Robensonlar Mektebi

Robensonlar Mektebi
Jules Verne
Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız.

Jules Verne
Robensonlar Mektebi

1. BÖLÜM
AÇIK ARTIRMAYLA SATILAN ADA
Satış memuru Dean Felporg, nefes almadan bağırıyordu:
“Peşin parayla satılık ada! Masraflar alıcıya aittir! Ada, son arttıranın olacaktır!”
Tellal Gingrass da kalabalığın arasında dolaşarak, durmadan:
“Satılık ada! Satılık Ada!” diye bağırıyordu.
Sacramento Caddesi 10 numaradaki büyük müzayede salonu, en canlı, en hareketli günlerinden birini yaşıyordu. O gün orada sadece Kaliforniyalılar değil San Fransisko’ya çeşitli sebeplerle gelmiş olan çeşitli eyaletlere mensup, çeşitli milletten iş adamları ve meraklılar da bulunuyordu. Şunu da vakit geçirmeden ilave edelim ki, artık bu şehir, 1849’la 1852 yılları arasında olduğu gibi, altın arayıcılarının dinlenmek için konakladıkları basit bir kervansaray kasabası değildi. Yirmi küsur sene içinde mühim gelişmeler olmuş San Fransisko, Batı Amerika’nın rakipsiz bir ticaret ve endüstri merkezi hâline gelmişti.
O gün hava çok soğuktu. Fakat, salonu dolduranlar bunu fark etmiyorlardı. Bütün yüzlerde sonsuz bir merakın derin izleri görünüyordu. Satış memurunun ve tellalın bağırışlarına aldırış etmiyorlardı. Zaten, Hükûmetin garip bir kararla satışa çıkarttığı, Büyük Okyanus’taki işe yaramayan boş bir ada kimin işine yarardı? Bir insanın ne kadar zengin olursa olsun, böyle bir şeyi düşünebilmesi için muhakkak deli olması lazım değil miydi? Orada bulunanlar, tespit edilen fiyatın bir kuruş bile arttırılmayacağına inanıyorlardı. Herkes gülüyor, şakalaşıyor, fakat satışa iştirak etmiyordu.
Tellal Gingrass durmadan bağırıyordu:
“Satılık bir ada! Satılık bir ada! Çevresi yüz yirmi kilometre! Yüzölçümü doksan bin hektar!”
Bir Meksikalı, içkiden kısılmış, alaycı bir sesle Gingrass’a sataştı:
“Acaba adanın dibi sağlam mı? Sakın sulara gömülüp batmasın?”
Tellal, bu sataşmaya aldırış etmeden bağırmaya devam ediyordu:
“Balta girmemiş ormanlarıyla, çayırlarıyla, tepeleriyle, dereleriyle Satılık Ada!”
Bir Fransız, satış memuru Felporg’a sordu:
“Garanti veriliyor mu?”
Pişkin bir adam olan Pelporg, bu sualin altında gizli olan alayı anlamazlıktan gelerek, ciddi bir sesle:
“Evet, garanti veriliyor.” diye cevap verdi.
“İki senelik mi?”
“Hayır, kıyamet kopuncaya kadar!”
Bu sırada tellal feryat ediyordu:
“Zararlı, yırtıcı hayvanların, yılanların bulunmadığı bir ada!”
Kalabalığın arasından bir ses yükseldi:
“Kuşlar var mı?”
Başka birisi de:
“Sinekler, böcekler var mı?” diye alay etti.
Satış memuru Dean Felporg:
“Bu cennet gibi ada, son arttıranın olacaktır!” diye bağırdı. “Haydi Hemşehrilerim! Biraz cesaret! Hiç kullanılmamış bir ada! Okyanusun ortasında bir cennet! Ucuz değil, bedava! Böyle ada için bir milyon yüz bin dolar nedir ki! Evet! Yanlış işitmediniz! Sadece bir milyon yüz bin dolar! Arttıran yok mu? İçinizde böyle bir adaya sahip olmak isteyen yok mu? Bir ada! Kim almak istiyor?”
Kalabalığın arasından birisi, bir biblo veya tablodan bahseder gibi:
“Malı buraya gönder, tetkik edelim!” diye bağırdı.
Salondakiler bu söze kahkahalarla güldüler. Fakat, yarım dolar arttıran bile olmadı.
Satılan şey, elden ele geçecek cinsten olmadığı için adanın çoğaltılan planı salondakilere dağıtılmıştı. Arzu eden, bu plana bakarak bir fikir edinebilirdi.
Satışa çıkarılan bu adanın adı “SPENCER” dı. San Fransisko Körfezi’nin dört yüz altmış mil batı – güneybatısındaydı. Haritadaki yeri ise 32° 15’ kuzey enlemi. Greenwich meridyenine göre 142° 18’ batı boylamındaydı.
Ada, Amerikan suları içinde olmasına rağmen deniz trafiğinin dışında bulunuyordu. Bu bakımdan, tamamıyla ıssız bir kara parçası sayılabilirdi. Gemilerin buraya sokulamamalarının bir sebebi de ters istikametlerden gelip çaprazlaşan akıntıların, adanın civarında tehlikeli girdaplar meydana getirmeleriydi. San Fransisko’dan hareket eden gemiler, adanın bir hayli güneyinden geçiyorlardı. Gürültülerden uzak bir şekilde yaşamak isteyen bir insan için bu ada ideal bir yerdi.
Hükûmet niçin bu adayı satmak istiyordu? Acaba bu bir fantezi miydi? Hayır. Bir milleti temsil eden bir hükûmetin, şahıslar gibi kaprisleriyle hareket etmesine imkân yoktu. Spencer adası, işgal ettiği yer bakımından hükûmet için faydasız bir yerdi. Orada binalar inşa edip insanların oturmasını temin etmek imkânsız bir şeydi. Böyle bir teşebbüs ne hükûmete ne de insanlara bir menfaat sağlayamazdı. Askerî strateji bakımından da hiçbir kıymeti yoktu. Ticari bakımdan da değerli bir yer değildi. Yetiştirilecek mahsulün temin edeceği kâr, nakliye masraflarını bile karşılayamazdı. Bütün bu faktörleri göz önüne alan hükûmet, adayı satmaktan başka pratik bir çare bulamamıştı. Fakat satın alacak şahsın Amerikalı olması şarttı.
Hükûmetin tespit ettiği fiyatın çok düşük olmasına rağmen hiçbir işe yaramayan bir adayı alıp başına dert açmak isteyen bir insanın bulunabileceğini düşünmek imkânsızdı. Böyle bir fantezi için bir milyon yüz bin dolar verecek şahsın, muazzam bir servete sahip olması lazımdı. Buna rağmen hükûmet, adanın bu fiyattan aşağıya satılmamasına kati olarak karar vermişti.
Hükûmetin, satın alacak şahıs için ileri sürdüğü şartlardan birisi de o şahsın krallığını asla ilan edemeyeceğiydi. Günün birinde ada kalabalıklaşacak olursa o şahıs ancak cumhurbaşkanlığına seçilebilecekti. Hükûmet, Amerikan kara suları içinde, ne kadar ufak olursa olsun, bir krallığın kurulmasına asla razı olamazdı.
Şartlar bu kadar basit olmasına rağmen adayı almaya istekli olduğunu belirten bir kişi bile ortaya çıkmamıştı. Dakikalar geçiyor, satış memuruyla tellalın nefesi kesiliyordu. Bu arada salondakilerin alayları, sataşmaları gittikçe şiddetini arttırıyordu. Adaya karşılık, hükûmetin kendisine açıktan para vermesini isteyecek kadar alayı ileri götürenler vardı. Bu arada mütemadiyen bağıran tellalın sesi duyuluyordu:
“Satılık Ada! Satılık ada! Ada bir dolar arttıranın olacak! Efendiler vakit geçiyor! Fırsatı kaçırmayın!”
En sonunda satış memuru:
“Eğer arttıran olmazsa, müzayede duracaktır!” diye bağırdı. “Saymaya başlıyorum! Biiiiirrrr! İiiikiiiiii!”
İşte bu anda, salondaki gürültüyü bastıran bir ses duyuldu:
“Bir milyon iki yüz bin dolar!”
Bu altı kelime salonun içinde bir bomba tesiri yapmıştı. Kısa bir an sessizleşiveren kalabalık, bir tek vücut gibi sesin sahibine doğru dönüvermişti.
Bu şahıs William W. Kolderup’du.

2. BÖLÜM
İKİ DÜŞMAN KARŞI KARŞIYA
William W. Kolderup, San Fransisko’da bir masal kahramanından farksızdı. Serveti binlerle değil milyonlarla hesaplanıyordu. Kaliforniya’ya ilk adım atan altın arayıcı ve spekülatörlerdendi. Daha sonra meşhur İsviçreli Sutter’le ortak olmuş ve ilk zengin altın damarını bulmuştu. Bu teşebbüsle yetinmemiş, şans ve zekâsının yardımıyla Amerika ve Avrupa’daki bütün büyük maden işletmelerine el uzatmıştı. Serveti çoğaldıkça cesareti artmış, ticari ve sınai spekülasyonlara atılmıştı. Muazzam sermayesiyle yüzlerce fabrikaya ortak olmuş, gemileriyle dünyanın her tarafına mallarını göndermeye başlamıştı. Böylece serveti her geçen gün geometrik oranla çoğalmıştı. Bu ölçüsüz zenginliğe rağmen William W. Kolderup, tevazudan ayrılmamaya muvaffak olmuştu.
William W. Kolderup, okuyucularımızın karşısına çıktığı sırada, yeryüzünde iki bin müessesenin sahibiydi. Amerika, Avrupa ve Avustralya’daki bürolarında seksen bin memur çalışıyordu. Üç yüz bin müesseseyle mektuplaşıyordu. Beş yüz gemilik bir ticaret filosuna sahipti. Bir sene içinde posta pullarına ödediği para bir milyon dolardı.
Böyle bir iş adamının müzayedeye iştirak etmesi, küçümsenecek bir hadise değildi. William W. Kolderup’un sesi salonda duyulduğu andan itibaren bütün alaylar ve şakalaşmalar birdenbire kesilivermişti. Ani bir sessizlik olmuş, daha sonra da hayranlık ifade eden nidalarla alkışlar salonu kaplamıştı. Bir hamlede yüz bin dolar arttırmak kolay değildi. Orada bulunanlar böyle bir şeyi akıllarından bile geçiremezlerdi.
Bu hayranlık ifade eden alkışlardan sonra salon tekrar birdenbire sessizleşivermişti. Herkes merak içindeydi. Acaba başka birisi fiyatı yükseltmeye cesaret edebilecek miydi? Hiç kimse buna ihtimal vermiyordu. William W. Kolderup’la kim mücadele edebilirdi ki?
Satış memuru, tekrar bağırmaya başlamıştı:
“Bir milyon iki yüz bin dolar! Bir milyon iki yüz bin dolar! Başka arttıran yok mu?”
Tellal Gingrass da:
“Bir milyon iki yüz bin dolara satılıyor!” diye bağırıyordu.
William W. Kolderup, kalabalığın arasında kendinden emin bir tavırla, bir heykel gibi hareketsiz bekliyordu.
Uzun boylu, sağlam yapılı, geniş omuzlu bir adamdı. Başı, normalden bir hayli büyüktü. Bakışları, kararlı ve inatçı bir insan olduğunu belli ediyordu. Yer yer ağarmaya başlayan saçları, genç bir adamı kıskandıracak derecede sıktı. Bıyıkları yoktu. Devrin modasına uygun bir tarzda sakal bırakmıştı.
Satış memuru Dean Felporg, tekrar bağırdı:
“Arttıran yok mu?”
Bu suale cevap veren olmadı.
Satış memuru, elindeki çekici havaya kaldırdı ve saymaya başladı:
“Biiiirrrr! İiiiikiiii!”
Tellal da satış memurunun sözlerini aynen tekrarlıyordu:
“Biiiirrrr! İiiiikiiii!..”
“Satıyorum! Duyduk, duymadık demeyin! Spencer Adasını bir milyon iki yüz bin dolara satıyorum! Son pişmanlık fayda vermez! İyice düşünün! Satıyorum!”
“Saaaaaattttt!”
Herkes heyecan içinde, nefes dahi almadan neticeyi bekliyordu.
Satış memuru Dean Felporg, fildişi çekici havada sallıyordu. Masaya vurduğu anda satış sona ermiş olacaktı. Gözleri kalabalığın arasında dolaşarak, “saatttt” kelimesini uzattıkça, uzatıyordu.
İşte bu heyecan girdabı içinde, ikinci kuvvetli bir ses daha duyulmuştu:
“Bir milyon üç yüz bin dolar!”
Satış memuru Dean Felporg, “saaaatttt” kelimesini uzatmaktan vazgeçti. Havada sallanan çekiç, göğsünün hizasına indi. Aynı anda da bütün gözler, merakla ikinci sesin sahibine çevrildi. William W. Kolderup’a harp ilan eden cüretkâr kimdi acaba?
Bu adam, Stockton şehrinden, J. R. Taskinar’dı.
J. R. Taskinar, zenginliğinden çok, şişmanlığından dolayı şöhret yapmış bir adamdı. Tam iki yüz kırk beş kiloydu. Oturabilmesi için hususi koltuklar imal edilirdi.
Sacramento’da William W. Kolderup neyse J. R. Taskinar da Stockton’da oydu. Güney Kaliforniya’nın maden ve buğdaylarından başka petrolü de bu adamın kasasına milyonlar akıtıyordu.
J. R. Taskinar, zenginliği ve şişmanlığı kadar kumarbazlığıyla da şöhret yapmıştı. Muhitinde sevilen bir adam değildi. Hiç kimse onun hakkında “iyi bir adam” diyemezdi. Bununla beraber, ondan başkası da bu müzayedede William W. Kolderup’un karşısına çıkmaya cesaret edemezdi.
J. R. Taskinar, William W. Kolderup’u zenginliği, mevkisi ve herkes tarafından sevilen bir insan olduğu için şiddetle kıskanıyordu. Bu kıskançlık zamanla nefret hâline gelmişti.
J. R. Taskinar’la William W. Kolderup’un bu ilk karşılaşması değildi. İş hayatında daima birbirleriyle rekabet etmişler ve her defasında da mücadeleden William W. Kolderup galip çıkmıştı.
J. R. Taskinar’ın asla hazmedemediği bir mağlubiyet de Eyalet seçimlerinde, yüz binlerce dolar sarf etmiş olmasına rağmen, Eyalet Meclisi’ne William W. Kolderup’un seçilmiş olmasıydı. Rakibinin bu müzayedeye iştirak edeceğini nasıl öğrendiği de meçhuldü. Spencer Adası onun hiçbir işine yaramayacaktı. Fakat her ne pahasına olursa olsun, William W. Kolderup’u herhangi bir işte mağlup etmek, onun için önüne geçilmez bir ihtirastı. Son dakikada satışa yetişmiş ve:
“Bir milyon üç yüz bin dolar!” diye bağırmıştı.
Aynı anda da salonu fısıltı hâlinde bir tek ses kaplamıştı:
“Şişko Taskinar!”
Şişko Taskinar! Bu isim, kulaktan kulağa fısıldanmıştı. Onu hepsi tanıyordu. Şişmanlığı bütün gazetelere sık sık alay mevzu olmuştu. Amerika’da ondan popüler bir insana rastlamak imkânsızdı. Fakat o anda kalabalığı alakadar eden J. R. Taskinar’ın vücut yapısı değildi. Orada bulunanlar sadece iki ezelî rakip arasında başlayan mücadelenin neticesini merak ediyorlardı. Bu mücadele, kılıç veya tabancayla değil yüz binlerle ifade edilen dolarlarla yapılacaktı. İki muazzam çelik kasadan hangisinin galip geleceğini önceden tahmin etmek imkânsızdı.
Kalabalığı sarsan ilk heyecan dalgasından sonra salona tam bir sessizlik hâkim olmuştu. Duvarda yürüyen bir örümceğin ayak sesleri bile duyulabilirdi. Bu sessizliği, satış memuru Dean Felporg’un bağırışı bozdu:
“Spencer Adası! Bir milyon üç yüz bin dolara satılıyor! Arttıran yok mu?”
William W. Kolderup, J. R. Taskinar’a doğru döndü. Kalabalık, iki rakibi karşı karşıya bırakmak için kenara çekildi. Artık birbirlerini rahatça görebilirlerdi. Bakışları yıldırımlar yağdırarak boşlukta çarpıştı. William W. Kolderup:
“Bir milyon dört yüz bin dolar!” diye bağırdı.
J. R. Taskinar, vakit geçirmeden:
“Bir milyon beş yüz bin dolar!” diye karşılık verdi.
“Bir milyon altı yüz bin dolar!”
“Bir milyon yedi yüz bin dolar!”
J. R. Taskinar’ın her arttırışından sonra, William W. Kolderup kısa bir an düşünüyordu. J. R. Taskinar ise aksine düşünmeden rakamları bir makineli tüfek mermisi gibi fırlatıyordu.
Satış memuru Dean Felporg, bu mücadeleden memnun bir sesle:
“Bir milyon yedi yüz bin dolar!” diye bağırdı. “Arttıran yok mu?”
Tellal Gingrass da bir aksiseda gibi tekrarladı:
“Spencer Adası bir milyon yedi yüz bin dolara satılıyor! Duyduk, duymadık demeyin! Arttıran yok mu?”
William W. Kolderup, sükûnetle:
“Bir milyon sekiz yüz bin dolar!” diye bağırdı.
J. R. Taskinar, bir saniye bile düşünmeden:
“Bir milyon dokuz yüz bin dolar!” diye karşılık verdi.
Bu sefer, William W. Kolderup da beklemeden:
“İki milyon dolar!” diye bağırdı.
Bu miktarı söylerken hafifçe sararmıştı. Buna rağmen yüzüne bakanlar, mücadeleyi bırakmayacağını derhâl anladılar.
J. R. Taskinar asabileşmişti. Yüzü, trenleri durdurmak için kullanılan kocaman kırmızı yuvarlaklara benziyordu. Rakibinin mücadeleyi terk etmeyeceğini o da anlamış olmalıydı. Pırlanta yüzüklerle süslü, kocaman parmaklarını çıtlatıyor, saatinin kalın altın kösteğiyle şuursuzca oynuyordu. Bakışlarında sonsuz bir kin okunuyordu.
Kısa bir sükûttan sonra rakibini yere sereceğinden emin bir tavırla:
“İki milyon beş yüz bin dolar!” diye bağırdı.
William W. Kolderup, gayet sakin bir sesle:
“İki milyon yedi yüz bin dolar!” diye cevap verdi.
J. R. Taskinar, beklemeden bağırdı:
“İki milyon dokuz yüz bin dolar!”
William W. Kolderup’un sakin sesi tekrar duyuldu:
“Üç milyon dolar!”
Salondakiler hayretle birbirlerinin yüzlerine baktılar.
Yanlış işitmiş olamazlardı. William W. Kolderup, üç milyon dolar demişti. J. R. Taskinar’ın bu miktarı çoğaltmayı düşüneceğini zannetmedikleri için, William W. Kolderup’u alkışlamaya hazırlanıyorlardı. Fakat, buna imkân bulamadılar. Stocktonlu inatçı milyonerin zayıf da olsa sesi tekrar duyuldu:
“Üç milyon beş yüz bin dolar!”
William W. Kolderup beklemeden, sakin ve kuvvetli bir sesle:
“Dört milyon dolar!” diye cevap verdi.
Bu, J. R. Taskinar’ın başına inen sonuncu balyoz darbesi oldu. Yüzü mosmor olarak, arkasındaki iskemleye yuvarlanır gibi oturdu. Alnında biriken terleri silmeye başladı. Cevap verecek hâlde olmadığı belliydi.
Satış memuru Dean Felporg da bunu anlamış olduğu için elindeki çekici mermer masaya vurarak, satışın kesinleştiğini belirtti. Spencer Adası, dört milyon dolara William W. Kolderup’a satılmıştı.
J. R. Taskinar salonu terk ederken, rakibinin yüzüne kin ve öfkeyle bakarak:
“Bunun intikamını alacağım!” diye mırıldandı.

3. BÖLÜM
İKİ NİŞANLI PİYANO BAŞINDA
William W. Kolderup müzayede salonundan, Montgomery Caddesi’ndeki köşküne dönmüştü. Bu cadde, milyonerlerin toplandığı bir caddeydi.
Köşkü anlatmaya lüzum görmüyorum. Çocuk oyuncağı gibi milyonlarla oynayan bir adamın evini hayalinizde pekâlâ canlandırabilirsiniz. Lüks, konfor ve zevk birbirleriyle kucaklaşmışlardı. Burada hayatı kolaylaştıracak her şeye rastlamak mümkündü.
William W. Kolderup köşke döndüğü sırada, muhteşem salonlardan birinden akseden bir piyano sesi duymuş ve kendi kendine:
“Mükemmel!” diye söylenmişti. “İkisi de orada… Bankerime dört milyonu ödemesi için birkaç satır yazdıktan sonra onlarla konuşabilirim…”
Salonun kapalı olan kapısı önünde kısa bir an duraklamış ve çalışma odasına doğru yürümüştü. Spencer Adası’yla alakalı bütün işleri mümkün olduğu kadar kısa zamanda bitirmek ve bir daha düşünmemek istiyordu.
William W. Kolderup çalışma masasına oturmuş, zarif bir bloknotu önüne çekmiş ve duvardaki takvime bakmıştı. Mayıs’ın 15’iydi. Bankerine birkaç kelimeyle vaziyeti bildirdikten sonra, uzun zamandan beri zihnini kurcalayan mühim bir mevzuyu o gün kati bir neticeye bağlamak kararındaydı.
William W. Kolderup’un zihnini bu kadar ısrarla meşgul eden mevzunun iki kahramanı, birinci kattaki muhteşem salondaydı. Bu iki kişiden birisi genç bir erkek, diğeri genç bir kızdı.
Genç erkek, zarif bir kanepeye yarı uzanmış bir vaziyette, genç kızın çaldığı piyanoyu dinliyordu. Bakışları dalgındı.
Genç kız, narin parmaklarını fildişi tuşların üzerinde gezdirirken, başını hafifçe geriye çevirerek:
“Dinliyor musun Godfrey?” diye sordu.
“Gayet tabi!”
“Dinlediğinden eminim… Fakat anladığını pek zannetmiyorum!”
“Anlamadığımı nasıl iddia edebilirsin Phina? Auld Robin Gray’in bu varyasyonlarını hiç kimse senin kadar mükemmel çalamaz!”
“Fakat Godfrey! Bu çaldığım Auld Robin Gray değil ki! Bu… Happy Moment…”
Godfrey, dalgın bir sesle:
“Bu iki parçayı daima birbirine karıştırıyorum.” diye cevap verdi.
Genç kız iki elini havaya kaldırdı. Bir iki saniye bu şekilde durdu. Parmakları, mütereddit bir tarzda fildişi tuşların üstünde gezindi. Sonra, taburesine yarım bir dönüş yaptırarak, genç adamın gözlerinin içine baktı. Fakat Godfrey, bakışlarını genç kızınkilerden kaçırdı.
Phina Hollaney, William W. Kolderup’un en yakın dostunun kızıydı. William W. Kolderup, çok küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış olan Phina’yı himayesine almış, kendi kızı gibi yetiştirmişti. Zamanla genç kız da ona hakiki babası gibi bağlanmıştı.
Phina Hollaney, on altı yaşında, sıcakkanlı, zeki bir kızdı. Sarı saçlı, mavi gözlüydü. Kendisini hayale kaptırmaz, zorluklara pratik çareler bulurdu.
Genç kız, Godfrey’in gözlerinin içine kısa bir an baktıktan sonra:
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Godfrey, dalgın bir sesle:
“Seni.” diye cevap verdi.
Phina, inanmayan bir sesle:
“Beni düşünmüyorsun Godfrey!” dedi. “Şu anda burada da değilsin! Hayalen açık denizlerin ötesinde dolaşıyorsun!”
Phina bunları söyledikten sonra piyanoya dönmüş, parmakları tuşların üstünde dolaşmaya başlamıştı.
Godfrey Morgan, William W. Kolderup’un yeğeniydi. O da çok küçük yaşında öksüz ve yetim kalarak, William W. Kolderup tarafından yetiştirilmişti.
Yirmi iki yaşında olan Godfrey, mektebini kısa bir zaman önce bitirmişti. Hayatına vereceği yeni istikameti henüz kararlaştırmamıştı. Günlerini bomboş geçiriyordu. Son derece zarif giyiniyor, dayısına layık olmaya çalışıyordu. Herkes, onun Phina Hollaney’le evlenmesini bekliyordu. Zaten başka türlü düşünülmesine de imkân yoktu. Bütün şartlar bu evlenme için uygundu. William W. Kolderup da müessesesinin istikbali bakımından iki gencin evlenmesini şiddetle arzu ediyordu. Bebek sayılacak yaşlarından itibaren bankada onlara birer hesap açtırmış olan William W. Kolderup, düğünün o ayın sonunda yapılması için bütün hazırlıkları tamamlamıştı. Gençlerin bu tarihi kabul etmelerinden başka yapılacak bir iş kalmamıştı. Fakat Godfrey, evlilik hayatı için kendisini hazır hissetmiyordu.
Godfrey, mektepte öğrendiklerini hayatı için kâfi görmüyordu. Olgunlaşabilmek için, deniz aşırı uzun bir seyahatin muhakkak lazım olduğuna inanıyordu. Böylece görgü ve bilgisini çoğalttıktan sonra, evlilik ve iş hayatına atılabileceğini hissediyordu. Bu şekilde düşünen Godfrey, bir seneden beri bütün vaktini seyahat kitapları okumakla geçiriyordu. Okyanusların ötesindeki adalarda vahşilerle boğuşmak, ıssız bir adada hakiki bir Robenson hayatı yaşamak, bütün hayallerine hâkim olmuştu. Böyle tehlikelerle dolu bir seyahate Phina’yla çıkmayı asla düşünmüyordu. Yeğeninin macera arzularından haberi olmayan William W. Kolderup ise onu Phina’yla evlendirdikten sonra, yanına yardımcı olarak almayı tasarlıyordu.
Diğer taraftan, pratik zekâlı olan Phina Hollaney, Godfrey’in tasavvurlarını hissetmiş bulunuyordu. İstikbaldeki saadetinin, onu tamamıyla serbest bırakmakla gerçekleşebileceğine inanıyordu. Kendi kendine: “Muhakkak seyahate çıkması lazımsa, evlenmeden bu macera defterini kapatması daha iyi olacaktır!” diyordu.
İşte bu düşüncelerin tesiri altında kalarak, Godfrey’e:
“Beni düşünmüyorsun!” demişti. “Şu anda burada da değilsin! Hayalen açık denizlerin ötesinde dolaşıyorsun!”
Bu sözlerden sonra Godfrey oturduğu yerden kalkmış, Phina’ya bakmadan odanın içinde dolaşmaya başlamıştı. Aynı anda da William W. Kolderup içeri girmiş, neşeli bir sesle:
“Tarihi kararlaştırdınız mı?” demişti.
Godfrey, dalgın olduğu için bu sözlerin manasını hemen anlayamamış, şaşkın bir tavırla:
“Ne tarihi?” diye sormuştu.
William W. Kolderup:
“Ne tarihi olacak!” demişti. “Tabii ki düğün tarihi!”
Phina:
“Bundan bahsetmek için vakit henüz erken değil mi?” diye söze karışmıştı.
William W. Kolderup, hayretle:
“Erken mi?” diye bağırmıştı. “Haberim olmadan bu evin içinde neler dönüyor? Düğünün ay sonunda yapılmasını önceden kararlaştırmamış mıydık?”
Phina, zeki bir manevrayla:
“Şu anda düğün tarihini değil, bir seyahatin başlangıç tarihini tespit etsek daha iyi olmaz mı?” demişti.
William W. Kolderup, şaşkın bir sesle:
“Bir seyahatin başlangıç tarihini mi?” diye sormuştu. “Anlamıyorum! Hiçbir şey anlamıyorum!”
Phina Hollaney, cesaretle:
“Godfrey’in seyahati!” diye cevap vermişti. “Evlenmeden önce seyahat etmek, dünyayı tanımak istiyor!”
William W. Kolderup, yarı şaka yarı öfkeyle:
“Şu münasebetsize bakın!” diye bağırmıştı. “Evleneceğine yakın seyahate çıkacağını söylüyor, arkasından da Phina beni beklerse diyor!”
Phina:
“Will amca!” diye araya girmişti. “Godfrey’e istediği müsaadeyi vermeliyiz! Her şeyi uzun uzun düşündüm! Çok genç olduğumu biliyorum. Fakat şu anda Godfrey’in benden de genç olduğunu kabul etmek zorundayız… Seyahat onu ihtiyarlatacaktır… Sakin bir hayatı özleyinceye kadar seyahat etmesine müsaade etmeliyiz… Ben, onu beklemeyi kabul ediyorum…”
WiIIiam W. Kolderup:
“Demek onu beklemeyi kabul ediyorsun, öyle mi?” diye bağırmıştı.
“Onu sevmesem, bekleyemezdim ki!”
William W. Kolderup, yeğenine dönerek:
“Bu seyahate ne zaman başlamayı düşünüyorsun?” diye sormuştu.
Godfrey de çekingen bir sesle:
“Siz ne zaman müsaade ederseniz.” diye cevap vermişti.
William W. Kolderup, kısa bir an düşündükten sonra:
“Pekâlâ…” demişti. “Mümkün olduğu kadar kısa bir zamanda seyahate çıkacaksın! Tarihi sonra tespit ederiz!”

4. BÖLÜM
DANS PROFESÖRÜ TARTELETT
Eğer Artelett Fransız olsaydı, vatandaşları ona dış görünüşüyle hâl ve tavırlarına bakarak derhâl Tartelett adını takarlardı. Profesör T. Artelett Fransız olmamakla beraber, bu isim çok uygun görüldüğü için ona Tartelett demeyi tercih edeceğiz.
Chateaubriand, “İtinéraire de Paris à Jérusalem” isimli eserinde, ufak tefek, pudralı ve perukalı, elma yeşili elbiseli, ceketinin yaka ve kolu dantelalı, elinden minyatür bir keman eksik olmayan bir adamdan bahseder. Dans ve salon terbiyesi profesörü olan Tartelett, Chateaubriand’ın eserindeki bu tarife tamamıyla uygundu.
Tartelett kırk beş yaşında, bekâr bir adamdı. On sene önce kendi yaşına uygun bir kızla evlenmeye teşebbüs etmişti. Fakat anlaşılamayan bir sebeple bu iş hâlâ gerçekleşememişti.
İşte size, bu evlenme teşebbüsü münasebetiyle sorulan suallere Tartelett’in vermiş olduğu cevaplar aynen tekrarlanarak çizilmiş hakiki bir portresi:
“17 Temmuz 1835’te, sabaha karşı saat üçü çeyrek geçe doğmuş olup boyu bir metre, altmış dört santimetre, yedi milimetredir.”
“Kalçalarından itibaren boyu yetmiş iki santim, bir milimetredir.”
“Ağırlığı geçen seneden beri üç kilo artmış olup şimdi yetmiş beş kilogram, beş yüz on gramdır.”
“Başı, iki yandan bastırılmış gibi, yassı olup ince ve uzundur.”
“Saçları, alnında ve tepesinde dökülmüş olup kırçıl kumraldır. Alnı geniş, yüzü beyzi, rengi açık morla kırmızı arasındadır.”
“Gözleri (görüş mükemmeldir), sincabi kahverengi olup kirpikler ve kaşlar açık kahverengidir. Göz kapakları hafifçe içeri doğru çöküktür.”
“Normal büyüklükte olan burnunun sol kanadı küçük bir yırtıkla yarılmıştır.”
“Şakak ve yanakları yassı olup sakala rastlanmamaktadır.”
“Kulakları, kocaman ve yassı bir kepçeye benzemektedir.”
“Orta büyüklükte olan ağzında çürük dişi yoktur.”
“Dudakları, bıçak gibi keskin ve kısıktır.”
“Dudaklarının üst yarısını tamamıyla dolduran bıyıklar, incelip sivrilerek yanaklarına kadar uzanmaktadır.”
“Yuvarlak ve muntazam olan çenesinin ucunu, kısa ve sivri bir sakal süslemektedir.”
“Bir kadın boynuna benzeyen boynunda, ensesine doğru ufak bir et beni bulunmaktadır.”
“Yaşayışı sakin ve muntazamdır. Bünye bakımından ‘çıtkırıldım’ yapılı olmasına rağmen, çocukluk çağından beri ihtimamlı hareket edişi sebebiyle sıhhatinde mühim bir aksaklık göze çarpmamıştır.”
“Hareketleri süratli, yürüyüşü canlıdır. Doğru ve açık sözlüdür. Karşısındakini rahatsız edecek kadar nazik ve kibardır. Kırk beş yaşına kadar evlenmeye karar veremeyişinin hakiki sebebi de budur.”
Tartelett, William W. Kolderup’un hizmetine girdikten sonra, yavaş yavaş diğer talebelerini kaybetmişti. En sonunda, koskoca köşkün devamlı bir ferdi hâline gelmişti.
Tuhaf ve gülünç hareketlerine rağmen mert ve iyi kalpli bir adamdı. Köşkte herkes onu seviyordu. O da bu sevgiye bütün kalbiyle karşılık veriyordu. Godfrey’le Phina’ya kendi çocukları gibi bağlanmıştı. Her ikisine de sanatının bütün inceliklerini öğretebilmek için elinden geleni yapıyordu.
İnanılmayacak bir şey ama profesör Tartelett,
William W. Kolderup tarafından Godfrey’e seyahat arkadaşı olarak tayin edilmişti.
İki gençle yaptığı konuşmanın ertesi günü, sabahın erken saatinde William W. Kolderup, Tartelett’i çalışma odasına çağırtmıştı.
William W. Kolderup’un en ufak bir ricası, Tartelett için bir emir demekti. Uşak, William W. Kolderup’un kendisini beklediğini bildirince Tartelett, her hadiseye karşı hazırlıklı olabilmek için minik kemanını da yanına alarak odasından ayrıldı. Geniş basamaklı merdivenden dans adımlarıyla çıktı. Ahenkli darbelerle kapıyı çaldı. İçeriden “Gir!” sesini duyunca, doksan derecelik bir eğilişle odaya girdi. Dans adımlarıyla odanın ortasına kadar ilerledi ve William W. Kolderup’un emirlerini bekledi.
William W. Kolderup:
“Mr. Tartelett…” dedi. “Hoşunuza gidecek mühim bir haberim var…”
“Emirlerinizi bekliyorum, efendim!”
“Yeğenimin düğünü bir veya bir buçuk sene sonra yapılacak. Godfrey, bu zaman içinde yeryüzündeki çeşitli memleketleri görmek istedi. Bu arzusunu reddedemedim.”
Dans profesörü, saygılı bir sesle:
“Talebem Godfrey, gideceği memleketlere şeref verecektir.” dedi.
William W. Kolderup, ciddi bir sesle:
“O memleketler sizin varlığınızla da şeref duyacaktır.” diye sözlerine devam etti. “Talebenizden ayrılınca üzüleceğinizi düşünerek, bu seyahate sizin de iştirak etmenize karar verdim.”
Tartelett, şaşkın bir tavırla kekeleyerek:
“Talebemden ayrılmak hakikaten beni üzecektir.” dedi. “Fakat muhakkak burada kalmam icap ediyorsa…”
Kaşları çatılan William W. Kolderup:
“Muhakkak burada kalmanıza lüzum yok.” diye cevap verdi.
Tartelett, boncuk boncuk terlemeye başlamıştı. Dili dolaşarak:
“Hakikaten… Seyahat… Uzak memleketler!” diye kekeledi.
William W. Kolderup:
“Birbirleriyle mükemmel surette anlaşan bir talebeyle hocasını ayırmaya gönlüm razı olmadı.” diye devam etti.
Yeğenimin seyahat sırasında görgü ve bilgisinin çoğalmasına yardım edeceğinizi düşündüm.
Tartelett, San Fransisco’da doğmuş ve büyümüştü. Bir gün buradan ayrılmaya mecbur olacağını asla aklına getirmemişti. Hayatında ilk defa olarak, o da otuz beş senelik çalışma sonunda çelikleşen ayak adalelerinin gevşediğini hissetti. Son bir gayretle:
“Şimdiye kadar hiç seyahat yapmadığım için acaba talebeme faydalı olabilir miyim, olamaz mıyım, bilmiyorum!” diye kekeledi.
William W. Kolderup, kati bir ifadeyle:
“Faydalı olacağınıza eminim!” diye cevap verdi.
Tartelett, itiraz etmenin faydasız olduğunu anlamıştı. Boynunu bükerek:
“Seyahat tarihi tespit edildi mi?” diye sordu.
“Kati olarak belli değil… Fakat bir ay içinde hareket edeceksiniz…”
“İlk olarak hangi fırtınalı denizde seyahat edeceğiz?”
“Büyük Okyanus’ta…”
“İlk defa olarak karaya nerede ayak basacağız?”
“Yeni Zelanda’da… Yeni Zelandalıların dans ve salon terbiyesinden uzak bulunduklarını öğrendim… Orada bulunduğunuz zaman içinde, zavallıların bu noksanlarını yok etmeye çalışacağınıza eminim.”
İşte böylece Tartelett, Godfrey’e seyahat arkadaşı seçilmiş oldu.
Zavallı dans profesörü, ilk defa olarak, William W. Kolderup’un yanından ayrılırken dans adımlarıyla yürümeyi unuttu. Zihni son derece dağınık ve perişandı.

5. BÖLÜM
YOLCULUK HAZIRLIKLARI
Godfrey, hayallerinin gerçekleşmek üzere olduğunu hissettiği için son derece memnundu.
Phina, belli etmemeye çalıştığı hâlde, nişanlısından ayrılacağı için üzgündü. Kendisini manen bu ayrılığa hazırlamaya çalışıyordu.
Talebelerine muvazene dersleri veren Tartelett, fırtınaya tutulmuş gibi bacakları üstünde sallanıyordu. Şaşkın ve sersemlemiş bir hâldeydi.
William W. Kolderup, bu ani seyahat kararından sonra hiç kimseyle karşılaşmak istemiyordu. Bilhassa yeğeninden uzak durmaya çalışıyordu. Yalnız olduğu zamanlar, sık sık: “Seyahat etmek istiyorsun, öyle mi? diye söyleniyordu. Evleneceğine, seyahat et bakalım!”
Kaptan Turcotte’un emrindeki “DREAM”in makineleri iki yüz beygir gücü olup boşken ağırlığı altı yüz tondu.
Elli yaşında olan kaptan Turcotte, kırk seneden beri denizlerde dolaşan, bilgili ve tecrübeli bir denizciydi. Hayatı boyunca yüzlerce fırtına ve tayfunla karşılaşmış, mücadele etmişti. Karada olduğu zamanlar başı dönüp yalpalayan cinsten bir deniz kurduydu.
Dream’de ayrıca bir tane ikinci kaptan, bir çarkçı, dört ateşçi, on iki tayfa vardı. Kaptan hariç, on sekiz kişiydiler.
Hepsi de birinci sınıf denizciydi. Geminin yüksüz olarak yola çıkacağını düşünen kaptan Turcotte, uskurun havada dönmemesi için geminin hususi depolarına kâfi miktarda su doldurtmuştu.
Kaptan Turcotte, sık sık köşke geliyor, William W. Kolderup’la çalışma odasında uzun uzun konuşuyordu. Bazen sesleri dışarıya kadar aksediyordu. Bu kadar basit olan bir seyahat için, bu kadar uzun konuşmalara ne lüzum vardı? Bunu hiç kimse anlayamıyordu. Fakat herkesin emin olduğu bir husus varsa o da William W. Kolderup’a, kaptan Turcotte’tan başka hiç kimsenin kafa tutmaya cesaret edemeyeceğiydi. William W. Kolderup’un kaptana sevgi ve itimadı sonsuzdu.
En sonunda William W. Kolderup’la kaptan Turcotte tamamıyla anlaşmış göründüler. En sonuncu görüşmeden sonra, kaptan köşkten ayrılırken, başını iki yana sallayarak:
“Böyle bir işe burnumu sokacağım asla aklıma gelmezdi!” diye söyleniyordu.
Bu sırada geminin hazırlığı süratle ilerliyordu. Kaptan Turcotte, haziranın ilk on beşi içinde hareket edebilmek için elinden geleni yapıyordu.
Seyahatin mükemmel geçmesi için hiçbir şey ihmal edilmiyordu. Yelkenler ve makineler teker teker bir defa daha gözden geçirildi, icap ettiği zaman karayla bağlantı kurabilmek için gemiye, buharlı makineyle hareket eden büyük bir kayık bile konuldu.
En sonunda 9 Haziran’da bütün hazırlıklar tamamlandı. Demir almaktan başka yapılacak iş kalmadı. Gemiye çok miktarda canlı hayvan alınmıştı: Aguti, koyun, keçi, horoz ve tavuk.
Ayrıca, ambarlara Amerika’nın en mükemmel fabrikalarında imal edilmiş konserve yiyecekler istif edilmişti. Geminin ilk uğrayacağı liman, Yeni Zelanda’nın merkezi Auckland’di.
Bütün bu teferruatla Godfrey asla alakalanmıyordu. Tartelett için geminin nereye gideceği hiç de mühim değildi. Böyle bir maceraya sürüklenmiş olmak, onu sersemletmeye kâfi gelmişti.
Hareket etmeden önce tamamlanması lazım gelen bir tek formalite kalmıştı: Fotoğraf çektirmek… Bir nişanlı, resmini bırakmadan ve nişanlısının resmini almadan uzun bir seyahate çıkabilir miydi? Bu sebeple Godfrey, seyahat kıyafetiyle Montgomery Street’deki, Stephenson and Co. firmasına gidip resmini çektirmişti. Aynı fotoğrafçı, Phina’nın da şehir kıyafetiyle resmini çekmişti. Böylece, iki nişanlı seyahate rağmen birbirinden ayrılmamış oluyordu. Phina’nın resmi, Godfrey’in kamarasında başköşeyi işgal etmişti. Godfrey’in-ki de Phina’nın yatak odasına asılmıştı.
10 Haziran’da her şey hazırdı. Dream, demir alabilirdi. O gece büyük bir veda ziyafeti verildi. Godfrey’in seyahate çıkışı ve mümkün olduğu kadar çabuk dönüşü şerefine bol bol içki içildi.
Çok heyecanlı olan Godfrey, hislerini saklamaya muvaffak olamamıştı. Phina ise ondan daha cesur davranmış, heyecanını gizlemişti. Tartelett’e gelince, iç sıkıntısını yok etmek için şampanya kadehlerinden yardım beklemişti.
10 Haziran sabahı sonuncu olarak kucaklaşılmış, samimi temenniler tekrarlanmıştı.
Sonra… Gemi ağır ağır demir almış, rıhtımda ve güvertede mendiller kelebekler gibi uçuşmuştu.

6. BÖLÜM
KAÇAK YOLCU
Mükemmel şartlar içinde başlayan yolculuk, hiçbir can sıkıcı hadise olmadan devam ediyordu.
Godfrey’in kamarası, geminin arka tarafındaki yemek salonunun bitişiğindeydi. Kamarada, Goldfrey’in rahat etmesi için her şey inceden inceye düşünülmüştü. Genç adam, bu şartlar içinde, hayatının sonuna kadar seyahat edebileceğini söylüyordu.
Tartelett’in kamarası, Godfrey’inkiyle yan yanaydı. Burada da aynı konforun bulunmasına rağmen, dans profesörü hayatından memnun değildi. Ona, kamara çok dar, yatak çok sert görünüyordu. Fırsat buldukça: “Bir yolculuğun başlangıcı değil, onun nerede ve nasıl biteceği mühimdir!” diyordu.
Yemekler, daha önce kararlaştırıldığı şekilde, yemek salonunda hep beraber yeniyordu. Fakat her an deniz tutmasından şikâyet eden Tartelett umumiyetle yemeklerde bulunmuyordu.
Başlangıçta rüzgâr kuzeyden doğuya esiyordu. Gemi, hafif çırpıntılı bir denizde, güneybatıya doğru süratle ilerliyordu iki gün, devamlı olarak rüzgârın ve geminin istikametinde bir değişiklik olmadı. Eğer kaptan Turcotte’un endişeyle gölgelenen bakışları olmasaydı, seyahatin bu tempoyla devam edeceğine inanılabilirdi. Kaptan Turcotte her gün öğleyin güverteye çıkıyor, hususi aletleriyle geminin vaziyetini tespit ediyordu. Sonra ikinci kaptanla kamarasına kapanıyor, uzun uzun konuşuyordu. Bu konuşmalara bakarak, kaptanın yakın bir gelecekte meydana çıkması muhtemel olan bazı hadiselerden dolayı endişe duyduğu düşünülebilirdi.
12 Haziran sabahı, hiç beklenmedik bir hadise gemidekileri heyecanlandırdı.
Godfrey, kaptan Turcotte ve ikinci kaptan kahvaltı etmek için sofraya oturdukları sırada, güverteden gürültüler ve bağrışmalar aksetti. Aynı anda da baş tayfa yemek salonundan içeri girerek:
“Ambarda bir Çinli yakaladık.” dedi.
Kaptan Turcotte, ayağa kalkıp ön güverteye gitti. İkinci kaptanla Godfrey de onu takip ettiler. Üç tayfa, bir Çinliyi belinden ve kollarından sıkı sıkıya tutuyordu.
Çinli, kırk yaşlarında, sağlam yapılı bir adamdı. Birkaç gündür ambarda havasız ve aç kaldığı için yorgun görünüyordu. Tayfalar onu, tesadüfün yardımıyla saklandığı yerde bulmuşlardı. Kaptan Turcotte, tayfalara işaret ederek, Çinliyi serbest bıraktırdı ve:
“Kimsin sen?” diye sordu.
Çinli, sakin bir sesle:
“Güneşin oğullarından biri!” diye cevap verdi.
“Adın ne?”
“Seng-Vu…”
“Bu gemide işin ne?”
“Seyahat ediyorum!”
“Gemiye hareket edeceği zaman mı bindin?”
“Evet…”
“Memleketine bedava mı gitmek istiyorsun?”
“Evet… Müsaade ederseniz!”
“Seni denize atarsam, yüzerek Çin’e gidebilir misin?”
“Bunu da tecrübe edebilirim!”
Kaptan Torcotte, adamın bu sakin cevaplarına öfkelenerek:
“Gemiye gizlice girip benden bedava seyahat etmek istemenin ne demek olduğunu ben sana öğretirim!” diye bağırdı.
Kaptan Turcotte’un, Çinliyi denize atacağı belliydi. Son derece öfkelenmişti. Bunu anlayan Godfrey araya girerek:
“Bu adamın gemiye binmiş olması, Kaliforniya’dan bir Çinlinin eksilmesine sebep olduğu için sevinmeliyiz!” dedi.
Kaptan Turcotte, başını öfkeli öfkeli sallayarak:
“Hakikaten Kaliforniya’da lüzumundan daha çok Çinli var!” diye cevap verdi.
“Bu adam, Kaliforniya’yı bir Çinliden kurtarmak istediği için merhamete layıktır! Şanghay civarından geçerken onu karaya bırakabiliriz!”
Godfrey’in bu müdahalesiyle Çinli, denize atılmaktan ve tekrar ambarda saklanmaktan kurtulmuştu. Fakat gemideki varlığı hiç kimseyi rahatsız etmiyordu. Son derece sessiz ve sakin bir insandı.
Tayfalarla konuşmuyor, geminin tenha bir yerine çekilerek denizi seyretmekle vakit geçiriyordu.
Böyle olmasına rağmen kaptan Turcotte, bu adamın gemide bulunuşundan hoşlanmıyordu, ikinci kaptana sık sık, öfkeyle:
Bu Allah’ın cezası Çinli başımıza dert olacak! diyordu.

7. BÖLÜM
GEMİNİN FIRTINAYA TUTULUŞU VE BATIŞI
13, 14 ve 15 Haziran günlerinde barometre devamlı olarak yavaş yavaş düştü. Güneybatıdan esmeye başlayan rüzgâr, gün geçtikçe şiddetini arttırdı. Rüzgârın esiş istikameti ters olduğu için, Dream zorlukla ilerliyordu. Cepheden çarpan iri dalgalar, geminin bütün gövdesini titretip sarsıyordu. Böyle havada açık durmaları tehlikeli olduğu için yelkenler toplandı. Gemiyi fazla zorlamamak için makineler ağır ağır çalıştırılıyordu.
Godfrey, fırtınadan şikâyetçi değildi. Geminin yalpalaması neşesini kaçırmamıştı. Denizi sevdiği her hâlinden belli oluyordu.
Fakat Tartelett, denizi sevmediği için neşesi büsbütün kaçmıştı. Talebelerine muvazene dersi veren dans profesörü düşmekten korktuğu için, mecbur olmadıkça yürümeye teşebbüs etmiyordu. Kamarasında oturduğu zaman da başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Zavallı adam ne yapacağını şaşırmıştı. Seyahatin bu günleri onun için hakiki bir işkence olmuştu. Kendisini bu yolculuğa zorlayan William W. Kolderup’a bol bol küfrediyordu.
Kaptan Turcotte, Tartelett’in sonu gelmeyen suallerinden bıkmıştı. Tartelett, aklına estikçe kaptan kamarasına çıkarak hep aynı suali soruyordu:
“Barometre nasıl? Hava düzelecek mi dersiniz?”
Kaptan da her seferinde aynı cevabı tekrarlıyordu:
“Ümit verici bir değişiklik yok Mr. Tartelett!”
“Daha çok yolumuz var mı kaptan?”
“Şimdiden hiçbir şey söylenemez! Havanın düzelmesi lazım!”
Tartalett, bir eliyle midesini, diğeriyle ağzını tutarak, yalpa vura vura kaptan köşkünden uzaklaşıyordu.
Tartalett’in şikâyeti sadece deniz tutmasından ibaret değildi. Güverteye kadar yükselen kocaman dalgalar da onu çok korkutuyordu. Daima kaptanın yanına gitmeye cesaret edemediği için, bazen de Godfrey’i yakalayıp:
“Acaba, dalgalar gemiyi devirir mi?” diye soruyordu.
Godfrey’in cevabı asla değişmiyordu:
“Çocuk olma Tartelett! Boşuna heyecanlanıyorsun!”
Bir gemi, her çeşit hava şartlarında yüzebilecek şekilde inşa edilmiştir!
Tartelett, kaptanın ve Godfrey’in sözlerine inanmadığı için cankurtaran yeleğini gece ve gündüz sırtında taşıyordu. İlk defa denize açıldığını bildiği için hiç kimse Tartelett’in bu komik hareketlerine aldırış etmiyordu.
Diğer taraftan hava, Tartalett’e hak verdirecek şekilde sertleşiyordu. Barometre, kuvvetli bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu haber veriyordu.
Gemi, gündüzleri şiddetle sarsılıyordu. Kazanlar yarı yarıya stop etmiş vaziyetteydi. Uskur ve şaftın kırılmasından korkan kaptan, makineleri yarım yolla çalıştırıyordu. Ağır ağır dönen uskurun suya çarptıkça çıkardığı sesler tane tane duyuluyordu.
Fakat geceleri, gemi hem daha az sarsılıyor hem daha süratle yol alıyordu. Makineler tam yolla çalıştırılıyordu. Çarkçı, fazla istimden kazanların patlamasından korkuyordu.
Godfrey gemideki bu değişikliği fark etmişti. Kendi kendine: “Acaba geceleri fırtına şiddetini azaltıyor mu?” diye soruyordu.
Günden güne merakı çoğalan Godfrey en sonunda dayanamayarak işin esasını öğrenmek için, 21 Haziran’ı 22’ye bağlayan gece, kaptan köşküne gitti. Bütün gün çok sert esmiş olan rüzgârın, hava karardıktan sonra hafifleyeceği tahmin edilemezdi.
Merakını yenemeyen Godfrey gece yarısı yatağından çıkmış, en kalın elbisesini giymiş, kaptan köşküne gitmişti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/zhul-vern/robensonlar-mektebi-69428437/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Robensonlar Mektebi Жюль Верн
Robensonlar Mektebi

Жюль Верн

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız.

  • Добавить отзыв