Savaş ve Barış I. Cilt
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Savaş ve Barış; kaleme alındığı çağın, coğrafyanın sınırlarını aşan ve neredeyse tüm dünya dillerine çevrilen, evrensel niteliğe sahip bir başyapıttır. Eser; yaşamın anlamını arayan, manevi sırra erişmek isteyen her insanın mutlaka okuması gereken klasikler arasındadır. 1805-1812 yılları arasında Rus halkı, birtakım savaşlara dâhil olmaktadır. Fiziki savaş cephede sürdürülürken asıl ve belki de daha zorlayıcı olan savaş, bizzat insanların içinde verilmektedir. Bir tarafta işgal altında olan vatanı savunmaya çalışan ordu, diğer tarafta ise lüks yaşamlarından taviz vermeyen sosyete toplumu bulunmaktadır. Aslında silahlar, asıl olarak insan ile insani değerler arasında çekilmektedir. Dolayısıyla bu savaşın kazananı da kaybedeni de yine kişinin kendisi olacaktır. Savaş ve Barış; okurunu tarih sahnesinin detaylarına tanık ederken perde arkasını da göstererek gerçek bir “savaş”ın ve daima bulunması ümit edilen “barış” arayışının içerisine çekecektir. Bu arayışın yolu ise mutlaka iyilik ve sonsuz sevginin keşfinden geçecektir. “Aşk, ölümü engelliyor. Aşk, hayattır. Hayattan anladığım her şeyi, sevdiğim için anlıyorum ancak. Her şey, sevdiğim için vardır. Her şey yalnızca aşkla birbirine bağlanır. Aşk, Tanrı’dır. Ölmek; benim için, aşkın bir parçası için evrensel kaynağa dönmektir.”
Lev Tolstoy
Savaş ve BarışI. Cilt
Lev Tolstoy, 9 Eylül 1828 tarihinde, Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.
Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.
Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.
Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.
20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.
Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…
Atilla Tokatlı, 1934 yılında, Denizli’de doğdu. Galatasaray Lisesinden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde öğrenimine devam etti. 1956 yılında, Sorbonne Üniversitesinde felsefe eğitimi görmek için Paris’e gitti. IDHEC Sinema Okulundan mezun oldu ve 1960 yılında Türkiye’ye döndü.
Türkiye’de olduğu sırada yönetmen yardımcılığı ve yönetmenlik yaptı. Yönetmiş olduğu Denize İnen Sokak filmi, 1961 İzmir Film Festivali’nde en iyi film seçildi. 1965 yılında çevirmenliğe başladı ve birçok eseri Türkçeye tercüme etti. Elsa Triolet’in Beyaz At adlı romanını çevirdi ve bu çevirisiyle 1971 yılında Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü kazandı.
Başlıca çevirileri: Başkalarının Kellesi (M. Aymé’den, 1962), Afrika’da Millî Kurtuluş ve Sosyalizm Hareketleri (B. Davidson’dan, 1965), 1917 Rus Devrimi (F. X. Coquin’den, 1966), Asya Tipi Üretim Tarzı ve Marksist Şemalara Göre Toplumların Evrimleri (M. Godelier’den, 1966), Hapishane Mektupları (A. Gramsci’den, 1966), Sosyalizm Açısından Cinsiyet ve Kadın (B. Muldworf’tan, 1966), Az Gelişmiş Ülkelerde Sosyalizm ve Köylüler (M. Harbi-R. Rodriguez’den, 1966), Türkiye Üzerine (Marx’tan, 1966), Düşman Topraklarımızda (1966), Seçme Yazılar (1966), Paris Düşerken (Ehrenburg’dan, 1967), Ve Çeliğe Su Verildi (Ostrovski’den, 1968), Paris Komünü (G. Bourgin-A. Adamov’dan, G. Üstün ile, 1968), Bir Kızıl Barbar (R. M. Hostie’den, 1969), Benden Selam Söyle Anadolu’ya (D. Sotiriyu’dan, 1970), Çimento (F. V. Gladkov’dan, 1970), Foma (Gorki’den, 1970), Beyaz At (Elsa Triolet’den, 1970), Yalnız Adam-Kanun (Roger Vailland’dan, 1971), Milyarder (M. S. Pierre’den, 1971), Çingenem (Z. Stancu’dan, 1971), Felsefe Defterleri (1976), Halkın Dostları’nın Aslı Nedir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Etmektedirler (V. İ. Lenin’den, 1979), Koca Tanrı’nın Yumruğu, Savaş ve Barış (Tolstoy’dan, 1982)
SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
En iyi yaşam şartları içinde ve başka bir şeyle meşgul olmaksızın üzerinde ara vermeden beş yıl çalıştığım basım aşamasında olan bu eser konusundaki düşüncelerimi bir ön söz olarak açıklamak ve okurlarımın zihninde doğabilecek yanlış anlamalar konusunda onları uyarmak isterim. Eserin basılma şartları içinde, bu konu üzerinde ısrar etmenin iyi olmadığını düşünmeme rağmen okurun, bu esere koymak istemediğimi ya da koyamadığımı burada aramaması ve bulmaması dileğimdir. Ne zaman ne de becerim, niyetlerimi tamı tamına gerçekleştirmeme elvermedi ve şimdi özel bir derginin gösterdiği konukseverlikten, ilgi duyacak okurlar için yazarın, eserine ilişkin görüşümü eksik ve kısa olsa da açıklamak için faydalanıyorum.
1. Savaş ve Barış nedir? Bu eser bir roman değildir, bir şiir de değildir, bir tarih kroniği hiç değildir. Savaş ve Barış; dile geldiği biçim içinde, yazarın dile getirmek istediği ve getirebildiği şeydir. Düzyazıdaki kabullenilmiş sanatsal yaratış biçimlerini görmezlikten gelir gibi duran bu iddia; bir amaç göz önünde tutularak ileri sürülseydi, gerçekleştirilmiş başka örneklere dayanmasaydı, kendini beğenme belirtisi olarak değerlendirilebilirdi. Oysa Puşkin’den bu yana Rus edebiyatı, Avrupa’dan alınan bu biçimlere aykırı düşen birçok örnek sunmamakla beraber, bunun tersi olan bir tek örnek de vermemektedir bize. Gogol’un Ölü Canlar’ından Dostoyevski’nin Ölüler Evi’ne kadar, Rus edebiyatının modern döneminde, bayağılıktan sıyrılmış düzyazı biçiminde bir eser yoktur ki tam anlamıyla roman, şiir ya da öykü biçiminde olsun.
2. Eserimin birinci bölümünün yayımlanması sırasında bazı okurlar, ele alınan dönemin ayırt edici özelliğinin bu eserde yeterince belirgin olmadığını söylediler bana. Bu eleştiriye vereceğim cevap şudur: Eserimde bulmadıkları bu, “dönemin ayırt edici özelliğinin” ne olduğunu biliyorum; bu özellik, toprak köleliğinin dehşet verici gerçekleridir, gün yüzüne çıkarılmayan kadınlardır, ölesiye dövülen yetişkin erkek çocuklarıdır, Saltitçika’dır[1 - Rahip Sylvestre, Domostroi’da, Asyavari törelerin hüküm sürdüğü XVI. yüzyıl Rusya’sının bir tablosunu çizer. Orada; malikâneleri kapatılmış ve boyunduruk altındaki kadınlarını, çocuklarını ve kölelerini sopayla eğiten aile babalarını, ince uzun kayışları ve demirden ya da tahtadan yapılmış bir başka araçları görürüz. Saltitçika, 1771’de Moskova’da çok garip bir şekilde, Vali Saltikof tarafından bastırılmış olan halk ayaklanmasının adıdır.] vb.
Ama hayal gücümüzde ortaya çıkan bu özelliklerin gerçeğe uygun olduğuna inanmıyorum, bunları dile getirmem gerektiğini de düşünmedim. Mektupları, anıları, söylentileri inceleyince bu korkunç gerçeklerin; şimdi, herhangi bir dönemde rastlayabileceğim korkunç gerçeklerden daha dehşet verici olmadığını gördüm. Bugün olduğu gibi o dönemde de insanlar birbirini seviyor, kıskanıyor; doğruyu, erdemi arıyor, tutkulara kapılıyorlardı; düşünce ve ruh dünyaları, bugünkü kadar karmaşık ve hatta yüksek çevrelerde, kimi zaman bugünkünden daha incelmiş durumdaydı.
Bu döneme, kendi düşüncemizde, kaba bir şiddet ve keyfîlik yüklememizin nedeni; söylentilerin, romanların, öykülerin ve anıların, bize şiddet ve kaba kuvvetin tipik örneklerini iletmiş olmalarından ileri gelmektedir yalnızca. Bu dönemin ayırt edici ve baskın özelliğinin kaba kuvvet olduğu sonucuna varmak, bir tepenin arkasına gönderilmiş olan ve yalnızca ağaçların tepelerini gören bir adamın, bütün o bölgede ağaçtan başka şey olmadığını düşünmesi kadar yanlıştır. Bu dönem, bütün öteki dönemler gibi kendine özgü bir karaktere sahiptir ve bu karakter; aristokrasinin öteki sınıflara karşı çok yabancı davranmasından, döneme hâkim olan felsefeden, özel eğitim biçiminden, Fransızca konuşma alışkanlığından vb. kaynaklanmaktadır.
Benim, elimden geldiğince dile getirmeye çalıştığım, işte bu ayırt edici özelliktir; bu karakterdir.
3. Bir Rus eserinde, Fransızca kullanma konusunda da açıklama yapmak gerekir. Niçin eserimde yalnızca Ruslar değil, Fransızlar da kimi zaman Rusça kimi zaman Fransızca konuşmaktadır? Rusça bir kitabın kişilerini, Fransızca konuşturma ve yazdırma konusunda bana yöneltilen eleştiri; bir tabloya bakan ve orada gerçekte var olmayan kara lekeler -gölgeler- gören bir adamın eleştirisine benziyor. Tablosundaki kişilerden birinin gölgesi, bazı kimselere, orijinalde bulunmayan bir kara leke olarak görünüyorsa bu, ressamın kabahati değildir; ressam ancak bu gölgelerin yanlış yerde olmasından ya da sanatkârca yapılmamış olmasından ötürü kabahatli bulunabilir. Bu yüzyılın başlangıç dönemini ele aldığım ve belli bir toplumun Rus kişiliklerini, Napolyon’u ve çağın yaşamına doğrudan katılan Fransızları canlandırdığım için dilime ve düşünceme, Fransızvari bir hava katmak zorunda kaldım. Tablomun üzerindeki gölgeleri belki de gereken yere koymadığımı ve bu işi acemice yaptığımı kabul etmekle birlikte; Napolyon’u kimi zaman Rusça kimi zaman Fransızca konuşturmamı gülünç bulanların, bunu böyle düşünmelerinin, portreye bakan adam gibi karşılarındaki yüzü ışık ve gölge oyunları içinde bir bütün olarak görmemelerinden ve yalnızca burnun altındaki kara lekeyi görmelerinden ileri geldiğini kabul etmelerini dilerim.
4. Bolkonski, Drubetskoy, Bilibin, Kuragin gibi kahramanlarımın adları; Rusya’da çok iyi bilinen adları hatırlatmaktadır. Tarihî kişilerin yanına tarihî olmayan kişileri yerleştirirken -örneğin Kont Rostopçin’i bir Prens Pronski’yle, bir Strielski’yle ya da tek ve çift adlarını uydurduğum öteki prensler ve kontlarla konuştururken- kulağımın tırmalanmasından kaynaklanan bir sıkıntı duyuyordum.[2 - Çift ad örnekleri: Kuzmin-Karayef, Golonisçev-Kutuzof, Muravief-Karski vb.] Bolkonski ve Drubetskoy, ne Volkonski’dir ne de Trubetskoy ama bu adlar, aristokrat dünyaya pek yabancı olmayan ve doğal gelen adlardır. Zaten, bütün kahramanlarım için Bezuhof ya da Rostof gibi kulağımı tırmalamayan adlar bulamazdım ve bu güçlüğü ancak Rus kulağının en alışkın olduğu adları rastgele seçerek ve bazı harflerini değiştirerek hallettim. Bu hayal ürünü adların gerçek adlara benzerliği, gerçekten yaşamış şu ya da bu kimseyi canlandırmak istediğimi akla getirebiliyorsa bundan üzüntü duyarım. Özellikle, yaşayan ya da yaşamış olan kimseleri canlandırmaktan başka bir şey olmayan edebiyat türü; benim işlediğim edebiyat türüyle uzaktan yakından ilişkili olmadığı için üzüntü duyarım bundan.
Yalnızca Mariya Dimitriyevna Akhrossimova ve Denisof, o çağın toplumunun iki gerçek kişisinin adlarına yaklaşan adları istemeden ve düşünmeden verdiğim iki roman kahramanıdır. Bu, benim bir hatamdır. Ama bu hata, belirgin karakter özellikleri ile birbirinden ayrılan bu iki kişiyi romanıma koymuş olmamla sınırlanmıştır ve hiç şüphesiz okur, onların rolünün gerçekle hiçbir ilişkisi olmadığını kabul edecektir. Öteki kişilere gelince; bunlar tamamıyla benim icadımdır ve söylentilerde ya da gerçekte, bunların prototiplerini bile görmemişimdir.
5. Şimdi de benim dile getirdiğim tarihî olaylar ile tarihçilerin yazdıkları arasındaki uyuşmazlık konusunda da birkaç söz söyleyeyim: Bu uyuşmazlık tesadüfi değil, kaçınılmaz bir uyuşmazlıktır. Tarihçi ve sanatçı, bir çağın tablosunu çizerken birbirinden tamamıyla farklı amaçlara yönelirler. Tarihçi; bir tarihî kişiyi, bütünselliği, hayatın her yanıyla olan ilişkilerinin tüm karmaşıklığı içinde canlandırmak isterse yanlış davranmış olur. Nitekim sanatçı da kişisini, her zaman tarihî davranışı içinde canlandırırsa işini gerektiği gibi yapmamış olur. Kutuzof, her zaman beyaz atının üstünde değildir; elinde her zaman tek gözlü, uzun bir dürbün yoktur ve her zaman düşmanı göstermemektedir. Rostopçin’in elinde de her zaman bir meşale yoktur; Voronof’taki evini[3 - Rostopçin’in Moskova’nın batısındaki malikânesi.] yakmak üzere değildir (Bunu hiçbir zaman yapmamıştır zaten.) ve İmparatoriçe Mariya Feodorovna, sırtında ermin kürküyle her zaman ayakta, eli de yasa kitabının üzerinde değildir; oysa halk, bunları, hayal gücünde böyle canlandırmaktadır.
Tarihî bir kişinin rolünü tek bir amacın gerçekleştirilmesinde gören tarihçi için kahramanlar vardır. Bir kişinin, hayatın bütün durumları içindeki tepkilerini ele almak isteyen sanatçı için ise kahraman diye bir şey olamaz ve olmamalıdır; sanatçı için insanlar söz konusu olmalıdır.
Tarihçi kimi zaman gerçeği çarpıtarak tarihî bir kişinin bütün eylemlerini; bu kişiye yüklediği tek bir imgeye bağlamak, geriye götürmek zorundadır. Buna karşılık sanatçı, bu imgenin bir tek olmasının yapmayı tasarladığı işle uzlaşmaz olduğunu görür ve yalnızca tarihin ünlü bir aktörünü değil, bir insanı kavramaya ve canlandırmaya çalışır.
Olayların canlandırılması söz konusu olduğunda sanatçı ile tarihçi arasındaki fark, daha da keskin ve köklüdür.
Tarihçi, bir olayın sonuçlarıyla uğraşır; sanatçı ise olayın kendisiyle. Tarihçi, bir savaşı canlandırırken şöyle der: Filan ordunun sol kanadı filan köyün karşısında yer aldı, düşmanı yenilgiye uğrattı ama çekilmek zorunda kaldı; o zaman saldırıya geçen süvari, düşmanı dağıttı vs. Tarihçi başka türlü konuşamaz. Ama bütün bu sözler, sanatçı için hiçbir anlam taşımaz ve hatta ona, olayın kendisiyle ilişkili gibi bile görünmez. Çünkü sanatçı, olup bitmiş olay konusunda zihninde oluşturduğu imgeyi, kendi tecrübelerinden olduğu kadar başvurduğu mektuplardan, anılardan, öykülerden de çıkarır ve çoğunlukla tarihçinin bir savaş söz konusu olduğu zaman şu ya da bu orduların etkinliklerinden çıkardığı sonuç, sanatçınınki ile karşıtlık içinde bulunur. Bu sonuçların farklılığı, tarihçinin ve sanatçının yararlandıkları kaynakların farklılıklarıyla açıklanır. Örneğin, bir savaş söz konusu olunca tarihçi, ana kaynaklar olarak çeşitli komutanların ve generallerin raporlarına başvurur. Sanatçı ise bu tür kaynaklardan hiçbir şey çıkaramaz; bu kaynaklar, hiçbir şey söylemez ona. Üstelik sanatçı, kaçınılmaz yalanlardan başka şey bulmadığı için bunlardan yüz çevirir. Gerçekten de her savaşta, iki düşman; harekâtı, hemen her zaman, birbirine tamamen karşıt bir şekilde anlatır. Her savaş tasvirinde, zorunlu olarak bir yalan vardır: Bu yalan, birkaç kilometrelik alana yayılmış olan ve korkunun, utancın, ölümün etkisi altında delicesine heyecanlanmış bulunan birkaç bin insanın yaptıklarını, birkaç sözcükle dile getirmek zorunluluğundan ileri gelir.
Savaş tasvirlerinde, hemen her zaman, filan birliğin filan mevziye karşı saldırıya geçirildiği ve sonra çekilme emri aldığı vs. sanki manevra alanında binlerce kişiyi tek bir kişinin iradesine baş eğdirten disiplin, ölüm kalımın söz konusu olduğu bir başka alanda aynı etkiyi gösterirmiş gibi anlatılır bize. Savaşa katılmış olan herkes, bunun ne kadar uydurma olduğunu bilir; ne var ki resmî raporlar böyle bir etkin varlığın düşüncesine dayanılarak yazılır ve tasvirlere de bu raporlar kaynaklık eder.[4 - Bu eserin birinci bölümünün ve Schöngraben Savaşı’nın tasvirinin yayımlanmasından sonra, Nikolas Muravief-Karski’nin bu tasvir konusundaki görüşü bana aktarıldı ve onun söyledikleri, inancımı daha da pekiştirdi. Bir Başkomutan olan N. N. Muravief, kişisel tecrübelerinin, bir savaş boyunca Başkomutanın emirlerini olduğu gibi uygulamanın imkânsız olduğuna kendini inandırmış olduğunu söylüyordu.]
Bir savaştan hemen sonra, hatta ertesi gün ya da daha sonraki gün, hiçbir rapor yazılmadan önce bütün birlikleri gezin ve herhangi bir askere, astsubaya, subaya, olayın nasıl olup bittiğini sorun. Neler duyduklarını ve gördüklerini size anlattıkları zaman; çok büyük, karmaşık, sonsuz sayıda farklı biçimleri olan bir şey karşısında bulunduğunuza ilişkin, ağır ve karmakarışık bir izlenim edineceksiniz. Ama olayın bütün olarak nasıl olup bittiğini, hiç kimseden ve özellikle Başkomutandan öğrenemeyeceksiniz. Ancak üç dört gün sonra raporlar gelmeye; gevezeler görmedikleri şeyleri anlatmaya başlar, sonunda genel rapor düzenlenir ve ordudaki yaygın görüş de bu rapor uyarınca oluşur. Bu yalan dolu ama apaçık ve pohpohlayıcı tabloyu benimseyip şüphelerini ve tasalarını bir yana atmak da herkesin içini rahatlatır. Bir ya da iki ay sonra, savaşa katılmış olanlardan birine sorular sorun. O zaman anlattıklarında, daha önceki dobra ve canlı havayı bulamayacaksınız çünkü anlattıkları, rapora göre oluşturulmuştur ve sorular sorduğunuz kimse, yazılı metin uyarınca konuşmaya başlamıştır bile. Borodino Savaşı’na katılmış birçok zeki insanın bana bu savaş konusunda anlattıkları, bu tür öykülerdi.
Hepsi de bana aynı şeyi -Mihailovski-Danilevski, Glinka ve başkalarının yanlış tasvirlerine dayanarak- anlatıyordu ve harekât içinde birbirlerinden birkaç verst uzakta bulunmuş olmalarına rağmen açıkladıkları ayrıntılar bile birbirinin aynısıydı.
Sivastopol’un alınmasından sonra Topçu Komutanı Kriyanovski, bütün tabyaların topçu subaylarının raporlarını bana gönderiyor ve bu yirmi kadar raporu özetlememi rica ediyordu. Raporların kopyasını çıkarmadığıma üzülüyorum. Bunlar, her tasvire kaynaklık eden o çocuksu ve kaçınılmaz yalanın en güzel örnekleriydi. Bu raporları yazan arkadaşlarımdan çoğunun, bu satırları okuyunca bilmeleri imkânsız gerçekler üzerine emirle yazdıkları şeyleri hatırlayıp içtenlikle güleceklerinden eminim. Zaten savaşa katılmış herkes, bir Rus’un çarpışmada üzerine düşeni ne kadar iyi yapabildiğini ve bunun tersine, davranışlarını zorunlu övünme ve yalanla anlatmayı beceremediğini bilir. Ayrıca ordularımızda, açıklama ve raporları düzenleme görevinin özellikle yabancılar tarafından üstlenilmiş olduğunu da herkes bilmektedir.
Bütün bunları; askerlik tarihi yazarlarına malzeme olan askerî tasvirlerde, yalanın kaçınılmaz bir şey olduğunu ve bundan dolayı, tarihî olayların kavranılışında sanatçı ile tarihçi arasındaki uyuşmazlığın da çoğunlukla kaçınılmaz olduğunu göstermek için söylüyorum. Ama tarihî olayların açıklanmasında zorla söylenmesi gereken bu yalanın yanı sıra, o çağın tarihini yazmış olan ve benim de incelediğim tarihçilerde, hiç şüphesiz; olguları sınıflama, özetleme ve olayların trajik karakterine uyarlama alışkanlığından doğan ve yalan ile hakikatin değişikliğe uğratılmasının yalnız olguların kendisini değil, taşıdıkları anlamı da kapsadığı bir özel ve tumturaklı anlatı biçimine rastladım. Bu çağın belli başlı iki tarihçisi olan Thiers ve Mihailovski-Danilevski’yi incelerken çoğunlukla, bu tür kitapların nasıl basıldığını ve nasıl okur bulduklarını şaşkınlık içinde sordum kendime. Aynı olayların ciddi bir şekilde, titizlikle ve kaynaklara başvurularak yapılan ve birbirine tam anlamıyla karşıt olan açıklamaları bir yana; bunlarda öyle tasvirler gördüm ki bu iki kitabın bu çağa ilişkin en büyük eserler olduğunu ve binlerce kişi tarafından okunduğunu düşününce ağlamak mı gülmek mi gerektiğine karar veremedim. Ünlü Tarihçi Thiers’ten aldığım bir örnekle yetineceğim. Napolyon’un sahte banknotları yanına alıp getirdiğini anlattıktan sonra, Thiers şöyle diyor: “Bu araçların kullanımına, kendisine ve Fransız ordusuna yaraşır bir iyilikseverlik davranışıyla değer kazandırarak yangından zarar görmüş olanlara yardım yaptırttı. Ama erzak, çoğu düşman olan yabancılara uzun süre verilemeyecek kadar kıymetli olduğundan Napolyon, para vermeyi tercih etti ve onlara kâğıt rubleler dağıttı.”
Bir başına ele alındığında bu bölüm; insanı, (ahlaksızlığıyla diyemezsek de) sersem edici anlamsızlığıyla çarpmaktadır ama kitabın içine yerleştirildiğinde şaşırtmamaktadır. Çünkü anlatının tumturaklı, cafcaflı ve kesin anlamdan yoksun havasına tamı tamına uygun düşmektedir.
İşte bundan ötürü tarihçinin yapması gereken ile sanatçının yapması gereken, birbirinden tam anlamıyla farklıdır ve olayların tasviri ile kişilerin portrelerinin çiziminde, tarihçiler ile benim aramdaki uyuşmazlık, kimseyi şaşırtmamalıdır.
Ama sanatçı, halkın kişiler ve olaylar konusunda edindiği imgelerin, abartılı hayallerden değil; belgelerin tarihçiler tarafından sınıflandırılıp toplanmasındaki tutumdan ileri geldiğini unutmamalıdır. Bundan ötürü, bu kişileri ve olayları farklı bir şekilde anlamasına rağmen sanatçının, tarihî belgelerle kendini yönlendirmesi gerekir. Romanımda, tarihî kişilerin konuştukları ve eylemde bulundukları her yerde, kendim hiçbir şey uydurmadım ama bulduğum ve çalışmalarım süresince koskoca bir kitaplık oluşturan malzemeye dayandım;
burada, söz konusu kitapların adını açıklamayı uygun bulmuyorum ama her zaman açıklayabilirim.
6. Altıncı açıklama -ki bu, benim için en önemlisidir- büyük adam denen kimselerin, bence tarihî olaylarda taşıdıkları pek az öneme ilişkindir.
Hakkındaki söylentilerin böylesine canlı ve çeşitli olarak günümüze kaldığı çok trajik, sayısız olayla yüklü ve bize bu kadar yakın bir dönemin incelenmesi sonunda; gerçekleşmek üzere olan olayların nedenlerini, zekâmızın kavrayacak durumda olmadığına kesinlikle inandım. Herkese çok basit bir şey gibi görünen bir iddiayı ileri sürmek; yani 1812 olaylarının nedenlerinin, Napolyon’un fetih anlayışından ya da Aleksandr Pavloviç’in yurtsever sebatkârlığından kaynaklandığını iddia etmek; Roma İmparatorluğu’nun, halkını Batı’ya karşı yönelten şu ya da bu barbar ya da ülkelerini kötü yöneten filan Roma imparatoru yüzünden yıkıldığını veya altı kazılan bir dağın, son işçisinin kazma sallaması dolayısıyla yıkıldığını iddia etmek kadar saçmadır.
Milyonlarca insanın boğazlaştığı, yarım milyonunun öldüğü bir olayın nedeni, tek bir insanın iradesi olamaz; nitekim, bir işçi tek başına bir dağı yıkamayacağı gibi bir kimse de tek başına beş yüz bin kişiyi ölmeye zorlayamaz. Peki, öyleyse bu nedenler nerede aranmalıdır? Bazı tarihçiler, bu nedenleri Fransızların fetih ruhunda ve Rusların yurtseverliğinde arıyor ve buluyorlar. Başkaları, Napolyon ordularının yaydığı demokratik fikirlerden ve Rusya’nın Avrupa topluluğuna girme zorunluluğu içinde bulunmasından vs. söz ediyorlar. Peki ama hiçbiri daha iyi durumda olamayacakken ve hepsi daha kötü duruma düşme tehlikesiyle karşı karşıyayken, milyonlarca insan niçin boğazlaştı? Kim emretti onlara bunu? Bunu niçin yaptılar? İşte, nedenleri herkes için apaçık gibi görünen sorun. Bu anlamsız olayın nedenleri üzerinde, bugünden geçmişe bakılarak sayısız akıl yürütme yapılabilir ve yapılmıştır. Ama çok büyük bir bölümü aynı amaca yönelik olan bu akıl yürütmeler, sonsuz sayıda neden olduğunu ve bunların arasından hiçbirine gerçek neden denemeyeceğini gösterir.
Böyle bir davranışın fiziki olarak ve manevi bakımdan kötü bir davranış olduğunu, dünya var olduğundan beri herkes bildiği hâlde; milyonlarca insan, niçin boğazlaştı?
Bu öylesine kaçınılmaz bir şeydi ki bunu yaparken o ilkel ve zoolojik yasaya, sonbaharda birbirlerini öldüren arıların ya da birbirlerini ortadan kaldıran erkek hayvanların uydukları yasaya uyuyorlardı. Bu korkunç soruya başka bir cevap verilemez.
Bu yalnızca apaçık değil, aynı zamanda her bireyde doğuştan bulunan bir hakikattir. Eğer insanoğlunda, kendisinin davranışta bulunduğu her an özgür olduğuna inanmasına yol açan bir bilinç ve bir başka duygu bulunmasıydı, bu hakikatin kanıtlanmasına gerek bile kalmazdı.
Tarihi genel bir açıdan ele aldığımızda olayları yöneten ve her zaman etki gösteren bir yasanın varlığına ama tarihi, kişi açısından ele aldığımızda bunun tersine inanıyoruz.
Benzerini öldüren bir kimse Niemen’in aşılması için emir veren Napolyon, bir iş bulmak için dilekçe veren, kolumuzu kaldıran ya da indiren siz ve ben, yani hepimiz, hareketlerimizden her birinin akla uygun nedenlere ve özgür irademize dayandığından mutlak olarak eminiz ve şöyle ya da böyle davranmanın bize bağlı olduğundan şüphe duymuyoruz. Bu inanç, bizim için o kadar doğaldır ki başkasında özgür irade olmadığına bizi ikna eden tarih ve suç işleme istatistikleri verilerine rağmen özgür irade bilincimizi bütün hareketlerimize yaymaktan geri kalmayız.
Buradaki çelişki, çözülmez gibi görünmektedir. Bir hareket yaparken özgür irademe sahip olduğumdan eminim ama hareketimi insanlığın hayatının tümüne bir katılım olarak tarihî anlamı içinde ele alırsam bu hareketin, önceden belirlenmiş ve kaçınılmaz olduğu sonucuna varırım. Bu yanılgı nereden geliyor?
İnsanoğlunun, olup bitmiş her gerçeğe geriye bakarak ve o anda, özgür olduğu iddia edilen bir dizi akıl yürütme, yakıştırma yeteneği üzerinde yapılan ruh bilimsel gözlemler (Bu konudaki görüşlerimi, bir başka yerde daha ayrıntılı olarak açıklayacağım.); insanın, bazı hareketleri yaparken özgür olduğu bilincini taşımasının bir aldanma olduğu varsayımını pekiştirmektedir. Ama geriye dönük değil de o anlık ve tartışılmaz bir özgür olma bilincinin eşlik ettiği hareketlerin bulunduğunu kanıtlayan, başka ruh bilimsel gözlemler de vardır. Maddeciler ne derse desin yalnızca ben söz konusu olduğum zaman, tartışılmaz bir şekilde bir hareketi yapabilir ya da yapmaktan kaçınabilirim. Kendi isteğimle kolumu o anda kaldırabilir ya da indirebilirim. Yazı yazmayı bırakabilirim. Siz de anında, yazdıklarımı okumaktan vazgeçebilirsiniz. Yalnızca irademin gücüyle ve bütün engellere rağmen düşüncemi şu anda Amerika’ya ya da ilgi duyduğum bir matematik problemine yöneltebilirim. Özgürlüğümü sınamak için elimi yukarı kaldırıp bir külçe gibi düşecek şekilde aşağıya bırakabilirim. Ama yanımda bir çocuk var diyelim, elimi onun üzerinde yukarı kaldırıyorum ve kuvvetle aşağıya düşecek şekilde bırakmaya yöneliyorum: Bunu yapamam işte. Bir köpek, aynı çocuğun üzerine atılıyor. Köpeğe vurmak üzere elimi kaldırmazlık edemiyorum. Safta yerini almış bir askersem, alayımın hareketlerini izlemezlik edemem. Savaş sırasında, alayımla birlikte düşmana karşı saldırıya geçmezlik edemem ve çevremde herkes kaçarken kaçmazlık edemem. Bir mahkemede sanığı savunuyorsam, söyleyeceğim şeyi daha önceden bilmezlik edemem. Gözlerime yönelen bir vuruşu gördüğümde göz kapaklarımı kırpıştırmadan edemem.
Öyleyse iki çeşit hareket var: Bunların biri irademe bağlı, ötekisi ise değil. Ve çelişkiyi doğuran yanılgı; varlığımın en yüksek düzeyde soyut olan bölümüne bağlı bulunan her harekete, haklı çıkarılacak bir şekilde eşlik eden özgür olma bilincini, hiç de hakkım olmadan başka iradelerle ilişkili olan ve benimkinden başka iradelerin de işe katılmasına bağımlı bulunan hareketlerime de yaymamdan ileri geliyor yalnızca. Özgürlüğün ve zorunluluğun alanlarının sınırlarını çizmek çok güç bir iştir ve bu sınırı belirlemek de ruh biliminin temel bir sorunudur. Ama en büyük özgürlüğümüzün ve en büyük bağımlılığımızın kendisini gösterdiği durumlar gözlemlenecek olursa etkinliğimizin, ne kadar soyutsa o kadar özgür olduğunu ve bunun tersine; başkasına ne kadar bağlıysa o kadar az özgür olduğunu görmemek, imkânsızdır.
Bizi benzerlerimize bağlayan en güçlü, en yıkılmaz, en ağır ve en sürekli bağ; kudret ve iktidar denilen şeydir ve kudret, gerçek anlamında ele alındığında başkasına olan en büyük bağımlılığımızın dile gelişinden başka bir şey değildir.
Çalışmam boyunca haklı ya da haksız olarak bu hakikate iyice inandım. Ve bundan ötürü 1805, 1807 ve özellikle bu alın yazısı yasasının kendisini çok belirgin bir şekilde gösterdiği 1812 olaylarını canlandırırken[5 - 1812 olayları üzerine yazmış olan herkesin, bu olaylarda çok özel ve alın yazısına benzer bir şey gördüklerini belirtmek gerekir. (y.n.)] bu olayları yönettiklerine inanan ama bunlarda bütün öteki katılanlardan daha az bir özgür insani etkinlikte bulunan kimselerin yaptıklarına ve davranışlarına önem vermedim.
Onların etkinliklerine, benim inancıma göre tarihi yöneten alın yazısı yasasının ve özgür hareketler yaptıktan sonra insanı, bu hareketlerin özgür olduğuna ikna etme amacı güden bir yığın akıl yürütme tasarlamaya götüren ruh bilimsel yasanın örnekleri olmaları bakımından ilgi duydum.
KONT LEV TOLSTOY
BİRİNCİ BÖLÜM
I
“Eh bien, mon Prince Gènes et Lucques ne sont plus que des apanages, des kasaba de la famille Buonaparte. Non, je vous préviens que si vous ne me dites pas que nous avons la guerre, si vous vous permettez encore de pallier toutes les infamies, toutes les atrocités de cet Antéchrist -ma parole, j’y crois- je ne vous connais plus, vous n’êtes plus mon ami, vous n’êtes plus benim sadık hizmetkârım, comme vous dites. Pekâlâ pekâlâ, hoş geldiniz. Je vois que je vous fais peur, oturun ve anlatın bakalım.”[6 - “Eveeet, Prensim, Cenova ve Lucques, Buonaparte ailesinin birer hasından, birer yurtluğundan başka bir şey değiller artık. Yooo, sizi hemen uyarayım ki bana savaşa gireceğimizi söylemediniz ve bu deccalin -inanın, ne söylediğimi biliyorum ve inanarak söylüyorum- bütün alçaklıklarını, bütün iğrenç canavarlıklarını örtbas etmekte diretecek olduğunuz takdirde sizi defterden silerim; benim dostum, kendi deyişinizle, sadık hizmetkârım olmazsınız artık. Pekâlâ pekâlâ, hoş geldiniz. Sizi korkuttum herhâlde, oturun ve anlatın bakalım.”]
İmparatoriçe Mariya Feodorovna’nın en tanınmış nedimelerinden ve sırdaşlarından Anna Pavlovna Şerer; 1805 Temmuz’unda tertiplediği gece toplantısına ilk gelen davetli olan, en nüfuzlu devlet memurlarından Prens Vasili’yi işte bu sözlerle karşılamaktaydı. Birkaç gündür öksürüyordu Anna Pavlovna; demesine göre, grip olmuştu (O zamanlar pek ender kullanılan, yeni bir sözcüktü grip.) ve o sabah, kırmızı giysili bir uşakla herkese yolladığı pusulalarda şu ifade yer almaktaydı:
Si vous n’avez rien de mieux à faire, monsieur le Comte (ya da mon Prince) et si la perspective de passer la soirée chez une pauvre malade ne vous effraie pas trop, je serais charmée de vous voix chez moi entre sept et dix heures. Annette Scherer.[7 - Sayın Kont hazretleri (ya da Prensim), yapacak daha iyi bir şeyiniz yoksa ve geceyi zavallı bir hasta kadının evinde geçirmek ihtimali sizi pek fazla korkutmuyorsa saat yedi ile on arasında aramızda bulunmanız beni mutlu kılacaktır. Annette Şerer.]
Böyle karşılanmaktan hiç mi hiç etkilenmeksizin cevap verdi prens:
“Dieu, quelle virulente sortie!”[8 - “Aman Tanrı’m, bu ne şiddet!”]
Bir dizi büyük nişanla süslü saray üniforması vardı üzerinde, üniformayı çorap ve iskarpinler tamamlıyordu, ablak yüzünde duru bir ifade dalgalanıyordu.
Atalarımızın sadece konuşmak için değil, bazen de düşünmek için kullandıkları Fransızcayı özenli ve biraz da özentili bir tarzda konuşuyordu. Saçlarını yüksek sosyetede ve sarayda ağartmış ileri gelen insanlara özgü, koruyucu ve yumuşak perdelerle örülüydü sesi. Kokulu ve parıl parıl parlayan kel kafasını gözler önüne seren bir hareketle eğilip nedimenin elini öptükten sonra, bir divana rahatça yerleşti.
“Avant tout, ditesmoi comment vous allez, chère amie.”[9 - “Her şeyden önce sağlığınız nasıl onu söyleyin bana, sevgili dostum.”]
Yine aynı şekilde söylemişti bunları. Tonunda, nezaket ve sevginin altından yükselip belirginlik kazanan bir kayıtsızlık ve hatta alaycılık vardı.
“Ne olur, içimi rahatlatın…” diye devam etti.
“Manen acı çeken bir insan nasıl iyi olabilir? Böyle bir zamanda duygulu olup da rahat olabilen kimse kaldı mı?” diye cevap verdi Anna Pavlovna. “Bütün gece kalacaksınız umarım?”
“İngiliz Büyükelçisi’nin toplantısını unuttunuz galiba. Günlerden çarşamba bugün. Orada bulunmam gerek. Kızım gelip alacak beni…”
“O toplantı ertelendi sanıyordum. Je vous avoue que toutes ces fêtes et tous ces feux d’artifices commencent à devenir insipides.”[10 - “İtiraf edeyim ki bütün bu toplantı ve eğlenceler gittikçe tatsızlaşmaya başladı.”]
“Bu arzunuzdan haberli olsalar toplantıyı ertelerlerdi şüphesiz.” diye karşılık verdi Prens. Kurulu saat gibi, kendisi de inanmaksızın laf olsun diye söylemişti bunları.
“Ne me tourmentez pas. Eh bien, qu’aton décidé par rapport à la dépèche de Novosiltzoff? Vous savez tout.”[11 - “Üzmeyin beni, ne olur. Ne diyecektim? Eveeeet! Novosiltzof’un telgrafı konusunda nasıl bir karar alındı kuzum? Siz her şeyi bilirsiniz.”]
Prens, canının sıkıldığını belli ederek soğuk bir şekilde cevap verdi:
“Ne desem ki? Qu’aton décidé? On a décidé que Buonaparte a brûlé ses vaisseaux, et je crois que nous sommes en train de brûler les nôtres.”[12 - “Nasıl bir karar?.. Bonapart’ın bütün gemilerini yakmış olduğu kararına varıldı ve öyle sanıyorum ki biz de şu anda kendi gemilerimizi yakmaktayız.”]
Ta ne vakittir ezbere bildiği bir rolü okuyan bir oyuncu gibi uyuşuk ve ilgisiz bir sesle konuşuyordu hep Prens Vasili. Buna karşılık Anna Pavlovna Şerer’se kırkına merdiven dayamış olmasına rağmen canlı mı canlı ve coşku doluydu.
Coşkunluk, bir çeşit toplumsal işlevi hâline gelmişti onun; öyle ki katiyen coşkunluk gerektirmeyen durumlarda bile, sırf kendisini tanıyanların beklentisini boşa çıkarmamak için kendisini coşkunluk gösterisine girişmek zorunda hissederdi. Yüzünde sürekli dalgalanan ihtiyatlı gülümseyiş ise -solgun görünüşüne her ne kadar uymasa da- tıpkı şımarık çocuklar gibi bu sevimli kusurunun daima bilincinde olduğunu ortaya koymaktaydı. Gelgelelim bu kusurunu düzeltmek niyetinde de değildi, ayrıca bunu zorunlu görmüyordu; kaldı ki düzeltmek istese de düzeltemezdi zaten.
Siyaset hakkındaki tartışma ilerledikçe Anna Pavlovna iyiden iyiye aşka gelip coşuyordu.:
“Hayır! Avusturya’dan söz açmayın bana lütfen! Belki de ben bu işlerden hiçbir şey anlamıyorum ama bildiğim bir şey varsa o da Avusturya’nın savaşı hiçbir zaman istememiş olduğu ve şu anda da istemediğidir. Bize düpedüz ihanet ediyor Avusturya ve Avrupa’yı Rusya kurtaracaktır, Rusya kurtarmalıdır. Tek başına! Velinimetimiz, kutsal görevini gayet iyi biliyor ve bu görevi eksiksiz şekilde yerine getirecektir. İşte benim yürekten inandığım biricik şey, bu! Bizim gönlü yüce, eşsiz İmparatorumuza şimdi dünyanın en soylu rolünü oynamak düşüyor ve Efendimiz öylesine erdemli, öylesine hak hukuk bilen bir insandır ki Tanrı onu yalnız bırakmayacak ve işini kolaylaştıracaktır. Hiç şüpheniz olmasın; Efendimiz, bugün bu alçak katilin kişiliğinde bir kat daha korkunçlaşan devrim ejderhasını ezecektir! Doğruyu kurtaracak olan sadece bizleriz, bunu iyi belleyin. Kime güvenebiliriz, sorarım size?.. İngiltere, o bezirgân zihniyetiyle İmparator Aleksandr’ın ruh asaletini anlamayacaktır ve anlayamaz da. Bakın, Malta’yı boşaltmayı reddetti! Bekleyip görmek istiyor, hep bir art niyet arıyor hareketlerimizde. Ne cevap verdiler Novosiltzof’a? Koca bir hiç! Kendi adına en ufak bir şey bile istemeyen, istediği bütün her şeyi dünyanın iyiliği için isteyen İmparator’umuzun feragatini anlamadılar, anlayamazlar da. Peki ya ne vadettiler? Yine kocaman bir hiç! Vadeder gibi göründüklerini de yerine getirmeyecekler, sözlerini tutmayacaklardır. Prusya’ya gelince; daha dün ilan etti Napolyon’un yenilmezliğini, Avrupa’nın Bonapart karşısında aciz kaldığını söyleyip çıktı işin içinden. Hardenberg’le Haugwitz, bunun tersini söyleyebilirler; dediklerinin bir tek kelimesine dahi inanmıyorum. Cette fameuse neutralité prussienne, ce n’est qu’un piège.[13 - “Bir tuzaktan başka bir şey değil Prusyalıların o ünlü tarafsızlığı.”] Sadece Tanrı’ya inanırım ben, bir de Aziz İmparator’umuzun talihinin yaver gideceğine inanırım. Odur Avrupa’yı kurtaracak olan!..”
Birden durmuş ve kendi coşkunluğuna alaylı alaylı gülümsemişti. Prens de gülümsüyordu konuşurken:
“Öyle sanıyorum ki bizim sevgili Vintsengerode’nin yerine Prusya’ya sizi göndermiş olsalardı, daha ilk hamlede kraldan eveti koparırdınız. Kırk yıllık hatip gibi konuşuyorsunuz. Bana bir fincan çay ikram edeceksiniz herhâlde?”
“Derhâl.”
Durulmuştu artık. Sakin bir sesle ekledi:
“A propos, son derece ilginç iki konuğum var bu akşam: Biri, le Vicomte de Mortemart, il est allié aux Montmorency par les Rohans, Fransa’nın en büyük ailelerinden biri. En aklı başında mültecilerden biridir kendisi, gerçek bir mültecidir. Öbürü de l’abbé Morio.[14 - “Sırası gelmişken (söyleyeyim), son derece ilginç iki konuğum var bu akşam: Biri, Mortemart Vikontu, Fransa’nın en büyük ailelerinden biri (olan) Rohanlar tarafından Montmorencylerle akrabadır. (…) Öbürü de Rahip Morio.”] Çok derin düşünceli bir adamdır, tanıyorsunuzdur umarım? İmparator tarafından da huzura kabul edildi. Bilmiyor muydunuz yoksa?”
“Yaa!” dedi Prens. “Tanışmaktan mutluluk duyacağım.”
Sonra da ziyaretinin asıl nedeni olan konuya girmeden önce, söyleyeceği şeyi hemen o anda hatırlamış gibi özellikle rahat bir tavra bürünüp sordu:
“Söyler misiniz kuzum, Baron Funke’nin Viyana’ya birinci kâtip olarak atanmasının l’impératrice mère[15 - Ana İmparatoriçe.] tarafından arzu edildiği doğru mu? C’est un pauvre sire, ce baron, à ce qu’il paraît.”[16 - “Söylendiğine göre zavallının biriymiş o baron.”]
Prens Vasili, İmparatoriçe Feodorovna aracılığıyla baronun atanmasına çalışılan mevkiye kendi oğlunu yerleştirmenin yollarını arıyordu.
Anna Pavlovna gözlerini yummuş gibiydi. Ne kendisinin ne de bir başkasının İmparatoriçe’nin arzularını yargılamaya güç yetiremeyeceğini anlatmak istiyordu böylece.
Üzgün ve cansız bir sesle “Monsieur le Baron de Funke a été recommandé à l’impératrice par sa soeur…”[17 - “Sayın Funke Baronu, İmparatoriçe’ye kız kardeş; tarafından tavsiye edilmiş bulunuyor…”] demekle yetindi.
İmparatoriçe sözcüğünü telaffuz ederken Anna Pavlovna’nın yüzü, birdenbire derin ve içten bir bağlılık ve saygı ifadesine bürünmüştü. Büyük koruyucusundan her söz edişinde yüzünde beliren, hüzünle karışık bir ifadeydi bu. Majestelerinin, Baron Funke’ye beaucoup d’estime[18 - Yakın ilgi.] gösterme tenezzülünde bulunduklarını da ekledi. Yeniden hüzünle perdelenmişti bakışları.
Prens kayıtsızlıkla sustu. Anna Pavlovna, zeki ve saray hayatına alışkın kadınlara özgü yerinde davranabilme becerisiyle Prens’i, hem İmparatoriçe’ye tavsiye edilmiş bir kimse hakkında bu tarzda konuşmaya cüret edebildiğinden dolayı iğnelemek hem de isteğini yerine getiremediğinden dolayı teselli etmek istemişti.
“Mais à propos de votre famille, biliyor musunuz ki kızınız, ortaya çıkmaya başlayalı beri, fait les délices de tout le monde? On la trouve belle comme le jour.”[19 - “Gelelim sizinkilere, biliyor musunuz ki kızınız ortaya çıkmaya başlayalı beri, bütün yüksek sosyetenin hayranlığını kazanmış durumda? Gün ışığı kadar güzel buluyorlar onu.”] dedi.
Bir saygı ve minnet gösterisi olarak eğildi Prens.
Anna Pavlovna, bir an sustuktan sonra siyasi konuların artık sona erdiğini ve şimdi yakın dostlar arası bir sohbetin başlamak üzere olduğunu belirtmek istercesine tatlı bir gülümseyişle Prens’e yaklaşıp devam etti:
“Sık sık… Evet, sık sık aklıma takılan bir şey var. O da şansın, hayatta bazen pek adaletsizce dağıtılmış olduğu.”
Hemen ardından da kaşlarını kaldırıp tartışma kabul etmez bir tonla ekledi:
“Neden acaba kader size o kadar cici, güzel, ince, o kadar büyüleyici iki çocuk vermiş? (Küçük oğlunuz Anatol’u saymıyorum, çünkü sevmem onu!)? Ve siz onlara yeteri kadar kıymet vermekten çok uzaksınız, dolayısıyla da hak etmiyorsunuz o çocukları.”
Ve yine coşkun bir gülümseyiş dalgalandı yüzünde.
Prens “Que voulezvous? Lavater aurait dit que je n’ai pas la bosse de la paternité.”[20 - “N’eylersiniz? Lavater (bu durumu) bilse bende babalık yeteneği olmadığını söylerdi.”] diye cevap verdi.
“Şaka bir yana, sizinle ciddi olarak konuşmak istiyordum. Küçük oğlunuzdan hiç de hoşnut olmadığımı biliyorsunuz sanırım. Laf aramızda, Majeste İmparatoriçe’nin meclisinde ondan söz açıldı geçenlerde ve herkes size acıdı.”
Prens cevap vermedi ilkin ama Anna Pavlovna, ona anlamlı bir şekilde bakarak karşılık beklemekteydi. Yüzünü buruşturdu Prens Vasili ve en sonunda konuştu:
“Elimden ne gelir ki? Onların eğitimi için bir babanın yapabileceği ne varsa fazlasıyla yapmış olduğumu siz gayet iyi bilirsiniz. Ama her ikisi de birer imbécile.[21 - Budala.] Hippolyte, hiç değilse kendi hâlinde bir ahmak; oysa Anatol, yaygaracı ve cıvık aynı zamanda. Aralarındaki tek fark da bu zaten.”
Son sözlerini, can sıkkınlığını iyice ortaya koyan zoraki bir tebessümle söylemişti; ağzının çevresinde oluşan kıvrımlar, her zamankinden daha tatsız duygular içinde olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Anna Pavlovna; dalgın bir edayla gözlerini yukarı kaldırarak “Niçin hep sizin gibi insanların çocuğu olur kuzum?” dedi. “Baba olmuş olmasaydınız, size en ufak bir sitemde bulunamaz; hiçbir şekilde sizi kınayamazdım.”
“Je suis votre sadık hizmetkâr et â vous seule je puis l’avouer. Çocuklarım, ce sont les entraves de mon existence. Benim çilem de bu. Durumumu böyle görüyorum işte. Que voulez vous?”[22 - “Sadık hizmetkârınızım ben sizin ve bunları ancak size itiraf edebilirim. Çocuklarım, hayatım boyunca bana köstek oldular. Benim çilem de bu. Durumumu böyle görüyorum işte. N’eylersiniz?”]
Acı kadere boyun eğmekten başka yapacak şeyi olmadığını belirten bir el hareketinden sonra susmuştu.
Bir süre dalıp gitti Anna Pavlovna. Ama çok geçmeden yeniden konuşmaya başladı:
“Savurgan oğlunuzu, Anatol’u evlendirmeyi düşünmediniz mi hiç? Öteden beri denir ki evde kalmış kızlar ont la manie des mariages.[23 - “Evlilik hastasıdırlar.”] Ben o yönden kendimde öyle bir hastalık olduğunu sanmam ama babası tarafından pek hırpalanan bir petite personne[24 - Genç kız.] tanıyorum: Une parente à nous, une Princesse Bolkonski.[25 - “Bizim akrabalarımızdan biri, bir Bolkonski Prensesi.”]”
Cevap vermedi Prens Vasili. Ama yüksek sosyete mensuplarına özgü zihin tazeliği ve hafıza gücüyle verilen bilgileri kafasına yerleştirdiğini bir baş işaretiyle belirtmeyi de ihmal etmemişti. Düşüncelerinin hazin akışını zapt edemeyip konuştu nihayet:
“Bilir misiniz ki o Anatol, bana yılda kırk bin rubleye mal olmaktadır?”
Ve sustu.
Sonra dayanamayıp devam etti yeniden:
“Bu böyle sürüp gittiği takdirde, beş yıl sonra hâlimiz neye varır diye düşünüyorum hep. Voilà l’avantage d’être père![26 - “İşte baba olmanın keyfi!”] Zengin midir sözünü ettiğiniz o prenses?”
“Babası çok zengindir, bir o kadar da cimridir. Kırda, çiftliğinde yaşar. Mutlaka bilirsiniz; müteveffa imparator zamanında hizmetten ayrılmak zorunda kalan ve ‘Prusya Kralı’ diye adlandırılan ünlü Prens Bolkonski bu. Çok zeki bir adamdır ama birtakım tuhaflıkları vardır ve son derece huysuzdur. La pauvre fille est malheureuse comme les pierres![27 - “Zavallı kızın mutsuzluğunu bilemezsiniz!”] Kızın bir de erkek kardeşi var. Kutuzof’un yaverlerinden biri, hani şu geçenlerde Lise Meinen’le evlenen Bolkonski. Bu akşam onun da gelmesi gerekli…”
Prens birdenbire Anna Pavlovna’nın elini ellerinin içine alıp nedenini kendi de bilmeksizin aşağıya doğru çekerek “Ecoutez, chère Annette.” dedi. “Arrangezmoi cette affaire et je suis à tout jamais votre en sadık hizmetkâr.[28 - “Dinleyin, sevgili Annette…” dedi. “Bu işi hallettiğiniz takdirde, ölünceye kadar sizin en sadık hizmetkârınız olurum.”] İyi ve zengin bir aile kızı! Bana gereken de bu zaten.”
Ve kendisine asıl özelliğini veren rahat, zarif, teklifsiz bir jestle nedimenin elini alıp öptü; sonra da kadının sarsılmasına yol açan bir çöküşle koltuğuna gömüldü.
Anna Pavlovna kısa bir süre düşünüp “Attendez.” dedi. “Meseleyi hemen bu akşam Lise’e (la femme du jeune Bolkonski) açabilirim. Öyle sanıyorum ki bu iş kolayca yoluna girecektir. Ce sera dans votre famille que je ferai mon apprentissage de vielle fille.”[29 - “Durun hele.” dedi. “Meseleyi bu akşam Lise’e (genç Bolkonski’nin karısı) açabilirim. Öyle sanıyorum ki bu iş kolayca yoluna girecektir. Kız kurularına özgü çöpçatanlık öğrenimime sizin aileden başlamış oluyorum böylece.”]
II
Yavaş yavaş doluyordu Anna Pavlovna’nın salonu. Bütün Petersburg sosyetesi oradaydı: Yaş ve karakter bakımından alabildiğine çeşitli ama mensup oldukları çevre bakımından hepsi birbirine benzer insanlardan kurulu bir topluluktu bu. Prens Vasili’nin güzel kızı Helen, babasını İngiliz Büyükelçisi’nin toplantısına götürmek için gelmişti; İmparatoriçe’nin özel işaretiyle süslü bir balo giysisi vardı üzerinde. La femme la plus séduisante de Pétersbourg[30 - Petersburg’un en çekici kadını.] diye ün salmış olan genç Bolkonskaya Prensesi de oradaydı. Önceki kış evlenmişti Prenses ve artık belli olmaya başlayan gebeliğinden dolayı büyük toplantılardan uzak durmaya başlamıştı ama böyle teklifsiz gece toplantılarına katılabiliyordu.
Bu arada Prens Vasili’nin oğlu Hippolyte de gelmişti. Yanında Mortemart vardı ve Vikont’u, konuklara o tanıştırdı. Rahip Morio ile daha birçok tanınmış kişi de salondaydılar.
“ ‘Ma tante’yi[31 - Teyzem…] hâlâ görmediniz mi?”
“ ‘Ma tante’yi tanımıyor musunuz yoksa?”
Anna Pavlovna, konuklarını işte bu sözlerle salonun köşesinde yer almış bulunan ufak tefek yaşlı bir hanıma yöneltmekteydi alabildiğine ciddi bir tavırla. Pek süslü püslü giyinmiş olan bu hanım, salon hareketlenmeye başlar başlamaz yandaki odadan çıkıp gelmişti ve ev sahibesi, gözlerini ağır ağır birinden ötekine çevirerek konuğu “ma tante”ye tanıttıktan sonra yanlarından ayrılıyordu.
Bütün davetliler tek tek, aslında hiç kimsenin tanımadığı, ilgilenmediği ve dolayısıyla da ihtiyaç duymadığı bu teyzeye hâl hatır sorup saygılar sunma görevini yerine getirirken Anna Pavlovna da hüzünlü ve resmî bir dikkatle, sahneyi izliyor ve sessizce onaylıyordu. Ma tante, hepsine, hep aynı sözcüklerle onların sağlığından, kendi sağlığından ve Majeste İmparatoriçe’nin -Tanrı’ya şükür- bugün, dünküne oranla daha iyice olan sağlığından söz ediyordu durmadan. Nezaketsizlik olmasın diye acele etmeksizin ilerleyip yaşlı hanıma saygı sunanların hepsi de zorlu bir ödevi yerine getirmiş olmanın verdiği iç rahatlığıyla oradan ayrılmakta ve bütün gece boyunca bir daha ma tante ile ilgilenmeyi akıllarından geçirmemekteydiler.
Genç Prenses Bolkonskaya, altın işlemeli bir kadife çanta içinde el işini de getirmişti. Belli belirsiz ayva tüyleriyle gölgelenmiş güzelim üst dudağı, dişlerine göre pek küçük kalmakta ama sırf bundan dolayı da alt dudağın üstüne doğru inip kıvrılarak aralanmakta ve genç kadına apayrı bir sevimlilik kazandırmaktaydı. Gerçekten de bu kusur; dudağın çok kısa oluşu ve böylece ağzın aralık kalışı ona özel bir çekicilik, yalnız onda görebileceğiniz bir güzellik veriyordu. Gebeliğine kolayca katlanan bu cici, güzel, sağlıklı ve hayat dolu anne adayıyla bir arada bulunmak, herkes için başlı başına bir sevinç kaynağıydı. Nitekim sıkıntılı ve somurtkan ihtiyarlarla delikanlılar, Küçük Prenses’in yanında kısa bir süre kalır kalmaz kendilerini onun gibi tasasız hisseder; onunla konuşup da yüzünden hiç eksik olmayan içten gülümseyişinin ve bembeyaz dişlerinin parıltısını görenler, o günü uğurlu sayar; kendilerinin de o gün, özellikle sevimli olduklarına inanırlardı. Ve bu, herkesin kapıldığı bir genel izlenimdi.
Elinde çantası, hızlı adımlarla salınarak masayı dolanan Küçük Prenses; giysisini neşeyle düzelttikten sonra, gümüş semaverin yanındaki divana oturdu. Yaptığı ve yapabileceği ne varsa gerek kendisi gerekse çevresindekiler için bir seyirdi sanki.
Çantasını açarken “J’ai apporté mon ouvrage.”[32 - “El işimi de getirdim.”] dedi ortalığa.
Sonra da ev sahibine dönerek devam etti: “Dikkat edin Annette, ne me jouez pas un mauvais tour. Vous m’avez écrit que c’était une toute petite soi’rée, voyez comme je suis attifée.”[33 - “Dikkat edin, Annette, muziplik yapmayın bana ne olur. Teklifsiz bir akşam toplantısı, diye yazmışsınız bana. Bakın, buna güvenerek nasıl alelacele giyinip koştum.”]
Bunu söylerken kollarını açarak dantelalarla süslü ve göğüs kısmının hemen altında geniş bir kurdeleyle tutturulmuş şık, gri giysisini göstermişti.
“Soyez tranquille, Lise vous serez toujours la plus jolie.”[34 - “Hiç endişelenmeyin Lise, en güzel sizsiniz ve daima siz kalacaksınız.”] diye cevap verdi Anna Pavlovna.
Genç Prenses, “Vous savez, mon mari m’abandonne, il va se faùe tuer.”[35 - “Biliyor musunuz, kocam terk ediyor beni, gidip kendisini öldürtecek.”] dedi.
Sonra da yanındaki generale döndü ve aynı tonla sordu:
“Ditesmoi, pourquoi cette vilaine guerre?”[36 - “Söyler misiniz bana lütfen, bu iğrenç savaş da nereden çıktı?”]
Ve cevabı beklemeden Prens’in kızı güzel Helen’e döndü. Anna Pavlovna’ya doğru eğilen Prens Vasili, alçak sesle “Quelle délicieuse personne que cette Petite Princesse.”[37 - “Ne tatlı, ne cici bu Küçük Prenses böyle.”] demekten alamayacaktı kendisini.
Şirin Prenses’in hemen ardından iri yarı ve toplu bir genç adam girmişti salona. Saçlarını kısa kestirmişti, gözlük kullanıyordu. Üzerinde o devrin modasına uygun açık renk bir pantolon, koyu renk bir ceket ve kabarık bir göğüs danteli vardı. Katerina döneminin büyük senyörlerinden biri olan ve şu anda Moskova’da ölüm döşeğinde yatan Kont Bezuhof’un gayrimeşru oğluydu. Meslek seçmemişti daha kendisine, yurt dışında büyüyüp yetişmişti, henüz dönmüştü Rusya’ya ve “insan içine” de ilk kez çıkıyordu.
Anna Pavlovna, onu, salonunda bulunanlar arasında meratip silsilesinin[38 - Meratip silsilesi: Hiyerarşi. (e.n.)] en alt basamağında yer alan bir kimse gibi selamlamıştı. Ama bu düşük kaliteli karşılamaya rağmen Piyer’in girdiğini görür görmez Anna Pavlovna’nın yüzünü ancak gereğinden fazla iri ve yersiz bir şey görülünce duyulan bir endişe ve korku ifadesi kaplamıştı. Aslında Piyer her ne kadar salondaki öbür erkeklerden biraz daha uzun boylu ve iri yapılı idiyse de Anna Pavlovna bundan değil; olsa olsa delikanlının çekingen ama zeki, gözlemci ve yapmacıksız bakışlarından ürkmüş olabilirdi sadece. Yani Piyer’i salondakilerden farklı ve belirgin kılan yanından…
“C’est bien aimable â vous monsieur Piyer, d’etre venu voir une pauvre malade.”[39 - “Zavallı bir hasta kadını ziyarete gelmekle çok kibar bir davranış sergilediniz, Bay Piyer.”]
Anna Pavlovna, bunları söylerken teyzesine kaçamak ve tedirgin gözlerle bakmış; sonra da delikanlıyı “ma tante”ye tanıtmak üzere harekete geçmişti. Piyer bir şeyler mırıldandı. Gözleriyle birini arıyordu. Küçük Prenses’i görünce sevincini belli ederek gülümsedi. Onu eski bir dostuymuş gibi selamladı. Sonra “ma tante”nin yanına gitti. Anna Pavlovna hemen anlamıştı ki korkusu boşuna değildi. Zira Piyer, Majestelerinin sağlığı hakkında söylenenleri sonuna kadar dinlemeksizin “ma tante”nin yanından ayrılmıştı. Onu yarı yolda durdurup sordu Anna Pavlovna:
“Rahip Morio’yu tanır mısınız? Çok ilginç bir insandır.”
“Evet.” diye cevapladı delikanlı. “Ebedî barışın kurulmasını amaçlayan bir tasarısı varmış. Çok ilginç bir tasarı ama gerçekleştirilmesi ne yazık ki imkânsız.”
Anna Pavlovna, sırf terbiyesi gereği, bir şeyler söylemiş olmak ve bir an önce ev sahibeliği ödevlerinin başına dönebilmek için, “Öyle mi?” dedi.
Ve bu, Piyer’in ters bir görgü hatasına düşmesine yol açacaktı: Gerçekten de biraz önce karşısında konuşan kadının yanından sözü bitmeden ayrılan genç adam, bu sefer de kendisinin yanından ayrılmak zorunda bulunan bir başka kadını lafa tutarak yolundan alıkoyuyordu. Nitekim Piyer, başını ileri uzatıp uzun bacaklarını iyice açarak Rahip’in tasarısının niçin bir ham hayalden ibaret olduğunu ispata girişmişti.
Gülümsedi Anna Pavlovna.
“Birazdan bu konuya yeniden döneriz.” dedi.
Görgüsüz delikanlıdan böylece kurtulup ev sahibesi, görevlerine döndü yeniden. Sohbetin canlılığını yitirir gibi olduğu yerlere yardıma koşmaya hazır, tepeden tırnağa dikkat kesilmiş bir hâlde dört bir yanı gözlüyor; bütün konuşmalara kulak kabartıyordu. Anna Pavlovna’nın, salonunda böyle oradan oraya gidip geldiğini görenler; kendilerini bir dokuma atölyesinin patronu karşısında sanırlardı. O da tıpkı; işçilerini yerlerine oturttuktan sonra kulağı kirişte, dört bir yanı kolaçan eden ve tezgâhlardan birinin teklediğini görünce ya da alışılmadık bir gıcırtı işitince hemen fırlayıp makinaya gerekli hızı yeniden kazandıran ustabaşı gibi susan ya da çok yüksek sesle konuşan bir topluluğa yaklaşıp uygun bir söz ederek ya da yeni bir topluluk oluşturarak konuşma tezgâhlarının yolu yordamınca işlemesini sağlıyordu yeniden. Ama bunca uğraşın arasında bile Piyer konusunda duyduğu kaygının ağır bastığı görülmekteydi. Nitekim genç adamın önce Mortemart’ın çevresinde oluşan topluluğa, sonra da Rahip Morio’yu dinleyenlere yöneldiğini gözleyince bakışlarındaki kaygı daha da belirginleşti.
Anna Pavlovna tarafından tertiplenen bu gece toplantısı; yurt dışında yetişip öğrenim görmüş olan Piyer’in, Rusya’ya döndüğünden bu yana katıldığı ilk toplantıydı.
Petersburg’daki en önde gelen, en seçkin ve en kültürlü kişilerin bu gece burada bulunduğunu biliyordu Piyer ve gözleri, bir oyuncak dükkânının ortasında duraklamış bir çocuğun gözleri gibi oradan oraya dolaşıyordu insanların üzerinde…
Gerçekten de delikanlı, hiçbir ilginç konuşmayı kaçırmamak istiyor; bu da onu enikonu telaşlandırıyordu. Çevresinde toplanmış olan kişilerin seçkin, kibar tavırlarını ve kendilerine duydukları güvenle dolu davranışlarını gördükçe heyecanlanmakta ve her an zekice söylenmiş bir şeyler işitmeyi beklemekteydi. Morio’nun bulunduğu topluluğa doğru ilerledi sonunda. Buradaki konuşma ona ilginç gelmişti. Durdu ve bütün gençler gibi o da kendi görüşünü açıklayabilmek için fırsat kollamaya koyuldu.
III
Anna Pavlovna’nın suaresi artık iyice hararetlenmiş, kıvamını bulmuştu. Düzenli ve kesintisiz işleyen tezgâhların mırıltısı yükseliyordu her yandan; “ma tante”nin yanında duran oldukça yaşlı, derin çizgilerle dolu zayıf bir yüze sahip ve bu parlak topluluk içinde biraz yabancı ve silik kalan bir hanım hariç tutulursa bütün davetliler üç gruba ayrılmıştı şimdi: Daha çok erkeklerden oluşan birinci grubun merkezinde Rahip Morio vardı. İkinci grupta, genç erkeklerin yanı sıra Prens Vasili’nin kızı güzel Prenses Helen’le pespembe şirin ve yaşına göre bir hayli toplu gösteren küçük Bolkonski Prensesi seçilmekteydi. Üçüncü gruptaysa Mortemart ve Anna Pavlovna göze çarpıyordu.
İnce hatları ve zarif hareketleriyle hoş bir genç adamdı Vikont, görüldüğü kadarıyla kendisini büyük bir şöhret sanmaktaydı ve terbiyesi gereği alçak gönüllü davranarak katıldığı toplantıyı varlığıyla süslemekteydi. Anna Pavlovna, hiç şüphesiz, onu güzel bir yemek olarak sunuyordu konuklarına; pis bir mutfakta görülse katiyen el sürülmeyecek bir et parçasını, tadına doyulmaz bir yemek olarak sofraya getiren işinin ehli bir metrdotel gibiydi; Anna Pavlovna, Vikont’la Rahip’i üstün bir incelikle tepsiye yerleştirmişti.
Mortemart’ın bulunduğu grupta, Enghien Dükü’nün öldürülmesinden açılmıştı konu ve Vikont; aslında Dük’ün kendi ruh asaletinin kurbanı olduğunu, Bonapart’ın tamamıyla özel nedenlerden dolayı düke kin beslediğini ileri sürmüştü. Vikont’un bu sözünden à la Louis XV[40 - XV. Louis’ninkine benzer.] bir gönül macerası kokusu alan Anna Pavlovna, sevinç içinde atılmıştı hemen:
“Ah! Voyons. Conteznous cela, vicomte.”[41 - “Ah, ne olur, anlatın bize bunu Vikont!”]
Sonra da dayanamayıp tekrarlamıştı:
“Conteznous cela.”[42 - “Anlatın bize bunu.”]
Nazik bir gülümseyişle, isteğini yerine getirmeye hazır olduğunu belirtir gibi hafifçe eğildi Vikont. Anna Pavlovna, Fransız asilzadesinin çevresinde hemen bir çember oluşturup herkesi hikâyeyi dinlemeye çağırdı. Bir yandan da konuşmaktaydı:
“Le vicomte a été personnellement connu de monseigneur.”[43 - “Aziz İmparator’umuz tarafından huzura da kabul edildi Vikont.”] dedi birisine.
Bir başkasına dönüp açıkladı:
“Le vicomte est un parfait conteur.”[44 - “Kusursuz bir hikâye anlatışı vardır Vikont’un.”]
En son olarak da bir üçüncüsüne şunları fısıldadı:
“Comme on voit l’homme de la bonne compagnie.”[45 - “Göreceksiniz, ne kadar hoşsohbet bir insan.”]
Böylece Vikont, en elverişli bir biçimde sunulmuş oluyordu topluluğa; ısıtılmış ve maydanozla süslenmiş bir tabakta sunulan bir rozbif gibi…
Hikâyeye başlamaya hazır bulunduğunu belirten zarif bir gülümseyiş dalgalandı yüzünde Vikont’un. Tam o sırada Anna Pavlovna, biraz ötedeki grubun ortasında oturan güzel Prenses’e seslendi:
“Buraya gelsenize, chère[46 - Sevgili.] Helen.”
Prenses gülümsüyordu. Kusursuz güzellere özgü o her zamanki gülümseyişle doğruldu yerinden, salona girerken de yüzünde bu gülümseyiş dalgalanıyordu. Pelüş ve tüylerle süslü beyaz balo giysisinden yükselen hafif hışırtının eşliğinde ve süt beyazı omuzlarının olanca göz kamaştırıcılığı, saçlarının ve elmas takılarının eşsiz parıldayışı içinde kendisine yol açan erkeklerin ortasından geçti ve dimdik, hiç kimseye bakmaksızın ama herkese gülümseyerek ve yine herkese silüetinin, günün modasına uygun olarak cömertçe açık bıraktığı dolgun omuzlarının, gerdanının ve sırtının güzelliğini doya doya seyredip hayran olma hakkını tanıyarak Anna Pavlovna’ya doğru ilerledi. Tek başına, bütün bir balonun görkemli parlaklığını ardından sürükleyip getiriyordu âdeta.
Gerçekten de öyle güzeldi ki Helen, bir nebze dahi işveli olmak şöyle dursun; tam tersine, tartışma kabul etmez güzelliğinden ve bu güzelliğin sınırsız etkileme gücünden rahatsızlık duyuyor izlenimini uyandırıyordu karşısındakilerde. Dahası, Helen bu etkileme gücünü sanki azaltmaya çalışmaktaydı.
“Quelle belle personne!”[47 - “Ne güzel kadın bu, ey Tanrı’m!”]
Onu gören herkesin söylediği buydu işte. Nitekim Vikont da Helen karşısına oturup onu da aynı değişmez gülümseyişle aydınlattığında omuzlarını kaldırıp gözlerini önüne eğmiş; sonra da gülümseyerek eğilmiş ve “Madame, je crains pour mes moyens devant un pareil auditoire.”[48 - “Hanımefendi, böyle bir dinleyici karşısında, korkarım ki yeteneklerim yetersiz kalır.”] demişti.
Cevap vermeyi gereksiz bulmuş olmalıydı Prenses. Çıplak ve dolgun kolunu bir geridona dayayıp gülümseyerek bekledi. Hikâye anlatılıp bitinceye kadar dimdik duracak; zaman zaman, geridona hafifçe dayalı güzel koluna ve üzerinde bir elmas ırmağının ışıldadığı daha da güzel göğsüne bakacaktı. Arada bir de giysisinin kıvrımlarına çekidüzen vermiş, hikâyenin özellikle ilginçleştiği anlarda da Anna Pavlovna’ya dönerek nedimenin yüzünde beliren ifadeyi olduğu gibi kopya etmiş, sonra o parlak gülümseyişi içinde donuklaşmıştı yeniden…
Helen’in ardından Küçük Prenses de kalkmıştı ayağa.
“Attendezmoi, je vais prendre mon ouvrage.”[49 - “Beni bekleyin lütfen, işliğimi alıp geliyorum.”] dedi.
Ve Prens Hippolyte’e dönüp ekledi:
“Voyons, à quoi pensezvous donc? Apportezmoi mon réticule.”[50 - “Ne düşünüyorsunuz kuzum öyle? İşliğimi getirin bana.”]
Bu arada bütün herkese gülümseyerek çabucak yer değiştirmiş, oturduktan sonra da giysisini düzeltmişti neşeyle.
“Şimdi rahatım.” dedi. “Artık başlayabilirsiniz.” Ve örgüsüne başladı.
Genç kadının işliğini getiren Prens Hippolyte de onu izlemiş ve bir koltuk çekerek Prenses’in yanına oturmuştu.
Le charmant Hippolyte;[51 - Sevimli Hippolyte.] kız kardeşine olağanüstü bir şekilde benzeyişiyle ve işin garibi, bütün bu benzeyişe rağmen olağanüstü bir şekilde çirkin oluşuyla göze çarpıyordu. Aynı yüz hatlarına sahipti ikisi de. Gelgelelim Helen’de her şeye, genç, canlı, yaşama sevincini yansıtan gülümseyişi ve Antik Çağ insanlarınınkini andıran vücudunun ender güzelliğiyle ışıldarken; Hippolyte’de tam tersine, aynı yüz budalalıkla gölgelenmekte ve kendini beğenmişlikten kaynaklanan mızmız bir mizacı yansıtmaktaydı hep. Ayrıca vücudu güçsüz ve cılızdı. Yüzde ne varsa -gözler, burun, ağız, hepsi- bulanık ve sıkıcı bir somurtkanlığın bir ifadesi gibi kasılmakta; kollarla bacaklarsa doğallıktan yana hiç mi hiç nasibi olmayan şekillere bürünmekteydi daima.
“Ce n’est pas une histoire de revenants?”[52 - “Umarım, bu bir hayalet hikâyesi değildir?”]
Bunu sorarken cebinden aceleyle çıkardığı kelebek gözlüğünü, bu şey olmadan konuşamazmış gibi gözlerine yerleştirmişti.
Afallamıştı Vikont ama kendisini hemen toplayıp omuz silkerek cevap verdi:
“Hayır, aziz dostum, hayır.”
Prens Hippolyte; sözlerinin ne anlama geldiğini kavramadan önce konuşmuş olduğunu ispatlayan bir tonla “C’est que je déteste les histoires de revenants…”[53 - “Hayalet hikâyelerinden nefret ederim de…”] diye sürdürdü konuşmasını.
Öylesine küstahça bir kendine güvenle konuşmuştu ki söylediklerinin çok zekice mi yoksa çok ahmakça mı bir şey olduğunu hiç kimse anlayamadı. Koyu yeşil bir elbise giymişti. Bacaklarını, kendi deyişiyle cuisse de nymphe effrayée[54 - Ürkek bir orman perisinin bacağı.] rengi bir kısa pantolonla çoraplar örtüyordu. Ayaklarında iskarpinler vardı.
Vikont, gerçekten çok hoş bir tarzda anlattı hikâyeyi: Buna göre Enghien Dükü, eski göz ağrısı Bayan George’u görmek üzere gizlice Paris’e gelmiş ve ünlü tiyatro yıldızının konağında Bonapart’la karşılaşmıştı; besbelliydi ki Napolyon da o sıralarda dilber yıldızın lütfuna mazhar olan talihli erkekler arasındaydı. Ne var ki karşılaşma sırasında bir talihsizlik olmuş ve Bonapart’ın korktuğu başına gelmişti; zaman zaman olduğu gibi bayılacağı tutmuştu. Kaderi Dük’ün ellerindeydi ama Dük, fırsattan yararlanmayı şerefsizlik saymıştı ve Bonapart, dükün bu cömertliğini çok geçmeden onu öldürterek ödüllendirme yoluna gidecekti.
Hikâye, özellikle, iki rakibin birdenbire karşılaşıp birbirlerini tanıdıkları anda iyice gerginleşip büsbütün ilginç bir akışla devam etmişti. Nitekim burada, hanımlar iyice heyecanlandılar.
“Charmant.”[55 - “Enfes.”] dedi Anna Pavlovna.
Ve soran bakışlarını Küçük Prenses’e çevirdi.
“Charmant.” diye mırıldandı Küçük Prenses de. Aynı zamanda, hikâyenin ilgi çekiciliğinin örgüye devam etmesini engellediğini belirtmek istercesine iğneyi el işine saplayıp durmuştu.
Vikont, bu sessiz saygı gösterisini minnet dolu bir gülümseyişle değerlendirdikten sonra devam etti anlatmaya.
Bu arada Anna Pavlovna, kendisini endişeye sevk eden delikanlıyı gözlemekten geri durmuyordu. Nitekim çok geçmeden Piyer’in, Rahip’in karşısına dikilip yüksek sesle ve heyecanla bir şeyler söylemeye koyulduğunu görerek tehlike altındaki bölgeye yardıma koştu.
Gerçekten de Piyer, Rahip’le siyasi denge konusunda sıkı bir tartışmaya girişmiş bulunuyordu ve genç adamın çocuksu coşkunluğu karşısında ilgisiz kalamayan Rahip Morio, en gözde tasarısını açıklamaktaydı şimdi. Her ikisi de konuya iyice kaptırmışlardı kendilerini. Gittikçe kızışıyor, kızıştıkça el kol hareketlerini de seferber ediyorlardı. Anna Pavlovna’nın hoşuna gitmeyen de bu oldu işte.
Rahip şöyle diyordu:
“Tek çare, Avrupa’da bir denge tesis edilmesi ve droit des gens’dır.[56 - Devletler hukuku.] Rusya gibi kudretli bir devletin, barbar olarak değerlendirilmesine aldırış etmeksizin ve hiç çıkar gözetmeksizin Avrupa dengesinin kurulmasını amaçlayan bir ittifakın başına geçmesi, bütün dünyayı kurtarmaya yeter de artar bile!”
“Güzel ama bu dengeyi nasıl sağlayacaksınız?”
Konuşmasını sürdüremedi Piyer; Anna Pavlovna’nın, yanında mantar gibi bittiğini görmüştü birdenbire. Nedime; delikanlıya sert bir bakış atarak İtalyan’a, Rusya’nın iklimine katlanmakta güçlük çekip çekmediğini sordu. Rahip’in yüzü bir anda değişti ve alabildiğine tatlı ama bir o kadar da ikiyüzlü bir ifadeye büründü. Kadınlarla konuşurken daima bu tavrı takındığı belli oluyordu sesinden:
“Kabul edilmek mutluluğuna erdiğim topluluğun, özellikle kadınların, zekâsı ve kültür düzeyi beni öylesine hayran bıraktı ki iklimi düşünecek vakit bulamadım henüz.”
Rahip’i ve Piyer’i başıboş bırakmamaya kararlıydı Anna Pavlovna. Nitekim her ikisini de daha kolay göz hapsinde tutmak için, genel gruba yöneltti.
Yeni bir kişi daha girmişti tam o sırada salona. Bu kimse, Küçük Prenses’in kocası genç Prens Andrey Bolkonski’ydi.
Orta boylu, net ve sert çizgili, çok yakışıklı bir delikanlıydı Prens Bolkonski. Bıkkın, sıkıntılı bakışlarından ağır ve ölçülü yürüyüşüne kadar ona kişilik özelliklerini veren her ne varsa hepsi; karısındaki canlılık ve atılganlıkla şiddetli bir karşıtlık içindeydi. “Bu salondaki herkes pek iyi, gelebilir miyim?”
“Hayır, gelemezsin.” dedi Prens Andrey gülerek.
Bunu söylerken Piyer’in izin almadan da ona gelebileceğini belirtmek için hafifçe elini sıktı. Bir şey daha söylemek istedi ama tam o sırada Prens Vasili ile kızı, gitmek üzere ayağa kalktılar. Erkekler de onlara yol vermek için kalkmıştı. Prens Vasili; kalkmasını önlemek için Fransız’ı dostça kolundan tutarak “Beni bağışlayın, değerli Vikont.” dedi. “Büyükelçi’nin bu vakitsiz gece toplantısı, beni büyük bir zevkten yoksun bıraktığı gibi sizin de sözünüzü yarıda kesiyor.”
Sonra da Anna Pavlovna’ya döndü.
“Bu tadına doyum olmaz toplantıdan ayrılmak zorunda kaldığım için gerçekten üzgünüm.” dedi.
Bu arada kızı Prenses Helen, giysisinin kıvrımlarını parmak uçlarıyla tutarak sandalyeler arasından kapıya doğru ilerlemeye başlamıştı. Güzel yüzünden eksik olmayan gülümseyiş, daha da ışıldıyordu şimdi. Piyer; genç kız önünden geçerken korkuyla karışık bir hayranlıkla, büyülenmiş gibi baktı ona.
Prens Andrey, “Çok güzel.” dedi.
“Evet, çok güzel.” dedi Piyer de.
Prens Vasili onların önlerinden geçerken delikanlıyı kolundan tutmuş ve Anna Pavlovna’ya dönerek “Benim hatırım için eğitin bu ayıyı.” demişti. “Bende kalmaya başlayalı neredeyse bir ay olacak, insan içine çıktığını ilk defa görüyorum. Oysa bir genç adamın iyi yetişmesi için zeki ve kültürlü hanımların eğitiminden geçmesi gereklidir.”
IV
Anna Pavlovna gülümsemiş ve Piyer’le ilgileneceğine dair söz vermişti: Delikanlının, Prens Vasili ile baba tarafından akraba olduğunu biliyordu.
“Ma tante”nin yanında duran yaşlı hanım da aceleyle kapıya doğru ilerlemişti; bu arada ve holde, Prens Vasili’ye yetişmişti. Göstermelik güler yüzlülüğü uçup gitmişti sanki çizgilerinden. Gözyaşlarıyla yoğurulmuş çehresinde şimdi sadece kaygı ve panik vardı. Hızla yaklaştı Prens’e ve sordu:
“Borisim hakkında bana söyleyebileceğiniz bir şey yok mu Prens?”
Boris derken o sesini özellikle vurgulamaktaydı. Bir açıklamada bulunmayı gerekli görerek şöyle devam etti:
“Petersburg’da uzun süre kalamayacağım. Söyleyin, zavallı yavruma iyi bir haber götürecek miyim?”
Prens Vasili, onu istemeye istemeye ve sabırsızlık gösterecek kadar terbiye kurallarına aykırı bir şekilde dinlediği ve bunu da açıkça belli ettiği hâlde kadın, ona içtenlikle tatlı tatlı gülümsemekteydi. Hatta gitmesini engellemek için Prens’in kolunu tutarak sürdürdü konuşmasını:
“İmparator’a bir kelimecik söylemek, sizin için işten bile değildir ve oğlumun Muhafız Alayı’nda görevlendirilmesi bir saniyelik bir emre bakar.”
“İnanın ki elimden gelen bütün her şeyi yapacağım, Prenses.” diye cevap verdi Prens Vasili. “Ama İmparator’dan ricada bulunmak benim için zor. Size bu iş için daha çok Rumyantsef’e başvurmanızı tavsiye ederim. Prens Golitsin’i aracı koyun. İnanın, daha etkili olur.”
Yaşlı hanım, bir prensesti ve Rusya’nın en büyük ailelerinden biri olan Drubestkoyların adını taşıyordu. Ama çok fakirdi, bir hayli zaman olmuştu sosyete toplantılarına gitmeyi bırakalı; dolayısıyla da eski tanıdıklarının çoğuyla ilişkisini kesmişti. Biricik oğlunun İmparatorluk Muhafız Alayı’nda görevlendirilmesini sağlamak için gelmişti Petersburg’a. Kendisini, Anna Pavlovna’nın toplantısına Prens Vasili’yi görebilmek için çağırtmış; Vikont’un hikâyesini de sırf bunun için dinlemişti. İşte bundan dolayı da Prens Vasili’nin sözleri, dehşete düşürmüştü onu. Eski güzelliğinin izlerini yer yer hâlâ taşıyan yüzünde bir öfke dalgası belirir gibi oldu birden ama bu, bir an bile sürmeyecekti.
Nitekim yeniden gülümsedi hemen Prenses Drubetskaya ve Prens Vasili’nin koluna daha güçlü bir şekilde asılarak konuştu:
“Dinleyin, Prens. Bugüne kadar, sizden hiçbir şey istemedim; bundan böyle başka hiçbir şey de istemeyeceğim. Babamın sizin için beslediği dostluk duygularını da hatırlatmadım size hiç. Ama şimdi Tanrı adına yalvarıyorum! Oğlum için yapın bunu. Sizi ömrümün sonuna kadar velinimetim olarak kabul edeceğim. Yoo yoo, hayır, kızmayın ne olur! Sadece söz verin bana ve bilin ki daha önce Golitsin’den ricada bulundum ama reddetti. Soyez le bon enfant que vous avez ete.”[57 - “Geçmişteki o iyi yürekli çocuk olun.”]
Büyük bir aceleyle söylemişti bu son sözleri ve şimdi gülümsemeye çalışmaktaydı. Oysa gözleri yaşlarla doluydu.
“Baba, geç kalıyoruz.”
Kapının yanında beklemekte olan Prenses Helen, Eski Çağ büstlerini andıran omuzlarının üzerindeki güzel başını babasına doğru çevirerek söylemişti bunu.
Yaşadığımız dünyada nüfuz, bitip tükenmesini önlemek için idareli kullanılması gereken bir sermayedir. Bunu gayet iyi bilen ve bütün ricacılarına yardıma koştuğu takdirde kendisi için hiçbir şey isteyemeyeceğini gayet iyi öğrenmiş olan Prens Vasili de pek ender durumlarda kullanırdı nüfuzunu. Ama Prenses Drubetskaya’nın son sözleri; onda, pişmanlığa benzer bir duygu uyandırmıştı. Hakikati dile getirmişti Prenses… Vasili, mesleğindeki ilk adımlarını Prens Drubetskoy’a borçluydu.
Ayrıca bir başka önemli husus daha vardı Prens Vasili’yi kaygılandıran: Davranışlarından anladığı kadarıyla Prenses Drubetskaya, kafalarına koydukları şeyi elde etmeden sizin yakanızı bırakmayan, sizi canınızdan bezdirinceye dek peşinizde dolaşan ve hatta gerekli gördüğü vakit hiç çekinmeden rezalet çıkaran kadınlardan daha doğrusu analardan biriydi. İşte bu son ihtimal, için için ürpertti Prens Vasili’yi.
Her zamanki teklifsiz ve sıkıntılı sesiyle konuştu:
“Chère[58 - Sevgili] Anna Mihailovna, arzu ettiğiniz şeyi yapmak hemen hemen imkânsız bir şey benim için. Ama size nasıl candan bir sevgi beslediğimi ve babanızın anısına nasıl derinden bir saygıyla bağlı olduğumu ispat etmek için bu imkânsız şeyi yapacağım. Oğlunuz İmparatorluk Muhafız Alayı’na atanacaktır, size söz veriyorum. Oldu mu? Memnun musunuz şimdi artık?”
“Sevgili Prens dedim ya, siz benim velinimetimsiniz! Biliyordum ve bekliyordum bunu. Ne kadar iyi yürekli olduğunuzu biliyordum!..”
Gitmek üzere davrandı Prens. Ama Prenses bırakmadı:
“Biraz bekleyin lütfen, bir çift sözüm daha var: Une fois passé aux gardes…”[59 - “Muhafız Alayı’na geçtikten sonra da…”]
Durmuştu. Ama hemen yendi kararsızlığını ve devam etti:
“Mihail İvanoviç Kutuzof’u herhâlde çok iyi tanırsınız, Boris’i yaver olarak tavsiye edin ona lütfen. İçim ancak bu şekilde rahat olur benim…”
Prens Vasili gülümsemişti.
“İşte buna söz veremem, Prenses. Kutuzof’un başkumandanlığa atandığından beri nasıl bir kuşatma altında olduğunu bilemezsiniz. Çocuklarını yaver alması için bütün Moskovalı hanımların hücumuna uğradığını söylüyordu bana, daha dün kendisi.”
“Olsun, siz yine de tavsiye edin lütfen! Kıramaz sizi… Söz verin bana. Velinimetim değil misiniz!”
Güzel Helen’in sesi yükseldi yeniden:
“Geç kalıyoruz, baba.”
“Tamam, gidiyoruz.”
Anna Mihailovna’ya döndü Prens.
“Au revoir.”[60 - “Görüşmek üzere.”] dedi. “Hoşça kalın.”
“Yarın İmparator’la konuşacaksınız, değil mi?”
“Kesinlikle konuşacağım. Ama Kutuzof için söz vermiyorum.”
“Ne olur, söz verin! Lütfen, Basile.”[61 - Vasili.]
İşveli genç kızlara özgü bir gülümseyişle söylemişti bunu Anna Mihailovna. Ancak bir vakitler onun en doğal eylemlerinden biri olması gereken bu gülümseyiş, eğreti duruyordu şimdi solgun yüzünde. Yaşını unutmuş gibiydi ve sırf alışkanlıkla, artık çoktan geçmişte kalmış kadınlık cazibesini seferber ediyordu. Ama Prens çıkar çıkmaz yüzü biraz önceki soğuk ve sıkıntılı ifadeye büründü yeniden. Salona geçip Vikont’un konuşmasını sürdürdüğü gruba yaklaştı, dinler gibi görünerek toplantının bitmesini beklemeye koyuldu. İşini halletmişti.
Anna Pavlovna konuşuyordu:
“Şu son sacre de Milan[62 - “Milano’daki taç giyme…”] komedisi hakkında ne düşünüyorsunuz peki? Et la nouvelle comédie des peuples de Gènes et de Lucques qui viennent présenter leurs voeux à M. Buonaparte. M. Buonaparte assis sur un trône et exauçant les voeux des nations! Adorable! Non, mais c’est à en devenir folle! On dirait que le monde entier a perdu la tête.”[63 - “Peki ya Cenova ve Lucques halklarının gelip Bay Bonapart’a iyi dileklerini sunma ve biat etme komedisine ne buyurulur? Tahtına kurularak ulusların iyi dileklerini kabul eden Bay Bonapart! Harika, değil mi! Yoo yooo, inanın çıldırası geliyor insanın! Sanırsınız ki bütün dünya aklını oynatmış.”]
Prens Andrey, Anna Pavlovna’nın gözlerinin içine bakarak gülümsedi ve Napolyon’un taç giyerken söylediği sözleri tekrarladı:
“Dieu me la donne, gare à qui la touche!”[64 - “Bu tacı bana Tanrı verdi, ona el sürenin vay hâline!”]
Hemen ardından ekledi:
“On dit qu’il a été très beau en prononçant ces paroles.”[65 - “Dendiğine göre, bu görkemli sözleri söylerken çok yakışıklıymış.”]
Ve yine Napolyon’un sözlerini, bu kez İtalyanca olarak tekrar etti:
“Dio mi la dona, guai a chi la tocca.”
Anna Pavlovna, şöyle sürdürdü konuşmasını:
“J’espère enfin que ça a été la goutte d’eau qui fera déborder le verre. Les souverains ne peuvent plus supporter cet homme qui menace tout.”[66 - “Umarım bu, bardağı taşıran damla yerine geçer. Her şeye meydan okuyan bu adama daha fazla tahammül edemez hükümdarlar.”]
Kibar ama bir dizi kötü tecrübe sonucunda artık gözü açılmış insanların acı sesiyle konuştu Vikont:
“Les souverains? Je ne parle pas de la Russie. Les Souverains, madame! Qu’ontils fait pour Lous XVII, pour la reine, pour Madame Elisabeth?”[67 - “Hükümdarlar mı? Rusya’dan söz etmiyorum. Hükümdarlar dediniz, öyle değil mi efendim? XVI. Louis için, kraliçe için, Madam Elisabeth için; söyler misiniz, ne yaptı hükümdarlar?”]
Heyecanlandı ve kendi sorusuna kendisi cevap vererek devam etti:
“Hiç. Et croyezmoi, ils subissent la punition pour leur trahison de la cause des Bourbons. Les souverains? İls envoient des ambassadeurs complimenter l’usurpateur.”[68 - “Hiç. Ve inanın bana, bugün bu hükümdarlar, Bourbonların davasına ihanet etmelerinin cezasını çekiyorlar. Hükümdarlar, öyle mi? Taht hırsızına büyükelçileriyle övgü yağdırıyor şimdi o hükümdarlar!”]
Küçümsediğini belirten bir iç çekişle duruşunu değiştirdi.
Bu sözler üzerine kelebek gözlüğüyle Vikont’u uzun uzun incelemiş olan Hippolyte, birdenbire Küçük Prenses’e dönüp bir iğne istedi ve Condelerin armasını çizdi masanın üstüne; sonra da sanki Prenses sormuş da cevaplıyormuşçasına açıklamaya girişti:
“Bâton de gueules engrelé de gueules d’azur maison Condé.”[69 - “Üzerinde gök mavisi ağızlar olan ince çubuk: Conde Hanedanı.”]
Prenses gülümseyerek onu dinleyedursun, Vikont konuşmasına bıraktığı yerden devam ediyordu:
“Bonapart bir yıl daha Fransa tahtında oturduğu takdirde, işler artık düzeltilmez bir şekilde altüst olacaktır. Yerine göre entrika, şiddet, sürgün ya da idam yoluyla koca Fransız toplumu -yani Fransız yüksek sosyetesi, demek istiyorum- tamamıyla boğulup yok edilecektir. O zaman da…”
Bütün herkesten daha iyi bildiği bir konuda, ötekileri dinlemeksizin sadece kendi düşüncelerinin akışını izleyen biri gibi söylemişti bunları. Sonra da omuz silkerek susmuş ve kollarını çaresizlik içinde iki yana açmıştı.
Piyer davranır gibi oldu, konuşma ilginç bir hâl almıştı genç adamın gözünde. Ama onu gözetlemekte olan Anna Pavlovna, buna fırsat vermeyecekti. Nitekim ev sahibesi, İmparator ailesinden her söz edişinde olduğu gibi hüzünle başladı konuşmaya:
“İmparator Aleksandr, Fransızların kendi hükûmet şekillerini bizzat seçip tespit etme haklarına saygı göstereceğini açıkladı.”
Ardından hemen sonuca vardı:
“Bu durumda hiç kimsenin şüphesi olmasın ki taht hırsızının elinden kurtulan Fransız ulusu, hep beraber meşru Hükümdar’ının kollarına atılacaktır.”
Anna Pavlovna’nın, bunları biraz da kralcı mültecinin gönlünü almak için söylediği gözden kaçmıyordu.
Prens Andrey girdi söze:
“Orası pek belli değil. Monsieur le vicomte,[70 - “Sayın Vikont.”] işlerin artık düzeltilmez bir şekilde altüst olabileceğini söylerken tamamıyla haklıydı. Öyle sanıyorum ki eskiye dönüş zor olacaktır.”
Piyer, yüzü kıpkırmızı bir hâlde nihayet konuşabildi:
“Benim işittiğime göre hemen hemen bütün asiller sınıfı, Bonapart’la ittifak kurmuş durumda.”
Piyer’e bakmaksızın cevap verdi Vikont:
“Bonapartçıların iddiası o. Bugün Fransa’da kamuoyunun ne düşündüğünü bilmek, son derece güç.”
Prens Andrey gülümsedi:
“Bonaparte l’a dit.”[71 - “Bonapart’ın sözleri var.”] dedi.
Kısa bir sessizlikten sonra Napolyon’un sözlerini aktardı:
“Je leur ai montré le chemin de la gloire, ils n’en ont pas voulu: je leur ai ouvert mes antichambers, ils se sont précipités en foule… Je ne sais pas à quel point il a eu le droit de le dire.”[72 - “Şan ve şeref yolunu gösterdim onlara, sırtlarını döndüler bekleme odalarımı açtım, hemen doluştular… Bilmem, bunu söylemekte ne derece haklıydı.”]
Prens’in, Vikont’tan hoşlanmamış olduğu ve Fransız’a bakmamakla birlikte, sözleriyle onu hedef aldığı hemen belli oluyordu. Nitekim Vikont, soğuk bir sesle karşılık verecekti:
“Aucun.[73 - “Hiçbir hakkı yoktu.”] Dük’ün öldürülüşünden sonra, en hararetli yandaşları bile ona bir kahraman gözüyle bakmıyor artık.”
Anna Pavlovna’ya dönerek sürdürdü sözlerini:
“Si même ça a été un héros pour certaines gens, depuis l’assassinat du duc, il y a un martyr de plus dans le ciel, un héros de moins sur la terre.”[74 - “Bazı kimseler için bir kahraman olmuş olduğunu kabul etsek bile, Dük’ün öldürülüşünden beri gökyüzünde bir şehit arttı, yeryüzünde ise bir kahraman eksildi.”]
Anna Pavlovna ve konukları, Vikont’un sözlerini bir gülümseyişle onaylamaya ancak vakit bulabilmişlerdi ki Piyer yeniden konuştu ve bu sefer ev sahibesi, delikanlının yine birtakım münasebetsiz şeyler söyleyeceğini sezdiği hâlde engel olmaya fırsat bulamadı.
Şöyle diyordu Piyer:
“Enghien Dükü’nün öldürülüşü, devlet yararının zorunlu kıldığı bir işti. Ve ben, Napolyon’un bu işin sorumluluğunu tek başına üstlenmekten çekinmeyişinde bir ruh asaleti görüyorum.”
Dehşete kapılmıştı Anna Pavlovna. Mırıldanarak “Dieu! Mon Dieu!”[75 - “Tanrı’m! Ulu Tanrı’m!”] diyebildi ancak.
Küçük Prenses, el işini kendisine doğru çekerken gülümseyerek sordu:
“Comment, monsieur Piyer, vous trouvez que l’assassinat est grandeur d’âme?”[76 - “Nasıl Bay Piyer, adam öldürtmeyi bir ruh asaleti olarak mı kabul ediyorsunuz?”]
Çevreden itirazlar yükseliyordu:
“Yoo, hayır!”
“Olmaz, katiyen!”
“İnanılacak gibi değil.”
Prens Hippolyte; avucunun içiyle dizine vurarak “Capital!”[77 - “İlginç!”] dedi İngilizce.
Vikont omuz silkmekle yetinmişti.
Piyer, gözlüklerinin üstünden büyük bir ciddiyetle baktı çevresindekilere; sonra da kendi kuyusunu kazarcasına devam etti:
“Böyle konuşuyorum çünkü devrimden[78 - Fransız Devrimi. (e.n.)] kaçtı Bourbonlar, halkı anarşinin kucağına atarak kaçtılar. Sadece Napolyon anlayabildi devrimi ve yendi onu. Nitekim işte bundan dolayıdır ki kamu yararı söz konusu olunca bir tek bireyi kurban etmekten kaçınamazdı.”
“Öbür masaya geçmek istemez miydiniz?” diye araya girmek istedi Anna Pavlovna.
Ama Piyer ona cevap vermeksizin konuşmaya devam etti, gittikçe daha da heyecanlanıyordu:
“Evet evet! Napolyon’un bütün büyüklüğü devrimin üzerine yükselebilmesinden; devrimin kötü yanlarını bastırıp yurttaş eşitliği, söz ve basın özgürlüğü gibi iyi yanlarını koruyabilmesinden ileri geliyor. İktidarı ele geçirmesini ve elde tutmasını da buna borçludur.”
“Evet, iktidarı ele geçirdiğinde bundan adam öldürtmek için yararlanmak yerine onu; meşru krala devretme yoluna gitseydi, o vakit ben de inanırdım onun büyüklüğüne.”
“Yapamazdı. Ülke; ona iktidarı, kendisini Bourbonlardan kurtarması için ve onu bu işi başarabilecek büyük bir adam olarak gördüğü için teslim etmişti. Büyük bir şeydi devrim.”
Cüretli bir meydan okuyuşu dile getiren bu son cümle, Piyer’in hem gençliğini hem de bütün düşüncesini bir hamlede söyleme arzusunu ortaya koyuyordu. Anna Pavlovna girdi söze yeniden:
“Devrim ve Hükümdar’ı öldürmek büyük şeyler midir sizce yani?.. Artık ne desem acaba, bilemiyorum… Evet, dostlarım, öbür masaya geçmek istemez miydiniz?”
“Ce Contrat social…”[79 - Hep şu Toplum Sözleşmesi…] dedi Vikont.
“Hükümdar katlinden söz etmiyorum ki ben. Fikirlerden söz ediyorum.”
Alaycı bir ses yükseldi yine:
“Yağma fikri, evet! Cinayet fikri, Hükümdar katli fikri!”
“Bunlar işin aşırı yanlarıydı şüphesiz, nitekim bunları kınamaktayız da. Ama işin özü orada değildi; insan haklarındaydı, ön yargılardan kurtulma ve yurttaşlar arası eşitlikteydi işin aslı. Ve Napolyon, işte bütün bu fikirleri tüm gücüyle ayakta tuttu.”
Bu delikanlıya ahmakça şeyler söylemekte olduğunu ciddi şekilde göstermeye nihayet karar vermiş bulunan Vikont, küçümseyen bir tonla başladı konuşmaya:
“Özgürlük ve eşitlik… Ta ne zamandan beridir ağızda sakız hâline getirilmiş büyük laflar bunlar! Özgürlükle eşitliği kim sevmez ki? Kurtarıcımız Hazreti İsa da özgürlük ve eşitlik için ölmemiş miydi? Devrimden bu yana daha mı mutlu oldu insanlar? Tam tersine! Özgürlüğü bizdik isteyen, ortadan kaldıransa Bonapart’tır.”
Prens Andrey; bazen Piyer’e, bazen Vikont’a, bazen de ev sahibesine bakıyordu gülümseyerek. Başlangıçta Anna Pavlovna, yüksek sosyetedeki ilişkiler konusundaki hünerlerine rağmen Piyer’in çıkışı karşısında dehşete kapılmıştı ama delikanlının sözleri ne kadar ağır olursa olsun Vikont’un öfkelenmediğini görüp tartışmayı engellemenin artık mümkün olmadığına iyice inandığında aşka geldi ve Vikont ile beraber Piyer’e hücuma geçti:
“Mais mon cher monsieur Piyer,[80 - “Ama Sayın Bay Piyer…”] büyük bir adamın Dük’ü, hadi dükü de bir yana bırakalım, basit sıradan bir insanı, suçsuz olduğu hâlde ve yargılamaksızın idam ettirebilmesini nasıl açıklamaktasınız?”
Vikont bindirdi hemen ardından:
“Bense monsieur’nün[81 - Beyefendi.] 18 Brumaire Hükûmet Darbesi’ni nasıl gördüğünü merak ediyorum? Tam bir kandırmaca değil miydi o iş? C’est un escamotage qui ne ressemble nullement â la maniere d’agir d’un grand homme.”[82 - “Bir büyük adamın davranışına hiç mi hiç benzemeyen bir el çabukluğuyla hırsızlık gösterisidir bu.”]
Küçük Prenses de geri kalmadı:
“Ya Afrika’da kılıçtan geçirttiği mahpuslar? Korkunç bir şey doğrusu!”
Sözlerini bir de korku jestiyle tamamlamıştı.
Prens Hippolyte’ye sonuca varmak düştü:
“C’est un roturier, vous aurez beau dire…”[83 - “Ne de olsa ayaktakımından gelme bir adam işte…”]
Bay Piyer, hangisine cevap vereceğini kestiremiyordu. Teker teker baktı hepsine ve gülümsedi. Ötekilerin belli belirsiz gülümsemesine benzemiyordu delikanlının gülümseyişi. Gülümsediği vakit, yüzündeki o ciddi ve hatta biraz da somurtkan ifade hemen ortadan yok olmakta ve yerini çocuksu, iyilik dolu, neredeyse bönce ve âdeta özür dileyen başka bir ifadeye bırakmaktaydı.
Vikont, ilk defa gördüğü bu aşırı devrimcinin aslında hiç de sözleri kadar korkulacak bir kimse olmadığını fark etmişti o an. Ve salona bir sessizlik çöktü. Prens Andrey bozdu sessizliği:
“Aynı anda hepinize birden nasıl cevap versin istiyorsunuz? Kaldı ki bir devlet adamının davranışları söz konusu olduğunda öyle sanıyorum ki basit bir insan olarak yaptığı işlerle, başkumandan ve imparator sıfatıyla yaptığı işleri birbirinden ayırt etmek gerekir. Yoksa yanılıyor muyum?”
Hiç ummadığı bir anda imdadına gelen bu destek, yeniden canlandırmıştı Piyer’i.
“Elbette, elbette!..” diye atıldı.
Prens Andrey devam etti:
“Şurasını kabul etmeliyiz: Napolyon, Arcole Köprüsü’nde savaşırken ve Yafa Hastanesinde vebalılara elini uzatırken insan olarak büyüktür ama başka birtakım işleri de vardır ki bunları haklı görmek ve göstermek bir hayli güçtür.”
Öyle anlaşılıyordu ki Piyer’in çıkışının uyandırdığı tepkiyi yumuşatmak istemişti Prens Andrey. Nitekim sözlerini bitirir bitirmez gitmek üzere kalktı ve karısına işaret etti.
Birdenbire ayağa fırlamıştı Prens Hippolyte ve bir el işaretiyle bütün herkese oturmalarını bildirerek konuşmaya başlamıştı:
“Ah! Aujourd’hui on m’a raconté une anecdote moscovite, charmante: il faut que je vous en régale. Vous m’excusez, vicomte, il faut que je raconte en russe. Autrement on ne sentira pas le sel de l’histoire.”[84 - “Az kaldı unutuyordum! Bugün bana, Moskova’da geçmiş bir olay anlattılar ki bir harika! Size mutlaka anlatmalıyım, bu ziyafetten yoksun kalmanızı istemem. Beni bağışlayın Vikont, Rusça anlatmam gerekiyor hikâyeyi. Yoksa tadı kalmaz.”]
Prens Hippolyte, Rusya’da bir yıl kalmış Fransızlarınkini andıran bir Rusçayla anlatmaya koyuldu. Hikâyesinin dikkatle dinlenmesini öyle bir ısrar ve şevkle istemişti ki şimdi bütün gözler, merakla dolu olarak ona çevrilmiş bulunuyordu. Şöyle başladı Prens:
“Une dame varmış â Moscou.[85 - “Bir hanım varmış Moskova’da.”] Ve çok cimriymiş bu hanım. Gezinti arabasının arkasında ayakta durup kendisine eşlik etmek üzere iki valet dc pied’ye[86 - Üniformalı refakatçi uşak.] ihtiyacı varmış ve de bu uşakların çok uzun boylu olmalarını istermiş, zevk bu ya! İşte bu hanımın, boyu istediğinden de uzun une femme de chambre’si[87 - Bir oda hizmetçisi.] varmış. Demiş ki hanım…”
Buraya gelince biraz düşündü Prens Hippolyte. Düşüncelerini toparlamakta zorluk çektiği görülmekteydi.
Şöyle devam etti:
“Demiş ki… Evet, demiş ki: ‘Kızım…’ demiş â la femme de chambre’ye. ‘Git hemen özel uşak elbiselerini giyin ve arabanın arkasına geç, benimle birlikte faire des visites’e[88 - “Ziyarette bulunmaya…”] geleceksin.’ demiş.”
Prens Hippolyte, dinleyicilerini bekleyememiş ve hikâyenin burasında basmıştı kahkahayı. Bu acelecilik, anlatıcının pek de lehine olmamakla birlikte, en başta yaşlı hanımla Anna Pavlovna olmak üzere bir dizi konuk gülümsemeden edememişti.
“Ve işte böylece yola koyulmuşlar.” diye sürdürdü konuşmasını Prens Hippolyte. “Ama birdenbire hava bozmuş ve müthiş bir rüzgâr çıkmış. Çok geçmeden oda hizmetçisinin başındaki uşak şapkasını uçurmuş bu rüzgâr ve genç kızın uzun saçlarını dağıtıp ortaya sermiş…”
Prens Hippolyte burada da kendisini tutamadı ve kesik kahkahalar savurarak tamamladı hikâyesini:
“Herkes kepazeliği işte böylece görmüş oldu.”
Prens’in bu olayı niçin anlattığını ve niçin ille de Rusça anlattığını hiç kimse anlayamamıştı gerçi ama Anna Pavlovna ile konukları, yine de onun, Bay Piyer’in tatsız çıkışını işi şakaya vurup kapatma konusunda gösterdiği inceliği takdir etmişlerdi.
Moskovalı hanımın hikâyesinden sonra konuşma; geçmiş ve gelecek balolar, gösteriler, ileride ortaya çıkacak yeniden görüşme fırsatları gibi konularla dağılıp gitti.
V
Konuklar, bu charmante soirée’den[89 - Tatlı toplantı.] dolayı Anna Pavlovna’ya teşekkür ettikten sonra dağılmaya başlamışlardı.
Henüz acemiydi Piyer. İri yarı vücudu, ortayı aşan boyu, kocaman kırmızı elleriyle bir salonda yerine göre davranmasını ve hele bir salondan gereği gibi yani, birkaç gönül alıcı söz söyleyerek ayrılmasını beceremiyordu katiyen. Üstelik dalgındı da. Örneğin ayrılırken kendi şapkası yerine üç köşeli ve sorguçlu bir general şapkasını aldı ve general şapkasını geri almak için ricada bulununcaya kadar da şapkanın sorgucunu çekiştirip durdu şaşkın şaşkın. Ama yüzündeki alçak gönüllülük ve saflık ifadesi; salondaki dalgınlığıyla davranışlarındaki ve konuşmalardaki beceriksizliğini âdeta unutturmakta, hiç değilse bağışlatmaktaydı. Nitekim Anna Pavlovna; Hristiyanca bir hoşgörüyle baktı ona ve o münasebetsiz çıkışından dolayı kendisini bağışladığını belirten bir baş işaretiyle “Umarım ki yeniden görüşürüz, Sayın Bay Piyer.” dedi. “Ama bu arada fikirlerinizi değiştirmiş olacağınızı da umuyorum.”
Cevap vermedi Piyer. Gülümsedi ve eğilip selamlamakla yetindi. “Fikir fikirdir; siz onu bırakın da şimdi, benim ne iyi yürekli ve ne babayiğit bir delikanlı olduğuma bir bakın!” demek ister gibiydi ve başta Anna Pavlovna olmak üzere tek tek herkes, bunun böyle olduğunu sezdi.
Prens Andrey hole doğru yürüdü ve uşağın tuttuğu paltosunu giyerken karısının, kendilerini izlemiş olan Prens Hippolyte’le sürdürdüğü konuşmaya kulak kabarttı. Güzel Prenses’in yanı başında duran Prens Hippolyte; kelebek gözlüğünün ardından, gebe kadının yüzüne ısrarla bakmaktaydı.
Küçük prenses, Anna Pavlovna’ya veda ederken “Burada durmayın, Annett.” dedi. “Salona dönün lütfen, yoksa soğuk alacaksınız.”
Sonra da alçak sesle ekledi: “C’est arrete.”[90 - “O iş tamamdır.”]
Anna Pavlovna, Lise’e, Anatol ile Prens Andrey’in kız kardeşini evlendirme tasarısından söz açma fırsatını bulmuştu toplantıda. Salona dönmeden önce o da alçak sesle “Bu hususta size güveniyorum, sevgili dostum.” dedi. “Kendisine yazın, bana da comment le pere envisagera la chose[91 - “Babanın bu teklifi nasıl karşıladığını…”] bildirin lütfen. Au revoir.”[92 - “Yine görüşmek üzere Prenses.”]
Anna Pavlovna içeri döner dönmez Prens Hippolyte Küçük Prenses’e yaklaşmış ve genç kadına iyice sokularak bir şeyler fısıldamaya koyulmuştu.
Biri Prenses’in şalını öbürü de Prens’in redingotunu tutan iki uşak, bu Fransızca konuşmanın sona ermesini beklerken konuşulanları anlıyormuş da bunu belli etmiyormuş havasındaydılar. Prenses, her zamanki gibi gülümseyerek konuşmakta ve yine gülümseyerek dinlemekteydi.
“Büyükelçi’nin toplantısına gitmediğim için nasıl mutluyum bilemezsiniz!” diyordu Prens Hippolyte. “Sıkıntıdan patlar insan orada! Tatlı bir gece geçirdik, öyle değil mi?”
Prenses, ayva tüyüyle süslü üst dudağını yukarı kaldırıp kıvırarak cevap verdi: “Balonun çok görkemli olacağını söylüyorlar. Sosyetenin en güzel kadınları hazır bulunacakmış. Hepsi…”
“Siz bulunmayacağınıza göre, hepsi değil.” dedi Prens Hippolyte neşeyle gülerek. “Hepsi değil katiyen!”
Bir yandan da hoyratça ittiği uşağın ellerinden şalı almış ve Prenses’in giymesine yardımcı olmuştu. Ve şalı genç kadının omuzlarına sardıktan sonra, beceriksizlik sonucu ya da bilerek (Ama bu ikinci şıkkın doğruluğunu hiç kimse iddia edemezdi.) ellerini uzunca bir süre çekmemişti Lise’in sırtından. Âdeta Prenses’e sarılmış gibiydi.
Nazik bir şekilde ve gülümseyerek sıyrılıp çekildi genç kadın, dönüp kocasına baktı. Prens Andrey’in gözleri kapalıydı sanki, bıkkın ve uykusuz görünmekteydi.
Göz kapaklarını aralayarak baktı karısına:
“Hazır mısınız?” diye sordu.
Bu arada Prens Hippolyte, son modaya uygun şekilde topuklarına kadar inen redingotunu aceleyle sırtına geçirmiş ve bacakları birbirine dolanarak Prenses’in ardından hızla merdivenleri inmeye koyulmuştu. Uşağın arabaya binmesine yardım ettiği genç kadına, “Princesse au revoir!”[93 - “Güle güle.”] diye seslendi.
Bacakları gibi dili de dolanmaktaydı.
Prenses, giysisinin eteğini toplayıp arabaya yerleşmişti bile; kocası, kılıcını kontrol etmekteydi; Prens Hippolyte ise Prenses’e yardım etmeye çabalarken herkesi engelliyordu.
“Müsaade eder misiniz efendim?”
Arabaya binmesine engel olan Hippolyte’e; kupkuru, sert bir sesle ve Rusça söylemişti bunu Prens Andrey. Sonra arkadaşına dönüp yumuşak ve tatlı bir sesle eklemişti:
“Bekliyorum Piyer.”
Arabacı, kamçısını hafiften şaklatarak harekete geçirmişti şimdi atları. Kaldırım taşı döşeli yol, arabanın tekerlekleri altında çınlamaktaydı. Merdivenlerin üzerinde dikili kalan Prens Hippolyte, evine bırakmayı üstlenmiş olduğu Vikont’u beklerken kesik kesik gülüyordu.
“Eh bien, mon cher, votre Petite Princesse est très bien.”[94 - “Sizi kutlarım, azizim; Küçük Prenses’iniz bir harika!”]
Arabaya binip Hippolyte’in yanına yerleşir yerleşmez söylemişti bunu Vikont. Sonra da pekiştirmek için tekrarladı: “Mais très bien.”[95 - “Evet bir harika!”]
Ardından parmaklarının ucuyla bir öpücük yollayarak ekledi hemen:
“Et tout à fait française.”[96 - “Ve kusursuz bir Fransız sanki!”]
Hippolyte kahkahayı basmıştı.
“Et savezvous que vous êtes terrible avec votre petit air innocent?”[97 - “Masum delikanlı havası da size pek yaraşıyor doğrusu.”] diye devam etti Fransız asilzadesi. “Je plains le pauvre mari, ce petit officier qui se donne des airs de prince régnant.”[98 - “Kocasına da acımamak elde değil hani! Hele basit bir subaydan başka bir şey olmadığı hâlde, bir hükümdar edasıyla ortada dolanıp durduğunu gördükçe!”]
Bir kahkaha daha koyuverdi Hippolyte. Bir yandan da konuşuyordu:
“Et vous disiez que les dames russes ne valaient pas les dames françaises.”[99 - “Fransız kadınlarının eline su bile dökemeyeceğini söylersiniz bir de Rus kadınlarının.”]
Gururlu bir tonla tamamladı sözlerini: “II faut savoir s’y prendre.”[100 - “Oysa daima ve her yerde at binenin, kılıç kuşananındır.”]
Ötekilerden daha önce gelmiş olan Piyer, evin teklifsiz misafirlerinden biri sıfatıyla Prens Andrey’in çalışma odasına yöneldi ve her zaman yaptığı gibi divanın üzerine uzandı hemen; başucundaki kitap rafına uzanıp rastgele bir kitap aldı (Sezar’ın İtirafları idi bu.) ve yine rastgele bir sayfasını açıp okumaya koyuldu.
Bembeyaz küçük ellerini ovuşturarak girmişti içeri Prens Andrey.
“Neler yaptın kuzum Bayan Şerer’in evinde?” dedi. “Kadını gerçekten hasta edeceksin!”
Yüzü duvara doğru olan Piyer, divanı inildeterek bir hamlede döndü arkadaşına; gülümsedi ve umursamadığını göstermek için elini salladı, sonra da hızlı hızlı konuşmaya başladı:
“O Rahip son derece ilginç bir adam aslında. Gelgelelim, yanlış akıl yürütüyor… Ebedî barış bence de mümkün ama… Nasıl desem… Bilemiyorum… Ama her hâlükârda kesin olan şey, ebedî barışın siyasal denge yoluyla gerçekleşemeyeceğidir…”
Bu türden soyut tartışmaların Prens Andrey’i pek ilgilendirmediği anlaşılıyordu.
“İnsan her düşündüğünü her yerde söyleyemez, mon cher.”[101 - Azizim.] dedi.
Bir dakikalık sessizlikten sonra söylemişti bunu.
Ardından da sordu: “Bir karar verebildin mi nihayet? Muhafız şövalye mi olacaksın, yoksa diplomat mı?”
Piyer, bağdaş kurup oturdu divana.
“İnanır mısınız?” dedi. “Daha hiçbir şey bilmiyorum. Aslında, ikisi de cezbetmiyor beni.”
“Evet ama şu ya da bu şekilde bir karar vermen gerekiyor artık. Baban bunu bekliyor.”
Piyer, henüz on yaşındayken bir rahip olan eğitmeniyle birlikte yurt dışına gönderilmiş ve on yıl orada kalmıştı. Moskova’ya döndüğünde rahibe yol vermişti babası, sonra da delikanlıya şöyle demişti:
“Şimdi Petersburg’a gideceksin, çevrene iyice bakacak ve gördüklerin arasında seçim yapacaksın. Seçeceğin şey, önceden kabulümdür. İşte sana Prens Vasili’ye verilmek üzere bir mektup ve işte sana gönlünce harcamak üzere bol bol para. Arada sırada bana mektup yazarak ne olup bittiğini bildir. Sana daima ve her yerde yardım edeceğimden hiç şüphen olmasın.”
Gelgelelim Piyer, üç aydan beri hâlâ bir meslek seçecekti kendisine. Andrey’in sözünü ettiği karar da işte bununla ilgiliydi.
Alnını ovuşturdu Piyer; aklı, gece toplantısında rastladığı İtalyan Rahip’te kalmıştı:
“Farmason olsa gerek.” diye mırıldandı.
Devam edecekti belki konuşmaya ama Prens Andrey kesti sözünü:
“Bırak şu zırvaları bir yana da ciddi şeylerden söz edelim! Atlı Muhafız Alayı’nı, gidip gördün mü?”
“Görmedim, hayır. Ama bakın aklıma ne geldi, ne zamandır size söylemek istiyordum zaten bunu. Şu anda biz Napolyon’la savaş hâlindeyiz, öyle değil mi? Eğer bu, özgürlük uğruna girilmiş bir savaş olsa anlardım. Ve ilkin ben gider, yazılırdım askere. Ama dünyanın en büyük adamına karşı İngiltere’ye, Avusturya’ya yardım etmek; doğrusu, hiç de iyi bir şey değil!..”
Piyer’in çocuksu sözlerine karşılık olarak omuz silkmekle yetindi Prens Andrey. Ona göre bu türden budalalıklara cevap verebilmek imkânsızdı.
“Herkes kendi inançları için savaş çıkarsaydı, dünyada savaş diye bir şey olmazdı.” dedi.
O safça sözlere bundan başka bir cevap vermek de güçtü hani.
“İşte o vakit, dünyanın tadına doyulmazdı.” dedi Piyer.
Prens Andrey gülümsemişti.
“Doğru, evet. Ama nerede o günler!”
Piyer damdan düşercesine sordu:
“Sahi, siz neden savaşa katılıyorsunuz kuzum?”
“Neden mi? Bilmem. Katılmam gerekiyor herhâlde. Ayrıca…”
Bir an durduktan sonra tamamladı sözünü:
“Katılıyorum çünkü burada sürdüğüm hayat bana göre bir hayat değil!”
Bir kadın giysisinin hışırtısı işitildi yan odadan. Prens Andrey, orada değilmiş de yeni kendine geliyormuş gibi silkindi. Yüzü, yeniden Anna Pavlovna’nın salonunda takındığı ifadeye bürünmüştü. Oturuşunu düzeltip ayaklarını yere indirdi Piyer. Aynı anda da Prenses içeri girdi.
VI
Başka bir elbise giymişti üzerine. Toplantıdaki kadar şık ve zarif bir ev giysisiydi bu. Prens Andrey, kibarca yerinden kalkıp karısının oturması için bir koltuk çekti. Prenses, hızla ve telaşla koltuğa yerleşirken her zamanki gibi Fransızca olarak başladı konuşmaya:
“Niçin diye sorarım sık sık kendi kendime, niçin Annette bir türlü evlenmedi? Onunla evlenmemiş olduğunuzdan dolayı, bilseniz ne kadar budalasınız, baylar! Bağışlayın beni ama tek tek hepiniz kadın konusunda kara cahilsiniz. Tartışmayı bu kadar sevdiğinizi doğrusu hiç bilmezdim, Bay Piyer!”
Piyer en ufak bir sıkıntıya (hani şu, bir delikanlının genç bir kadınla ilişkilerinde pek sık rastlanan sıkıntıya) kapılmaksızın cevap verdi Prenses’e:
“Kocanızla bile durmadan tartışıyorum. Niçin savaşa gitmek istediğini bir türlü anlayamıyorum çünkü.”
Prenses canlandı hemen. Belli ki bu sözlerle onun hassas bir noktasına dokunmuştu:
“Yaa!” dedi. “Ben de aynı şeyi söylüyorum. Erkeklerin neden savaştan bir türlü vazgeçemediklerini anlamıyorum ben, katiyen anlamıyorum! Nasıl oluyor da biz kadınlar hiçbir şey isteyemiyor, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyoruz? Siz söyleyin lütfen, hakemlik edin… Şunu kendisine tekrarlamaktan dilimde tüy bitti: Burada son derece parlak bir konumu var, amcasının yaverliğini yapıyor. Herkes tanıyor onu, herkes ona büyük değer veriyor. Geçen gün Apraksinlerde olacaktınız da bir hanımın söylediklerini işitecektiniz:
‘C’est ça le fameux Prince André?’[102 - “Ünlü Prens Andrey demek bu?”] diyordu heyecanla. Ma parole d’honneur![103 - “Şerefim üzerine yemin ederim ki doğru!”] Gittiği her yerde o kadar çok seviliyor, o kadar iyi karşılanıyor ki… Doğrudan doğruya İmparator’un yaverliğine atanması işten bile değil aslında. Biliyor musunuz ki İmparator ona pek nazik bir şekilde hâl hatır sordu. Biz Annette ile konuştuk bütün bu ihtimalleri ve o göreve getirilmesinin çok kolayca sağlanabileceği sonucuna vardık. Şimdi söyleyin bakalım, sizin fikriniz nedir?”
Prens Andrey’e baktı Piyer ve bu konuşmanın, arkadaşının hoşuna gitmediğini sezerek cevap vermekten kaçındı.
“Ne zaman gidiyorsunuz?”
Piyer sormuştu bunu. Prenses, Anna Pavlovna’nın salonunda Hippolyte’le konuşurken takındığı ama şimdi Piyer’in de olduğu aile ortamına hiç de uygun düşmeyen işveli ve şen şakrak bir havayla konuştu:
“Ah! Ne me parlez pas de ce départ, ne m’en parlez pas. Je ne veux pas en entendre parler…[104 - “Ne olur o yolculuktan söz açmayın bana, lütfen söz açmayın! Sözünün edildiğini dahi işitmek istemiyorum…”] Bütün sevgili ahbaplarımdan uzakta kalacağımı düşünüyorum da… Sonra, gayet iyi biliyorsun ki André…”[105 - Andrey.]
Kocasına anlamlı bir şekilde göz kırparak kesmişti konuşmasını. Ürperir gibi oldu ve sözlerini mırıldanarak tamamladı:
“J’ai peur, j’ai peur!”[106 - “Korkuyorum, korkuyorum!”]
Odada kendisinden ve Piyer’den başka bir varlık daha varmış da yeni fark ediyormuş gibi şaşkın bir hâlde karısına baktı Prens. Sonra da nazik ama soğuk bir sesle sordu:
“Neden korkuyorsun Lise? Bunu bir türlü anlayamıyorum.”
“İşte bütün erkeklere özgü bencillik çıktı yine ortaya! Hepiniz, evet, istisnasız hepiniz bencilsiniz! Sırf kapris olsun diye bırakıp gidiyor beni, tek başıma çiftliğe hapsediyor.”
“Babam ve kız kardeşimle birlikte, unutma.”
Soğuk bir sesle söylemişti bunu Prens Andrey.
“Evet ama ben yine kendi dostlarımdan uzakta, yapayalnız kalacağım.” diye atıldı Prenses. “Ve o, yine korkmamamı bekliyor!”
Hüzünlüydü sesi bu sefer, üst dudağı yukarı doğru kıvrılmış ve yüzündeki neşeli ifade değişmişti; bu hâliyle bir sincabı andırıyordu. Piyer’in önünde gebeliğinden söz etmeyi uygunsuz buluyormuş gibi susmuştu birden. Oysa bütün korkusu, bundan ileri geliyordu.
Gözlerini karısının gözlerinden ayırmaksızın ağır ağır konuştu Prens Andrey:
“De quoi vous avez peur[107 - “Neden korktuğunuzu…”] ben yine de anlamadım.”
Kıpkırmızı kesildi Prenses. Ellerini şiddetli bir hareketle salladı.
“Non, André, je dis que vous avez tellement changé.”[108 - “Hayır, Andrey; tanınmayacak kadar değiştiğinizi söylüyorum ben.”] dedi.
Prens Andrey, gözlerini yine karısının gözlerinden ayırmaksızın “Doktor sana erkenden yatmanı öğütlemişti. Çoktan yatağa girmiş olman gerekiyordu bu saatte.” dedi.
Hiçbir şey söylemedi Prenses. Ama ayva tüyüyle kaplı üst dudağı birdenbire titremeye başlamıştı. Prens, omuz silkerek ayağa kalktı ve birkaç adım yürüdü odanın ortasına doğru.
Şaşkın ve çocuksu bir havaya bürünmüştü Piyer. Gözlüklerinin ardından bir ona bir öbürüne bakıyordu. Bir ara ayağa kalkmaya davrandı ama sonra vazgeçti. Tam o sırada Küçük Prenses, “Bay Piyer’in burada olması bir şeyi değiştirmez.” dedi.
Birden gerginleşmişti güzel yüzü. Ağlamamak için kendisini zor tutarak şöyle devam etti: “Uzun süreden beridir sormak istiyordum sana Andrey, niçin bana karşı bu kadar değiştin? Ne yaptım ki sana ben? Tutturmuş, ille de savaşa gideceğim diyorsun. Bana hiç acımıyorsun, kabul ama niçin?”
“Lise!” demekle yetindi Prens Andrey.
Ama bu sözde hem bir rica hem bir tehdit ve özellikle de genç Prenses’in kendi sözlerinden pişmanlık duyacağı kanaati gizliydi. Ancak Prenses, yine de soluk soluğa devam etti: “Hastaymışım ya da bir çocukmuşum gibi davranıyorsun bana. Her şeyi görüyor ve değerlendiriyorum. Altı ay önce böyle miydin?”
Prens Andrey, daha da katı bir tonla konuştu: “Lise, lütfen kes artık!”
Arkadaşıyla karısı arasındaki bu gergin konuşma sırasında sinirleri iyice bozulan Piyer, ayağa kalkmış ve Prenses’e doğru ilerlemişti. Gözyaşı görmeye katlanamıyor gibi bir hâli vardı, neredeyse ağlayacaktı o da.
“Sakin olun, Prenses.” dedi. “Siz öyle sanıyorsunuz… Sanırım aldanıyorsunuz… Yani eminim… Eminim zira ben de… Şey… Hayır hayır… Hiçbir şey yok… Bağışlayın beni ne olur… Burada bir üçüncü kişi fazla… Lütfen sakin olun… İyi akşamlar…”
Prens Andrey, kolundan yakalamıştı onu.
“Hayır dur, Piyer. Prenses, geceyi seninle birlikte geçirmek zevkinden beni yoksun bırakmayacak kadar iyi bir insandır.”
Gözyaşlarını zapt etmeye gerek duymadan konuştu Prenses: “İşte, sadece kendiSİni düşündüğü meydanda!”
“Lise!”
Artık sabrının tükendiğini belirten yüksek ve buz gibi bir sesle söylemişti bunu Prens Andrey. Ve Prenses’in güzel yüzündeki küskün sincap ifadesi, birdenbire kaybolup yerini ancak acıma uyandırabilecek bir korku ifadesine bırakmıştı. Güzel gözleriyle kaçamak bir bakış attı kocasına. Suçlu olduğunu sezerek kuyruğunu hızla sallamaya başlayan köpeklere özgü bir ürkeklik çökmüştü davranışlarına. Giysisinin kıvrımlarından tutarken “Mon Dieu, mon Dieu!”[109 - “Tanrı’m, ulu Tanrı’m!”] diyebildi ancak.
Ve bir çırpıda Prens’e yaklaşıp onu alnından öptü.
“Bonsoir, Lise.”[110 - “İyi akşamlar, Lise.”] dedi Prens Andrey.
Aynı zamanda ayağa kalkıp Prenses’e doğru ilerlemiş ve büyük bir nezaketle tıpkı yabancı bir kadının elini öper gibi onun elini öpmüştü.
İkisi de susuyordu. Ne biri ne öteki niyetliydi sessizliği bozmaya. Piyer zaman zaman kaçamak bakışlar atıyordu Prens Andrey’e. Prens ise küçük eliyle alnını ovuşturuyordu.
Derin bir iç geçirdikten sonra ayağa kalktı Prens nihayet ve kapıya doğru yürürken “Gidip bir şeyler yiyelim bari.” dedi.
Baştan başa yenilenip görkemli bir şekilde döşenmiş olan yemek salonuna geçtiler. Peçetelerden gümüş sofraya ve billur içki takımlarına kadar her şey, genç evlilerde hep rastlanan gösteriş düşkünlüğünün belirgin damgasını taşıyordu.
Yemeğin ortasına gelmişlerdi ki Prens Andrey; dirseğini masaya, başını da avucuna dayadı ve tıpkı içinde uzun zamandır bir dert taşıyıp da artık dayanamayarak bundan kurtulmaya karar veren kimseler gibi birdenbire konuşmaya başladı:
“Sakın evlenme dostum, asla evlenme! İşte sana verebileceğim en iyi öğüt! Hayatta yapabileceğin bütün her şeyi yaptığından ve seçtiğin kadını artık sevmediğinden, onu tüm gerçekliği içinde açık seçik gördüğünden emin olmadıkça katiyen evlenme; yoksa amansız ve devasız bir şekilde aldanmış olursun! Artık hiçbir işe yaramayacak kadar yaşlandığın vakit evlen, anlıyor musun? Yoksa şunu bil ki sende iyi, soylu ve yüce olan bütün ne varsa sonuna kadar çürüyüp gidecektir! Bir hiç uğruna havaya savrulmuş olacaktır bütün her şey…”
Arkadaşını hiç bu kadar sinirli gördüğünü hatırlamıyordu Piyer. Prens Andrey devam ediyordu:
“Evet dostum, evet! Öyle şaşkın şaşkın bakıp durma yüzüme, sana hakikati söylemekteyim. Eğer gelecekte kendinden bir şeyler beklediğin hâlde tutup da şimdiden evlenecek olursan bil ki her an, senin için artık her şeyin bitmiş, bütün kapıların kapanmış, bütün yolların yasaklanmış olduğunu duyacaksın ancak sefil ruhlu ve ahmak bir dalkavuk kadar değer taşıyacağın o iğrenç sosyete salonlarından başka her şeyin, evet!..”
Hınçla masaya vurdu elini.
Piyer gözlüklerini çıkararak şaşkınlık içinde baktı arkadaşına. Bu duruş, yüzüne yeni bir görünüm kazandırmıştı; içinin güzelliği tümüyle dışına vurmuştu sanki…
“Karım…” diye devam etti Prens Andrey. “Kusursuz bir insandır. Namusunuza leke sürdürmeyeceğinden emin olabileceğiniz ender kadınlardan biridir, gerçekten. Ama buna rağmen ben, evlenmemiş olmak için bilsen neler vermezdim neler! Ve bunu da ilk söylediğim insan sensin Piyer. Anla seni ne kadar sevdiğimi…”
Bunları söylerken Anna Pavlovna’nın salonunda bir koltuğa gömülmüş duran ve gözlerini kısarak dudaklarının ucuyla Fransızca cümleler sıralayan o Bolkonski’ye hiç benzemiyordu Prens Andrey. Sert çizgileri olan yüzünün kasları sinirden kasılıyordu daha az önce. Hayat alevi sönmüş gibi donuk bakan gözleri ise şimdi canlı bir ışıltıyla parıldıyordu. Belli ki normal zamanlarında ne kadar durgun oluyorsa öfke anlarında da bir o kadar hırçın oluyordu. Şöyle devam etti konuşmaya:
“Bütün bunları neden söylediğimi anlamıyorsun. Baştan sona bir hayatın hikâyesi bu. Örneğin sen… Bonapart ve yaptığı işlerden söz ediyorsun…”
Bir an sustu Prens Andrey. Piyer buraya geldiğinden beri Bona-part hakkında tek kelime söylememiştı. Yine de devam etti konuşmaya:
“Bonapart diyorsun, evet ama hesaba katmıyorsun ki Bonapart amacı için çalışırken, gayesine doğru adım adım ilerlerken özgürdü. Aklında sadece kendine seçmiş olduğu hedef vardı Bonapart’ın ve o hedefe de ulaştı… Ama insan bir kadına bağlanmaya görsün, bir kürek mahkûmu hâline gelir ve yitirir tüm özgürlüğünü! İçinde umut ve kuvvet namına ne varsa üzerine amansızca çöken ve seni durmaksızın kıvrandıran bir pişmanlık kaynağıdır artık. Salonlar, dedikodular, balolar, anlamsız böbürlenmeler, eksik güdük insanlarla dolu bir ortam… İşte benim bir türlü parçalayıp dışına çıkamadığım kısır döngü! Şimdi savaşa gidiyorum işte, gelmiş geçmiş savaşların en büyüğüne katılacağım ve hiçbir şey bilmiyorum ve hiçbir şeye ermiyor aklım ve ne işe yarayacağımı da kestiremiyorum. Je suis très aimable et très caustique![111 - “Pek sevimli bulurlar beni ve pek ince alaycı bulurlar.”] Anna Pavlovna’nın salonunda konuştuğum vakit saygıyla dinlenişimden belli değil mi? Karımın bir türlü vazgeçemediği o ahmaklar çevresi ve o kadınlar… Bilebilseydin aslında neyin nesi olduğunu toutes les femmes distinguées[112 - “Bütün o seçkin kadınların…”] ve genellikle tüm kadınların!.. Yerden göğe haklı babam: Bencillik, boş böbürlenme, ahmaklık, yetersizlik, kıt kafalılık; kadınların gerçekliği işte bunlardan ibaret! Uzaktan gördüğün vakit bir şey sanırsın onları, ele gelir bir yanları var duygusuna kapılırsın ama hayır, hiçbir yanları yoktur doğru dürüst, hiçbir yanları yoktur, hiç ama hiç!..”
Ve Prens Andrey, “Katiyen evlenme, azizim, aklın varsa evlenme!” diye sonlandırdı konuşmasını.
Piyer, “Doğrusunu isterseniz…” dedi. “Sizin kendinizi güçsüz görmenizi ve hayatınızı boşa harcadığınızı sanmanızı yadırgamamak elde değil. Siz ki her şeye sahipsiniz, bütün imkânlar önünüzde serili. Ve yine de…”
Susmuştu, tümüyle dile getirmemişti düşüncesini. Ama sadece ses tonu bile arkadaşına ne denli önem verdiğini ve gelecekte ondan ne denli büyük başarılar beklediğini ortaya koyuyordu.
Nasıl böyle konuşabilir? diye düşünüyordu Piyer. Onun gözünde Prens Andrey, erişilmez bir yetkinlik örneğiydi; zira Piyer’in eksikliğini duyduğu ve en uygun bir şekilde irade gücü olarak tanımlayabileceğimiz bütün nitelikleri benliğinde taşıyordu.
Gerçekten de Piyer; Prens Andrey’in çeşitli insanlarla ilişkilerinde daima soğukkanlılığını korumasına, olağanüstü güçlü belleğine, genel kültürüne (Her şeyi okur, her şeyi bilirdi ve bütün her şey hakkında fikir sahibiydi.) ve bütün bunların yanı sıra da zorlu çalışma şartlarına dayanmasına öteden beri hayrandı. Arkadaşının, onun tam tersine, felsefi düşüncelere dalma eğilimi göstermemesini garipserdi çoğu zaman ama bunda bile bir eksiklik değil, bir güçlülük belirtisi görüyordu.
En iyi, yani en dostça ve en sade ilişkilerde pohpohlama ya da övgü zorunludur; tekerlekli taşıtların aksamadan yol alabilmesi için yağlama nasıl zorunlu ise…
“Je suis un homme fini.”[113 - “İşi bitmişin biriyim ben.”] dedi Prens Andrey.
Kısa bir sessizlikten sonra da gülümseyerek ekledi:
“Benden söz etmeye bile değmez artık. Asıl senden konuşalım.”
Prens’in gülümseyişi, Piyer’in yüzüne de yansımıştı hemen. Tasasız tatlı bir sesle “Benden söz etmek neye yarar ki?” dedi. “Neyim ki ben? Je suis un bâtard!”[114 - “Bir piçim!”]
Birdenbire kıpkırmızı oldu yüzü. Bu sözcüğü kullanabilmek için büyük bir çaba harcamış olduğu görülüyordu. Kendi kendine konuşur gibi devam etti:
“Sans nom, sans fortune…[115 - “Adsız ve bahtsız…”] Gerçekten…”
“Gerçekten” ile ne demek istediğini söylemedi.
“Şu anda özgürüm, memnunum da bundan dolayı. Yalnız, ne yapacağım hususunda bir türlü karar veremiyorum. Size ciddi olarak danışmak istiyordum bu konuda.”
Prens Andrey iyilik dolu gözlerle bakıyordu ona. Ama dostluk ve sevgi okunan bu bakışta, kendi üstünlüğünün bilincinde olduğu yine de fark edilmekteydi.
Gülümseyerek konuştu:
“Seni gerçekten çok sevdiğimi, üzerine titrediğimi bilmen gerekir; zira şu bizim dünyamızda tek canlı varlık, sensin. Hangi mesleği istersen seç, hiç fark etmez. Eminim ki ne olursan ve nerede olursan ol iyi kalacaksın. Sadece bir nokta var: Kuraginlerle ahbaplığa bir son ver artık, bırak şu saçma sapan hayatı! Bütün o sefahat âlemleri, bütün o patavatsızlıklar doğrusu sana hiç yakışmıyor…”
Omuz silkti Piyer.
“Que voulezvous, mon eher.”[116 - “N’eylersiniz, azizim.”] dedi.
Sonra da eklemek gereğini duydu:
“Les ferames, mon cher, les femmes!”[117 - “Kadınlar aziz dostum, kadınlar!”]
Başını sallayarak cevap verdi Andrey:
“Katiyen aklım almıyor, azizim. Les femmes comme il faut,[118 - “Kadınlar kadın olsa…”] bir diyeceğim yok ama les femmes de Kouraguine, les femmes et le vin![119 - “Kuragin’in kadınları, kadınlar ve şarap!”] Kesinlikle anlamıyorum, hayır…”
Vasili Kuragin’in konağında kalıyordu Piyer ve Prens’in küçük oğlu Anatol’un sefih hayatını paylaşıyordu. Hani şu, ıslah olsun diye Prens Andrey’in kız kardeşiyle evlendirilmek istenen Anatol’un…
Aklına birdenbire iyi bir fikir gelmişçesine heyecanla konuşmaya girişmişti Piyer:
“Bilir misiniz azizim? Uzun zamandır bunu hep kendi kendime söyleyip duruyorum. Ciddi olarak. Diyorum ki geleceğim hakkında bir türlü karara varamayışım, hiçbir konuda doğru dürüst düşünemeyişim hep bu sürdüğüm hayat yüzünden. Baş ağrısından kurtulamıyorum, param kalmıyor. Bugün de çağırmıştı beni ama gitmeyeceğim.”
“Namusun üzerine söz ver bana: Gitmeyeceksin!”
“Namus sözü: Gitmeyeceğim!”
Piyer geç vakit ayrılmıştı Andrey’in evinden. Petersburg’a özgü, uyku kaldırmaz bir haziran gecesiydi. Bir fayton çevirdi Piyer. Niyeti gidip yatmaktı hemen. Ama konağa yaklaştıkça her an biraz daha güçlü bir şekilde hissediyordu ki geceden çok gurubu ya da şafağı andıran bu gecede uyumak imkânsızdır.
Art arda ıssız sokaklar uzanıyordu önünde. Araba sarsılarak ilerlerken Piyer, her zamanki kumarbazlar takımının bu akşam Anatol Kuragin’in evinde toplanacağını hatırladı. Oyundan sonra çatlayana kadar içerlerdi tabii, sonra da her zaman olduğu gibi faslı kadınlarla kapatırlardı.
Kuragin’in oraya gitmek keyifli olurdu diye düşündü Piyer.
Düşünür düşünmez de Prens Andrey’e verdiği söz aklına geldi. Çiğneyebilir miydi namus sözünü? Hayır!
Ama aynı anda ancak karaktersiz denilen insanların başına gelen şey geldi onun da başına. Pek yakından tanıdığı o sefih hayata bir kere daha gömülmeyi öylesine dizgin vurulamaz bir tutkuyla arzu etti ki gitmeye karar verdi. Hemen ardından da verilen sözün hiçbir anlam taşımadığını; zira Prens Andrey’e söz vermeden önce o gece için Anatol’a söz vermiş olduğunu düşündü. En son olarak da bütün bu namus sözlerinin alabildiğine saçma ve kesin bir anlamdan yoksun şeyler olduklarını düşündü. Gerçekten de öyle değil miydi yani? Pat diye ölebilirdi insan ya da başınıza hiç beklenmedik olağanüstü bir iş gelebilirdi birdenbire ve ortada ne namus kalırdı ne de namussuzluk!
İşte bu türden akıl yürütmeler Piyer’in bütün karar ve tasarılarını altüst ediyordu hep. Kuragin’in evini tarif etti arabacıya.
Anatol’un oturduğu konak, Atlı Muhafız Alayı kışlasının çok yakınındaydı. Işıklandırılmış sekiye atladı arabadan, merdiveni tırmandı. Kapı ardına kadar açıktı. Hiç kimse yoktu holde. Yerlere boşalmış şişeler, paltolar, galoşlar doluydu. Ortalık içki kokuyordu. Zaman zaman bağırış ve haykırışların yırttığı bir uğultu geliyordu ileriden.
Oyun ve yemek faslı çoktan sona ermişti ama milletin gitmeye niyeti yoktu daha. Piyer paltosunu çıkarıp ilk odaya girdi. Yemek artıklarıyla dolu masaların arasında bir uşak, gözlendiğinden habersiz, kadeh diplerini büyük bir keyifle yuvarlıyordu.
Üçüncü odadan Piyer’e hiç de yabancı gelmeyen sesler ve gülüşler yükselmekteydi. Zaman zaman ayı homurtuları da karışıyordu bu gürültüye. Yedi sekiz delikanlı, heyecan içinde itişip kakışarak açık bir pencerenin önüne doluşmuşlardı. Başka üç genç de yavru bir ayıyla oynamaktaydı. İçlerinden biri, hayvanı zincirinden çekiyor ve ötekilerin üzerine itiyordu gülerek.
Pencere önündeki topluluktan birisi “Ben Stevens’a yüz ruble koyuyorum!” diye bağırdı.
“Destek olmak yok ama!..” dedi bir ikincisi.
Üçüncü bir gençse, “Ben Dolohof’a oynuyorum.” diye seslendi. “Kuragin, sen hakem ol!”
Derken bir başkası, ayıyla oynayanlara dönüp haykırdı:
“Hey oradakiler, bırakın artık şu ayıyı bir kenara! Burada bahse giriyoruz yahu!”
Beşincisi atıldı soluk soluğa:
“Tek dikişte içecek bütün şişeyi, yoksa kaybeder!”
Sırtında düğmeleri çözülmüş ince bir gömlekle odanın ortasında dikilen ev sahibinin sesi yükseldi:
“Yakof! Çabuk yeni bir şişe getir, Yakof!”
Uzun boylu ve yakışıklı bir delikanlıydı Anatol. Güçlü sesiyle patırtıyı bastırmıştı hemen:
“Durun, baylar! Dinleyin!”
Bu arada Piyer’i görmüştü.
“İşte Petruşa!” diye bağırdı. “Sevgili dostum Petruşa!”
Aynı anda pencereden bir başka ses yükselmişti:
“Buraya gel Piyer! Bahse tutuştuk, gel de hakemlik et!”
Semyonovski Alayı’nın subaylarından Dolohof’tu bu. Ünlü kumar oyuncusu ve kılıç kullanmakta usta Dolohof. O da Anatol’un evinde kalıyordu. Orta boyluydu ama açık mavi gözleri ve bütün bu sarhoş haykırışları arasında düzgün konuşmasıyla hemen seçilmekteydi.
Piyer kavrayamamıştı henüz durumu. Çevresine neşeyle bakıp gülümseyerek sordu:
“Nedir, ne oluyor? Hiçbir şey anlamadım ben! Söylesenize, ne bahsi bu tutuştuğunuz?”
“Durun bakalım, dostumuz henüz yeterince sarhoş değil. Dolu bir şarap şişesi verin bana!”
Anatol’du böyle konuşan. Masanın üzerindeki bardaklardan birini şarapla doldurduktan sonra ilerleyip Piyer’e uzattı.
“Önce iç!” dedi.
Piyer, arkadaşının art arda doldurup uzattığı bardakları bir dikişte boşaltırken bir yandan da yeniden pencerenin önünde toplanmaya başlayan sarhoş konuklara kulak kabartıyordu. Anatol’un anlattığına göre Dolohof; orada bulunan İngiliz Deniz Subayı Stevens’la, bacakları dışarı sarkıtarak ikinci kat penceresinin pervazına oturup bir şişe romu bir dikişte içeceğine dair bahse girmişti. Sözünü tamamlayınca son bardağı uzatarak “Hadi bitir şu şişeyi!” dedi. “Yoksa yakanı bırakmam!”
Arkadaşını iterek “İstemem artık!” dedi Piyer. Ve pencereye yöneldi.
Dolohof, İngiliz’in elini avucuna almış tutmakta ve özellikle onları tanık gösterir gibi Anatol’la Piyer’e bakarak bahsin şartlarını açık ve seçik bir şekilde belirtmekteydi.
Orta boylu, kıvırcık saçlı ve açık mavi gözlü bir delikanlıydı Dolohof. Yirmi beş yaşında filan olsa gerekti. Piyade subaylarının geleneksel görünüşüne uygun şekilde bıyıksız olduğundan çehresinin en çarpıcı kısmı olan ağzı bütün hatlarıyla görülebiliyordu. Gerçekten de delikanlının ağzı, olağanüstü zariflikte bir eğri çizmekteydi. Ağzın orta kısmında üst dudak, kalın dolgun alt dudağın üzerine sert bir dar açıyla iniyor ve uçlarda, her biri bir yanda olmak üzere, çifte gülümseyişe benzer bir görünüm yaratıyordu. Ve işte bu ağız yapısının bir de delikanlının sert, küstah ve zeki bakışlarıyla birleşerek yarattığı görüntü; insanda öyle bir izlenim uyandırıyordu ki bir alay yüz arasında dahi bu yüzü hemen fark etmemek imkânsız hâle geliyordu.
Dolohof zengin değildi, kendisine büyük imkân sağlayacak hatırlı dostları da yoktu. Anatol bir hamlede binlerce ruble harcayabildiği hâlde Dolohof da onunla birlikte oturuyordu ve kendini o kadar tartışma götürmez bir şekilde kabul ettirmişti ki herkes ona Anatol’dan daha çok saygı gösteriyordu.
Kâğıt oyunlarının hepsini biliyordu Dolohof ve bu oyunlarda kazanan taraf daima o oluyordu. Ne kadar içerse içsin aklını şaşırdığı görülmemişti o güne dek. Sözün kısası Kuragin’le Dolohof, o çağ Petersburg’unda hızlı yaşayan ve sürekli macera peşinde koşan gençlerin önde gelen iki şöhretli simasıydı.
Bu arada rom şişesini getirdiler. Çevrelerindekilerin bağıra çağıra verdiği emirlerden iyice bunalmış iki uşak, pencerenin dış pervazına oturmayı engelleyen çerçeveyi parçalamaya uğraşıyorlardı aceleyle.
Anatol bir fatih edasıyla yaklaştı onlara. Bir şeyler kırıp parçalamak istiyordu. Uşakları itip çerçeveye var gücüyle asıldı ama başaramadı. Bir cam kırdı. Piyer’e dönüp “Hadi bakalım Herkül, sıra sende…” dedi.
Pencerenin dikmelerini sıkıca yakaladıktan sonra hızla kendisine çekti Piyer ve meşe çerçeveyi çatırtadarak kopardı.
Dolohof; güven verici bir sesle “Tamamıyla çek çıkar onu.” dedi. “Yoksa tutunduğumu sanırlar.”
“İngiliz böbürleniyor demek ha?” diye sordu Anatol. “Bu iyi işte, öyle değil mi?..”
“Elbette iyi.” diye cevap verdi Piyer.
Bir yandan da elinde rom şişesiyle pencereye doğru ilerleyen Dolohof’a bakıyordu. Şafağın alaca karanlığa karıştığı aydınlık bir gökyüzü seçilmekteydi pencereden belli belirsiz.
Dolohof; elinde şişe, bir sıçrayışta pencereye atladı ve bağırdı:
“Dinleyin, hey!”
Pervazın üzerinde ayaktaydı şimdi ve odadakilere seslenmekteydi. Herkes susmuştu.
İngiliz’in anlayabilmesi için Fransızca konuşuyordu ve bu dili iyi konuştuğu söylenemezdi katiyen:
“Ben şimdi burada tam elli emperyal’e[120 - Emperyal: Çarlık döneminin Rus altını. (ç.n.)] bahse giriyorum.”
İngiliz’e dönüp sordu: “İsterseniz yüz olsun?”
“Hayır.” diye cevap verdi İngiliz. “Elli tamamdır.”
“Pekâlâ. Pencerenin üzerinde dışa doğru tam şuraya oturarak ve hiçbir yere tutunmaksızın elimdeki şu rom şişesini bir dikişte içeceğime dair bahse giriyorum. Tamam mı, işittiniz mi?”
“Tamam.” dedi İngiliz.
Anatol, İngiliz’e döndü ve giysisinin yakasından tutup tepeden tırnağa süzerek (Kısa boyluydu İngiliz.) bahis şartlarını İngilizce olarak tekrarladı.
Dolohof, dikkatleri kendi üzerine çekmek için şişeyi pencereye vurarak haykırdı:
“Dur bekle Kuragin, bekle biraz! Siz de dinleyin! Eğer içinizden herhangi birisi şu benim yaptığımı yapacak olursa kendisine hemen yüz emperyal veririm. Anlaşıldı mı?”
Başıyla bir evet işareti yaptı İngiliz ama bu işaret, yeni bahsi kabul ettiği anlamına değil, söyleneni anlamış olduğu anlamına geliyordu. Gelgelelim Anatol bırakmamıştı adamın yakasını ve yabancının ikinci bir “anladım” işaretine rağmen Dolohof’un dediklerini İngilizceye çevirmeye devam ediyordu.
Bu arada, Muhafız Alayı’nda hafif süvari olarak görevli olan ince yapılı bir delikanlı (Akşamki kumarda da kaybetmişti üstelik.), pencereye çıkmış ve başını uzatıp aşağıya bakmıştı. Taş döşeli yolu görünce “Vay canına!” dedi. “Korkunç bir şey bu!”
“Susun!” diye bağırdı Dolohof aynı anda.
Ve genç subaya inmesini işaret etti. Mahmuzları birbirine takılan delikanlı güçlükle atlayabildi odaya.
Şişeyi rahatça uzanıp alabileceği şekilde dayanağın üzerine yerleştirdi Dolohof, sonra da yavaş yavaş ve temkinle pencerenin dışına doğru kaydı. Ayaklarını sarkıtıp iki eliyle pencerenin kenarına tutunarak yerine yerleşti ve ellerini serbest bırakıp şişeyi aldı.
Bu sırada Anatol, ortalık tamamıyla ışımış olduğu hâlde, iki mum getirmiş ve pencere dayanağının üzerine koymuştu. Böylece Dolohof’un beyaz gömlekli sırtı ve kıvırcık saçlı kafası, her iki yandan aydınlanmış oluyordu.
Herkes pencerenin çevresinde toplanmıştı şimdi. İngiliz en ön sıradaydı. Piyer gülümsüyordu sadece, tek kelime etmiyordu. Konuklardan ötekilere oranla daha yaşlı gösteren biri, korkuyla ileri atıldı birden ve Dolohof’u gömleğinden yakalayıp tutmak istedi. Bir yandan da kaygılı bir tonla, aklın sesini dile getiriyordu:
“Anlamsız bir iş bu, efendiler! Öldürecek kendisini! Bir hiç için ölecek!”
Anatol durdurmuştu onu, bırakmamıştı:
“Dokunma ona, ürkütürsün! Asıl o zaman ölür!.. Anladın değil mi ha, anladın değil mi?”
Dolohof döndü, duruşunu değiştirdi, açık kollarıyla pencerenin dayanağına yeniden yaslandı ve sözcükleri iyice telaffuz ederek konuştu:
“Eğer bir daha birisi beni rahatsız edecek olursa onu tuttuğum gibi buradan aşağı yollarım. Tamam mı?.. Hadi şimdi işimize bakalım!..”
Ve bunu der demez döndü yeniden, ellerini dayanaktan çekti, şişeyi alıp dudaklarına götürdü. Başını arkaya atmış; serbest kolunu, dengeli durabilmek için havaya kaldırmıştı.
Biraz önce kırılan camın parçalarını toplamak için çömelmiş olan uşaklardan biri; gözlerini pencereden, daha doğrusu, Dolohof’un sırtından ayırmaksızın öylece, olduğu yerde kalakalmıştı. Anatol; gözleri fal taşı gibi açılmış hâlde, dimdik duruyordu. İngiliz; dudakları ileri doğru uzanmış hâlde, yandan bakmaktaydı sahneye. Dolohof’u durdurmak isteyen konuk, odanın bir köşesine kaçmış ve yüzü duvara dönük olarak oradaki divana uzanmıştı. Elleriyle gözlerini kapamıştı Piyer ve şimdi yüzünde, duyduğu korku ve dehşeti dile getiren silik bir gülümseyiş dalgalanıyordu. Herkes taş kesilmişti sanki. Sinek uçmuyor, çıt çıkmıyordu.
Ellerini gözlerinden çekti Piyer. Dolohof hep aynı pozisyonda oturmaktaydı. Başı o derece arkaya devrilmiş durumdaydı ki ensesindeki kıvırcık saçlar gömleğinin yakasına değiyor ve şişeyi tutan eli, harcadığı çabadan dolayı titreyerek gittikçe biraz daha havaya kalkıyordu.
Gözle görülür şekilde boşalmaktaydı şişe ve bununla beraber delikanlının başı da gittikçe biraz daha arkaya devrilmekteydi. Nasıl oluyor da bu iş bu kadar uzun sürebiliyor? diye aklından geçirdi Piyer. Dolohof işe girişeli yarım saatten fazla olmuş gibi geliyordu ona. Tam o sırada genç subay, birdenbire sırtıyla arkaya doğru bir hareket yaptı ve kolu titredi. Bu titreme, dışarı doğru eğimli pervaza yerleşmiş olan vücudun tümüne sirayet etmişti. Ve çabasının ağırlığı altında Dolohof’un kolu ile başı daha da şiddetli bir şekilde titremeye başladı. Bu el, dayanağı yakalamak için yukarı kalktı ama indi yeniden. Piyer de yeniden kapadı gözlerini ve içinden, onları bir daha hiç açmayacağına yemin etti. Sonra birdenbire çevresinde herkesin harekete geçtiğini duydu. Gözlerini açtı ve Dolohof’un pencere boşluğunun ortasında ayakta durduğunu gördü. Yüzü solgun ama neşeliydi.
“İşte size boş şişe!”
İngiliz’e fırlatmıştı şişeyi. Adam ustaca kaptı. İçeri atladı Dolohof. Keskin rom kokuyordu. Dört bir yandan sesler yükseliyordu şimdi:
“Müthiş doğrusu!”
“Ne adam!”
“Bahse tutuşmak dediğin böyle olur işte!”
“Şeytanın ta kendisi!”
“Pes doğrusu!”
İngiliz, elinde kesesi, parayı sayıyordu. Dolohof, kaşlarını çatmış; hiçbir şey söylemeksizin beklemekteydi. Ve Piyer, hiç beklenmedik bir şekilde pencereye zıplayıp bağırmaya başladı:
“Hey efendiler! Benimle bahse girmek isteyen yok mu? Aynı şeyi ben de yapacağım! Ayrıca bunun için bahse girmeye de gerek yok. Dolu bir şişe içki getirtin yeter! Evet, dolu bir şişe verin bana hemen! Ve görün bakalım aynısını yapıyor muyum yapmıyor muyum! Bırakın!”
Dört bir yandan sesler yükseldi yine:
“Deli misin sen?”
“Bırakmayın onu sakın!”
“Geç arkadaş, senin merdiven çıkarken bile başın dönüyor!”
Piyer âdeta tepinerek haykırıyordu:
“Bir şişe rom, diyorum size! Aynısını yapacağım, diyorum! Bir dikişte boşaltacağım!”
Delikanlıyı kollarından tutup aşağı indirmek istediler ama öylesine acı kuvveti vardı ki yaklaşanları bir hamlede uzaya fırlatıyordu. Piyer’e bu durumda söz dinletmenin imkânsızlığını kavrayan Anatol, “Siz bu işi bana bırakın.” dedi çevresindekilere yavaşça. “Onu kandırmak için başka çare kalmadı.”
Sonra da Piyer’e dönüp yüksek sesle “Tamam, dostum.” dedi. “Şimdi dinle. Seninle ben bahse tutuşuyorum. Ama bu gece için değil, yarın gece için. Kabulse hemen in oradan, bir dostu ziyarete gideceğiz!..”
“Oldu!” diye haykırdı Piyer. “Gidelim hemen! Ama Mişka’yı da beraber götürelim…”
Ve ayıyı belinden tutup havalandırarak odanın ortasında dönmeye başladı.
VII
Prenses Drubetskaya’ya, Anna Pavlovna’nın gece toplantısında sevgili biricik oğlu Boris konusunda vermiş olduğu sözü tutmuştu Prens Vasili. Gerçekten de Boris’in durumu İmparator’a anlatılmış ve delikanlı istisnai bir muameleye tabi tutularak önce Muhafız Alayı’na alınmış, hemen ardından da üsteğmen olarak Semyonovski Alayı’na atanmıştı. Buna karşılık Boris, Anna Mihailovna’nın entrikayla karışık tüm girişimlerine ve uğraşlarına rağmen Kutuzof’un yaverliğine getirilmediği gibi doğrudan doğruya başkumandanın şahsına bağlı bir görevle de sorumlu kılınmamıştı.
Anna Pavlovna’nın toplantısında bulunduktan az zaman sonra Moskova’ya dönmüş ve zengin hısımları Rostofların konağına gelmişti doğrudan doğruya Anna Mihailovna. Moskova’ya her gelişinde onlara uğrardı zaten; sevgili biricik oğlu Boris de çocukluğundan beri o konakta yetişmiş ve orduda üsteğmen rütbesiyle Muhafız Alayı’na atanma şerefine erdiği şu son döneme kadar uzun yıllar o konakta yaşamıştı. 10 Ağustos günü Petersburg’dan ayrılmıştı alay. Teçhizat ve malzemelerini sağlamak için Moskova’da kalmış olan Boris’in ise orduya yolda, Radzivilof’ta katılması gerekiyordu.
Rostoflarda, anne Natalya ile küçük kız Natalya’nın doğum günü şöleni vardı o gün. Kontes Rostof’un Povarskaya Caddesi’ndeki, bütün Moskova’nın dilinde olan büyük konağının önü; sabahtan beri, bu mutlu olayı kutlamaya akın eden ziyaretçilerin arabalarıyla dolup taşmaktaydı. Kontes; yanında güzelliğiyle hemen dikkati çeken büyük kızı olduğu hâlde, konağın misafir salonunda kabul ediyordu ziyaretçileri.
Kontes; Doğulu hanımlar gibi kuru yüzlü ve doğurduğu on iki çocuğun yükü altında vaktinden önce çökmüş, kırk beş yaşlarında bir kadındı. Konuşma ve hareketlerindeki güçsüzlükten ileri gelen yavaşlık; saygıdeğer, önemli bir kişi havası veriyordu ona.
Kutlamaları kabul sırasında, evin devamlı misafiri sıfatıyla Anna Mihailovna Drubetskaya da hazır bulunmakta ve ziyaretçilerin ağırlanmasına yardımcı olmaktaydı. Gençler, bu törene katılmayı gereksiz görmüş ve dipteki odalara çekilmişlerdi. Konukları bizzat Kont karşılamakta ve uğurlamaktaydı. Teker teker herkesi akşam yemeğine çağırmayı ihmal etmiyordu.
“Gerek kendi adıma gerekse yaş günlerini kutladığımız eşim ve küçük kızım adına çok, gerçekten çok minnettarım, ma chère (ya da mon cher)!” Bunu dedikten sonra herkese -mevkice ondan üstün olanlara olduğu gibi onun altında bulunanlara da- hiçbir fark gözetmeksizin, hiçbir ayrım yapmaksızın ma chère ya da mon cher[121 - Azizem ya da azizim.] diye hitap ediyordu. “Sakın gelmezlik etmeyin akşam yemeğine. Yoksa pek üzülürüm, mon cher. Bütün aile adına dostça rica ediyorum, ma chère.”
İşte bu sözleri; tombul, neşeli ve sinekkaydı tıraşlı yüzünde hep aynı ifadeyle ve aralıksız tekrarlanan selamların eşlik ettiği aynı enerjik tokalaşmayla, istisnasız herkese ve hiçbir değişikliğe uğratmaksızın yöneltmekteydi Kont. Böylece gideni uğurladıktan sonra salonda kalanın yanına dönüyor, bir koltuk çekip oturuyordu rahatça ve konuk kim olursa olsun umursamaksızın bacaklarını açıp ellerini dizlerinin üzerine koyarak yaşamasını seven ve de bilen güngörmüş bir adam edasıyla iki yanına sallanarak bazen Rusça bazen de çok kötü ama güven dolu Fransızcasıyla hava tahminleri yapıyor, sağlık durumu hakkında bilgi verip öğüt alıyor; sonra da yorgun ama ödevini yapma konusunda kesin kararlı bir erkek sıfatıyla ve dazlak kafasında artakalmış tek tük gri saçları elleriyle düzeltmeyi ve akşam yemeği davetini yenilemeyi unutmadan geçiriyordu konuklarını. Holden döndükten sonra, arada bir, kış bahçesinden ve kilerden dolanıp tam seksen kişilik yemek sofrasının kurulduğu büyük mermerli salona yöneliyor; gümüş ve porselen takımları taşıyan, masaları yerleştiren, damasko çiçekli masa örtülerini yayan hizmetçileri denetliyor ve bütün işlerini yürüten soylu Dimitri Vasilyeviç’i çağırıp şöyle diyordu:
“Eveeet Mitenka, güzeeel! Her şeyin yerli yerinde olmasına dikkat et lütfen…”
Birbirine eklenmiş masalardan oluşan dev sofraya bir kez daha zevkle baktıktan sonra da ekliyordu:
“Mükemmel, mükemmel doğrusu! Sofra dediğinin işte böyle kusursuz olması gerek…”
Ve içten bir memnunluk duygusuyla içini çekerek misafir salonunun yolunu tutuyordu.
Kontes’in iri yarı uşağı, salonun kapısında belirmiş ve davudi sesiyle ilan etmişti: “Maria Lvona Karagina ve kızı!”
Şöyle bir düşündü Kontes ve kocasının portresiyle süslü altın tabakadan bir sarımlık tütün aldıktan sonra “Bütün bu ziyaretler beni bitkin düşürdü!” dedi. “Artık bu son olsun… Nasıl da kendini beğenmiştir ey Tanrı’m! Al içeri…”
“Tamam, öldürebilirsin beni!” der gibi hüzünlü bir sesle söylemişti bu son sözleri.
Uzun boylu, iri yapılı, her hâlinden kibir akan bir kadın ve güler yüzlü kızı, giysilerinden yükselen hışırtıların eşliğinde salona girdiler. Ve oradan oraya çekilen sandalyelerin gürültüsüne karışan heyecanlı kadın sesleri kapladı ortalığı:
“Chère comtesse il y a si longtemps…”[122 - “Sevgili Kontes, ne kadar zaman oldu…”]
“Elle a été alitée, la pauvre enfant…”[123 - “Hastaydı zavallı yavrucak, yataktan başını kaldıramıyordu…”]
“…au bal des Razoumovsky…”[124 - “Razumovskilerin balosunda…”]
“…et la Comtesse Apraksine…”[125 - “Ve sonra Kontes Apraksin…”]
“J’ai été si heureuse…”[126 - “Nasıl mutlu oldum bilseniz…”]
Giysilerin hışırtısı, kimi zaman eriyip kimi zaman yükselen bu sesler, kadınların neşeli konuşmalarına karışıyordu. İlk duraklamada yeniden bir hışırtıyla yine aynı sözlerin tekrarına gelip dayanan, en son olarak da holde mantoların giyilmesi ve kapının hep aynı sözlerle açılıp kapanmasıyla biten bir sohbet başlıyordu…
Konuşma çok geçmeden günün en ilginç haberine, yani yaşlı Kont Bezuhof’un hastalığına ve Kont’un evlilik dışı oğlu Piyer’in, Anna Pavlovna Şerer’in toplantısındaki münasebetsizliklerine gelmişti. Büyük Katerina devrinin en yakışıklı ve çapkın erkeklerinden biri olan kont, sınırsız zenginliğiyle ünlüydü.
“Doğrusu zavallı Kont’a pek acıyorum.” dedi ziyaretçi hanım. “Sağlığı zaten alabildiğine bozuk, şimdi de oğlunun çektirdiği eziyet eklendi buna. Adamcağız ölürse hiç şaşmam!”
Kont Bezuhof’un eziyet çekme nedenini en az on beş kere dinlemiş olduğu hâlde, ziyaretçinin neyi kastettiğini bilmezlikten gelme yolunu seçen Kontes, sordu:
“Ne olmuş kuzum Tanrı aşkına?”
“İşte, bugünkü eğitim!” diye cevap verdi konuk. “Daha yurt dışındayken bu delikanlının kendi başına buyruk bir hayat sürmesine müsaade edilmiş, şimdi de Petersburg’da öyle rezaletler çıkarmış ki polis eliyle başkent dışına sürülmüş.”
“Gerçekten mi?”
Kontes’in sorusunu Prenses Anna Mihailovna cevaplandırdı:
“Yanlış dostlar seçiyor kendisine. Prens Vasili’nin oğlu, Dolohof adında biri ve o, bir araya gelip bir sürü edepsizlik yapmışlar. İçlerinden ikisi de cezaya uğratılmış: Dolohof subaylıktan atılıp basit askerliğe döndürülürken Bezuhof’un oğlu Moskova’ya sürgün edilmiş. Anatol Kuragin’e gelince… Gerçi babası meseleyi örtbas etmiş ama o da Petersburg dışına çıkarılmaktan kurtulamamış…”
“Peki ama ne yapmış bunlar?”
Yine Kontes sormuştu bunu. Bu sefer cevap konuktan geldi:
“Gerçek birer haydut bunların üçü de. Özellikle Dolohof. Üstelik de bu Dolohof, Maria İvanovna Dolohova gibi son derece saygıdeğer bir kadının oğlu! Üçü bir araya gelip ne yapsalar beğenirsiniz? Bir yerlerden bir ayı bulmuşlar kendilerine, hayvanı da arabalarına bindirip aktrislerle buluşmaya gitmişler. Polis çıkmış önlerine engel olmak için. Ama laf dinleyen kim! Dahası var: Komiseri sımsıkı yakalayıp ayıyla sırt sırta bağlamışlar mı bunlar bir güzel, sonra da hayvanı ırmağa itmişler mi! Ayı başlamış sırtında komiserle yüzmeye…”
Kont Rostof kahkahayı basmıştı.
“Doğrusu, komiserin yüzünü görmek isterdim, ma chère.” diye bağırıyordu.
“Öyle demeyin! İğrenç bir şey bu! Gülecek ne var bunda, kont?”
Böyle diyorlardı ama diğer yandan kendileri de katıla katıla gülüyorlardı.
Ziyaretçi hanım şöyle devam etti:
“Zavallı amirlerini kurtarıncaya kadar akla karayı seçmiş polisler. Kont Kiril Vlandirimoviç Bezuhof’un oğlu işte böyle eğleniyor, düşünün siz! Çok terbiyeli ve çok zeki diye herkes tarafından övüle övüle bitirilemeyen delikanlı, bu! Yabancı eğitimin meyvesi işte! Umarım, burada hiç kimse onu salonuna kabul etmez. İstediği kadar zengin olsun, hiç önemi yok; önemli olan terbiyedir. Bana takdim etmek istediler kendisini, kesinlikle hayır dedim. Benim yetişkin kızlarım var!”
“Bu delikanlının çok zengin olduğunu nereden çıkarıyorsunuz kuzum?”
Kontes bunu sorarken genç kızlardan tarafa eğilmişti. Hiç umursamazmış gibi kendi aralarında konuşmaya koyuldu kızlar. Kontes devam etti:
“Benim işittiğime göre Kont’un bütün çocukları evlilik dışıymış. Yanılmıyorsam Piyer de öyle.”
Konuk hanım; onaylayan bir el işaretiyle “Bütün çocukları, evet.” dedi. “Sayısının da yirmiyi aşkın olduğunu söylüyorlar.”
Önemli ahbapları olduğunu ve yüksek sosyeteye ilişkin haberleri sağlam kaynaklardan aldığını ortaya koymak isteyen Prenses Anna Mihailovna, daha çok mırıltıyı andıran ama güven uyandıran bir sesle konuşmaya karıştı:
“İşin aslı şu: Kont Kiril Vladimiroviç’in şöhretini işitmemiş olan yoktur elbette. Bir söylentiye göre, çocuklarının sayısını bilmezmiş. Ama kesin bir husus var, o da: Kont’un bütün çocukları arasında en fazla Piyer’i sevdiği, en çok ona bağlı bulunduğu.”
“O ihtiyar hâlinde bile daha geçen yıl ne kadar yakışıklı adamdı!” diye iç geçirdi Kontes. “Hayatımda onun kadar yakışıklı insan, hiç görmedim.”
Yine Anna Mihailovna sürdürdü konuşmayı:
“Çok değişti, evet. Birdenbire çöktü âdeta. Ne diyordum? Eveeet. Karısı tarafından Kont’un servetinin mirasçısı, Prens Vasili’dir. Ama kont, söylendiğine göre, Piyer’i herkese tercih ettiğini, onun eğitimiyle bizzat uğraştığını İmparator’a da yazmış; öyle ki zavallı adam birdenbire hayata veda etse -ve bu, her an olabilir diyorlar; nitekim Lorrain’i getirmişler Petersburg’dan- bu muazzam servetin Piyer’e mi yoksa Prens Vasili’ye mi nasip olacağını kimse kestiremiyor. Düşünün bir kere: Tam kırk bin toprak kölesi ve milyonlarca ruble! Ben durumu gayet iyi biliyorum çünkü bütün bunları bana bizzat Prens Vasili anlattı. Ayrıca Kiril Vladimiroviç, anne tarafımdan benim de akrabamdır; nitekim Borisimin vaftiz babası da odur.”
Basit bir ayrıntıyı belirtir gibi hiç üzerinde durmaksızın eklemişti bu son sözleri. O sırada konuk hanım karıştı konuşmaya:
“Dün de Prens Vasili Moskova’ya gelmiş. Teftiş gezisindeymiş, bana söylendiğine göre.”
“Evet ama entre nous,[127 - “Laf aramızda…”] bu bir bahane…” dedi Prenses. “Prens, aslında, Kont Kiril Vladimiroviç’in durumunun son derece ağır olduğunu öğrenince onu görmeye geldi.”
Kont Rostof’unsa aklı hâlâ Petersburg’daki ırmak sahnesinde takılı kalmıştı. Neşeyle gülerek “Bütün her şey bir yana, ma chère…” dedi. “Komiser hikâyesine diyecek yok doğrusu!”
Konuk hanımın kendisini dinlemediğini görünce de hiç alınmaksızın genç kızlara dönerek devam etti:
“Adamcağızın o anki yüzünü şöyle bir hayal ediyorum da!..”
Ve komiserin buzlu ırmakta kollarını nasıl salladığını taklit ederek karnı tok, sırtı pek olanlara özgü gevrek kahkahalarla sarsıla sarsıla güldü yeniden. Hemen ardından da konuk hanıma dönüp “Akşam yemeğine mutlaka bekliyoruz…” dedi.
VIII
Bir sessizlik çökmüştü ortalığa birdenbire. Kontes, nazik bir gülümseyişle ziyaretçi hanıma baktı. Onu, müsaade isteyerek kalkıp giderken görürse katiyen üzülmeyeceğini gizlememiş oluyordu böylece. Nitekim konuk genç kız, soran bakışlarını annesine çevirerek giysisinin eteğini düzeltmeye başlamıştı bile…
İşte tam o sırada, yan odadan salona doğru koşan erkekli kadınlı bir grubun ayak sesleri yükseldi; bir sandalyenin devrilirken çıkardığı gürültü izledi bunu; sonra da kısa muslin etekliğinin içinde bir şey sakladığı anlaşılan on üç yaşlarında bir kız çocuğu, rüzgâr gibi daldı içeri ve salonun ortasında soluk soluğa durdu. Aslında istemeksizin sadece koşusunun hızıyla sürüklenerek oraya kadar geldiği belli oluyordu. Aynı anda kapıda; çilek rengi yakalı bir öğrenci, bir Muhafız Alayı subayı, on beş yaşında bir genç kız ve sırtında küçük bir çocuk ceketi taşıyan kırmızı yanaklı şişman bir erkek çocuğu belirivermişti.
Derhâl ayağa kalktı Kont ve sallanarak ilerleyip küçük kızın önünde kollarını olanca genişliğiyle açtı:
“İşte geldi!” diye bağırdı gülerek. “Şenliğin kahramanı geldi! İşte doğum gününü kutladığımız dilber bu, ma chère!”
Küçük kızını, yapmacık da olsa azarlamak gereğini duydu Kontes:
“Ma chère, il y a un temps pour tout.”[128 - “Her şeyin bir zamanı vardır, güzelim.”] dedi sert olmaya çalışıp da beceremeyen bir sesle. Sonra da kocasına dönüp ekledi:
“Onu hep sen şımartıyorsun, Elie.”[129 - İlya.]
Bu arada ziyaretçi hanım araya girdi:
“Bonjour, ma chère, je vous félicite.”[130 - “Bonjur, güzelim; kutlarım sizi.”] dedi küçük kıza.
Ve hemen Kontes’e dönüp tamamladı sözlerini:
“Quelle délicieuse enfant!”[131 - “Ne şeker çocuk bu!”]
Simsiyah gözleri, kocaman bir ağzı vardı kızın. Güzel değildi ama hayat doluydu. Hızla koşarken bluzu kaymış ve omuzları ortaya çıkmıştı. Siyah bukleleri karmakarışık bir şekilde arkaya atılmıştı. İncecik kolları çıplaktı. Bacaklarında, iskarpinli ayaklarını açıkta bırakan dantel bir pantolon vardı. Artık çocuk olmaktan çıktığı ama henüz genç kızlığa erişmemiş bulunduğu en sevimli çağını yaşıyordu sözün kısası… Babasının kollarından sıyrılıp annesine doğru koştu ve işittiği azara aldırmaksızın kıpkırmızı kesilmiş küçük yüzünü onun ipek başörtüsüne gömerek kıkır kıkır gülmeye başladı. Eteğinin altından çıkardığı bir oyuncak bebek vardı şimdi elinde ve bir yandan gülüyor, bir yandan da kesik kesik konuşarak bir şeyler anlatıyordu:
“Görüyorsunuz değil mi şunu?.. Bebek bu… Mimi… Görüyorsunuz işte değil mi?”
Daha fazla konuşamadı Nataşa. Başını bu sefer de annesinin kucağına gömüp delice gülmeye başlamıştı. Ama öylesine içten bir gülüştü ki bu, salondaki herkes -kendini beğenmiş konuk hanım bile- onunla birlikte basmıştı kahkahayı…
Kontes, yine yapmacık bir öfkeyle itti Nataşa’yı.
“Tamam, tamam! Hadi bakalım, al şu canavarını da git artık!”
Ve konuk hanıma dönüp kızı göstererek “Küçük kızım.” dedi.
Annesinin başörtüsünün dantelaları arasından bir an yüzünü gösterdi Nataşa. Gülmekten gözüne dolan yaşlarla konuk hanımı tepeden tırnağa süzdükten sonra yine saklandı.
Bu aile sahnesi karşısındaki hayranlığını sahneye katılarak belirtme gereğini duyan konuk hanım, sordu Nataşa’ya:
“Söyleyin bakalım, güzelim bana: Nedir bu Mimi sizin için? Kızınız olmalı herhâlde?”
Kadının bir çocuğun düzeyine inmek için kullandığı bu küçümseyici söz, hiç hoşuna gitmemişti Nataşa’nın; cevap vermeksizin ciddi bakışlarla süzdü kadını.
Bu arada Prenses Anna Mihailovna’nın subay oğlu Boris, Kont Rostof’un büyük oğlu Nikolay, yeğeni on beş yakındaki Sonya ve küçük oğlu Petruşa’dan oluşan genç kuşak temsilcileri salona yerleşmişlerdi ve tüm varlıklarından taşan canlılık ve neşeyi görgü kuralları içinde zapt etme çabasındaydılar. Hâllerinden öyle anlaşılıyordu ki orada, biraz önce koşturarak gidip kapandıkları dip odalarda kendi aralarında sürdürdükleri sohbet; burada, şehir dedikoduları, hava durumu ve Comtesse Apraksine[132 - Kontes Apraksin.] arasında gidip gelen konuşmalardan çok daha eğlendiriciydi. Arada bir göz göze geldiklerinde gülmemek için kendilerini zor tutmalarından da belli oluyordu bu.
Öğrenci ile subay, çocukluk arkadaşı olan bu iki delikanlı; aynı yaştaydılar ve biribirlerine hiç benzememekle birlikte, pek yakışıklıydılar. Boris; uzun boylu, düzgün ve ince hatlı, sakin ve güzel yüzlü, sarışın bir gençti. Orta boylu olan Nikolay ise kıvırcık saçlı ve temiz yüzlüydü, bıyıkları yeni yeni terlemişti, gemlenmez bir coşkunluk taşıyordu çizgilerinden. Salona girer girmez kıpkırmızı kesilmişti, mutlaka ve ne pahasına olursa olsun bir şeyler söylemek istediği ama bir türlü başaramadığı hemen fark ediliyordu. Buna karşılık Boris, kıvrak bir zekâ gösterisiyle neşeli bir tonda anlatmaya koyulacaktı: Mimi kardeşi, tam beş yıl önce yani henüz el değmemiş hâldeyken tanımıştı o ve aynı Mimi kardeşin beş yıl gibi kıpkısa bir süre içinde yaşlanıp gittiğini görmüş ve üstelik kafasının boylu boyunca yarılışına da tanıklık etmişti. Nataşa dönüp kardeşine baktı. Nikolay gözlerini yummuş; sessiz sessiz, sarsıla sarsıla gülüyordu. Gülmesini daha fazla tutamayacağını anlamıştı Nataşa, bir anda kararını verip zıpladı ve cılız bacaklarının elverdiği kadar hızla kaçtı.
Boris gülmemişti. Hafifçe gülümseyerek annesine döndü:
“Yanılmıyorsam, siz de çıkmak istiyordunuz, maman?[133 - Anne.] Arabayı hazırlatayım mı?”
Anna Mihailovna da gülümseyerek cevap verdi oğluna:
“Evet evet, hazırlat.”
Hemen çıktı Boris, Nataşa’yı izledi. Şişman çocuk da çok işi olup da rahatsız edilen insanların öfkeli bakışıyla onların arkasından koşarak uzaklaştı.
IX
Gençler takımından şimdi, Kontes’in Nataşa’dan dört yaş daha büyük olan ve artık yetişkin bir genç kız havası taşıyan büyük kızı ile ziyaretçi hanımın kızı sayılmazsa sadece Nikolay ve yeğen Sonya kalmıştı salonda.
Sonya; ince ve narin yapılı, esmerce bir kızdı. Uzun kirpikleriyle gölgelenen yumuşak tatlı bakışları, başına iki kere doladığı siyah bir saç örgüsü, özellikle boynunda ve cılız ama yine de güzel kollarında iyice belirginleşen mat bir teni vardı. Hareketlerinin uyumluluğu ve yumuşaklığı, elleriyle parmaklarının zarifliği ve esnekliği; biraz açıkgöz, ihtiyatlı, hatta yapmacık davranışları ile henüz tam biçimlenmemiş ama çok güzel bir şey olacağı şimdiden belli bir kedi yavrusunu andırmaktaydı. Çevresinde konuşulanlara ilgi duyduğunu küçük bir gülümseyişle belirtmeye alışmıştı ama gözleri, kendisine rağmen askere gitmeye hazırlanan cousin’ine,[134 - Yeğenine.] uzun kalın kirpiklerinin altından öylesine sırılsıklam âşık bir genç kız tutkunluğuyla bakarken hiç kimseyi bir an bile aldatamazdı bu gülümseyişi. Küçük kedinin, ilk fırsatta daha istekli olarak sıçrayıp Boris ve Nataşa gibi salonu terk eder etmez cousin’iyle oynamaya başlamak için beklediği, hemen belli oluyordu.
İhtiyar Kont, ziyaretçi hanıma, oğlu Nikolay’ı göstererek açıkladı:
“Evet, ma chère. Arkadaşı Boris subaylığa yükselince benim Nikolay da dostluk dayanışmasıyla, ondan geri durmamayı kararlaştırdı; üniversiteyi ve ihtiyar babasını terk ediyor işte. Askerlik mesleğini seçti, ma chère. Oysa arşivlerde yeri hazır, onu bekliyordu. Dostluk işte!”
Soran bir tavırla söylemişti bu son sözünü kont.
Ziyaretçi hanımsa başka bir konuya ilgi gösterir görünme yolunu seçti:
“Gerçekten de savaş ilan edildi diyorlar…”
“Ne zamandır söyleniyor?” dedi Kont. “Bu sefer de öyle olacaktır, görürsünüz; lafı edildiğiyle kalacaktır iş.”
Sonra da elinde olmaksızın tekrarladı:
“Dostluk işte, ma chère! Hafif Süvari Alayı’na giriyor…”
Ne cevap vereceğini şaşıran ziyaretçi hanım, başını sallayabildi ancak. Asıl cevap, Nikolay’ın kendisinden geldi:
“Dostluk için yapmıyorum o işi ben. Katiyen dostluk için yapmıyorum! Sadece ve sadece, içimde askerlik mesleğine karşı bir istek duyduğumdan yapıyorum.”
Ağır bir iftira karşısında kendisini savunur gibi söylemişti bunları, söylerken de kıpkırmızı kesilmişti. Yeğeni Sonya ile ziyaretçi hanımın genç kızına bir bakış attı. Her ikisi de ona, onaylayan bir gülümseyişle bakıyorlardı. Kont konuştu yeniden:
“Pavlograd Hafif Süvari Alayı Kumandanı Schubert de akşam yemeğine bizde. İznini burada geçirmekteydi. Dönerken Nikolay’ı birlikte götürecek. İşte böyle, ne yapalım?”
Oğlunun kararının Kont’a acı verdiği anlaşılıyordu. Gerçi şaka eder gibi bir tonla konuşmuştu ama susarken de çaresizlik içinde omuz silkmekten kendisini alamamıştı. Nikolay atıldı:
“Baba, gitmemi istemediğiniz takdirde kalacağımı size daha önce de söylemiştim. Ama biliyorum ki askerlikten başka hiçbir iş yapamam ben. Diplomat ya da memur olmak için yaratılmamışım…”
Bu son iddiasının gerekçesini de genç kızlara çapkınca yönelttiği kaçamak bir bakışla gülümseyerek açıkladı:
“Her şeyden önce, duygularımı gizlemesini bilmiyorum.”
Küçük dişi kedinin gözleri, iki ok gibi Nikolay’a çevrilmişti; her an sıçramaya hazır bekliyordu.
“Peki, peki.” dedi İhtiyar Kont. “Hemen parlıyor, görüyorsunuz. Hep o Bonapart, başlarını döndürdü bunların! Neymiş? Teğmenken imparator olmuş! Dönüp dolaşıp bunu söylemekteler…”
Bir an durdu Kont Rostof, sonra da ziyaretçi hanımın yüzünde şöyle bir dalgalanan alaycı gülümseyişi fark etmeksizin ekledi:
“Tanrı’nın işi, ne var bunda yani? Tanrı istemese olabilir miydi?”
Ve büyükler böylece, Bonapart hakkında konuşmaya giriştiler. Bu arada Bayan Karagina’nın kızı Jülia, genç Rostof’a dönmüş ve tatlı tatlı gülümseyerek sormuştu:
“Perşembe günü Arharoflara gelmediniz? Gözlerimiz hep sizi aradı. Hele ben, çok sıkıldım.”
Gururu okşanan delikanlı gelip yanına oturdu Jülia’nın ve genç kızla konuşmaya başladı gülümseyerek. Bu gülümseyişinin kıskanç Sonya’nın yüreğine bir hançer gibi saplandığını fark etmemişti. Kıpkırmızıydı Sonya, zoraki gülümsüyordu. Nitekim delikanlı, Jülia’yla konuşurken bir ara ona baktığında genç kız; dudaklarında hep o zoraki gülümseyiş ve gözlerinde zor zapt ettiği yaşlarla birdenbire kalktı. Çıkmadan önce Nikolay’a tutkuyla kırbaçlanan bir öfkeyle bakmaktan da kendisini alamamıştı. Delikanlının bütün heyecanı sönüverdi bir anda. Konuşmaya verilecek ilk arayı bekledi ve yüzü bozguna uğramış bir hâlde çıktı Sonya’nın ardından.
“Bütün bu gençlerin sırları nasıl da apaçık ortada, ey Tanrı!”
Çıkmakta olan Nikolay’ı başıyla işaret ederek söylemişti bunu Anna Mihailovna. Hemen ekledi:
“Cousinage, dangereux voisinage.”[135 - “Yeğenlik, tehlikeli yakınlık.”]
Kontes; gençlerle birlikte salona dolan güneş ışığı yitip gidince hiç kimsenin kendisine yöneltmediği ama onu sürekli kaygılandıran bir soruya cevap verir gibi “Doğru, evet.” dedi. “Bizleri bir an sevince gark etmeleri için ne kadar acı çekmemiz, ne denli derin endişelere katlanmamız gerektiğini düşünüyorum da! Şimdi bile, korktuğumuz kadar sevinemez durumdayız aslında. Sonu gelmeyen bir tasa içinde yaşıyoruz hepimiz! Zira gerek kız ve gerekse erkek çocuklarımız, sayılamayacak kadar çok tehlikeyle dolu çağlarını yaşamaktalar.”
“Her şey eğitime bağlı…” dedi ziyaretçi hanım.
“Evet, haklısınız… Ben kendi payıma, Tanrı’ya şükür, çocuklarımın dostu olarak kaldım hep bugüne kadar…”
Kontes de çocuklarının kendilerinden saklayacağı hiçbir şeyi olamayacağını sanan sayısız ana babanın yanılgısına düşüyordu. Şöyle devam etti:
“Biliyorum ki bundan böyle de kızlarımın ilk confidente’ı[136 - Sırdaş] daima ben olacağım. Ayrıca yine biliyorum ki Nikolay, o taşkın karakteri gereği günün birinde birtakım çılgınlıklar yapacaktır -hiçbir erkek çocuğu bu tür davranışlardan kendisini sıyıramaz- ama bunlar katiyen o Petersburglu bayların şımarıklıklarına benzemeyecektir.”
Çetrefilli sorunları daima, her şeyi “çok cici” bularak çözüme ulaştıran Kont da doğruladı bu görüşü.
“Evet evet…” dedi. “Çok iyi, çok cici çocuklardır bizim çocuklarımız! Düşünün hele bir, hafif süvari olmak istiyor! Gelgelelim yapacak hiçbir şey yok, ma chère, yapacak hiçbir şey yok!”
“Ne kadar tatlı bir küçük kızınız var!” dedi ziyaretçi hanım. “Cıva gibi bir şey!”
Kont bunu da onayladı:
“Evet evet, cıva gibi tıpkı! Bana çekmiş! Ve bir de sesi var ki sormayın! Yoo yoo, istediği kadar kızım olsun, ben hakikati söylemeden edemem. Bir opera şarkıcısı olacak Nataşa, yeni bir Salomoni olacak. Zaten bir İtalyan öğretmenle anlaştık, ona ders vermesi için…”
“Pek erken sayılmaz mı? Bu yaşta öğrenime başlamanın ses bakımından iyi sonuç doğurmadığı söylenir de…”
“Ne münasebet efendim, niçin pek erken olsun ki?” diye cevap verdi kont. “Ya henüz on iki on üç yaşında evlendirilen annelerimize ne diyeceğiz bu durumda?”
“Daha şimdiden Boris’e âşık. Ne dersiniz siz bu işe?”
Kontes’ti konuşan. Tatlı tatlı gülümseyerek Boris’in annesine bakıp da söylemişti bunları. Sonra da kendisini öteden beri kaygılandıran düşünceye cevap verir gibi devam etti:
“Dedim ya demin size; onu biraz katı kurallar içinde yetiştirmiş, ona birtakım şeyleri yasaklamış olsaydım şimdi kuytuda kim bilir neler yaparlardı gizli gizli!”
“Öpüşürlerdi.” demek istemişti kontes. Bir an daldıktan sonra sözlerini şöyle tamamladı:
“Oysa şimdi ne zaman ne yapacağını, ne söyleyeceğini gayet iyi biliyorum. Her akşam uyumadan önce kendisi koşuyor odama ve bütün olup bitenleri ilkin bana anlatıyor. Belki de şımartmış oluyorum onu böylece ama inanıyorum ki böylesi çok daha iyi. Büyük kızımı çok katı kurallar içinde yetiştirdim zira…”
“Gerçekten de ben bambaşka bir şekilde yetiştirildim.”
Güzel, genç Kontes Vera; gülümseyerek söylemişti bunu. Ama bu gülümseyiş, genellikle olduğu gibi yüzünü güzelleştirmemiş; tam tersine doğal olmayan, dolayısıyla da nahoş bir ifade vermişti çizgilerine. Oysa sadece güzel değil, aynı zamanda zeki ve terbiyeliydi de. Kusursuz bir öğrenim görmüştü, üstelik çok tatlı bir sesi vardı. Her şeyden önemlisi, şu söylediği şey -yani bambaşka bir şekilde yetiştirilmiş olduğu- hem doğru hem de yerinde söylenmişti. Gelgelelim -gariptir ya- gerek ziyaretçi hanım ve gerekse bizzat Kontes, genç kızın bunu niçin söylediğini anlamamış gibi baktılar ona. Âdeta huzurları kaçmıştı…
“Büyük çocukların üzerine titremek gelenektendir.” dedi ziyaretçi hanım. “Olağanüstü birer insan olmalarını bekleriz ilk çocuklarımızın hep…”
“İster istemez itiraf etmek gerekiyor, ma chère!” diye atıldı Kont.
“Benim küçük Kontesim, gerçekten de Vera’nın üzerine titredi hep.
Ama ne olmuş yani?”
Vera’ya keyifle göz kırparak tamamladı sözlerini:
“Çok cici bir kız değil mi, şimdi benim büyük kızım!”
Bayan Karagina ve genç kızı, akşam yemeğine gelmeyi vadederek kalkmışlardı. Onları salonun kapısına kadar uğurladıktan sonra “Bu ne biçim nezaket, ey Tanrı’m!” dedi Kontes. “Neredeyse çakılıp kalacaklardı buraya!”
X
Salondan koşarak çıkan Nataşa, kış bahçesine gelir gelmez durmuştu. Salondan gelen seslere kulak kabarttı bir süre. Aslında Boris’in gelmesini bekliyordu. Sabrı tükenmeye başlamıştı bile, delikanlı birazcık daha gecikse ağlayacaktı. Ve tam o sırada Boris’in ayak seslerini işitti. Acele etmeden geliyordu Boris, ne yavaş ne de hızlı.
Bir sıçrayışta tahta çiçek saksılarının arkasına atlayıp gizlendi Nataşa.
Boris, odanın ortasında durmuştu. Çevresine bakındı önce üniformasının kolundaki tozları silerek. Sonra da aynaya doğru ilerleyip biçimli yüzünü incelemeye başladı. Nataşa; pususunda sessiz ve hareketsiz, onu izlemekteydi. Bakalım, ne yapacaktı? Bir süre aynanın karşısında kaldı Boris, gülümsedi kendi kendine ve çıkış kapısına doğru yürüdü. Nataşa seslenip çağırmak istedi onu ilkin ama hemen vazgeçti.
Arasın… dedi içinden.
Boris henüz çıkmıştı ki bir başka kapıdan Sonya girdi içeri. Yüzü kıpkırmızıydı. Hem ağlıyor hem de öfkeyle bir şeyler mırıldanıyordu… Nataşa’nın ilk hareketi, ona koşmak için atılmak olmuştu ama son anda yine tutmuştu kendisini. Böylece pususunda, insanı görünmez kılan sihirli bir şapkanın altına girmiş gibiydi ve dünyada olup bitenleri gözlemekteydi. Bundan da özel bir zevk alıyordu üstelik. Yepyeni bir zevk… Salon kapısına doğru öfkeyle bakarak bir şeyler mırıldanıyordu hep Sonya. Ve kapıda, çok geçmeden Nikolay belirdi. Genç kıza doğru seğirterek “Sonya!” dedi. “Neyin var, ne oldu sana? Böyle davranmak hiç yakışık alır mı?”
Boğulur gibiydi Sonya.
“Hiç… Hiçbir şeyim yok! Bırakın beni lütfen!” diyebildi ancak.
Ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
“Var. Ve ne olduğunu biliyorum ben…”
“Biliyorsanız tamam işte! Ne arıyorsunuz burada artık? Onun yanına gidin hadi!”
“Sonyaaa! Bir tek şey söyleyeceğim sadece! Temelsiz bir varsayım uğruna hem kendini hem de beni nasıl üzersin?”
Nikolay, bunları söylerken genç kızın elini ellerinin arasına almıştı.
Nataşa ise hiç kımıldamaksızın ve soluğunu tutarak ışıldayan gözlerle onları izliyordu pususundan. Peki şimdi ne olacak acaba? diye geçiriyordu içinden.
“Sonya, dünyada senden başka hiç kimseye ihtiyacım yok!” diyordu Nikolay. “Benim için bu dünyada sadece sen varsın! Sadece sen, anlıyor musun? Ve ben bunu sana ispatlayacağım.”
“Benimle böyle konuşman hiç hoşuma gitmiyor.”
“Peki öyleyse bir daha yapmam. Tamam mı? Bağışla beni, Sonya!”
Nikolay, bunları söyler söylemez genç kızı kendisine çekip dudaklarından öpmüştü…
Nataşa, İşte bu güzel! dedi kendi kendine ve Sonya ile Nikolay’ın ardından dışarı çıkıp Boris’i çağırdı şeytani bir edayla.
“Benimle birlikte gelin, Boris. Size çok önemli bir şey söyleyeceğim…”
Böylece delikanlıyı kış bahçesinde tahta saksıların arasında gizlendiği yere doğru sürüklüyordu. Boris, hep gülümseyerek izlemekteydi onu. Nataşa durdu nihayet ve delikanlı sordu:
“Nedir söz konusu olan?”
Birden ne yapacağını şaşırmıştı Nataşa. Ne yapması gerektiğini kestiremeksizin çevresine bakındı. Saksılardan birinin üzerine gelişigüzel bırakılmış oyuncak bebeği gördü, uzanarak aldı ve Boris’e uzatarak “Öpün bebeği.” dedi.
Boris, küçük kızın heyecanla ürperen yüzünü dikkatli ve sevgi dolu bakışlarla süzüyordu hiç cevap vermeksizin.
“Demek ki istemiyorsunuz? Öyleyse buraya gelin…”
Bebeği atmış ve çiçeklerin arasına iyice sokulmuştu şimdi. Bir yandan da fısıldıyordu:
“Daha yakına, biraz daha yakınıma gelin!”
Üniformasının kol sırmasından tuttu genç subayı. Kıpkırmızı kesilen yüzünde dinî törenlere katılanlara özgü, korkuyla karışık bir ciddilik dalgalanıyordu. Heyecandan neredeyse ağlayacak bir hâlde ama yine de gülümseyerek güçlükle işitilebilen bir sesle fısıldadı:
“Peki ya beni? Beni de mi öpmek istemiyorsunuz?”
Kızarma sırası bu sefer Boris’teydi.
“Çok tuhafsınız!” diyebildi ancak.
Büsbütün kızarmıştı. Nataşa’ya doğru eğildi ve bekledi, hiçbir şey yapmaksızın…
Bunun üzerine Nataşa saksılardan birinin üzerine sıçradı. Boyu, Boris’inkini aşıyordu şimdi. Delikanlıya, ince çıplak kolları ensesinde birleşecek şekilde sarıldı ve saçlarını bir baş hareketiyle arkaya doğru savurup atarak doyasıya öptü onu dudaklarından.
Sonra da saksıların arasından süzülerek çiçeklerin öbür tarafına kaydı ve başını eğip durdu, bekledi.
“Nataşa…” dedi Boris. “Biliyorsunuz ki sizi seviyorum ama…”
Delikanlının sözünü kesti Nataşa:
“Yani bana âşık mısınız?”
“Evet, âşığım size ama çok rica ediyorum, yeniden başlamayalım her seferinde… Daha dört yıl var… Dört yıl sonra sizi resmen isteyeceğim.”
Nataşa düşündü bir an. Sonra da parmaklarıyla sayarak “On üç, on dört, on beş, on altı.” dedi. “Tamam! Kesin, değil mi?”
Aynı anda neşeli ve huzurlu bir gülümseyiş kaplamıştı yüzünü.
“Kesin.” dedi Boris.
Küçük kız yine sordu:
“Ebediyen, değil mi? Ölünceye kadar?”
Ve alabildiğine mutlu, delikanlının koluna girerek yandaki sigara içilen salona yöneldi.
XI
Aralıksız ziyaretlerden öylesine yorulmuştu ki Kontes, bundan böyle hiç kimseyi kabul etmemeye ve iyi dilek sunmak üzere gelecek ziyaretçileri akşam yemeğine beklediğini bildirtmekle yetinmeye karar vermişti. Bu kararın nedeni, sadece yorgunluk değildi aslında. Kontes, Petersburg’dan yeni gelmiş olan ve pek az görebildiği çocukluk arkadaşı Prenses Anna Mihailovna ile baş başa kalmak istiyordu.
Bayan Karagina’yla kızı gittikten sonra, zarif ama üzgün çehreli Anna Mihailovna; sandalyesini Kontes’in sandalyesine yaklaştırarak şöyle girdi söze:
“Seninle açık açık konuşacağım. Biz eski dostların sayısı gittikçe azalıyor! İşte bunun içindir ki senin dostluğuna her şeyden fazla önem veriyorum…”
Burada Vera’ya bakarak susmuştu Anna Mihailovna. Kontes, dostunun elini tutup sevgiyle sıktıktan sonra evde pek sevilmediği belli olan büyük kızına döndü:
“Vera! Nasıl oluyor da hiçbir şey anlamıyorsunuz sizler? Burada fazlalık ettiğinin farkında değil misin kuzum? Hadi sen de git kız kardeşlerinin yanına ya da başka bir şeyler yap, ne bileyim…”
Katiyen incinmemişti güzel Vera. Küçümseyici bir gülümseyişle “Daha önce söylemiş olsaydınız hemen giderdim anne.” dedi.
Ve kalkıp odasına yollandı.
Tam sigara salonunun önünden geçiyordu ki içerideki iki pencereden her birinin yanında bir çiftin oturmakta olduğunu gördü ve durdu. Yine o küçümseme dolu gülümseyiş belirdi yüzünde. Sonya, Nikolay’ın hemen yanı başına oturmuştu; delikanlı bir şeyler kopya ediyordu onun için. Yazdığı ilk aşk şiiriydi bu herhâlde. Boris’le Nataşa ise öbür pencerenin önündeydiler. Konuşuyorlardı ama Vera içeri girer girmez sustular.
Sonya ve Nataşa, suçlu ama mutlu bakışlarla süzüyorlardı Vera’yı şimdi. Aslında bu küçük âşık kızlar, sevimli ve dokunaklı bir görüntü oluşturuyordu; gelgelelim bu görüntü güzel Vera’da en ufak bir hoşluk duygusu uyandırmamış gibiydi. Nitekim sert bir sesle “Size kaç kere tembih ettim…” diye başladı söze. “Bana ait olan şeylere el sürmeyin lütfen. Yapacağınız işleri de kendi odanızda yapın.”
Bir yandan da Nikolay’ın önündeki mürekkep hokkasını kaldırıp almıştı. Delikanlı; kaleminin ucunu son bir defa hokkaya daldırırken “Tamam, tamam…” dedi. “Bir daha dokunmayız senin eşyalarına.”
“Hiçbir işi zamanında yaptığınızı görmedim…” diye devam etti Vera. “Biraz önce öyle bir girdiniz ki salona, bütün herkes sizden utandı.”
Bu eleştirinin doğruluğundan hatta kesinkes doğruluğundan ötürü cevap vermediler Vera’ya ve kendi aralarında bakışmakla yetindiler. Vera ise bir türlü gitmek bilmiyor ve hokka elinde, konuşmaya devam ediyordu:
“Sonra daha henüz çocuksunuz hepiniz. Nataşa ile Boris arasında ve siz ikiniz arasında ne gibi bir sır bulunabilir ki? Saçma sapan şeyler bütün bu yaptıklarınız!”
Uzlaşma arayan tatlı bir sesle sordu Nataşa:
“Peki ama bütün bunlar seni ne diye ilgilendiriyor Vera?”
Küçük kızın o gün her zamankinden daha iyimser ve herkese karşı daha nazik davranma arzusunda olduğu görülüyordu. Ama Vera yanaşmayacaktı ödün vermeye.
“Aptalca bir şey yaptığınız!” diye devam etti. “Sizin adınıza ben utanıyorum!”
Nataşa öfkelenmeye başlamıştı artık.
“Herkesin bir sırrı vardır…” dedi. “Biz gelip de Berg’le senin canını sıkıyor muyuz?”
“Bir de sıkacaktınız yani!” diye karşıladı saldırıyı Vera, alaycı bir sesle. “Benim yaptıklarımda hiçbir kötü ve gizli kapaklı yan yok! Ama senin Boris’le neler yaptığın, gün gibi meydanda ve ben de bunu anneme söyleyeceğim…”
“Natalya İlyinişna benimle hiçbir kötü şey yapmadı…” dedi Boris soğukkanlı bir sesle. “Bana daima iyi ve dürüst davrandı. Kendisinden en ufak bir şikâyetim yok.”
Gururu kırılmış olan Nataşa, “Bırakın Boris.” dedi öfkeden titreyen sesiyle. “Diplomatlık yapmanıza gerek yok!” Diplomat sözcüğü, o çağda, gençler tarafından özel bir anlamda çok sık kullanılıyordu. “Öfkesini nedense hep benden çıkarıyor!”
Sonra da Vera’ya dönüp ekledi:
“Hiçbir zaman anlayamazsın bunu sen çünkü hiçbir zaman hiç kimseyi sevmedin, duygusuzsun, bir Madame de Genlis’ten[137 - Madame de Genlis: Napolyon döneminde yaşamış ve yakın çevresi ile dostlarını İmparator’a, jurnal ederek hazin bir üne kavuşmuş olan, soylular sınıfından bir Fransız hanımı. (ç.n.)] başka bir şey değilsin!” Son derece onur kırıcı olarak kabul edilen bu ad, Nikolay tarafından takılmıştı Vera’ya. “En büyük zevkin de başkalarına cefa çektirmek!”
Ve bir solukta söylediği şu sözlerle tamamladı konuşmasını:
“Git, Berg’le istediğin kadar kırıştır şimdi!”
Vera’nın cevabı hazırdı:
“Orası benim bileceğim iş ama yapmayacağım bir tek şey varsa o da dünya âlemin gözleri önünde genç bir erkeğin ardından koşmaktır!”
“Tamam, tamam.” diye araya girdi Nikolay. “Muradına erdin işte nihayet! Kustun içindekini, hepimizin keyfini kaçırdın. Umarım artık memnunsundur!”
Vera’nın cevap vermesine fırsat vermeden ötekilere dönüp “Hadi, biz de çocuk odasına gidelim.” dedi.
Ve dördü birden, ürkütülmüş bir kuş sürüsü gibi aynı anda fırlayıp kapıya seğirttiler.
Vera’nın cevabı ancak orada yetişti arkalarından:
“Asıl keyfi kaçırılan biri varsa o da benim! Bütün tatsız şeyler bana söylendi, bense hiç kimseye hiçbir şey söylemedim…”
Kapanan kapının ardından sesler yükseldi:
“Madame de Genlis! Madame de Genlis!..”
Bütün herkes üzerinde bu tatsız ve sinir bozucu etkiyi uyandıran güzel Vera gülümsedi ve kendisine söylenenlere hiç mi hiç aldırış etmediği belliydi. Gülümseyerek aynaya yaklaşıp başörtüsünü ve saçlarını düzeltti. Yüzünü seyrederken bir kat daha duygusuzlaştığı, hemen fark ediliyordu.
Salondaki sohbet koyulaşmıştı iyice.
“Ah! Chère.”[138 - “Azizem.”] diyordu Kontes. “Benim hayatımda da tout n’est pas rose.[139 - “Bütün her şey tozpembe değil.”] Du train que nous allons,[140 - “Bu gidişle…”] servetimizin uzun zaman dayanmayacağını ben görmüyor muyum sanıyorsun? Ve bunun suçu kulüpte, kulübün cömertliğinde… Taşrada bile şöyle bir durup oturmak yok ki bize, şöyle bir dinlenmek yok ki! Gösteriler, gezintiler, ziyaretler, av, şu bu derken günler geçip gidiyor… Neyse! Benim gailem anlatmakla tükenmez, tükense de bir işe yaramaz. Gelelim sana: Anlat bakalım, ne yaptın, nasıl hallettin? Seni gördükçe şaşırıyorum doğrusu Annette![141 - Anna.] Nasıl oluyor da bu yaşta Moskova, Petersburg demeden oradan oraya koşup bütün bakanlara ve önde gelen kimselere ulaşabiliyorsun kuzum? Hem de tek başına ve onların her biriyle ayrı ayrı mücadele ederek! Hayranım sana, inan! Eveeeet, şimdi anlat bakalım neler olup bitti? Benim aklım hiç ermiyor böyle işlere… Bazı şeyleri bir türlü öğrenemedim gitti!”
“Ah! Sevgili dostum!” diye konuşmaya başladı Prenses Anna Mihailovna. “Tanrı’ya dua edelim de taparcasına sevilen bir erkek çocukla dul ve dayanaksız kalmanın ne yaman bir çile olduğunu hiçbir zaman öğrenme!”
İçini çektikten sonra, biraz da gururlu bir sesle “İnsan mecbur kalınca her şeyi öğreniyor.” dedi. “Ben de öğrendim. Nitekim mevki sahibi kişilerden birine ihtiyacım olduğu vakit hemen bir pusula yazıp yolluyorum önce. ‘La princesse une telle,[142 - “Prenses falanca.”] falanca ile görüşmek arzusundadır…’ diye, sonra da bir arabaya atladığım gibi gidiyorum. İstediğimi elde edinceye kadar gidiyorum, gerekirse üç dört kere! Ve hakkımda ne düşünecekleri umurumda bile değil!”
“Peki ama kimin yardımına başvurdun Boris için?” diye sordu kontes. “Çünkü oğlun Muhafız Alayı’na subay oldu bile, oysa benim Nikolay henüz subay adayı. Onun işini halledecek hiç kimse yok! Kim sana yardım etti?”
“Prens Vasili. Bilsen ne kadar nazikti! İstediğim bütün her şeye hiç naz etmeksizin evet dedi ve hemen ertesi gün İmparator’la konuştu…”
Prenses Anna Mihailovna büyük bir coşkunluk içinde söylemişti bunları. Amacına ulaşabilmek için ne kadar küçülmesi gerektiğini tamamıyla unutmuş görünmekteydi. Kontes sordu:
“Prens Vasili de yaşlandı artık, öyle değil mi? Rumyantseflerdeki tiyatro gösterilerinden bu yana kendisini görmedim. Beni unutmuştur herhâlde. II me faisait la cour.”[143 - “Kur yapmıştı bana.”]
Anılarını tazelediği bu son cümleyi gülümseyerek eklemişti. Anna Mihailovna şöyle cevap verdi ona:
“Hep o aynı Prens Vasili, sanki hiç değişmemiş! Yine eskisi gibi sevimli, cana yakın, nazik ve yararlı olmak için çırpınan kişi. Les grandeurs ne lui ont pas tourné la tête du tout.[144 - “Eriştiği mevkiler başını döndürmemiş katiyen.”] Ne dedi bana, bilir misin?
‘Sevgili Prenses…’ dedi. ‘Sizin için ne yapsam azdır, buyurun emredin!’ Gerçekten yiğit bir adam ve kusursuz bir akraba.”
Burada bir an durdu ve iç geçirdi Anna Mihailovna. Sonra sesini alçaltarak derin bir hüzünle devam etti:
“Ama benim oğluma nasıl bir sevgiyle bağlı olduğumu bilirsin Nathalie.[145 - Natalya.] Ve yine çok iyi bilirsin ki onun mutluluğu için yapmayacağım hiçbir şey yoktur. Oysa işlerim öylesine kötü, öylesine kötü gidiyor ki bugün gerçekten korkunç bir duruma düşmüş bulunmaktayım. Açtığım o talihsiz dava, varımı yoğumu yuttuğu gibi hep yerinde saymakta. Cebimde, à la lettre,[146 - Tam anlamıyla.] düşün ki bir tek metelik kalmadı ve ben, şu anda Boris’in subaylığı için gerekli masrafları nasıl karşılayacağımı bilemiyorum!”
Bunları söylerken mendilini çıkarmış ve ağlamaya başlamıştı. Şöyle sürdürdü konuşmasını.
“Beş yüz rubleye ihtiyacım var, oysa üzerimde sadece yirmi beş ruble kadar bir para bulunuyor. Öylesine korkunç bir durumdayım ki ne yapacağımı şaşırdım. Şimdi tek umudum, Kont Kiril Vladimiroviç Bezuhof’ta. Boris’in vaftiz babasıdır, biliyorsun, Kont. Eğer vaftiz oğluna yardım olarak bir miktar para vermezse bütün girişimlerim boşa çıkmış olacak. Boris’e gerekli olan şeyleri benim tek başıma sağlamam imkânsızdır…”
Kontes’in de gözleri yaşarmıştı şimdi. Sessizce düşünüyordu. Prenses Anna Mihailovna devam etti:
“Zaman zaman diyorum ki kendi kendime, bunun belki de bir günah olduğunu düşüne düşüne diyorum ki: İşte önümüzde Kont Kiril Vladimiroviç… Tek başına yaşayan bir adam… Muazzam bir servet sahibi… Peki ama niçin yaşıyor? Hayat onun için çekilmez bir yük şu anda; oysa Boris, daha yeni atılıyor hayata… Öyle değil mi?”
“Boris’e herhâlde bir miktar miras bırakacaktır…” dedi Kontes.
“Orasını sadece Tanrı biliyor, chère amie![147 - “Sevgili dostum!”] O karunlar, o büyük para babaları, öyle bencil oluyor ki… Ama çaresiz, Boris’le birlikte şimdi gidip ziyaret edeceğim onu ve durumu açıkça söyleyeceğim. İsteyen istediğini düşünsün benim hakkımda, umurumda değil. Gerçekten değil. Çünkü oğlumun kaderi söz konusu…”
Anna Mihailovna, gitmek üzere ayağa kalkmıştı.
“Saat iki.” dedi. “Sizse yemeğe dörtte oturuyorsunuz. O zamana kadar dönmüş olurum herhâlde.”
Ve Prenses, zamanın değerini gayet iyi bilen Petersburglu pratik bir hanım tavrıyla oğlunu çağırtıp hole doğru yürüdü. Sonra da kendisini kapıya kadar geçiren Kontes’e veda ederken oğlunun işitmemesi için “Bana iyi şanslar dile, ne olur…” diye fısıldadı.
Yemek salonundan Kont’un sesi yükseldi önce, sonra da kendisi göründü holün girişinde.
“Kont Kiril Vladimiroviç’e mi gidiyorsunuz, ma chère? Kont’un sağlığı biraz düzeldiyse Piyer’e yemeğe gelmesini söyleyin lütfen. Eskiden sık sık ziyarete gelirdi bizi, çocuklarla dans ederdi. Mutlaka çağırın onu, ma chère… İhmal etmeyin… Mutlaka bizim Taras’ın hüner gösterme günü. Dediğine bakılırsa Kont Orlof’un sarayında bile böyle bir akşam yemeği görülmemiş daha bugüne kadar!”
XII
Anne ile oğulu taşıyan Kontes Rostova’nın arabası, zemini samanla örtülü sokağı aşıp da Kont Kiril Vladimiroviç Bezuhof’un konağının geniş avlusuna girdiğinde Prenses Anna Mihailovna; oğluna hafifçe “Sevgili Boris.” demişti.
Sonra da elini, ürkekçe ama bir o kadar da sevgiyle uzatarak oğlunun elinin üzerine koyup eklemişti:
“Mon cher Boris,[148 - “Canım oğlum Boris.”] sevimli ol lütfen, nazik ol. Unutma ki Kont Kiril Vladimiroviç ne de olsa senin vaftiz babandır ve geleceğin ona bağlı bulunuyor. Bunu unutma, mon cher,[149 - “Canım.”] her zamanki gibi cana yakın ve nazik ol…”
Buz gibi bir sesle cevap verdi Boris: “Alçalma ve küçülmeden başka bir sonuç çıkacağını bilmiş olsam, yine neyse… Ama size söz verdim ve bunu, sadece size söz verdiğim için yapıyorum.”
Anne ile oğul, adlarını vermeksizin doğrudan doğruya, duvarlardaki gözlerde iki sıra heykelle süslü camlı hole girmişlerdi. İki kapıcı, avludaki arabayı görmüş olduğu hâlde ziyaretçileri tepeden tırnağa süzüp Prenses’in eski giysilerine anlamlı bir bakış attıktan sonra, prensesleri mi yoksa Kont’u mu görmek istediklerini sordu; Kont’u görmek istediklerini öğrenince de Ekselanslarının, sağlık durumlarının biraz daha ağırlaşması nedeniyle bugün hiç kimseyi kabul etmediklerini söyledi.
Boris, “Dönelim.” dedi Fransızca olarak.
Yalvaran bir sesle konuştu annesi:
“Mon ami!”[150 - “Yavrum!”]
Bunu söylerken yeniden eline dokunmuştu oğlunun. Bu temasta, onu yatıştırabilecek ya da harekete geçirecek bir güç varmış gibi…
Boris sustu ve paltosunu çıkarmaksızın soran gözlerle annesine baktı. Anna Mihailoviç yumuşak bir sesle “Kont Kiril Vladimiroviç’in çok hasta olduğunu biliyorum aslanım…” dedi kapıcıya. “Zaten bunun için geldim buraya… Akrabasıyım… Kimseyi rahatsız etmem aslanım… Sadece Prens Vasili Sergeyeviç’i görmem gerekiyor. Burada olduğunu biliyorum. Geldiğimizi lütfen haber ver.”
Kapıcı somurtkan bir yüzle çıngırağın kordonunu çekip döndü ve yukarıdaki merdiven sahanlığının üzerinden sarkan bir uşağa seslendi:
“Prenses Drubetskaya, Prens Vasili Sergeyeviç’i ziyarete geliyor.”
Anna Mihailovna, ipek giysisinin kıvrımlarını düzelttikten sonra duvarda asılı duran büyük Venedik aynasında kendisine bir göz attı ve halı kaplı merdiveni çevik adımlarla tırmanmaya koyuldu, topukları aşınmış ayakkabılarıyla…
Merdivene yönelmeden önce oğlunu elinin temasıyla yüreklendirerek “Mon cher, vous m’avez promist.”[151 - “Sevgili yavrum, bana söz verdiniz.”] demişti yeniden.
Boris, yere bakarak sakin bir şekilde annesini izlemekteydi.
Bir kapıyla Prens Vasili’ye ayrılmış daireye açılan büyük bir salona girdiler.
Salonun ortasına gelmişlerdi ve girdiklerinde kendilerine doğru seğirten yaşlı uşağa yol sormak üzerelerdi ki kapılardan birinin bronz sapı döndü ve ev kıyafetiyle, yakasında bir tek madalya bulunan kürk kaplamalı kadife ceketle Prens Vasili belirdi. Yanında esmer, yakışıklı bir adam vardı. Petersburg’un ünlü hekimi Lorrain’di bu.
“C’est done positif?”[152 - “Yani olumlu, diyorsunuz?”] diye sordu Prens.
Hekim, “r”leri boğazında yuvarlayarak ve Latince sözcükleri Fransızvari telaffuz ederek cevap verdi:
“Mon Prince emre humanum est, mais?..”[153 - “Errare humanum est (Beşer şaşar.), Prensim. Ama?..”]
“C’est bien, c’est bien.”[154 - “Anlaşıldı, evet. Anlaşıldı.”]
Prens Vasili, Anna Mihailovna ile oğlunu görünce hafifçe eğilerek hekimle vedalaştı ve sessizce ama soran bakışlarla ilerledi onlara doğru. Boris, annesinin gözlerinde birdenbire derin bir üzüntünün parıldayıp söndüğünü gördü ve belli belirsiz gülümsedi.
“Demek bu hazin şartlar içinde yeniden karşılaşmak nasipmiş bize, Prens! Aziz hastamızın sağlık durumu nasıl?”
Prens Vasili’nin üzerine dikilen soğuk ve küçültücü bakışını görmezlikten gelerek sormuştu bunu Anna Mihailovna.
Ne yapması gerektiğini tam olarak kestirememiş gibiydi Prens Vasili, kadına bir süre daha baktıktan sonra gözlerini Boris’e çevirdi. Kibarca eğilerek selam verdi delikanlı. Prens Vasili selamı almaksızın Anna Mihailovna’ya döndü yeniden ve Prenses’in sorusuna, hasta için en ufak bir umut dahi taşımadığını gösterir bir şekilde başını eğip dudaklarını büzerek cevap verdi.
“Hiç olur mu, olabilir mi hiç?” diye haykırdı Anna Mihailovna. “Çok acı bir şey bu! Korkunç bir şey!” Başıyla Boris’i işaret ederek ekledi hemen:
“Oğlum… Kendisi size şahsen teşekkür etmek istedi.”
Yeniden kibarca eğildi Boris:
“Şuna inanınız ki Prens, bir anne kalbi bizim için yapmış olduklarınızı asla unutamaz.”
“Sizi hoşnut etme fırsatını bulabildiğim için mutluyum, inanın, Anna Mihailovna.”
Prens Vasili, bunu söylerken eliyle göğüs süsünü düzeltmiş ve gerek hareketleri gerekse ses tonuyla Anna Mihailovna’ya karşı burada, Moskova’da, Petersburg’da; Annette Şerer’in gece toplantısında olduğundan çok daha kurumlu bir tavır takınmıştı. Hemen ardından da Boris’e dönerek oturaklı bir sesle ekledi:
“Görevinizi gereğince yapmaya ve buna layık olduğunuzu göstermeye gayret ediniz. Sizi tanıdığıma memnun oldum…”
Ve donuk bir sesle sordu:
“Burada, izinde misiniz?”
“Görev yerime gitmek için emir bekliyorum, Ekselans.”
Prens’in kırıcılığa kaçan ses tonu karşısında hiçbir alınganlığa kapılmaksızın ve konuşmayı sürdürme konusunda en ufak bir isteklilik göstermeksizin cevap vermişti Boris. Ayrıca o kadar rahat ve aynı zamanda saygılı bir tavırla konuşmuştu ki Prens, delikanlıya dikkatle bakmaktan kendisini alamadı.
“Annenizin yanında mı kalıyorsunuz?”
“Kontes Rostovalarda kalıyorum.” dedi Boris ve yeniden ekledi “Ekselans.”
Açıklama gereğini duydu Anna Mihailovna:
“İlya Rostof’la evlenmiş olan Nathalie[155 - Natalya.] Şinşina’dan söz ediyor…” dedi.
“Biliyorum, evet biliyorum…” dedi Prens Vasili monoton sesiyle. “Je n’ai jamais pu concevoir comment Nathalie s’est décidée à épouser cet ours mal léché! Un personnage complètement stupide et ridicule. Et joueur à ce qu’on dit.”[156 - “Natalya’nın nasıl olup da o hödükle evlendiğine bir türlü akıl erdiremedim gitti! Alabildiğine ahmak ve gülünç bir adam. Denildiğine göre, kumarbazmış da.”]
“Mais très brave homme, mon Prince.”[157 - “Ama çok mert bir insan, Prensim.”]
Sevecen bir tavırla gülümseyerek konuşmuştu Anna Mihailovna. Kont Rostof’un, bu nitelendirmeyi fazlasıyla hak ettiğini bildiği hâlde, esirgenmesi gerektiğini belirtmek ister gibiydi. Kısa bir sessizlikten sonra sordu:
“Hekimler ne diyor?”
Gözyaşlarının izini taşıyan yüzünde yine o derin üzüntü dalgalanmıştı. Prens’in cevabı kısa ve kesindi:
“Pek az umut var.”
“Vah ki nasıl vah! Bilseniz, ben de gerek bana ve gerekse Boris’e yaptığı iyiliklerden dolayı amcama son bir kez daha teşekkür etmeyi ne kadar ama ne kadar çok istiyordum! C’est son filleul…”[158 - “Boris vaftiz oğludur da…”]
Prens Vasili’yi son derece sevindirecek bir haber verir gibi eklemişti bu son açıklamayı…
Birden düşünceye daldı Prens ve kaşlarını çattı.
Anna Mihailovna, Prens’in onda, Kont Bezuhof’un yeni bir mirasçısını görüp korktuğunu anlamıştı hemen ve Prens Vasili’ye, bu konuda hiçbir kişisel iddiası olmadığına dair güvence vermeye girişti:
“Amcama beslediğim candan sevgi ve derin bağlılık olmamış olsa inanın, katiyen gelmezdim.” diye başladı.
“Amcam” sözcüğünü ancak söylediğinden emin olanlara özgü bir rahatlıkla önemsemeksizin telaffuz etmişti. Şöyle sürdürdü konuşmasını:
“Onun ne kadar soylu ve dürüst bir karaktere sahip olduğunu bilmez değilim. Ama şu sırada yanında, kendisine yardım etmek üzere, prenseslerden başka hiç kimse yok. Onlar da henüz o kadar genç ve tecrübesizler ki! Hele bu gibi durumlarda…”
Sonra başını Prens’e doğru uzatıp fısıltı hâlinde sordu:
“Son görevlerini yerine getirdi mi acaba? İnsanın hayattaki şu son anları, dinî ödevlerimiz bakımından ne kadar değerlidir bilemezsiniz! Hiçbir şey bu derece önemli olamaz, Prens. Eğer dediğiniz gibi çok düşkün bir hâldeyse kendisini mutlaka hazırlamak gerekir…”
Tatlı bir gülümseyişle şöyle tamamladı sözlerini:
“Biz kadınlar; böyle zamanlarda gerekli sözleri söylemesini iyi beceririz, Prens. Mutlaka görmeliyim onu. Gerçi bu beni perişan edecektir ama varsın öyle olsun! Acı çekmeye alışkınım ben, anlıyorsunuz değil mi?..”
Görüldüğü kadarıyla, çok iyi anlamıştı Prens. Anna Mihailovna’dan kurtulmak hemen hemen imkânsızdı. Tıpkı Annette Şerer’in gece toplantısında olduğu gibi…
“Bu görüşmenin ona acı vermesinden korkarım, chére[159 - Sevgili.] Anna Mihailovna…” dedi. “Bu akşam geçsin hele bir, hekimler yeni bir kriz ihtimalinden söz ediyor.”
“Ama böyle zamanlarda beklemek son derece yanlış bir iş olur, Prens. Pensez, il y va du salut de son âme… Ah! C’est terrible, les devoirs d’un chrétien!”[160 - “Düşünün ki ruhunun selameti buna bağlı… Ey Tanrı, ne korkunç şeydir bir Hristiyan’ın görevleri!”]
Tam o sırada, dipteki dairelerden birinin kapısı açılmış ve Kont’un yeğenlerinden bir prenses içeri girmişti. Gövdesinin üst kısmı bacaklarına oranla insana şaşkınlık verecek kadar uzun olan, asık suratlı ve soğuk bir kadındı bu…
Prens Vasili ona dönerek sordu:
“Nasıl gidiyor? Bir düzelme var mı?”
“Hiçbir değişiklik yok. Zaten bu gürültüyle hiç olur mu?”
Bunu söylerken bir yabancıya bakar gibi uzun uzun Anna Mihailovna’ya bakmıştı prenses. Prenses Drubetskaya bu bakışı fark etmedi sanki; hızlı ve çevik adımlarla Kont’un yeğenine doğru ilerledi ve mutlu bir gülümseyişle “Ah! chère, je ne vous reconnaissais pas.”[161 - “Ah hayatım! Az kaldı sizi tanıyamayacaktım.”] dedi.
Hemen ardından da gözlerini merhametle süzerek ekledi:
“Je viens d’arriver et je suis à vous pour vous aider à soigner mon oncle. J’imagine combien vous avez souffert…”[162 - “Daha henüz geldim. Şimdi artık amcacığıma bakmak konusunda sizlere yardım edebilirim. Düşünüyorum da kim bilir nasıl acı çekmişsinizdir…”]
Cevap vermedi prenses, gülümsemedi bile ve hemen çıktı. Konağa girdiğinden beri verdiği mücadelede bir hayli avantaj sağlamış olan Anna Mihailovna, bu kazançla şimdilik yetinerek eldivenlerini çıkarıp bir koltuğa yerleşti; sonra da yanındaki koltuğu işaret ederek Prens Vasili’yi de çağırdı oturması için ve oğluna döndü. Gülümseyerek “Boris…” dedi. “Ben Kont’u, amcamı, görmeye gideceğim birazdan. Bu arada sen de git Piyer’i gör, mon ami[163 - Hayatım.] ve ona Rostofların davetini iletmeyi unutma. Biliyorsun, akşam yemeğine çağırdılar kendisini…”
Prens’e döndü yeniden.
“Sanırım gitmeyecektir?”
Neşesi artık tamamıyla kaçmış olan Prens, “Tam tersine.” diye cevap verdi. “Je serais très content si vous me débarrassiez de ce jeune homme…”[164 - “O delikanlıyı başımdan alacak olursanız memnun kalırım.”]
Omuz silkerek sustu. Boris’e yol göstermek üzere çağrılan uşak, delikanlıyı aşağıya indirip bir başka merdivenden Pyotr Kiriloviç’in dairesine çıkardı.
XIII
Gerçekten de Piyer, Petersburg’da kendisine bir meslek seçecek vakit bulamamış ve rezalet çıkarmaktan dolayı Moskova’ya sürgün edilmişti. Yani Kont Rostof’un konağında anlatılanlar doğruydu. Komiserin ayıya bağlanıp ırmağa atılmasında da rolü vardı. Birkaç gün önce gelmişti Moskova’ya ve her zaman olduğu gibi babasının konağındaydı. Marifetinin Moskova’da çoktan işitilmiş ve babasının yakın çevresini oluşturan hanımlar tarafından -ki bu hanımlar öteden beri onun kuyusunu kazmaktaydılar- Kont’a çoktan yetiştirilmiş olduğunu sezmekle birlikte, büyük bir öfkeyle karşılanmayı göze alıp Kont’un hasta yattığı dairenin holünde arzıendam etmişti…
Piyer, hanımların genellikle oturdukları salona girdiğinde onları nakış kasnaklarının önünde gördü. Üç kardeştiler: Birisi yüksek sesle bir kitap okumakta, öbür ikisi de bir yandan nakışlarını işlerken öte yandan kitabı dinlemekteydiler. Okuyan, büyükleriydi. Katı ifadeli, bakımlı bir hanımdı bu; Anna Mihailovna’nın görmüş olduğu, gövdesinin üst kısmı bacaklarına oranla uzun hanım… Nakış işleyenlerin ikisi de genç ve güzeldiler; biri öbüründen, dudağının üstünde bulunan ve onu bir kat daha güzel kılan bir benle ayırt edilebiliyordu sadece.
Tam bir hayalet ya da bir vebalı gibi karşılandı Piyer. Büyük Prenses, okumasını yarıda kesip hiçbir şey söylemeksizin dehşete uğramış gibi baktı delikanlıya; bensiz olan Küçük Prenses de aynı ifadeye büründü; benli ve şen şakrak olan Küçük Prenses’e gelince birazdan yaşayacağı ve bir hayli eğlendirici olacağından şüphe etmediği sahneyi düşünerek dudaklarında beliren gülümseyişi gizlemek için hızla işinin üzerine eğildi. Gülmesini zorlukla zapt ediyor ve deseni inceler gibi iki büklüm duruyordu.
“Bonjours, ma cousine.”[165 - “Günaydın, kuzenim.”] dedi Piyer. “Vous ne me reconnaissez pas?”[166 - “Beni tanımadınız mı yoksa?”]
“Tanımaz olur muyum hiç? Hem de nasıl tanıdım!”
Piyer, her zamanki kararsızlığıyla ama şaşırmaksızın sordu:
“Kont’un sağlığı nasıl oldu acaba? Kendisini görebilir miyim?”
“Kont’un şu anda gerek bedeni gerekse ruhu acı çekmektedir. Ve siz galiba ona fazladan ruhi bir acı yüklemekle görevlisiniz!..”
Yeniden sordu Piyer:
“Kont’u görebilir miyim?”
“Eğer onun işini bitirmek, eğer onu öldürmek istiyorsanız görebilirsiniz!”
Piyer’le daha fazla ilgilenme gereğini duymadı Büyük Prenses. Kız kardeşine dönerek “Olga.” dedi. “Git bak bakalım, dayımızın haşlama suyu hazır mı; yemek zamanı yaklaştı.”
Böylece Piyer’e göstermek istiyordu ki kendileri onun babasını güçlendirip iyileştirmeye çabalarken onun aklı fikri sadece ve sadece Kont’a eziyet etmektedir…
Olga hemen çıkmıştı. Piyer kısa bir süre daha bekledikten sonra iki kız kardeşe baktı ve eğilerek:
“Öyleyse ben daireme dönüyorum…” dedi. “Kendisiyle görüşmek mümkün olduğu vakit, bana haber verirsiniz.”
Çıktı. Ve çıkmasıyla birlikte, benli kız kardeşin bir süredir zor zapt ettiği gülüş çınladı ardından.
Ertesi gün Prens Vasili de gelmiş ve Kont’UNun konağına yerleşmişti. İlk işi Piyer’i çağırtıp şunları söylemek oldu:
“Mon eher, si vous vous conduisez ici comme ä Petersburg, vous finirez tres mal; e’est tout ce que je vous dis.[167 - “Azizim, eğer burada da Petersburg’da yaptıklarınızı yapmaya kalkışırsanız sonunuz çok kötü olur; size bütün söyleyeceklerim bundan ibaret.”] Kont son derece hasta ve senin de onu görmen kesinlikle gerekmez.”
Bu kısa görüşmeden sonra tamamıyla kendi hâline bırakılan Piyer; bütün günlerini yukarıda, kendi odasında geçirmeye başladı.
Boris girdiğinde Piyer odasında bir aşağı bir yukarı dolaşmaktaydı. Zaman zaman bir köşede duruyor ve duvara doğru, görünmeyen bir düşmanı delik deşik etmek istercesine tehdit taşan el kol hareketleri yapıyordu. Gözlüklerinin üzerinden etrafa sert bakışlar atıp kollarını iki yana açarak, omuz silktikten sonra da anlaşılmaz birtakım sözler söyleyerek devam ediyordu dolaşmasına…
Kaşlarını çattı birden ve parmağıyla hayalî birini işaret ederek konuşmaya girişti:
“L’Antleterre a vécu. M. Pitt comme traître à la nation et au droit des gens est condamné à…”[168 - “İngiltere yaşadı. Bay Pitt ise ulusuna ve insan haklarına ihanet etmiş olduğu için mahkûm edilmiştir…”]
O an için Napolyon’un yerine koymuştu kendisini, kahramanıyla birlikte binbir tehlike dolu Pas de Calais’yi aşıp İngiltere kıyılarına çıkmış ve Londra’yı fethetmişti ki tığ gibi bir genç subayın içeri girdiğini görüp durdu.
Piyer onu en son gördüğünde henüz on dört yaşında gencecik bir çocuktu, hatırlamıyordu Boris’i. Ama tamamıyla ona özgü olan ve içinden taşıp gelen iyilik gözetirlikle, delikanlıya elini uzattı yine de ve dostça gülümsedi.
Boris de tatlı tatlı gülümseyerek ve sakin bir sesle “Beni hatırlıyor musunuz?” diye sordu. Ve hemen ekledi:
“Annem ve ben, Kont’u görmek için gelmiştik. Ama anlaşıldığına göre Kont’un sağlığı pek iyi değil.”
“Ben de öyle sanıyorum…” dedi Piyer. “Kendisine rahat yüzü göstermiyorlar.”
Piyer’in kendisini hatırlayamadığını hissetmişti Boris. Ama adını söylemekte yarar görmüyordu. Piyer de karşısında durmuş, rahat rahat gözlerinin içine bakan bu delikanlının kim olduğunu bulmaya çalışmaktaydı.
Boris; Piyer için bir hayli uzun ve sıkıcı bir sessizlikten sonra “Kont Rostof, bu akşam konağında vereceği akşam yemeğine gelmenizi rica ediyor.” dedi.
Sevinçle cevap verdi Piyer:
“Yaa! Kont Rostof demek! Öyleyse siz de oğlu İlya’sınız. Ve düşünün ki ben de ilkin sizi tanıyamadım. Madame Jacquot[169 - Bayan Jacquot.] ile birlikte Serçeler Tepesi’ne gittiğimizi hatırlıyorsunuz değil mi? Gerçi aradan epeyce bir zaman geçti ama…”
Hiç acele etmeksizin cesur ve biraz da alaycı bir gülümseyişle “Yanılıyorsunuz…” dedi genç subay. “Ben, Boris’im. Prenses Anna Mihailovna Drubetskaya’nın oğlu Boris. Kont Rostof’un küçük adıdır İlya; oğlunun küçük adı da Nikolay’dır. Madame Jaqcuot’ya gelince böyle bir kimseyle tanıştığımı hatırlamıyorum.”
Bir sinek ya da arı hücumuna uğramış gibi ellerini ve başını sallamaya başladı Piyer.
“Bana ne oluyor böyle, hiç anlayamıyorum!” dedi. “Bakın, bütün her şeyi birbirine karıştırdım yine. Moskova’da o kadar çok akrabam var ki! Siz Boris’siniz demek… Eveeet, hiç değilse bir nokta aydınlandı böylece… Şimdi söyleyin lütfen, Boulogne Harekâtı hakkında ne düşünüyorsunuz? Napolyon, Manş Denizi’ni aşar aşmaz İngilizlerin işi bitiktir. Öyle değil mi? Ben kendi payıma bu seferin başarıyla sonuçlanacağına inanmaktayım, azizim… Yeter ki Villeneuve ciddi bir hata yapmasın!”
Boulogne Harekâtı’ndan tamamıyla habersizdi Boris; gazete okumuyordu, Villeneuve’ün adını da ilk defa işitmekteydi. Yine biraz önceki sakin ve alaycı hâliyle “Biz burada, Moskova’da, politikadan çok akşam yemekleri ve dedikodularla uğraşmaktayız. Dolayısıyla da ben sizin sözünü ettiğiniz konularda hiçbir şey bilmiyorum ve hiçbir şey düşünmüyorum. Moskova’yı asıl ilgilendiren şey, dedikodular. Şu sıralarda da siz ve Kont, dillerden düşmeyenlerin başında geliyorsunuz.”
İyi yürekliliğini ortaya seren bir şekilde Piyer. Karşısındakinin, sonradan kendisine üzüntü verebilecek bir şey söylemesinden korkar gibiydi. Ama Boris, Piyer’in gözlerinin içine bakarak açık seçik ve dobra dobra konuşmaktaydı. Devam etti:
“Evet, çalkalanıyor Moskova. Şu anda herkes, Kont’un servetini kime bırakacağını tartışmakta… Oysa kont, kendisi gitmeden önce herkesi yolcu edebilir pekâlâ. Benim dileğim de bu zaten…”
“Haklısınız, evet.” dedi Piyer. “Bütün bu anlattıklarınız çok acı gerçekten, çok acı.”
Genç subayın tatsız bir konuşmaya girmesinden ürküyordu hep.
Boris; hafifçe kızararak ama sesini ve tavrını değiştirmeksizin “İnanınız ki…” dedi. “İnanınız ki bütün herkes Krezüs’ten bir şeyler koparma peşinde.”
Piyer, Tamam… diye geçirdi içinden. Korktuğum şey başıma geldi.
Boris devam ediyordu:
“İşte bu durumda her türlü yanlış anlaşılmayı önlemek için hemen bir açıklama yapmam gerekiyor. Eğer beni ve annemi de ötekilerle bir tutarsanız son derece yanılmış olursunuz. Gerçi biz çok fakir insanlarız ama hiç değilse kendi adıma şunu söyleyebilirim ki: Ben her şeyden önce babanız zengin olduğu için kendimi onun akrabası saymıyorum ve yine şunu söyleyebilirim ki ne annem ne de ben, babanızdan hiçbir zaman hiçbir şey istemeyeceğiz ve hiçbir şey kabul etmeyeceğiz.”
Uzun süre söylenenleri anlayamadı Piyer. Nihayet anladığı vakit de bir sıçrayışta kalktı divandan. Kendine özgü içtenlik ve sakarlıkla Boris’in kolunu tuttu, kavradı ve ondan çok daha fazla kızarmış bir hâlde, kendi kendine öfkeyle karışık bir utanma duygusuyla “Ne garip iş bu böyle!” dedi. “Nasıl olur, nasıl olur da… Ve kim inanır… Bilmez olur muyum hiç ben ki…”
Boris sözünü kesti:
“Bütün bunları söylemiş olduğumdan dolayı son derece memnunum. Sizin için şüphesiz ki pek hoş değildi bu. Özür dilerim…”
Bunları söylerken Piyer’i teselli etmek ister gibiydi. Sözlerini şöyle bağladı:
“Gururunuzla oynamak istemediğimden eminsinizdir sanırım. Ben daima her şeyi açıkça ve açık yüreklilikle söylemekten yana olmuşumdur. Evet, şimdi ne cevap vermem gerekiyor; Rostofların akşam yemeğine gelecek misiniz?”
Boris, böylece; üzerindeki ağır yükü atmış ve bir başkasını o duruma sokmak pahasına, sıkıcı bir durumdan kurtarmıştı kendisini. Şimdi yeniden tamamıyla rahat ve nazikti.
Piyer de sakinleşti yavaş yavaş.
“Dinleyin…” dedi. “Müthiş bir insansınız siz! Bütün söyledikleriniz çok doğru ve çok yerinde şeyler. Tabii beni tanımıyorsunuz. Birbirimizi görmeyeli epey zaman oldu, ikimiz de birer çocuktuk… İnanın ki sizi… Sizi… Anlıyorum sizi, tamamıyla anlıyorum. Ben böyle davranmazdım, bulamazdım böyle davranmak cesaretini. Çok iyi bir şey yaptınız, evet çok iyi… Sizi tanıdığım için çok mutluyum! Gerçekten… Yani bilemezsiniz, ne kadar mutluyum…”
Kısa bir süre sustuktan sonra “Doğrusu garip!” dedi. “Neler yapabileceğimi vehmetmişsiniz!”
Güldü ve ekledi:
“Ama hiç ziyanı yok! Zamanla eminim çok daha iyi tanırız birbirimizi, öyle değil mi? Lütfen…”
Elini uzatmıştı. Tokalaştılar.
“Biliyor musunuz ki geldiğimden beri Kont’u daha bir kere olsun görmedim…” dedi Piyer. “Çağırtmadı beni nedense… Bir erkek olarak üzgünüm doğrusu… Ama elden ne gelir?”
Gülümseyerek sordu Boris:
“Napolyon’un, ordusunu İngiltere kıyılarına çıkarabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?”
Genç subayın konuyu değiştirmek istediğini anlamıştı Piyer, hemen uydu ona ve Boulogne Harekâtı’nın avantajları ile sakıncalarını açıklamaya girişti.
O sırada gelen bir uşak, Prenses Anna Mihailovna’nın Boris’i beklediğini bildirdi. Boris’le gözlerinin içine dostça bakarak tokalaşan Piyer, daha yakından tanışma fırsatı bulacağı için Rostofların akşam yemeğine mutlaka geleceğini söyledi. Genç subay gittikten sonra da uzun bir süre gezindi odasında. Ama artık görünmez bir düşmanı delik deşik etmiyor; biraz önceki sevimli, zeki ve kararlı delikanlının anısıyla gülümsüyordu.
İnsanların ilk gençliklerinde -özellikle de yalnız yaşıyorlarsa- olduğu gibi Piyer de Boris’e nedenini açıklayamadığı bir yakınlık duymuş ve onunla dostluk kurmaya karar vermiş bulunmaktaydı.
Prens Vasili tarafından uğurlanmakta olan Prenses; mendiliyle yaşlı gözlerini kurulayarak “Korkunç! Korkunç bir şey bu!” diyordu. “Ama gördüğüm manzara bana ne kadar acı verirse versin, yine de yerine getireceğim görevimi. Evet evet, gelip başında bekleyeceğim geceleyin. Katiyen bu hâlde bırakılamaz. Her geçen anın ayrı bir değeri var çünkü. Prensesler ne bekliyor, anlamıyorum doğrusu! Tanrı yardımcım olsa da ben hazırlasam!”
“Adieu, mon Prince que le Bon Dieu vims souticnne…”[170 - “Hoşça kalın, Prensim, Ulu Tanrı yardımcınız olsun…”]
“Adie, ma bonne.”[171 - “Güle güle, sevgili dostum…”] dedi Prens Vasili.
Ve dönüp uzaklaştı.
Arabaya doğru ilerlerken “Ah, bilemezsin nasıl feci bir hâlde!” diyordu Anna Mihailovna oğluna. “Hiç kimseyi tanımıyor artık.”
Boris sordu:
“Kont’un Piyer’le nasıl bir ilişkisi var anne? Herkes değişik bir şey söylüyor bu konuda?”
“Gerçeği vasiyetname söyleyecek hayatım. Bizim kaderimiz de o vasiyetnameye bağlı zaten…”
Sormaya devam etti Boris:
“Peki ama sizde Kont’un bize de bir şeyler bırakacağı duygusunu uyandıran nedir anne?”
“Ah yavrum! O öylesine zengin, biz de öylesine yoksuluz ki!..”
“Ama bu, Kont’un bize miras bırakması için yeterli bir sebep değil ki…”
Anna Mihailovna onu dinlemiyordu artık. Kont’u hatırlayarak söylenmekteydi:
“Ah, Tanrı’m! Nasıl da düşkünleşmiş! Mahvolmuş!”
XIV
Anna Mihailovna ile oğlu gittikten sonra Kontes Rostova, mendiliyle sık sık gözlerini kurulayarak uzunca bir süre tek başına kalmıştı.
Neden sonra uzandı çıngırağa. Yetişmekte bir an geciken oda hizmetçisine öfkeyle çıkışmaktan da geri kalmadı:
“Neyiniz var kuzum? Yoksa burada çalışmak istemiyor musunuz? Eğer öyleyse size hemen başka bir yer bulabilirim?”
En yakın arkadaşının üzüntüsü ve çaresizliği, Kontes’i âdeta yıkmıştı. Alabildiğine keyifsiz ve kızgındı. Oda hizmetçisini yok yere paylardı hep böyle zamanlarında. Nitekim kadın, pek fazla alınmadan “Hanımefendiden özür dilerim…” demekle yetindi.
“Kont’tan buraya kadar zahmet buyurmasını rica edin lütfen.”
Çok geçmeden Kont, her zamanki gibi hafifçe suçlu bir edayla sallanarak yaklaştı karısına.
“İşte koşup geldim hemen, Kontesçiğim! Ve bilseniz, akşama ne kadar harika bir sauté de gelinottes au madère’imiz[172 - “Madera şarabıyla yapılmış sote…”] var, ma chère![173 - “Sevgilim!”] Tattım, tatmaz olur muyum hiç! Taraska’ya o bin rubleyi boşu boşuna vermiyorum ben. Fazlasıyla hak ediyor!”
Bir yandan da karısının yanına oturup dirseklerini dizlerine yaslamış ve ağarmış saçlarını karıştırmaya koyulmuştu.
“Arzunuz, sevgili küçük Kontes?”
“Eveeeet, dostum…”
Devam edecekti ki birden durup yeleğini gösterdi Kont’a:
“Bu leke de neyin nesi kuzum?” Kendi sorusunu gülümseyerek yine kendisi cevaplandırdı: “Kızartmanın yağı olsa gerek! Eveeeeet, Kontçuğum, benim biraz paraya ihtiyacım var.”
Birden derin bir keder kaplamıştı yüzünü.
“Hemen Kontesçiğim, hemen!”
Kont telaşla cüzdanına el atmıştı.
“Bana bir hayli çok para lazım Kontçuğum…” dedi Kontes. “Beş yüz rubleye ihtiyacım var.”
Ve patiska mendilini alarak kocasının yeleğini silmeye koyuldu.
“Derhâl, derhâl!” demişti Kont yeniden.
Hemen ardından da seslendikleri kimselerin dörtnala koşup geleceğinden emin olanların gür sesiyle bağırdı:
“Hey! Kimse yok mu orada? Mitenka’yı yollayın bana çabuk!”
Kont’un aile çevresi içinde yetişmiş bir soylu çocuğu olan ve şimdi de bütün işlerine bakan Mitenka, sessiz adımlarla belirivermişti.
Kont, kısa bir süre düşündükten sonra karşısında saygıyla bekleyen delikanlıya döndü.
“Dinleyin, azizim… Bana… Banaaaa… Evet, bana yedi yüz ruble lazım! Ama dikkat, geçen seferki gibi yırtık ve kirli banknotlar istemem. Tertemiz ve yepyeni olmalı: Kontes içindir!”
Kontes de kederle içini çekerek “Evet, Mitenka…” dedi. “Lütfen temiz olsun paralar.”
“Size ne zaman için gerekli bu paralar, Ekselans?” diye sordu Mitenka. “Biliyorsunuz ki…”
Kont’un hızlı hızlı ve zorlukla soluk alıp vermeye başladığını görünce -ki bu, fırtınanın yaklaştığını belirten şaşmaz bir işaretti- çabucak ekledi:
“Meraklanmayın efendim… Hemen şimdi mi arzu ediyorsunuz parayı?”
“Evet, evet, güzel söyledin; hemen şimdi getir ve Kontes’e ver!”
Eğilerek çıkan delikanlının arkasından gülümsedi Kont ve ekledi:
“Eşsiz bir hazinedir benim Mitenkam! İmkânsız diye bir şey tanımaz; bilir bir şeyi imkânsız görmekten tiksindiğimi ve her şeyi mümkün kılar!”
“Para kadar kötü bir şey yok bu dünyada!” dedi Kontes. “Her gün binlerce yıkıma yol açıyor para, Kont. Binlerce yıkıma… Gelgelelim o meblağa aşırı derecede ihtiyacım var!”
“Para harcama konusunda sizin ününüzü işitmemiş olan kimse sanırım yoktur, Kontesçiğim…” dedi Kont.
Ve karısının elini öptükten sonra çalışma odasına yöneldi.
Anna Mihailovna, Bezuhof’un konağından döndüğünde Kontes; istediği parayı, yine istediği gibi yepyeni banknotlar hâlinde çoktan almış ve bir sehpanın üzerinde duran mendilinin altına yerleştirmiş bulunmaktaydı. Prenses yakın dostunun aşırı gergin hâlini fark etmişti hemen.
“Durum nedir, hayatım?” diye sordu Kontes.
“Ne feci bir durumda olduğunu bilemezsin! Tanınmaz hâle gelmiş! Öylesine düşkün, öylesine bitkin! Dolayısıyla da içeri girmemle çıkmam bir oldu ve iki kelime dahi söyleyemedim…”
Kontes mendilin altındaki parayı alırken “Annette…”[174 - “Anna…”] dedi. “Tanrı aşkına reddetme!”
Bunu söylerken kıpkırmızı kesilmişti birdenbire. Ve bu hâl, hiçbir gençlik izi kalmamış ciddi ifadeli kara kuru yüzü ile tam bir zıtlık yaratmaktaydı.
Anna Mihailovna durumu hemen kavramış ve Kontes’i öpebilmek için eğilmişti.
“Boris için… Üniforması için… Benden… Bir katkı…”
Anna Mihailovna ona sımsıkı sarılmış ağlıyordu şimdi. Kontes de ağlamaktaydı. Ağlıyorlardı çünkü candan dosttular çünkü iyiydiler ve çünkü iki gerçek çocukluk arkadaşı olarak para gibi bayağının bayağısı bir şeyle karşı karşıya bulunuyorlardı ve çünkü gençlikleri yoktu artık, yitip gitmişti… Ama gözyaşları her ikisini de dinlendirmekte, rahatlatmaktaydı…
XV
Kontes Rostova; yanında kızları ve daha şimdiden birçok konuk olduğu hâlde, salonda yerini almış bulunmaktaydı. Kont, erkekleri almış; çubuk koleksiyonunu göstermek ve arzu edenlerin denemesine sunmak üzere, çalışma odasına götürmüştü. Ara sıra dışarı çıkıyor ve beklenen konuğunun gelip gelmediğini soruyordu.
Beklenen konuk, yüksek tabaka tarafından le terrible dragon[175 - Dehşet ejderha.] diye adlandırılan Mariya Dmitriyevna Ahrasimova’ydı. Serveti ve soyluluk unvanlarıyla değil, düşüncelerinin dürüstlüğü ve düşüncelerinin sadeliğiyle ün salmış bir hanımdı bu. Moskova ve Petersburg yüksek sosyetelerinin olduğu kadar İmparator ailesinin yakından tanıdığı Mariya Dmitriyevna hakkında sık sık hikâyeler anlatılır; bunlara gülündüğü kadar hayranlık da duyulurdu. Gerçek şuydu ki herkes bu hanıma karşı daima korkuyla karışık bir saygı beslerdi.
Tütün dumanıyla dolu çalışma odasında, Fransızlara yollanan savaş bildirgesinden ve askere alma işlemlerinden söz edilmekteydi. Odadakilerden hiçbiri okumamıştı henüz bildirgeyi ama herkes böyle bir bildirgenin yayınlandığından haberdardı.
Bir sedire, kendi aralarında konuşarak tütün içen iki konuğun arasına oturmuştu Kont. Kendisi tütün içmediği gibi konuşmuyordu da ama başını bir o yana bir bu yana çevirerek salonun her köşesine yayılmış tütün içenleri keyifle seyretmekte ve biraz önce kapıştırmış olduğu iki konuğunun tartışmasını dinlemekteydi…
Tartışanlardan biri buruşuk, zayıf yüzlü, sarı benizli, bıyıksız ve sakalsız bir sivildi; en şık delikanlılar kadar modaya uygun giyinmiş olduğu hâlde artık ihtiyarlığın eşiğinde bulunduğu hemen belli oluyordu. Evin ahalisinden biriymişçesine rahatça bağdaş kurup oturmuştu sedire; çubuğun ucunu ağzına derinlemesine yerleştirmiş, kısa aralıklarla ve her seferinde gözlerini kısarak dumanı içine çekiyordu. Şinşin’di adı, Kontes’in yeğenlerinden biriydi; müzmin bekârlığı ve dedikoduculuğuyla ün salmıştı Moskova salonlarında. Muhatabı ile lütfetmiş de konuşuyor havasındaydı.
Muhatabı, Muhafız Alayı’ndan genç ve terütaze bir subaydı. Özenli, dar giysileri içinde tığ gibiydi. Düzgün ağzının tam ortasına yerleştirmişti çubuğunu; hafif çekişlerle ciğerlerine doldurduğu dumanı, halkalar hâlinde üflemekteydi. Semyonofski Alayı’ndan Teğmen Berg’di bu. İzinli olup da Boris’le birlikte kıtaya dönmeye hazırlanan ve Nataşa tarafından ablası Vera’nın nişanlısı ilan edilen Berg…
İşte Kont Rostof, ikisinin arasına oturmuş; dikkatle dinliyordu onları. Hakiki anlamda delisi olduğu Boston oyununun dışında Kont’un en sevdiği eğlence, iki gevezeyi kapıştırıp dinlemekti. Nitekim şu anda da Kont’un keyfine diyecek yoktu. Gerçekten de yanında Şinşin, gülümseyerek ve kendisine ün sağlayan konuşma üslubunun temel özelliğine uygun şekilde, Rus halk dilinin en sevimli deyimleriyle seçkinlerin Fransızcasının en çarpıcı örneklerini iç içe geçiştirerek “Eveeeet azizim, mon tres honorable[176 - “Pek saygıdeğer dostum…”] Alfons Karliç…” diyordu. “Vous comptez vous faire des rentes sur l’Etat,[177 - “Devletin sırtından bir gelir elde etmek hesabındasınız…”] yanılmıyorsam bölüğünüzden de belli bir gelir sağlamak istiyorsunuz?”
“Katiyen, Pyotr Nikolaiç! Sadece ve sadece, süvari sınıfının piyade sınıfına oranla çok daha az avantaj sunduğunu göstermek istiyorum ben. Bakın Pyotr Nikolaiç, benim durumumu alalım ele.”
Berg büyük bir rahatlık ve saygıyla, kesin bir dille konuşurdu daima. Ve sadece kendisinden söz ederdi. Sohbet konusu kendisini doğrudan doğruya ilgilendirmiyorsa susup sakin sakin beklerdi. Böyle bir durumda, kendisi en ufak bir sıkıntı duymadan başkalarına da en ufak bir sıkıntı vermeksizin saatlerce bekleyebilirdi. Buna karşılık konu, kendisiyle ilgili şeylere dayandığında gözle görülür bir keyifle bol bol konuşmaya başlardı. Şimdi olduğu gibi:
“Benim durumumu göz önüne alın, Piyotr Nikolaiç. Eğer ben süvari olmuş olsaydım, teğmen rütbesiyle dahi üç aylık olarak iki yüz rubleden fazla para alamayacaktım; oysa şimdi tam iki yüz otuz ruble alıyorum, üç ayda…”
Bunu söylerken Şinşin’e ve Kont’a neşeyle gülümsemişti, onun başarılarının herkes tarafından canıgönülden arzulandığına kesin güveni vardı. Şöyle devam etti:
“Dahası var, Pyotr Nikolaiç. Muhafız Alayı’na geçmek, durumumu bir kat daha parlaklaştırıyor çünkü Muhafız Alayı’nda piyadeler çok daha çabuk terfi ediyor. Sonra düşünün ki iki yüz otuz rubleyle gül gibi geçiniyorum…”
Ve çubuğunun dumanını büyük bir halka hâlinde üfleyerek sonlandırdı sözlerini:
“Bir miktar para biriktirebildiğim gibi, biraz da babama gönderebiliyorum.”
Çubuğunun süsüyle oynayarak mırıldanır gibi konuştu Şinşin:
“La balance yest…[178 - “Dengesi yerinde…”] Comme dit le proverbe:[179 - “Atasözünün dediği gibi.”] Başı sıkışan Alman, iğne deliğinden geçer.”
Kont’a göz kırpmaktan geri durmamıştı. Ve Kont koyuvermişti kahkahayı. Onun güldüğünü gören bazı konuklar, sohbeti Şinşin’in yönettiğini anlayınca hemen yaklaşıp Berg’i dinlemeye koyuldular. O da Muhafız Alayı’na geçişi sayesinde harp okulundan gelme arkadaşlarına oranla rütbe bakımından bir derece ileride bulunduğunu; savaş sırasında bir bölük kumandanı öldürüldüğü takdirde, en üst rütbede oluşu dolayısıyla kendisinin kumandanlığa atanabileceğini; alaydaki herkesin onu pek sevdiğini ve de babasının ondan ne kadar hoşnut olduğunu anlattı da anlattı; dinleyenlerin alay ettiğinin ya da ilgisiz kaldığının farkına varmaksızın… Gelgelelim bütün bunları anlatırken âdeta kendinden geçmekte ve başkalarının başka konulara da ilgi duyabileceğini unutmaktaydı. Ama öylesine kibar, öylesine ağırbaşlı bir anlatışı vardı ve henüz oluşan bencilliğinin çocuksu karakteri öylesine meydandaydı ki eli kolu bağlı kalan dinleyiciler ister istemez yumuşayıp yatışıyorlardı sonunda.
Nitekim Şinşin, ayaklarını sedirden yere indirirken “Hiç üzülmeyin, azizim…” dedi genç subaya, dostça sırtını sıvazlayarak. “İster piyade ister süvari sınıfında olun, hiç önemi yok; sizin her yerde yolunuz açık. Dediydi dersiniz!”
Sevinçle gülümsedi Berg. Sonra Kont ve onun ardından bütün konuklar yemek salonuna geçtiler.
Konuklar şatafatlı bir akşam toplantısında yemekten önce zabuskileri tatmak için çağrılmayı beklediklerinden, uzun sohbetlere girmiyorlardı. Fakat aynı zamanda sofraya oturmaya can attıklarını göstermek için hareket etmek ve susmamak zorunda sanıyorlardı kendilerini. Ev sahipleri dönüp dönüp kapıya bakıyor, ara sıra da bakışıyorlardı. Daha kimi yahut neyi beklediklerini davetliler bu bakışlardan anlamaya çalışıyorlardı: Acaba mühim bir akrabaları mı gelecekti, yoksa yemek mi daha hazır değildi?
Yemek başlamadan biraz önce gelmiş olan Piyer, her zamanki beceriksizliğiyle, ilk önüne çıkan koltuğa oturmuş; söz konusu koltuk da salonun tam ortasında durduğundan herkesin yolunu keser duruma girmişti.
Kontes, konuşturmak istedi Piyer’i ama delikanlı, birisini arıyormuş gibi çevresine çocuksu bakışlar atıyor ve kendisine yöneltilen sorulara hep kesik kesik konuşarak cevap veriyordu. Herkesin yolunu kestiğinin farkında bile değildi. Konukların çoğu, Petersburg’daki ayı macerasını öğrenmiş olduklarından, bu iri yarı, sakin delikanlıya merakla bakmakta; nasıl olup da bu hantal ve çekingen çocuğun bir komisere o oyunu oynayabileceğini düşünmekteydi.
“Henüz mü geldiniz?” diye sormuştu Kontes.
Piyer, çevresine bakınarak “Oui, madame…”[180 - “Evet, hanımefendi…”] dedi.
“Kocamı görmediniz mi?
“Non, madame.”[181 - “Hayır, hanımefendi.”]
Bu cevabı verirken nedeni anlaşılmayan ve kim için olduğu belli olmayan bir tebessüm dalgalanmıştı yüzünde.
“Yanılmıyorsam bu yakınlarda Paris’teydiniz? Çok ilginçti herhâlde?”
“Çok ilginçti.”
Anna Mihailovna’ya şöyle bir göz ucuyla baktı Kontes. Prenses hemen kavradı, bu delikanlıyla meşgul olması istenmekteydi. Piyer’in yanı başına oturup Kont Bezuhof hakkında konuşmaya başladı. Gelgelelim Piyer, tıpkı Kontes’e olduğu gibi ona da baştan savma cevaplar verecekti.
Konuklar kendi aralarında koyu bir sohbete dalmıştı. Rusça-Fransızca karışımı cümleler yükseliyordu salonun dört köşesinden:
“Les Razoumovsky…”[182 - “Razumovskiler…”]
“Ç’a été charmant…”[183 - “O kadar güzeldi ki…”]
“Vous êtes bien bonne…”[184 - “Çok lütüfkârsınız…”]
“La Comtesse Apraksine…”[185 - “Kontes Apraksin…”]
Kontes ayağa kalkıp balo salonuna doğru ilerledi. Çok geçmeden de sesi yükseldi oradan:
“Mariya Dmitriyevna?”
Kalın bir kadın sesi cevap verdi Kontes’e:
“Bizzat kendisi.”
Ve Mariya Dmitriyevna salona girdi. Bütün genç kızlar hep birden ayağa kalkmıştı. Onlara, yaşlıların dışında kalan hanımlar da katıldı.
Salon kapısının eşiğinde durmuştu Mariya Dmitriyevna. Ellilik şişman gövdesinin üzerindeki, ağarmış bukleli saçlarıyla bir kat daha haşmet kazanan başını dimdik tutmuş; giysisinin geniş kollarını sanki kıvırmak üzere acele etmeden toplayarak salondakileri süzüyordu teker teker. Bütün gürültüleri bastıran davudi sesiyle her zamanki gibi sadece Rusça konuştu:
“Ev sahibemiz ve çocuklarının şenlikleri bol olsun!”
Elini öpmekte olan Kont’a bakarak ekledi sonra:
“Sana gelince iflah olmaz günahkâr… Moskova’da sıkılıyorsun değil mi? Ava tazı salamıyorsun çünkü değil mi burada?”
Genç kontesleri eliyle işaret ederek tamamladı sözlerini:
“N’eylersin azizim, bunlar büyüyor işte! Ve tabii ister istemez birer nişanlı bulmak gerekiyor küçük hanımlara…”
Elini öpmek üzere neşe içinde yaklaşan Nataşa’yı okşayarak sordu:
“Nasılsın bakalım, kazak süvarisi?”
Çevresinde döndü:
“Dikkafalı yaramaz bir kız bu, bilmez değilim. Ama ne yapayım ki her hâliyle hoşuma gidiyor…”
Ve kocaman bir çantadan çekip çıkardığı armut şeklindeki sarı yakut küpeleri sevinç ve heyecandan kıpkırmızı kesilen Nataşa’ya doğum günü armağanı olarak uzattıktan sonra, hiç beklemeksizin Piyer’e dönüp yalancıktan ince ve yumuşak bir sesle “Evet dostum, sıra sende!” dedi. “Yaklaş bakalım, yaklaş hele, yaklaş! Yanıma gel şöyle…”
Bunları söylerken tehditkâr bir edayla giysisinin kollarını daha da yukarı çekmişti.
Gözlüklerinin ardından bir çocuk ürkekliğiyle ona bakarak yavaş yavaş ilerledi Piyer. Mariya Dmitriyevna aynı tavırla devam etti:
“Yaklaş azizim; korkma, yaklaş! Babana bile yeri geldiğinde hakikati dobra dobra söyleyen, sadece ben oldum. Şimdi de senin yüzüne karşı söyleyeceğim. Bu bir Tanrı buyruğu!”
Söyleyeceklerinin önemini arttırmak amacıyla durdu bir an. Salondaki herkes, bunun sadece bir girişten ibaret olduğunu sezmiş ve âdeta kulak kesilmişti.
Mariya Dmitriyevna ağır ağır konuştu:
“Doğrusu hoş delikanlı! Hoşluğuna diyecek yok! Düşünceli de üstelik!.. Babası ölümle pençeleşirken o da iş yokluğundan ayının sırtına jandarma bağlayıp gezdiriyormuş! Ayıptır oğlum, ayıptır! Utanır insan! Canın dövüşmek istiyorsa savaşa yollan!”
Dönüp gülmemek için kendisini güç zapt eden Kont’a kolunu uzatırken “Sanırım artık yemeğe oturabiliriz.” dedi.
Kont’la Mariya Dmitriyevna, kol kola sofraya doğru yürüdüler. Onların hemen ardından, Hafif Süvari Alayı Kumandanı’nın kolunda Kontes Rostof ilerliyordu. Onları da Anna Mihailovna ile Şinşin ve Berg’le Vera izlemekteydi. Güler yüzlü Jülia Karagina, Nikolay’la birlikteydi. Daha sonra da salon boyunca öbür çiftler, onların ardından çocuklar, eğitmenler ve dadılar yürüdüler.
Uşaklar hareketlenmiş, konuşmaya koyulmuşlardı şimdi. Geri çekilip itilen sandalyelerin gıcırtısı kaplamıştı ortalığı. Çok geçmeden de Kont’un balkonda hazır bekleyen özel orkestrası çalmaya başlayacak ve konuklar yerlerini alacaktı.
Müziğin ilk nağmelerine bıçak ve çatalların şıkırtısı karışmakta; onlar da konuşmaların, uşakların ayak seslerinin uğultusu içinde eriyip gitmekteydi.
Masanın bir ucunda Kontes yer almıştı. Sağında Mariya Dmitriyevna, solunda Anna Mihailovna vardı. Onları öbür hanımlar izliyordu.
Masanın öbür ucunda ise sağında Hafif Süvari Alayı Kumandanı, solunda Şinşin olmak üzere Kont oturuyordu. Daha sonra da erkek konuklar sıralanmışlardı.
Daha ileride, uzun masanın bir yanında, başta Vera ile Berg ve Boris’le Piyer olmak üzere gençler; öbür yanında da çocuklar, dadılar ve eğitmenler oturmaktaydı.
Kont, bir yandan konuklarına ve tabii kendisine de içki koyarken bir yandan da billur kadehlerin, sürahilerin ve meyve tabaklarının arasından başına gök mavisi şeritlerle süslü uzun bir hotoz geçirmiş olan karısını seyretmekten geri durmuyordu. Kontes de bir yandan ev sahibesi görevlerini yerine getirirken öte yandan da ananasların ardından kocasına anlamlı bakışlar atmakta; Kont’un kıpkırmızı olmuş dazlak kafası ve çehresiyle ağarmış saçları arasındaki karşıtlığın bu akşam daha da belirginleştiğini düşünmekteydi…
Kadınlar tarafında düzenli şekilde süregelen bir gevezelik, inişsiz çıkışsız bir şırıltı hâlinde akıp gidiyordu. Erkekler tarafında ise sesler gittikçe biraz daha yükselmekteydi. Özellikle de Kont tarafından öbür konuklara örnek olarak sunuldukça yiyip içen, yiyip içtikçe de heyecanlanıp kızaran Hafif Süvari Alayı Albayı’nın sesi…
Berg, sevgi dolu bir gülümseyişle aşkın dünyevi değil uhrevi bir duygu olduğunu söylemekteydi Vera’ya. Boris, yeni dostu Piyer’e konukların adlarını sıralamakta; aynı zamanda da tam karşısında oturan Nataşa’yla bakışmaktaydı. Piyer az konuşuyor, karşısındaki yeni yüzleri inceliyor ve çok yiyordu. Nitekim â la tortue[186 - Kaplumbağalı.] çorbadan balıklı böreğe ve dağ tavuğu kızartmasına kadar bütün yemeklerden aldığı gibi yemeklerin yanı sıra sunulan şarapların da hiçbirini geri çevirmemişti. Gerçekten de Piyer, metrdotelin gizemli bir edayla yanındaki adamın omuzu üzerinden eğilip “dry Madera” ya da “Tokay” ya da “Ren şarabı” diye fısıldıyarak uzattığı peçeteye sarılı şişelerden, her kuverin önünde sıralı ve Kont’un monogramını taşıyan dört billur kadehten ilk eline geleni kavrayıp ayrı ayrı tatmıştı. Karşısında Nataşa, on üç yaşındaki kızlar ilk öpüştükleri ve sırılsıklam âşık oldukları delikanlıya nasıl bakarlarsa öyle bakıyordu Boris’e. Bu aynı bakış, bazen Piyer’e de yöneliyordu. Ve Piyer, gözleri ışıl ışıl gülen bu sevimli küçük kızın karşısında nedenini kestiremediği bir gülme arzusuna kapılmaktaydı.
Nikolay, Sonya’nın bir hayli uzağında, Jülia Karagina’nın yanında yer almıştı ve yine o aynı -kendisine rağmen içinden taşıp gelen- gülümseyişle konuşuyordu genç kızla. Sonya da gülümsüyordu. Ama bu, tamamıyla göstermelik bir gülümseyişti; kıskançlıktan içi içini kemirmekteydi aslında. Bir solup bir kızararak Nikolay’la Jülia’nın konuştuklarını işitebilmek için çırpınmaktaydı. Dadı kadın, kaygılı bakışlarla süzüyordu çevresini. Çocuklara en ufak bir kötülüğe yeltenecek olanların üzerine kartal gibi çullanmaya hazırdı. Sofradaki bütün yemekleri, tatlı ve şarap çeşitlerini, Almanya’daki ailesine yazacağı mektupta anlatabilme amacıyla sadece adlarıyla değil; özellikleriyle de hafızasına kazımak için çırpınan Alman eğitmense yemeklerin, çerezlerin ve şarapların bütün çeşitlerini hatırında tutmaya çalışıyor, peçeteye sarılı şişe ile şarap sunan sofracıbaşının onu atlamasına çok içerliyordu. Kaşlarını çattı, zaten almak istememiş fakat şarabın ona hararetini, açgözlülüğünü gidermek için değil; sadece tadını çok merak etmesi dolayısıyla lazım olduğunu, kimsenin anlamamak istemesine gücenmiş gibi bir tavır takınmaya gayret etmişti.
XVI
Erkekler tarafında sohbet yavaş yavaş koyulaşmakta, koyulaştıkça da kızışmaktaydı. Albay’ın söylediğine göre, savaş ilanını içeren bildirge Petersburg’da yayımlanmış ve metnin bir örneği de bugün bir özel kurye tarafından askerî valiye iletilmiş bulunuyordu.
Bu haber üzerine dayanamayıp sordu Şinşin:
“Ne demeye savaşmaya kalkışıyoruz biz şimdi Napolyon’la durup dururken? Niye yani, niye? Il a déjà rabattu le caquet à l’Autriche. Je crains que cette fois ce ne soit notre tour.”[187 - “Avusturya’nın burnunu kırdı işte. Bizim de en sonunda aynı akıbete uğramamızdan korkarım.”]
Uzun boylu, iri yarı, kanlı canlı bir Alman’dı Albay; görüldüğü kadarıyla da şevkli bir asker ve kusursuz bir yurtseverdi. Şinşin’in sözleri incitmişti onu. Yabancı kökenli olduğunu belli eden bir şekilde konuşarak cevap verdi:
“Niye mi dediniz, bayım? İmparator bilir niye olduğunu. Yayımladığı bildirgede, Rusya’yı tehdit eden tehlikeler karşısında kayıtsız kalamayacağını ve gerek imparatorluğunun güvenliğini sağlamak gerekse kendi onurunun ve imza koyduğu ittifakların…”
Nedendir bilinmez, bu sözcüğü tüm sorunun çözümü onun içinde gizliymiş gibi üzerine iyice basarak söylemiş; sonra da resmî görevlilerin şaşmaz belleğiyle, İmparator bildirgesinin giriş bölümünü aktarmaya devam etmişti:
(…) Kutsal karakterini koruyup sürdürmek zorunluluğunun yanı sıra, biricik ve kesin amaç olarak kabul ettiği, Avrupa’da barışı sarsılmaz sağlam temellere oturtmak iradesinin kendisini, bugün, Rus ordusunun bir kısmına sınırı aşma emrini verme ve niyetlerini gerçekleştirme doğrultusunda yeni çabalarda bulunma kararını almaya sürüklediğini söylüyor.
Burada bir an durdu Albay. Bardağındaki şarabı bir dikişte yuvarladıktan sonra göz ucuyla Kont’un kendisini onaylayıp onaylamadığını da kontrol ederek resmî bir tonla sonlandırdı konuşmasını:
“Niçin Napolyon’la savaşacağımızı sormuştunuz, bayım. İşte bunun için!”
Kaşlarını çatıp gülümseyerek sordu Şinşin:
“Connaissezvous le proverbe;[188 - “Atasözünü bilir misiniz?”] Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma. Cela nous convient.[189 - “Bu, bizim hâlimize tam denk düşüyor.”] Suvorof gibi koskoca bir komutan bile â plate couture[190 - “Pestili çıkarcasına.”] yenilmekten kurtulamadı! Kaldı ki gösterin bana bugün, nerede hani bugünkü Suvoroflarımız? Je vous demande un peu!”[191 - “Sorarım size!”]
Albay, yumruk yaptığı elini masaya vurarak cevaba başladı:
“Bize düşen, kanımızın son damlasına kadar vuruşmak ve İmparator’umuz uğruna can vermektir. Her şey düzelir işte o zaman… Bir şey daha gerekli her şeyin düzelmesi için: Elden geldiğince az düşünmek…”
“Elden geldiğince az” deyişini özellikle çekip uzatmıştı Albay. Yine Kont’a bakarak devam etti:
“Elden geldiğince az, evet, elden geldiğince az akla başvurmak… Biz ihtiyar hafif süvariler; işte böyle düşünmekteyiz, o kadar!”
Birdenbire Nikolay’a dönerek sordu:
“Siz, delikanlı! Delikanlı ve aynı zamanda genç hafif süvari, siz peki; ya siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz?”
Daha savaş sözü geçer geçmez yanındaki genç kızla konuşmasını bir yana bırakıp gözlerini Albay’a dikmiş ve kulak kabartarak dinlemeye başlamış olan Nikolay, heyecandan kıpkırmızıydı şimdi. “Tamamıyla sizin fikrinizdeyim.” dedi.
Bir yandan da önündeki tabağı durmaksızın çevirmekte ve yine durmaksızın kadehlerin yerini değiştirmekteydi. Büyük bir tehlikeye istekle atılmak üzere olan insanların kararlı ve gözü pek havasına bürünmüştü. Şöyle tamamladı sözlerini: “Şundan eminim: Ruslar yenmek ya da ölmek zorundadır!”
Bunu söyler söylemez kendisini dinleyenlerle birlikte o da farkına vardı ki dediği şey, şu anki duruma hiç mi hiç denk düşmeyecek derecede abartılı bir coşkunluğu dile getirmektedir; dolayısıyla da tamamıyla yersiz ve münasebetsizdir.
Yanındaki Jülia yetişecekti imdadına. Gerçekten de genç kız, “C’est bien beau ce que vous venez de dire…”[192 - “Söylediğiniz çok güzel bir şey…”] demişti hafifçe iç geçirerek.
Ve Nikolay konuşurken omuzlarına kadar kızaran Sonya, şimdi tepeden tırnağa titremeye başlamıştı.
Piyer, bir baş hareketiyle onayladığını belirterek “Doğru söz.” dedi.
Albay’sa masaya, yumruk yaptığı eliyle tekrar vurduktan sonra, “Siz gerçek bir süvarisiniz, delikanlı!” diye gürledi. “Gerçek ve tam bir hafif süvarisiniz, evet!”
Tam o sırada masanın öbür ucundan Mariya Dmitriyevna’nın davudi sesi yükseldi birden: “Ne diye gürültü ediyorsunuz bakayım siz orada?”
Hemen ardından, Süvari Albayı’na seslendi özellikle: “Ne vurup duruyorsun masaya öyle? Kiminle ne alıp veremediğin var yine? Yoksa Fransızlarla savaşmakta olduğunu mu sanıyorsun, ha?”
Albay gülümseyerek cevap verdi: “Hakikati söylüyorum ben, hakikati!”
Kont Rostof söze karıştı: “Hep savaştan söz ediyoruz, Mariya Dmitriyevna… Oğlum savaşa giderken başka bir şeyden söz edebilir miyiz?”
Sesini masanın öbür ucundan işittirebilmek için bağırmak zorunda kalmıştı. Mariya Dmitriyevna ise kendisini hiç zorlamadan işitileceğinden emin olarak cevabı yapıştırdı:
“Peki ya ben? Dört oğlumun dördü de orduda benim ve katiyen şikâyet etmiyorum. Her şey Tanrı’ya bağlıdır bu dünyada. Savaşta her an ölümle burun buruna gelip de kurtulan insan, bir bakarsın, yatağında mışıl mışıl uyurken gidivermiş!”
Herkes doğru buldu bu sözü. Sonra konuşma, yeniden, masanın iki ucunda kutuplaştı.
Küçük erkek kardeşi, Nataşa’ya: “Soramazsın işte!..” diyordu. “Var mısın iddiaya? Kendine güveniyorsan iddiaya girelim?”
“Varım.” dedi Nataşa.
Yüzü birden kızarmış, neşeli ve her şeyi yapmaya hazır kararlı birinin ifadesini almıştı. Yavaş yavaş kalktı ayağa, kaçamak bir bakışla karşısındaki Piyer’i de kendisini dinlemeye davet ederek annesine seslendi:
“Anne!”
Kontes korkmuştu ilkin, nitekim ürkek bir sesle sordu: “Ne var?”
Ama kızının yüzüne biraz dikkatle bakınca anladı onun yine bir afacanlık yapacağını, göstermelik bir sertliğe büründü ve küçük kızı sözüm ona korkutmak için elini sallarken başıyla da “Sakın haa!” anlamında bir uyarıda bulundu.
Bir sessizlik çöktü salona.
Nataşa’nın incecik çocuk sesi, bu sefer daha da kararlı bir ifadeyle yükseldi yeniden:
“Yemekten sonra ne tatlısı yiyeceğiz, anne?”
Kontes kaşlarını çatmak istedi ama başaramadı. Mariya Dmitriyevna ise kocaman parmağını sallayarak hizaya getirmek istedi küçük kızı ve sert olmaya çalışan bir sesle çıkıştı:
“Bana bak kazak!”
Konukların çoğu, küçük kızın bu beklenmedik çıkışını neye yormak gerektiğini kestiremedikleri için büyüklerin yüzüne çevirmişlerdi soran bakışlarını. Onlardan medet ummaktaydılar.
Kontes öfkeyle sordu:
“Başına gelecekleri biliyorsun, değil mi?”
Ama artık vartayı atlattığını kavramıştı Nataşa, kendinden emin ve neşeli bir sesle bağırdı yeniden:
“Sahi; yemekten sonra ne tatlısı var, anne?”
Sonya ile şişman Patya gülmemek için zor tutuyorlardı kendilerini. Nataşa kardeşine fısıldadı:
“Sordum işte! Kazandım iddiayı!”
Tanık göstermek istercesine Piyer’e de bakmıştı.
Mariya Dmitriyevna verdi cevabı, küçük afacan kıza:
“Dondurma var ama sen cezalısın!”
Salonda hava tamamıyla yumuşamıştı artık. Nataşa için çekinilecek hiç kimse kalmamıştı sofrada. Mariya Dmitriyevna bile… Nitekim şimdi doğrudan doğruya ona yöneltecekti soruyu:
“Ne dondurması var, Mariya Dmitriyevna? Eğer vanilyalıysa hiç sevmem!”
“Havuç dondurması var, sevmez misin?”
Neredeyse haykıracaktı Nataşa:
“Şaka yapmayın, ne olur, Mariya Dmitriyevna! Doğrusunu söyleyin lütfen, ne dondurması var? Öğrenmek istemek günah mı sanki?”
Mariya Dmitriyevna ile Kontes dayanamayıp gülmeye başlamışlardı. Onlarla birlikte öbür konuklar da rahatça gülmeye koyulmuştu. Herkes yaşlı otoriter kadının nükteli cevabına değil, onunla böyle konuşma cüretini gösteren küçük haşarı kızın akılalmaz rahatlığına gülüyordu en çok.
Yemekten sonra ananaslı dondurma olduğunu öğreninceye kadar soru sormakta diretti Nataşa. Konuklara, dondurmadan önce şampanya sunuldu. Orkestra yeniden çalmaya başlamıştı şimdi ve Kont, eşiyle öpüşmüştü. Bunu, bütün konukların ayağa kalkarak önce Kontes’i kutlamaları; sonra da masanın öbür ucundaki Kont’la ve birbirleriyle kadeh tokuşturmaları izledi. Uşaklar yine gürültü çıkarmaksızın oradan oraya seğirtmekte, sandalyeler gıcırdamaktaydı. Ve konuklar yemek salonuna geldikleri zaman, düzen içinde ve yüzleri biraz daha kızarmış olarak çıkıp oturma salonuna ve Kont’un çalışma odasına geçtiler.
XVII
Boston masaları kurulmuş, oyun oynayacaklar gruplara ayrılmış bulunuyordu. Böylece Kont’un konukları, oturma salonu ile çalışma odası arasında paylaştırılmış oldu.
Elindeki iskambil kâğıtlarını bir yelpaze gibi açmış olan Kont, yemekten sonra küçük bir şekerleme yapma alışkanlığına karşı koyabilmek için her şeye cömertçe gülüyordu. Kontes’in çağrısına uyan gençler, salonun klavsen ve arp bulunan köşesine toplanmışlardı. İlk olarak genel istek üzerine Jülia arpın başına geçip bir çeşitleme çaldı. Sonra, müzik alanındaki yetenekleri öteden beri herkesçe bilinen Nataşa ile Nikolay’dan bir şarkı isteyen öbür genç kızlara katıldı o da…
Büyük kız muamelesi gören Nataşa, bundan hem gurur duymuş hem de korkuya kapılmıştı. Nitekim, işte bu korku içinde sordu:
“Ne söyleyeceğiz peki?”
Nikolay verdi cevabı:
“Pınar’ı söyleyelim…”
Nataşa, “Ne duruyoruz öyleyse hadi, çabuk!” dedi. “Buraya, yanıma gelin Boris. Peki ama Sonya nerede kuzum?”
Çevresine dikkatle baktı ama arkadaşını göremedi ve aramaya koştu hemen.
Odasında değildi Sonya. Nataşa çocuk odasına gitti soluk soluğa. Ama orada da kimseyi göremeyince Sonya’nın olsa olsa koridordaki sandığın üstünde olabileceğini düşündü ve oraya koştu. Rostof ailesinin genç kızlarının kederli oldukları zamanlarda gittikleri yerdi koridordaki sandık.
Gerçekten de oradaydı Sonya. Sırtındaki zarif pembe giysinin buruşmasını umursamaksızın dadısının sandığın üzerinde serili duran çizgili, kirli, kuş tüyü yatağının üstüne yüzükoyun uzanmış; incecik parmaklarıyla yüzünü örtmüş, çıplak narin omuzları sarsıla sarsıla ağlamaktaydı.
Nataşa’nın, o ana kadar doğum günü kutlanan bütün çocukların yüzleri gibi sevinç taşan yüzü değişti birden. Bakışları sabitleşti, geniş boynu ürperdi, dudaklarının uçları aşağı sarktı.
Telaşla eğilip sordu:
“Ne var, Sonya? Söylesene, ne oluyor sana böyle? Hey Sonya! Sonya diyorum! Heyy!..”
Cevap alamayınca kocaman ağzını sonuna kadar açmış ve birdenbire son derece çirkinleşmişti. Sonra da yine birdenbire ve nedenini bilmeden sadece Sonya ağlıyor diye, küçücük bir çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Sonya başını kaldırmak istedi o sırada, Nataşa’ya cevap vermek istedi ama başaramadı bunu; başaramayınca da yüzünü biraz daha yatağa gömüp sakladı.
Nataşa, kuş tüyü yatağın üzerine oturup arkadaşına sımsıkı sarılmıştı şimdi; hâlâ ağlamaktaydı. İlkin Sonya toparlandı. Doğrulup gözlerini kuruladıktan sonra olanları anlatmaya başladı:
“Nikolay sekiz gün sonra gidiyor. Hareket emrinin geldiğini kendisi söyledi bana… Ama inan… İnan ki yine de ağlamazdım ben…”
Burada bir an sustu ve avucunda sakladığı bir kâğıdı gösterdi. Nikolay’ın yazmış olduğu dizelerdi bunlar. Sarsılarak devam etti Sonya:
“Ağlamazdım, evet… Ama bilemezsin… Hiç kimse bilemez bu dünyada… Onun ne kadar… Ne kadar iyi bir insan olduğunu… Hiç kimse anlayamaz… Ne kadar pırıl pırıl bir yürek taşıdığını…”
Ve bu kez de Nikolay iyi yürekli olduğu için ağlamaya başladı:
“Senin işin kolay…” diyordu. “Sakın kıskanıyorum sanma!.. Seni de Boris’i de ne çok sevdiğimi bilmez değilsin… O da çok iyidir… Hiçbir engel yok sizin önünüzde. Ama Nikolay est nion cousin…[193 - “Kuzenim benim…”] Dolayısıyla da başpiskoposun izni gerekli… Aslında sadece o bile yeterli değil! Çünkü eğer annem…” Sonya, Kontes’i kendi öz annesi saymakta ve ona “annem” demekteydi. “Nikolay’ın meslek hayatını söndürdüğümü, insafsız olduğumu, nankörlük ettiğimi söyleyecek olursa… Hâlbuki…” Burada istavroz çıkardı. “Tanrı tanığım olsun! Annemi de hepinizi de o kadar çok seviyorum ki… Sadece bir Vera var… Neden ama neden?.. Ne yaptım ki ben ona?.. Bütün hepinize o kadar minnettarım ki sizler için neyim varsa feda edebilirim!.. Ama… Ama ne yazık ki elimde hiçbir şey yok!..”
Daha fazla konuşamadı genç kız ve yeniden elleriyle yüzünü örtüp başını kuş tüyü yastığa gömdü. Bu arada Nataşa yavaş yavaş durulmuş, toparlanmıştı. Şimdi yüzünde, arkadaşının üzüntüsünün derinliğini tam anlamıyla kavradığını gösteren bir ifade vardı. Sonya’nın içini kemiren gerçek derdi sezinler gibi oldu birden ve sordu:
“Dinle, Sonya… Vera yemekten sonra gelip seninle konuştu mu hiç? Saklama boşuna, konuştu değil mi? Söyle hadi!”
Ağır ağır konuşmaya başladı Sonya:
“Evet…” dedi. “Nikolay yazmıştı şiirleri. Ben de başka şiirler kopya etmiştim. Bütün hepsini masamın üzerinde bulmuş Vera. Anneme göstereceğini söyledi. Ayrıca da ‘Nankörsün!’ dedi bana! Nikolay’ın benimle evlenmesine annemin asla razı olmayacağını söyledi… Sonra da… Sonra da Nikolay’ın ancak Jülia ile evlenebileceğini, benim avucumu yalayacağımı söyledi!.. Nikolay’ın bütün gün Jülia’ya ne kadar yakın davrandığına bakılırsa haksız da sayılmaz!.. Peki ama neden bütün bunlar böyle oluyor, Nataşa? Neden ama neden?..”
Daha fazla ağlıyordu şimdi Sonya. Nataşa, arkadaşını hafifçe kendine çekerek kollarının arasına aldı ve yatıştırmaya çalıştı:
“Sakın ona inanayım deme Sonyacığım!” dedi gülümseyerek. “Deli misin sen ona inanacak kadar! Hatırla sonra; sen, ben ve Nikolay oturma odasında neler konuştuk. Akşam yemeğinden sonra yaptığımız konuşmayı söylüyorum hani?.. Her şeyin nasıl olup biteceğini tartışmış ve karara bağlamıştık, unutmadın herhâlde? Şu anda tam hatırlamıyorum neler tasarladığımızı. Ama çok iyi biliyorum ki her şey tam istediğimiz gibi olacak… Şinşin amcanın kardeşi de bir akrabasının kızıyla evli. Üstelik onlar kardeş çocuğu. Bizse kardeş çocuklarının çocuklarıyız. Boris de böyle bir şeyin pekâlâ mümkün olabileceğini söylüyor, biliyor musun? Ben ona bütün her şeyi anlattım çünkü… Bilemezsin Sonya; öylesine akıllı, öylesine iyi bir insan ki Boris, hakikaten bilemezsin!..”
Bir yandan da gülerek arkadaşını öpüyordu Nataşa. Güven verici bir içtenlikle devam etti:
“Ağlama ne olur; Sonya, biricik sevgili kardeşim benim! Canım Sonyacığım, ağlama! Vera kötü yürekli bir kızdır, bilmez misin? Bir gün elbet cezasını çekecek bütün bu yaptıklarının; hiçbiri yanına kâr kalmayacak, göreceksin. Ve yine göreceksin ki bizim için her şey düzelecek. Bunu da anneme Vera değil, doğrudan doğruya Nikolay kendisi söyleyecek! Anlıyor musun? Sonra, inan bana, Nikolay aklının ucundan bile geçirmiyor Jülia’yı…”
Arkadaşının başını öpüyordu durmadan. Sonya doğruldu nihayet. Kedi yavrusu birden canlanmış, gözleri ışıldamıştı. Neredeyse kuyruğunu sallayıp minik ayaklarını hareketlendirerek koşup zıplamaya ya da ilk bulduğu bir yumakla oynamaya başlayacaktı. Bir kedi yavrusuna yaraşan da bu değil miydi zaten?
Genç kız, saçlarını düzeltirken ve üstüne başına çekidüzen verirken bir yandan da Nataşa’ya soruyordu heyecan ve merakla:
“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Ne olur, doğru söyle! Peki, yemin eder misin?”
Arkadaşının örgüsünden dışarı taşmış bir tutam saçı düzeltirken cevap verdi Nataşa:
“Yemin ederim ki doğru söylüyorum!” İkisi de keyifle kıkırdadılar.
“Şimdi artık gidip Pınar’ı söyleyebiliriz.” dedi Nataşa.
“Hadi öyleyse gidelim.”
Küçük kız son anda bir şey hatırlayarak durakladı birden, Sonya’yı da kolundan çekip durdurmuştu.
“Bak, ne diyeceğim… Hani o şişman Piyer var ya! Canım şu, yemekte karşımda oturan… Öyle matrak adam ki! Bilemezsin bugün nasıl eğlendiğimi!”
Koridorda koşmaya başlamıştı bile…
Saçlarına yapışmış tüyleri eliyle silkeledi Sonya; şiirleri, hafif çıkık göğüs kemiklerinin arasına sokup koynuna gizledi. Sonra o da Nataşa’nın ardından uçarı, şen bir hâlde koridorda koşmaya başladı. Yüzü yine kıpkırmızıydı oturma salonuna girdiğinde…
Konukların arzusu üzerine gençler, hemen bir dörtlü oluşturup herkesin bayıldığı bir şarkı olan Pınar’ı söylediler.
Ardından da Nikolay, onlara, yeni öğrenmiş olduğu bir şarkıyı okudu:
Ne güzeldir ah! Ne güzeldir, ay ışığında
Heyecandan tatlı tatlı ürpererek:
“Tanrı’nın en sevgili kuluyum artık ben,
Çünkü beni bir düşünen var.” diyebilmek…
Bir arpın tellerinde ağır ağır
Gezinen iki süt beyazı el
Coşkun bir havayla ortalığı çınlatır
Ve sarhoş eder beni çağrısıyla:
Mutlu günlere evet can ve gönülden,
Yeter ki hep yanımda kal sen!
Nikolay şarkının son dizelerini okurken salondaki gençler dansa hazırlanıyorlardı. Balkondaki yerlerini alan orkestra üyelerinin ayak tıkırtıları ve öksürük sesleri kaplamıştı salonu…
Piyer salonda oturmaktaydı. Yurt dışından henüz dönmüş bulunan Şinşin; çok geçmeden başka konukların da katıldığı, politika hakkında bir konuşmaya girişmişti delikanlıyla. Ama sıkılıyordu Piyer.
Tam o sırada müzik başladı. Müzik başlar başlamaz da Nataşa girdi salona ve dosdoğru Piyer’e ilerledi… Yanakları al aldı ama gözlerinin içi gülüyordu.
“Annem sizi dansa davet etmemi söyledi…” dedi.
“Figürleri birbirine karıştırmaktan korkarım…” diye cevap verdi Piyer. “Ama bana öğretmenlik etmek lütfunda bulunursanız…”
Bir yandan da iri kolunu küçük kıza uzatmıştı. Çiftler yerlerini almamışlardı henüz, çalgıcılar da aletlerini akort etmeye yeni başlamışlardı. Ayakta beklemektense yeni damıyla birlikte bir yere oturdu Piyer. Nataşa mutluluktan uçuyordu. Nasıl uçmasın ki yurt dışından gelmiş olan büyük biriyle dans edecekti! Nitekim herkesin onları görebileceği bir yere sürüklemişti Piyer’i ve delikanlıyla artık büyümüş genç bir kız gibi konuşuyordu. Konuk bir kızın bir süre için ona emanet ettiği yelpaze vardı elinde. İşin güzeli, bu tür şeyleri ne zaman ve nasıl öğrendiği bilinmez ancak yüksek sosyete hanımlarına yaraşır bir tavır takınmıştı. Hafif hafif sallıyordu yelpazeyi, sonra da kavalyesiyle sohbet ederken gülümseyince onun ardına gizleniyordu.
Tam o sırada salonu katetmekte olan yaşlı Kontes, kızının hâlini görünce ilkin şaşırdı sonra da hoşlandı ve bağırdı:
“Aaaa! Şuna da bakın hele! Ne dersiniz bu işe, ne buyurulur bu beklenmedik gösteriye?”
Kızardı Nataşa ve gülmeye başladı.
“Ne var anne, sanki bunda? Niçin öyle konuşuyorsunuz? Şaşılacak ne var kuzum, bu işte?..”
Orkestra üçüncü İskoç dansına girmişti ki Kont’la Mariya Dmitriyevna’nın oyun oynadıkları salondan, çekilip üzerinden kalkılan sandalyelerin gıcırtısı yükseldi. Hemen ardından da en seçkin konuklarla yaşlıların büyük bir kısmı, uzun süre oturmaktan gelen uyuşukluklarını gidermek için gerine gerine cüzdanlarını ve para çantalarını ceplerine yerleştirip balo salonuna yöneldiler.
En önde Mariya Dmitriyevna ile Kont ilerliyordu. İkisinin de yüzünden memnuniyet ve neşe taşıyordu. Kont’un muzipliği tuttu birden: Büyük bir nezaketle ve usta bir balet gibi kolunu kıvırarak Mariya Dmitriyevna’ya döndü. Bedenini dimdik tutuyordu. Çehresi; bambaşka, çapkın ve kurnaz bir gülümseyişle aydınlanmıştı. Herkes son figürü de yapıp dansı tamamlayınca birden müzisyenlere doğru ellerini çırptı Kont ve birinci kemana seslendi:
“Semyon! Danilo Kupor’u biliyorsun değil mi?”
Kont’un en sevdiği ve gençliğinden beri büyük bir zevkle yapageldiği danstı bu (“Anglez”in bir figürüydü aslında.).
Büyük biriyle dans etmekte olduğunu o saat unutuverdi Nataşa ve kıvırcık saçlı başını dizlerine kadar eğip koca salonu çın çın öttüren bir kahkaha koyuvererek avazı çıktığı kadar “Babama bakın, babama!” diye haykırdı.
Nitekim çok geçmeden salondaki herkes, zevkle, kendisinden bir hayli uzun olan gösterişli damı Mariya Dmitriyevna’nın karşısında; kollarını müziğe uyarak kıvırıp titreten, omuzlarını oynatan, ayaklarını bir sağa bir sola kıvırıp topuklarıyla yeri döven ve ablak yüzüne gittikçe biraz daha yayılan keyifli gülümseyişle âdeta hepsine meydan okuyarak yeteneklerini zorlayan bu neşeli ihtiyarcığı seyre başlamıştı. Dahası vardı: Danilo Kupor’un coşkun bir trepak’ı[194 - Trepak: Çok hızlı oynanan bir Rus dansı.] andıran hareketli ve sürükleyici sesleri yükselir yükselmez salonun bütün kapıları, bir yanda erkekler öbür yanda kadınlar olmak üzere, efendilerinin eğlenişini seyretmek için gelen uşak ve hizmetkârlarla dolmuştu.
Ve kapılardan birinin eşiğinden dadının sesi duyuldu:
“Bizim efendimiz kartaldır, kartal!”
İyi dans ederdi Kont ve bunu da bilirdi. Ne var ki damı gereğince dans edemiyor, etmek de istemiyordu. İri gövdesini dimdik tutarak kocaman ellerini aşağıya doğru sarkıtmaktaydı (El çantasını Kontes’e emanet etmişti.). Dans eden sadece, o ciddi ama güzel yüzüydü sanki! Kont’un bütün o yuvarlak silüetinde dile gelen özellik, Mariya Dmitriyevna’nın gittikçe daha içten gülümseyen dudaklarında ve arada, bir hafifçe ürperen burnunda yansımaktaydı yalnız.
Ama Kont’un, kendisini seyredenleri olağanüstü çevik ayaklarının umulmadık yumuşak hareketleri ve zarif sıçrayışlarıyla şaşırtıp hayran bırakmasına karşılık; Mariya Dmitriyevna da omuz kırıp dönerken ya da kollarını kıvırıp ayaklarını yere vururken gösterdiği çabayla takdir topluyordu. Hele onun her zamanki o somurtkanlığa varan ciddiliğini bilenlerin gözünde bu çaba, bir kat daha değer kazanıyordu.
Ve dans, gittikçe hızlanmaktaydı. Kont ve Mariya Dmitriyevna ile birlikte dansa katılanlar, hiç kimsenin dikkatini çekemiyordu artık; çekmeye çalıştıkları da yoktu. Onlar da herkesle birlikte Kont’a ve Mariya Dmitriyevna’ya bakmaktaydılar. Ayrıca Nataşa, salonda bulunan kim varsa -zaten gözlerini dans edenlerden ayıramadıkları hâlde- teker teker giysilerinin bir ucundan ya da kollarından çekerek mutlaka babasına bakmalarını istemekte ve bunu da başarılı bir şekilde sağlamaktaydı.
Kont, figürler arasındaki duraklamalarda derin derin soluyor; sonra da orkestraya dönüp el kol işaretiyle daha hızlı çalmalarını emrediyordu müzisyenlere ve dans hızını gittikçe biraz daha arttırıp her an biraz daha coşarak bedenini kıvırmaya ve Mariya Dmitriyevna’nın çevresinde sırayla bir parmaklarının ucunda bir topuklarının üzerinde fır dönmeye koyuluyordu yeniden.
Ve nihayet, damını ilk almış olduğu yere götürüp son figürü yaptı: İnanılmaz bir çeviklikle arkadan yukarı kaldırdı ayağını, terli başını gülümseyerek öne eğdi ve sağ eliyle bir yuvarlak çizdi havada. Ortalık alkıştan inlemekte, salonun dört köşesinden şen kahkahalar yükselmekteydi. En çok da Nataşa alkışlayıp gülüyordu. Kont’la Mariya Dmitriyevna, durdukları yerde soluk soluğaydılar. Patiska mendilleriyle terlerini kuruluyorlardı şimdi ikisi de…
“Bizim zamanımızda işte böyle dans edilirdi, ma chère.” dedi Kont neşeyle gülümseyerek.
Kollarını sıvarken güçlükle nefes alabilen Mariya Dmitriyevna da keyifle cevap verdi:
“Bravo Danilo Kupor!”
XVIII
Rostofların salonunda yorgunluktan artık falsolu sesler çıkarmaya başlayan müzisyenlerin çaldığı altıncı anglez de oynanıp bitkin düşmüş uşaklarla aşçılar akşam yemeğinin hazırlıklarına giriştikleri sırada, Kont Bezuhof da altıncı kalp krizini geçirmekteydi. Herhangi bir iyileşme umudunun bundan böyle söz konusu olamayacağını bildirmişti hekimler. Hastanın konuşmaksızın günah çıkarması sağlandığı gibi kendisine kutsal ekmek de verilmişti. Dinî tören için hazırlıklar yapılıyordu şimdi…
Böyle zamanlarda daima rastlandığı gibi sıkıntılı bir bekleyiş ve aslında gereksiz bir telaş vardı konakta. Sokak kapısında, dışarıda, arabalarla hastayı son bir ziyarete gelenlerin gözlerinden saklanmaya çabalanan tabutçular toplanmıştı. Kont’un cenaze töreni dolayısıyla verilecek büyük siparişi beklemekteydiler. Moskova Garnizon Komutanı, hastanın durumunu öğrenmek için sık sık yaver yollamış; karanlık bastırınca da Kont Bezuhof’la -Katerina döneminin bu ünlü büyüğüyle- helalleşmek üzere bizzat kendisi çıkıp gelmişti.
Göz kamaştırıcı kabul salonu tıklım tıklım doluydu. Komutan, hastanın başucunda yaklaşık yarım saat kadar kaldıktan sonra dışarı çıktığında salondaki herkes saygıyla ayağa kalktı; o da kendisini selamlayanlara hafifçe karşılık verdikten sonra gözlerini ona çevirmiş hekimlerin, din adamlarının ve hastanın yakınlarının arasından elinden geldiğince çabuk geçmeye çalışarak kapıya doğru ilerledi. Kendisini; son günlerde bir hayli zayıflamış, rengi de iyice sararmış olan Prens Vasili uğurluyordu. Ayrılırken Komutan’a alçak sesle bir şeyler söylediği görüldü.
Komutan’ı yolcu ettikten sonra salonda tek başına kalan Prens Vasili, bir sandalyeye oturup bacak bacak üstüne attı; dirseğini dizine dayayıp eliyle gözlerini kapadı. Bir süre kaldı öylece. Sonra kalktı ve hiç alışık olmadığı hızlı adımlarla uzun koridorlardan -çevresine korkuyla bakarak- geçip konağın arka kısmına, Büyük Prenses’in dairesine yollandı.
Kabul salonu hafif bir ışıkla aydınlatılmıştı. Herkes hep bir ağızdan konuşuyordu fısıltılar hâlinde. Hastanın artık can çekiştiği söylenmekteydi. Biri içeri girip çıktıkça hemen susuyorlar ve gıcırdayan kapıya, bir şeyler beklediklerini belli eder bir tavırla, bir şey sorarmış gibi bakıyorlardı. İhtiyar bir din adamı, gelip yanına oturan ve onu saf saf dinleyen bir kadıncağıza “İnsanların sonu budur işte!” diyordu. “Sınır çizilmiş bir kere! Ne yapsan nafile, sınırı aşamazsın!”
Bu konuda kendine özgü bir düşüncesi yokmuş gibi dinliyordu kadın, sonra da din adamına unvanıyla hitap ederek soruyordu:
“Son dinî tören için bir parça geç kalınmadı mı acaba? Düşünüyorum da… Siz ne dersiniz?”
Elini yarı ağarmış ve iyice taranıp bastırılmış birkaç tutam saçın süslediği dazlak kafasının üzerinde gezdiriyordu din adamı ve “O törenin büyük bir anlamı vardır, hemşire hanım.” diye karşılık veriyordu yaşlı kadına.
Salonun öteki ucundan bir soru soruldu:
“Kimdi o kuzum? Başkomutan mıydı yoksa?”
“Ne kadar da genç gösteriyor!”
“Oysa rahat yetmişindedir!”
“Kont artık hiç kimseyi tanımıyormuş, söylendiğine göre…”
“Son dinî töreni yapacaklar herhâlde?”
“Kendisine tam yedi defa son dinî tören yapılan birini tanıyorum!”
Hastanın odasından yaşlı gözlerle çıkan Ortanca Prenses, Doktor Lorrain’e yöneldi. Katerina’nın portresi altındaki masaya zarif bir tavırla dirseğini dayamış oturmaktaydı Lorrain. Prenses de onun yanına oturdu ve iş olsun diye, havalar hakkında bir soru yöneltti Doktor Lorrain’e.
Lorrain hemen karşılık verdi:
“Tres bcau, tres beau, Princesse. Et puis â Moscou on se croit â la campagne…”[195 - “Çok güzel Prenses, çok güzel. Ve insan Moskova’ya gelince kendini kırda sanıyor…”]
İçini çekti Prenses.
“N’estce pas!”[196 - “Değil mi!”] demekle yetindi.
Kısa bir sessizlikten sonra sordu yeniden:
“Bu durumda su içebilir herhâlde? Sizce bir sakınca yoksa tabii…”
Lorrain düşündü.
“İlacını aldı değil mi? “
“Evet.”
Saatine baktı Doktor Lorrain. Sonra da “Bir bardak sıcak su alın…” dedi. “İçine de une pincée de cremor tartari[197 - “Bir tutam cremor tartari…”] ekleyin.”
Une pincée’nin miktarını ince parmaklarıyla göstermeyi de unutmamıştı ünlü Fransız hekim.
Biraz ötede bir Alman hekim, Garnizon Kumandanı’nın yaverlerinden biriyle sohbete dalmıştı:
“Tıp tarihi, üçüncü sekteyi atlatabilen adam kaydetmemiştir bugüne kadar!” diyordu.
Hastanın yanından biraz önce çıkmış olan yaver, “Yüzü kireç gibiydi!” dedi yavaşça.
Sonra da bir fısıltı hâlinde sordu:
“Peki ama bütün bu servet kime kalacak şimdi?”
Gülümsedi Alman hekim:
“Heveslisi çoktur, merak etmeyin, ortada kalmaz!”
Bütün gözler, gıcırdayan kapıya çevrilmişti birden. Ortanca Prenses, Lorrain’in söylediği ilacı hazırlamış; hastaya götürmekteydi.
Lorrain’e yaklaştı Alman hekim ve çok bozuk bir Fransızcayla sordu:
“Yarın sabahı bulur mu dersiniz?”
Lorrain dudaklarını kemirir gibi oldu bir süre, sonra parmağını kaldırıp “olamaz” anlamında salladı. Hastanın durumunu tartışma götürmez bir şekilde kavrayıp bildiği ve bunu da böyle açık seçik belirtebildiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Bu gururu da gizlemeye gerek görmediğini ortaya seren nazik bir gülümseyişle “Bu gece, bu iş biter!” diye fısıldadı.
Ve kalkıp uzaklaştı.
Aynı sıralarda Prens Vasili, Büyük Prenses’e ait odanın kapısını açıyordu. Oda loştu. İkonaların altında iki kandil yanıyordu sadece. Hoş bir tütsü ve çiçek kokusu kaplamıştı ortalığı…
Oda; boydan boya ufak tefek eşyalar, minik konsollar, küçük dolaplar ve çeşit çeşit masalarla doluydu. Üzerine kuş tüyü bir yatak konulmuş yüksek karyolanın beyaz örtüsü görülmekteydi.
Bir fino köpeği havlamaya başladı Prens içeri girince ve Büyük Prenses’in sesi duyuldu:
“Siz misiniz, mon cousin?”[198 - “Kuzenim.”]
Bir yandan da hemen kalkmış ve her vakit, hatta o anda bile başına sımsıkı yapıştırılmış gibi insana şaşkınlık verecek derecede düz ve cilalı gözüken saçlarını düzeltmişti.
Sonra “Ne var?” diye sordu telaşla. “Kötü bir şey mi oldu yoksa? Birdenbire çok korktum!”
Gerçekten yorgun ve bıkkın bir hâldeydi Prens. Kendisini biraz önce Prenses’in oturduğu koltuğa bırakırken “Yeni bir şey yok, hayır…” dedi. “Durum hep aynı…”
Asıl söylemek istediği şeyin önemini belirtmek istercesine sustu bir an. Sonra kararlı bir sesle yeniden konuşmaya başladı:
“Buraya, seninle baş başa bir iş konuşmaya geldim, Katiş… Amma da sıcak bu oda! Neyse, otur şöyle yanıma da causons.”[199 - “Konuşalım.”]
Prenses, yüzünde o hiç değişmeyen taş gibi katı ifadeyle, Prens’in karşısına oturup onu dinlemeye hazırlanmıştı.
Donuk bir sesle “Ben de acaba bir şey mi oldu diye düşünüyordum…” dedi. “Uyuyayım dedim ama bir türlü uyuyamadım, mon cousin…”
Prens Vasili, Prenses’in elini elinin içine almış ve her vakit yaptığı gibi aşağı doğru çekerken sormuştu:
“Evet canım, başkaca nasılsın?”
Bu “başkaca” sözcüğü, ikisinin de çok iyi anladığı ve ama hiçbirisinin belirtmek istemediği birçok anlama geliyordu.
Prenses, bedeninin bacaklarına oranla çok uzun ve dimdik olan üst kısmını hiç eğmeden bir parça patlak ve kül rengi gözlerinde en küçük bir heyecan duymadığını ortaya seren sakin bir ifadeyle, Prens’in gözlerinin içine bakıyordu şimdi… Başını salladı, sonra da hafif bir iç çekişle ikonalara çevirdi bakışlarını.
Aynı zamanda hem hüzün ve bağlılık hem yorgunluk hem de artık yakında rahata kavuşma umudunun belirtisi şeklinde yorumlanabilirdi bu davranış. Prens Vasili; bunu bir yorgunluk işareti şeklinde yorumladı ve bıkkın bıkkın “Sen, benim durumum daha mı rahat sanıyorsun?” dedi. “Je suis ereinte comme un cheval de poste.[200 - “Bir posta beygiri kadar bitkinim.”] Ama yine de şimdi seninle konuşmamız gerekiyor Katiş. Hem de çok ciddi bir şekilde konuşmalıyız canım…”
Sustu Prens. Yanakları bir sağa bir sola doğru sinirli tiklerle gerilip çekilmekte; bu da yüzüne, salonlarda büründüğü görünüşün tam tersine, aksi ve sevimsiz bir ifade vermekteydi. Gözleri de her zamanki gibi değildi: Bir an şakacı ve muzip bir ışıltıyla parlıyor, bir an sonra ise çevreyi korkuyla süzmeye başlıyordu bu gözler.
Prenses, dizinin üzerindeki küçük köpeği kuru sıska elleriyle tutmuş; Prens Vasili’nin gözlerinin içine dikkatle bakıyordu. Ve iyice belliydi ki Prenses Katiş, odaya çöken sessizliği, ne olursa olsun -sabaha kadar susması gerekse dahi- bozmamaya kararlıydı.
Prens Vasili, “Dinleyiniz; benim sevgili Prensesim, benim sevgili yeğenim Katerina Semyonovna.” diye sürdürdü konuşmasını.
Bunları söylerken kendi kendisiyle şiddetli bir çatışma hâlinde bulunduğunun pekâlâ farkındaydı Prens Vasili. Ama bunu yapmaya kendisini mecbur hissederek konuşmaya karar vermişti bir kere… Devam etti:
“Böyle anlarda her şeyi düşünmek, bütün ihtimallere karşı hazırlıklı bulunmak gerekiyor. Bu görev de herkesten önce bana düşmekte: İleriyi düşünmek. Sizleri… Ayrı ayrı her birinizi düşünmek görevi… Ben sizleri kendi çocuklarım kadar severim, bilmez değilsin!..”
Prenses; hep o aynı donuk, hep o aynı hareketsiz gözlerle bakmaya devam ediyordu. Prens Vasili, yeğeninin yüzüne bakmaksızın zapt etmeyi tam başaramadığı bir öfkeyle yandaki küçük masayı ittikten sonra “Tabii, bu arada ailemi de düşünmem gerekiyor…” dedi. “Bildiğin gibi sizler, Mamontoflar, üç kız kardeşsiniz. Bir de benim karım var. Kont’un doğrudan doğruya mirasçıları, işte bunlar. Yani bizleriz!..”
Prenses’in susuşunu, söylenenleri onaylamadığına yorarak sessiz kaldı bir an; sonra da yeğeninin şüphelerini gidermek amacıyla şöyle devam etti:
“Bütün bunları düşünmek sana şu anda çok… Nasıl desem… Çok yersiz, çok saçma… En azından çok ağır gelebilir, bilmez değilim elbette! Pekâlâ biliyorum… Benim için de kolay değil, inan ki! Ama ben artık altmış yaşındayım ve bu bakımdan da her şeye hazırlıklı olmalıyım…”
Burada yine sustu Prens Vasili. Sonra içini çekerek konuştu:
“Piyer’i çağırmaları için adam yolladım biraz önce. Kont, parmağıyla resmini gösterip onu yanına çağırtmamızı istemişti. Bunu biliyor muydun? Bilmiyordun, öyle değil mi?”
Prens Vasili, soran gözlerle ısrarlı bir şekilde bakıyordu Prenses’e ama onun bu sözleri mi kavramadığını, yoksa bir şey düşünmeksizin mi öyle donuk bakışlarla bakakaldığını bir türlü kestiremiyordu. Prenses konuştu nihayet:
“Ben Tanrı’ya bir tek şey için dua ediyorum, mon cousin…” dedi.
“O da şu: Onun taksiratını bağışlasın ve o temiz ruhunu sakin sakin uğurlasın bu ölümlü dünyadan…”
Biraz önce öfkeyle itmiş olduğu masayı yeniden kendisine doğru çekerken bir eliyle de dazlak kafasını kaşıdı Prens Vasili ve sabırsızlıkla “Haklısın, evet…” dedi. “O konuda haklısın. Ama bir de gayet iyi biliyorsun ki geçen kış Kont bir vasiyetname hazırladı. Ve bu vasiyetname ile dolaysız mirasçı olanları -yani bizleri- hiç hesaba katmaksızın bütün malını mülkünü Piyer’e bıraktı!”
Umduğu etkiyi uyandırıp uyandırmadığını anlamak için Katerina Semyonovna’nın yüzüne dikkatle baktı Prens Vasili. Ama Prenses son derece sakindi.
“Onun hazırladığı vasiyetnamelerin haddi hesabı yoktur!” dedi yine aynı tavırla. “Ayrıca, mirasını Piyer’e bırakması imkânsız! Piyer, onun meşru oğlu değil ki…”
Prens Vasili birdenbire o kadar heyecanlandı ki küçük masayı neredeyse bedenine yapıştıracaktı. Hiç yapmadığı bir şekilde hızlı hızlı konuşmaya başladı:
“İyi güzel söylüyorsun ama ma chère[201 - Güzelim.] ya Kont, İmparator’a bir mektup yazıp Piyer’in kendi yasal oğlu sayılmasını rica ettiyse? O zaman ne olur, düşünebiliyor musun? Sana söyleyim ne olacağını: Kont’un bu ricası, devlete ve İmparator’a yaptığı büyük hizmetler göz önünde tutularak kabul edilir…”
Karşısındaki kimseden çok daha fazla şey bildiğini sanan kişiler gibi gülümsemişti Prenses. Prens Vasili, onun elini tutarak devam etti:
“Dahası var! Bu mektup yazılmış ama gönderilmemiştir. İmparator da bundan haberdardır. Şimdi, bütün iş şurada: Söz konusu mektup hâlâ yerinde duruyor mu durmuyor mu? Kısacası o mektup ortadan kaldırıldı mı kaldırılmadı mı? Eğer kaldırılmadı ise bütün her şey biter bitmez…”
Prens Vasili, burada, “Kont ölür ölmez.” demek istediğini belirtmek için iç geçirdikten sonra sürdürdü konuşmasını:
“Bütün her şey biter bitmez evet, Kont’un evrakı açılacak; bu evrakın arasında bulunan vasiyetname ile mektup İmparator’a verilecek ve onun, Piyer’le ilgili ricası da kabul edilecektir. Ve böylece Piyer, Kont’un yasal oğlu sıfatıyla, tüm servetin tek sahibi olacaktır.”
Sanki her şey olabilirmiş de böyle bir şey asla olmazmış gibi alaycı bir tavırla gülümseyerek sordu Prenses:
“Bizim payımız ne olacak peki?”
“Mais, ma pauvre Catichc, c’est clair comme le jour.[202 - “Ama benim zavallı Katişçiğim, gün gibi açık bir şey bu.”] O durumda Piyer, Kont’un tek yasal mirasçısı oluyor; siz de hava alıyorsunuz.”
Durup bir an soluk aldıktan sonra devam etti:
“Dinle, bak. O vasiyetname ile mektup yazıldı mı yazılmadı mı? Yazıldı ise ortadan kaldırıldı mı kaldırılmadı mı? İşte bunu öğrenmen gerekiyor, güzelim. Bu kâğıtlar herhangi bir nedenle herhangi bir yerde unutulup kalmış da olabilir. Geleceğimiz için bu hususu da öğrenmelisin. Zira…”
Şeytanca bir tavırla ve gözlerinde yine aynı ifadeyle Prens Vasili’nin sözünü kesti Prenses:
“Bir bu eksikti! Öyle ya, ben kadınım! Yani siz erkeklere göre, anadan doğma bir aptalım. Ama evlilik dışı bir çocuğun mirasa konamayacağını bilecek kadar da dünyadan haberdarım…”
Prens’e söylediği şeyin ne denli saçma olduğunu ispatlamak için de Piyer’in ne olduğunu Fransızca olarak söyledi:
“Un bâtard…”[203 - “Bir piç…”]
“Nasıl olur da sen bunu anlayamazsın Katiş? Nasıl olur da şu pırıl pırıl zekânla bunu bir türlü kavrayamazsın? Oysa o kadar basit ki söylediğim. Eğer Kont, İmparator’a oğlu Piyer’in yasal mirasçısı sayılmasını rica etmek için bir mektup yazmışsa ve bu rica, İmparator tarafından kabul edilirse -ki kaçınılmaz olarak kabul edilecektir- Piyer artık Piyer olmaktan çıkıp Kont Bezuhof olacak; dolayısıyla da bütün mirasa konacaktır. Yani o vasiyetname ile o mektup ortadan kaldırılmadı ise sana, bir büyüğüne iyilik etmiş olmanın zevki et tout ce qui s’en suit’nin[204 - “Ve bunun sonucunda meydana gelen her şeyin…”] avuntusundan başka bir şey kalmayacak. İşte böyle, yavrum!”
“Ben o vasiyetnamenin yazıldığını biliyorum. Ama yine biliyorum ki o vasiyetnamenin hiçbir geçerliliği yok! Siz de beni tam bir budala sanıyorsunuz korkarım, mon cousin!”
Kadınların karşılarındakilere zekice bir hakarette bulunduklarını sandıkları zaman büründükleri yüz ifadesiyle söylemişti bunu Prenses. Prens Vasili ise işin bu yanının üzerinde durmadı bile ve sabırsızlıkla:
“Prenses Katerina Semyonovna, güzelim, güzel yavrucuğum…” dedi. “Ben buraya seninle tartışmaya değil; seni iyi yürekli, dürüst ve gerçekten bağlılık duyduğum bir akraba olarak kabul ettiğim için her ikimizi de ilgilendiren birtakım önemli çıkarları konuşmaya geldim ve kim bilir kaçıncı defadır söylüyorum sana: Eğer Kont’un evrakı arasında o vasiyetname ile İmparator’a yazdığı o mektup varsa ne sen ne de kız kardeşlerin, bu mirasta en ufak bir hak dahi iddia edemezsiniz! Bana inanmayabilirsin ama kendi aile avukatınıza inanırsın sanırım. Az önce Dmitri Onufriç’le uzun boylu konuştum, o da aynı şeyi söyledi…”
Prenses’in düşünceleri değişivermişti birden, her hâlinden belliydi bu. Gerçi bakışları değişmemişti ama ince dudakları solmuş ve konuşmaya başladığı vakit de sesi öyle bir çınlamıştı ki kendisi bile şaşırmış ve ürkmüştü.
“İşte şimdi her şey tastamam oldu!” dedi. “Zaten hiçbir şey istememiştim ben, şimdi de istemiyorum!”
Dizindeki finoyu itip yere attı. Giysisinin buruşukluklarını düzeltti bir süre. Bir yandan da kendi kendine konuşmaktaydı:
“Minnet ve şükran duymak diye işte buna derler, öyle ya! Onun uğruna her şeylerini feda etmiş insanlara, demek böyle teşekkür edecekmiş! Harika doğrusu! Mükemmel!”
Prens’in orada olduğunu hatırladı birden.
“Evet, Prens! Benim artık hiçbir şeye ihtiyacım yok!”
Prens Vasili, sakin bir sesle “Güzel ama sen tek başına değilsin ki…” dedi. “Kız kardeşlerin var!”
Prenses yine dinlemiyordu onu, kendi kendine konuşmaya başlamıştı yeniden:
“Bu evde adilikten, kıskançlıktan, ihanetten, entrikadan ve ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını zaten çoktandır biliyordum ben! Biliyordum ama unutmuştum…”
Prens Vasili, yine sadede geldi:
“Sen şimdi bana tek bir şeyi söyle yeter. O vasiyetnamenin nerede olduğunu biliyor musun bilmiyor musun?”
Yanakları gittikçe artan bir şiddetle titremekteydi bunu sorarken. Ama Katerina Semyonovna’dan cevap almak kolay değildi.
“Evet evet.” diyordu Prenses kendi kendine. “Aptalın biriymişim ben! Her şeye rağmen inanıyordum insanlara, seviyordum, seve seve fedakârlık ediyordum. Oysa görüyorum ki sadece adi ve düzenbaz insanlar kârlı çıkmakta!.. Ama bütün bu dolapları kimin çevirdiğini bilmez değilim ben… Gayet iyi biliyorum hem de!”
Doğrulup kalkmak istedi yerinden ama Prens, bileğinden tutarak ona engel oldu. Prenses o anda tüm insanlıktan umudunu kesecek derecede büyük bir hayal kırıklığına uğramış görünüyordu.
Prens Vasili, genç kadının kendisine dahi öfkeyle bakmasına aldırış etmeksizin “Bak yavrum…” dedi. “İş işten geçmedi henüz… Her şeyden önce de şu noktayı hatırlamakta yarar var: Bütün bunlar bir hastalık döneminde, bir öfke anında ve yanlışlıkla oldu; sonra da hemen unutuldu. Şimdi bizlere düşen, Kont’un bu yanlışlığını onarmaktır; bir haksızlığı ortadan kaldırarak son dakikalarında da olsa onun huzura kavuşmasını sağlamak ve birtakım insanların onun yüzünden mutsuzluğa mahkûm olduğunu düşünerek ölmesine engel olmaktır.”
Kederli bir sesle ve sayıklar gibi ekledi Prenses:
“O insanlar ki onun uğruna her şeylerini gözlerini kırpmaksızın feda ettiler!”
Katerina Semyonovna bunu söyledikten sonra kalkmak istedi yine ve Prens Vasili onu yine bırakmadı. Bunun üzerine şöyle devam etti Prenses:
“Ama o bunu hiçbir zaman takdir edemedi. Hayır, mon cousin…” İç çekerek sürdürdü konuşmasını: “Bundan böyle ölünceye kadar asla unutmayacağım bir gerçek varsa o da bu dünyada hiç kimseden mükâfat beklememek gerektiğidir. Hak ve namus yok bu dünyada, kalmamış! Bu dünyada kurnaz ve acımasız olmak gerek…”
“Voyons,[205 - “Hadi.”] toparla kendini, sakin ol lütfen. Senin ne kadar altın kalpli olduğunu ben bilirim!”
“Hayır, katiyen! Bundan böyle kötü yürekli biri olarak göreceksiniz hep beni…”
Prens Vasili, “Altın kalplisindir, altın!” dedi yeniden. “Dostluğuna bundan dolayı büyük değer veririm ve içtenlikle dilerim ki sen de bana karşı aynı duyguları besleyesin! Hadi, sakin ol bakayım, sakin ol şimdi biraz. Ve henüz vakit erken parlons raison![206 - “Aklımızı konuşturalım!”] Ne kadar zamanımız kaldı ki? Belki bir gün, belki bir saat bile değil… Neyse neyse… Sen şimdi o vasiyetname konusunda bildiğin her şeyi anlat bana. En önemlisi de şu: Vasiyetname nerede?.. Bunu eminim ki biliyorsundur… Hemen onu yerinden alıp Kont’a göstermemiz gerekiyor. Kont’un bu vasiyetnameyi unuttuğundan ve görür görmez ortadan kaldırmak isteyeceğinden benim şahsen en ufak bir şüphem yok! Anlıyorsun değil mi? Benim biricik dileğim, onun bu isteğini kutsal bir görev olarak yerine getirmektir… Buraya yalnız bu iş için gelmiş bulunuyorum ben, gerek ona gerek sizlere yardım edebilmek için!”
“Şimdi anladım her şeyi.” dedi ıslık gibi çıkan bir sesle Prenses. “Her şeyi, evet her şeyi! Bütün bu entrikaların kaynağını adım gibi biliyorum artık! Adım gibi biliyorum!..”
“Sorun o değil yavrucuğum! Sorun başka…”
Yine kendi havasındaydı Prenses:
“Nasıl başka?” dedi. “Bal gibi biliyorum ben! Bu iş, sizin o binbir özenle kanat gerdiğiniz Anna Mihailovna’nızın, o sevgili protégée’nizin[207 - “Koruduğunuz hanımın.”] işi doğrudan doğruya! Konağıma hizmetçi olarak dahi kabul etmeyeceğim o adi iftiracının, o alçak kadının!..”
“Ne perdons point de temps.”[208 - “Vakit kaybetmeyelim.”]
“Yooo, öyle demeyin lütfen! Geçen kış buradaydı, bir yılan gibi sokuldu bize ve akıttı zehrini. Kont’a bizler için, hele zavallı Sofya için o kadar çirkin şeyler söyledi ki! Ağıza alınmayacak kadar iğrenç şeyler, evet… Nitekim Kont yatağa düştü sonunda ve tam iki hafta boyunca bizim yüzümüzü dahi görmek istemedi. Vasiyetname dediğiniz o pis kâğıdı da işte o vakit yazdı. Ama ben o kâğıdın hiçbir önem taşımadığını sanıyordum!”
“Nous y voilà![209 - “Gördün mü bak!”] İyi, güzel ama sen neden daha önce benimle konuşmadın bu hususta?”
Prenses bu soruya cevap vermeksizin Prens’in asıl beklediği şeyi söyledi. Kendi kendine konuşur gibiydi:
“Daima yastığının altında sakladığı kakmalı bir çantası vardır, onun içinde olsa gerek kâğıt… Şimdi anlıyorum her şeyi, evet! Ve bugüne değin işlediğim en büyük günah da o sefil kadından nefret etmiş olmak olacak…”
Âdeta bağırarak söylemişti bunu Prenses, bir anda tepeden tırnağa değişmiş gibiydi. Şöyle noktaladı konuşmasını:
“Ne işi var bu evde o alçak kadının? Ama bir gün gelecek, içimden geçen bütün ne varsa hepsini yüzüne karşı söyleyeceğim!”
XIX
Kabul salonunda ve prenseslerin dairesinde bu konuşmalar yapıladursun, -kendisini konağa çağırmak üzere adam gönderilen- Piyer ile -delikanlıya eşlik etmeyi zorunlu gören- Anna Mihailovna’yı getiren araba; Kont Bezuhof’un avlusundan içeri girmekteydi. Arabanın tekerlekleri, pencerelerin altına serpilmiş samanların üzerinde hafif bir hışırtı çıkararak durunca Mihailovna, genç adama yönelteceği teselli cümlesini söylemek amacıyla ona döndü ama onun yerleştiği köşede çoktan uyumuş olduğunu gördü ve uyandırmak için lisan-ı münasiple seslendi ona.
Gözlerini açıp hemen toparlanan Piyer, Anna Mihailovna’nın ardından arabadan inerken (Ancak o zaman hatırlayabildi, ölmek üzere olan babasını son bir defa ziyarete geldiğini.) arabanın ön kapıya değil, arka kapıya yanaştığını fark etmişti. İnerken de kılık kıyafetlerinden orta sınıfa mensup oldukları anlaşılan iki kişinin, telaşla kapının önünden çekilip duvarın karanlık köşesine doğru seğirttiklerini gördü.
Bir an durup çevresine bakındı. Evin gölgesinde her iki tarafta da o iki adama benzeyen birkaç kişi daha durmaktaydı. Ama gerek Anna Mihailovna gerekse uşakla arabacı, o adamlara nedense hiç önem vermemişlerdi. Doğrusu budur herhâlde,.. diye düşündü Piyer ve Anna Mihailovna’yı izlemeye karar verip yürüdü.
Anna Mihailovna, yarı karanlık taş merdiveni çevik adımlarla tırmanmaktaydı. Arada bir de hep arkada kalan ve neden ille de Kont’u son bir defa ziyaret etmesi gerektiğini, ayrıca bu iş için neden ille de arka merdivenden çıkmak zorunda olduğunu bir türlü kestirememesine rağmen onun aceleci ama güvenli tavırlarını görüp içinden Doğrusu budur herhâlde,.. diyen Piyer’i yanına çağırıyordu.
Merdivenin ortasına gelince ellerinde kovalar olduğu hâlde çizmelerini takırdatarak aşağı inen birtakım adamlarla karşılaştılar. Piyer’le Anna Mihailovna’ya yol vermek için duvara âdeta yapışan bu adamlar, onları görünce hiç mi hiç şaşırmamışlardı.
İçlerinden rastgele birine sordu Anna Mihailovna:
“Prenseslerin dairesine buradan mı gidiliyor?”
Bundan böyle ne yapsa hoş görülecekmiş gibi korkusuzca ve gür bir sesle cevap verdi uşak:
“Buradan, evet!”
Sonra da eliyle soldaki kapıyı gösterdi:
“İşte şurası, efendim.”
Merdivenin üst başındaki sahanlığa geldiler.
“Belki de Kont beni çağırtmamıştır.” dedi Piyer. “Ne dersiniz? Kendi odama gitsem daha mı iyi olur acaba?”
Anna Mihailovna durup Piyer’in ona iyice yaklaşmasını bekledi. Sonra da tıpkı o sabah kendi oğluna yapmış olduğu gibi elini tuttu delikanlının.
“Ah, mon ami!”[210 - “Ah, yavrucuğum!”] dedi. “Croyez que je souffre autant que vous, mais soyez homme!”[211 - “İnanınız ki ben de sizin kadar acı çekiyorum ama metin olunuz!”]
Yumuşak, çocuksu bakışlarını kadına çevirdi Piyer.
“Ben gitsem daha iyi olacak.” dedi.
“Ah, mon ami, oubliez les torts qu’on a pu avoir envers vous, pensez que c’est votre père… Peutêtre à l’agonie.”[212 - “Ah, yavrucuğum, size karşı birtakım haksızlıklar yapılmış olabilir, bunları unutunuz, düşününüz ki o sizin babanızdır… Belki de can çekişmekte.”]
Bir an durup derin derin iç çektikten sonra devam etti:
“Je vous ai tout de suite aimé comme mon fils. Fiezvous à moi, Piyer. Je n’oublierai pas vos intérêts.”[213 - “Sizi daha ilk görüşte kendi oğlum gibi sevdim. Bana güvenin Piyer. Çıkarlarınızı unutmam.”]
Bütün bu olup bitenlerden hiçbir şey anlamıyordu Piyer. Yine de bunların böyle olması gerektiğine yürekten inanıyordu. İşte bu duyguyla izledi kadını uslu uslu. Anna Mihailovna o sırada kapıyı açıyordu.
Arka dairelerin bulunduğu sofaya girdiler. Bir köşede prenseslerin ihtiyar uşağı oturmuş, çorap örmekteydi. Evin bu kısmına hiç girmemişti Piyer; dahası, böyle bir kısmın varlığından haberdar bile değildi..
Anna Mihailovna, arkalarından gelip onları geçen ve üzerinde sürahi bulunan bir tepsi taşıyan genç bir kıza, prenseslerin sağlığını sordu tatlı dille; sonra yanında Piyer, taş koridora yöneldi.
Koridorda soldan birinci kapı, prenseslere ayrılmış olan odalara açılmaktaydı. Biraz önceki genç kız, kapıyı kapamayı unutmuştu aceleden (Zaten her şeyin aceleyle yapıldığı bir zaman dilimini yaşamaktaydılar.). Dolayısıyla da Anna Mihailovna ile Piyer; kapının önünden geçerken Prens Vasili ile Büyük Prenses’in yan yana oturmuş konuşmakta oldukları odaya şöyle bir göz atmaktan alamadılar kendilerini.
Onları gören Prens, gizlenmek isteğiyle irade dışı bir harekette bulunarak hızla geriye doğru çekildi; prenses ise öfkeyle ayağa fırlayıp şiddetle çarparak örttü kapıyı.
Prenses bu davranışıyla her zamanki sakinliğine öylesine ters ve Prens’in yüzündeki korku da genellikle takındığı o azametli tavıra öylesine aykırı düşmekteydi ki Piyer, elinde olmaksızın duraklayıp kendisine yol göstermekte olan Anna Mihailovna’ya baktı gözlüklerinin ardından. Anna Mihailovna ise hafifçe gülümseyip içini çekmekle yetindi. Bütün bunları zaten bekliyordu sanki ve hiç şaşırmamıştı.
Piyer’in soran bakışlarına “Soyez homme, mon ami, c’est moi qui veillerai à vos intérêts…”[214 - “Metin olunuz, yavrucuğum, ben çıkarlarınızı gözeteceğim…”] diye karşılık verdi.
Sonra biraz daha hızlanarak yürümeye devam etti.
Piyer, olup bitenleri anlayamamakta; hele “çıkarları gözetmek” deyiminin ne münasebetle söylendiğini hiç mi hiç kavrayamamaktaydı. Bir tek şey vardı emin olduğu: Böyle olduğuna göre, demek ki böyle olması gerekiyordu.
Koridoru katedip Kont’un kabul salonuna bitişik olan loş bir salona çıktılar. Piyer’in ön kapıdan girdiği o görkemli odalardan biriydi bu. Ama şimdi, odanın ortasında boş bir banyo küveti durmaktaydı; zemini kaplayan halının üzerine de su dökülmüştü…
Elinde bir buhurdan, onları hiç önemsemeksizin ayaklarının ucuna basarak yürüyen bir papaz yardımcısı ile bir uşak çıktı karşılarına. Piyer, yanında Anna Mihailovna, hiç yabancısı olmadığı İtalyan tarzı iki penceresi kış bahçesine bakan ve Katerina’nın büyük bir büstü ile tam boy bir portresi bulunan kabul salonuna girdi.
Hep aynı insanlar vardı içeride. Yine aynı şekilde oturmakta ve yine fısıltıyla konuşmaktaydılar. Girenleri görünce susup yüzü ağlamaktan sararmış olan Anna Mihailovna ile onun ardından başını eğerek uslu uslu ilerleyen iri yarı Piyer’e baktılar.
Artık son dakikanın gelip çattığını belirten bir ifade belirmişti Anna Mihailovna’nın yüzünde. Nitekim salona, Petersburglu hanımlara yaraşır bir tavırla, sabahkinden daha da güvenli adımlarla girmişti. Birlikte bulunduğu insanın Kont tarafından özellikle görülmek istenen biri olmasından alıyordu bu güveni. Hiç kimsenin ona engel olma cesaretini gösteremeyeceğini gayet iyi biliyordu…
Bir bakışta gözden geçirdi salondakileri. Kont’un günahlarını çıkaran papazı görünce eğilerek değil de kendi kendine âdeta boyu küçülmüş hâlde ilerledi ve saygıyla bekledi onu kutsamasını. Birincisinin yanında duran ikinci papaz tarafından kutsandıktan sonra da “Tanrı’ya şükürler olsun!..” dedi. “İş işten geçmeden yetişebildik. Ama ailece öyle korktuk ki…”
Ardından sesini alçaltarak “Bu delikanlı, Kont’un oğludur…” diye ekledi. “Ne kadar dehşet verici anlar yaşamaktayız, ey Tanrı’m!”
Bu son sözleri söyler söylemez hekime yöneldi:
“Cher doctcur, ce jeune est le fils du comte…”[215 - “Bu genç, Kont’un oğludur, Sayın Hekim…”]
Bir an bu açıklamanın etkisini bekler gibi durduktan sonra sordu hemen:
“Yatil de l’espoir?”[216 - “Umut var mı?”]
Gözlerini ve omuzlarını hızlı bir şekilde yukarı kaldırıp ellerini yana açmıştı hekim. Anna Mihailovna da tekrarladı bu hareketi. Gözlerini âdeta yummuş hâlde bir süre bekledi, sonra içini çekti, ardından da adamın yanından uzaklaşıp Piyer’in yanına döndü. Delikanlıya karşı özellikle saygılı bir tavır takınmıştı. Hüzün ve sevgi dolu bir yakınlık duygusuyla “Ayez confiance en Sa miséricorde…”[217 - “Kendinizi Tanrı’nın koruyuculuğuna emanet ediniz…”] dedi.
Sonra divana oturup onu beklemesini işaret etti genç adama. Herkesin gözlerini dikmiş haber beklediği kapıya doğru sessizce süzüldü, yine sessizce açıp içeri girdi. Onun arkasından, hafif bir sesle kapandı kapı.
Kendisine kılavuzluk yapan Anna Mihailovna’nın bir dediğini iki etmemeye kararlı olan Piyer, Prenses’in gösterdiği divana oturmuştu. Anna Mihailovna Kont’un odasına girer girmez de kabul salonundaki herkesin ilgiyi çok aşan bir merakla kendisini tepeden tırnağa süzdüklerini fark etmişti. Gerçekten de salondakiler birbirlerine bir şeyler fısıldayarak hem korkuyu andıran bir tavır hem de yaltaklanmayı andıran bir ifadeyle, birbirlerine onu göstermekteydiler gözleriyle…
Evet, herkes ona saygı gösteriyordu ve bu, alışmadığı bir şeydi; o güne kadar böyle bir saygıyı hiç kimse göstermemişti ona. İşte, hiç tanımadığı bir hanım, papazlarla görüşürken konuşmasını yarıda kesip ayağa kalkarak yerine oturmasını teklif etmişti; sakarlıkla elinden düşürdüğü eldiveni bir yaver hemen eğilip yerden almış ve ona uzatmıştı; doktorlarsa o, yanlarından geçerken hemen saygıyla susup yol vermek için geri çekilmişlerdi…
Piyer’se ilkin; kendisine yer veren hanımı rahatsız etmemek için başka bir yere oturmak, düşürdüğü eldiveni eğilip kendi almak ve aslında katiyen onun yolu üzerinde durmayan doktorların arkasından dolanmak istemiş ama birden, nedense böyle davranmasının pek uygun düşmeyeceğini, o gece oradaki herkesin beklediği korkunç bir ayini yönetmekle görevli olduğunu, dolayısıyla da herkesin yardımını doğal karşılayıp kabul etmek zorunda bulunduğunu düşünmüştü. Nitekim hiç konuşmadan aldı yaverin elinden eldivenini, hanımın yerine oturdu, bacaklarını açıp kocaman ellerini dizlerine koyarak ve eski bir Mısır heykeli gibi masum bir poza büründü. Bütün olup bitenlerin tamamen böyle olması gerektiği için böyle olup bittiğini ve bu gece şaşırıp da saçma bir şey yapmamak istiyorsa kendi düşüncesine göre değil de ona kılavuzluk edenin isteğine göre davranmak zorunda olduğunu şimdi gayet iyi kavramaktaydı.
Aradan iki dakika geçmemişti ki sırtında üç nişanlı ceketiyle Prens Vasili girdi salona, azametli bir tavırla. Başını dimdik tutuyordu. Sabahtan bu yana zayıflamıştı sanki, gözleri her zamankinden daha büyük gibiydi… Piyer’i fark edince yaklaştı hemen, delikanlının elini tuttu ve âdeta sağlamlığını denemek istercesine aşağıya doğru çekti (Oysa o güne dek bir defa olsun böyle bir yakınlık göstermemişti genç adama.). Aceleyle konuştu:
“Courage, courage, mon ami. Il a demandé à vous voir. C’est bien…”[218 - “Metin olunuz dostum, metin olunuz. Sizi görmek istemişti. Ne iyi…”]
Aslında konuşmayı burada kesmek ve geçip gitmek istemişti Prens Vasili. Ama Piyer, “Sağlık durumu nasıl?” diye sormak mecburiyetini hissetti.
Hiç beklenmedik bir şekilde, kekeleyerek konuşmuştu. Ölüm döşeğinde kıvranan Kont’tan nasıl söz edeceğini, onu nasıl sıfatlandıracağını kestiremiyordu bir türlü. “Kont” demek konusunda kararsızlığını yenemiyor, “babam” demekten de nedense utanıyordu.
Açıklamada bulunmak zorunda hissetti Prens Vasili kendisini:
“Il a eu encore un coup il y a une demi heure. Courage, mon ami…”[219 - “Yarım saat önce bir kriz daha geçirdi. Metin olunuz, dostum…”]
Piyer’in kafası o kadar karmakarışık bir hâldeydi ki “darbe” anlamına gelen “coup” sözünü işitince bunu, Kont Bezuhof’un gerçekten bir vuruşa maruz kaldığı şeklinde yorumladı; Prens Vasili’ye bakakaldı şaşkınlık içinde ve “darbe” sözünün kalp hastalığıyla ilgili olduğunu neden sonra akıl edebildi.
Prens Vasili, Lorrain’e ayaküstü birkaç kelime söyledikten sonra parmaklarının ucuna basarak Kont’un yattığı odaya girdi. Parmaklarının ucuna basarak yürümeyi beceremediği için bütün bedenini sarsarak âdeta zıplar gibi ilerliyordu.
Onu Büyük Prenses; Büyük Prenses’i de din adamları, duacılar, uşaklar, hizmetçiler izledi. Bir kıpırtı işitildi kapının arkasından. Sonra da Anna Mihailovna, hep solgun yüzünde kesin kararlı bir ifadeyle kapıda belirdi; koşarak gelip Piyer’in kolunu dürttü hafifçe ve fısıldayarak konuştu:
“La bonté divine est inépuisable. C’est la cérémonie de l’extrême onction qui va commencer. Venez.”[220 - “Tanrı’nın iyiliği tükenmez. Kutsal, yağ sürme töreni başlıyor şimdi. Gelin benimle.”]
Zemini kaplayan kalın halının üzerinden geçerek odaya girdi Piyer. Yaverin de o tanımadığı hanımın da bazı uşakların da onun arkasından ilerleyerek sanki artık bu odaya girmek için hiç kimseden izin almak gerekli değilmişçesine geldiklerini fark etti.
XX
Sütunlarla ikiye ayrılmış ve her tarafı İran halılarıyla döşenmiş olan bu büyük odayı gayet iyi biliyordu Piyer. Odanın sütunlarının arkasına düşen yanında, ipek perdelerle kapalı bir köşede, yüksek bir karyola vardı. Odanın öbür yandaki, ikonalarla süslü büyük bir girinti şeklindeki kısmı ise tıpkı akşam ayini sırasında kiliseler gibi kırmızı ışıklarla aydınlatılmıştı. İkonaların ışıl ışıl parıldayan çerçeveleri altında uzun bir Voltaire koltuk duruyor; koltukta da altına biraz önce kılıfları değiştirildiği belli, kar gibi beyaz ve hiç kırışmamış yastıklar yerleştirilmiş, üstü yarı beline kadar yeşil bir yorganla örtülmüş olan Kont Bezuhof yatıyordu. Evet; Piyer’e hiç de yabancı gelmeyen bu silüet, o azametli babasıydı. Saçları, geniş alnının üzerinde bir aslan yelesini andırıyordu yine; kızıla çalan kumral tenli yüzünde de yine o kendisine özgü ve soyluluğunu dışa vuran derin anlamlı çizgiler görülüyordu. İkonaların tam altındaydı ve kalın parmaklı kocaman ellerini yorganın üzerine koymuştu. Avucu aşağıya doğru olan sağ eline, başparmakla işaret parmağı arasına bir mum sıkıştırılmıştı. İhtiyar bir uşak; koltuğun arkasından eğilmiş, mumu tutuyordu düşmesin diye… Koltuğun başucunda, gösterişli giysileri içinde, uzun saçlarını omuzlarının üzerine bırakmış din adamları duruyor; ellerinde mumlar, tumturaklı bir sesle, büyük bir kutsal tören yaptıklarını vurgulayan bir ciddilik içerisinde, dualar okuyorlardı. Prensesler; ellerinde belirli aralıklarla gözlerini kuruladıkları mendillerle, hemen onların arkasında yer almışlardı. En önlerinde Katiş vardı. Belirgin şekilde öfkeli bir tavırla, bundan böyle olup biteceklerden ancak arkasına bakmadığı takdirde sorumlu tutulmayacakmış gibi gözlerini bir an bile ikonalardan ayırmaksızın dimdik duruyordu. Anna Mihailovna, yanında kim olduğu bilinmeyen bir hanımla birlikte, yüzünde Kont’un bütün kusurlarını bağışladığını belirten kederli ama aynı zamanda candan sevgiyle dolu bir hâldeydi. Prens Vasili, kapının öbür yanında, koltuğun daha yakınında, arkalığını kendisine döndürmüş olduğu oymalı ve yer yer kadife kaplı bir sandalyeye, mumu tutan sol elini yaslamıştı; sağ eliyle de haç çıkarmakta ve parmaklarını alnına her götürüşünde gözlerini gökyüzüne kaldırmaktaydı. “Bu duyguları anlamıyorsanız yazıklar olsun size!” der gibi bir ifade vardı yüzünde.
Prens’in arkasında yaver, hekimler ve erkek uşaklarla hizmetçiler yer almıştı. Kilisede olduğu gibi burada da erkeklerle kadınlar ayrılmış durumdaydılar. Hepsi susuyor, haç çıkarıyordu. Ağır ve uzun bir ezgi hâlinde dualar yükseliyor; ara sıra susulduğunda da ayak tıkırtıları ve iç çekişler kaplıyordu salonu…
Anna Mihailovna, ne yaptığını bilen insanların kendinden emin tavrıyla, salonun öbür yanına giderek Piyer’e yaklaştı ve delikanlıya da bir mum verdi. Mumu yaktı Piyer ve hemen çevresinde olup bitenleri seyre daldı. Ardından da mumu tutan eliyle haç çıkarmaya başladı farkında olmaksızın…
O anda Piyer’e bakmakta olan güleç yüzlü, al yanaklı, benli Küçük Prenses Sofya; kendisini tutamayıp kıkırdadı birden ve hemen mendiliyle yüzünü gizleyip uzunca bir süre öyle kaldı ama biraz sonra Piyer’e yeniden bakınca tekrar gülmeye başladı. Belliydi ki delikanlıya gülmeden bakamıyor, bakmadan da edemiyordu. Günaha girmekten korktu sonunda; ağır ağır ilerleyip Piyer’i göremeyeceği bir sütunu siper aldı kendisine. Tam o sırada da din adamları töreni birdenbire yarıda kesip kendi aralarında fısıldaşmaya koyuldular. Kont’un elini tutan ihtiyar uşak, doğrulup kadınlara dönmüştü. Anna Mihailovna öne çıktı hemen, hastaya doğru eğildi; sonra da eliyle Doktor Lorrain’e gelmesini işaret etti.
Sırtını sütunlardan birine yaslamış, elindeki mumu yakmadan tutan ve başka bir mezhepten olduğu hâlde, yapılan törenin önemini aradaki inanç farkına rağmen kavradığını; dahası, bu törene değer de verdiğini belirten saygılı bir tavırla duran Fransız hekim, yaşı kemale ermiş kimselere özgü sessiz adımlarla ilerleyerek hastaya yaklaştı; Kont’un yeşil yorganın üzerindeki elini tuttu ince uzun parmaklarıyla ve yan dönerek düşünceli bir şekilde nabzını yoklamaya koyuldu. Voltaire koltuğun çevresinde kısa bir süre telaşlı bir hareketlenme oldu. Hastaya içecek bir şeyler verdiler bu arada. Sonra herkes yine kendi yerine geçti ve tören devam etti.
Bu arada Piyer; Prens Vasili’nin kolunu yasladığı sandalyeden uzaklaşıp hep o ne yaptığını bilen ve aynı zamanda başkalarına da âdeta devamlı “Bu duyguları anlamıyorsanız yazıklar olsun size!” diyen tavrıyla hastaya değil de hastanın yanından geçerek Büyük Prenses’e yaklaştığını, sonra da onunla birlikte yatak odasının dip tarafına, ipek perdelerin arkasındaki yüksek karyolaya doğru yürüdüğünü gördü. Prens’le Prenses, karyolanın orada bir süre oyalandıktan sonra arka kapıdan çıkıp gittiler ve tam tören biterken de peş peşe salona döndüler.
Bütün o akşam boyunca olup bitenlerin ancak o türlü olup biteceğine artık kesinlikle inanmış bulunan Piyer, artık önceden şahit olduklarında olduğu gibi bu olaya da fazla önem vermeyecekti.
İlahiler kesilmişti şimdi. Birinci papazın, kutsal ekmeği aldığı için hastayı kutsayan sesi yükseldi. Hep aynı bitkinlik içinde, hareketsiz yatıyordu hasta. Ve çevresinde bulunan herkes hareket hâlindeydi. Ayak sesleri fısıltılara karışmaktaydı. Bunların arasında Anna Mihailovna’nın fısıltısı, daha belirgin olarak işitiliyordu.
Kadının, “Mutlaka karyolaya kaldırmalı, burada kalması hiç doğru değil.” dediğini işitti Piyer.
Hekimler, prensler ve kadınlı erkekli uşaklarla hizmetçiler Kont’un çevresini öylesine sarmışlardı ki delikanlı, o aslan yelesini andıran ak saçlarını ve kızıla çalan solgun benzini göremiyordu artık; oysa tören boyunca durmaksızın birtakım yüzlere de baktığı hâlde, ilgisini bir an bile ondan başkasına vermemişti…
Koltuğun çevresinde biriken insanların dikkatli hareketlerinden, can çekişen hastayı yerinden kaldırıp yatağına taşıdıklarını anladı Piyer. Uşaklardan birinin, ürkek bir sesle “Elimi tut, düşüreceksin!” diye fısıldadığını işitti.
Bir başkası, “Daha aşağıdan!” dedi sabırsız ve emredici bir tonda.
Bunların yanı sıra derin derin solumalar ve ayak değiştirmeler de işitilmekteydi. Sonra adımlar sıklaştı birden. Taşıdıkları yük, onlara taşıyamayacakları kadar ağır geliyordu sanki.
Anna Mihailovna’nın da aralarında yer aldığı taşıyıcılar, delikanlının yanına ulaştıklarında Piyer; bir an için onların sırtları ve enseleri arasından, koltuk altlarından tutarak yukarı doğru kaldırdıkları Kont’un geniş omuzlarını, açık ve dolgun dik göğsünü, ak saçlı başını gördü. Ölümün yakınlığı, bu geniş alınlı, elmacık kemikleri çıkık, güzel ağızlı, soğuk ve mağrur bakışlı başı katiyen çirkinleştirememişti. Tıpkı Piyer’in, üç ay önce Kont onu Petersburg’a gönderirken gördüğü gibiydi bu baş; sadece, bedenini taşıyanların uyumsuz adımları yüzünden bir oraya bir buraya sallanıp duruyordu ister istemez. O soğuk, mağrur gözler de ilgilenip bakmaya değer bir şey bulamamış gibiydiler.
Yüksek karyolanın çevresinde bir zaman daha uğraştı taşıyıcılar, sonra sessizce dağılıp yerlerini aldılar. O vakit Anna Mihailovna, Piyer’in elini tutarak “Venez.”[221 - “Geliniz.”] dedi genç adama.
Kadının yanı sıra, hastanın biraz önce yapılan törene uygun bir şekilde yatırılmış olduğu karyolaya yürüdü Piyer. Hasta, başını kalın yastıklara koymuş yatıyordu. Elleri, yeşil ipek yorganın üzerinde yan yanaydı ve avuçları aşağıya doğru bakıyordu… Piyer yanına yaklaşınca gözlerini ona dikti Kont. Ama bu bakışın anlamı da amacı da belli değildi. Ya hiçbir anlam taşımıyordu bu bakış ve gözleri olan herhangi bir varlığın herhangi bir şeye baktığı gibi bakıyordu sadece ya da gerçekten pek çok şey anlatıyordu.
Ne yapacağını, ne yapması gerektiğini kestiremeden durmuştu Piyer ve soran bakışlarını, o ana kadar kendisine ne yapacağını göstermiş olan Anna Mihailovna’ya çevirmişti.
Anna Mihailovna aceleyle Kont’un eline yöneltti bakışlarını, sonra da eliyle, hastanın elini öpüyormuş gibi bir işaret yaptı. Piyer, yorgana değmemek için boynunu var gücüyle gererek Prenses’in istediğini yaptı: O kalın kemikli, dolgun elin üzerinde gezdirdi dudaklarını…
Kont’un ne elinde ne de yüz kaslarında en ufak bir titreme bile görülmemişti. Piyer, bundan sonra ne yapması gerektiğini sormak ister gibi Anna Mihailovna’ya baktı yine. Kadın, gözleriyle ona karyolanın yanındaki koltuğu işaret etti. Uslu bir çocuk gibi oturmak için ilerledi Piyer; bir yandan da gözleriyle “Yanlış bir şey yapmıyorum ya?” diye soruyordu Anna Mihailovna’ya. Anna Mihailovna ise onun bu davranışını başını hafifçe sallayarak onayladı.
Eski Mısır heykellerini andırıyordu Piyer oturduğunda. Ellerini dizlerine koymuştu, bedeni tam bir simetri içindeydi, yüzünde çocuksu denebilecek kadar saf bir ifade vardı. Sanki o biçimsiz şişman vücuduyla bu kadar çok yer kapladığından ötürü salondakilerden özür dilemek istiyor ve elinden geldiğince küçülmeye çabalıyordu. Gözlerini Kont’a çevirmişti. Kont’sa Piyer biraz önce ayakta dururken yüzünün bulunduğu noktaya bakıyordu hâlâ…
Anna Mihailovna’nın yüzünde, baba ile oğul arasındaki bu son görüşmenin önemini kavramış bulunduğunu ve bundan dolayı da pek duygulandığını belirten bir ifade vardı. Ancak birkaç dakika süren bu durum, bir saat gibi gelmişti delikanlıya. İşte tam o sırada, Kont’un yüzündeki derin çizgiler ve kaslar şiddetle titremeye başladı birden. Gittikçe biraz daha güçlenen bu titreme sonunda Kont’un biçimli ağzı yana doğru kaydı (Babasının ölüme ne denli yakın olduğunu işte o vakit anladı Piyer.) ve çarpık dudaklarından belli belirsiz bir hırıltı yükseldi.
Bir telaştır başladı salonda. Anna Mihailovna; hastanın ne istediğini anlayabilmek için büyük bir dikkatle gözlerinin içine bakıyor, bir Piyer’i bir suyu işaret ediyor, Prens Vasili’nin adını fısıldıyor ya da yorganı gösteriyordu.
Hastanın bakışlarında da yüz çizgilerinde de bir sabırsızlık belirmişti bu arada ve başucundan hiç ayrılmayan uşağına bakabilmek için çabalamıştı.
Uşak, “Öbür yanına çevirmemi emrediyorlar.” diye fısıldadı.
Sonra da Kont’un hantallaşmış vücudunu duvardan yana çevirmek için kalktı yerinden.
Uşağa yardım etmek için Piyer de doğrulmuştu.
Öbür tarafına çevirdikleri sırada Kont’un bir kolu cansız gibi arkaya kıvrılıverdi, düştü ve kolunu önüne almak için çırpınmaya başladı adam. Piyer’in, cansız koluna derin bir korkuyla baktığını mı fark etmişti; yoksa artık sönmek üzere olan zihninden başka bir düşünce mi geçmişti? Bunu kestirmek imkânsızdı. Yalnız, bir o söz geçiremediği koluna bir Piyer’in korku dolu yüzüne baktı. Sonra yeniden hareketsiz koluna çevirdi gözlerini. Dudaklarında, yüz çizgilerine hiç mi hiç uymayan hafif bir gülümseyiş belirdi. İçin için alay ediyordu sanki kendi güçsüzlüğüyle!
Piyer, bu gülümseyişi görünce göğsünde bir sıkışma duydu: Genzi yanmış, gözleri dolmuştu.
Hastayı duvara doğru çevirdiler. İçini çekti Kont. Anna Mihailovna, Kont’un başında nöbet tutmak için gelmiş olan Prenses’i görünce hafif bir sesle delikanlıya seslendi:
“H est assoupi, allons!”[222 - “Uyudu, çıkalım artık.”]
Piyer salonu terk etti.
XXI
Katerina’nın portresi altında oturmuş hararetle konuşmakta olan Prens Vasili ile Büyük Prenses dışında hiç kimse kalmamıştı kabul salonunda. Piyer’i ve delikanlıya yol gösteren Anna Mihailovna’yı görünce ikisi de sustu. Ve Prenses bir şeyler sakladı (ya da Piyer’e öyle geldi), sonra da fısıldayarak konuştu:
“Bu kadını görünce tüylerim diken diken oluyor!”
Prens Vasili, Anna Mihailovna’ya “Catiche a fait donner du thé dans le petit salon.”[223 - “Katiş küçük salonda çay hazırlattı.”] dedi. “Allez, ma pauvre Anna Mihailovna, prenez quelque chose autrement vous ne suffirez pas.”[224 - “Hadi, Anna Mihailovnacığım, bir şeyler yiyip için yoksa yorgunluğa dayanamazsınız.”] dedi.
Piyer’e ise hiçbir şey söylememişti Prens Vasili; sadece genç adamın kolunu, omuzunun hemen altından dostça sıkmakla yetinmişti.
Piyer ve Anna Mihailovna, petit salona[225 - Küçük salon.] geçtiler.
Küçük, yuvarlak salonda Fransız Hekim Lorrain; üzerinde bir çay servisiyle soğuk yiyecekler bulunan masanın önünde ayakta durmakta ve incecik kulpsuz bir Çin fincanından, heyecanını gizlemeye çalışarak çay yudumlamaktaydı. Alçak sesle konuştu:
“Il n’y a rien qui restaure comme une tasse de cet excellent thé russe après une nuit Manche.”[226 - “Uykusuz bir geceden sonra, insanı bu enfes Rus çayı kadar zinde tutan hiçbir şey yoktur.”]
Kont Bezuhof’un konağında herkes, güç tazelemek amacıyla semaverin başına toplanmıştı o gece. Piyer, bu küçük salonu çok iyi hatırlıyordu. Kont’un evinde balo verildiği geceler, dans etmesini bilmeyen Piyer; bu küçük, aynalı salonda oturur ve sırtlarında balo giysileri, çıplak omuzlarında elmaslar, pırlantalarla salonu kateden hanımların hayallerini defalarca yansıtan parlak ve zengin ışıklarla aydınlatılmış aynalarda kendilerini nasıl süzdüklerini seyrederdi büyük bir zevkle…
Şimdi aynı salon sadece iki mumla aydınlatılmıştı. Vakit gece yarısı olduğu hâlde, küçük bir masanın üzerine karmakarışık bir şekilde bir çay servisiyle birtakım tabaklar konulmuştu. İçeride eğlence dışında bir amaç için buraya gelmiş çeşit çeşit insanlar oturuyor, fısıldayarak birbirleriyle konuşuyordu. Ve hiçbirinin o anda yatak odasında olup bitenleri (ve daha sonra olup bitecek olanları da) katiyen unutmayacağı her hareketlerinden, her sözlerinden belliydi.
Çok istediği hâlde hiçbir şey yemedi Piyer. Kendisini buraya getirmiş olan Anna Mihailovna’yı aradı gözleriyle, bir şey sormak istermiş gibi. Ve kadının, yeniden Prens Vasili ile Büyük Prenses’in baş başa kaldığı kabul salonuna doğru gittiğini gördü. Herhâlde gitmesi gerektiği için gidiyor diye düşündü Piyer, bir an bekledikten sonra da onun arkasından gitti. Delikanlı içeri girdiğinde iki kadın yan yana ayaktaydılar, fısıltıyla konuşuyorlardı. Tartıştıkları belliydi yüz ifadelerinden.
Gerçekten de Büyük Prenses, sinirli sinirli şöyle diyordu:
“Özür dilerim ama Prenses, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu ben de biliyorum herhâlde!”
Bunu söylerken tıpkı biraz önce odasının kapısını çarparak kapadığı zaman olduğu gibi aşırı gergin olduğu hemen anlaşılıyordu.
Prenses’in, Kont’un yatak odasına gitmesini engelleyecek bir şekilde durmuştu Anna Mihailovna. Yumuşak bir sesle ve inandırıcı olmasına çalıştığı bir tavırla konuşmaktaydı:
“Elbette ama pek değerli Prensesim, talihsiz büyüğümüzün kesinlikle dinlenmesi gereken şu sırada böyle bir şey yersiz olmaz mı acaba? Ruhunun iyice arınıp meleklerle buluşmak üzere hazırlanmış bulunduğu bir anda tutup da dünya işlerinden söz açmak, pek ağır gelmez mi ona?”
Her zamanki kayıtsız tavrıyla bacak bacak üzerine atmış olan Prens Vasili, bir koltuğa oturmuştu. Sinirden, elinde olmaksızın durmadan oynayan yanakları aşağıya doğru sarktığı için alt taraftan bakılınca daha dolgun görünmekteydi. Yanı başındaki heyecanlı tartışma, onu hiç ilgilendirmiyordu adetâ. Nitekim öyle bir rahatlık içinde konuştu:
“Voyons, ma bonne Anna Mihailovna, laissez faire Catiche.[227 - “Kuzum Anna Mihailovna, bırakın Katiş’i ne istiyorsa yapsın.”] Kont’un onu ne kadar sevdiğini bilmez değilsiniz.”
Bunun üzerine Büyük Prenses ona doğru döndü ve elinde tuttuğu çantayı göstererek “Bu kâğıtta ne yazılı bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da gerçek vasiyetnamenin çalışma odasında bulunduğudur. Öylece unutulup kalmış bir kâğıt bu çantadaki…”
Bir yandan konuşurken bir yandan da atılıp Anna Mihailovna’nın öbür tarafından geçmek istemişti Prenses ama Anna Mihailovna bunu beklediğinden onun yolunu kesmeyi başardı yeniden. Sonra da tatlı bir sesle “Biliyorum, pek değerli Prensesim.” dedi. “Bilmez olur muyum hiç? Ama inanın, sırası değil…”
Bu arada sımsıkı yakalamıştı çantayı ve kolay kolay bırakacak gibi de değildi. Sözlerinin hiçbir olumlu sonuç vermeyeceğini gayet iyi bildiği hâlde:
“Çok rica ediyorum, Sevgili Prenses, yalvarıyorum size… Ona acıyın lütfen! Je vous en conjure…”[228 - “Yalvarıyorum size…”] dedi.
Susuyordu Prenses. Şimdi artık çantayı kapmak için girişilen çekişmenin çıkardığı sesten başka hiçbir ses işitilmemekteydi. Yüz ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla Prenses, konuşmaya başladığı takdirde, Anna Mihailovna için herhâlde pek iyi şeyler söylemeyecekti. Anna Mihailovna ise çantayı büyük bir güç harcayarak sımsıkı tuttuğu hâlde, yine de çok tatlı ve yumuşak bir sesle delikanlıya “Piyer!” dedi. “Buraya gelir misiniz lütfen yavrucuğum.”
Hemen Prens’e dönerek ekledi sonra:
“Sanırım, o da bu aile toplantısında söz sahibidir! Yanılıyor muyum Prens? Öyle değil mi?”
Cevap olarak Prenses hiç beklenmedik bir şekilde “Ne susuyorsunuz, mon cousin?”[229 - “Kuzenim?”] diye bağırdı.
Kendi sesinden korkacak kadar yüksek sesle söylemişti bunu. Ama artık işitilmek önemli değildi:
“Herkes işimize karışmak cüretinde bulunuyor! Can çekişen hastanın kapısında kavga çıkıyor! Ve siz hâlâ susuyorsunuz!”
Bunu söyledikten sonra, çantayı şiddetle çekti. Sonra da ıslık gibi bir sesle “Düzenbaz kadın!” diye fısıldadı.
Anna Mihailovna ise çantayı kaptırmamak için birkaç adım atıp Prenses’in kolunu yakalamıştı ve bırakmıyordu. Prens Vasili şaşkınlık içindeydi. Ayıpladığını gösteren bir tavırla ayağa kalkarak “Aaaa!..” dedi. “C’est ridicule.”[230 - “Gülünç bu!”]
Sesini biraz daha sertleştirerek devam etti:
“Voyons,[231 - Hadi.] bırakın! Size söylüyorum…”
Prenses çantayı bıraktı.
Anna Mihailovna’ya döndü Prens Vasili:
“Siz de…”
Dinlemiyordu Anna Mihailovna. Katiyen bırakmak niyetinde değildi çantayı ve susuşuyla bunu belli ediyordu.
Prens Vasili, “Bırakın diyorum size!” dedi yeniden. “Bütün sorumluluğu ben alıyorum üstüme. Gidip kendisine soracağım. Artık yeter!”
Anna Mihailovna, aynı tatlı sesle:
“Mais, mon Prince…”[232 - “Ama Prensim…”] diye başladı. “Böylesine yüce ve kutsal bir törenden sonra birazcık olsun dinlenebilmesine imkân verelim, doğrusu bu değil mi? Yanılıyor muyum?”
Delikanlıya dönüp ekledi hemen:
“Ne dersiniz Piyer? Siz de düşüncenizi söyleyin lütfen!”
O sırada Büyük Prenses’in yanına gelmiş olan Piyer, kadının eski terbiyeli ifadesini tümden yitirmiş yüzüne ve Prens Vasili’nin ikide bir kasları çekilen yanaklarına şaşkın şaşkın bakıyordu. Dalgınlıktan cevap vermedi.
Prens Vasili iyice sert bir tonda:
“Şurasını unutmayınız ki bütün sonuçlardan siz sorumlu olacaksınız…” dedi. “Ne yaptığınızı elbette biliyorsunuzdur.”
Prens Vasili sözlerini henüz bitirmişti ki Büyük Prenses hiç beklenmedik bir şekilde Anna Mihailovna’nın aniden üzerine atılıp çantayı kaparak “Rezil kadın!” diye bağırdı.
Başını önüne eğip kollarını iki yana açtı Prens Vasili. O sırada Piyer’in bir süredir gözlerini ayıramadığı odanın kapısı, birdenbire korkunç bir hızla duvara çarparak açıldı. Ve böylece dışarı fırlayan Ortanca Prenses, ellerini dizlerine vurup bağırdı:
“Ne yapıyorsunuz siz? II s’en va et vous me Iaissez seule!”[233 - “O ölüyor ve siz beni yapayalnız bırakıyorsunuz!”]
Büyük Prenses bunu işitince çantayı yere düşürdü. Anna Mihailovna hemen eğilip o müthiş tartışmaya yol açan şeyi kaptı, sonra da koşarak yatak odasına daldı.
Büyük Prenses’le Prens Vasili, çabucak toparlanıp onun ardından hızla ilerlediler.
Böylece, sessiz birkaç dakika geçti. Sonra da içeriden ilkin Büyük Prenses çıktı. Yüzü solgundu. Alt dudağını ısırıyordu durmadan. Salonda bulunanları yeni fark etmişti sanki. Öteden beri zar zor zapt edip de artık hâkim olamadığı bir öfke dalgalandı yüzünde.
“Artık sevinebilirsiniz…” dedi. “Burada el ele vererek bekleyip durmanızın nedeni bu değil miydi zaten?..”
Ve elindeki mendili hıçkırarak yüzüne kapayıp koşa koşa çıkıp gitti salondan.
Prenses’in ardından Prens Vasili de çıkmıştı. Piyer’in oturmakta olduğu divana doğru sarsıla sarsıla yürüdü. Oturmadı, çöktü divana ve elleriyle yüzünü kapadı. Yüzünün sapsarı kesildiğini, alt çenesinin de sıtma nöbeti tutmuşçasına titrediğini gördü Piyer. Sonra da Prens, delikanlıyı dirseğinden kavrayarak:
“Ah, evladım!” diye başladı konuşmaya.
Sesinde Piyer’in daha önce hiç fark etmediği bir içtenlik, ondan hiç beklemediği bir yumuşaklık vardı. Şöyle devam etti:
“Ne kadar günah işliyor, ne kadar aldatıyoruz birbirimizi! Niçin peki bütün bunlar? Neye yarıyor, nereye varıyor sonu?”
Bir an durdu ve şöyle sürdürdü konuşmasını:
“Yaşım geldi altmışa dayandı oğlum! Ve işte ben de… Ben de evet… Her şeyin sonu ölüm dostum, her şeyin! Ölüm korkunç bir şey!”
Ağlamaya başladı.
En son olarak Anna Mihailovna çıktı odadan; yumuşak, ağır adımlarla Piyer’e yaklaştı.
“Piyer.” dedi tatlı bir sesle.
Piyer bir şey sormak ister gibi gözlerini ona dikti. Ve Anna Mihailovna eğilip genç adamın alnını gözyaşlarıyla ıslatarak öptü. Kısa bir süre sessizlik içinde bekledikten sonra “II n’est plus.”[234 - “O artık yok.”] dedi.
Delikanlı, gözlüklerinin ardından bakmaya devam ediyordu yine ona. Anna Mihailovna fısıldayarak konuştu:
“Allons, je vous rcconduirai. Tâchez de pleurer. Rien ne soulage comme les larmes.”[235 - “Götüreyim sizi, haydi. Ağlamayı deneyin. Birkaç damla gözyaşı kadar insanı rahatlatan bir şey yoktur.”]
Karanlık bir salona götürdü Piyer’i. Ve Piyer, burada hiç kimse yüzünü göremeyeceği için rahatladı. Anna Mihailovna bir süre için yalnız bıraktı onu. Kadın döndüğünde Piyer, başını koluna yaslayarak derin bir uykuya dalmıştı.
Ertesi sabah Anna Mihailovna, “Oui, mon cher, c’cst une grande perte pour nous tous!”[236 - “Evet sevgili yavrum, hepimiz için büyük bir kayıp bu!”] diyordu Piyer’e hüzünlü bir sesle.
Ve şöyle devam ediyordu:
“Je ne parle pas de vous. Mais Dieu vous soutiendra, vous êtes jeune et vous voilà à la tête d’une immense fortune, je l’espère. Le testament n’a pas encore été ouvert. Je vous connais assez pour savoir que cela ne vous tournera pas la tête, mais cela vous impose des devoirs, et il faut être homme.”[237 - “Sizden söz etmiyorum. Tanrı size yardım edecektir. Gençsiniz ve bu yaşta çok büyük bir servete sahip oldunuz. Umarım, bu konuda yanılmıyorumdur. Gerçi vasiyetname açılmadı henüz. Yeterince tanıyorum sizi ve biliyorum ki bu durum başınızı döndürmeyecektir. Ama yine bu durum size belirli birtakım ödevler de yüklüyor. Dolayısıyla da erkeklere yakışır bir şekilde davranmanız gerekmekte.”]
Susuyordu Piyer.
“Peutêtre plus tard je vous dirai, mon cher, que si je n’avais pas été là, Dieu sait ce qui serait arrivé. Vous savez, mon oncle avanthier encore me promettait de ne pas oublier Boris. Mais il n’a pas eu le temps. J’espère, mon cher ami, que vous remplirez le désir de votre père.”[238 - “Ben orada bulunmamış olsaydım başımıza kim bilir neler gelirdi? Bunu belki bir gün sırası gelir de söylerim size yavrum… Biliyor musunuz ki daha evvelki gün Kont, Boris’i unutmayacağını söylemişti bana. Ama vakti yokmuş işte. Babanızın ödev bildiği bir şeyi sizin yerine getireceğinizi umuyorum sevgili çocuğum.”] diye sürdürdü konuşmasını Anna Mihailovna.
Anlamıyordu Piyer, susuyordu. Utancından kızarmış, Prenses Anna Mihailovna’ya bakıyordu öylece.
Piyer’e bunları söyledikten sonra Rostoflara döndü, Anna Mihailovna ve yattı. Uyanır uyanmaz da Rostoflar başta olmak üzere bütün ahbaplarına Kont Bezuhof’un ölümü hakkında ayrıntılı bilgi vermeye başladı.
Dediğine bakılırsa o da tıpkı Kont gibi ölmek isterdi, onunki kadar dokunaklı ve aynı zamanda da ibret verici bir ölümle… Hele baba ile oğulun son görüşmesi öylesine iç parçalayıcı olmuştu ki şimdi hatırlarken bile gözleri doluyordu. Bu konuda bir türlü kestiremediği, kesin karar veremediği biricik nokta şuydu: O korkunç veda boyunca herkesi ve her şeyi kusursuz bir şekilde hatırlayan ve oğluna o derece dokunaklı sözler etmiş olan baba mı daha gönlü yüce idi davranışında, yoksa o perişan hâliyle kendisini her görende acıma uyandıran ve buna rağmen üzüntüsünü, ölmek üzere olan babasına azap vermemek için gizlemeye çalışan Piyer mi? İşte bu erdemli tablo karşısında yüreğinden taşıp gelen duyguları da şu sözlerle dile getiriyordu:
“C’est pénible, mais cela fait du bien: ça élève l’âme de voir des hommes, comme le vieux comte et son digne fils.”[239 - “Acı bir şey bu ama iyi yanı da var: Kont ile asil ruhlu oğlu gibi insanların yaşadığını görmek insanı yüceltiyor.”]
Anna Mihailovna, Büyük Prenses’le Prens Vasili’nin o geceki davranışlarını ve kendisinin bu konudaki olumsuz düşüncelerini de açıklamaktan geri durmuyordu. Ama bunu ancak kulağa fısıldanabilecek büyük bir sır gibi söylemekteydi.
XXII
Prens Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin çiftliği Lisi Gori’de, genç Prens Andrey ile karısının her an çıkıp gelmeleri beklenmekteydi. Ama bu sürüp giden bekleyiş, İhtiyar Prens’in konağındaki şaşmaz düzene uygun şekilde akıp giden hayatı hiç mi hiç sarsıntıya uğratmamıştı.
Sosyetede le roi de Prusse[240 - Prusya Kralı.] diye anılan Korgeneral Prens Nikolay Andreyeviç; Çar Pavel zamanında köye sürgün edildiğinden beri, kızı Mariya ve kızının nedimesi Matmezel Bourienne’le birlikte Lisi Gori Çiftliği’nde oturmaktaydı. Gerçi yeni çar tahta çıktığında Prens’in de başkente gitmesine izin verilmişti ama o yine de buradan başka bir yere adımını atmaksızın köyde oturmaya devam ediyor, buna gerekçe olarak da şöyle diyordu:
“Lisi Gori’yi Moskova’ya bağlayan yüz elli verstlik yol, bana gerçekten ihtiyaç duyan birine hiç de uzun gelmez; benimse hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacım yok!”
İnsana özgü kötülüklerin iki ana kaynağı vardı Prens’e göre: Tembellik ile kör inançlar. İnsanın iki temel erdemi de çalışkanlık ve zekâydı.
Prens, kızının eğitimiyle doğrudan kendisi ilgilenmekte; onda, söz konusu iki temel erdemi geliştirmek için de genç kıza cebir ve geometri dersleri vermekte; Mariya’nın tüm hayatını aralıksız sürüp giden bir uğraşlar dizisi hâlinde düzenlemekteydi. Kendisi de daima değişik bir işle uğraşıyordu; örneğin anılarını yazıyor, yüksek matematik problemleri çözüyor, torna tezgâhında bir sigara kutusu yapıyor, bahçede çalışıyor ya da çiftliğinde birbiri ardı sıra yükselen yapıların inşaatını denetliyordu.
Her türlü çalışmanın ilk şartının düzenlilik olduğunu kendi adı gibi bellemiş bulunan Prens’in bütün hayatında, noktası noktasına uygulanan bir disiplin gözetilmekteydi. Öyle ki sofraya gelişi bile hep aynı değişmez düzen içindeydi; her gün aynı saatte değil, aynı dakikada sofranın başında olurdu! Kızından uşaklara kadar çevresindeki bütün insanlara daima sert davranan ve onlardan her zaman ve her yerde çok çaba göstermelerini bekleyen Prens; aslında acıma duygusundan yoksun bir adam olmamakla birlikte sırf bu sertliği yüzünden, karşısında bulunanlarda en katı yürekli insanın dahi uyandıramayacağı korkuyla karışık bir saygı uyandırmaktaydı hep. Emekliydi ve artık devlet işlerinde hiçbir önemli rol oynamıyordu. Buna rağmen çiftliğinin bağlı olduğu eyaletteki her yüksek memur, belirli konularda ona fikir danışmayı bir görev sayar ve tıpkı mimarın, bahçıvanın ya da Prenses Mariya’nın yaptığı gibi görüşmenin kararlaştırıldığı saatte gelip o yüksek tavanlı bekleme salonunda, Prens’in çalışma odasından çıkmasını beklerdi.
Gerçekten de bekleme salonuna alınan her konuk; çalışma odasının o büyük kapısı açılıp da içeriden başında pudralı perukası, küçük, kupkuru elleri ve somurttuğu vakit zeki bakışlarını perdeleyecek kadar aşağıya inen sarkık ağarmış kaşlarıyla o orta boylu ihtiyarın çıktığını görür görmez yüreğinde aynı korkuyla karışık saygıyı duymadan edemezdi…
Nitekim Prenses Mariya da genç evlilerin gelecekleri günün sabahı her zamanki gibi kararlaştırılan saatte, babasına “günaydın” demek için bekleme salonunda korkuyla haç çıkararak dua ediyordu. Her gün aynı saatte buraya gelir ve babasıyla yapacağı günlük görüşme kazasız belasız sona ersin diye böyle için için dua ederdi.
Bekleme salonunda görevli, perukası pudralı ihtiyar uşak ağır bir hareketle doğruldu yerinden ve genç kıza, fısıldayarak “Buyurunuz.” dedi.
Kapının öbür tarafından bir tornanın monoton sesi gelmekteydi. Kayar gibi hareket eden kapıyı çekingen bir tavırla hafifçe çekip açtı Prenses, eşikte durup bekledi.
Prens, tornanın başında çalışmaktaydı. Kapının açıldığını işitince başını şöyle bir çevirip arkaya baktı, sonra işine devam etti.
Büyüktü çalışma odası ve sürekli kullanıldıkları belli olan eşyalarla doluydu. Üzerinde yığınla kitap ve planın durduğu büyük masa, kapıları camlı ve anahtarlı yüksek kitap dolapları, üzerinde açık bir defter olan yüksek yazı masası, yan yana konulmuş aletlerle torna tezgâhı, etrafa saçılmış yongalar… Sözün kısası her şey, burada sürekli olarak çeşitli işler yapıldığını ve çok çalışıldığını göstermekteydi.
Sırma işlemeli Tatar çizmesinin içinde pek büyük durmayan ayağının hareketlerinden, kuru ve damarlı elinin sert bastırışından, Prens’te hâlâ kolay kolay boyun eğmeyen ve daha birçok şeye karşı direnmeye hazır bekleyen zinde bir gücün varlığı sezilmekteydi.
Prens, birkaç devir yaptıktan sonra ayağını tezgâhın pedalından kaldırıp oyma kalemini sildikten sonra tezgâha bitişik deri cebin içine attı ve masaya doğru ilerleyerek kızını bir baş işaretiyle yanına çağırdı. Hiçbir zaman haç çıkararak kutsamazdı çocuklarını. Dolayısıyla da Mariya’ya, sadece henüz tıraşsız yanağını uzattı. Ciddi ve titiz ama bir o kadar da şefkatli bir bakışla tepeden tırnağa süzdü kızını.
“İyisin ya?” diye sordu.
Ve cevap beklemeden ekledi:
“Hadi gel otur!”
Üzerine kendi eliyle bir şeyler yazmış olduğu geometri defterini aldı, koltuğunu ayağıyla kendisine çekti. Aceleyle aradığı yaprağı buldu; kalın tırnağıyla bir paragrafın başından öteki paragrafa kadar bir çizgi çekerek işaretledikten sonra “Bu, yarına.” dedi.
Deftere doğru eğildi Prenses. Aynı anda İhtiyar Prens, masanın üst kısmındaki çekmeceden çıkardığı bir zarfı birdenbire masanın üzerine fırlatarak “Dur!” dedi. “Sana bir mektup var.”
Prenses mektubu görünce kıpkırmızı olmuştu. Zarfı aldı, eğilerek baktı. Prens hâlâ sağlam, sarımtrak dişlerini gösteren soğuk bir gülümseyişle sordu:
“Heloise’den mi?”
Çekingen bir tavırla baktı mektuba Prenses, aynı çekingen tavırla belli belirsiz gülümseyerek cevap verdi:
“Jülia’dan, evet.”
Prens, “Bundan sonraki iki mektubu açmam.” dedi. “Ama üçüncüyü mutlaka okuyacağım. Birbirinize saçma sapan şeyler yazmanızdan korkuyorum, anlıyor musun? Bilmiş ol, üçüncüyü okuyacağım!”
Daha da kızaran Prenses, zarfı babasına uzatarak “Arzu ederseniz bunu da okuyunuz mon pere.”[241 - “Baba.”] diye karşılık verdi.
Kızının elini itmekle yetindi Prens. Kesin bir tavırla konuştu:
“Dedim ya, üçüncüyü okuyacağım!”
Dirseğini masaya dayayıp üzerine geometrik şekiller çizilmiş defteri kendisine doğru çekmişti. Kızına uzanarak bir elini onun oturduğu koltuğun arkasına koyarken “Hadi bakalım…” dedi.
Yıllardır alıştığı bir kokunun, ihtiyarlara özgü yakıcı tütün kokusunun dört bir yandan kendisini sardığını hissetti Prenses. Prens tamamıyla kendi havasında “Hadi bakalım, küçük hanım…” diye sürdürdü konuşmasını. “Bu üçgenler eşittir. Hemen farkına varırsın biraz dikkat ettiğin takdirde…”
Prenses, babasının gözlerine bakıyordu korkuyla. Yüzünde yer yer kırmızı lekeler belirmişti. Hiçbir şey anlamadığı ve çok korktuğu hemen belli oluyordu. Bu korku yüzünden, babasının daha sonra söyleyeceklerini anlayamayacağı da belliydi. Suç acaba öğretmende miydi bu işte, yoksa öğrencide mi? Zordu bunu kestirmek. Kesin olan, aynı sahnenin her gün tekrarlandığıydı. Gerçekten de her sabah burada, bu odada, Prenses’in gözleri bulanmaktaydı; hiçbir şey söylemiyordu genç kız, hiçbir şey işitemiyordu; babasının kupkuru sert ifadeli çehresini hissediyordu sadece yanında, tütün kokan soluğunu işitiyordu ve bir an önce çalışma odasından çıkıp giderek problemi kendi odasında rahatça çözmekten başka bir şey düşünemez oluyordu. Bunun üzerine ihtiyar da çileden çıkmaya, koltuğunu gürültüyle bir ileri bir geri çekmeye başlıyor ve öfkeye kapılıp patlamamak için kendisini tutmaya çalışıyordu. Yine de her seferinde öfkeleniyor, genç kızı şiddetle paylıyor, hatta bazen bununla da yatışmayarak defteri elinden alıp duvara fırlatıyordu.
O sabah da öyle oldu. Prenses yanlış cevap verdi yine ve Prens, defteri elinin tersiyle iterek “Ne budala şeysin sen!” diye bağırdı.
Hızla arkasını dönüp yerinden kalkmıştı hemen. Bir aşağı bir yukarı dolaştı bir süre, sonra gelip kızının saçlarına şöyle bir dokundu ve yeniden oturdu. Koltuğunu genç kızın koltuğunun yanı başına çekti ve problemi sükûnetle açıklamaya başladı.
Bir süre sonra Prenses, kendisine verilmiş olan ödevlerin yazıldığı defteri almış çıkmaya hazırlanıyordu ki babası, “Bu iş istediğim gibi yürümüyor Prenses!” dedi. “Matematik son derece önemli bir iştir küçük hanım! Senin, çevremizi dolduran o ahmak bayanlara benzemeni istemiyorum katiyen… Ve katiyen unutma: İnsan sabrederse matematikten de hoşlanır!”
Sonra da “Kafanı dolduran bütün o saçmalıklar günün birinde uçar gider, görürsün…” diye bağladı sözlerini.
Yeniden çıkmaya hazırlandı Prenses. Babası, bir el hareketiyle yine durdurdu onu. Yüksek masasının çekmecesinden, yaprakları henüz açılmamış bir kitap çıkarıp uzattı.
“Al bakalım…” dedi. “Senin Heloise bir kitap daha göndermiş sana. Gizemin Anahtarı adlı bir din kitabı. Hiç kimsenin dindarlığı beni ilgilendirmez. Şöyle bir karıştırdım, o kadar! Al. Ve artık gidebilirsin, hadi!”
Hafifçe vurdu kızının omuzuna. O çıktıktan sonra da kapıyı arkasından kilitledi.
Prenses Mariya, yüzünde hüzünlü ve korkulu bir ifadeyle dönmüştü odasına. Bu ifade, aslında pek ender kaybolur ve genç kızın zaten güzel olmayan hastalıklı yüzünü daha da sevimsiz gösterirdi.
Her yanı küçük fotoğraflar ve bir sürü defter kitapla dolu olan yazı masasının başına oturdu. Babası ne kadar düzene düşkünse Prenses de bir o kadar dağınık ve savruktu. Geometri defterini masanın üzerine koyup sabırsızlıkla açtı zarfı… Mektup, Prenses Mariya’nın en yakın çocukluk arkadaşından geliyordu; Rostofların isim gününde de bulunmuş olan Jülia Karagina’dan..
Jülia şöyle başlamaktaydı:
Chère et excellente amie, quelle chose terrible et effrayante que l’absence! J’ai beau me dire que la moitié de mon existence et de mon bonheur est en vous, que, malgré la distance qui nous sépare, nos coeurs sont unis par des liens indossolubles; le mien se révolte contre la destinée, et je ne puis, malgré les plaisirs et les distractions qui m’entourent, vaincre une certaine tristesse cachée que je ressens au fond du coeur depuis notre séparation. Pourquoi ne sommesnous pas réunies, comme cet été, dans votre grand cabinet sur le canapé bleu, le canapé à confidences? Pourquoi ne puisje, comme il y a trois mois, puiser de nouvelles forces mora-les dans votre regard si doux, si calme et si pénétrant, regard que j’aimais tant et que je crois voir devant moi quand je vous écris?
Sevgili ve eşsiz dostum, biricik arkadaşım, ayrılık denilen şey ne kadar da korkunçmuş meğer! Hayatımın ve mutluluğumun yarısını sizde bulduğumu kendi kendime ne kadar tekrarlarsam tekrarlayayım, kalplerimizin bizi ayıran mesafeye rağmen kopmaz bağlarla bağlı olduğunu ne kadar söylersem söyleyeyim, yine de benim kalbim kadere isyan ediyor ve çevremdeki bütün eğlence ve oyalanma fırsatlarına rağmen ayrıldığımızdan beri içimde derin bir hüzün duymaktan kendimi alamıyorum. Neden şu anda da tıpkı yazın yaptığımız gibi sizin o geniş çalışma odanızdaki mavi sedirin, yüreklerimizi birbirimize açtığımız “sır sediri”nin, üzerinde yan yana oturmuş değiliz? Ve niçin bundan üç ay önce olduğu gibi şimdi de o tatlı, o sakin, o insanın derinliklerine ulaşan bakışlarınızdan, size bu mektubu yazdığım sırada karşımda görür gibi olduğum bakışlarınızdan, kuvvet alamıyorum?
Prenses Mariya, mektubun burasına gelince içini çekti ve sağındaki yuvarlak aynaya baktı. Sevimsiz solgun yüzünü ve çelimsiz bedenini gördü aynada. Zaten daima hüzünlü bir ifade taşıyan gözleri, şimdi aynadaki görüntüsüne daha da umutsuz bakıyordu. Beni pohpohluyor! diye düşündü Prenses ve aynaya sırtını dönüp tekrar okumaya başladı. Oysa Prenses’in gerçekten iri, derin ve aydınlık bakışlı gözleri vardı (Güneşin ışınları, ışıldayan bir demet hâlinde bu gözlerden taşıp tüm çevreye yayılıyordu sanki.). Yani Jülia, arkadaşını katiyen pohpohlamamıştı aslında. Öyle güzel gözleri vardı ki çoğu zaman, yüzünün tüm çirkinliğine rağmen bakışlarıyla güzelliğin etkisini kat kat aşan bir etki yaratırdı… Ama o, kendi gözlerindeki bu ifadeyi hiç bilmiyordu; bu ifade ancak kendisini düşünmediği zamanlar gelir yerleşirdi bakışlarına. Kendisini aynada seyretmeye başlar başlamaz da yüzü, bütün insanlarda olduğu gibi anormal, gergin, sevimsiz bir ifadeye bürünürdü… Şöyle devam ediyordu Jülia:
Tout Moscou ne parle que guerre, i’un de mes deux frères est déjà à l’étranger, l’autre est avec la garde, qui se met en marche vers la frontière. Notre cher empereur a quitté Petersbourg et, à ce qu’on prétend, compte luimême exposer sa précieuse existence aux chances de la guerre. Dieu veuille que le monstre corsicain, qui détruit le repos de l’Europe, soit terrassé par l’ange que le Tout-Puissant, dans le siècle oû nous vivons parmi nos vieillards de vingt ans, il a mes frères, cette guerre m’a privée d’une relation des plus chères à mon coeur. Je parle du jeune Nicolas Rostoff, qui avec son enthousiasme n’a pu supporter l’inaction et a quitté l’université pour aller s’enrôler dans l’armée. Eh bien, chère Marié, je vous avoureai que, malgré son extrême jeunesse son départ pour l’armée a été un grand chagrin pour moi. Le jeune homme, dont je vous parlais cet été, a tant de noblesse de véritable jeunesse qu’on rencontre si rarement dans le siècle où nous vivons parmi nos vieillards de vingt ans, il a surtout tant de franchise et de coeur, il est tellement pur et poétique que mes relations avec lui, quelques passagères qu’elles fussent, ont été l’une des plus douces jouissances de mon pauvre coeur, qui a déjà tant souffert. Je vous raconterai un jour nos adieux et tout ce qui s’est dit en partant. Tout cela est encore trop frais. Ah, chère amie, vous êtes heureuse de ne pas connaître ces jouissances et ces peines si poignantes. Vous êtes heureuse de ne pas connaître ces jouissances et ces peines si poignantes. Vous êtes heureuse puisque les dernières sont ordinairement les plus fortes! Je sais fort bien que le comte Nicolas est trop jeune pour pouvoir jamais devenir pour moi quelque chose de plus qu’un ami, mais cette douce amitié, ces relations si poétiques et si pures ont été un besoin, pour mon coeur. Mais n’en parlons plus. La grande nouvelle du jour qui occupe tout Moscou est la mort du vieux comte Bezoukhov et son héritage. Figurezvous que les trois princesses n’ont reçu très peu de chose le Prince Basile rien, et que c’est M. Piyer qui a tout hérité, et qui pardessus le marché a été reconnu pour fils légitime, par conséquent comte Bezoukhov et possesseur de la plus belle fortune de Russie. On prétend que le princa Basile (Vassili) a joué un très vilain rôle dans toute cette histoire et qu’il est reparti tout penaud pour Pétersbourg.
Je vous avoue que je comprends très peu toutes ces affaires de legs et de testament; ce que je sais, c’est que, depuis que le jeune homme que nous connaissions tous sous le nom de M. Pierre tout court est devenu comte Bezoukhov et possesseur de l’une des plus grandes fortunes de la Russie, je m’amuse fort a observer les changements de ton et de manières des mamans accablées de filles à marier et des demoiselles ellesmêmes à l’égard de cet individu qui, par paranthèse m’a paru toujours être un pauvre sire. Comme on s’amuse de puis deux ans à me donner des promis que je ne connais pas le plus souvent, la chronique matrimoniale de Moscou me fait comtesse Bezoukhov. Mais vous sentez bien que je ne me soucie nullement de le devenir. A propos de mariage savezvous que tout dernièrement la tante en général! Anna Mikhailovna, m’a confié sous le sceau du plus grand secret un projet de mariage pour vous. Ce n’est ni plus ni moins que le fils du Prince Basile. Anatole, qu’on voudrait ranger en le mariant à une personne riche et distinguée. Je ne sais comment vous envisagerez la chose mais j’ai cru de mon devoir de vous en avertir.
On le dit très beau et très mauvais sujet; c’est tout ce que j’ai pu savoir sur son compte.
Mais assez de bavardage comme cela. Je finis mon second feuillet, et maman me fait chercher pour aller dîner chez les Apraksine. Lisez le livre mystique que je vous envoie, et qui fureur chez nous. Quoi qu’il y ait des choses dans ce livre difficiles à atteindre avec la faible conception humaine, c’est un livre admirable dont la lecture calme et élève l’âme. Adieu. Mes respects à monsieur votre père et mes compliments à Mlle Bourienne. Je vous embrasse comme je vous aime.
JULIE
P.S. Donnezmoi des nouvelles de votre frère et de sa charmante petite femme’.
Bütün Moskova savaştan söz etmekte. Kardeşlerimin biri yurt dışındaki cephenin yolunu tuttu çoktan; öbürü ise sınıra doğru hareket eden Süvari Alayı’nda. Herkesin söylediğine göre Sevgili Hükümdar’ımız da Petersburg’dan ayrılıp paha biçilmez varlığını savaşın tehlikeleri içine atmaya karar vermiş. Ulu Tanrı’nın büyük bir lütfu olarak başımıza getirdiği melek, bütün Avrupa’nın huzurunu kaçıran Korsikalı canavarı ümit ederim ki tepetaklak edecektir. Bu savaş, kardeşlerimin yanı sıra beni yürekten bağlı bulunduğum birinden daha ayırdı. O sınırsız heyecanı içinde hareketsiz ve eli kolu bağlı kalamayarak üniversiteyi bırakıp orduya katılan genç Nikolay Rostof’tan söz etmek istiyorum. Size hemen itiraf edeyim ki sevgili Mariyacığım, onun çok genç olmasına rağmen orduya katılışı benim için son derece acı bir şey oldu. Geçen yaz size anlattığım bu gençte öylesine asil bir ruh ve öylesine bir gençlik tutkusu var ki çağımızda, bizim yirmi yaşındaki ihtiyarların arasında bu tür bir heyecana doğrusu pek az rastlanır! O kadar açık yürekli ve iyi kalpli bir insan ki! Aynı zamanda da o kadar temiz ve o kadar şiir dolu bir varlık ki onunla olan ilişkilerim, tüm gençliğine rağmen şimdiye kadar bunca acı çekmiş olan yüreğim için en tatlı teselli kaynağını meydana getirdi. Bir gün size onunla nasıl vedalaştığımızı ve bu vedalaşma sırasında birbirimize neler söylediğimizi anlatırım uzun uzun. Şimdilik her şey henüz o kadar taze ki! Ah sevgili kardeşim, aynı zamanda yakıcı birer dert olan bu zevkleri tatmadığınız için ne denli mutlu olduğunuzu bilemezsiniz! Mutlusunuz çünkü o dertler, verdiği zevkten çok daha büyük ve kahredici… Bilmez değilim, Kont Nikolay o kadar genç ki benim için bir arkadaştan başka bir şey olamaz. Ama bu arkadaşlık çok tatlı bir şey… Kaldı ki o şiir dolu, o tertemiz duygular yüreğim için gerçek bir ihtiyaçtı… Neyse, bu konuda yeterince konuştum… Şu anda bütün Moskova’yı çalkalandıran en önemli haber, ihtiyar Kont Bezuhof’un ölümü ve mirası… Düşünün ki üç prensese pek az bir şey kalmış bu mirastan, Prens Vasili ise hiçbir şey alamamış. Bay Piyer’e gelince: İnanır mısınız ki bu işten en kârlı çıkan o! Gerçekten de Bay Piyer, Kont’un tek mirasçısı olarak kabul edildi; ayrıca Kont’un yasal oğlu olduğu da İmparatorca onaylandı. Böylece Bay Piyer, Kont Bezuhof unvanını resmen aldığı gibi Rusya’nın en büyük servetine de sahip oldu! Dendiğine göre Prens Vasili bütün bu hikâyede pek çirkin bir rol oynamış, dolayısıyla da Petersburg’a utana sıkıla dönmek zorunda kalmış!
Bütün bu miras ve vasiyetname işlerinden hemen hiçbir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Bildiğim bir şey varsa o da hepimizin sadece Bay Piyer olarak tanıdığımız genç adamın Kont Bezuhof unvanını alıp da Rusya’nın en büyük servetlerinden birine sahip olduğundan beri, gelinlik çağda kızı olan annelerin onunla konuşurken seslerinin tonunu belirgin bir şekilde değiştirdikleri ve söz konusu genç kızların da söz konusu baya karşı çok farklı bir şekilde davranmaya başladıklarıdır! Bunları görerek eğleniyorum için için. Sırası gelmişken söyleyeyim ki o bay bana daha ilk gördüğümden bu yana üzerinde durulmaya değmeyen bir kişi duygusu vermiştir. İki yıldır bana hemen herkes, çoğunun yüzünü bile görmediğim nişanlılar bulup yakıştırmayı bir çeşit alışkanlık hâline getirdiği için Moskovalı çöpçatanlar takımı bu sefer de Kontes Bezuhovalığa yakıştırıyor beni! Böyle bir şeyi katiyen istemediğimi tabii anlıyorsunuzdur… Hazır evlenme konusundan söz açılmışken şunu da söyleyeyim: Biliniz ki “herkesin teyzesi” Anna Mihailovna, sizi evlendirmek için tasarladığı planı, bu büyük sırrı hiç kimseye aktarmamam şartıyla, bana açıklamış bulunuyor! Prens Vasili’nin oğlu Anatol. Zengin ve asil bir genç kızla evlendirmek istiyorlarmış delikanlıyı, annesiyle babası da sizi seçmiş… Böyle bir şeyi nasıl karşılayacağınızı bilemiyorum ama bunu size bildirmeyi bir ödev saydım. Dendiğine göre Genç Prens çok yakışıklı ve bir o kadar da çapkınmış. Hakkında bütün öğrenebildiğim bundan ibaret…
Bir hayli gevezelik ettim yine. İkinci yaprağı da doldurmak üzereyim. Annemse öğle yemeğine Apraksinlere gitmek üzere beni beklemekte…
Size mektupla birlikte yolladığım mistik kitabı mutlaka okuyunuz. Bu kitap bizim burada büyük bir ilgi uyandırdı, okumayan kalmadı diyebilirim! Güçsüz insan aklının güçlükle kavrayabileceği konuları ele alıyor gerçi ama yine de çok güzel bir eser. İnsanın ruhunu hem sakinleştiriyor hem de yüceltiyor. Görüşmek üzere. Babanıza saygılar, Matmazel Bourienne’e de iyi dileklerimi sunarım. Sizi sevgiyle kucaklıyorum.
JULIE
Not: Erkek kardeşinizle o şirin eşinden bana haberler iletmenizi bekliyorum.
Prenses Mariya daldı bir an, düşünceli bir edayla gülümsedi (Işıl ışıl gözleriyle aydınlanan yüzü değişivermişti birden.). Çok geçmeden cevap yazmaya karar verip doğruldu. Masaya yaklaştı ağır adımlarla, bir kâğıt aldı. Biraz sonra eli, hızlı hızlı gidip geliyordu kâğıdın üzerinde. Arkadaşına verdiği cevapta şunları yazmaktaydı:
Chère et excellente amie. Votre lettre du 13 m’a causé une grande joie. Vous m’aimez donc toujours, ma’poétique Jülie. L’absence dont vous dites tant de mal, n’a donc pas eu son influence habituelle sur vous? Vous plaignez de l’absence que devraisje dire, moi, si j’osais me plaindre, privée de tous ceux qui me sont chers? Ah! si nous n’avions pas la religion pour nous consoler, la vie serait bien triste. Pourquoi me supposezvous un regard sévère, quand vous me parlez de votre affection pour le jeune homme? Sous ce rapport je ne suis rigide que pour moi. Je comprends ces sentiments chez ies autres et si je ne puis les approuver, ne les ayant jamais ressentis, je ne les condamne pas. Il me parait seulement que l’amour chrétien, l’amour du prochain l’amour pour ses ennemis est plus méritoire, plus doux et plus beau, que ne le sont les sentiments que peuvent inspirer lesbeaux yeux d’un jeune homme à une jeune fille poétique et aimante comme vous.
La nouvelle de la mort du comte Bezoukhov nous est parvenue’ avant votre lettre, et mon père en a été très affecté. Il dit que c’était l’avantdernier représentant du grand siècle et qu’à présent c’est son tour; mais qu’il fer,a son possible pour que son tour vienne le plus tard possible. Que Dieu nous garde de ce terrible malheur! Je ne puis partager votre opinion sur Pierre. Que j’ai connu enfant. Il me paraissait toujours avoir un coeur excellent, et c’est la qualité que j’estime le plus dans les gens. Quant à son héritage et au rôle qu’y a joué le Prince Basile, c’est bien triste pour tous les deux. Ah! chère amie, la parole de notre divin Sauveur qu’il est plus aisé à un chameau de passer par le trou d’une aigulle qu’il ne l’est à un riche d’entrer dans le royaume de Dieu, cette parole est terriblement vraie; je plains le Prince Basile et je regrette encore davantage Pierre. Si jeune et accable de cette richesse que de tentations n’auratil pas à subir! Si on. me demandait ce que je désirerais le plus au monde, ce serait d’être plus pauvre que le plus pauvre des mendiants. Mille grâces, chère amie, pour l’ouvrage que vous m’envoyez, et qui fait si grande fureur chez vous. Cependant, puisque vous me dites qu’au milieu de plusieurs bonnes choses il y en a d’autres que la faible conception humaine ne peut atteindre, il me parait assez inutile de s’occuper d’une lecture inintelligible, qui par là même ne pour rait être d’aucun fruit. Je n’ai jamais pu comprendre la passion qu’ont certaines personnes de s’embrouiller l’entendement en s’attachant à des livres mystiques qui n’élèvent que des doutes dans leurs esprits, exaltent leur imagination et leur donnent un caractère d’exagération tout à fait contraire à la simplicité chrétienne. Lisons les Apôtres et l’Evangile. Ne cherchons pas à pénétrer ce que ceuxlà renferment de mystérieux, car comment oserionsnous, misérables pécheurs que nous sommes, prétendre à nous initier dans les secrets terribles et sacrés de Providence tant que nous portons cette dépouille chamelle qui élève entre nous’ et l’Éternel un voile impénétrable?
Bornonsnous donc à étudier les principes sublimes que notre divin Sauveur nous a laissées pour notre conduite icibas; cherchons à nous y conformer et à les suivre, persuadonsnous que moins nous donnons d’essor à notre faible esprit humain et plus il est agréable à Dieu, qui rejette toute science ne venant pas de. Lui; que moins nous cherchons à approfondir ce qu’il Lui a plu de dérober à notre connaissance et plus tôt II nous en accordera la découverte par Son divin esprit.
Mon père ne m’a pas parlé de prétendant, mais il m’a dit seulement qu’il a reçu une lettre et attendait une visite du Prince Basile. Pour ce qui est du projet de mariage qui me regarde, je vous dirai, chère et excellente amie, que le mariage, selon moi, est une institution divine à laquelle il faut se conformer. Quelque pénible que cela soit pour moi, si le Tout-Puissant m’impose jamais les devoirs d’épouse et de mère, je tâcherai de les remplir aussi fidèlement que je le pourrai, sans m’inquiéter de l’examen de mes sentiments à l’égard de celui qu’il me donnera pour époux.
J’ai reçu une lettre de mon frère, qui m’annonce son arrivé à ‘Lisst Gori avec sa femme. Ce sera une joie de courte durée puisqu’il nous quitte pour prendre part à cette malheureuse guerre durée Puisque’il nous sommes entraînés Dieu sait comment et pourquoi. Non seulement chez vous, au centre des affaires et du monde, on ne parle que de guerre, mais ici, au milieu de ces tracas champêtres et de calme de la nature, que les citadins se représentent ordinairement à la campagne, les bruits de la guerre se font entendre et sentir péniblement. Mon père ne parle que marche et contremarche, choses auquelles je ne comprends rien; et avanthier, en faisant ma promenade habituelle dans la rue du village, je fus témoin d’une scène déchirante… C’était un convoi des recrues enrôlées chez nous et expédiées pour l’armée… Il fallait voir l’état dans lequel se trouvaient les mères, les femmes, les enfants des hommes qui partaient et entendre les sanglots des uns et des autres! On dirait que l’humanité a oublié les lois de son divin Sauveur, qui prêchait l’amour et le pardon des offenses, et qu’elle fait consister son plus grand mérite dans l’art de s’entretuer.
Adieu, chère et bonne amie, que notre divin Sauveur et Sa très Sainte Mère vous aient en Leur sainte et puissante garde.
MARIE
Çok sevgili biricik arkadaşım. 13 tarihli mektubunuzu aldım, sevinçle okudum. Demek bana olan sevginiz eksilmedi, benim şair ruhlu Jüliacığım! Şu hâlde, o kadar kötülediğiniz o ayrılık sizin üzerinizde her zamanki etkisini yapmamış… Ayrılıktan şikâyet ediyorsunuz… Şikâyet etmeye cesaretim olsaydı ya ben ne demeliydim? Ben ki bütün sevdiklerimden ayrı düşmüş bulunuyorum şu anda! Ah, sevgili dostum, bizi teselli edecek bir dinimiz olmasaydı kim bilir ne kadar hüzünlü ve karanlık bir hayat sürmeye mahkûm olurduk! O gence olan eğiliminizden söz ederken benim sert bir tavır takındığımı söylüyorsunuz. Oysa ben, bu bakımdan, sadece kendime karşı sert tavır takınırım. Başkalarının kapıldığı bu gibi duyguları anlıyorum ve kendim hiçbir zaman böyle bir şey yaşamadığım için onları beğenmesem bile, suçlamaya da yönelmiyorum. Yalnız öyle sanıyorum ki insanın hemcinslerine karşı bir Hristiyan olarak beslediği sevgi; sizin gibi şair ruhlu bir genç âşık kızın içinde bir delikanlının güzel gözlerinin uyandırdığı duygulardan çok daha değerli, daha tatlı, daha derin bir şeydir.
Kont Bezuhof’un ölüm haberini sizin mektubunuz elime geçmeden önce almış bulunuyorduk. Haber, babamı çok üzdü. Yüzyılın büyük temsilcileri arasında Kont’un kendisinden hemen önce geldiğini, dolayısıyla da ölme sırasının şimdi kendisinde olduğunu ama bu sıranın mümkün olduğunca geç gelmesi için elinden gelen her şeyi yapacağını söyleyip durdu hep. Tanrı bizi böyle bir felaketten korusun!
Çocukluğumdan bu yana tanıdığım Piyer hakkında ileri sürdüğünüz fikirlere katılamayacağım. Bana daima çok iyi kalpli bir insan gibi görünmüştür Piyer, iyi kalplilikse benim insanlarda en fazla değer verdiğim özelliklerin başında gelir. Vasiyetnameye ve Prens Vasili’nin bu konuda oynadığı role gelince: Buna çifte kötülük derler. Ah, sevgili kardeşim; Ulu Kurtarıcımız Rab İsa’nın, “Bir zenginin cennete girmesi, bir devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zordur…” şeklindeki sözleri ne kadar müthiş ve doğru sözler, öyle değil mi? Prens Vasili’ye acıdım. Piyer’e daha çok acıyorum! Bu genç yaşta öylesine muazzam bir servetin yükünü omuzlarında taşıması ne zor! Kim bilir nelere katlanması, nelere göğüs germesi gerekecek! Eğer bana, “Bu dünyada en çok ne istersin?” diye sorsalardı, “En fakir insandan da fakir olmayı isterim…” diye karşılık verirdim… Bana göndermiş olduğunuz kitap için binlerce teşekkürler… Bununla birlikte bu kitapta, belirttiğiniz gibi birçok iyi şeyin yanı sıra insanoğlunun güçsüz aklıyla kavrayamayacağı şeyler de bulunduğuna göre, derim ki herhangi bir yarar sağlaması imkânsız bir kitapla uğraşmak gereksizdir. Bazı insanların; içlerinde sadece şüphe uyandıran, tutku ve hayallerini kamçılayan ve onlara Hristiyan dinindeki sadeliğe tamamıyla aykırı bir şekilde büyüklük taslama huyu kazandıran birtakım mistik kitaplarla zihinlerini bulandırmalarına ve bunlara tutkuyla bağlanmalarına hiçbir zaman akıl sır erdirememişimdir. Bence sadece azizlerin eserlerini ve İncil’i okusak, çok daha iyi ederiz. O kitaplardaki gizli bilgileri anlamaya çalışmamalıyız çünkü biz zavallı günahkârlar, “ölümsüz olan” ile kendi aramızda, anlaşılması imkânsız bir perde olarak gerili duran beden dediğimiz kalıbı taşıdıkça Tanrı’nın o kutsal, o müthiş sırlarını nasıl çözüp anlayabiliriz ki? Gücünü Tanrı’dan alan Kurtarıcımızın bizim bu dünyada nasıl davranmamız gerektiğini bildiren o büyük kurallarını incelemekle yetinirim, çok daha iyi. O kurallara uyalım ve şunu kabul etmeye çabalayalım ki aklımızı ne kadar az dizginsiz bırakırsak Tanrı da bizden o kadar hoşnut olur! Doğrudan doğruya ondan kaynaklanmayan her türlü bilgiyi reddeden Tanrı’nın bizlerden saklamak istediği konuların derinliğine ne kadar az inersek onun kavrayış gücünün yüceliğini o kadar çabuk sezinleyebiliriz…
Babam bana bir talip çıktığını söylemedi, yalnız bir mektup aldığını ve Prens Vasili’yi beklediğini söyledi… Evlilik konusundaki düşüncelerime gelince: Size hemen şu kadarını söyleyeyim ki eşsiz sevgili kardeşim, bence evlilik Tanrı’nın ortaya koyduğu ve bizim uymakla yükümlü olduğumuz bir kuraldır. Bu bakımdan, bana ne denli ağır gelirse gelsin Tanrı bana bir eş ve anne olmak sorumluluğunu yüklemek istiyorsa bu ödevleri, içimde onun bana eş olarak nasip ettiği kişiye karşı uyanan duyguları göz önüne almaksızın elimden geldiğince kusursuz bir şekilde yerine getirmeye çalışırım…
Matmazel Bourienne’in, “r”leri çatlatarak telaffuz eden dolgun tatlı sesi yükseldi birden:
“Ah, vous expédiez le courrier, Princesse moi j’ai expédié le mien. J’ai écris à ma pauvre mère.”[242 - “Demek siz de mektup yolluyorsunuz Prenses. Ben çoktan yolladım kendi mektubumu! Anneciğime yazmıştım.”]
Prenses Mariya’nın içinde bulunduğu ciddi, hüzünlü ve sıkıcı havaya bir anda bambaşka, hafif, şen şakrak ve sevinç dolu bir hava getiren Matmazel Bourienne sesini alçaltarak devam etti:
“Priscesse il faut que je vous prévienne, le Prince a eu une altercation…”[243 - “Sizi uyarmam gerekiyor Prenses, Prens tartıştı yine…”]
R’leri mahsus üzerine bastıra bastıra ve kendi sesini dinletmekten zevk alarak konuşmaktaydı:
“Une altercation avec Michel İvanoff. Il est de très mauvaise humeur, très morose. Soyez prévenue, vous savez…”[244 - “Mihail İvanof’la tartıştı. Keyfi iyice kaçmış durumda, suratı bir karış! Benden söylemesi, gerisi sizin bileceğiniz iş…”]
Ağabeyimden mektup aldım. Karısıyla birlikte Lisi Gori’ye geleceğini haber veriyor. Ama sevincimiz uzun sürmeyecek çünkü savaşa katılmak üzere kısa bir süre sonra bizden ayrılacak yine. Bu savaşa sanki neden girdik, Tanrı bilir! Yalnız sizin orada, iş çevresinin ve sosyetenin toplandığı başkentte değil burada da kentlilerin genellikle çok sakin bir yer olarak hayal ettikleri köyümüzde de bu sessizlikte ve tarım işlerinin arasında bile duyuluyor savaşın yankıları. Üstelik, enikonu ağır bir şekilde hissediliyor. Babam seferden ve karşı harekâttan başka hiçbir şeyden söz etmez oldu artık. Bense bunlardan hiçbir şey anlamıyorum… Üç gün önce köyün sokaklarında her zamanki gezintimi yaparken içler acısı bir sahneye tanık oldum. Askere alınarak cepheye sevk edilen kura erlerinden bir gruptu gördüğüm… Gidenlerin ana babalarının, karı ve çocuklarının hâlini görüp karşılıklı nasıl anlaştıklarını işitmenizi isterdim! İnsanlık, yapılan kötülükleri bağışlamayı ve bütün insanları sevmeyi öğreten kurtarıcısının öğütlerini unutmuş ve en mühim üstünlüğünün birbirini öldürme sanatında gizlendiğine inanmıştı sanki…
Güle güle, sevgili, iyi kalpli arkadaşım… Kutsal Kurtarıcımız ve İlahi Annesi, sizi o kudretli ve sınırsız koruması altına alsın.
MARİYA
Prenses Mariya, “Ah! Chère amie…”[245 - “Bakın, sevgili dostum.”] diye cevap verdi hemen. “Je vous ai priée de ne jamais me prévenir de l’humeur dans laquelle se trouve mon père. Je ne me permets pas de le juger, et je ne voudrais pas que les autres le fassent!”[246 - “Babamın ruhi durumlarından bana katiyen söz etmemenizi rica etmiştim sizden. Onun hakkında hüküm vermek bana düşmez. Bunu başkalarının yapmasını da istemem!”]
Saatine baktı Prenses. Klavsen çalmaya ayrılmış vaktinden beş dakikasını harcamış durumdaydı. Korkuyla oturma odasına seğirtti. Günlük işler düzenine göre, saat on iki ile iki arasında Prenses’in klavsen çalması, Prens’in de dinlenmesi gerekiyordu.
XXIII
Büyük çalışma odasında nöbet tutan ihtiyar uşak, Prens’in horultusuna kulak kabartarak arada bir şekerleme de yapıyordu. Konağın öbür ucundan, bir dizi kapalı kapının ardından, Dussk’un belki yirminci kez tekrarlanan bir sonatının zorlu pasajları işitiliyordu şimdi.
Bir faytonla bir briçka yanaşmıştı o sırada kapıya. Arabadan inen Prens Andrey, kısa boylu karısının da inmesine yardım ettikten sonra onu öne geçirdi.
Perukasını takmış olan ihtiyar Tihon, bekleme salonunun kapısını aralayıp başını uzattı ve Prens hazretlerinin uykuda olduğunu bildirdi fısıldayarak. Hemen ardından da kapıyı kapattı. Tihon’un adı gibi emin olduğu bir şey vardı: Prens’in oğlunun gelmesi veya bundan başka herhangi bir beklenmeyen olay günlük düzenin akışını hiçbir şekilde kesintiye uğratamazdı. Bunu en az Tihon kadar Prens Andrey’in de bildiği belli oluyordu. Nitekim, babasının âdetinin onu görmediğinden bu yana değişip değişmediğini anlamak istercesine saatine baktı Prens, sonra karısına dönerek “Yirmi dakika sonra kalkar ancak…” dedi. “Gel biz Prenses Mariya’nın odasına gidelim.”
Geçen süre içinde şişmanlamıştı Küçük Prenses ama konuşmaya başladığı vakit gözleri yine eskisi gibi ışıl ışıl parlıyor ve tüylü üst dudağı, yine öyle sevimli bir şekilde hafifçe yukarı doğru kalkıyordu. Çevresine bakınarak katıldığı balonun ev sahibini övermiş gibi “Mais c’est un palais!”[247 - “Ama bu başlı başına bir saray!”] dedi. “Allons, vite, vite…”[248 - “Hadi çabuk, gidelim…”]
Etrafı incelerken Tihon’a da kocasına da kendilerine yol gösteren uşağa da gülümsüyordu durmadan. Klavsen sesinin geldiği yönü başıyla göstererek sordu:
“C’est Marié qui s’exerce? Allons doucement, il faut la surprendre.”[249 - “Mariya çalıyor, öyle değil mi? Sessizce yürüyelim de sürpriz yapalım ona.”]
Prens Andrey, nazik ama hüzünlü bir tavırla arkasından yürüyordu hep karısının. Yanından geçerken elini öpen ihtiyar uşağa, “Yaşlanmışsın sen, Tihon.” dedi.
Klavsen seslerinin taştığı kapının önüne gelmişlerdi ki yan odanın kapısından güzel sarışın bir Fransız kızı dışarı fırladı. Matmezel Bourienne idi bu, sevincinden uçuyordu:
“Ah! Quel bonheur pour la Princesse!”[250 - “Prenses için ne büyük bir mutluluk bu, bilseniz!”] diye haykırdı. “Enfin! Il faut que je la prévienne…”[251 - “Nihayet geldiniz işte! Kendisine haber vermeliyim.”]
Küçük Prenses, “Non, non de grâce…”[252 - “Hayır, hayır, lütfen…”] diye atıldı. “Vous êtes mademoiselle Bourienne, je vous connais déjà par l’amiteé que vous porte ma bellesoeur.”[253 - “Matmazel Bourienne’siniz siz, görümcem sizi çok seviyor, sizi o anlattı bana hep.”]
Bir yandan da sarılmış öpüyordu genç Fransız kızını. Başıyla Prenses Mariya’nın odasını göstererek tatlı bir sürpriz yapabilecek olmanın mutluluğu içinde bağladı sözlerini:
“Elle ne nous attends pas!”[254 - “Hiç beklemiyor bizi!”]
Hep aynı parçanın çalınmakta olduğu oturma salonuna yaklaştılar. Prens Andrey, kapının önünde durdu ve can sıkıcı bir şey olacağını tahmin ediyormuş gibi yüzünü buruşturdu.
Küçük Prenses girdi içeri ve çalınan parça birdenbire kesildi. Önce bir çığlık yükseldi, sonra da Prenses Mariya’nın ağır adımları ve öpüşme sesleri…
Prens Andrey içeri girdiğinde ancak düğün sırasında kısa bir süre görüşebilmiş olan gelin ve görümce; sarmaş dolaş olmuş, öpüşmekteydiler rastgele. Matmazel Bourienne yanlarında duruyordu. Ellerini göğsüne bastırmıştı, onlara tapar gibi bakmaktaydı. Gülümsüyordu. Açıkça belli oluyordu ki o anda içinden hem ağlamak hem gülmek gelmekteydi…
Prens Andrey, omuzlarını silkti ve müzikseverlerin falsolu bir ses duydukları vakit yaptıkları gibi yüzünü buruşturdu. İki kadın ilkin bıraktılar birbirlerini, sonra yeniden -sanki geç kalmaktan korkuyormuşçasına el ele tutuşup- birbirlerinin ellerini ve yüzlerini öpmeye başladılar; en sonunda da Prens Andrey’i pek şaşırtan bir hareketle, ağlaşmaya başladılar. Yeniden yeniden öpüşmekteydiler bu arada. Ve Matmazel Bourienne de ağlamaya başlamıştı.
Prens Andrey’in bütün bunlardan sadece sıkıntı duyduğu açıkça belli oluyordu. Oysa her iki kadın için de o anda ağlamaları kadar doğal bir şey yoktu. Bu karşılaşmanın başka bir şekilde noktalanabileceğini düşünmek dahi imkânsızdı.
Bir yandan da ikisi birden aynı anda konuşmaya başlamışlardı:
“Ah, chère!”[255 - “Ah güzelim!”]
“Ah, Marié!”[256 - “Ah Mariya!”]
“J’ai rêvé cette nuit…”[257 - “Bu gece rüyamda gördüm sizi…”]
“Vous ne nous attendiez donc pas?”[258 - “Demek bizi beklemiyordunuz?”]
“Ah! Marié, vous avez maigri…”[259 - “Mariya! Zayıflamışsınız siz…”]
“Et vous avez repris.”[260 - “Siz de tam tersine kilo almışsınız.”]
Bütün bu konuşmalar ara ara gülüşmelerle kesilmekteydi.
Bu arada Matmazel Bourienne de söze karışmıştı.
“J’ai tout de suite reconnu madame la Princesse.”[261 - “Prenses’i görür görmez tanıdım.”] dedi Lise’e bakıp gülümseyerek.
Prenses Mariya ise buna karşılık olarak “Et moi qui ne me doutais pas!”[262 - “Ben de hiç tanımayacağınızı sanıyordum!”] diye bağırıyordu.
Tam o sırada da ağabeyinin farkına vardı ve hıçkıra hıçkıra koştu ona doğru:
“Ah! André, je ne vous voyais pas…”[263 - “Ah, Andrey! Sizi henüz görüyorum…”]
Prens Andrey, kız kardeşini kucaklayarak öptü ve her zamanki gibi bir pleurnicheuse[264 - Sulu göz.] olmakla suçladı onu. Prenses Mariya ağabeyine dönmüş ve gözyaşları arasında, ışıldayan iri gözleriyle uzun uzun bakmıştı ona. Sıcak, sevgiyle dolu bakışlardı bunlar.
Küçük Prenses durmadan konuşmaktaydı. Tüylü dudağı durup durup aşağı iniyor, gereken noktada kıpkırmızı alt dudakla birleşiyor, sonra yeniden yukarı kalkıyordu. İşte o zaman da dişleriyle gözlerini ışıldatan o aydınlık gülümseyiş beliriyordu yüzünde. Spas Dağları’nda başlarından geçen ve sırf onların başından geçtiği için büyük bir tehlike saydığı bir olayı anlattı ilkin; hemen sonra, bütün giysilerini Petersburg’da bırakmış olduğunu, şimdi burada kim bilir hangi kılıkla dolaşacağını, Andrey’in çok ama çok değiştiğini, Kitti Odintsova’nın da kendisinden çok yaşlı bir adamla evlendiğini söyledi. Ardından, Prenses Mariya için de pour tout de bon[265 - Ciddi.] bir kısmet çıktığını ekledi. Ama bu konuda daha sonra konuşacaktı.
Prenses Mariya, hiç konuşmaksızın ağabeyine bakıyordu hâlâ. Şimdi o güzel gözlerinde hem sevgi hem hüzün vardı. Yengesinin konuşmalarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan şeyler düşündüğü belliydi. Nitekim Küçük Prenses’in en son bayram hakkında anlattığı bir hikâyeyi yarıda keserek sordu ağabeyine:
“Savaşa gitme kararın kesin mi Andrey?”
İçini çekmişti sorarken. Lise de içini çekti.
Prens Andrey, kız kardeşine:
“Hem de yarın.” diye karşılık verdi.
Dayanamayıp atıldı Küçük Prenses:
“Il m’abandonne ici, et Dieu sait pourqoi, quand il aurait pu avoir de l’avancement…”[266 - “Beni burada bırakıyor, nedenini Tanrı bilir. Hem de terfi edebileceği bir sırada…”]
Prenses Mariya, yengesinin sözlerini bitirmesini beklemeden ne düşündüğünü belli eden sevecen bakışlarını onun karnına dikti ve tatlı bir sesle sordu:
“Gerçek mi bu?”
Yüzü birden değişti Küçük Prenses’in. İçini çekerek “Tabii gerçek…” dedi. “Ah, öyle korkuyorum ki!”
Üst dudağı aşağıya sarkmıştı yeniden. Yüzünü görümcesinin yüzüne yaklaştırdı iyice, sonra beklenmedik bir şey yaptı: Ağlamaya başladı.
Prens yüzünü buruşturmuştu hemen.
“Dinlenmeye ihtiyacı var…” dedi. “Öyle değil mi Lise?”
Karısının cevap vermesini beklemeksizin kız kardeşine döndü yeniden ve yumuşak ama itiraz kabul etmez bir tonla ekledi:
“Sen onu kendi odana götürürsün, ben de babamı görmeye giderim…”
Hemen sonra, “Babam nasıl? Hep aynı mı?” diye sordu.
Prenses sevinçle, “Hep öyle…” diye cevap verdi. “Hiç değişmedi…”
Bir an durduktan sonra da ekledi:
“Bakalım sen nasıl bulacaksın?”
Prens Andrey, babasına beslediği tüm sevgi ve saygıya rağmen onun zayıf yanlarını biliyor ve bunları anlayışla karşılıyormuş gibi hafifçe gülümseyerek sordu:
“Yine bütün her şey, hep aynı, belirli saatlerde mi yapılıyor? Bahçedeki gezintiler devam ediyor mu yine? Tezgâhının başına geçip yine aynı inat ve hırsla çalışıyor mu?”
Gülerek başını salladı Prenses Mariya.
“Evet evet; hep aynı saatlerde, hep aynı işler…” dedi. “Üstelik bir de şimdi benim matematik ve geometri derslerim var…”
Geometri dersleri hayatının en tadına doyum olmaz anlarıymış gibi sevinçle söylemişti bu son sözleri.
İhtiyar Prens’in yataktan kalkmasına daha yirmi dakika vardı. Konuşmaya devam ettiler. Süre dolunca Tihon belirdi kapıda ve Genç Prens’e babasının onu beklediğini söyledi.
İhtiyar Prens, oğlunun gelişi şerefine günlük hayatında bir değişiklik yapmıştı: Kendisi akşam yemeğinden önce giyinirken dairesine girmesine izin vermişti onun… Eski moda giysiler içinde, sırtında bir kaftan ve perukasına da pudra sürmüş olarak dolaşırdı Prens. Andrey (yüzünde salonlarda takındığı tiksinti ifadesi ve somurtkan tavrıyla değil de Piyer’le konuşurken beliren canlı ve içten ilgiyle) babasının yanına girdiği vakit, tuvalet odasındaki maroken kaplı geniş koltuğa oturmuştu İhtiyar Prens; omuzuna bir pudra havlusu örtmüş, başını Tihon’un ellerine doğru uzatmıştı. Oğlunu görünce pudralı başını Tihon’un ördüğü saç örgüsünün imkân verdiği kadar sallayarak “Ooo, hoş geldin asker!” dedi. “Bonapart’ı yenmeye iyice hazırsın demek? Bari adamakıllı bir ders ver ona! Yoksa bu gidişle, korkarım bizleri de kendisine uyruk edecek…”
Yanağını uzattı oğluna.
“Hoş geldin!”
İyi bir öğle uykusu çekmişti İhtiyar Prens kendisine, keyifliydi. Yemekten önceki uykunun gümüş, yemekten sonraki uykununsa altın uyku olduğunu söylerdi fırsat düştükçe. Gür, sarkık saçlarının arasından sevinçle oğluna bakıyordu yan yan.
Yaklaştı Prens Andrey, babasını gösterdiği yerden öptü. Onun şimdiki askerlerle ve özellikle Bonapart’la alay etmesine karşılık vermedi hiç. Saygılı bir tavra bürünmüştü. İhtiyar Prens’in yüzündeki her çizginin hareketini dikkatle izlerken “İşte böyle babacığım…” dedi. “Bir çocuk bekleyen eşimle birlikte çıkıp yanınıza geldim…”
Bir an sustuktan sonra sordu:
“İyisiniz ya?”
Kendinden emin bir sesle cevap verdi ihtiyar:
“Ancak budalalar ve bir de ahlaksızlar hastalığa tutulur oğlum. Sense beni çok iyi bilirsin: Sabahtan akşama kadar çalışırım ben, duygularım ölçülüdür, perhiz yaparım. Böyle olunca da sağlık durumum elbette daima iyi olacaktır…”
Prens Andrey gülümseyerek “Tanrı’ya şükür!” dedi.
İhtiyar Prens ise somurtarak “Tanrı’yı böyle işlere hiç karıştırma.” diye homurdandı.
Sonra, “Haydi anlat bakalım, Almanlar size Bonapart’la ‘strateji’ dedikleri o yeni bilime uygun şekilde savaşmayı nasıl öğrettiler?” diye sordu.
Prens Andrey gülümsedi. Babasının zayıf yanlarının ona saygı duymasına ve sevgi beslemesine engel olmadığını gösteren bir tavırla.
“İzin verin de biraz soluk alayım…” dedi. “Daha henüz eşyalarımı bile yerleştirmiş değilim.”
İhtiyar Prens; saç örgüsünün istediği kadar sağlam örülüp örülmediğini sınamak için başını salladı, sonra oğlunun elini tutarak “Aldırma sen öyle işlere!” dedi. “Karın için ayrılan daire hazır. Prenses Mariya götürür onu. Zaten şimdi ikisi bir araba dolusu laf etmeden kendilerine gelemezler. Bu iş, kadın işi… Ayrıca da onu buraya getirdiğine memnun oldum.”
Bir an sustu, soluk aldı ve asıl konuya girdiğini belirten bir ciddilikle sürdürdü konuşmasını:
“Sen şimdi otur şuraya da anlat bakalım; Mihelson’un emrindeki ordunun ne yapmak istediğini anlıyorum pekâlâ, Tolstoy’un ordusunun durumunu da anlıyorum. Aynı anda çıkarma… Güzel ama bu durumda güney ordusu ne yapacak? Prusya tarafsızlık oynuyor, biliyorum bütün bunları… Peki ya Avusturya?”[267 - Burada Prens, Napolyon’a karşı uygulanmak üzere General Winzengerode tarafından hazırlanan planı anlatmak istiyor. Michelson ile Tolstoy, Rus ordusunda görevli komutanlardandı ve Fransız ordusuna değişik yönlerden saldırmakla yükümlüydüler. Yükümlülüklerini de yerine getirdiler. Ama Napolyon’un Austerlitz Zaferi’ne engel olamadılar.]
Bunları söylerken koltuğundan kalkmış ve odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamıştı. Tihon da onun ardından seğirtmekte ve elindeki giysileri sırayla İhtiyar Prens’in eline tutuşturmaktaydı.
Kendi havasına iyice dalmış, devam ediyordu Prens:
“Peki ya İsveç? Öyle ya, İsveç ne yapıyor? Pomeranya’dan nasıl geçecekler?”
Babasının bu konu üzerinde inatla durduğunu ve ondan mutlaka cevap beklediğini gören Prens Andrey, ilkin isteksiz bir sesle ama çok geçmeden kendisini konuya kaptırıp gittikçe biraz daha heyecanlanarak ve farkına varmaksızın eski alışkanlığını sürdürüp laf ortasında Rusçadan Fransızcaya geçerek tasarlanan seferin harekât planını açıklamaya girişti: Prusya’nın tarafsızlıktan vazgeçirilip savaşa katılmaya zorlanması için doksan bin kişilik bir ordunun tehdidi altında tutulacağını; bu ordunun bir kısmının, zamanı gelince Stralsund’da yüz binlerce askerle birleşeceğini; iki yüz bin Avusturyalının yüz bin Rus’la bir araya geldikten sonra İtalya ve Ren bölgesinde ortak harekâta başlayacağını; elli bin Rus’la elli bin İngiliz askerinin Napoli’ye ortak çıkarma yapacağını; böylece toplam beş yüz bin kişilik muazzam bir ordunun Fransızlara dört bir taraftan amansızca saldıracağını anlattı bir bir…
İhtiyar Prens, oğlunun anlattıklarına en ufak bir ilgi göstermiyordu… Hatta söylenenleri hiç işitmiyormuş gibi bir aşağı bir yukarı dolaşarak giyinmesini sürdürmekteydi… Üç kez ve her seferinde hiç beklenmedik anlarda kesti oğlunun sözünü. Birincisinde ani bir kol hareketiyle Andrey’i durdurup “Beyaz! Beyaz!” diye bağırdı.
Tihon’un ona, istediği yelek yerine başka bir yelek verdiğini belirtmek için söylemişti bunu…
İkinci seferinde yavaş yavaş durdu ve sordu:
“Doğum yakın mı peki?”
Oğlu bir baş işaretiyle cevap verince de sitem eder gibi başını sallayarak “Doğrusu tatsız bir durum bu!” dedi.
Hemen ardından da eklemekten geri kalmadı:
“Sen devam et anlatmaya, devam et!”
Ve üçüncü defasında, Prens Andrey plan konusundaki açıklamayı bitirmek üzereyken ihtiyarlara özgü falsolu sesiyle şarkı söylemeye başladı birdenbire:
Malbrough s’en vatenguerre,
Dieu sait quand reviendra.[268 - Malbrough savaşa gider, Tanrı bilir ne vakit döner! Eski bir Fransız şarkısının nakaratı. (e.n.)]
Gülümsemekle yetindi Andrey.
“Ben size bu planı beğendiğimi söylemedim…” dedi. “Olup biteni açıkladım sadece…”
Konuşmayı sona erdirmek ister gibi ekledi:
“Herhâlde Napolyon’un da bir planı vardır ve bizimkinden daha kötü değildir…”
“Aslında, yeni hiçbir şey söylemiş olmadın bana!”
Bu kadar konuşmayı kendisinin de yeterli bulduğunu belirten bir tonla söylemişti bunları. Düşünceli bir havaya dalmıştı şimdi yeniden. Nitekim kendi kendine konuşur gibi:
“Dieu sait quand reviendra!”[269 - “Tanrı bilir ne vakit döner!”] diye tekrarladı birkaç kere.
Sonra oğluna döndü.
“Hadi sen yemek salonuna git.” dedi.
XXIV
Prens, saçı pudralanmış, tıraş olmuş bir hâlde ve tam saatinde girmişti yemek salonuna. Prenses Mariya, Matmazel Bourienne ve bir de Prens’in Mimar’ı onu beklemekteydi. Mimar, önemsiz ve sıradan bir kişi olduğu için böyle bir şerefe nail olacağını aklının ucundan dahi geçirmediği hâlde, Prens’in garip isteği üzerine sofraya çağrılmış bulunuyordu… Ömrü boyunca daima insanların sosyal durumlarını göz önünde tutmuş olan ve sofrasına ilin en önde gelen kişilerini bile binde bir davet eden Prens, bir köşeye çekilip kareli mendiliyle burnunu silen Mimar Mihail İvanoviç’e bütün insanların eşit olduğunu ispatlamak hevesine kapılmış gibiydi nedense birden… Nitekim kızına kaç kere “O Mihail İvanoviç senden benden hiç de aşağı değil!” diyerek bu eşitliğe Mariya’yı da inandırmaya çalışmıştı. Ayrıca da sofrada, herkesten çok, o hiç konuşkan sayılmayacak olan Mihail İvanoviç’le sohbet etme huyunu icat etmişti.
Evin bütün odaları gibi yüksek tavanlı ve geniş bir yer olan yemek salonunda, hizmetçilerle uşaklar da Prens’in gelmesini bekliyorlardı. Her biri, bir sandalyenin arkasında, ayakta duruyordu. Sofracıbaşı, elinde bir peçete; sofrayı kontrol ediyor, yardımcılarına son talimatlarını veriyor, bu arada hiç durmadan bir kocaman duvar saatine bir de Prens’in her an belirmesi beklenen kapıya bakıyordu. Prens Andrey, Bolkonskilerin soy kütüğünü gösteren ağaç şeklindeki resmin bulunduğu büyük yaldızlı çerçeveyi incelemekteydi. O zamana kadar hiç görmemiş olduğu bu resim, aynı büyüklükte ve alaylı bir ressamın elinden çıktığı belli olacak şekilde kötü yapılmıştı ve Rurik’in soyundan gelip Bolkonskilerin başına geçen Prens’in taçlı portresinin tam karşısında asılıydı. Soylarını gösteren bu resmi, çok gülünç bir şeye bakıyormuş gibi başını sallaya sallaya gülerek seyretmekteydi Andrey. Yanına yaklaşan kız kardeşine, çerçeveyi başıyla işaret ederek “Şöyle bir bakınca babamın bütün huylarını görüyorum.” dedi.
Prenses Mariya şaşkın şaşkın baktı ağabeyine. Neden güldüğünü, gülünecek ne bulduğunu bir türlü anlayamıyor; anlamak istemiyordu. Çünkü babasına ilişkin her şey, en ufak bir eleştiriye dahi gelmeyen kesin ve sınırsız bir hayranlık uyandırıyordu onda…
Prens Andrey, kendi kendine konuşur gibi devam etti:
“Demek ki herkeste kendine ait bir Aşil topuğu var! O kadar büyük zekâsı ile donner dans ce ridicule!”[270 - “Bu kadar gülünç olmak!”]
Ağabeyinin sözlerindeki pervasızlığını havsalasına sığdıramayan Prenses Mariya tam ona karşı çıkmaya hazırlanıyordu ki çalışma odasından, beklenen ayak sesleri işitildi. Çok geçmeden de Prens, her zaman olduğu gibi neşeli ve zinde bir hâlde, hızlı adımlarla içeri giriyordu. Evde hüküm süren katı düzene mahsus karşı çıkmak istiyor gibiydi bu aceleci tavrıyla…
Ve işte tam o anda ikiyi vurdu büyük saat. Buna, misafir salonundan yükselen incecik bir sesle, bir başka saat karşılık verdi. Yavaşladı ve durdu Prens. Parlak, hareketli, sert bakışlı gözleriyle, gür ve sarkık kaşlarının altından herkesi teker teker süzdü; sonra da Küçük Prenses’e baktı dik dik.
O anda Lise saraylıların, Hükümdar’ın huzuruna çıkınca kapıldıkları korku ve saygıyla karışık bir duygu içindeydi. Çevresindeki herkeste her zaman bu duyguyu uyandırıyordu ihtiyar adam. Prenses’in saçlarını okşadı önce sonra da beceriksiz bir babacanlıkla hafifçe ensesine vurdu ve dikkatle genç kadının gözlerinin içine bakarak “Memnun oldum…” dedi. “Çok memnun oldum.”
Aniden ayırdı gözlerini Prenses’in gözlerinden ve gidip hızla yerine oturduktan sonra “Buyrun oturun, oturun…” dedi. “Siz de oturun, Mihail İvanoviç.”
Gelinine yanında yer göstermişti Prens ve uşak, genç kadın için hemen bir sandalye sürmüştü.
İhtiyar adam, Genç Prenses’in kalınlaşmış beline bakarak “Ooo maşallah!” dedi. “Aceleci davranmışsınız! İyiye alamet sayılmaz bu!”
Sonra da her zamanki gibi gözleriyle değil, sadece ağzıyla güldü. Kupkuru, soğuk ve neşesiz bir gülüştü bu.
“Yürümelisiniz, mümkün olduğu kadar çok yürümelisiniz.” diye ekledi. “Ne kadar yürürseniz o kadar iyidir.”
Küçük Prenses, kayınbabasının söylediklerini ya işitmiyor ya da işitmek istemiyordu. Susuyordu. Çok utanmış gibiydi…
Genç kadına, babasının sağlığını sordu Prens. Bunun üzerine Prenses açıldı ve konuşmaya başladı. Artık gülümsüyordu da… İhtiyar, ona ikisinin de tanıdığı birkaç kişiyi daha sordu. Prenses daha da canlandı. Söz konusu kişilerin selamlarını iletti Prens’e, sonra da başkentteki dedikoduları anlatmaya başladı. Gittikçe heyecanlandı.
“La comtesse Apraksine, la pauvre, a perdu son mari et elle a pleuré les larmes de ses yeux.”[271 - “Kontes Apraksin’in de kocası öldü. Bilseniz ne çok ağladı kadıncağız, gözlerinin pınarları kurudu.”] diyordu sesi titreyerek.
Genç kadın heyecanla anlattıkça, gittikçe biraz daha sertleşen gözlerle bakıyordu ona Prens. Sonra birden, onu yeterince incelemiş ve hakkında yeteri kadar fikir sahibi olmuş gibi başını çevirip öbür konuğa döndü.
“Eveeet, söyleyin bakalım Mihail İvanoviç…” dedi. “Öyle anlaşıyor ki zavallı Bonapart’ın hâli perişan! Prens Andrey’in bana anlattığına göre… Oğlundan daima bir üçüncü şahıstan söz eder gibi söz ederdi Prens. Öyle büyük kuvvetler yürüyecekmiş ki biçarenin üzerine… Oysa siz de ben de onu, kale alınmaya değmez sanırdık!”
Prens’le Bonapart hakkında ne vakit böyle şeyler konuştuğunu katiyen hatırlayamayan ve o anda Prens’in çok sevdiği bir konuya girebilmek için onu basit bir araç olarak kullandığını kavrayamayan Mihail İvanoviç; bu sözlerden ne sonuç çıkarmak gerektiğini anlamak amacıyla, Genç Prens’e baktı şaşkınlık içinde. İhtiyar Prens de aynı anda Mimar’ı oğluna göstererek “Öyle yaman bir strateji uzmanıdır ki şaşar kalırsın!” demişti.
Ve böylece söz yine savaşa dayandı. Savaş deyince de pek doğal olarak Bonapart’a, Bonapart’ın generallerine ve genellikle çağdaş komutanlarla çağdaş devlet adamlarına… Şimdiki devlet adamlarıyla komutanların, askerliğin ve devlet işlerinin abecesini dahi bilmeyen birer çocuk; Bonapart’ınsa karşısında Potemkin ve Suvorof cinsinden güçlü komutanlar bulunmadığı için başarı kazanan bir “Fransız tosuncuk”u olduğuna inanır gözükmekteydi İhtiyar Prens. Ayrıca da Avrupa’da en ufak bir politik sıkıntı olmadığını, ortada savaş bile bulunmadığını, sadece bazı kişilerin komşular alışverişte görsün kâbilinden bir kukla oyununa giriştiklerini söylüyordu.
Babasının yenilerle alay edişini neşeyle karşılayan onu bol bol konuşturup keyifle dinleyen Prens Andrey, sonunda “Eski olan bütün ne varsa hepsi de sizin için iyinin iyisi!” dedi. “Oysa o kadar övgüyle söz ettiğiniz Suvorof bile Moreau’nun tuzağına düşmedi mi? Kurtulamayışı da caba!”
Köpürmüştü Prens:
“Kim söyledi bunu sana? Kim ha, kim?” diye bağırdı öfkeyle.
Büyük bir hınçla, önündeki tabağı arkaya doğru fırlattı. Tihon, çevik davranıp yere düşmeden yakalamıştı tabağı…
İhtiyar Prens, yine öfkeyle devam etti:
“Demek Suvorof yenik düştü ha! Boş lafları bir yana bırak da kafanı çalıştır biraz, Prens Andrey! Ve şunu iyi belle: II. Frederik bir, Suvorof iki; bugün dünyada sadece bu iki kişi vardır! Moreau da kim oluyormuş! Bak, sana bir şey söyleyeyim: Eğer Suvorof eli kolu bağlı olmasaydı, çoktan esir kampını boylamıştı o Moreau! N’eylersin ki Suvorof’un başına Hofkriegswurstschnapsrat[272 - Avusturya İmparatorluğu’ndaki Saray Askerî Şûrası’na Hofkricgstrat denilmekteydi. Suvorof, Avusturyalılarla aynı safta çarpıştığı için onların kurallarına uygun şekilde hareket ediyordu. Burada, yenilgiyi bu duruma bağlayan Prens Bolkonski, Hofkriegsrat sözcüğünü “Saray Askerî Selam Şûrası” anlamına gelen Hofkriegswurtschnapsrat şekline dönüştürerek Avusturyalılarla alay ediyor. (e.n.)] denilen belaları sarmışlardı. Ve bu durumda şeytanın kendisi bile çıkamazdı işin içinden! Cepheye gittiğimizde bu Hofkriegwurstsrätelarının ne menem şeyler olduğunu siz de anlayacaksınız, merak etmeyin! Evet, Suvorof bile başa çıkamadı onlarla! Mihail Kutuzof nasıl başa çıksın? Hayır dostum, olmaz, Bonapart’a karşı direnemezsiniz o generallerinizle! Onu yenebilmek için Fransız askerlerini kullanmanız gerekir: Kendi adamları vurmalı onu…”
Bir an durup soluklandıktan sonra, o yıl Moreau’ya Rus İmparatoru’nun hizmetine girmesi için yapılan teklifi kastederek şöyle sürdürdü konuşmasını:
“Fransız Moreau’yu getirtmek için Alman Palen’i yolladılar taaa Amerikalara, New York’a kadar! Olacak iş mi bu? Ne yani? Potemkinler, Suvoroflar, Orloflar… Bütün hepsi Alman mıydı bunların? Hayır evladım, hayır! Ya siz aklınızı kaçırdınız ya da ben bunadım… Tanrı yardımcınız olsun, yakında göreceğiz ne olup bittiğini…”
Kendi kendine konuşur gibi bitirdi sözlerini:
“Demek onlar için Bonapart büyük bir komutandır! Hımmmmm!”
Prens Andrey, “Ben demiyorum ki verilen bütün emirler yerindedir…” diye karşılık verdi. “Ama açıkcası şunu da anlamıyorum: Nasıl olur da Bonapart için böyle konuşabilirsiniz? İster gülün ister gülmeyin, Bonapart hiç şüphe yok ki büyük bir komutandır!”
Kısa bir süre için de olsa unutulduğu umuduyla hızlı hızlı yemek yiyen Mimar’a döndü İhtiyar Prens:
“İşitiyor musunuz Mihail İvanoviç?” diye bağırdı. “Bonapart büyük bir strateji uzmanıdır, dememiş miydim ben size? Bakın işte, Prens Andrey de aynı şeyi söylüyor!”
Mimar, “Elbette, Ekselans!” diye cevap verdi.
İhtiyar Prens’in o soğuk gülüşü işitildi yeniden.
“Bonapart kısmetli doğmuş.” diyordu. “Kusursuz askerleri var, bu bir. İkincisi de ilkin Almanları kestirdi gözüne ve onlara saldırdı. Almanları ise sadece tembeller yenememiştir. Yani, dünya dünya olalı beri Almanlara dayak atmamış olan yoktur. Onlarsa ancak birbirlerini pataklarlar, o kadar. Sözün kısası, Napolyon bütün ününü Almanlara borçludur!”
Bu girişten sonra Prens, Bonapart’ın yalnız savaşta değil; devlet işlerinde de ciddi birtakım hatalar yaptığını söyledi ve bunları sıralamaya başladı.
Onun bu sözlerine karşılık vermedi Prens Andrey. Ama belliydi ki babası ne derse desin, o da tıpkı İhtiyar Prens gibi kendi düşüncesinde sonuna dek diretecekti.
Nitekim babasını dikkatle dinliyor ancak ona karşılık vermemeye çabalıyordu var gücüyle. Ama aynı zamanda da âdeta kendisine rağmen bunca yıldır hep bu köyde oturan ihtiyar adamın son çağ Avrupa’sındaki siyasal ve askerî durumları ve şartları böylesine ayrıntılı bir şekilde öğrenip değerlendirebilmesi karşısında şaşkınlığa düşmekten; hatta şaşkınlıktan da öte, hayranlığa kapılmaktan kendisini alamıyordu. Sözlerini şöyle bağladı Prens:
“İhtiyar olduğum için bugünkü durumu kavrayamadığımı sanıyorsun değil mi sen? Oysa ben avucumun içi gibi biliyorum bütün bunları ve geceleri gözüme uyku girmiyor. Şimdi söyle bana: Nerede hani senin o büyük komutan dediğin adam? Neyle hak etti o büyüklüğü?”
Prens Andrey gülümseyerek “Bunu anlatmak uzun sürer.” diye karşılık verdi.
Babası, “Anlaşıldı…” dedi. “Senin yerin, Bonapart’ın yanıdır!”
Sonra da Fransız kıza dönüp kusursuz bir Fransızcayla “Mademoiselle Bourienne!”[273 - “Matmazel Bourienne.”] diye bağırdı. “Voilà encore un admirateur votre goujat d’empereur!”[274 - “O haydut İmparator’unuzun işte bir hayranı daha!”]
Hemen cevap verdi Matmazel Bourienne:
“Vous savez que je ne suis pas bonapartiste, mon prince.”[275 - “Biliyorsunuz ki ben Bonapartçı değilim, prensim.”]
Falsolu bir sesle o Fransız şarkısının nakaratını tekrarladı yine Prens:
Dieu sait quand reviendra…[276 - “Tanrı bilir ne vakit döner…”]
Sonra da yine o falsolu ince sesiyle gülüp sofradan kalktı.
Bütün yemek boyunca hep susmuş ve korku içinde bir Mariya’ya bir kayınbabasına bakıp durmuş olan Küçük Prenses, sofradan kalktıkları vakit görümcesinin elini tutarak oturma salonuna sürükledi onu ve ürkek bir sesle şöyle dedi: “Comme c’est un homme d’esprit votre père! C’est à cause de cela peutêtre qu’il me fait peur…”[277 - “Babanız ne kadar zeki bir adam! Belki de bundan dolayı o kadar korkutuyor beni…”]
Prenses Mariya, “Bilseniz ne kadar iyi yüreklidir.” diye cevap vermekle yetindi.
XXV
Ertesi gün akşam vakti yola çıkacaktı Prens Andrey. İhtiyar Prens, kendi belirlediği düzene uygun olarak yemekten sonra odasına çekilmişti; Küçük Prenses ise görümcesinin yanındaydı. Prens Andrey, sırtında yola çıkarken daima giydiği apoletsiz ceketi, kendisine ayrılan odada eşyalarını topluyordu. Uşağı yardım ediyordu kendisine… Arabayı, ardından da bavulların arabaya yerleştirilişini bizzat denetledikten sonra atların koşulmasını emretti.
Odada sadece Prens Andrey’in sürekli yanında taşıdığı eşyalar kalmıştı şimdi: Bir kutu, bir büyük gümüş çekmece, iki Türk tabancası ve babasının Oçakof’tan getirip ona armağan etmiş olduğu bir kılıç. Her gittiği yere mutlaka götürdüğü bu eşyaları büyük bir düzen içinde tutardı Prens Andrey. Yepyeni, tertemizdi hepsi; çuha kılıflara konmuş, kayışlarla bir güzel bağlanmıştı…
Bir yolculuk ya da hayatın akışında meydana gelecek bir değişiklik arifesinde, davranışlarını soğukkanlılıkla çözümleyebilen insanların düşünceleri tam bir ciddiliğe bürünür. Geçmişte olup bitenlerin yeni baştan değerlendirildiği ve geleceğe yönelik tasarıların yeşermeye başladığı anlardır bunlar…
Nitekim Prens Andrey’in yüzünde de alabildiğine düşünceli, bir o kadar da yumuşak bir ifade vardı. Ellerini arkasında kavuşturmuş, hep önüne bakarak hızlı adımlarla bir köşeden öbür köşeye yürümekte; bir yandan da düşüncelerinin akışına uygun şekilde başını sallamaktaydı. Savaşa gitmekten mi korkuyordu, yoksa karısını geride bıraktığı için mi üzülüyordu? Tam kestiremiyordu bunu, belki de her iki duygunun birden etkisi altındaydı. Belkisi olmayan, kesin olan nokta; başkaları tarafından bu durumda görülmek istemediğiydi. Bu yüzden sofadan gelen ayak seslerini duyar duymaz kollarını hemen aşağı indirmiş, masanın önünde durmuş ve küçük bavulun kılıfını bağlıyormuş gibi bir tavır takınmıştı. Yüzünde de her zamanki gibi sakin ve duygularını belli etmeyen donuk bir ifade belirmişti.
Prenses Mariya’nın adımlarıydı işittiği ayak sesleri. Soluk soluğa geldi Prenses, koşmuş olmalıydı.
Telaşlı bir sesle “Hayvanların koşulmasını söylemişsin…” dedi. “Oysa ben seninle biraz baş başa kalıp konuşmayı öylesine istiyordum ki! Kim bilir yine ne kadar sürer bu ayrılık?”
Bir solukta söylemişti bütün bunları. Yine bir solukta ama belirli şekilde kederli bir sesle sordu:
“Geldiğim için darılmadın ya?”
Kendisi de afallamıştı birden. Niçin böyle bir soruya ihtiyaç duyduğunu açıklamak istercesine “Sen de çok değişmişsin, Andriyuşa.” dedi.
Gülümsemişti “Andriyuşa” derken. Belliydi ki karşısındaki bu sert tavırlı yakışıklı erkeğin çocukluk çağı boyunca can yoldaşlığı yaptığı o haşarı ve çelimsiz Andriyuşa’dan başka biri olmadığını düşünmek bile ona şimdi bir tuhaf geliyordu…
Karşılık olarak gülümsemişti Andrey. Sonra sordu:
“Lise nerede?”
Cevap vermeden önce kardeşinin karşısındaki divana oturdu Prenses ve tatlı bir sesle “O kadar yorulmuş ki benim odamdaki divanın üzerinde uyuyakaldı yavrucak.” dedi.
Heyecanlı bir sesle devam etti sonra:
“Ah, André! Quel trésor de femme vous avez!..[278 - “Altın gibi bir karınız var!..”] Tam anlamıyla çocuk! Ama sevimli ve çevresine neşe saçan bir çocuk… Onu o kadar çok sevdim ki bilemezsin!”
Susuyordu Prens Andrey. Ama Mariya, kardeşinin yüzünde beliriveren alaycı ve aşağılayıcı ifadeyi fark etmemiş değildi:
“Ufak tefek kusurları hoş görmelisin.” dedi. “Hatasız kul olmaz ki André! Sonra unutma, senin karın sosyete çevresi içinde yetişti. Şimdiki durumu da hiç kolay değil. Her insanın kendine özgü bir hâli var, anlamak gerekir. Tout comprendre, c’est tout pardonner![279 - “Anlamak, affetmektir.”] Düşün bir kez, insaflı bir şekilde düşün: Sürdüğü o hayattan sonra zavallıcığa kocasından ayrılmak ve bu durumda tek başına köyde kalmak kolay mı gelir sanıyorsun? Çok ağır bir yük taşıyor aslında…”
Kız kardeşine şöyle bir bakarak gülümsemişti Prens Andrey. İçlerinden geçeni okuduğumuzu sandığımız kişileri dinlerken yüzümüzde dalgalanan tebessümle…
“Sen de köyde oturuyorsun işte ama bu hayatı hiç de öyle korkunç bulmuyorsun…” dedi.
Yumuşak ama güvenli bir sesle karşı çıktı buna Mariya:
“Ben o değilim ki! Benim durumum bambaşka! Ne diye beni karıştırıyorsun bu işe? Her şeyden önce ben değişik bir hayat istemiyorum. İsteyemem de çünkü başka türlü… Yani değişik bir hayatın ne olduğunu bilmiyorum. Oysa Lise’in durumu çok farklı. Düşün Andre: Daha çok genç ve sosyete hayatına bağlı bir kadının ömrünün en güzel yıllarını bir köyde tek başına geçirmesi ne demektir! Evet, tek başına derken ne dediğimi gayet iyi bilerek söylüyorum… Gerçekten de tek başına çünkü babam her zaman kendi işleriyle uğraşmaktadır; bana gelince, beni bilmez değilsin! Yüksek sosyete hayatına alışmış bir kadına ben, en ressources,[280 - “İmkân bakımından.”] ne kadar yardımcı olabilirim ki? İyi ki Matmazel Bourienne var da…”
Kardeşinin sözünü kesti Andrey:
“Sizin o Bourienne’iniz katiyen hoşuma gitmedi!”
“Amma da yaptın Andrey! Çok sevimli, çok iyi yürekli bir kızcağızdır o! Daha da önemlisi, yoksul ve çaresizdir: Dünyada hiç ama hiç kimsesi yok!”
Burada bir an sustu Prenses Mariya. İçini çekerek devam etti:
“Doğrusunu istersen, benim ona kişisel olarak bir ihtiyacım yok ve bazen beni de sıktığı olmuyor değil. Bilirsin, zaten öteden beri yabaninin biriyimdir. Şimdi ise daha da yabanileştim. Gitgide daha çok sever oldum yalnız kalmayı… Mon pere[281 - “Babam.”] onu pek sever, ona ve bir de Mihail İvanoviç’e karşı yumuşak ve çok iyi davranır hep. Çünkü her ikisi de babamdan iyilik görmüştür. Sterne’in dediği gibi: İnsanları bize yaptıkları iyiliklerden çok, bizim onlara yaptığımız iyiliklerden dolayı severiz. Babam onu sur le pave[282 - “Sokakta.”] bulup almış. Tam bir öksüz işte. Ve dediğim gibi çok iyi yürekli bir kız… Sonra mon pere kitap okuyuşundan hoşlanıyor onun, akşamları ona hep yüksek sesle kitap okutuyor. Gerçekten de çok güzel ve kusursuz okur…”
Birdenbire kardeşinin sözünü kesip sordu Prens Andrey:
“Tamam, bırak onu! Şimdi sana bir sorum var Mariya, bana lütfen doğru cevap ver: Babamın huysuzluğu zaman zaman sana ağır geliyor artık, öyle değil mi?”
Afallamıştı Prenses Mariya. Sonra da ürkmüştü. Konuşmadan çok kekelemeyi andıran bir şekilde “Bana mı?” dedi. “Bana ağır mı geliyor?”
Ondaki şaşkınlığın farkına varmamış gibi devam etti Prens Andrey:
“Ben kendimi bildim bileli sert bir adamdır zaten. Bana öyle geliyor ki zamanla daha da çekilmez olmuş…”
Babası hakkında mahsus böyle ileri geri konuşarak kız kardeşinin ağzını aramak, onu sınamak istiyordu belki de… Ya da genç kıza öyle gelmişti…
Konuşmanın akışından çok kendi düşüncelerinin akışını izleyerek konuştu Prenses:
“Sen aranabilecek tüm niteliklere sahip bir insansın Andrey. Ama sende, nasıl desem… Düşüncelerinden ileri gelen bir gururun var. Bazı konularda kendine özgü bir şekilde düşündüğün için gururlanıyorsun. Ve bu, büyük bir günah. İnsan babasını yargılayabilir, onun hakkında iyi ya da kötü değerlendirmede bulunabilir mi? Böyle bir şey mümkün olsa bile, bu durumda insan, mon pere[283 - “Babam.”] gibi bir adam için veneration’dan[284 - “Tapınırcasına saygı.”] gayri ne duyabilir? Ben şahsen; onun yanında olduğum için öylesine memnun, öylesine mutluyum ki bilemezsin! Bu konuda sizlerin de yani bütün herkesin benim kadar mutlu olmasını isterdim!”
Prens Andrey bu sözlere inanmadığını belirten bir tavırla başını sallayınca genç kız şöyle devam etti:
“Sadece bir tek şey bana ağır geliyor Andrey, sana bu konuda hakikati söyleyeceğim: O da babamın din konusundaki düşünceleri. Böylesine şaşmaz bir zekâya sahip olan bir insan nasıl olur da su gibi arı bir gerçeği göremeyip ters yollara sapar? Bunu bir türlü anlayamıyorum! Ve benim mutsuzluğumun tek nedeni de işte bu! Ama hemen ekleyeyim ki son zamanlarda onda bu konuda da küçük bir düzelme görüyorum. Nitekim şu son günlerde alaycılığı bir hayli kaybetti acılığından… Ve…”
Burada durdu bir an, konuşmakta tereddüt etti. Sonra da kararını verip tamamladı sözlerini:
“Ve geçenlerde bir keşişi kabul etti yanına ve onunla uzun uzun görüştü.”
Prens Andrey, alaycı ama sevgi dolu bir gülümseyişle “Korkarım ki keşiş de sen de barutunuzu boş yere harcıyorsunuz güzelim…” dedi.
Başını salladı Prenses.
“Ah, mon ami![285 - “Ah dostum!”] Ben yalnız Tanrı’ya dua ediyorum ve onun da duamı işiteceği umudundayım.”
Bir an sessiz kaldıktan sonra çekingen bir tavırla ve âdeta mırıldanır gibi konuştu:
“Andrey… Senden büyük bir ricam var.”
“Nedir güzelim?”
“Söylemeden önce reddetmeyeceğine söz ver. Kabul edilmesi zor bir şey istemiyorum senden… Onurundan hiçbir şey eksilmeyecek… Sadece beni güçlendirmiş, içimi rahatlatmış olacaksın… Söz ver Andriyuşa…”
Prenses Mariya bir yandan konuşurken bir yandan da elini çantasına sokmuş ve avucunun içine bir şey almıştı. Ama aldığı şeyi ısrarla gizlemekteydi. Belliydi ki ricası, elinde tuttuğu o şeyle ilgiliydi ve ricasının yerine getirileceğine söz almadan çantasından çıkarıp göstermek istemiyordu o şeyi. Ürkek, yalvaran gözlerini ağabeyine dikmiş; bakıp duruyordu öylece. İşin ne olduğunu sezmiş gibiydi Prens Andrey.
“Bana çok pahalıya patlayacak da olsa…” diye başlayacak oldu söze. “Evet, bana…”
Prenses Mariya titrek bir sesle kesti onun sözünü:
“Ne düşünürsen düşün! Biliyorum ki sen de mon pere[286 - “Babam”] gibisin. Evet, istediğin gibi düşünebilirsin. Ama benim için yap bunu! Yalvarırım kabul et! Bunu babamın babası… Yani dedemiz… Katıldığı bütün savaşlarda üzerinde taşımış hep!”
Prenses Mariya elinde tuttuğu şeyi çantadan çıkarmamıştı hâlâ. Neredeyse ağlayacaktı.
“Söz veriyor musun?”
“Tabii veriyorum Mariya. Nedir o, söyle?”
“Seni bu madalyonla kutsayacağım şimdi Andrey. Ve sen bana, onu hiçbir zaman üzerinden ayırmayacağına söz vereceksin… Andrey! Söz veriyorsun değil mi?”
Prens Andrey gülümseyerek “Eğer iki pud[287 - Pud: 16 kilogramlık bir ağırlık ölçüsü. (e.n.)] ağırlığında değilse… Ve eğer boynumu koparmazsa… Ve sırf seni memnun etmek için…” diye söze başladı ilkin ve şakadan söylediği bu sözleri duyar duymaz kız kardeşinin yüzünde beliren hüzünlü ifadeyi fark ederek ekledi:
“Memnun oldum… İnan ki öyle… Çok mutlu ettin beni!”
Prenses; oval, çok ince işlenmiş gümüş zincirli, gümüş çerçeveli, yüz kısmı siyah, antika bir İsa ikonasını, ağabeyinin önünde, bir tören yapar gibi iki eliyle tutarak heyecandan titreyen bir sesle, ağır ağır konuştu:
“Sen istemesen de o seni koruyacak, seni bağışlayacak ve seni kendisine yöneltecektir! Çünkü hakikat de teselli de yalnız ondadır…”
Bunları söyledikten sonra haç çıkardı Prenses, ikonayı öptü ve Andrey’e uzattı.
“Lütfen, Andrey! Benim için…”
Çekingen bakışlarında etrafa iyilik saçan ışıltılar titreşmekteydi. İri gözleri, o hastalıklı zayıf yüzünü aydınlatıyor ve olağanüstü bir şekilde güzelleştiriyordu şimdi. Prens Andrey ikonayı elinden almak istediğinde durdurdu onu. Prens, kız kardeşinin ne demek istediğini anlamıştı. Haç çıkardı önce, sonra da ikonayı aldı. Alaycı olduğu kadar da munis bir ifade belirmişti yüzünde (Ne de olsa duygulanmıştı.).
“Merci, mon ami.”[288 - “Teşekkür ederim, dostum.”]
Prenses alnından öptü onu, sonra yine sedirin üzerine oturdu. Bir süre sustular. Sonra Prenses, “İyi yürekli ve cömert ol yine Andrey…” diye başladı konuşmaya. “Her zaman olduğun gibi… Lise’e karşı da katı davranma. Öyle cici, öyle iyi bir kız ki o! Üstelik de şu sıra çok zor durumda…”
“Ben sana eşimi herhangi bir konuda kusurlu bulduğum veya şu ya da bu nedenle ondan hoşnut olmadığım gibilerden bir şey söylemiş olduğumu sanmıyorum Maşa. Dolayısıyla da bütün bunları bana niçin söylediğini doğrusu, anlayamıyorum?”
Prenses Mariya’nın yüzü al al olmuştu birden ve kendisini suçlu hissedermişçesine susmuştu genç kız.
Andrey “Gerçekten de ben sana hiçbir şey söylemedim Mariya. Ama görüyorum ki birisi bir şeyler söylemiş sana ve bu da bana azap veriyor.”
Prenses tepeden tırnağa kıpkırmızıydı şimdi. Bir şeyler söylemek istiyor, söyleyemiyordu. Yanılmamıştı Andrey: Küçük Prenses, gerçekten de yemekten sonra ağlamış; doğumun felaketle sonuçlanacağını sezdiğini, doğurmaktan korktuğunu söylemiş; kaderinden, kayınbabasından ve kocasından dert yanmış; sonra da derin bir uykuya dalmıştı.
“Şunu iyi bil ki Maşa…” dedi Andrey. “Ben hiçbir zaman karımı suçlayamam, suçlamadım da ve hiçbir zaman da suçlamayacağım! Ayrıca, ona karşı davranışlarımda kendimi de en ufak bir şekilde dahi suçlu bulmuyorum. Bu tavrım hiç değişmeyecek, her zaman ve her durumda aynı kalacaktır. Ama gerçeği öğrenmek istiyorsan eğer… Benim mutlu olup olmadığımı bilmek istersin herhâlde, değil mi? Söyleyeyim: Hayır! Peki o mutlu mu? Yine hayır! İyi ama bu niçin böyle? Bilmiyorum…”
Bunu söylerken yerinden kalkmış ve kız kardeşine yaklaşmıştı. Eğilip alnından öptü onu. Güzel gözleri, onda pek rastlanmayan zeki ve şefkatli bir ışıkla parıldıyordu. Bununla birlikte o sırada kız kardeşine değil; genç kızın başının üzerinden, açık kapının ötesindeki karanlığa bakıyordu.
“Hadi şimdi onun yanına gidelim…” dedi. “Vedalaşmam gerekiyor onunla… Ya da… Sen önden git, uyandır. Ben hemen geliyorum.”
Cevap beklemeksizin uşağına seslendi:
“Petruşa, buraya gel çabuk! Şunları al götür. Bunu oturacağım yere, şunu da sağ yanıma yerleştir…”
Prenses Mariya da kalkmış, çıkmak üzere ilerlemişti. Kapıya gelince durdu ve şöyle dedi: “André, si vous aviez la foi, vous vous seriez adressé à Dieu pour qu’il vous donne l’amour que vous ne sentez pas et votre prière aurait été exaucée…”[289 - “Andrey eğer imanınız olsaydı, şu anda yoksun bulunduğunuz sevgiyi yüreğinize doldurması için Tanrı’dan dilekte bulunurdunuz ve duanız kabul edilirdi…”]
Gülümsedi Prens Andrey.
“Belki de! Kim bilir? Hadi sen git Maşa, ben de hemen geliyorum.”
Prens Andrey, kız kardeşinin odasına gitmek için evin bir bölümünü öbür bölümüne bağlayan galeriden geçerken cana yakın bir tavırla gülümseyen Matmazel Bourienne’le karşılaştı. Genç kız, dudaklarında coşkulu ve saf bir gülümseyişle o gün üçüncü defadır ve hep tenha yerlerde çıkıyordu karşısına. Nedense kızarıp gözlerini yere indirerek “Ah! Je vous croyais chez vous…”[290 - “Odanızda olduğunuzu sanıyordum sizin!”] dedi.
Prens Andrey, yüzünde aniden beliren bir öfke ifadesiyle sert sert baktı kıza. Hiçbir şey söylemedi. Ama küçümseyen bakışlarını onun gözlerine de değil, alnına ve saçlarına öylesine belirgin bir şekilde dikmişti ki genç kız tek kelime etmeden çekilip gitti.
Prens, kız kardeşinin odasına girdiğinde Küçük Prenses uyanmıştı çoktan. Açık kapıdan, cümleleri aceleyle art arda sıralayan neşeli tiz sesi rahatça işitilmekteydi. Uzun süre kendini tuttuktan sonra, yitirmiş olduğu zamanın acısını çıkarmak istercesine konuşuyordu durmadan:
“Non, mais figurezvous, la vieille Comtesse Zouboff avec de fausses boucles et la bouche pleine de fausses dents comme si elle voulait défier les années… Ha ha ha Marié!”[291 - “Yok ama şöyle bir canlandırın hayalinizde, saçlarında takma bukleler ve ağzında takma dişlerle, meydan okurcasına duran ihtiyar Kontes Zubova’yı… Ha ha ha Mariya!”]
Karısının, başkalarının yanında Kontes Zubova için kelimesi kelimesine aynı sözleri söyleyerek aynı şekilde gülüşüne tam beşinci defadır tanık olmaktaydı Prens Andrey. Sessizce girdi odaya. Tombul ve pembe yanaklı Prenses; bir koltuğa oturmuş, bir yandan örgüsünü örüyor bir yandan konuşuyordu. Cümleleri birbirine girerek Petersburg anılarını anlatıyordu şimdi.
Prens Andrey yaklaşıp saçlarını okşadı karısının. Yol yorgunluğunu üzerinden atıp atmadığını sordu. Hemen cevap verdi Prenses ve devam etti anılarını anlatmaya…
Kapıda atlı bir araba koşulu beklemekteydi. Karanlık bir sonbahar gecesi çökmüştü ortalığa. Arabacı, arabanın oklarını bile seçemiyordu artık. Ortada, ellerinde fenerler taşıyan birtakım insanlar gidip geliyordu. Koca konağın geniş pencerelerinden, içeride yangın varmış duygusunu uyandıracak kadar canlı ve yoğun bir ışık saçılıyordu dışarıya.
Genç Prens’le vedalaşmak isteyen uşak ve hizmetçiler sofada toplanmışlardı. Ötekiler, yani ev halkı -Prenses Mariya ile Küçük Prenses ve Mihail İvanoviç’le Matmazel Bourienne- salondaydılar.
Prens Andrey’i çalışma odasına çağırtmıştı babası. Oğluyla baş başa vedalaşmak istemişti. Ve herkes şimdi onların dışarı çıkmasını beklemekteydi.
Prens Andrey çalışma odasına girdiğinde İhtiyar Prens, sırtında oğlundan başka kimseye görünmediği bir giysi içinde -beyaz sabahlığı ile- ve gözlerinde yaşlıların kullandığı cinsten bir gözlükle, çalışma masasının başına oturmuş bir şeyler yazıyordu. Şöyle bir baktı oğluna:
“Demek gidiyorsun?”
Ve cevap beklemeksizin dönüp yazmaya devam etti.
“Vedalaşmaya geldim.” dedi Prens Andrey.
İhtiyar durdu ve parmağıyla yanağını gösterdi.
“Öp bakalım şuradan…”
Andrey öpünce İhtiyar Prens, iki kere üst üste teşekkür etti: “Teşekkür ederim… Teşekkür ederim.”
Prens Andrey afallamıştı.
“Neden teşekkür ediyorsunuz ki?”
Hemen cevap verdi İhtiyar Prens: “Bir kadının eteğine yapışmadığın, vaktini boşa geçirmediğin için… Her şeyden önce askerlik! Teşekkür ederim, teşekkür ederim…”
Bir yandan da devam ediyordu yazmaya. Öylesine hızlı yazıyordu ki divitinden mürekkep saçılmaktaydı.
“Söyleyeceğin bir şey varsa çekinme, konuş!” diye ekledi. “Ben aynı anda iki işi birden yapabilirim…”
Prens Andrey bir an tereddüt ettikten sonra “Karım için diyecektim ki…” diye başladı. “Ama zaten onu size bir yük olarak bırakmaktayım…”
“Saçmalamayı bırak da ne söyleyeceksen doğru dürüst söyle!”
“Doğum yaklaşınca bir doğum uzmanı getirtin lütfen, Moskova’dan… Doğum sırasında başında bulunsun.”
Yazmayı kesmişti Prens. Oğlunun yüzüne dikmişti sert bakışlarını. Hiçbir şey anlamamış gibiydi.
“Biliyorum, kendi bünyesi yardım etmezse hiç kimse ona yardım edemez aslında…”
Bunları sıkılarak söylemişti Prens Andrey. Yine sıkılarak devam etti:
“Böyle durumlarda kaza oranının ancak milyonda bir olduğunu biliyorum elbette. Ama yine de hem karım hem ben endişe etmekteyiz. Olmayacak şeyler anlatmışlar, aklı bulanmış, korkuyor tabii…”
İhtiyar Prens, “Hımmm…” dedi kendi kendine. “Peki, getirtirim.”
Sonra önündeki kâğıdı imzaladı ve çevik bir hareketle oğluna dönüp sordu gülerek:
“Yürümüyor desene?”
“Yürümeyen ne baba?”
“Karın!”
Hâlden anlayan babacan bir tavırla söylemişti bunu. Söylediğinden pek de emin görünmekteydi.
Prens Andrey “Anlayamadım.” dedi.
Üstelemedi ihtiyar.
“Yapacak hiçbir şey yoktur dostum…” dedi sadece. “Bütün kadınlar bu konuda birbirine benzer. Bu böyledir diye tutup boşayamazsın da… İçini rahat tut, korkma kimseye söylemem. Ama sen ne demek istediğimi pekâlâ anlamışsındır umarım.”
Oğlunun elini, kemikli küçük eliyle kavrayıp sıktı. Sonra da insanın içini okurcasına ışıldayan gözlerini Prens Andrey’in gözlerine dikerek yine aynı şekilde soğuk soğuk güldü.
Prens Andrey içini çekti. Babasının gerçeği anladığını kabul etmiş oluyordu böylece.
İhtiyar Prens mektuplara her zamanki çevikliğiyle mühür basmaya devam ederken mührü, bal mumunu ve kâğıtları sert hareketlerle alıp bırakıyordu durmadan…
“N’eylersin işte? Ne gelir elden? Ama güzel kadın, neme lazım!”
Son mektubu mühürlerken kesik kesik konuşarak “Ben gerekeni yaparım…” dedi. “İçin rahat olsun.”
Babasının onu anlaması, hem hoşuna gidiyor hem de hoşnutsuzluk yaratıyordu içinde. O sırada İhtiyar Prens ayağa kalkmış ve elindeki mektubu oğluna uzatmıştı:
“Dinle…” diye başladı. “Karın konusunda hiçbir kaygın olmasın, bil ki elden gelen ne varsa yapılacaktır. Şimdi iyi dinle beni: Bu mektubu Mihail İlaryonoviç’e vereceksin. Seni doğru dürüst işlerde kullanmasını yazdım ona ve yaver olarak da uzun süre alıkoymamasını. Pis iştir yaverlik! Kendisini hiç unutmadığımı ve hâlâ çok sevdiğimi söyle ona. Seni nasıl karşıladığını bana yazmayı da sakın unutma. Hakkını verdiği sürece onun yanında kalırsın. Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin oğlu, layık olduğu karşılığı görmediği takdirde hiç kimseye hizmet etmez. Şimdi yaklaş.”
Öyle hızlı konuşuyordu ki kelimelerin yarısını söyleyebiliyordu ancak ama anlayabiliyordu oğlu onu, alışmıştı bu şekilde konuşmasına. Çalışma masasına doğru sürükledi Andrey’i, bir çekmeceden kocaman sık yazısıyla yazılmış bir defter çıkardı:
“Benim senden önce ölmem doğaldır…” dedi. “Burada anılarım var. Bunları ben öldükten sonra İmparator’a ulaştırırsın. Burada bir Emniyet Sandığı tahviliyle bir de mektup var. Tahvil, Suvorof Savaşlarının tarihini yazacak olana, mektup da akademiye verilecek. Burada da düşüncelerim yazılı. Ben öldükten sonra okursun. Faydası olur.”
Babasına, hiç şüphesiz daha uzun yıllar yaşayacağını söylemedi Andrey. Anlıyordu bunu söylememesi gerektiğini.
“Bütün isteklerinizi yerine getireceğim baba.” dedi sadece.
İhtiyar Prens’in karşılığı da sade oldu:
“Öyleyse artık vedalaşalım!”
Oğlunun elini öpmesine izin vermiş ve kucaklayıp göğsüne bastırmıştı onu. Sonra da “Şunu katiyen unutma Prens Andrey…” dedi.
“Ne de olsa ihtiyarın biriyim artık, öldürülecek olursan çok acı duyarım. Ama… Ama senin, Nikolay Bolkonski’nin oğlu gibi davranmadığını öğrenecek olursam… Tam anlamıyla utanç duyarım!”
Gülümsemişti Prens Andrey.
“Bunu bana söylemeseniz de olurdu baba.” dedi.
Cevap vermedi İhtiyar Prens.
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Andrey “Bir ricam var sizden…” diye devam etti. “Eğer ben öldürülürsem ve bir oğlum olursa size dün de söylediğim gibi burada yanınızda alıkoyun onu.”
Durdu. Sonra da ekledi:
“Yanınızda büyüsün… Lütfen.”
Sordu ihtiyar:
“Yani karına bırakmayayım mı onu?”
Ve gülmeye başladı.
Tam bir sessizlik içinde karşı karşıya durmaktaydılar şimdi. İhtiyar Prens, oğlunun gözlerine dikmişti keskin bakışlarını. Çok geçmeden yüzünün alt kısmında, ürperişi andıran hafif bir titreme oldu.
“İşte vedalaştık…” dedi. “Hadi bakalım!”
Birden söylemişti bunları. Hemen ardından da çalışma odasının kapısını açmış ve âdeta öfkeli bir sesle haykırmıştı:
“Hadi git artık!”
İlkin Prens Andrey’i, hemen ardından da -sadece bir an için- perukası ve kelebek gözlüğü olmadan üzerinde beyaz sabahlığıyla haykıran ihtiyarın silüetini gören prensesler, bir ağızdan sordular: “Ne var, ne oluyor kuzum?”
İçini çekti Prens Andrey, cevap vermedi. Sadece karısına, “Eh…” demekle yetinmişti.
“Şimdi artık istediğiniz kadar nazlanıp şımarabilirsiniz!” demek istermiş gibi soğuk bir şekilde alay edercesine söylemişti bu “eh”i.
Küçük Prenses sapsarı kesilmiş, korku içinde kocasına bakıyordu. Kelimeleri güçlükle telaffuz ederek “André deja!”[292 - “Hemen, şimdi mi Andrey?”] diyebildi o kadar.
Prens Andrey, karısını kollarının arasına aldı. Küçük Prenses’in başı; aynı anda, kocasının omuzuna düştü.
Onu sarsmamaya özen göstererek sıyrıldı Prens Andrey, yüzünü dikkatle inceledikten sonra bir koltuğun üzerine uzattı. Kız kardeşine döndü sonra ve alçak sesle “Adieu, Marié…”[293 - “Elveda, Mariya…”] dedi.
Kucaklaştıktan sonra el ele kaldılar bir an ve Prens Andrey hızlı adımlarla salondan çıktı.
Matmazel Bourienne, koltukta yatmakta olan Küçük Prenses’in şakaklarını ovalamaya koyulmuştu. Prenses Mariya, bir yandan görümcesine destek olmakta; bir yandan da yaş dolu güzel gözlerini Prens Andrey’in açık bıraktığı kapıya dikmiş, istavroz çıkarmaktaydı. Düzgün aralıklarla kurşun seslerini andıran sesler geliyordu çalışma odasından. İhtiyar Prens’in öfkeyle sümkürmekte olduğunu belirten seslerdi bunlar… Nitekim çok geçmeden çalışma odasının kapısı da hızla açıldı ve beyaz sabahlığının içindeki ihtiyarın silüeti belirdi. Kendinden habersiz bir hâlde uzanmış yatan Küçük Prenses’e kızgın gözlerle şöyle bir baktı:
“Gitti mi?” diye sordu. “Eh, öyleyse her şey tamam demektir!”
Küçümseyen gözlerle biraz daha süzdü Küçük Prenses’i, sonra da kapıyı çarparak kapadı.
İKİNCİ BÖLÜM
I
Rus orduları, Ekim 1805’te Avusturya Arşidüklüğü’nün köy ve kentlerini işgal etmekteydi. Art arda Rusya’dan sevk edilen ve Braunau Kalesi dolaylarına yerleştirilen alaylar, halka büyük yük olmaktaydı. Başkomutan Kutuzof’un genel karargâhı da orada bulunuyordu.
1805 yılının 11 Ekim günü Braunau’a yeni gelmiş piyade alaylarından biri; kente yarım mil mesafede durmuş, Başkomutan tarafından teftiş edilmeyi beklemekteydi. Çevredeki bütün her şey (meyve bahçeleri, taştan örülmüş bahçe duvarları, kiremit kaplı damlar, uzakta yükselen dağlar ve askerleri merakla izleyen yabancı bir halk) yabancı olduğu hâlde bu alay; Rusya’nın ortalarında herhangi bir yerde, teftişe hazırlanan herhangi bir Rus alayından farksızdı.
Başkomutan’ın alayı yürüyüş hâlinde teftiş edeceğini bildiren emir, daha o akşam son konak yerinde alınmıştı. Emirdeki ifade, Alay Komutanı’na pek kesin gözükmemiş ve teftişe tören üniformasıyla mı çıkmak gerektiği hususu, böyle durumlarda beklenen açıklığa kavuşmamıştı gerçi; tabur komutanlarının toplantısında, az saygı göstermektense aşırı saygı göstermenin daima daha yerinde olduğu gerekçesiyle, alayın tören üniformasıyla teftişe çıkması karara bağlanmıştı.
Dolayısıyla da askerler, otuz verstlik bir yürüyüşten sonra gözlerini yummadan bütün gece söküklerini dikmiş ve üst başlarına çekidüzen vermişlerdi. Emir subaylarıyla bölük komutanları, erleri sayıp ayırmışlardı ilkin. Böylece bölük, bir gün önce sabaha karşı son konaklama yerindeki karmakarışık kalabalık olmaktan kurtulup her biri yerini ve görevini bilen, takım taklavatı yerli yerinde, üstü başı tertemiz ve düzenli iki bin kişilik bir bütün oluvermişti. Kusursuz olan, sadece dış görünüş değildi. Başkomutan’ın aklına esip de üniformaların altına bakacağı tutsa her erde tertemiz bir gömleğin, her asker çantasında da yönetmelikte belirtilen sayıda eşyanın bulunduğunu görecekti. Gerçekten de her çantada, asker deyişiyle, “bir bez, bir de sabun” vardı.
Gelgelelim herkesi tedirgin eden bir de sorun vardı ortada: Kundura sorunu. Erlerin yarısından fazlasının çizmeleri parçalanmıştı. Ama bu, alay komutanlarının suçu değildi çünkü komutan bu konudaki isteklerini ısrarla bildirmiş ama işi ağırdan alan Avusturyalı yetkililer hiçbir şey göndermemişlerdi. Ve alay, bu durumda otuz verstlik bir yolu katetmek zorunda kalmıştı.
Kaşları ve zülüfleri ağarmış al yanak bir generaldi Alay Komutanı. Hatırı sayılır şekilde iri yapılıydı. Göğsüyle sırtı arasındaki mesafe, bir omuzundan öbürüne olan mesafeden daha fazlaydı. Yeni, parlak ve özenle ütülenmiş bir üniforma taşıyordu üzerinde; geniş omuzlarında ise bu omuzları aşağıya doğru bastırmayıp yukarıya doğru kaldırıyormuş gibi görünen kalın sırma apoletler vardı. Ömrünün en büyük törenini yerine getiriyormuş gibiydi. Mutluluk akıyordu yüzünden. Alayın önünde dolaşıp durmakta, dolaşırken de her adımda hafifçe sırtını kamburlaştırmaktaydı. Hemen belli oluyordu alayını zevkle seyrettiği, elinin altında görmekten sınırsız bir mutluluk duyduğu. O anda tüm varlığıyla alayıyla meşguldü. Öyleyken bu sarsak yürüyüşü, askerî konulardan başka, sosyete hayatına ve kadınlara da bir hayli ilgi duyduğunu ortaya koymaktaydı. Tabur komutanlarından birine dönerek oldukça memnun başka bir sesle “Eh, azizim Mihil Mitriç.” diye başladı konuşmaya.
Tabur Komutanı da gülümseyerek öne doğru bir adım atmıştı. İkisi de uçuyordu mutluluktan…
Alay Komutanı şöyle devam etti:
“Bu gece anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geldi ama öyle sanıyorum ki alayın durumu fena değil. Ne dersin ha?”
Bu sözlerdeki neşeyi ve hafif alaycı edayı hemen sezmişti Tabur Komutanı. Gülerek “Bu hâlimizle Paris talimgâhından bile kovmaya kıyamazlardı bizi!” dedi.
“Anlayamadım.” dedi General.
Tam o sırada, kente giden ve yer yer gözcülerin beklediği yolda iki atlı belirdi. Bir yaverle bir kazaktı bunlar.
Yaver, bir gün önceki emirde yeterince açıklanmamış olan noktayı Alay Komutanı’na açıklamak için karargâhtan gönderilmişti. Bildirdiğine göre Başkomutan, erleri tıpkı yürüyüş hâlindeki gibi silahları kılıflarına geçirilmiş olarak görmek istemekteydi.
Daha bir gün önce, Viyana’daki Yüksek Savaş Şûrası’ndan bir yetkili, Kutuzof’a gelerek Arşidük Ferdinand ve Mack’in kumanda ettikleri orduya yetişip onlarla birleşmek üzere en kısa zamanda harekete geçmesi için ısrarlı bir şekilde istekte bulunmuştu. Bu birleşmeyi uygun görmeyen Kutuzof ise Rusya’dan gelen ordunun hazin durumunu, reddine gerekçe olarak Avusturyalı General’in gözleri önüne sermek niyetindeydi. İşte bu amaçla da alayın gelişini beklemeksizin yola çıkıp kendisi onları karşılamak istiyordu. Anlaşılan, alay ne kadar kötü bir görünüm sergilerse Başkomutan da o kadar hoşnut olacaktı. Gerçi yaver, işin ayrıntılarını bilmiyordu ama Kutuzof’un kesin emrini General’e iletmekten geri kalmadı: Erler kaputlu, silahlar da kılıflı görünmeliydi; yoksa Başkomutan hiç de memnun kalmayacaktı!
Alay Komutanı bu ek emri dinledikten sonra hiç konuşmaksızın omuzlarını silkti ilkin, sonra da iki elini iki yanına açarak “Bir bu eksikti!” diye bağırdı.
Hemen ardından da Tabur Komutanı’nı azarlar gibi bir tonla ekledi:
“Ben size dememiş miydim Mihail Mitriç? Mademki alayı yürüyüş hâlinde görmek istiyor, o hâlde erlerin kaputlu olması gerekir… Dememiş miydim! Peki bu ne hâl? Aman Tanrı’m!”
Cevap beklemeksizin bir adım atıp komut verdiği zamanki sesiyle inletti ortalığı:
“Bölük komutanları! Başçavuşlar!”
Biraz önce gelen yavere döndü daha sonra ve kastettiği kimseye derin saygı beslediğini gösteren bir tavırla sordu:
“Ne zaman onurlandıracaklar bizleri?”
“Bir saate kadar sanıyorum.”
“Üniformaları değiştirmeye vakit bulabilecek miyiz dersiniz?”
“Bilmem ki Generalim.”
Cevap beklemeksizin saflara doğru ilerlemişti General. Erlerin yeniden kaputlarını giymeleri için emir verdi. Bölük komutanları koşar adım bölüklerinin başına gittiler, başçavuşlarsa telaşa düştü; kaputların durumu pek iç açıcı değildi…
Birliklerin meydana getirdiği düzenli sessiz dörtgenler bir anda dalgalanıp dağılmıştı ve konuşmalarla uğuldamaya başlamıştı şimdi. Dört bir yanda erler sağa sola koşmakta; teçhizatlarını arkadan, omuzlarının üzerinden aşırtıp çantalarını başlarının üzerinden çıkarmakta; üniformalarını çıkarıp kaputlarını giymek için de kollarını yukarı kaldırmaktaydılar. Yarım saat sonra ise her şey eski düzenli hâline gelmişti. Bir farkla: Birliklerin oluşturduğu siyah dörtgenler, kül rengine dönmüştü şimdi.
Alay Komutanı yine o sarsak yürüyüşüyle alayın karşısına geçti ve uzaktan baktı askerlerine… Ama birdenbire bağırdı:
“Bu da nereden çıktı? Ne demek oluyor bu?”
Tepiniyordu âdeta. Var gücüyle haykırdı yeniden:
“Üçüncü bölük komutanını çağırın bana!”
Saflar arasından dalga dalga sesler yükseldi:
“Üçüncü bölük komutanı, General’e!”
“Komutanım, General’e!”
“Üçüncü bölük komutanı!”
Bir emir subayı, geciken komutanı arayıp bulmak için uzaklaştı koşarak.
Hançerelerini paralarcasına bağıran erlerin sesleri en sonunda “General’e, üçüncü bölüğe!” şeklini alıp da yöneldikleri hedefe ulaşınca aranan subay, bölüğün arkasından belirdi. Koşmaya pek alışmamış, yaşlı bir adamdı bu; beceriksizce, ayakları birbirine dolanarak koşar adım General’e yaklaştı. Ezberleyemediği dersi tekrarlaması istenen bir öğrencinin tedirginliği okunuyordu yüzünde. Kırmızı yanaklarında (Belli ki içkiyi biraz fazla kaçırmıştı.) yer yer lekeler belirmişti. Dudakları kımıldıyordu durmadan. General’e yaklaştıkça adımları yavaşlıyordu…
Soluk soluğa yanına geldiği zaman, Yüzbaşı’yı tepeden tırnağa süzdü General. Sonra da alt çenesini ileri doğru uzattı ve üçüncü bölüğün saflarında hemen göze batan, sırtına bütün öbür kaputlardan farklı olarak çuha renginde ve fabrika dokuması kaput geçirmiş eri işaret etti.
“Neredeyse sarafan[294 - Sarafan: Rusya’da kadınların ulusal kıyafeti.] giydireceksiniz erlerinize!”
Öfkeyle bağırmaya başladı:
“Bu ne, bu? Hem siz neredeydiniz ha? Başkomutan bekleniyor, siz yerinizde yoksunuz! Bu ne biçim iş! Erleri teftişe çıkarırken palyaçolar gibi giydirmek ne demekmiş, öğretirim ben size!”
Bölük komutanı, şimdi kurtuluş yolunu artık sadece bunda görüyormuş gibi iki parmağını gittikçe biraz daha fazla bastırıyordu kasketinin siperliğine. Komutan, bir tonla sordu:
“Ne susuyorsunuz? Cevap verin bana. Söyleyin, kimdir bu Macar kılığına giren?”
Kekeler gibi konuştu Yüzbaşı:
“Sayın Komutanım… Sayın Komutanım…”
General yeniden patladı:
“Geveleyip durmayın şu lakırtıyı karşımda! Söyleyin, nedir? ‘Sayın Komutanım, Sayın Komutanım…’ deyip duruyorsunuz ama ne demek istediğinizi hiç kimse anlamıyor!”
Yüzbaşı, alçak sesle “O adam, rütbesi alınan Dolohof’tur Komutanım…” dedi.
General’in sesinde öfkeyle alay birbirine karıştı:
“Erliğe mi döndü yeniden? Erse bütün erler gibi giyinmesi gerekir. Anladınız umarım? Üniforması da aynı olacak!”
“Yürüyüşte böyle giyinmesine izin veren sizsiniz Komutanım…”
Ürkerek söylemişti bunu Yüzbaşı.
Alay Komutanı, “Ne dedin? Ben mi izin verdim? Demek ben izin verdim? İşte gençler hep böylesiniz zaten.” diye söylendi.
Öfkesi geçmiş gibiydi şimdi. Kendi kendine konuşurcasına “İzin vermişim…” diye söylendi. “Yediği naneye bak şunun! Size bir şey söylemeye de gelmez katiyen…”
Bir an sustu. Sonra sinirlendi yine:
“İzin falan vermedim ben! Siz de bundan böyle adamlarınızı doğru dürüst giydirin, anlaşıldı mı?”
Dönüp emir subayına baktı ve kendine özgü sarsak yürüyüşüyle alaya doğru ilerledi. Arada bir bu türlü öfke gösterilerinden hoşlandığı belli oluyordu. Alayın önünden geçerken tekrar bağırıp çağırmak için bir bahane arıyor gibiydi; subaylardan birini, apoletini iyice parlatmamış olduğu, bir başkasını da erleri sıraya düzgün sokamadığı için payladı bir güzel. Sonra üçüncü bölüğe yöneldi. Sırtında koyu mavi kaputuyla duran Dolohof’a yaklaşırken ona hemen hemen beş kişi kaldığı sırada, aniden sancılanmış gibi bir sesle “Ne biçim duruyorsun sen?” diye bağırmaya başladı birden. “Ayağın nerede senin, ayağın yok mu? Nerede ayağın?”
Bükmüş olduğu ayağını ağır ağır düzeltti Dolohof ve ışıldayan gözlerini küstahça General’in yüzüne dikti:
“Ne diye mavi kaput giydin, söyle! Hayır sus! Ve defol karşımdan!”
Çevresine bakındı.
“Başçavuş! Değiştir şu haydutun…”
Sözünü tamamlamasına kalmadan Dolohof atıldı:
“Emrinizi yerine getirmekle yükümlüyüm ama hakaretlere boyun eğmek…” diye söze başladı.
General hemen susturdu onu:
“Sıradayken laf yok! Laf yok, dedim! Laf yok!”
Dolohof ortalığı çınlatan gür bir sesle konuştu:
“Hakaretlere boyun eğmek zorunda değilim ben!”
Bir an için derin bir sessizlik kapladı her tarafı. Şimdi General’le er göz göze gelmişlerdi. Sonunda General, boynunu sımsıkı saran eşarbı öfkeyle aşağı doğru çekerek “Lütfen giysinizi değiştirin…” dedi. “Lütfen!”
Ve uzaklaştı.
II
Bu sırada gözcünün sesi yükselmişti:
“Geliyor!”
Alay Komutanı kızardı ve atına koştu hemen. Titreyen elleriyle üzengiye yapıştı, hayvanın üstüne çıktı, doğrulup yerleşti, kılıcını çekti. Sonra da mutlu ve kararlı bir ifadeyle komut vermeye hazırlandı.
Birden toparlanıp bir kuş gibi silkinen alay, şimdi hareketsiz beklemekteydi.
Haykırdı Alay Komutanı: “Haaaaz-roll!”
Duyulduğu ilk anda tüyleri diken diken eden bir sesti bu. Gelgelelim bu seste; Alay Komutanı bakımından sevinçli, alaydaki erler bakımından sert ve amansız, yaklaşan Komutan bakımındansa “hoş geldiniz” dercesine candan bir çağrı vardı.
İki yanı ağaçlık geniş toprak yoldan, büyük bir hızla ve yaylarını gıcırdatarak yüksek, mavi bir Viyana faytonu geliyordu. Faytonun arkasından da Komutan’ın atlı maiyetiyle bir Hırvat Hafif Süvari Muhafız Birliği ilerlemekteydi…
Kutuzof’un yanında Avusturyalı bir general oturuyordu. Rusların siyah üniformaları arasında göze tuhaf gelen beyaz bir üniforma vardı üzerinde. İki kumandan, alçak sesle kendi aralarında konuşmaktaydılar. Araba durduğunda Kutuzof; yavaş yavaş yan taraftaki basamaktan aşağıya inerken sanki o anda, ona ve Alay Komutanı’na soluk almaksızın bakan o iki bin kişi hiç orada yokmuşçasına hafifçe gülümsedi.
Aynı anda bir komut yükseldi. Tüfekleri omuza alarak yine dalgalanıp selama durdu alay ve bir ölüm sessizliği içinde Başkomutan’ın zayıf sesi duyulur duyulmaz askerler hep bir ağızdan gürledi:
“Sağ ol!”
Sonra her şey derin bir sessizliğe gömüldü yeniden. Kutuzof bu süre boyunca hep aynı yerde durmuştu. Hemen ardından, beyaz üniformalı generalle birlikte maiyetini de yanına alarak safların önünde yürümeye başladı.
Alay Komutanı’nın dimdik durup Başkomutan’ı gözlerinin içine bakarak selamlamasından, sonra da iki büklüm olmuş bir hâlde yürürken vücudu yine ikide bir sarsılmasın diye kendisini sakınmasından, Başkomutan’ın en basit bir davranışı üzerine irkilmesinden; bir ast olarak yerine getirdiği ödevleri bir üst olarak yerine getirdiği ödevlerden çok daha zevkle yaptığı daha ilk bakışta belli oluyordu.
Komutan’ın uğraşları ve disiplin anlayışı sonucunda alay, Braunau’daki öbür alaylara oranla kusursuz sayılacak kadar iyi bir durumdaydı. Yolda kalmış ya da hasta düşmüş erlerin sayısı, sadece iki yüz on yediydi. Kunduralar dışında her şey eksiksiz ve bakımlıydı.
Kutuzof safların önünden geçerken arada bir durup Türk savaşından beri tanıdığı subaylara ve hatta bazen de erlere birkaç tatlı söz söylemekten geri kalmıyordu. Arada bir de erlerin kunduralarına bakarak üzgün üzgün başını sallamakta; bunları, hiç kimsede suç bulmuyormuş ama bu kötü durumu tespit etmekten yine de kendisini alamıyormuş gibi bir tavırla Avusturyalı General’e göstermekteydi.
Alay Komutanı ise bu arada, Başkomutan’ın alayla ilgili olarak söyleyeceği en küçük bir sözü dahi kaçırmamak için telaş içinde onların yanı sıra seğirtmekte; zaman zaman da kendisini tutamayarak koşup birkaç adım önlerine geçmekteydi.
Kutuzof’un hemen arkasında, onun en alçak sesle bile söyleyeceği her sözün rahatça işitilebileceği bir mesafede, maiyetinden yirmi kişi ilerliyordu. Bunlar kendi aralarında konuşmakta, bazen de gülmekteydiler. Başkomutan’a en yakın yürüyen, yakışıklı yaveriydi. Prens Bolkonski’ydi bu. Onun yanında; iyi yürekliliği güler yüzünden hemen belli olan, aşırı derecede şişman ve uzun boylu kurmay arkadaşı Nesvitski yürüyordu.
Nesvitski, hemen yanı başında yürüyen esmer süvari subayının muzipliklerine gülmemek için zor tutmaktaydı kendisini. Süvari subayı gözlerindeki anlamı hiç değiştirmeden dünyanın en ciddi ifadesiyle Alay Komutanı’nın sırtına bakıyor ve onun her hareketini aynıyla tekrarlıyordu. Örneğin Alay Komutanı öne doğru eğildiğinde süvari subayı da aynı şekilde öne doğru eğilmekteydi. Nesvitski dayanamayıp kıkırdıyor, şakayı yapana bakmaları için ötekileri de dürtüyordu durmadan.
Kutuzof; en küçük davranışını dahi büyük bir dikkatle izleyip değerlendirmeye çabalayan binlerce gözün önünden, katiyen acele etmeksizin ağır ağır geçiyordu.
Üçüncü bölüğün önüne gelince durdu birden Başkomutan. Onun böyle aniden duracağını hiç tahmin etmemiş olan maiyet subayları az kalsın üzerine çullanmış gibi olacaklardı. Oysa olayın açıklaması basitti: Biraz önce o mavi kaput yüzünden azar işiten kırmızı burunlu Yüzbaşı’yı görüp tanımıştı.
Kutuzof, “Timohin!” dedi. “Sen ha!”
Timohin, Alay Komutanı kendisini paylarken vücudunu tepeden tırnağa gererek öyle dik durmuştu ki daha dik durması imkânsız gibiydi. Gelgelelim Başkomutan doğrudan doğruya ona hitap edince öyle bir gerildi ki Kutuzof biraz daha uzun süre bakacak olsa dayanamayıp devrilirdi… Başkomutan da sezinlemiş olsa gerekti bunu. Nitekim Yüzbaşı’ya hiçbir kötülük etmek niyetinde olmadığını belirtmek amacıyla sırtını çevirdi ona. Bir yara izi olan şişkin yüzünde hafif bir gülümseyiş gezindi. Sonra da “Ta İsmail zamanından tanışırız.” dedi.
Alay Komutanı’na dönerek ekledi:
“Cesur bir subaydır! Memnun musun ondan?”
Alay Komutanı, arkasındaki süvari subayının kendisini bir ayna gibi yansıttığını fark etmeksizin irkilip öne doğru bir adım atarak cevap verdi:
“Hem de pek çok, Ekselans.”
Kutuzof, gülümseyerek Yüzbaşı’dan uzaklaşırken “Hangimizin kusuru yoktur ki?” diye mırıldandı. “O da Baküs’ü biraz fazlaca sever.”
Bu işte kendisinin de bir suçu olduğunun düşünülmesinden ürkerek hiç cevap vermemeyi seçmişti Alay Komutanı. Esmer süvari subayı, karnını içine çekmiş olan kırmızı burunlu subayın yüzüne baktı sadece bir an ve adamın yüz ifadesiyle tavrını öyle kusursuz bir şekilde taklit etti ki Nesvitski yüksek sesle gülmekten kendisini alamadı. Kutuzof dönüp arkasına baktı. Ama süvari subayının, yüz çizgileri üzerinde tam bir egemenlik kurmuş olduğu görülmekteydi. Nitekim Başkomutan daha başını çevirirken subay da yüzünün ifadesini değiştirme fırsatını bulmuş ve dünyanın en ciddi, en saygılı, en masum tavrına bürünmüştü.
Üçüncü bölük en sonda yer almıştı. Bir şeyler hatırlamaya çalışıyormuş gibi durup bir an düşündü Kutuzof. Aynı anda Prens Andrey maiyet subaylarının arasından ileriye çıkıp Başkomutan’a yaklaştı ve alçak bir sesle Fransızca olarak “Rütbesi indirilip subayken er yapılan Dolohof’un durumunu hatırlatmamı emretmiştiniz…” dedi.
Kutuzof sordu:
“Hangisi o?”
Kül rengi kaputunu çoktan sırtına geçirmişti Dolohof, çağrılmayı beklemedi. Parlak mavi gözlü, sarışın ve sırım gibi bir er çıktı sıradan; Başkomutan’a yaklaşıp sola geçti.
Kutuzof hafifçe kaşlarını çatarak “Şikâyet mi var?” diye sordu.
Prens Andrey açıkladı:
“Dolohof bu, efendim.”
Kutuzof, “Yaa!” dedi; mırıldanır gibi bir sesle.
Sonra da karşısındaki erin gözlerinin içine bakarak ekledi:
“Bunun sana iyi bir ders olacağını umarım. Hizmette kusur etme. İmparator, gönlü yücedir. İşe yararsan ben de seni unutmam.”
O parlak mavi gözlerle, biraz önce Alay Komutanı’na yönelttiği küstah bakışı Başkomutana yöneltiyordu şimdi. Başkomutan’la bir er arasına büyük bir mesafe koyan resmiyet perdesini yırtmaya kararlı bir bakıştı, bu bakış…
Nitekim Dolohof, tok ve gür ama sakin bir sesle “Bir tek dileğim var, Ekselans…” dedi. “Suçumu unutturabilmek ve İmparator hazretleriyle Rusya’ya olan bağlılığımı ispatlayabilmek için bana fırsat tanınmasını rica ediyorum.”
Sırtını döndü Kutuzof. Gözlerinde, Yüzbaşı Timohin’e de arkasını döndüğü andaki gülümseyiş ışıldamıştı. Dolohof ne söylediyse ve daha ne söyleyebilirse hepsini çok uzun zamandır biliyormuş ve hepsinden çoktan bıkmış usanmış, üstelik de bütün bunlar o sırada hiç gereği yokken söylenmiş gibi yüzünü buruşturdu. Sonra da arabaya doğru yürüdü.
Başkomutan gittikten sonra alay, bölüklere ayrılmış ve Braunau yakınlarında daha önceden hazırlanmış evlere dağılmak üzere yola koyulmuştu. Bu çetin yürüyüşün ardından orada dinleneceklerini ve ayaklarına birer kundura bulabileceklerini umuyordu erler. Alay Komutanı, yerine gitmek üzere yola çıkmış olan üçüncü bölüğü geçip en önde yürüyen Yüzbaşı Timohin’e doğru sürdü atını.
“Bana gücenmeyin Prohor İnyatiç!” dedi.
Teftişi kazasız belasız atlattığı için memnundu alabildiğine ve mutluluğu yüzünden okunuyordu:
“Hepimiz çarın hizmetindeyiz zaten…” diye devam etti. “Bazen oluyor işte… Bir de bakıyorsunuz, birliklerinizin önünde azar işitmişsiniz… Tatsız ama oluyor… Dolayısıyla da özür dilerim… Alınmayın lütfen… Beni bilmez değilsiniz, hiç kimsenin kötülüğünü istemem… Başkomutan çok teşekkür etti!”
Elini uzatmıştı bölük komutanına.
Yüzbaşı’nın burnu kızardı. Mutlu bir gülümseyişle açılan dudaklarının arasından, İsmail önlerinde savaşırken yediği bir dipçik darbesiyle kırılan iki ön dişinin arasındaki boşluk çıktı ortaya:
“Asıl ben özür dilerim Generalim…” diye karşılık verdi. “Benim ne haddime düşmüş!”
General kendi düşüncelerini izleyerek devam etti yine:
“Bay Dolohof’a da söyleyin, kendisini unutacak değilim. İçi rahat olsun… Meraklanmasın…”
Bir an durakladıktan sonra da “Az kalsın sormayı unutuyordum…” dedi. “Söyleyin bana lütfen, bölükteki durumu nasıldır onun? Ne yapıp eder? Söyleyin…”
Timohin hiç bekletmeden “Ödev konusunda alabildiğine titizdir Ekselans…” dedi. “Ama öyle huyları vardır ki…” O da duraklamıştı.
Alay Komutanı, “Ne gibi?” diye sordu. “Nasıl huyları var yani?”
“Bazı günler bakarsınız; akıllı mı akıllıdır, dikkatlidir, iyidir Ekselans. Bazen de bir bakarsınız, canavar kesilmiş!”
İçini çektikten sonra, “Polonya’da bir Yahudi’yi durup dururken öldürüyordu az kalsın! Ne biçim bir insan olduğunu anlayın artık!”
Alay Komutanı başını sallayarak “Evet, anladım…” dedi. “Ne de olsa felakete uğramış bir genç işte… Anlayışlı davranmak gerekir kendisine…”
Devam edip etmemek konusunda karar veremeyerek bir an durdu burada. Sonra kararını vererek “Üstelik çok kudretli koruyucuları var…” dedi. “Siz de artık, işte bu hususu göz önüne alarak…”
Timohin; Alay Komutanı’nın ne demek istediğini anlamış olduğunu belirten bir gülümseyişle “Emredersiniz Ekselans.” diye karşılık verdi.
General başını salladı.
“Evet, evet… Öyle yaparsınız.”
Geriye doğru sürdü atını. Safların arasında Dolohof’u arayıp buldu. Yaklaşıp atını durdurarak “İlk çarpışmada apoletlerinize kavuşacaksınız.” dedi.
Hiç cevap vermeksizin dönüp bakmakla yetinmişti Dolohof. Dudaklarında hâlâ o alaycı ifadeyle gülümsüyordu.
Alay Komutanı rahatlamıştı:
“Evet…” dedi. “Bu iş de tamam.”
Sonra, erlerin de işitebileceği bir sesle ekledi:
“Herkese votka verin!”
Ve kimsenin konuşmasına meydan bırakmaksızın “Votkalar benden!” diye tamamladı sözünü. “Hepinize teşekkür ederim! Tanrı’ya şükürler olsun!”
Atını sürdü ve üçüncü bölüğü geçip ikinci bölüğe yaklaştı.
Timohin, Alay Komutanı onu işitemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, yanında yürüyen emir subayına, “Ne de olsa iyi adamdır…” dedi. “İnsan onun emrinde seve seve hizmet edebilir!”
Emir subayı, “Adıyla sanıyla Kupa Beyi işte!” diye karşılık verdi gülerek.
Alay Komutanı’na, “Kupa Beyi” adını takmışlardı.
Teftişten sonra komutanların duyduğu rahatlık kısa zamanda erlere de geçmişti. Neşe içinde yola devam ediyordu bölük. Dört bir yandan erlerin konuşmaları işitiliyordu:
“Kutuzof’un bir gözü kördü hani? Herkes tek gözlü olduğunu iddia ediyordu!”
“Kör değil de ne yani?”
“Evet evet, bundan âlâ kör mü olur?”
“Yooo! Öyle bildiğin gibi değil o iş! Senden benden çok daha açıkgöz adam. Çizmelerin üstüne sardığımız bezlere kadar her şeye baktı bir bir ve her şeyi gördü…”
“Tamam! Gözlerini bir dikti ayaklarıma. ‘Eyvah!’ dedim içimden… İyi ki işte o anda yanındaki bir şeyler söylemeye başladı da bizimkinin dikkati dağıldı…”
“Sahi yahu! Yanında, o her tarafı badanalanmış gibi duran Avusturyalı nasıldı?”
“Un gibi bembeyazdı! Herifçioğlunu iyi parlatmışlar doğrusu! Fiyakasına diyecek yoktu…”
“Fedeşov nasıldı ama? Savaşın ne vakit başlayacağını söylemedi mi ha? Sen onlara daha yakın duruyordun, işitmişsindir…”
“Dediğine göre Bonapart’ın kendisi de Braunau’daymış!”
“Ettiği lafa bak şunun! Bonapart Braunau’daymış, öyle mi? Biraz ölçülü at, inanılır gibi olsun!”
“Hiçbiriniz hiçbir şey bilmiyorsunuz!”
“Bunda bilmeyecek ne var! Dinle de bak. Prusyalı galeyana gelmiş. Avusturyalı da bu durumda onu yatıştırmaya çalışıyor. İkisi anlaşır anlaşmaz Bonapart’la savaş başladı demektir…”
“Desene bu kadar basit!”
“Elbette ya, ne sandın? Bir de Bonapart’ın Braunau’da bulunduğunu söylüyorsun. Dangalağın teki olduğun bu sözlerden belli, bari sus da çevrende konuşulanları dinle biraz!”
“Heyyy! Gevezeliği bırakın da şuraya bakın. Beşinci bölük köye sapıyor! Biraz sonra lapa pişirip kaşıklamaya başlayacaklar, bizse o zamana kadar yerimize dahi varamamış olacağız!”
“Bir peksimet versene!”
“Dün ben senden tütün istemiştim verdin mi? Bugün de sana peksimet yok, her şey karşılıklı!”
“Demek öyIe ha?”
“Neyse al hadi! Al da zıkkımlan…”
“İnsafa gelip bir mola verseler de aç aç, beş verst daha yol yürümek zorunda kalmasak…”
“Almanlar bize araba verdikleri zaman ne kıyaktı, değil mi? Beyler gibi kurulur giderdik!”
“İyi güzel de kardeşim, burada herkes zıvanadan çıkmış durumda! Öbürleri Polonyalılara benziyorlardı, hep Rus uyruğuydu adamlar; burada ise nereye baksan Alman var!”
Yüzbaşı’nın sesi yükseldi birden ve herkesi susturdu:
“Şarkıcılar öne çıksın!”
Her biri ayrı yerden yirmi kadar er çıkıp bölüğün önünde sıralandılar. Hemen orada bekleyen borazancıbaşı şarkıcılara dönüp elini sallayarak işaret verdi; sonra da Şafak söktü işte, işte güneş doğuyor… diye başlayan ve İşte Kamenski babamız önümüzde yürüyor, işte şan şeref yolu! diye sona eren uzun bir asker türküsüne başladı. Türkiye’de bestelenmiş bir türküydü bu, şimdi ise Avusturya’da söyleniyordu. Ama askerler türkünün sonunu değiştirip “Kamenski babamız” yerine “Kutuzof babamız” demekteydiler.
Kırk yaşlarında, ince yapılı ve yakışıklı bir adam olan borazancıbaşı, son dizeyi söylerken yere bir şey fırlatıyormuşçasına hızla aşağı indirdi ellerini; sert bir tavırla şarkıcı erlere baktı, sonra gözlerini kıstı. Bütün gözlerin kendisine çevrilmiş olduğunu fark edince de sanki, şu anda görünmeyen çok değerli bir şeyi büyük bir özenle başının üzerine kaldırıyormuşçasına yukarı doğru kaldırıp birkaç saniye öyle kaldı; sonra da birdenbire o değerli şeyi öfkeyle yere çarpar gibi bir hareketle, yeni bir türküye başladı:
Yuvam benim, yuvam benim!
Küçük yuvam, seni özledim…
Yirmi kişi birden katılmıştı şimdi türküye ve kaşık çalan bir er, sırtındaki techizatın ağırlığına aldırmaksızın çevik bir hareketle ileriye doğru fırladı; omuzlarını kıra kıra, elindeki kaşığı birini tehdit edermişçesine sallaya sallaya, bölüğün önünde geri geri yürümeye başladı. Erler ellerini kollarını sallayarak geniş adımlarla ilerliyor ancak arada bir -ve o da ellerinde olmaksızın- adımlarını birbirine uyduruyorlardı.
Tam o sırada bölüğün arkasından tekerlek sesleri, yay gıcırtıları ve nal tıkırtıları duyuldu: Kutuzof, maiyetiyle birlikte kente dönmekteydi.
Bir an duraksar gibi oldu bölük. Ama Başkomutan, serbest yürüyüşe devam etmelerini işaret etti erlere. Türküyle beraber oynaya oynaya ilerleyen eri ve dinç adımlarla neşe içinde yürüyen bölüğü görünce onun da maiyetindekilerin de yüzünde gerçek bir memnuniyet ifadesi belirmişti.
Başkomutan’ın arabası bölüğün sağ tarafından öne doğru ilerlerken ikinci sırada yer alan mavi gözlü er Dolohof, herkesin dikkatini çekmişti hemen. Öteki erlerden daha da dinç adımlarla ve şarkıya uyarak yürümekte, o anda mutlulukların en büyüğü bölükle birlikte yürümekmiş gibi arabayla geçenlerin yüzüne bu mutluluktan yoksun kaldıkları için acıyarak bakmaktaydı.
Kutuzof’un maiyetinde bulunan ve teftiş sırasında Alay Komutanının taklidini yapmış olan süvari subayı, Başkomutan’ın arabasından biraz geri kalarak atını Dolohof’a doğru sürmüştü.
Adı Jerkof’tu. Bir vakitler Petersburg’da Dolohof’un başını çektiği çılgınca eğlenenler arasında o da vardı. Dolohof’u yurt dışında, bir er olarak karşısında görünce tanımazlıktan gelmeyi uygun bulmuştu. Ama şimdi Başkomutan’ın, rütbesi geri alınmış o subayla, Dolohof’la nasıl değer vererek konuştuğuna tanıklık ettikten sonra tavrını değiştirmek gerektiğine inanmış olmalı ki eski dostlarına kavuşanlara özgü bir sevinç içinde “Aslan arkadaşım benim, nasılsın bakalım?” diye sordu.
Bir yandan da atının adımlarını, bölüğün adımlarına uydurmaya çalışmaktaydı.
Soğuk bir sesle cevap verdi Dolohof:
“Nasıl mıyım? Gördüğün gibiyim işte!”
Askerlerin hep bir ağızdan okuduğu hareketli türkünün sesi, Jerkof’un kaygıdan uzak neşeli tavrına da Dolohof’un bilerek ve isteyerek verdiği soğuk cevaplarına da apayrı bir anlam kazandırıyordu.
Yeniden sordu Jerkof:
“Eee, komutanlarınla aran nasıl bakalım?”
Dolohof, aynı soğuk tavırla “Fena sayılmaz…” dedi. “İyi insanlar…”
Sonra da hafif alaycı bir sesle o sordu:
“Sen nasıl oldu da karargâha kadar sokulabildin bakalım?”
Aynı kaygısızlıkla cevap verdi Jerkof:
“Görevli gönderildim. Nöbetçiyim.”
Bir süre sustular.
Şahini salıverdim sağ kolumun altından… diye başlayan türkü tüm canlılığıyla devam ediyor, taze bir neşe uyandırıyordu herkeste. Bu türkünün sesleri arasında konuşmamış olsalar, birbirlerine bambaşka şeyler söyleyebilirlerdi şüphesiz.
Dolohof sordu yeniden:
“Doğru mu Avusturyalıların mağlup olduğu?”
Jerkof kayıtsızlıkla “Doğrusunu bilen yok…” diye cevap verdi. “Öyle diyorlar.”
Dolohof türküyü mırıldanırken kesin bir sesle “Sevindim işte buna.” dedi kısaca.
Ayrılmaya hazırlandı Jerkof.
“Bir akşam çık gel istersen…” dedi gülerek. “Birlikte bir firavun partisi çeviririz.”
“Paranız çok galiba?”
“Gel dedik ya…”
“İmkânsız. Yemin ettim. Rütbemi geri alıncaya kadar içki ve kumar yok!”
“Öyleyse uzun sürmez. İlk savaşta tamamdır o iş!”
“O zaman görüşürüz…”
Sustular yine. Sonra Jerkof, “Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa karargâha gel hiç çekinmeden. Orada herkes sana yardım eder.” dedi.
Güldü Dolohof.
“Beni kafana takma! Herhangi bir şeye ihtiyacım olursa kimseye sormam, alırım…”
“Laf olsun diye söyledim canım…”
“Al benden de o kadar!”
“Hadi hoşça kal!
“Hadi güle güle!”
Yücelere, uzaklara,
Ana yurduma doğru…
Atını mahmuzlamıştı Jerkof. Hayvan üst üste üç kez ayak değiştirdi, sonra toparlayabildi kendisini ve türküye uyarak dörtnala bölüğün yanından geçip arabaya yetişmek için ileri atıldı.
III
Teftişten döndükten sonra, yanındaki Avusturyalı General’le birlikte çalışma odasına giren Kutuzof; yaverini çağırtarak yeni gelen birliklerin durumu ile ilgili bazı belgeleri ve öncü kuvvetlere başkanlık eden Arşidük Ferdinand’ın gönderdiği mektupları istemişti. Çok geçmeden de Prens Andrey Bolkonski, elinde Başkomutan’ın istediği evrakla çalışma odasına giriyordu. Kutuzof, masanın üzerine yayılmış bir haritanın önünde Avusturya Savaş Şûrası’nın üyesiyle karşılıklı oturmaktaydı.
Başını hafifçe çevirip Bolkonski’ye baktı Başkomutan ve yaverine biraz beklemesini belirten bir baş işaretiyle “Haa.” dedi.
Sonra da Fransızca olarak devam etti konuşmasına:
“Sadece bir tek şey söylemek istiyorum General…”
Hiç acele etmeksizin karşısındakini söylediği her sözü dinlemeye zorlayan hoş bir ifade ve alabildiğine nazik bir tavırla konuşmaktaydı. Kendi sesini dinlemekten zevk duyduğu hemen belli oluyordu. Aynı rahatlık içinde devam etti:
“Evet General, sadece bir tek şey söylemek istiyorum. Eğer iş yalnız benim irademe bağlı olsaydı İmparator Franz hazretlerinin emirleri çoktan yerine getirilmişti ve ben çoktan Arşidük’ün kuvvetlerine katılmış olacaktım. Size şerefim üzerine yemin edebilirim ki ordulara komuta etmek görevini Avusturya’daki üstün beceri ve bilgi sahibi sayısız komutandan herhangi birine teslim etmek ve böylece üzerimdeki bu ağır sorumluluğu atmak, benim için gerçek bir mutluluk olurdu. Ama şartlar bizim irademizden de güçlü oluyor, General…”
Bunları söyledikten sonra, “İsterseniz bana inanmayabilirsiniz; dahası, bana inanıp inanmamanız da umurumda değil; yalnız bana inanmadığınızı burada açıkça söylemenize fırsat vermem; işte bütün iş de burada zaten!” der gibi gülümsemişti.
Hemen bir hoşnutsuzluk belirmişti Avusturyalı General’in yüzünde. Ama o da Kutuzof’a aynı tonda cevap vermekten başka bir şey yapamadı. Sözlerinin nazik ve seçkin ifadesine tamamıyla ters düşen somurtkan bir çehre ve kızgın bir sesle “Tam tersine…” diye başladı. “Evet, tam tersine, İmparator hazretleri bu hepimizi ilgilendiren işe katılmanıza büyük bir değer veriyorlar.”
Bir an sustuktan sonra önceden hazırladığı besbelli olan şu cümleyle bağladı sözlerini:
“Ama biz öyle sanıyoruz ki şanlı Rus ordularının ve komutanlarının durumu sürüncemede bırakacak şekilde ağır davranmaları, onları, savaşlarda kazanmaya alışmış bulundukları zaferlerden yoksun bırakmaktadır.”
Kutuzof, dudaklarındaki gülümseyişi olduğu gibi koruyarak hafifçe eğilmekle yetindi.
“Bense Arşidük Ferdinand hazretlerinin bana göndermekle şeref kazandırdıkları son mektuplarını okuyunca o kanıya vardım ki General Mack gibi çok usta bir yardımcısının emri altındaki Avusturya orduları şu anda kesin bir zafer kazanmışlardır ve artık bizim yardımımıza ihtiyaçları yoktur.”
Viyanalı General, kaşlarını çatmıştı. Avusturyalıların yenilgiye uğradığını bildiren kaynağı güvenilir bir haber yoktu gerçi ama hiç de iyimser olmaya meydan bırakmayan söylentilerin doğruluğunu gösteren pek çok işaret vardı. Dolayısıyla da Kutuzof’un Avusturya ordularının zaferi kazandığı yolundaki sözleri bir tahminden çok, acı bir alay gibiydi.
Ama Kutuzof kendinden oldukça emin bir şekilde tatlı tatlı gülümsüyor ve böyle bir tahminde bulunmakta ne kadar haklı olduğunu ispatlayan tavrını değiştirmiyordu. Gerçekten de Mack’ten aldığı son mektup ona, Avusturya ordusunun stratejik olarak son derece elverişli durumda olduğunu bildirmekte ve zaferi müjdelemekteydi.
Nitekim Prens Andrey’e dönerek “Şu mektubu bana versene.” dedi.
Yaverinin uzattığı kâğıdı, dudaklarının ucunda belli belirsiz alaycı bir gülümseyişle alıp Avusturyalı meslektaşına baktı.
“Buyurun dinleyin.” dedikten sonra Arşidük Ferdinand’ın mektubundan şu kısmı, Almanca aslından okumaya başladı:
Wir haben volkommen zusammengehaltene Kräfte, nahe an 70000 Mann, um den Feind, wenn er den Lech passierte, angreifen und schlagen zu können. Wir können, da wir Meister von Ulm sind, den Vorteil, auch beiden Ufern der Donau Meister zu bleiben, nicht verlieren; mithin auch jeden Augenblick, wenn der Feind den Lech nicht passierte, die Donau übersetzen, uns auf seine Communications-Linie werfen, die Donau unterhalb repassieren und dem Feinde, wenn er sich gegen unsere treue Allierte mit ganzer macht wenden wollte, seine Ansicht alsbald vereiteln. Wir werden auf solche Weise dem Zeitpunk, wodie Kaiserlich-Russische Armee ausgerüstet sein Wird, mutig entgegenharren, und sodann leicht gemeinschaftlich die Möglichkeit finden, dem Feinde das Schicksal zuzubereiten, so er verdient.
Elimizde tam teçhizatlı 70.000 kadar erden meydana gelen bir kuvvet var. Böylece, düşman Lech’in öbür tarafına geçerse ona saldırabilir ve onu bozguna uğratabiliriz. Ulm zaten elimizde bulunduğu için Tuna’nın her iki kıyısındaki kuvvetlere kumanda ederek durumdan yararlanabiliriz. Düşman Lech’in öbür kıyısına ulaşır ve Tuna’yı geçerse onun ana ikmal yollarını kesebiliriz. Yine düşman, Tuna’nın daha aşağılarına inerek öbür kıyısına geçip sadık müttefiklerimize saldırmaya niyetlenirse onun bu niyetini gerçekleştirmesine engel olabiliriz. Böylece Rus İmparatorluğu ordusunun bir bütün hâlinde hazırlanmasını, kuvvetimize olan inancımızı yitirmeden beklemiş olacağız; sonra da düşmanı müstahak olduğu akıbete kolayca sürükleme imkânını bulacağız.
Okumayı bitirdikten sonra derin derin içini çekti Kutuzof ve yumuşak bakışlarını Avusturya Yüksek Savaş Şûrası üyesinin gözlerine dikti büyük bir dikkatle.
Avusturyalı General; şakayı bırakıp ciddi konulara geçmek istediğini belirten bir tavırla “Ama Ekselans…” dedi. “Gayet iyi bilirsiniz ki işin kötüsünü hesaba katmak, mantığa çok daha uygun olur.”
Bunu söylerken bir üçüncü şahısla bir arada bulunmaktan hoşnut olmadığını belirtecek şekilde Başkomutan’ın yaverine bakmıştı.
Kutuzof hemen atılıp sözünü kesti Avusturyalının:
“Özür dilerim Generalim.” dedi.
Sonra da Prens Andrey’e döndü:
“Dinle evladım. Kozlovski’den keşif kollarındaki en iyi gözcülerden gelen bütün raporları al. İşte sana Kont Nostits’ten iki mektup. Şu da Arşidük Ferdinand hazretlerinden. Al hepsini. Dur, birkaç tane daha vereyim…”
Bunları söylerken bir yandan da bir tomar kâğıt sıkıştırmıştı Andrey’in eline:
“Bunların bir özetini çıkarıver…” dedi. “Hepsini Fransızca olarak tertemiz bir memorandum hâline sok. Böylece, Avusturya ordusunun harekâtı konusunda aldığımız bütün haberleri içerecek olan o notu getirir, Ekselans’a sunarsın.”
Daha ilk sözlerden, Kutuzof’un yalnız söylediğini değil; asıl söylemek istediğini de anlamıştı Prens Andrey. Nitekim bunu belirtecek şekilde başını eğdi. Kâğıtları toplayıp komutanları selamladıktan sonra halının üzerinden sessiz adımlarla ilerleyerek bekleme salonuna yöneldi.
Prens Andrey Rusya’dan ayrılalı pek o kadar uzun bir süre geçmemişti gerçi ama bu süre içinde çok değişmişti. Yüzünde, davranışlarında, yürüyüşünde; o yapmacıklı hava, o yorgunluk ve uyuşukluk ifadesi yoktu eskisi gibi artık. Şimdi gülümseyişi de bakışları da çok daha farklı, daha neşeli ve daha çekiciydi.
Kutuzof’a Polonya’da yetişmişti Andrey. Başkomutan onu sıcak bir sevgiyle karşılaşmış, onunla ilgileneceğine söz vermiş, onu başka yaverlerden ayrı tutmuş, Viyana’ya götürmüş ve ona daha önemli görevler vermişti. Aynı Kutuzof, eski arkadaşı Prens Bolkonski’ye Viyana’dan yazdığı bir mektupta Prens Andrey hakkında şunları söylemekteydi:
Oğlunuz; bilgi dağarcığının zenginliği, karakter sağlamlığı, emirleri harfi harfine yerine getirmedeki şaşmazlığı ile sıradan bir subay olmayıp sürekli yükseleceği umudunu veriyor. Maiyetimde böyle birisi bulunduğu için kendimi mutlu sayıyorum.
Prens Andrey’in gerek Kutuzof’un karargâhındaki görev arkadaşları arasında gerek genel olarak orduda, tıpkı Petersburg yüksek sosyetesinde olduğu gibi birbirine tamamıyla karşıt iki ünü vardı: Arkadaşlarının küçük bir kısmı Prens Andrey’i kendilerinden de öbür insanlardan da bambaşka bir varlık olarak kabul etmekte, ondan büyük başarılar beklemekte, onun sözünü cankulağıyla dinlemekte, ona hayranlık duymaktaydı ve onun davranışlarını taklide kadar vardırmaktaydı işi. Bu gibi kimselere karşı Andrey çok sade, çok cana yakın bir tavır takınıyordu… Sayıca çoğunlukta olan görev arkadaşları ise Prens Andrey’i hiç mi hiç sevmemekte; onu kibirli, soğuk, sevimsiz bir insan olarak görmekteydiler. Buna karşın Prens Andrey de bu gibi insanlarda saygı, hatta korku uyandıran bir tavır takınmayı kolayca başarabiliyordu.
Kutuzof’un çalışma odasından elinde kâğıtlarla çıkan Prens Andrey, bekleme salonunda pencerenin önüne oturmuş kitap karıştıran nöbetçi Yaver Kozlovski’ye yaklaştı.
Kozlovski, “Yeni bir haber var mı Prens?” diye sordu.
“Neden ilerlemediğimizi açıklayan bir yazı hazırlamam emrediliyor.”
“Biliniyor muymuş ki o nedenler?”
Andrey omuz silkti.
Kozlovski bu sefer, “Mack’ten haber yok muymuş?” diye sordu.
“Yok.”
“Bozguna uğradığı doğru olsaydı, haberi çoktan gelirdi!”
Çıkış kapısına doğru yürürken “Orası öyle, evet…” dedi Prens Andrey.
İşte tam o anda karşısına; kapıyı çarparak hızla içeri dalan uzun boylu, başı siyah bir fularla bağlanmış, boynunda bir Marié-Thérèse nişanı bulunan, redingot giymiş ve buraya yeni geldiği her hâlinden belli olan Avusturyalı bir general çıktı. Prens Andrey durdu.
Yeni gelmiş olan General çevresine şöyle bir bakındıktan sonra hiç durmaksızın çalışma odasının kapısına yönelirken sert bir Alman şivesiyle sordu:
“Başkomutan General Kutuzof buradalar mı?”
Kozlovski, hiç tanımadığı bu General’e aceleyle yaklaştı. Adamın önüne geçerek çalışma odasına dalmasına engel olurken “Başkomutan meşguller…” dedi. “Kimin geldiğini haber vereyim?”
Kim olduğu bilinmeyen General, kendisinin karşısında kısa boylu kalan Kozlovski’yi küçümseyen bir edayla tepeden tırnağa süzdü. Tanınmamak, onu derin bir şaşkınlığa sürüklemiş gibiydi.
Kozlovski sakin bir sesle tekrarladı: “Başkomutan meşguller, efendim.”
General’in yüzü iyice asılmıştı şimdi. Dudakları titredi. Bir not defteri çıkardı cebinden. Kurşun kalemle acele bir şeyler karaladı ve yaprağı koparıp Yaver Kozlovski’ye uzattıktan sonra hızlı adımlarla pencereye doğru yürüdü. Bir iskemlenin üzerine kendini bırakırcasına çöktü. Niçin kendisine baktıklarını sormak istermiş gibi çevresindekileri süzdü bir süre. Sonra başını kaldırıp bir şey söylemek istiyormuş duygusunu uyandıran bir hareketle boynunu ileri uzattı; hemen sonra da kayıtsız bir tavırla, kendi kendine şarkı söylemeye başlamışçasına tuhaf bir ses çıkardı ama bir anda kesildi sesi. Çalışma odasının kapısı açılmış, eşikte Kutuzof belirmişti.
Başı bağlı General, bir tehlikeden kaçar gibi kamburunu çıkararak zayıf bacaklarıyla geniş ve hızlı adımlar ata ata Kutuzof’a yaklaştı. Kırık bir sesle “Vous voyez le malheureux Mack!”[295 - “Karşınızdaki adam, talihsiz Mack’tır.”] dedi.
Çalışma odasının kapısında hiç kımıldamaksızın duran Kutuzof’un yüzü birkaç saniye hareketsiz kaldı; sonra dalgalanır gibi kırıştı birden, alnı gerildi. Büyük bir saygıyla başını eğip gözlerini yumdu ve hiçbir şey söylemeksizin yana çekilerek Mack’e yol gösterdi. Sonra da içeri girip kapıyı kapadı.
Avusturyalıların bozguna uğradıkları ve bütün ordularının Ulm önlerinde teslim olduğu yolunda bir süredir dolaşan söylentiler doğru çıkmıştı işte. Yarım saat geçmeden dört bir yöne doğru yola çıkan yaverler, o zamana kadar hareketsiz kalmış olan Rus ordularının yakında düşmanla karşılaşacaklarını haber veren emirler götürmekteydiler.
Karargâhta olup da bütün ilgisini savaşın genel gidişatına veren ender subaylardan biri de Prens Andrey’di. Mack’i gördükten, Avusturya ordusunun uğradığı felaketi açıklayan geniş bilgilere sahip olduktan sonra savaşın yarısını yitirmiş bulunduklarını kavramıştı hemen. Bu şartlar altında, Rus ordularının son derece zor bir durumda kaldıkları apaçıktı ve Prens Andrey, gerek bu ordunun kaderini gerekse kendisinin bu orduda oynayacağı rolü; gerçeğe en yakın bir şekilde zihninde canlandırmakta gecikmemişti. Avusturya’nın rezil olduğunu; belki bir hafta sonra, Suvorof’tan beri ilk defa karşı karşıya gelecek Rus ve Fransız ordularının savaşını göreceğini ve bu savaşa katılacağını düşündükçe elinde olmayarak sevinçle karışık bir heyecan duyuyordu. Bununla birlikte Bonapart’ın Rus ordularının bütün cesaretinden de güçlü çıkabileceğini tasarlamakta, dehasından korktuğu ve her şeye rağmen bir kahraman saydığı bu adamın yüz karası bir yenilgiye uğrayacağını aklının ucundan dahi geçirmek istememekteydi.
İşte bu kaygılarla sinirleri gerilmiş bir hâlde ve heyecan içinde kendi odasına gitti. Babasına mektup yazacaktı. Her gün yaptığı işlerden biri de buydu.
Birlikte oturduğu Nesvitski’yle karşılaştı koridorda. Jerkof’la birlikteydiler ve ikisi de her zaman olduğu gibi bir şeylere gülüyorlardı.
Prens Andrey’in yüzündeki solgunluğu ve gözlerindeki garip parlaklığı hemen fark eden Nesvitski, “Neyin var senin?” diye sordu. “Düşünceli görünüyorsun?”
Bolkonski, “Neşelenmeyi gerektiren bir şey yok ki.” diye cevap verdi tatsız bir tonla.
Prens Andrey, Nesvitski ve Jerkof’la karşılaştığı sırada; koridorun öbür tarafından, Kutuzof’un karargâhında Rus ordusunun iaşesini denetlemekle görevli Avusturyalı General Schtauch’la karargâha henüz o gün gelmiş bulunan Avusturya Yüksek Askerî Şûra Üyesi General onlara doğru yürümekteydi. Koridor bir hayli geniş olduğundan generallerin üç subayın yanından rahatça geçmeleri pekâlâ mümkündü aslında. Öyle olduğu hâlde Jerkof, Nesvitski’yi birdenbire eliyle iterek boğuluyormuş gibi soluk soluğa bağırmaya başladı:
“Geliyorlar! Geliyorlar! Çekilin lütfen, yol verin komutanlara! Rica ederim, yol verin!”
Generaller, can sıkıcı saygı gösterilerinden bir an önce kurtularak geçip gitme arzusundaydılar. İşte tam o anda, Jerkof’un dudaklarında birdenbire o budalaca gülümseyiş belirdi; sanki bu gülümseyişine bir türlü engel olamıyordu. Öne doğru bir adım atarak Avusturyalı General’e, Almanca “Sizi kutlamaktan onur duyarım, Sayın Komutanım.” dedi.
Başını eğdi sonra ve dans etmesini yeni öğrenen çocuklar gibi beceriksiz bir tavırla topuklarını birbirine vurmaya başladı. Bir sağ, bir sol topuğunu vuruyordu durmadan.
Yüksek Askerî Şûra Üyesi General, sert bir bakış attı ilkin Jerkof’a ama süvari subayının yüzündeki o budalaca gülümseyişin ciddi olduğunu fark edince bir an için de olsa ilgi göstermekten kendini alamadı. Karşısındakini dinlemeye hazır olduğunu belirtmek için gözlerini kıstı. Jerkof, hep aynı gülümseyişle “Sizi kutlamaktan onur duyarım!” diye başladı yeniden. “General Mack sağ salim gelmiş; bir şeyi yokmuş, yalnız şuracığı bir parça zedelenmiş, o kadar…”
Bu son sözleri söylerken eliyle kendi başını işaret ediyordu.
General kaşlarını çattı ve arkasını dönüp yürüdü. Birkaç adım ilerledikten sonra öfkeyle söylendi:
“Gott, wie naiv!”[296 - “Tanrı’m, ne aptal!”]
Nesvitski kahkahalarla gülerek Prens Andrey’e sarılmıştı. Ama Bolkonski, bir kat daha sararmış olarak kızgın bir hareketle itti onu ve Jerkof’a döndü. Mack’in yenilgiden sonraki hâlini görünce Rus ordusunu bekleyen akıbeti düşünmüş ve o kadar sinirlenmişti ki yersiz bir şaka yaptığı için ondan aldı hırsını. Nitekim alt çenesi titreyerek ve tiz bir sesle “Bakınız, Sayın Bay…” dedi. “Eğer palyaçoluk etmeye niyetiniz varsa size engel olamam. Yalnız bir hususu kesinlikle söylemek isterim! Bir daha benim yanımda bu tür edepsizlikler yapmaya kalkarsanız nasıl davranmak gerektiğini size o saat öğretirim!”
Nesvitski ve Jerkof bu çıkışa o kadar şaşırmışlardı ki ikisi de gözlerini iri iri açıp Bolkonski’ye baktılar bir süre. Sonra Jerkof ciddi bir sesle sordu:
“Onu kutladıysam ne olmuş yani?”
Bolkonski, bağırarak cevap verdi bu sefer:
“Ben şaka yapmıyorum, kesin sesinizi lütfen!”
Ve Nesvitski’yi kolundan tutup verecek cevap bulamayan Jerkof’un yanından uzaklaştı.
Nesvitski yatıştırmak istedi onu.
“Ne oluyorsun kuzum, niye sinirleniyorsun Tanrı aşkına böyle?” diyecek oldu.
Prens Andrey olduğu yerde durup öfkeyle ve titreyen bir sesle “Ne demek ne oluyorum!” diye çıkıştı. “Şunu iyice aklına sok: Bizler ya çarlarına ve yurtlarına hizmet eden subaylarızdır ve o zaman da ortak başarılara sevinmemiz, ortak başarısızlıklara ise üzülmemiz gerekir ya da birer uşaktan başka bir şey değilizdir, o zaman da efendilerimizin işleri bizleri ilgilendirmez.”
Düşüncesini daha da pekiştirmek için Fransızca olarak devam etti konuşmasına:
“Quarante mille hommes masacrés et l’armée de nos alliée détruite, et vous trouvez là le mot pour rire. C’est bien pour un garçon de rien comme cet individu dont vous avez fait un ami, mais pas pour vous, pas pour vous.”[297 - “Kırk bin kişi kılıçtan geçirilmiş, müttefiklerimizin ordusu yok edilmiş ve siz hâlâ gülebiliyorsunuz. Kendinize dost edindiğiniz o kimse gibi serseri birisi yapabilir bunu ama siz yapamazsınız! Hayır, siz gülemezsiniz!”]
Sonra da Jerkof’un kendisini hâlâ işitebileceğini fark ederek “çocuklar” sözcüğünü Fransız ağzıyla ama Rusça söyleyip “Ancak çocukların böyle şakalar yapması hoş görülebilir!” diye ekledi.
Süvari subayı bir karşılık verir mi acaba diye bir an bekledi ama Jerkof hiçbir şey söylemeksizin uzaklaştı oradan.
IV
Pavlograd Süvari Alayı, Braunau’dan iki mil kadar ötede konaklamıştı. Bu arada Nikolay Rostof’un subay adayı olarak görevlendirilmiş bulunduğu süvari birliği de Salzeneck adlı Alman köyüne yerleştirilmişti. Bütün Süvari Tümeni’nde Vaska Denisof adıyla tanınan Bölük Komutanı Yüzbaşı Denisof’a köyün en iyi evini ayırmışlardı. Subay adayı Rostof, Polonya’dan alaya yetiştiğinden beri Bölük Komutanı’yla aynı evde kalıyordu.
8 Ekim günü genel karargâh, Mack’in yenilgisi haberiyle çalkanır ve her şey altüst olurken süvari bölüğünün karargâhında savaş hayatı eskisi gibi devam edip gidiyordu. Nitekim Rostof sabah erkenden hayvanlara yem getirme işini bitirmiş, atla dönerken bütün gece iskambil oynamış olan Denisof ortalıkta görünmemişti henüz…
Atını kapıya doğru sürdü Rostof. Sırtında askerî okul üniforması vardı. Hayvanı çevik, dinç bir hareketle dürtüp ayağını üzerinden aşırdı; bir an, sanki attan ayrılmak istemiyormuşçasına üzenginin üzerinde ayakta durduktan sonra atladı ve emir erine seslendi.
Yeni bir şevkle yıldırım gibi atına doğru atılan süvari erine, gençlerin mutlu oldukları vakit herkese saçtıkları o gönüllerinden taşıp gelen sevecenlik ve neşeyle “Bondarenko, sevgili arkadaşım benim!” diye haykırdı. “Al şunu, gezdir biraz!”
Neşeyle başını salladı Ukraynalı.
“Emredersiniz, Ekselans!..”
“Ama baştan savma iş yapmak yok ha! İyice bir gezdir, olur mu?”
Başka bir süvari eri daha atılmıştı hayvana doğru. Ama Bondarenko, o yetişinceye kadar atın dizginlerini eline almıştı bile. Belliydi ki subay adayı iyi bahşiş veriyordu; dolayısıyla da ona hizmet etmek, kârlı bir iş olsa gerekti!
Rostof, atın boynunu ve arkasını okşadıktan sonra kapısının önünde durdu. Kendi kendine gülümseyerek “Doğrusu harika bir at olacak!” dedi.
Ve kılıcının kabzasını tutarak mahmuzlarını şakırdata şakırdata koşup kapıdan içeri girdi.
Aynı anda Alman ev sahibi; sırtında hırka, başında kalpak, elinde gübre temizlemek için kullandığı yabayla ahırın kapısından dışarı bakmıştı. Rostof’u görür görmez yüzü aydınlandı adamın. Neşeyle göz kırparak “Schön gut’ morgen!”[298 - “İyi sabahlar!”] dedi.
Genç adamı selamlamaktan hoşlandığını açığa vuran bir cana yakınlıkla tekrarladı:
“Schön gut’ morgen!”
Rostof, yüzünden hiç eksik olmayan neşe dolu gülümseyişle “Schön fleissig!”[299 - “Çok çalışkansınız!”] dedi.
Sonra da Alman ev sahibinin sık sık tekrarlamaktan hoşlandığı sözleri sıraladı:
“Hoch Oesterreicher! Hoch Russen! Kaiser Alexander hoch!”[300 - “Yaşasın Avusturyalılar! Yaşasın Ruslar! Yaşasın İmparator Aleksandr!”]
Ahırdan çıkmıştı Alman. Bir hamlede çıkardığı kalpağını başının üzerinde sallayarak “Und die ganze Welt hoch!”[301 - “Ve bütün dünya yaşasın!”] diye bağırdı.
Alman ev sahibi gibi Rostof da elindeki kasketi başının üzerinde sallayarak gülüyor ve haykırıyordu şimdi:
“Und vivat die ganze Welt!”[302 - “Ve de yaşasın bütün dünya!”]
Aslında ne ahırını temizlemekle uğraşan Alman’ın ne de takımını alıp saman getirmeye gitmiş olan Rostof’un böylesine sevinç gösterilerine girişmeleri için özel bir neden yoktu. Bu iki insan, birbirlerine mutlu bir heyecan içinde, kardeşçe bir sevgi ile bakmakta; birbirlerini sevdiklerini belirtmek için de karşılıklı olarak başlarını sallamaktaydılar, o kadar. Nitekim bu gürültülü selamlaşmanın ardından da hemen ayrıldılar birbirlerinden. Alman ahıra döndü, Rostof da Denisof’la bölüştüğü eve yöneldi.
Delikanlı, içeri girer girmez karşısına çıkan Denisof’un uşağı Lavruşka’ya sordu:
“Efendin nerede?”
Dalavereciliğiyle bütün alayda ün salmış olan Lavruşka’nın cevabı hazırdı:
“Dün akşamdan beri yoklar. Oyunda kaybettiler herhâlde!”
Sonra da durumu açıklamaya başladı:
“Ben gayet iyi biliyorum, efendim: Oyunda kazandılar mı erkenden eve gelip böbürlenirler, sabaha kadar eve dönmezlerse kaybettiler demektir ki artık öfkelerinden yanlarına varılmaz! Kahve emreder misiniz?”
Rostof gülerek “Getir bakalım…” dedi.
On dakika sonra kahveyle birlikte haberi de getirdi Lavruşka:
“Felaket! Geliyorlar!”
Rostof pencereden bakınca Denisof’un gerçekten eve dönmekte olduğunu gördü…
Kısa boylu, al yanaklı, parlak siyah gözlü bir adamdı Denisof. Bıyıkları da saçları gibi simsiyah ve kıvır kıvırdı. Sırtında düğmeleri iliklenmemiş bir süvari ceketi, ayağında kat kat sarkan bol bir pantolon, başında ensesine doğru kaymış buruşuk bir süvari kasketi vardı. Başı önüne eğik, somurtkan bir yüzle kapıya yaklaşıyordu…
Yüksek sesle ve “r”leri “ğ” gibi telaffuz ederek “Lavruşka!” diye bağırdı uşağına. “Çıkarsana şunu, ne bekleyip duruyorsun öyle!”
Çizmesini kastediyor olmalıydı. Lavruşka’nın sesi duyuldu:
“Zaten çıkarmaktayım efendim.”
Çok geçmeden odaya giren Denisof, Rostof’u görünce şaşırdı.
“A! Sen kalkmışsın bile!”
Delikanlı gülümseyerek “Çoktan!” diye cevap verdi. “Gidip saman da getirdim, Bayan Mathilda’yı da gördüm…”
Denisof, “r”leri hep yutarak “Bak hele!” demişti. “Bense elimde avucumda ne varsa kaptırdım! Felaket bu kadar olur! Ben böyle şanssızlık görmedim hayatımda!”
Lavruşka’ya bağırmayı ihmal etmedi arada:
“Hey, çay getir!”
Sonra gülümsüyormuş gibi yüzünü kırıştırıp küçük sağlam dişlerini göstererek orman gibi gür, kabarık siyah bıyıklarını iki elinin kısa parmaklarıyla çekiştirmeye başladı.
“Şeytan dürttü işte! Yoksa o Fare’ye neden gideyim?” Fare, evine gittiği subaya verilen addı. “Düşün bir kere! Tek bir tane kâğıt vermedi, tek bir tane dahi!..”
İki eliyle alnını ve yüzünü ovuşturuyordu şimdi. Uşağın yakıp uzattığı pipoyu avucunda sıkarak ateşini düzeltmek için yere vurduktan sonra talihsizliğini anlatmaya devam etti:
“Sempl geldi mi veriyor, paroli geldi mi alıyor; anlıyor musun! Sempl geldi mi veriyor, paroli geldi mi kendisi alıyor!”
Ateşi yere saçmıştı bu arada, öfkesinden pipoyu kırıp fırlattı. Bir süre sustu. Sonra parlak siyah gözlerini birden neşeyle Rostof’a çevirerek başını salladı.
“Bari kadın olsaydı! Burada içmekten başka yapacak bir şey de yok ki! Keşke bir an önce dövüşmeye başlasak..”
Dönüp kapıya baktı. Odanın dışından, ağır çizmeler giymiş birinin mahmuzlarını şakırdatarak gelip durduğu; sonra da saygıyla hafifçe öksürdüğü işitilmişti.
Lavruşka açıkladı hemen:
“Bölük emini…”
Yüzünü iyice buruşturmuştu Denisof şimdi. İçinde birkaç altın bulunan cüzdanını delikanlının önüne atarak “Berbat, Rostof!” dedi. “Say, kardeşim. Bakalım içinde ne kadar kalmış? Sonra da cüzdanı yastığın altına sok!”
Sonra bölük eminiyle görüşmek için dışarı çıktı.
Cüzdanı aldı Rostof. Mekanik bir hareketle eski ve yeni paraları ayırıp üst üste koyarak saymaya başladı.
Öbür odadan Denisof’un sesi gelmekteydi:
“Merhaba, Telyanin! Dün beni soyup soğana çevirdiler…”
“Nerede? Bikof’un evinde mi? Fare’nin orada mı yoksa? Öyle olacağını biliyordum…”
Aynı bölükte görevli Teğmen Telyanin girdi odaya.
Rostof, cüzdanı yastığın altına fırlattı ve kendisine uzatılan nemli eli sıktı. Telyanin, ordu sefere çıkmadan bir süre önce aslı pek iyi bilinmeyen bir olay yüzünden muhafız kıtasından alınıp alaya verilmişti. Alaydaki davranışları kusursuzdu ama yine de çok sevilmiyordu. Özellikle Rostof, bu subaya karşı duyduğu nedensiz tiksintiyi bir türlü yenemediği gibi gizleyemiyordu da…
Telyanin, “Söyleyin bakalım, süvari delikanlı…” dedi Genç Kont’a. “Benim Graçik işinize yarıyor mu bari?”
Telyanin’in Rostof’a satmış olduğu binek atıydı Graçik.
Teğmen hiçbir zaman konuştuğu insanın gözünün içine bakmazdı. Konuşurken daima oradan oraya kayar dururdu gözleri.
“Biraz önce sizi gördüm…” diye ekledi. “Ata binmiş gidiyordunuz…”
Rostof; yedi yüz rubleye satın aldığı at bu fiyatın yarısı kadar bile etmediği hâlde “Eh…” dedi. “Fena sayılmaz. Sağlam bir hayvan. Yalnız sol ön ayağı topallamaya başladı.”
“Nal çatlamıştır! Önemi yok onun! Hem ben size nalı nasıl perçinleyeceğinizi gösteririm.”
Rostof, “Onu ben de özellikle rica edecektim.” dedi.
Telyanin lütufta bulunuyormuş gibi kabararak konuştu:
“Gösteririm elbette, sır değil ya bu! Sonradan at için bana minnettar kalacaksınız…”
Rostof, Telyanin’den kurtulmak umuduyla “Öyleyse söyleyeyim de atı getirsinler!” dedi.
Ardından hayvanı getirmeleri için emir vermek üzere dışarı çıktı.
Sofada Denisof, elinde piposuyla eşikte çömelmiş, kendisine bilgi veren bölük eminini dinlemekteydi. Rostof’u görünce kaşlarını çattı; başparmağıyla omuzunun üzerinden, Telyanin’in oturduğu odayı işaret etti; yüzünü buruşturdu ve tiksintiyle irkildi. Bölük emininin yanlarında olmasına aldırış etmeksizin kesip attı:
“Şu oğlanı da hiç sevmem!”
“Ben de sevmem ama n’eylersin!” gibilerden omuz silkti Rostof ve çabucak emrini verip Telyanin’in yanına döndü.
Telyanin, delikanlının onu bıraktığı andaki gibi tembel tembel oturmakta; arada bir de küçük beyaz ellerini ovuşturmaktaydı.
Odaya girerken Dünyada böyle iğrenç suratlı adamlar da varmış demek! diye düşünmüştü Rostof.
Telyanin onu bekliyormuşçasına hemen yerinden kalkıp yapmacıklı bir kayıtsızlıkla çevresine bakındıktan sonra, “Ne yaptınız?” diye sordu. “Atı getirmeleri için emir verdiniz mi?”
“Verdim.”
“Hadi biz de oraya gidelim. Ben zaten Denisof’tan dünkü emirleri sormaya gelmiştim…”
Odadan çıkmışlardı. Denisof’a yönelttiği soruyla sözünü tamamladı Telyanin:
“Emirleri aldınız mı Denisof?”
“Hayır, daha almadık. Siz nereye böyle?”
“Şu bizim delikanlıya at nasıl nallanır, onu öğreteceğim.” diye cevap verdi Telyanin.
Kapının önüne çıkıp tavlaya yöneldiler. Teğmen de, Rostof’a çivilerin nallara nasıl perçinleneceğini gösterdikten sonra evine yollandı.
Rostof odaya döndüğü vakit, masanın üzerinde bir şişe votka ile biraz salam duruyordu. Denisof, masanın önüne oturmuş mürekkep kalemini kâğıdın üzerinde cızırdatmaktaydı. Bıkkın bir hâlde Rostof’un yüzüne baktı.
“Yine ona yazıyorum.” dedi.
Elinde mürekkep kalemi, dirseğini masaya yasladı; yazıyla anlatmak istediklerini bir çırpıda sözle ifade fırsatını bulmuş olduğundan dolayı sevinçli bir hâlde, mektubundakileri Rostof’a söylüyordu birer birer:
“Görüyorsun ya dostum.” diye başlamıştı. “Bizler sevmediğimiz sürece uykudayız. Topraktan yaratılmış varlıklardan başka bir şey değiliz… Ama bir kez sevdin mi tanrılaşırsın birdenbire, tertemiz olursun! Tıpkı yaratıldığın günkü gibi…”
Birden kesti konuşmasını. Hiç korkmadan yanına yaklaşan Lavruşka’ya bağırdı:
“Kim geldi yine? Defet her kimse, gitsin! ‘Vakti yok.’ de!”
Lavruşka direndi:
“Defet olur mu? Gelmesini siz emrettiniz. Bölük emini gelen, para istiyor!”
Suratını buruşturdu Denisof. Bağırmak istedi ama sonra vazgeçip sustu. Kendi kendine konuşur gibi:
“İş berbat!” dedi.
Rostof’a sordu:
“Cüzdanda kaç para kalmış?”
“Yedi eski, üç de yeni var…”
“Vay canına! Gerçekten berbat bir durum!”
Bunu söyler söylemez Lavruşka’ya dönüp bağırdı:
“Hey! Ne duruyorsun öyle korkuluk gibi? Kımılda biraz, bölük eminini gönder buraya!”
Rostof, kızarak “Rica ederim, Denisof…” dedi. “Parayı benden de alıp verebilirsin. Biliyorsun, benim param var…”
Denisof homurdandı âdeta: “Kendi adamlarımdan borç almak hoşuma gitmez!”
Rostof üsteledi: “Beni arkadaş olarak kabul edip de bu parayı gerçekten almazsan sana gücenirim!”
Sonra, “Doğru söylüyorum, benim param var…” diye tekrarladı.
Denisof, başını sallayarak kalktı yerinden.
“Olmaz dedim ya!”
Yastığın altından cüzdanı almak için karyolaya yaklaşırken sordu:
“Nereye koymuştun cüzdanı?”
“En alttaki yastığın altına…”
Bir süre arandı Denisof. Sonra sıkıntıyla söylendi:
“Yok yahu!”
İki yastığı da yere atmıştı. Cüzdan gerçekten de orada yoktu.
“Amma iş ha!” diye mırıldandı Denisof.
Rostof aramaya başladı bu sefer. Yastıkları kaldırıp silkerken “Dur bakalım…” dedi. “Belki yere düşürmüşsündür!”
Yorganı kaldırıp silkti. Hayır, cüzdan yoktu! Rostof, şaşkınlık içinde “Yoksa ben mi unuttum nereye koyduğumu?” diye söylendi kendi kendine. “Ama olamaz!”
Bir an düşündükten sonra, yine kendi kendine söylenir gibi:
“Hatta senin onu tıpkı bir hazine gibi başının altında sakladığını geçirmiştim aklımdan.” diye ekledi.
Denisof, Lavruşka’ya dönmüştü.
“Cüzdan nerede?” diye sordu öfkelenmeye hazır bir sesle.
Uşak hiç çekinmeden cevap verdi:
“Ben buraya girmedim ki! Nereye koyduysanız oradadır herhâlde…”
“Evet ama yok işte!”
“Sizler hep böylesinizdir zaten! Bir şeyi bir yere atar, sonra da unutursunuz. Ceplerinize baksanıza!”
Rostof, “Evet evet…” dedi. “O hazine meselesinden dolayı iyice hatırlıyorum. Yastığın altına koydum cüzdanı!”
Yatağın altını üstüne getirdi Lavruşka. Karyolanın, masanın altına baktı; her yeri aradıktan sonra da odanın ortasında dikilip kaldı… Hiç konuşmadan Lavruşka’nın hareketlerini izliyordu Denisof. Ama uşak, çaresizlik içinde ellerini iki yana açıp da paranın hiçbir yerde bulunmadığını belirtince Rostof’a döndü:
“Nikolay…” dedi. “Şaka yapmıyorsun ya?”
Denisof’un kendisine baktığını hissedince gözlerini kaldırmış, sonra da hemen tekrar yere indirmişti Rostof. Boğazının alt tarafında bir yerlerde toplanıp sıkışmış olan bütün kan, yüzüne ve gözlerine hücum etti bir anda, kıpkırmızı kesildi. Nefesi tıkanmıştı.
Lavruşka, “Odada Teğmen’den ve sizden başka hiç kimse yoktu…” dedi. “Buralarda bir yerde olması gerekli cüzdanın.”
Denisof da kıpkırmızı kesilmişti birden. Tehditkâr bir hareketle uşağa doğru atılarak “Bana baksana sen itoğlu!..” diye haykırdı. “Ara! Buluncaya kadar arayacaksın, anlıyor musun! Yoksa gebertirim seni! O cüzdan bulunacak! Hele bir bulunmasın gebertirim!”
Gözlerini Denisof’un gözlerinden kaçırarak ceketinin düğmelerini iliklemeye başlamıştı Rostof. Kılıcını beline taktı, kasketini geçirdi başına, gitmeye hazırlandı.
Bu arada Denisof, Lavruşka’yı omuzlarından sımsıkı yakalamış; sarsa sarsa duvara doğru itmekteydi.
“Sana söylüyorum! O cüzdan bulunacak, anlıyor musun! O cüzdan hemen şimdi bulunacak!”
Rostof kapıya yaklaştı. Gözlerini kaldırmadan “Bırak onu Deni-sof…” dedi. “Ben kimin aldığını biliyorum.”
Denisof, arkadaşının sözünü kavrayamamıştı ilkin. Durakladı bir an, düşündü. Sonra birden atılıp Rostof’u kolundan yakaladı sımsıkı.
“Saçma!”
Öyle bir bağırmıştı ki boynundaki ve alnındaki damarlar ip gibi kabarmıştı. Aynı şiddetle devam etti:
“Saçma diyorum! Çıldırmışsın sen! Böyle bir şeye katiyen izin vermem! Cüzdan burada, biliyorum! Ve derisini yüzeceğim bu alçağın!”
Korkudan tir tir titreyen Lavruşka’yı gösteriyordu.
“İşte o zaman göreceksin ki cüzdan hemen bulunur!”
Alçak ama heyecanlı bir sesle tekrarladı Rostof:
“Ben kimin aldığını biliyorum.”
Denisof, atılıp elini yakaladı Rostof’un.
“Sana söylüyorum…” dedi. “Bunu yapamazsın!”
Ama delikanlı şiddetle çekip kurtarmıştı elini. En büyük düşmanıyla karşı karşıyaymış gibi sınırsız bir öfkeyle baktı Denisof’un gözlerinin içine. Titrek bir sesle “Sen ne dediğinin farkında değilsin!” dedi. “Düşün: Bu odada benden başka kimse yoktu! Demek ki o değilse…”
“Tüh! Tanrı senin de hepinizin de belasını versin!”
Rostof’un evden çıkarken işittiği son söz bu olmuştu.
Dosdoğru Telyanin’in evine gitti Rostof. Teğmen’in emir eri karşıladı kendisini.
“Efendim evde yoklar…” dedi. “Karargâha gittiler.”
Sonra, genç subay adayının yüzündeki üzgün ifadeye şaşkın şaşkın bakarak sordu:
“Ters bir şey mi oldu yoksa?”
Kendisini hemen toparladı Rostof:
“Hayır, bir şey yok.” dedi.
Emir eri, “Hemen bir iki dakika önce gelmiş olsaydınız görüşebilirdiniz.” diye bir açıklamada bulundu.
Rostof hızla uzaklaştı.
Karargâh, Salzeneck’ten üç verst uzaktaydı. Eve dönmeden bir at alıp doğru oraya gitti Rostof. Karargâhın bulunduğu köyde, subayların devamlı gittikleri bir meyhane vardı. Telyanin’in atı da meyhanenin önünde bağlı duruyordu.
Meyhanenin ikinci odasındaydı Teğmen, önünde koca bir tabak dolusu sosis ve bir şişe şarapla oturmaktaydı. Rostof’un içeri girdiğini görünce kaşlarını olabildiği kadar yukarıya kaldırıp gülümsemeye çalışarak “Demek siz de buraya geldiniz, delikanlı!” dedi.
Rostof, “Evet.” diyebildi sadece.
Adama bu kadarcık bir şey söylemek bile ona çok zor geliyordu sanki. İlerleyip Teğmen’in yanındaki masaya oturdu.
İkisi de susuyordu şimdi. Odada onlardan başka iki Alman, bir de Rus subayı vardı. Hiç kimse konuşmuyor, tabaklara sürtülen bıçakların sesiyle Teğmen’in ağız şapırtısından başka ses işitilmiyordu.
Telyanin yemeğini bitirince iki gözlü bir cüzdan çıkardı; uçları hafifçe yukarıya doğru kıvrık, kısa, beyaz parmaklarıyla halkalarını açtı cüzdanın; içinden bir altın alıp çıkardı ve kaşlarını kaldırarak garsona uzatıp emreden bir sesle “Çabuk ol, lütfen.” dedi.
Altın, yeniydi. Rostof yerinden kalktı ve Telyanin’in oturduğu masaya yöneldi. Bir rüyada hareket eder gibiydi. Hemen hemen işitilmeyecek kadar alçak bir sesle konuştu:
“Cüzdanınıza bakabilir miyim?”
Telyanin, gözlerini her zamanki gibi oradan oraya kaydırarak ama kalkık kaşlarını indirmeksizin uzattı cüzdanını.
“Güzel cüzdandır, neme lazım…” dedi. “Evet, evet…”
Sonra birden sarardı nedense ve ekledi: “Buyurun bakın, delikanlı.”
Sadece eline almış olduğu cüzdana değil, içindeki paraya ve Telyanin’e de baktı Rostof. Teğmen, alışkanlığına uygun olarak, sürekli çevresine bakınmaktaydı. Aşırı şekilde neşeleneceği tuttu birden:
“Bir Viyana’ya gitsek de hepsini orada harcasam!” dedi. “Şimdi ise bu pis kasabalarda bunları gönül rahatlığıyla harcayabileceğin bir yer dahi yok!”
Sustu bir an. Sonra Rostof’un yüzüne bakmaksızın “Eh, verin bakalım delikanlı…” dedi. “Ben artık yavaş yavaş gideyim.”
Rostof cüzdanı elinde tutuyor ve susuyordu. Telyanin devam etti:
“Peki siz niye buraya geldiniz kuzum? Siz de yemek mi yiyeceksiniz yoksa? Eğer öyleyse hemen söyleyeyim, buranın yemekleri hiç de fena değil; sanırım beğeneceksiniz…”
Uzanıp cüzdanı tuttu.
“Şunu versenize lütfen…”
Rostof cüzdanı bırakmıştı. Telyanin’se onu pantolonunun cebine sokmaya çalışıyordu şimdi. Kaşları kayıtsız bir ifadeyle yukarı kalkmış, ağzı hafifçe açılmıştı. Bu hâliyle “Ne olmuş yani, cüzdanımı cebime yerleştiriyorum işte ve bu, çok basit bir iş, üstelik de hiç kimseyi ilgilendirmez!” der gibiydi etrafındakilere. İçini çekerek kalkık kaşlarının altından Rostof’un gözlerinin içine baktıktan sonra, “Eh, ne var ne yok delikanlı?” diye sordu.
Garip bir ışık, bir elektrik kıvılcımının hızıyla, Telyanin’in gözlerinden Rostof’un gözlerine, sonra da Rostof’un gözlerinden Telyanin’in gözlerine aktı. Bir anda olup bitmişti bu, bir an ya sürmüş ya sürmemişti. Ve Rostof, Telyanin’in elini yakaladı.
“Buraya gelin!”
Neredeyse sürükleyerek pencereye doğru götürdü onu. Bir an yüzüne baktıktan sonra kulağına eğilip “Bu paralar Denisof’un…” diye fısıldadı. “Onun paralarını hangi hakla aldınız?”
Telyanin itiraz edecek oldu önce:
“Ne? Ne?.. Nasıl olur? Bu ne cesaret? Siz bunu bana nasıl olur da?..”
Ama bu sözler zavallı, umutsuz bir çığlık, özür dileyen bir yakarıştan öte bir anlam taşımıyordu. Nitekim adamın sesini duyar duymaz Rostof’un ruhundaki ağır şüphe yükü bir anda kalkıp gitmiş gibi oldu. İçinde derin bir sevinç dalgalanıyordu şimdi. Aynı zamanda da karşısında kalakalan bu zavallı adama acıyordu. Ne var ki başladığı işi bitirmeliydi Telyanin, kasketini kaparak “Buradakiler kim bilir neler düşünür!” diye mırıldandı.
Yandaki boş odaya yürürken yine alçak bir sesle ekledi:
“Bu işi açık açık konuşmalıyız…”
Rostof kararlı bir sesle “Bunu biliyorum…” dedi. “İspat da edeceğim.”
“Ben…”
Başka bir şey söylemedi Telyanin. Korkulu, solgun yüzünün bütün kasları titremeye başlamıştı. Gözleri yine oradan oraya kayıyor ama bir türlü Rostof’un yüzüne bakamıyordu. Sonra hıçkırıklar arasında kaybolan sesi işitildi:
“Kont! Bir genci mahvetmeyin, ne olur!.. Alın bu paraları… Bu Tanrı’nın belası paraları… Alın bunları!”
Masanın üzerine fırlattı paraları.
“Benim yaşlı bir babam bir de anam var!” diye hıçkırdı.
Rostof paraları aldı. Telyanin’in yüzüne bakmaksızın ve tek bir şey söylemeksizin çıktı odadan. Çıkar çıkmaz da durdu ve hemen geri döndü. Gözlerinde yaşlar vardı.
“Ey Tanrı’m!” dedi. “Nasıl… Ama nasıl yapabildiniz bunu?”
Telyanin genç adama yaklaşıp elini uzatarak “Kont!” dedi.
Devam edecekti belki ama Rostof buna meydan vermedi. Geri geri çekilirken “Elinizi sürmeyin bana!” diyebildi ancak. “İhtiyacınız varsa alın bu paraları!”
Cüzdanı ona fırlatmış ve koşarak çıkmıştı meyhaneden.
V
Aynı günün akşamı Denisof’un evinde toplanan süvari bölüğü subayları arasında hararetli ve bir hayli çekişmeli bir konuşma oluyordu.
Uzun boylu, saçları ağarmaya yüz tutmuş, pala bıyıklı, buruşuk yüzünün çizgileri kalın Kurmay Yüzbaşı, heyecandan kıpkırmızı kesilen Rostof’a dönmüş, şunları söylemekteydi:
“Ben size diyorum ki Alay Komutanı’ndan özür dilemeniz gerekir Rostof!”
Kurmay Süvari Yüzbaşı Kirsten’di bu. İki kez yüz kızartıcı davranışlardan dolayı rütbesi indirilip erliğe döndürülmüştü ama her iki seferinde de başarı göstererek yeniden kazanmıştı rütbesini.
Rostof, “Hiç kimsenin yalan söylediğimi ileri sürmesine izin veremem!” diye bağırdı. “Apaçık bir durum var ortada! O bana ‘Yalan söylüyorsun!’ dedi, ben de ‘Siz yalan söylüyorsunuz!’ dedim ona. Hepsi bu kadar işte! Her şey apaçık! Şimdi… İstediği takdirde beni Tanrı’nın her günü nöbete koyabilir, beni hapse de atabilir. Ama ondan özür dilemeye beni bu dünyada hiç kimse mecbur edemez! Mademki o bir Alay Komutanı olarak bana tatmin edici bir cevap vermeyi onuruna yediremiyor…”
Kurmay Süvari Yüzbaşı, uzun bıyıklarını sakin sakin düzelterek kaim sesiyle “Canım, durun biraz, heyecanlanmayın hemen, beni dinleyin…” diye sözünü kesti Rostof’un. “Siz orada başka birtakım subayların da bulunduğuna bakmadan kalkmış; Alay Komutanı’na, bir subayın hırsızlık ettiğini söylemişsiniz, öyle değil mi?..”
“Konuşma başka birtakım subayların yanında olduysa suç benim mi? Belki onların yanında konuşmamam gerekirdi ama ben diplomat değilim ki! Zaten Süvari Alayı’na da burada böyle incelikler göstermek gerekmez sandığım için girdim. O da tutmuş, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyor bana! Bu durumda özür dilemesi gereken birisi varsa o kişi herhâlde ben değilim, kendisi!..”
“Bütün bu söyledikleriniz iyi güzel, aslanım. Burada hiç kimse de size bir ödlek gözüyle bakmıyor… Mesele başka… Hele sorun bakalım Denisof’a: Bir subay adayı, Alay Komutanı’nın kendisinden özür dilemesini isteyebilir mi?”
Süvari Yüzbaşı, sorusunu, Denisof’a bakarak tamamlamıştı.
Canı sıkılmış gibi bir tavırla, bıyığını ısırarak konuşmayı dinliyordu Denisof. Söze karışmak istemediği belliydi. Kurmay Süvari Yüzbaşı’nın sorusu üzerine, “hayır” anlamında başını sallamakla yetindi. Devam etti Kurmay Yüzbaşı:
“Siz tutmuş; Alay Kumandanı’na, orada başka birtakım subayların da bulunduğuna aldırış etmeksizin o pis işten söz açmışsınız. Bogdaniç de (Alay Komutanı’na Bogdaniç diyorlardı.) lafı ağzınıza tıkmış tabii…”
“Lafı ağzıma tıkmadı, yalan söylemekle suçladı beni…”
“Elbette öyle yapacak! Saçma sapan şeyler söylüyorsunuz adama… İşte bundan dolayı özür dilemeniz gerekir zaten!”
“Bunu katiyen yapmam.” dedi Rostof.
Kurmay Yüzbaşı ciddi ve sert bir tavra bürünmüştü şimdi:
“Doğrusu sizi anlamak güç yavrum…” diye başladı konuşmaya. “Özür dilemek istemiyorsunuz ama siz sadece ona karşı değil, bütün alaya karşı, ayrı ayrı her birimize karşı hem de her bakımdan suçlusunuz. Bu işte nasıl davranmak gerektiğini önceden biraz düşünseydiniz bari ya da bir bilene sorup danışsaydınız! Gelgelelim siz öyle yapmadınız. Ne yaptınız peki? Öbür subayların yanında, damdan düşer gibi içinizi dökmeye giriştiniz! Bu durumda Alay Komutanı ne yapsın? O subayı mahkemeye versin de koskoca alayın şerefine leke mi sürsün? Alçağın biri yüzünden bütün alayı hep utanç duyulacak bir duruma mı düşürsün? Söyleyin hadi! Sizce öyle mi yapsın yani?”
Yüzbaşı bir an sustu. Sonra da ciddileşerek “Bizler hiç de öyle düşünmüyoruz…” diye sürdürdü konuşmasını. “Bogdaniç’i kutlamak gerekiyor aslında! Doğrusu aşk olsun ona ki size, ‘Doğru söylemiyorsunuz…’ demiş! Hoşunuza gitmiyor ama siz kendiniz çanak tuttunuz yavrucuğum… Şimdi işi örtbas etmek istiyorlar. Sizse bilmem hangi saçma gerekçeye dayanarak özür dilemeye yanaşmıyor ve her şeyi ortaya dökme yoluna yöneliyorsunuz. Size nöbet tutturuyorlar diye alınıyor, yaşlı ve namuslu bir subaydan özür dilemeyi onurunuza yediremiyorsunuz! Çünkü Bogdaniç için ne denilirse denilsin, bir kere namuslu ve cesur bir albaydır. Öyleyken siz özür dilemeyi gururunuza yediremiyorsunuz. Ayrıca alayın lekelenmesi size vız geliyor!”
Kurmay Yüzbaşı’nın sesi titremeye başlamıştı:
“Siz alaya geleli, şunun şurasında kaç zaman oldu ki yavrucuğum? Bugün buradasınız, kabul ama yarın bir yaver olur, bilmem nereye gidersiniz… Böyle olduğu için de ‘Pavlograd subayları arasında hırsız var!’ denilmesi vız gelir size! Umurunuzda bile değildir bu, öyle değil mi? Hadi, söyleyin!”
Kurmay Süvari Yüzbaşı, delikanlının cevap vermesini beklemeden Denisof’a döndü:
“Öyle değil mi Denisof? Sen cevap ver. Yanılıyor muyum? Umurunda mı onun?”
Denisof hep susuyor, hiç kımıldamıyor; sadece arada bir, parlak siyah gözlerini Rostof’a çeviriyordu.
Yüzbaşı, Rostof’a döndü yeniden ve şöyle devam etti:
“Siz kendi bilmem neyinizi ön planda tutarak özür dilemek istemiyorsunuz. Alaya önem verdiğiniz falan yok! Oysa bizler… Bizim gibi alayda yetişmiş olup da hayata gözlerini -dilerim- yine alayda kapayacak olan yaşlılar için alayın şerefi, sizin aklınızın ucundan geçiremeyeceğiniz kadar büyük önem taşıyor! Bogdaniç de biliyor bunu. Gerçekten de o şeref bizler için ne denli değerlidir, bilseniz yavrucuğum! Hoş bir şey değil böyle inat etmeniz, hiç de hoş bir şey değil! İster gücenin ister gücenmeyin, orası sizin bileceğiniz bir iş ama ben her zaman doğru bildiğimi söylerim. İyi bir şey değil bu yaptığınız, inanın bana, katiyen iyi bir şey değil!”
Süvari Yüzbaşı ayağa kalkmış ve sırtını dönmüştü Rostof’a. Aynı anda Denisof yerinden fırlayarak “Doğru!” diye bağırdı. “Tanrı cezasını versin ki doğru!”
Sonra da Nikolay’a dönerek ekledi:
“Haydi Rostof! Haydi, kabul et şunu!”
Öbür subaylar da ısrar etmeye başlamışlardı. Rostof kızarıp bozarmakta, bir subaydan öbürüne çevirmekteydi bakışlarını. Kekeleyerek dert anlatmaya çalışıyordu:
“Hayır baylar, olamaz… Sanmayın ki ben… Gayet iyi anlıyorum ama benim hakkımda böyle düşünmekte haksızsınız… Ben… Benim için… Bir alayın şerefi uğruna… Konuşmak boşuna olur!.. Davranışlarımla ispatlayacağım ki benim için de sancağın şerefi… Evet evet, uzatmaya gerek yok, suç bende!”
Genç adamın gözlerine yaş dolmuştu.
“Tamam, suçluyum!” diye haykırdı. “Bütün suç bende, diyorum. Daha ne istiyorsunuz?”
Kurmay Süvari Yüzbaşı ona döndü ve kocaman eliyle delikanlının omuzuna vurarak “İşte bunu sevdim kont!” dedi.
Denisof bağırdı:
“Ben sana demedim mi mert çocuktur o!..”
Kurmay Yüzbaşı, genç adamın kontluk unvanını sanki Rostov o itirafı yaptığı için tekrarlıyormuş gibi “Evet, doğrusu buydu Kont!” dedi. “Şimdi artık gidip kumandandan özür dileyebilirsiniz Eksalans.”
Âdeta yalvaran bir sesle konuştu Rostof:
“Bakınız, baylar! İstediğiniz her şeyi yapmaya hazırım. İçinizden hiçbiri benden bir tek şikâyet dahi işitmeyecektir! Ama özür dileyemem! İnanın, elimden gelmez bu… İstediğinizi söyleyebilirsiniz ama gerçek böyle, ne yapayım! Gidip de küçücük bir çocuk gibi nasıl özür dilerim ben? Nasıl, hiç suçum yokken beni bağışlamalarını isterim? Yapamam bunu! Hayır, yapamam…”
Denisof gülmeye başlamıştı.
Kirsten, “Zararı bana değil, size…” dedi. “Bogdaniç kin güder. Korkarım, bu inatçılığınız size pahalıya patlayacak!”
Rostof, çeresizlik içinde ellerini yana açtı.
“Bunun inatçılık olmadığına sizi nasıl inandırabilirim, bilmem ki! Anlatamıyorum.”
Üstelemedi artık Yüzbaşı.
“Eh, artık orasını siz bilirsiniz yavrucuğum.” demekle yetindi.
Sonra Denisof’a dönerek sordu:
“O alçak herif nerede peki?”
Denisof’un öfkesi tazelenmişti. Dişlerinin arasından ıslık gibi çıkan bir sesle “Hasta olduğunu bildirmiş…” dedi. “Yarın izinli sayılacakmış.”
Kurmay Yüzbaşı acı acı gülümseyerek “Gerçekten de bir hastalıktan başka bir şey değil onunki…” dedi. “Başka türlü izah edilemez.”
Denisof yumruklarını sıkmıştı.
“Hastalık mı değil mi orasını bilmem artık!” diye homurdandı. “Ama gözüme görünmesin, yoksa gebertirim onu!”
Tam o sırada Jerkof girdi odaya. Subaylar onun çevresini aldılar. Biri merakla sordu:
“Seni hangi rüzgâr attı buraya?”
Genç subay telaşla “Yarın sefere çıkıyoruz baylar!” dedi. “Mack ve ordusu korkunç bir yenilgiye uğradı!”
“Şaka yapmıyorsun ya?”
“Adamı gözlerimle gördüm!”
“Ne? Mack’in kendisini mi gördün?”
“Sağ salim miydi yani?”
“Ellerinle dokundun mu? Yokladın mı bir güzel?”
“Sefere çıkıyoruz, sefere! Harekât başlıyor! Hadi bu güzel haber için bir şişe votka ikram edin ona!”
“Peki sen nasıl oldu da buraya düştün Jerkof?”
“O Tanrı’nın belası Mack yüzünden alaya geri verdiler! Mack cepheden sağ salim döndü diye kutladığım Avusturyalı General beni şikâyet etmiş, anlıyorsun ya…”
Gözü Rostof’a takılmıştı birden.
“Senin neyin var Rostof?” diye sordu. “Hamamdan çıkmış gibisin?”
Delikanlı kızararak cevap verdi:
“Sorma birader! İki gündür burada işler öylesine arapsaçına dönmüş durumda ki!”
Emir subayı içeri girdi o sırada ve Jerkof’un getirdiği haberin doğru olduğunu bildirdi. Emir vardı: Ertesi gün, harekât başlıyordu.
Bir heyecan dalgalandı havada:
“Sefere çıkıyoruz arkadaşlar, sefere!”
“Aman ne güzel! Küflenip kalacaktık yoksa burada!”
VI
Kutuzof, (Braunau’daki) İnn ve (Linz’deki) Traum ırmakları üzerinde kurulu köprüleri yıkarak Viyana’ya doğru geri çekilmekteydi. 23 Ekim günü Enns Irmağı’nı geçiyordu Rus orduları. Öğleden sonra ırmağın iki yakasına yayılmış olan kent, baştan başa Rus askerleriyle dolmuş bulunmaktaydı.
Ilık ve yağmurlu bir sonbahar günüydü. Köprüyü koruyan Rus bataryalarının durduğu tepenin üzerinden bakıldığında alabildiğine görünen manzara, bazen birdenbire eğri eğri yağmaya başlayan yağmurun tül gibi incecik perdesi altında âdeta silinip kayboluyor; bazen de perde güneş ışınlarının altında açılıverdiğinde ta uzaklara kadar parıldıyordu.
Aşağıda, tepenin altında küçük kent; beyaz evleri, kırmızı damları, kilisesi ve köprüsüyle olduğu gibi görünmekte; köprünün iki ucunda da gelen ve giden Rus birlikleri bir ırmak gibi uzanmaktaydı. Tuna’nın kıvrıldığı yerde gemiler, bir ada ve parkla çevrili bir şato vardı. Parkın iki tarafından Enns Irmağı’nın Tuna’ya dökülen suları akıyor; Tuna’nın çam ormanlarıyla örtülü kayalık sol kıyısının arkasında ta uzaklarda esrarlı yeşil tepeler, maviye çalan dar geçitler fark ediliyordu. Balta girmemiş duygusu uyandıran sık ormanın ortasında yükselen manastırın kuleleriyle ileride, Enns’in karşı yakasında, iyice uzaklarda, tepede, düşman devriyeleri görülmekteydi.
Yükseklerde, topların arasında, artçı kuvvetlerin komutanı olan bir generalle maiyet subayı, ellerinde uzun birer dürbünle araziyi incelemekteydiler. Biraz geride, bir topun kundağı üzerinde, Başkomutan tarafından artçı kuvvetlerin komutanına gönderilmiş olan Nesvitski oturuyordu.
Nesvitski’ye yol arkadaşlığı etmiş olan kazak, küçük bir çanta ile bir matara uzattı ona: Nesvitski, oradaki subaylara Rus böreği ile Alman şarabı ikram ediyordu. Kimi yere diz çökmüş kimi de ıslak otların üzerine bağdaş kurup oturmuş olan subaylar, sevinç içinde etrafını sarmışlardı. Nesvitski şöyle konuşmaktaydı:
“Evet, burada şato yaptıran Avusturyalı Prens hiç de budala değilmiş doğrusu! Güzel bir yer…”
Subaylardan birine sordu: “Siz neden yemiyorsunuz?”
Subay, böyle genel karargâhtan gelmiş önemli bir kişiyle konuşmaktan memnun olarak “İçtenlikle teşekkür ederim Prens…” diye karşılık verdi. “Gerçekten de çok güzel bir yer! Tam parkın önünden geçerken iki geyik gördük… Ayrıca şato da pek görkemli…”
Aslında uzanıp bir börek daha alabilmek için can atan ama utandığı için sözüm ona etrafı seyretmeye dalmış olan bir başka subay, eliyle karşıyı işaret ederek “Bakın Prensim, bakın…” dedi. “Bizim piyadeler oraya vardılar bile! Bilmem fark edebiliyor musunuz? Ta orada, köyün arkasındaki düzlükte, üç kişi bir şey sürüklüyorlar…”
Sonra o üç askerin yaptığını hoş gördüğünü belirten bir gülümseyişle ekledi: “Şatoyu soyacaklar neredeyse!”
Nesvitski de gülerek “Öyle öyle…” dedi. “Soyacaklar gerçekten!”
Sonra ağzındaki böreği rahatça çiğneyerek devam etti:
“Ama ben ne isterdim, biliyor musunuz? Taaa oraya tırmanmak!”
Tepede görünen kuleli manastırı işaret ediyordu gülümseyerek. Gözlerini kısmıştı:
“Ne hoş olurdu değil mi baylar?” diye sordu.
Subaylar gülüştüler.
“Hiç olmazsa o rahipleri korkuturdum! Dendiğine göre orada genç İtalyan kızları varmış… Gözünüzün önüne geliyor mu? Ben bu işe hiç çekinmeden ömrümün beş yılını feda ederdim!”
Subaylar arasında en cesaretlisi gülerek “Canları da kim bilir nasıl sıkılıyordur!” dedi.
Bu arada, önde duran maiyet subayı General’e bir şeyler göstermekte; General de dürbünle, gösterilen noktaya bakmaktaydı.
Çok geçmeden General dürbünü indirip omuzlarını silktikten sonra öfkeli bir sesle söylendi:
“Dediğim gibi oluyor işte, bakın! Tam olarak dediğim gibi… Bizimkiler ırmağı geçerken karşı taraf onları dövmeye başlayacak! Ne diye orada oyalanıp duruyorlar sanki?”
Irmağın öbür kıyısında mevzilenmiş olan düşman kuvvetleri ile bataryası, dürbünsüz de görülebilmekteydi. Bataryadan, süt beyazı bir duman yükseldi birdenbire. Dumanın yükselişini, uzaklardan gelen bir top sesi izledi. Aynı anda da ırmağı geçmekte olan Rus kıtalarının acele ettikleri fark edildi.
Oflaya puflaya doğrulup kalktı Nesvitski. Ağır adımlarla General’e yaklaştı gülümseyerek ve sordu:
“Bir şeyler yemek istemez miydiniz?”
Ona cevap vermeksizin kendi kendine söylendi General:
“İşler kötü! Geç kaldı bizimkiler…”
Nesvitski, “Derhâl oraya gitmemi emreder miydiniz Ekselans?” dedi.
General, daha önce etraflı bir şekilde verilmiş olan emri çabuk çabuk tekrarlamaya başlamıştı:
“Evet evet, rica ederim gidin ve söyleyin o süvarilere: En son olarak kendileri geçsinler, geçer geçmez de köprüyü emrettiğim gibi ateşe versinler. Köprüdeyken, ateşleme malzemesini yeniden gözden geçirmeyi ihmal etmesinler tabii!”
Nesvitski, selam vererek:
“Peki, efendim.” dedi.
Atını tutmuş bekleyen kazağa seslendi: Küçük çantayla matarayı kaldırmasını emretti. Sonra da ağır vücudunu çevik bir hareketle atın üzerinden aşırarak eyere yerleşti. Kendisine gülümseyerek bakan subaylara döndü, hareket etmeden önce “O rahiplere uğrayacağım!” dedi gülümseyerek.
Sonra önündeki patikadan yokuş aşağı inmeye başladı.
Topçu subayına seslendi General:
“Haydi bakalım! Güllelerinizi deneyin, nereye kadar gidebiliyorlar acaba? Hem böylelikle siz de can sıkıntısından kurtulmuş olursunuz biraz!”
Subayın sesi çınlattı ortalığı:
“Topçular, silah başına!”
Çok geçmeden de çoban ateşlerinin başından ayrılan topçular, sevinç içinde koşup gelmiş ve topu doldurmaya başlamışlardı. Hemen ardından subayın ikinci komutu yükseldi:
“Birinci top, ateş!”
Birinci top şiddetle geri tepti. Kulakları çınlatan madenî bir gürültü oldu. Gülle, tepenin altındaki Rusların başları üzerinden ıslık çalarak uçup düşmana varmadan çok daha gerilerde patlamıştı. Düştüğü yerde beyaz bir duman yükseliyordu şimdi…
Top sesi üzerine erlerin de subayların da yüzünde neşeli bir ifade belirmişti. Herkes yerinden fırlamış aşağıda, Rus ordusuyla yaklaşan düşman ordusunun hareketlerini izlemeye başlamıştı. O sırada güneş de bulutların arasından sıyrılmış olduğu için her şey pırıl pırıl görünmekteydi. Top ateşinin gümbürtüsü ile güneşin parlak ışınları el ele vermiş, insanlara canlılık aşılıyordu şimdi.
VII
Köprünün üzerinden iki düşman güllesi geçmişti bile. Her yanda itişip kakışmalar başlamıştı. Atından inmiş olan Prens Nesvitski, orta yerde, şişman vücudu parmaklığa âdeta yapışmış bir hâlde durmakta; gülerek başını çevirip birkaç adım geride atların dizginlerini tutan kazak üzerine bakmaktaydı… Prens biraz ilerlemeye görsün, erlerle arabalar hemen üzerine çullanıp onu yine parmaklığa doğru gerileterek sıkıştırıyorlardı. Bu durumda işi şakaya vurup gülmekten başka yapacak şey kalmıyordu. kazak, birdenbire “Kardeşim, ne biçim adamsın sen!” diye bağırdı.
Tekerleklerin ve atların yanına toplanmış olan piyadelerin üzerine arabasını sürmeye kalkan bir konvoy erine sesleniyordu. Var gücüyle devam etti bağırmaya:
“Ne biçim adamsın be birader! Biraz beklesen ölür müsün yani? Görmüyor musun, General geçecek!”
Ama nakliye eri, General’in sözüne de aldırmaksızın yolunu tıkayan erlere bağırmaktaydı:
“Hey! Hemşehrim! Şöyle çekilsene! Hemşehriler! Sola kayıverin, ne olur! Vardaaaa!”
Gelgelelim “hemşehriler” omuz omuza sımsıkı durmakta ve süngüleri birbirine takıla takıla, hiç ara vermeksizin köprünün üzerinden tek bir kitle hâlinde ilerlemekteydiler.
Prens Nesvitski, parmaklıklardan aşağı baktığı zaman; Enns’in pek de taşkın sayılamayacak, gürültülü, hızlı akan, birbirine karışarak yer yer kırılan, köprünün ayakları dibinde halkalar yaparak birbiriyle yarış eden dalgalarını görüyordu. Köprüye baktığında ise tıpkı o dalgalara benzeyen tekdüze, canlı er dalgaları çarpıyordu gözüne: kasketler, kılıflı tulgalar, sırtta çantalar, süngüler, uzun tüfekler, erlerin miğferleri altından görünen elmacık kemikleri, yanakları içeri çökük, kayıtsız ve bezgin bir ifade taşıyan çehreler, köprünün tahtalarını kaplayan yapışkan çamurun üzerinde hareket eden ayaklar… Bütün hepsi akıp gidiyordu. Bazen bu tekdüze er dalgalarının içinden, tıpkı Enns’in dalgaları arasında tek tük beliren beyaz bir köpük gibi sırtına yağmurluk geçirmiş olan ve yüzü de erlerin yüzlerine hiç benzemeyen bir subay meydana çıkmakta; arada bir, ırmağın sularında döne döne sürüklenen bir tahta parçası gibi köprünün üzerindeki piyade dalgalarının arasında yaya olarak giden bir süvari, bir arabacı ya da kentli biri görünmekte; bazen de ırmakta dört bir yanı sularla çevrili olarak sürüklenen bir kütük gibi tepeleme yüklenmiş, üstü derilerle örtülü bir bölük furgonu ya da bir subay arabası geçip gitmekteydi.
Durmuştu kazak. Umutsuz bir ifadeyle “Şuraya bakın!” dedi. “Sanki bir bent yıkılmış!”
Önünden akan insan seline sordu gelişigüzel:
“Daha çok insan var mı orada?”
Hemen yanı başından geçmekte olan, kaputu yırtık ama yine de neşesini yitirmemiş bir er, göz kırparak “Bir milyondan bir eksik!” dedi ve kalabalığa karışıp kayboldu.
Hemen yaşlı bir er aldı onun yerini. Ve yaşlı er, somurtarak yanındaki arkadaşına genel durum hakkındaki fikrini açıkladı:
“Hele o (“O” dediği, düşmandı.) şimdi köprüyü bir ateşe tutsun da gör bak, başını kaşıyacak vakit bulabiliyor musun!”
Yaşlı er de gelip geçti böylece. Onun arkasından bir başka er, arabayla geliyordu. Bir üçüncü er de onun ardından koşmakta, arabanın arka tarafını araştırarak sormaktaydı:
“Nereye soktun ayağıma sardığım o çaputları?”
İşte böylece o arabalı er de gelip geçti. Onun arkasındansa içkili oldukları her hâllerinden belli erler geliyordu neşe içinde. Aralarından biri kaputunun yakasını yukarıya kaldırmıştı ve sevinçle elini kolunu sallayarak şöyle diyordu:
“Dipçiği kaldırdığı gibi suratının orta yerine öyle bir indirdi ki deme gitsin!”
Bir başka er, kahkahalarla gülerek “Ne sandındı ya?” diye karşılık veriyordu. “Domuz salamı dediğin işte böyle olur!”
Nesvitski dipçiğin kimin suratına indirildiğini ve domuz salamından neyin kastedildiğini anlayamadan onlar da geçip gittiler.
Bir onbaşı öfkeyle söyleniyordu:
“Amma da acele ediyorlar! Varıp baksan, onlar mermiyi boşa attıklarını düşünüyorlardır! Bunlarsa bizi toptan kırıp geçireceklerini sanarak kaçışmaktalar…”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lev-tolstoy/savas-ve-baris-i-cilt-69428458/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Rahip Sylvestre, Domostroi’da, Asyavari törelerin hüküm sürdüğü XVI. yüzyıl Rusya’sının bir tablosunu çizer. Orada; malikâneleri kapatılmış ve boyunduruk altındaki kadınlarını, çocuklarını ve kölelerini sopayla eğiten aile babalarını, ince uzun kayışları ve demirden ya da tahtadan yapılmış bir başka araçları görürüz. Saltitçika, 1771’de Moskova’da çok garip bir şekilde, Vali Saltikof tarafından bastırılmış olan halk ayaklanmasının adıdır.
2
Çift ad örnekleri: Kuzmin-Karayef, Golonisçev-Kutuzof, Muravief-Karski vb.
3
Rostopçin’in Moskova’nın batısındaki malikânesi.
4
Bu eserin birinci bölümünün ve Schöngraben Savaşı’nın tasvirinin yayımlanmasından sonra, Nikolas Muravief-Karski’nin bu tasvir konusundaki görüşü bana aktarıldı ve onun söyledikleri, inancımı daha da pekiştirdi. Bir Başkomutan olan N. N. Muravief, kişisel tecrübelerinin, bir savaş boyunca Başkomutanın emirlerini olduğu gibi uygulamanın imkânsız olduğuna kendini inandırmış olduğunu söylüyordu.
5
1812 olayları üzerine yazmış olan herkesin, bu olaylarda çok özel ve alın yazısına benzer bir şey gördüklerini belirtmek gerekir. (y.n.)
6
“Eveeet, Prensim, Cenova ve Lucques, Buonaparte ailesinin birer hasından, birer yurtluğundan başka bir şey değiller artık. Yooo, sizi hemen uyarayım ki bana savaşa gireceğimizi söylemediniz ve bu deccalin -inanın, ne söylediğimi biliyorum ve inanarak söylüyorum- bütün alçaklıklarını, bütün iğrenç canavarlıklarını örtbas etmekte diretecek olduğunuz takdirde sizi defterden silerim; benim dostum, kendi deyişinizle, sadık hizmetkârım olmazsınız artık. Pekâlâ pekâlâ, hoş geldiniz. Sizi korkuttum herhâlde, oturun ve anlatın bakalım.”
7
Sayın Kont hazretleri (ya da Prensim), yapacak daha iyi bir şeyiniz yoksa ve geceyi zavallı bir hasta kadının evinde geçirmek ihtimali sizi pek fazla korkutmuyorsa saat yedi ile on arasında aramızda bulunmanız beni mutlu kılacaktır. Annette Şerer.
8
“Aman Tanrı’m, bu ne şiddet!”
9
“Her şeyden önce sağlığınız nasıl onu söyleyin bana, sevgili dostum.”
10
“İtiraf edeyim ki bütün bu toplantı ve eğlenceler gittikçe tatsızlaşmaya başladı.”
11
“Üzmeyin beni, ne olur. Ne diyecektim? Eveeeet! Novosiltzof’un telgrafı konusunda nasıl bir karar alındı kuzum? Siz her şeyi bilirsiniz.”
12
“Nasıl bir karar?.. Bonapart’ın bütün gemilerini yakmış olduğu kararına varıldı ve öyle sanıyorum ki biz de şu anda kendi gemilerimizi yakmaktayız.”
13
“Bir tuzaktan başka bir şey değil Prusyalıların o ünlü tarafsızlığı.”
14
“Sırası gelmişken (söyleyeyim), son derece ilginç iki konuğum var bu akşam: Biri, Mortemart Vikontu, Fransa’nın en büyük ailelerinden biri (olan) Rohanlar tarafından Montmorencylerle akrabadır. (…) Öbürü de Rahip Morio.”
15
Ana İmparatoriçe.
16
“Söylendiğine göre zavallının biriymiş o baron.”
17
“Sayın Funke Baronu, İmparatoriçe’ye kız kardeş; tarafından tavsiye edilmiş bulunuyor…”
18
Yakın ilgi.
19
“Gelelim sizinkilere, biliyor musunuz ki kızınız ortaya çıkmaya başlayalı beri, bütün yüksek sosyetenin hayranlığını kazanmış durumda? Gün ışığı kadar güzel buluyorlar onu.”
20
“N’eylersiniz? Lavater (bu durumu) bilse bende babalık yeteneği olmadığını söylerdi.”
21
Budala.
22
“Sadık hizmetkârınızım ben sizin ve bunları ancak size itiraf edebilirim. Çocuklarım, hayatım boyunca bana köstek oldular. Benim çilem de bu. Durumumu böyle görüyorum işte. N’eylersiniz?”
23
“Evlilik hastasıdırlar.”
24
Genç kız.
25
“Bizim akrabalarımızdan biri, bir Bolkonski Prensesi.”
26
“İşte baba olmanın keyfi!”
27
“Zavallı kızın mutsuzluğunu bilemezsiniz!”
28
“Dinleyin, sevgili Annette…” dedi. “Bu işi hallettiğiniz takdirde, ölünceye kadar sizin en sadık hizmetkârınız olurum.”
29
“Durun hele.” dedi. “Meseleyi bu akşam Lise’e (genç Bolkonski’nin karısı) açabilirim. Öyle sanıyorum ki bu iş kolayca yoluna girecektir. Kız kurularına özgü çöpçatanlık öğrenimime sizin aileden başlamış oluyorum böylece.”
30
Petersburg’un en çekici kadını.
31
Teyzem…
32
“El işimi de getirdim.”
33
“Dikkat edin, Annette, muziplik yapmayın bana ne olur. Teklifsiz bir akşam toplantısı, diye yazmışsınız bana. Bakın, buna güvenerek nasıl alelacele giyinip koştum.”
34
“Hiç endişelenmeyin Lise, en güzel sizsiniz ve daima siz kalacaksınız.”
35
“Biliyor musunuz, kocam terk ediyor beni, gidip kendisini öldürtecek.”
36
“Söyler misiniz bana lütfen, bu iğrenç savaş da nereden çıktı?”
37
“Ne tatlı, ne cici bu Küçük Prenses böyle.”
38
Meratip silsilesi: Hiyerarşi. (e.n.)
39
“Zavallı bir hasta kadını ziyarete gelmekle çok kibar bir davranış sergilediniz, Bay Piyer.”
40
XV. Louis’ninkine benzer.
41
“Ah, ne olur, anlatın bize bunu Vikont!”
42
“Anlatın bize bunu.”
43
“Aziz İmparator’umuz tarafından huzura da kabul edildi Vikont.”
44
“Kusursuz bir hikâye anlatışı vardır Vikont’un.”
45
“Göreceksiniz, ne kadar hoşsohbet bir insan.”
46
Sevgili.
47
“Ne güzel kadın bu, ey Tanrı’m!”
48
“Hanımefendi, böyle bir dinleyici karşısında, korkarım ki yeteneklerim yetersiz kalır.”
49
“Beni bekleyin lütfen, işliğimi alıp geliyorum.”
50
“Ne düşünüyorsunuz kuzum öyle? İşliğimi getirin bana.”
51
Sevimli Hippolyte.
52
“Umarım, bu bir hayalet hikâyesi değildir?”
53
“Hayalet hikâyelerinden nefret ederim de…”
54
Ürkek bir orman perisinin bacağı.
55
“Enfes.”
56
Devletler hukuku.
57
“Geçmişteki o iyi yürekli çocuk olun.”
58
Sevgili
59
“Muhafız Alayı’na geçtikten sonra da…”
60
“Görüşmek üzere.”
61
Vasili.
62
“Milano’daki taç giyme…”
63
“Peki ya Cenova ve Lucques halklarının gelip Bay Bonapart’a iyi dileklerini sunma ve biat etme komedisine ne buyurulur? Tahtına kurularak ulusların iyi dileklerini kabul eden Bay Bonapart! Harika, değil mi! Yoo yooo, inanın çıldırası geliyor insanın! Sanırsınız ki bütün dünya aklını oynatmış.”
64
“Bu tacı bana Tanrı verdi, ona el sürenin vay hâline!”
65
“Dendiğine göre, bu görkemli sözleri söylerken çok yakışıklıymış.”
66
“Umarım bu, bardağı taşıran damla yerine geçer. Her şeye meydan okuyan bu adama daha fazla tahammül edemez hükümdarlar.”
67
“Hükümdarlar mı? Rusya’dan söz etmiyorum. Hükümdarlar dediniz, öyle değil mi efendim? XVI. Louis için, kraliçe için, Madam Elisabeth için; söyler misiniz, ne yaptı hükümdarlar?”
68
“Hiç. Ve inanın bana, bugün bu hükümdarlar, Bourbonların davasına ihanet etmelerinin cezasını çekiyorlar. Hükümdarlar, öyle mi? Taht hırsızına büyükelçileriyle övgü yağdırıyor şimdi o hükümdarlar!”
69
“Üzerinde gök mavisi ağızlar olan ince çubuk: Conde Hanedanı.”
70
“Sayın Vikont.”
71
“Bonapart’ın sözleri var.”
72
“Şan ve şeref yolunu gösterdim onlara, sırtlarını döndüler bekleme odalarımı açtım, hemen doluştular… Bilmem, bunu söylemekte ne derece haklıydı.”
73
“Hiçbir hakkı yoktu.”
74
“Bazı kimseler için bir kahraman olmuş olduğunu kabul etsek bile, Dük’ün öldürülüşünden beri gökyüzünde bir şehit arttı, yeryüzünde ise bir kahraman eksildi.”
75
“Tanrı’m! Ulu Tanrı’m!”
76
“Nasıl Bay Piyer, adam öldürtmeyi bir ruh asaleti olarak mı kabul ediyorsunuz?”
77
“İlginç!”
78
Fransız Devrimi. (e.n.)
79
Hep şu Toplum Sözleşmesi…
80
“Ama Sayın Bay Piyer…”
81
Beyefendi.
82
“Bir büyük adamın davranışına hiç mi hiç benzemeyen bir el çabukluğuyla hırsızlık gösterisidir bu.”
83
“Ne de olsa ayaktakımından gelme bir adam işte…”
84
“Az kaldı unutuyordum! Bugün bana, Moskova’da geçmiş bir olay anlattılar ki bir harika! Size mutlaka anlatmalıyım, bu ziyafetten yoksun kalmanızı istemem. Beni bağışlayın Vikont, Rusça anlatmam gerekiyor hikâyeyi. Yoksa tadı kalmaz.”
85
“Bir hanım varmış Moskova’da.”
86
Üniformalı refakatçi uşak.
87
Bir oda hizmetçisi.
88
“Ziyarette bulunmaya…”
89
Tatlı toplantı.
90
“O iş tamamdır.”
91
“Babanın bu teklifi nasıl karşıladığını…”
92
“Yine görüşmek üzere Prenses.”
93
“Güle güle.”
94
“Sizi kutlarım, azizim; Küçük Prenses’iniz bir harika!”
95
“Evet bir harika!”
96
“Ve kusursuz bir Fransız sanki!”
97
“Masum delikanlı havası da size pek yaraşıyor doğrusu.”
98
“Kocasına da acımamak elde değil hani! Hele basit bir subaydan başka bir şey olmadığı hâlde, bir hükümdar edasıyla ortada dolanıp durduğunu gördükçe!”
99
“Fransız kadınlarının eline su bile dökemeyeceğini söylersiniz bir de Rus kadınlarının.”
100
“Oysa daima ve her yerde at binenin, kılıç kuşananındır.”
101
Azizim.
102
“Ünlü Prens Andrey demek bu?”
103
“Şerefim üzerine yemin ederim ki doğru!”
104
“Ne olur o yolculuktan söz açmayın bana, lütfen söz açmayın! Sözünün edildiğini dahi işitmek istemiyorum…”
105
Andrey.
106
“Korkuyorum, korkuyorum!”
107
“Neden korktuğunuzu…”
108
“Hayır, Andrey; tanınmayacak kadar değiştiğinizi söylüyorum ben.”
109
“Tanrı’m, ulu Tanrı’m!”
110
“İyi akşamlar, Lise.”
111
“Pek sevimli bulurlar beni ve pek ince alaycı bulurlar.”
112
“Bütün o seçkin kadınların…”
113
“İşi bitmişin biriyim ben.”
114
“Bir piçim!”
115
“Adsız ve bahtsız…”
116
“N’eylersiniz, azizim.”
117
“Kadınlar aziz dostum, kadınlar!”
118
“Kadınlar kadın olsa…”
119
“Kuragin’in kadınları, kadınlar ve şarap!”
120
Emperyal: Çarlık döneminin Rus altını. (ç.n.)
121
Azizem ya da azizim.
122
“Sevgili Kontes, ne kadar zaman oldu…”
123
“Hastaydı zavallı yavrucak, yataktan başını kaldıramıyordu…”
124
“Razumovskilerin balosunda…”
125
“Ve sonra Kontes Apraksin…”
126
“Nasıl mutlu oldum bilseniz…”
127
“Laf aramızda…”
128
“Her şeyin bir zamanı vardır, güzelim.”
129
İlya.
130
“Bonjur, güzelim; kutlarım sizi.”
131
“Ne şeker çocuk bu!”
132
Kontes Apraksin.
133
Anne.
134
Yeğenine.
135
“Yeğenlik, tehlikeli yakınlık.”
136
Sırdaş
137
Madame de Genlis: Napolyon döneminde yaşamış ve yakın çevresi ile dostlarını İmparator’a, jurnal ederek hazin bir üne kavuşmuş olan, soylular sınıfından bir Fransız hanımı. (ç.n.)
138
“Azizem.”
139
“Bütün her şey tozpembe değil.”
140
“Bu gidişle…”
141
Anna.
142
“Prenses falanca.”
143
“Kur yapmıştı bana.”
144
“Eriştiği mevkiler başını döndürmemiş katiyen.”
145
Natalya.
146
Tam anlamıyla.
147
“Sevgili dostum!”
148
“Canım oğlum Boris.”
149
“Canım.”
150
“Yavrum!”
151
“Sevgili yavrum, bana söz verdiniz.”
152
“Yani olumlu, diyorsunuz?”
153
“Errare humanum est (Beşer şaşar.), Prensim. Ama?..”
154
“Anlaşıldı, evet. Anlaşıldı.”
155
Natalya.
156
“Natalya’nın nasıl olup da o hödükle evlendiğine bir türlü akıl erdiremedim gitti! Alabildiğine ahmak ve gülünç bir adam. Denildiğine göre, kumarbazmış da.”
157
“Ama çok mert bir insan, Prensim.”
158
“Boris vaftiz oğludur da…”
159
Sevgili.
160
“Düşünün ki ruhunun selameti buna bağlı… Ey Tanrı, ne korkunç şeydir bir Hristiyan’ın görevleri!”
161
“Ah hayatım! Az kaldı sizi tanıyamayacaktım.”
162
“Daha henüz geldim. Şimdi artık amcacığıma bakmak konusunda sizlere yardım edebilirim. Düşünüyorum da kim bilir nasıl acı çekmişsinizdir…”
163
Hayatım.
164
“O delikanlıyı başımdan alacak olursanız memnun kalırım.”
165
“Günaydın, kuzenim.”
166
“Beni tanımadınız mı yoksa?”
167
“Azizim, eğer burada da Petersburg’da yaptıklarınızı yapmaya kalkışırsanız sonunuz çok kötü olur; size bütün söyleyeceklerim bundan ibaret.”
168
“İngiltere yaşadı. Bay Pitt ise ulusuna ve insan haklarına ihanet etmiş olduğu için mahkûm edilmiştir…”
169
Bayan Jacquot.
170
“Hoşça kalın, Prensim, Ulu Tanrı yardımcınız olsun…”
171
“Güle güle, sevgili dostum…”
172
“Madera şarabıyla yapılmış sote…”
173
“Sevgilim!”
174
“Anna…”
175
Dehşet ejderha.
176
“Pek saygıdeğer dostum…”
177
“Devletin sırtından bir gelir elde etmek hesabındasınız…”
178
“Dengesi yerinde…”
179
“Atasözünün dediği gibi.”
180
“Evet, hanımefendi…”
181
“Hayır, hanımefendi.”
182
“Razumovskiler…”
183
“O kadar güzeldi ki…”
184
“Çok lütüfkârsınız…”
185
“Kontes Apraksin…”
186
Kaplumbağalı.
187
“Avusturya’nın burnunu kırdı işte. Bizim de en sonunda aynı akıbete uğramamızdan korkarım.”
188
“Atasözünü bilir misiniz?”
189
“Bu, bizim hâlimize tam denk düşüyor.”
190
“Pestili çıkarcasına.”
191
“Sorarım size!”
192
“Söylediğiniz çok güzel bir şey…”
193
“Kuzenim benim…”
194
Trepak: Çok hızlı oynanan bir Rus dansı.
195
“Çok güzel Prenses, çok güzel. Ve insan Moskova’ya gelince kendini kırda sanıyor…”
196
“Değil mi!”
197
“Bir tutam cremor tartari…”
198
“Kuzenim.”
199
“Konuşalım.”
200
“Bir posta beygiri kadar bitkinim.”
201
Güzelim.
202
“Ama benim zavallı Katişçiğim, gün gibi açık bir şey bu.”
203
“Bir piç…”
204
“Ve bunun sonucunda meydana gelen her şeyin…”
205
“Hadi.”
206
“Aklımızı konuşturalım!”
207
“Koruduğunuz hanımın.”
208
“Vakit kaybetmeyelim.”
209
“Gördün mü bak!”
210
“Ah, yavrucuğum!”
211
“İnanınız ki ben de sizin kadar acı çekiyorum ama metin olunuz!”
212
“Ah, yavrucuğum, size karşı birtakım haksızlıklar yapılmış olabilir, bunları unutunuz, düşününüz ki o sizin babanızdır… Belki de can çekişmekte.”
213
“Sizi daha ilk görüşte kendi oğlum gibi sevdim. Bana güvenin Piyer. Çıkarlarınızı unutmam.”
214
“Metin olunuz, yavrucuğum, ben çıkarlarınızı gözeteceğim…”
215
“Bu genç, Kont’un oğludur, Sayın Hekim…”
216
“Umut var mı?”
217
“Kendinizi Tanrı’nın koruyuculuğuna emanet ediniz…”
218
“Metin olunuz dostum, metin olunuz. Sizi görmek istemişti. Ne iyi…”
219
“Yarım saat önce bir kriz daha geçirdi. Metin olunuz, dostum…”
220
“Tanrı’nın iyiliği tükenmez. Kutsal, yağ sürme töreni başlıyor şimdi. Gelin benimle.”
221
“Geliniz.”
222
“Uyudu, çıkalım artık.”
223
“Katiş küçük salonda çay hazırlattı.”
224
“Hadi, Anna Mihailovnacığım, bir şeyler yiyip için yoksa yorgunluğa dayanamazsınız.”
225
Küçük salon.
226
“Uykusuz bir geceden sonra, insanı bu enfes Rus çayı kadar zinde tutan hiçbir şey yoktur.”
227
“Kuzum Anna Mihailovna, bırakın Katiş’i ne istiyorsa yapsın.”
228
“Yalvarıyorum size…”
229
“Kuzenim?”
230
“Gülünç bu!”
231
Hadi.
232
“Ama Prensim…”
233
“O ölüyor ve siz beni yapayalnız bırakıyorsunuz!”
234
“O artık yok.”
235
“Götüreyim sizi, haydi. Ağlamayı deneyin. Birkaç damla gözyaşı kadar insanı rahatlatan bir şey yoktur.”
236
“Evet sevgili yavrum, hepimiz için büyük bir kayıp bu!”
237
“Sizden söz etmiyorum. Tanrı size yardım edecektir. Gençsiniz ve bu yaşta çok büyük bir servete sahip oldunuz. Umarım, bu konuda yanılmıyorumdur. Gerçi vasiyetname açılmadı henüz. Yeterince tanıyorum sizi ve biliyorum ki bu durum başınızı döndürmeyecektir. Ama yine bu durum size belirli birtakım ödevler de yüklüyor. Dolayısıyla da erkeklere yakışır bir şekilde davranmanız gerekmekte.”
238
“Ben orada bulunmamış olsaydım başımıza kim bilir neler gelirdi? Bunu belki bir gün sırası gelir de söylerim size yavrum… Biliyor musunuz ki daha evvelki gün Kont, Boris’i unutmayacağını söylemişti bana. Ama vakti yokmuş işte. Babanızın ödev bildiği bir şeyi sizin yerine getireceğinizi umuyorum sevgili çocuğum.”
239
“Acı bir şey bu ama iyi yanı da var: Kont ile asil ruhlu oğlu gibi insanların yaşadığını görmek insanı yüceltiyor.”
240
Prusya Kralı.
241
“Baba.”
242
“Demek siz de mektup yolluyorsunuz Prenses. Ben çoktan yolladım kendi mektubumu! Anneciğime yazmıştım.”
243
“Sizi uyarmam gerekiyor Prenses, Prens tartıştı yine…”
244
“Mihail İvanof’la tartıştı. Keyfi iyice kaçmış durumda, suratı bir karış! Benden söylemesi, gerisi sizin bileceğiniz iş…”
245
“Bakın, sevgili dostum.”
246
“Babamın ruhi durumlarından bana katiyen söz etmemenizi rica etmiştim sizden. Onun hakkında hüküm vermek bana düşmez. Bunu başkalarının yapmasını da istemem!”
247
“Ama bu başlı başına bir saray!”
248
“Hadi çabuk, gidelim…”
249
“Mariya çalıyor, öyle değil mi? Sessizce yürüyelim de sürpriz yapalım ona.”
250
“Prenses için ne büyük bir mutluluk bu, bilseniz!”
251
“Nihayet geldiniz işte! Kendisine haber vermeliyim.”
252
“Hayır, hayır, lütfen…”
253
“Matmazel Bourienne’siniz siz, görümcem sizi çok seviyor, sizi o anlattı bana hep.”
254
“Hiç beklemiyor bizi!”
255
“Ah güzelim!”
256
“Ah Mariya!”
257
“Bu gece rüyamda gördüm sizi…”
258
“Demek bizi beklemiyordunuz?”
259
“Mariya! Zayıflamışsınız siz…”
260
“Siz de tam tersine kilo almışsınız.”
261
“Prenses’i görür görmez tanıdım.”
262
“Ben de hiç tanımayacağınızı sanıyordum!”
263
“Ah, Andrey! Sizi henüz görüyorum…”
264
Sulu göz.
265
Ciddi.
266
“Beni burada bırakıyor, nedenini Tanrı bilir. Hem de terfi edebileceği bir sırada…”
267
Burada Prens, Napolyon’a karşı uygulanmak üzere General Winzengerode tarafından hazırlanan planı anlatmak istiyor. Michelson ile Tolstoy, Rus ordusunda görevli komutanlardandı ve Fransız ordusuna değişik yönlerden saldırmakla yükümlüydüler. Yükümlülüklerini de yerine getirdiler. Ama Napolyon’un Austerlitz Zaferi’ne engel olamadılar.
268
Malbrough savaşa gider, Tanrı bilir ne vakit döner! Eski bir Fransız şarkısının nakaratı. (e.n.)
269
“Tanrı bilir ne vakit döner!”
270
“Bu kadar gülünç olmak!”
271
“Kontes Apraksin’in de kocası öldü. Bilseniz ne çok ağladı kadıncağız, gözlerinin pınarları kurudu.”
272
Avusturya İmparatorluğu’ndaki Saray Askerî Şûrası’na Hofkricgstrat denilmekteydi. Suvorof, Avusturyalılarla aynı safta çarpıştığı için onların kurallarına uygun şekilde hareket ediyordu. Burada, yenilgiyi bu duruma bağlayan Prens Bolkonski, Hofkriegsrat sözcüğünü “Saray Askerî Selam Şûrası” anlamına gelen Hofkriegswurtschnapsrat şekline dönüştürerek Avusturyalılarla alay ediyor. (e.n.)
273
“Matmazel Bourienne.”
274
“O haydut İmparator’unuzun işte bir hayranı daha!”
275
“Biliyorsunuz ki ben Bonapartçı değilim, prensim.”
276
“Tanrı bilir ne vakit döner…”
277
“Babanız ne kadar zeki bir adam! Belki de bundan dolayı o kadar korkutuyor beni…”
278
“Altın gibi bir karınız var!..”
279
“Anlamak, affetmektir.”
280
“İmkân bakımından.”
281
“Babam.”
282
“Sokakta.”
283
“Babam.”
284
“Tapınırcasına saygı.”
285
“Ah dostum!”
286
“Babam”
287
Pud: 16 kilogramlık bir ağırlık ölçüsü. (e.n.)
288
“Teşekkür ederim, dostum.”
289
“Andrey eğer imanınız olsaydı, şu anda yoksun bulunduğunuz sevgiyi yüreğinize doldurması için Tanrı’dan dilekte bulunurdunuz ve duanız kabul edilirdi…”
290
“Odanızda olduğunuzu sanıyordum sizin!”
291
“Yok ama şöyle bir canlandırın hayalinizde, saçlarında takma bukleler ve ağzında takma dişlerle, meydan okurcasına duran ihtiyar Kontes Zubova’yı… Ha ha ha Mariya!”
292
“Hemen, şimdi mi Andrey?”
293
“Elveda, Mariya…”
294
Sarafan: Rusya’da kadınların ulusal kıyafeti.
295
“Karşınızdaki adam, talihsiz Mack’tır.”
296
“Tanrı’m, ne aptal!”
297
“Kırk bin kişi kılıçtan geçirilmiş, müttefiklerimizin ordusu yok edilmiş ve siz hâlâ gülebiliyorsunuz. Kendinize dost edindiğiniz o kimse gibi serseri birisi yapabilir bunu ama siz yapamazsınız! Hayır, siz gülemezsiniz!”
298
“İyi sabahlar!”
299
“Çok çalışkansınız!”
300
“Yaşasın Avusturyalılar! Yaşasın Ruslar! Yaşasın İmparator Aleksandr!”
301
“Ve bütün dünya yaşasın!”
302
“Ve de yaşasın bütün dünya!”