzez, muhterem… O layiha benim ne kadar işime yaramıştı. On-on beş gece Meliha benden hiç ayrılmamıştı. Bazen hemşire ile enişte bey de bizim müsamerelere dahil olurlardı. Fakat onların her ikisi de kendi kendilerine, her şeyden ayrı, unutulmuş gibi yaşamayı daha ziyade seviyorlardı. Aşklarını kuşlar gibi yapraklar, dallar arasında, haset, rekabet nazarlarından uzak olarak saklamak istiyorlardı. Ne kadar haklı idiler.
Bir gece Meliha yine benimle beraber idi. Piyano çalmasını teklif ettim. Memnuniyetle çaldı. Sonra kemanını aldı:
“Size pek sevdiğim bir havayı çalayım.” diyordu.
Valide ile beraber yan yana koltukta oturuyorduk. Kemanın yanık nağmeleri havayı titretmeye başladı. Ben mest olmuştum. Yine ölüm havası… Chopin’in feryatları… Yavaş yavaş ağlamaya başlamışım. Validem merak ile soruyordu: “Necdet, niye ağlıyorsun yavrum?”
“Bu bir ölüm havasıdır.”
“Bundan sana ne iki gözüm? A kızım sen de tuhafsın, hasta çocuğun yanında çalacak başka bir şey bulamadın da bu havayı mı çalıyorsun?”
“Zararı yok valideciğim, darılma! Geçer, geçer.”
Meliha kemanı elinden bırakmıştı… Gönlünü almak için yanına gittim, kendisine dedim ki:
“Hemşire -ah kendisini hemşire diye çağırırım- ben ölürsem evet, belki ölürüm, rica ederim, tabutum kapıdan çıkarken sen bu havayı çal! Bunu vadedersin değil mi?”
Dargın bir tavır ile:
“Valide hanım bakınız, Necdet Bey ne diyor?”
“Ne diyor kızım?”
“Ben ölürsem…”
“Aa! Düşman başına, ben böyle ölüm sözleri istemem, siz yoksa çıldırdınız mı?”
Evet hakikaten çıldırmıştım.”
***
Necdet koluma dayanıyordu. Biraz durdu, ben de durmaya mecbur oldum. Bir iki dakika sonra sözüne devam etti:
“Eylül ihtidalarında İstanbul’a naklettik. Biz Şehzadebaşı’nda oturuyorduk. Onlar da Şişli’de oturuyorlardı.
Tabii mülakatlar azaldı. Beyoğlu’nda kaldığımız bazı geceler orada yatıyorduk. Ben de biraz kendisinden uzaklaşmak arzusu uyanmıştı. Neticenin korkunç olabileceğini anlıyordum. Ramazan geldi. Bizde birkaç gece misafir kaldılar. Dikkat ediyordum, Meliha bana başka bir nazarla bakıyordu. Kendisine hemşire diye hitap ettiğim zaman çehresinde garip bir değişiklik hasıl oluyordu. Bir gün bana dedi ki:
“Beni kendi ismimle niçin çağırmıyorsunuz?”
“Dilim varmıyor, hemşireciğim.”
“Ah! Bu erkekler, bu erkekler.”
Zavallı erkeklerin bunda bilmem ne kabahati vardı? Bayramın birinci günü Şişli’ye gittim. İbrahim Şemsi, Ferid Saffet, cümlesi orada… Erkekler birbirleriyle bayramlaştılar. Biz İbrahim Şemsi ile birbirimize sarıldık. Hemşireyi saçlarından öptüm. O da benim ellerimi öptü. Meliha bu manzarayı seyrediyordu. İbrahim Şemsi zevcesine dedi ki:
“Meliha! Ne duruyorsun? Sen Necdet’le bayramlaşmayacak mısın? Yoksa birbirinize dargın mısınız?”
Bu teklif, onu ne yapacağını tayin edemeyecek bir derecede şaşırtmıştı. Yüzünde hafif bir kırmızılık hasıl olduğu hâlde titreyen adımlarla bana doğru geldi. Ben ne yapacağını bilmediğim için hayretle bakıyordum. Elini uzattı. Yavaşça, ihtiramlı bir tavır ile elimi aldı. Dudaklarına doğru kaldırdı. Kendisi de eğildi. O ateşli dudaklar elimin üstüne hararetli bir sevda busesi kondurdu, o dakikada kalbim şiddetle çarpmaya başladı. Çok müşkül bir mevkide kaldığımı anlıyordum.
Enişte beyle İbrahim Şemsi gülmeye başladılar. Şen kahkahaları arasında diyorlardı ki:
“Öyle değil mi ya? İhtiyarların elleri öpülmez mi?”
Muhaverenin bu şekle girmesi beni o müşkül mevkiden kurtarabilecekti. Çünkü o sırada ayaklarımın titrediğini, kendimi zapt edemeyerek hemen orada yığılabileceğimi hissediyordum. Kendimi topladım ve onlara dedim ki:
“Pek doğru! Ben de bir nevi ihtiyarım. Kalp ihtiyarlıyor. Vücut alil olursa buna başka ne nam verilir?”
Bu muhavere üzerine aramızda çocukça alaylar, şakalar başladı.
Elimin öpülmüş olmasından dolayı benimle eğlenmek istiyorlardı.
Gülmekten kendisini zapt edemediği bir sırada enişte bey diyordu ki:
“Ey Necdet, el öpmelik hemşireye ne alacaksın bakalım?”
Meliha’nın beni; nefsimi zapt etmeye muktedir olamayacak müşkül bir noktaya sevk ettiğinin intikamını almak, çocukçasına, çılgınca hareketini yüzüne vurmak için cevaben dedim ki:
“Bir güzel oyuncak.”
Meliha’nın çehresinin birdenbire kızardığını gördüm. Fakat çehresine hücum eden kan bir saniye sonra tekrar kalbine çekildi. Hiddetinden sarı bir renk o latif çehreyi kapladı. Dudakları titriyordu ve titreyen parmakları bayramlık şık elbisesinin ipek dantellerini karıştırıyordu. Aramızda bir fırtına başlayacağını anlıyordum. Bereket versin; onlar alaylarında devam ediyorlardı.
O gürültü buna mâni oluyordu. İbrahim Şemsi diyordu ki:
“Pek doğru, pek doğru! Güzel bir oyuncak lazım! Bunu Necdet mutlaka almalıdır, öyle değil mi Saffet?”
Bizim enişte bey biraz düşünür gibi bir vaziyet aldıktan ve parmağını şakağına bir saniye kadar dayadıktan sonra dedi ki:
“Evet, evet; benim, hatırıma güzel bir oyuncak da geldi. Hani ya şu yattığı zaman gözlerini kapayan, kalktığı vakit açan bebekler yok mu? Canım, şu bonbarşada tesadüf ettiğimiz sarı saçlı mavi gözlü bebekler. İşte Necdet onlardan bir tanesini hemşireye…”
Ferid Saffet Bey bundan ziyade söyleyemedi. Bizim kahkahalarımız arasında Meliha kan hücumundan kıpkırmızı kesilmişti. Titreyen elleriyle biraderinin ağzını kapamak istiyordu. Ne derecede sinirlendiğini gösterecek titrek, müteessir bir sesle:
“Asıl bebek, hem de bıyıklı bebek sizsiniz.” diyordu. Sonra titreyen elini bize doğru tehdit eder gibi sallayarak ilave etti:
“Böyle çılgın çocuklar gibi benimle alay etmekten ne zevk alıyorsunuz, bilmem?”
Meliha; bu sözleri söyledikten sonra ateşli, hiddetli nazarlarını birdenbire gözlerime çevirdi. Güya bu bakışla bana demek istiyordu ki:
“Hele sen, beni böyle rahatsız etmekten ne zevk alıyorsun?”
Hemşire; nezaket icabı olarak Meliha tarafını iltizam etti:
“Bunlar bugün hakikaten çılgın!” diyordu.
Zevci kendisine cevap verdi:
“Ah, o samimi çılgınlıktaki hakiki saadeti hissetseniz, anlasanız?”
Eniştem, biraz gücenmiş gibi bir tavır alan Meliha’ya doğru dönerek ellerinden tuttu. Onu, piyanoya doğru sevk ederek dedi ki:
“Kuzum hemşire! Rica ederim, bize ‘Çılgın Çocuklar’ valsini çalar mısın?”
Meliha; mecbur olarak piyanonun önüne oturdu. Çılgın çocukların hareketlerini andıran, etrafa kahkahalar, feryatlar saçan nağmelerle dolu bu meşhur valsi çalmaya başladı.
Bunda ne garip nağmeler vardı: Birdenbire gök gürlemesini andıran dehşetli iniltiler… Sonra bir saniye tevakkuf… Tekrar nağme tufanı…
Meliha o gün hırsını, hiddetini piyanonun fildişi taşlarından alıyordu. Sinirlerindeki helecanı o taşlar üzerine vurmakla teskin etmek istiyordu. Valsi birçok defa tekrar ettirdik. Piyano çalınırken gülüyorduk, söylüyorduk. Bin türlü şaka icat ediyorduk. Meliha nihayet tahammül edemeyerek dedi ki:
“Eğer bu alaylarınıza biraz daha devam ederseniz ben de sizin gibi çılgın olacağım.”
Bu, benim çektiğim bir senelik azabın mükâfatı oldu. Bundan sonra ziyaretlerimi daha ziyade seyrekleştirdim. Çünkü görüyordum, hissediyordum ki Meliha’nın nazarlarında bir hararet, şiddetli bir sevda eseri var. Kati surette anlıyordum, İbrahim Şemsi’yi sevmiyordu, sevemezdi. Çünkü, çünkü o, şiddetle sevilmek istiyordu, onun bütün emeli, arzusu bu idi. Zevci onu en derin, en şiddetli bir muhabbetle sevsin; candan gönülden sevsin; çıldırarak harap olarak sevsin; hayatın bütün zevklerini, dünyanın bütün güzelliklerini kendisinde bulsun! Meliha işte bunu istiyordu.
Hâlbuki İbrahim Şemsi… O ciddi bir askerdi. Vazifesinin esiri idi. Haritalarını tetkik etmekte bulduğu zevki belki hiçbir şeyde bulamıyordu ve bulamadığı için de Meliha’yı tatmin edemiyordu. Şiir isteyen, aşk isteyen, üzerine titrenilmek isteyen, velhasıl bütün bu incelikleri isteyen ve arayan genç kadını hiç, hiç tatmin edemiyor, onun belki çocukluğundan beri beslediği ümitlerin harap olmasına, hayallerin dağılmasına sebep oluyordu.
Bahar geldi. Köşklerde zaten eşyanın bir kısmını bırakmıştık. Martın sonlarına doğru Fener’e naklettik. Meliha ile mülakatlar o zamandan beri daha ziyade sıklaşmaya başladı. Bunları azaltmak ihtiyarım dahilinde değildi. Kendi hissimi, iptilamın şiddetini yenmek için çalışıyordum. Sinir zaafı yine arttı. Sinir buhranları daha ziyade hükmünü icraya başladı.
İbrahim Şemsi, şu zavallı saf kalpli çocuk sinir buhranlarının hafiflemesi için bir çare bulmuş. Fakat ne garip çare. Bilmem hangi kitapta okumuş ki, keman nağmeleri sinir buhranını, ruha ait olan ıstırapları teskin edermiş. Buna da “musiki ile tedavi” diyeceğiz.
Meliha pek güzel, bizim İslam kadınlarında görülmemiş bir derecede güzel keman çalar. Biçare çocuk beni ıstıraptan kurtarmak için zevcesine âdeta emredercesine ısrar etmiş; sabahleyin ben henüz yatakta iken o, kemanı alıp gelecek; latif, tatlı nağmeler arasında uykudan uyanacağım.
Bu tecrübeye tam bir aydan beri devam ediyordu. Bunu tarif edemem. Senin vus’ati hayaline bırakıyorum. Ben bu masumane hayattan memnun idim. Her sabah gönül aldatan o nağmeleri ruhuma bir gıda yapmıştım.
Nihayet dün sabah, fikrimi altüst eden bir vaka beni şaşırttı. Uyuyordum. Latif keman sesi beni uykudan uyandırdığı hâlde gözlerimi açmadım, o nağmelerin, o tatlı sesin devamını arzu ediyordum.
Meliha’nın bana doğru yavaş yavaş gelmekte olduğunu hissettim; biraz sonra da hararetli dudakların alnıma bir buse; ateşli, sevda saçan bir buse kondurmuş olduğunu duydum. Vücudum buz kesilmiş, tüylerim ürpermişti. Benim namusuma, vicdanıma o kadar emniyet göstermiş olan bir arkadaşın, bir kardeşin her şeyden kıymettar ismetine leke getirmek; aman ya Rabbi! Gözlerim kararmıştı.
Dün Midilli’ye bir seyahat icrasına karar verdim. Hane halkına bunu tebliğ ettiğim zaman hiç kimse hayret etmedi. Hekimler zaten seyahat tavsiye ediyorlardı. Yalnız Meliha, o pek kederli. Kendisinden uzaklaşmak istediğimi zannederim ki anlıyor; sebebini de biliyor. Çünkü bu sabah kemanını çalmaya geldiği zaman oda kapısını kilitli bulmuştu. Bir kere düşün! Namusunu, zevcesini bana emniyet eden İbrahim Şemsi’ye hıyanet etmek; evladına bir namus lekesi bırakmak… Hayır, hayır bu kabil değildi. Zavallı İbrahim Şemsi iki üç ay sonra baba olacak… Ah kadınlar, bu kadınlar…”
Köşke gelmiştik, bizi İbrahim Şemsi, Ferid Saffet istikbal etti. Güldük, söyledik, mektep âlemlerinden açtık, o masumane hayattan zevkle, lezzetle konuştuk. Necdet de bu umumi şetarete karışıyordu.”
***
Necdet Feridun ertesi gün Fransız postasıyla hareket etti.
Biz de teşyide hazır bulunuyorduk. Ayrılacağımız sırada kendisine sabır, metanet tavsiye ettim. Esasen o tavsiyeye lüzum da yoktu. Sergüzeştinde gösterdiği metanet vicdanındaki saffete delalet etmez mi?
Necdet Feridun’u ara sıra hatırladığım zaman zavallının felaketinden müteessir olurdum. Midilli’ye hareketinin üzerinden bir ay kadar geçmişti. Bir gün mektubunu aldım, bana şöyle yazıyordu:

“Kardeşim; felaketimi devam ettiren elemleri, hatıraları hayalimden silmek için ihtiyar eylediğim bu seyahat boş, pek beyhude oldu.
Benim için o azaptan, o ıstıraptan uzak yaşamak kabil değil, bunu artık pek iyi anladım. Ondan uzak bulunmak; yaşamak değil, yavaş yavaş ölmek… Bu hafta geliyorum…
    Zavallı Necdet!..

2
İki ay geçmişti. Temmuzun ateş püskürdüğü bir gün, zannederim zevalden biraz sonra idi. Kalpakçılarbaşı’ndan geçiyordum. Öyle sıcak, ateşli havalarda oradan geçmek ne kadar latiftir. Serin bir hava insana çarpar. Oh benim öteden beri garip bir itiyadım vardır. Çarşıdan geçtiğim zaman, mutlak bedestene uğrardım. Her uğrayışımda orada öyle tuhaf, öyle garip sahnelere tesadüf etmişimdir ki… Bu merak bir saatlik zamanın orada heba olmasına sebebiyet verir. Fakat ben bundan yine memnunum. Çünkü bunda bir zevk var. Bin türlü entrikanın dönmekte olduğunu görmek, bunu hissetmek zevki mevcut. Mesela bir defasında görürsünüz ki İngiliz tavırlı ciddi bir seyyah… Boynunda maroken kaplı bir kılıf içinde enstantane fotoğraf makinesi asılı, uzun boylu, paçaları lüzumundan ziyade kıvrık, ihtiyarca bir mösyö antika bir seccade, bir yatağan, bir karabina, bir tüfek, üç etekli bir entari, işlemeli bir kapı perdesi almak için dükkânların birinin önünde bulunuyor. Yanında bazen güzel, ekseriya pek çirkin bir veya birkaç madam da mevcut… Pazarlığa girişilmiş… İşte bu öyle bir hakikat sahnesidir ki bunu taklitte koklenler, vurslar âcizdir. Mesela ortada Acemkâri bir seccade bulunuyor. O seyyaha tercümanlık eden adam; yarım yamalak İngilizcesiyle bunu methetmek için neler söylüyor neler… Efendim bu seccade İran’ın, Turan’ın en eski mamulatındandır. Şimdi bunlara pek az tesadüf olunuyor. Âdeta bir kelepir… Doğrusu bulunur şey değil. Fiyatı da ucuz… On iki İngiliz lirası… Pazarlık nihayet on İngiliz lirasında kararlaştırılırsa seyyah için bu, bir büyük muvaffakiyettir. Rumca şivesiyle İngilizce konuşan, Yahudi telaffuzuyla Almanca söyleyen tercümanların çeneleri yardımıyla on liraya sürülmüş olan bu seccadenin iki üç gün evvel bir ihtiyaç sahibinin elinden yüz altmış beş kuruşa alındığını söylemek hayreti mucip olmamalıdır. Buna ihtikârını diyeceksiniz. Hayır… Ne münasebet! Buna nazik bir tabir ile işgüzarlık derler. Akşamüzeri tercümanın o dükkâna uğradığı ve oradan memnun olarak, bazı kere de ufak bir ağız kavgasından sonra yüzü gülerek çıkmakta bulunduğunu görürseniz buna da taaccüp etmeyiniz! Bu gibi menfaatlerde ortaklık tabiidir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/saffet-nezihi/zavalli-necdet-69428494/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Aktrislere mahsus hususi salon.

2
Kadril, eski bir danstır.

3
Karne, balolarda rakısların kime verildiğinin içine yazıldığı küçük defter.

4
Cenazelerde terennüm edilen bir hava.
Zavallı Necdet Saffet Nezihi
Zavallı Necdet

Saffet Nezihi

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yayımlandığı dönemde halkın oldukça ilgisini çeken Zavallı Necdet, Saffet Nezihi’nin en önemli eseridir. Öyle ki yazar, bu eserinden sonra Zavallı Necdet müellifi olarak anılagelmiştir. Necdet bir hayal âleminde yaşayan, zengin, yakışıklı, şık ve zarif bir gençtir. Hayalinde, ilgi duyduğu bütün genç kızlar kendisine âşıktır ve onların bütün fedakârane çabalarına rağmen Necdet onları terk eder. Arkadaşlarına bu tip hikâyeleri anlatır durur. Gelgelelim Necdet sonunda, hayale yer bırakmayan hakiki bir aşka tutulur. Hayallerinde olduğu gibi sevdiği kız kendisine âşık olsa da Necdet’in sevdiğini terk edecek gücü yoktur…

  • Добавить отзыв