Turfanda mı Turfa mı?
Mizancı Mehmed Murad
Tanzimat sonu romancılarından ve fikir adamlarından olan Mizancı Mehmed Murad, bu eserinde, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki sosyal ve bireysel birçok olaya eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Romanın başkahramanı Mansur Bey’de, yazarın kendi milli ve ahlaki görüşlerinin yansımasını buluruz. Devlet içinde birçok alanda çöküşün yaşandığı bir dönemde asıl çöküşün kişisel değerler kapsamında, ahlaksal boyutta olduğunu gören Mansur Bey gördüğü yanlışlıkları kişisel olarak düzeltmeye çalışır. Ancak tek başına onun yapacakları yaşanan büyük çirkinlikler karşısında etkisiz kalacaktır. “Turfanda mı Turfa mı?” bir imparatorluğun içten içe eriyişinin sebeplerini de ele alan gerçekçi bir roman…
Mizancı Mehmed Murad
Turfanda mı Turfa mı?
İstanbul’a Geliş
Yirmi, yirmi beş sene önceki bir zamandayız. Ay, güzel kokular saçan baharın goncalar açan nisanı, gün ise hilafet merkezi diyarının din kardeşliği günü olan cumasıdır.
Karadeniz’in Boğaz’a yakın bir yerinde bulunuyoruz. İstanbul ile Varna arasında işleyen “Lloyd” kumpanyasının “Volkan” vapuruna binmiş, Varna’dan İstanbul’a geliyoruz.
Sabah vaktidir. Ufuktan henüz yükselmeye başlamış olan, cihanı aydınlatan güneşin hayat bahşedici renkleri, denizin yüzü ile vapurun sağ tarafında uzanan yeşil Rumeli sahilini hüzünlü parıltılara boğmuştur.
Demir yolu bağlantısı kurulmadan önce Varna postası, bilhassa nisanda Doğu ve Batı’nın şair ve ediplerinin layıkıyla vasıflandırmak ve tasvir etmek için münasip söz bulmaktan âciz kaldıkları Boğaziçi ile İstanbul’un güzel ve birbirinden ihtişamlı manzaralarından kendilerine yeni duygular ve lezzetler aramak üzere gelen Avrupalı turistlerle dolmuş bulunurdu. O gün de bunlardan yirmi kişi vapurda mevcuttur.
“Volkan”, Fener dubasını sol tarafında bırakarak Boğaz’ın ağzına doğru aheste aheste ilerlemekteydi.
“Bosfor! Bosfor!” yani “İstanbul Boğazı!” haykırışları ağızdan ağıza geçerek derece derece güverteden aşağıdaki salona, salondan da uyuyanlarla dolmuş bulunan küçük kamaralara kadar yayıldı. Giyinmiş olanlar hemen yukarıya çıkmaya, yataktakiler de çarçabuk giyinip hazırlanmaya çalışarak birkaç dakika sonra hepsi güverte üzerinde toplandılar.
Yirmi kişiden ibaret bulunan bu birinci mevki yolcularının hemen yarısı fesli idiyse de, feslerin açık kırmızılığı, kalıpsızlığı, püsküllerin iğreti iliştirilmesi, fese alışkın olmadıklarını, hatta fesçi dükkânına uğramak lüzumunu dahi hissetmediklerini kâfi derecede gösteriyordu. Ancak üç yolcunun fesleri düzgün olup yalnız onların yerli oldukları anlaşılıyordu.
Güverte üzerinde toplanmış bulunan turistlerin hepsi meşguldü. Kimi dürbünle bakıyor, kimi de etrafa göz gezdiriyordu. Vapurların, yelkenli gemilerin, odun ve kömür kayıklarının çokluğu, etrafa hâkim Yuşa Tepesi, hep aranılan Boğaz’ın, seyahatin bu en son gayesinin yakında olduğunu gösteriyordu. Lakin Boğaz güzellik ve ihtişamıyla henüz kendini göstermemişti.
Yirmi, yirmi bir yaşlarında bir fesli delikanlı şafak vaktinden beri güvertenin üzerinde hazır bulunarak, iki eliyle davlumbazın tel halatını sımsıkı tutmuş olduğu hâlde azim ve tefekkürü ifade eden derin siyah gözlerini ileriye dikmiş ve sanki zihnindeki düşüncelere ve kalbindeki gizli duygulara dalmış gibi kendisini ve etrafındakileri unutmuş duruyordu.
Hâl ve kıyafetinden Fransız olduğu tahmin olunan bir yolcu dalgın delikanlıya yaklaşarak Fransızca:
“Mösyö Mansur Bey! Şüphesiz defalarca buradan geçip görmüşsünüzdür. Boğaz’ın ağzı, dağın eteğine doğru uzayıp körfez gibi görünen şu köşe değil midir?” dedi.
Mansur Bey diye hitap edilen o delikanlıda hiçbir ses ve hareket görülmedi. Fransız sualini tekrar etti. Delikanlıda yine bir cevap eseri görülmedi. Bütün vatandaşları gibi aceleci olan Fransız, hiddet ve hayretle omuzlarını kaldırdı, bir kere alaylı bir bakışla baştan ayağa kadar delikanlıyı süzdükten sonra homurdanarak öbür tarafa geçti.
Delikanlı mıhlanmış gibi yerinde, tavrında, bakışında sabitti.
Güya bir şeyi kaybetmekten korkuyormuş gibi hatta göz kapaklarını görünemeyecek derecede süratle indirip kaldırıyordu. Diğer vapur arkadaşları gibi çokluk etrafa da bakmayıp hep ilerideki meçhul noktaya gözlerini dikmişti. O noktaya bir an evvel kavuşmak arzusu her hâlinden belli oluyordu. Vapurun sürati yetmiyormuş gibi başını dik tutmakla beraber acelesinden vücudunun üst yarısını öne doğru eğmiş bulunuyordu.
Arada sırada gözlerinin fevkalade parlamasına tesadüf eden manalı tebessümler yüreğinin bir sevinçle nazlandığını ima ettiği gibi, bazen de renginin değişmesiyle yüzünü kaplayan ciddiyet, zihninin bilinmeyen bir endişeye saplanarak üzüldüğünü gösteriyordu.
Hasılı delikanlının her hâli ve davranışı, kalabalık içinde bile dikkatleri kendisine çekecek derecedeydi. Kusursuz dış görünüşü teveccüh uyandırıyordu. Çekme, parlak, düşünceli, utangaç gözleri, uzun, ince siyah kaşların altına sığınmıştı. Kenarları kibirle kıvrılmış sivri ve nazik burnu asalete, büyücek fakat güzel bir şekilde bulunan ağzı yiğitliğe delildi. Teni beyaz, saçı siyah, omuzları geniş, beli ince, uzuvları mütenasipti. Giyinmesi de sade ve zevkliydi.
Bu delikanlı kimdir?
Korku ve sevincinin sebepleri nedir?
Sevinci, eğer uzun bir ayrılığın doğurduğu dayanılmaz bir hasrete nihayet verecek bir kavuşma heyecanından ileri geliyorsa, ya o korku ve telaşı nedendir?
Yoksa kavuşacağı sevgililerin içinde hayatı tehlikede olduğu haber verilen bir baba, anne, kardeş mi yahut bir gönül arkadaşı mı var?
Boğaz’ın ağzına girilince vapurda gürültü çoğaldı. Kimi:
“Şu ‘Rumeli Feneri’dir.’ ”
“İşte ‘Kavaklar.’ “
Şu da “Telli Tabya.” diyerek, ilk defa gelmekte bulunanlara ortalarında bilgiçlik taslıyordu. Yolcuların birçoğu da ortalığı sevinç ve hayret sedalarına boğarak çapari ile uskumru balığı avlayan yüzlerce kayığı göz hapsine almıştı. Balıklarla donanmış çapari, yukarı çıkarak sabah güneşinden gümüş gibi parladıkça “Bravo!” sedasıyla alkışlamaktan kendilerini alamıyorlardı.
Bizim delikanlı bunlardan sanki habersizdi. Yine o hâlde sessiz, sedasız olarak bir mıknatıs kuvveti gibi kendisini çekmekte bulunan “ileri”ye bütün duygularını vermişti.
Kulağının bir ses işittiği yoktu. Devamlı ileriye bakmakta olan gözlerinin hedefini tayin etmek dahi güçtü. Belki gözlerinden ziyade gönlüyle görüyordu.
Vapur, Kavak önünde, her zamanki karantina muamelesi için bir hayli müddet bekledi. Bu sırada etraftaki tabyalar, Sarıyer, Büyükdere hakkında birçok şey söylendi. Bunlardan hiçbiri yine, Mansur Bey’in kulağına ilişmedi. Yalnız bir defa, Büyükdere Piyasası ile Sefarethane yazlıkları zikredildiği sıradaydı ki, Mansur’un hâlinde bir değişme olmuştu. Lakin bu değişikliğin sebebi anlaşılamadı. Belki duygu ve düşünce zinciri o sırada koparak kendisini uyandırmıştı. Değişmenin hemen anında birçok kalp duygusunu açığa vuran garip bir bakışla Büyükdere Piyasası’na doğru bir müddet baktı.
Bu hâl bir defa daha etraftakiler arasında Hünkâr İskelesi ve Balta Limanı sözleri geçtiği sırada görüldü. Fakat hiçbiri uzun sürmedi ve bir dakika kadar olsun delikanlı, bilinmeyen düşünceleriyle olan alakasını keserek tavır ve hareketini bozmadı.
Boğaziçi’nin, tabiat güzelliklerinden en az zevk duyanları bile hayran eden o güzel yalıları, dağları, ilkbahar zümrüdüyle bezenmiş, türlü türlü göz alıcı renkleri ve bilhassa erguvan çiçekleriyle minelenmiş bulunan cennet gibi bayırları vapur yolcularını çıldırasıya heyecanlandırıyordu. Mansur Bey ise sanki bunlara baka baka bıkmış gibi kayıtsız kalıyordu. Bakışlarını ve düşüncelerini birtakım meçhul emeller üzerinde toplayarak, heykel gibi, davlumbaz kenarına dikilmiş, duruyordu.
Hâlbuki bu garip delikanlı ilk defa hilafet merkezine gelmekte, yani şu eşsiz manzaraları yeni görmekteydi!
“Görmekte” mi?
Yanlış söyledik. Mansur Bey, bir şey görmüyordu. Gözleri açıktı. Fakat beyni, içinden gelen duygular ve üzüntülerle dopdoluydu. Gözün gördüklerine ayna olması gereken beyninden bir zerre bile kalmamıştı.
Mansur Bey, ilk defa İstanbul’a geliyordu.
Ah, İstanbul’a gelmek! Osmanlı saltanatının merkezi, İslam hilafetinin makamı bulunan İstanbul’a kavuşmak.
Doğuştan fedakârlık duygusuyla bezenmiş, kafası ilmî düşüncelerle aydınlanmış, millî fazilet ve emelleri kavrama gücüne sahip olmuş, muhterem ümmetin mazisini, hâlini, istikbalini düşünerek zihnini yormuş, yerini yurdunu bırakmış, gayretli, imanlı bir Müslüman için bunun ne demek olduğunu tahmin etmek acaba o kadar kolay bir şey midir? Kuvvetle zannederiz ki pek güçtür. Çünkü o hâl, beşer ahlak ve faziletlerinin hemen yegâne örneği bulunduğu için düşünce âleminde henüz layıkıyla kendisini ortaya koymamış olan İslamiyete mahsus yüksek bir vasıftır.
Çocukken en tatlı bir rüya gibi zihninde yerleşmiş, fikirlerinin ilk uyanışı sırasında en aziz hülyalara zemin olmuş, hayatta meslek ve gayesini tayin etmek zamanı gelince en mukaddes emellerin benimsenmesine, en ulvi düşüncelerin gerçekleştirilmesine merkez olmak üzere seçilmiş bir “Kıblegâh-âlem”e ilk defa yaklaşmakta bulunan hamiyetli bir gencin kalbi böyle mühim bir dakikada hiç göze meydan verir mi?
Kavaklar, Büyükdere, Beykoz, bütün Boğaziçi gözünde ne kadar güzel ve gönlünde ne kadar aziz olsa, yine “İstanbul” değildir. Yabancı memleketlerden gelen Mansur Bey gibiler için vatanın tezek kokusu bile amber gibi gelir. Lakin şimdi onların sırası değildi. İstanbul yakında! Vücudunun kıllarına varıncaya kadar her zerresi, hayalinde çoktan beri cisimleşmiş olan “İstanbul” ile kavuşmaya hazırlanmıştı.
Gözlerini, vücudunu ileriye çeken elektrik kuvveti, işte o “İstanbul” denen cazibe kuvveti idi.
Bununla beraber yolculardan biri, “İşte Rumeli Hisarı!” deyince Mansur Bey, uykudan uyanır gibi bir tavırla, şeklinde bulunduğu iddia olunan dört yüz senelik kaleye bakmaktan kendisini alamadı. Dikkatli olarak bir hayli baktı. Yüzünde bir gülümseme göründü:
“Ey kahraman Gazi! İşte senin Bizans anahtarın! Tarihin bunca kahramanlarının hayat ve iktidarlarını uğrunda harcadıkları hâlde açtıramadıkları o demir kapıları, müminlerin merkezi, cihan padişahlarının payitahtı olmak üzere, sen bu mübarek anahtarınla fethettin ve açtın!”
Zihnî hitabı, yüzü gülümsediği esnada, yorgun beynini canlandırmıştı.
Ani bir şimşek süratiyle sola doğru dönerek Yıldırım Bayezit Han’ın eserlerinden olan Anadolu Hisarı’na baktı ve yine bir müddet daldıktan sonra güya geniş alnından, avucuyla ter siliyormuş gibi elini geçirdi ve konuşur gibi dudaklarını oynattı. Fakat yalnız, tekrarlanan “Timur, Timur!” sözünden başka bir şey işitilemedi.
Bunun arkasından yine sağa döndü, tekrar Rumeli Hisarı’na gözlerini dikti.
Osmanlı vatanseverleri için değerli bir ziyaret yeri olması lazım gelen bu eski ve heybetli esere hâkim bir tepede, yeni tarzda inşa olunmuş büyücek bir bina gözüne ilişti. Fatih Hazretleri’nin ulu namını takdis için inşa olunmuş bir millî şükran eseri olduğuna hükmetmekte tereddüt göstermedi.
Hemen bu sıradaydı ki, dikkati çekici eserleri tanıtan bir fesli ile onu dinleyen bir İngiliz turisti Mansur Bey’in yanı başına geldiler.
Fesli:
“Şu kulenin üzerinde görünen yüksek bina, Amerikalı misyonerlerin tesis ve idare ettikleri Robert Kolej mektebidir” dedi.
İngiliz:
“Misyoner mektebi mi dediniz?”
İngiliz şaşkınlığını gizleyemedi.
Mansur Bey önce kulağına inanamadı. Sonra milletin şükranına vesile olsun diye yapılmış hayrat eserlerden biri olduğuna hükmettiği binaya doğru İngiliz’in parmağını uzatılmış görünce, gözleri garip bir surette parladı, rengi değişti. Fesli bilgiçlik taslamaya devam etti:
“Daha yüksekteki Bektaşi Tekkesi’dir.”
Mansur Bey’de bunu işitecek hâl kalmamıştı. Çünkü yüreğinde bir ıstırap, zihninde sersemlik hissediyordu.
“İşte Göksu Kasr-ı Hümâyûn’u.”
“İşte Kandilli.”
“Sahildeki şu güzel bina Mısırlı Mustafa Paşa’nındır.”
“Şu tepedeki büyük bina Sultan Sarayı’dır.”
Mansur Bey bir müddetten beri adı geçen saraya bakmaktaydı. Amerika mektebinin karşısında, onu kulübe derecesine indiren o büyük ve heybetli binanın ne olduğunu öğrenmek için şiddetli bir arzu duymuşken beklemediği bir cevap almaktan korkarak kimseye soramıyordu.
“Saray” dedikleri vakit geniş bir nefes aldı. Belki “Allah’ın kelamını yaymaya memur vaizleri yetiştirmek üzere inşa edilmiş bir millî mekteptir.” demiş olsalar ancak bu kadar teselli bulacaktı.
Fesli İngiliz’e anlatmaya devamla:
“Sadrazam Ali Paşa’nın yalısı, işte şudur.”
“Yanı başındaki büyük yalı, Mısırlı Kamil Paşa’nındır.”
“Şu büyük kâgir bina, Hanım Sultanlar Hazretlerinindir.” diyerek yalıları saymakta ve anlatmaktaydı.
Vapur Kandilli Burnu’nu dolaşarak süratle inmekteydi. Yolcular Kuleli ve bilhassa Beylerbeyi Sarayı’nı seyretmekle meşguldüler. Ancak Ortaköy’den Kabataş İskelesi’ne kadar uzanan sahili dünyanın en süslü bir mevkisi hâline getiren padişah sarayları ile civarlarındaki daireler ve onlarla aynı hizada denizin ortasına dizilmiş zırhlılar kadar hiçbir şey dikkatleri çekemedi. Gün cuma olduğu için Dolmabahçe rıhtımıyla açığında hazırlıklar görülüyordu. Saltanat kayıklarının süslerine vuran güneş ışıklarının akisleri göz kamaştırıyordu.
Mansur Bey, gönlündeki üzüntülerden dolayı yüzü değişmiş olduğu hâlde bütün yönlerin kendisine yöneldiği tarafa döndü ve limana girinceye kadar gözlerini ayıramadı. Güya o sırada kalbinden gelen şu:
İşte halife-i rûyı zemîn ve (yeryüzünün halifesinin) sultanlar sultanı padişah hazretlerinin azamet ve ihtişamla oturdukları mukaddes daireler! İşte ümmetin ikinci “kıblegâh”ı! Bunca vakitten beri hasret ateşiyle yanıyordun. İşte göz önünde duruyor. Bak, bak da ateşini söndür, hitabıyla Mansur Bey’in zaten pek güzel olan şekil ve kıyafeti daha cazip bir güzellik ve letafet kazandı.
“İşte Sarayburnu’na geldik.” sesi Mansur Bey’i bu yöne dönmeye mecbur etti.
Osmanlı tarihinin büyük bir kısmını ihtişamla dolduran ve dünyanın en seçkin noktalarından biri sayılan Sarayburnu, Mansur Bey’i yeniden sevgi dolu düşünceler âlemine daldırdı.
Herkesin ağzında dolaşan “Ayasofya”, “Sultan Ahmet”, “Süleymaniye” sözleri Mansur Bey’i herkesle beraber o taraflara bakmaya mecbur etti. Fakat birbiriyle yarışırcasına gözlerini zapt eden güzel manzaralar ile gönlünü dolduran tatlı hatıralara vücudunun tahammülü kalmadı. Sarhoşluk derecesinde duygulanmıştı, zira hakikat rüyanın yerine geçmişti.
Dinin ve iman kuvvetinin timsali gibi heybetle semaya doğru yükselmiş sayısız minareler ve kubbelerle taçlanmış bulunan İstanbul’un eşsiz manzarası bile, sanki Mansur Bey üzerinde, görünüşte, yanındakiler kadar bir tesir uyandıramadı.
Bir müddet sonra, zırhlılar tarafından hava boşluğunu sarsacak derecede şaşaalı bir şekilde selamlanarak, saltanat kayıkları ve her zamanki gibi onlara refakat eden başka kayık ve küçük vapurlar Dolmabahçe’den açıldı. Yaklaşmaya başladılar. Topların dumanı içinden yalnız minare gibi yukarıya doğru sivrilmiş olan zırhlı armaları, Osmanlılar tarafından her zaman can ve gönülden söylenen ve tekrar olunan “Padişahım çok yaşa!” duasıyla Armstrong toplarının gürültüsünü de bastıran deniz askeriyle donandı. Saltanat kayığı vapur hizasına geldi. Mansur Bey’in yüreği göğsüne sığamaz oldu. Frenk turistleri bile şapkalarını çıkarıp sallayarak hep bir ağızdan “Vive Le Sultan-Yaşasın Sultan” diye haykırdılar.
Mansur sesle onlara iştirak etmeye cesaret edemedi. Çünkü duygularında dindarca bir hürmet ve vecd hâli ağır basıyordu.
Saltanat kayıkları Sarayburnu’na geçince kendinden geçmiş bir hâlde olduğu yerde kaldı. Ağzından bir ses çıkmadı. Lakin gözlerinde heyecan ve sevinç gözyaşı eksilmiyordu.
Mansur’un vücudu, zihninden ve kalbinden doğan birbirine zıt gayret ve sadakat duyguları için büyük bir mücadele meydanı kesilmiş bulunduğundan iradesi elden gitmişti.
Bir saatten beri limanda, geminin güvertesinden İstanbul’u, Üsküdar’ı, Kadıköy’ü seyretmekteydi. Dünyada bu kadar güzel, bu derece azametli bir benzerinin bulunmadığını herkes bilir. Hâlbuki Mansur Bey hâlâ kendisini İstanbul’u görmüş saymıyordu. Gözleri yine hayalinde canlandırıp çoktan beri taşıdığı “İstanbul”u arıyordu.
Acaba kendisini mi kaybetmişti? Yoksa İstanbul’u daha heybetli mi görmek isterdi? Peki ama Kurşunlu Mağara açıklarında bulunan geminin güvertesinden, bilhassa cuma günü görülen “Bilad-ı Selase” (Üsküdar, Galata, Eyüp)den daha heybetli bir görünüş hayale bile sığabilir mi?
Vapur yolcularının bir kısmı, kendilerini karşılamaya gelenlerle beraber kucaklaşarak, el sıkışarak gitmiş, kalanları da birer kayık bularak yalnızca çıkmıştı.
Vapurda Mansur Bey’den başka kamara yolcularından bir kimse kalmamışken, Mansur Bey’in çıkmak hususunu henüz hatırladığı yoktu. Sersem ve dalgın olarak etrafa bakınıp duruyordu. Lakin bakışlarına dikkat edenler onun gördükleriyle meşgul olmadığını kolayca fark edebilirlerdi.
Vapur hareket ederken içi içine sığmayan Mansur Bey’de şimdi aceleden hiçbir eser kalmamıştı. Demek kendisi için bir dakika evvel kapısını çalmak istediği bir ev, bir an evvel bağrına basmaya koşacağı bir vücut yahut gayretini göstermek için öpmeye koşacağı bir etek yoktu.
Evet, öyleydi. Mansur Bey İstanbul’a ilk defa geliyordu. Gelmesini icap ettirecek bir aile yahut tanıdık bir insan yoktu. Mektepten yeni çıkmış olduğu için etek öpmek usulünün gizli yönlerini ve hünerlerini henüz bilmiyordu. Bilmiş olsa bile bu hususta marifet göstermek için yarışa çıkmaya hevesli olan takımdan değildi.
Mansur Bey “İstanbul”a geliyordu. İşte şimdi İstanbul’un orta yerinde bulunuyordu. Bir tarafa gitmek üzere aceleye lüzum yoktu.
Omzuna hafifçe dokunan bir el ile “Güzel manzara, geniş odalar, nefis yemek, mükemmel hizmet, günlük beş frank (Amerika Oteli), kayık bekliyor, eşyanız varsa götüreyim” sesi, Mansur Bey’i daldığı düşüncelerden uyandırdı.
Gemiden çıkmak lazım olduğunu anladı. Nereye gidecekti?
Gidecek hususi bir yeri yoktu. Otele gidecek. İşte hazır komisyoncu da, kayık da gelmişti.
Komisyoncunun sözlerinde yalnız “beş frank” sözü Mansur Bey’in hoşuna gitmedi. Beş frankın azlığından yahut çokluğundan değildi. Hilafet merkezinin limanında “frank” yerine “kuruş” sözünü işitmeyi arzu etmesindendi.
Bununla beraber kabul ederek kamaraya indi. Ufak bir meşin sandığı işaretle:
“Şunu alınız. İki sandık da kitap olacak. Lakin ambarda olmalı. İşte bilet.” dedi.
Komisyoncu:
“Sandıkları sonra idarehaneye alıp getiririm.” efendim. Siz kayığa buyurunuz.
Kayık, Galata gümrüğünün önüne yanaştı. Gümrük memuru sandığı açtırdı. İçinde her çeşit çamaşırdan başka beş altı cilt kitap mevcuttu.
Memur:
“Bunların içinde zararlı bir şey olmasın.”
Mansur Bey:
“Yoktur. Lakin bakabilirsiniz.”
Memur:
“(Mansur Bey’in çenesini okşayarak) Senin gibi beyefendiler zararlı şey taşımazlar. Haydi kapa da işine git.”
Mansur Bey, memurun bu hareketini o anda takdire muktedir olamadı. Çünkü sandığı açılırken, memura bakarak, kalbinden “İşte ilk tesadüf ettiğim gayret arkadaşım.” diyordu. Belki de çenesine el götürmek derecesinde gümrük memurunda hasıl olan cesaret, Mansur Bey’in bütün bir samimiyet ve muhabbetle yüzüne bakmasından ileri gelmişti. Memurun hareketini de, bu samimiyetin karşılığı gibi telakki edebiliyordu. Fakat gümrük memurunun hareketi, Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandıramadı. Sebebi, eli uzatmadaki laubalice cüreti değildi. “Kitaplarda zararlı bir şey olmasın.” diyen memurun eşyasını muayene ile mükellef olduğunu düşünerek hakkıyla vazife yapmada müsamaha göstermiş olmasından dolayı hoşlanmamıştı. Zararlı eserler aramakla mükellef idiyse daha dikkatle bakması icap ederdi. Diğer taraftan, memurun ağzından herkese karşı “sen” yerine “siz” hitabının çıkmasını bekliyordu. Hatta bundan dolayı bastığı yere dikkat etmeyerek yolda uzanmış bir köpeğin ayağına bastı. Köpek acısından havlayarak dizine yapıştı ve pantolonunun paçasını dişledi. Üstelik köpekten sakınayım derken ayağı çamurlu bir çukura gitti.
Bereket versin ki, Mansur Bey’de eski caddelerimizin şu hâli hakkında kendince bir fikir edinecek hâl kalmamıştı. Gerilmiş duyguları, bunlara gümrük memurunun hareketine verilen ehemmiyet kadar olsun bir ehemmiyet verilmesine meydan bırakmadı.
Bahsettiğimiz vakitlerde tünel ve tramvay henüz yoktu.
Yollar, caddeler açılmamıştı. Araba bile pek seyrek bulunurdu. Komisyoncu beygire binmesini teklif etti. Mansur yaya gitmeyi tercih etti.
Mansur Bey’in köpeğin ısırmasına, çamura batmasına ehemmiyet vermemiş olması komisyoncu Yahudi’nin dikkatini çekti, içinden “Galiba bir mala çattık. Allah vere de herif zengin olaydı.” dedi.
Hırsı kamçılanmış Yahudi, nereden geldiği, İstanbul’da ne kadar oturacağı, bildik ve akrabası olup olmadığı hakkında birçok soru yağdırdıysa da hiçbirine cevap alamadı. Birden vapurda ve gümrükte Türkçe sözler işittiğini unutarak fes giymiş Frenk zannıyla sorularını Fransızcaya çevirdi. Yine merakını gideremedi. Çünkü Mansur Bey “senin nene lazım”ı ifade eder bir bakışla Yahudi’yi susmaya mecbur etti. Yalnız iki yol ağzında, Türkçe olarak, “Ne tarafa gideceğiz?” demekle yetindi.
Diğer bir hamal, bir araya bağlanmış bir düzineden fazla sandalyeyi arkasına almış ve yükü altında kendisi kaybolduktan başka dar sokağı da tamamen kaplamış olduğu hâlde iki büklüm olarak geliyordu. Üstündeki sandalyelerden birinin ayağı bir Frenk mağazasının güneşliğine takıldı. Hamal mağazacıya seslendi. Frenk sesini çıkarmadı. Hamal tekrar etti. Yine cevap alamadı. Zaten ağır yük altında hırslanmış bulunan hamal şiddetlice bir hamle ile ilerleyince güneşlik yerinden koparak sokağa düştü. Hamal da güya hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yoluna devam etti.
Mağazacı bu defa, lüzum gördüğü vakit süratli hareket edebileceğini göstererek hırsla hamalın arkasından yetişti ve yükünden tutarak alabildiğine geriye doğru çekti. Hamal arka üstü düştü. Hamalın düşmesiyle altında olan iki sandalye kırıldı. Yükünün altından kurtulan hamal mağazacıya bir tokat aşk etti. Öteki de o yolda karşılık vermekten geri kalmadı.
Halk birikti. Gürültü çoğaldı.
Bu duruma çok üzülen Mansur Bey, gözüyle zaptiye memurunu araştırarak vazifesi başında görmek istedi. Fakat kalabalık içinde ona benzer birini görmeye muvaffak olamadı. Mansur Bey, bu gibi işlerde görevli memurların resmî kıyafetlerini henüz bilmediği için, beklediği memurun, toplanan kalabalığın ilk yetişenleri arasında olduğunu düşünerek teselli buldu.
Mansur Bey:
“(titrek bir sesle) Bu gibi ağır yüklerin taşınmasına izin verilen vakit, bu vakit midir?”
Komisyoncu:
“Bunun için İstanbul’da herkes serbesttir. Her şey, her saatte taşınabilir…”
Aralarında başka bir söz geçmedi.
Yüksek Kaldırım’dan, merdivenli yokuştan Beyoğlu’na çıkıldı. Komisyoncu sanki bilhassa yeri seçmiş gibi, Rusya Konsolosluğu’nun önünden geçerken “İşte Beyoğlu’nun büyük caddesi”[1 - Groznde Reu de Peroz.] dedi.
Hemen birkaç metre denilecek kadar dar bulunan o yerde bu sözün söylenmesi Mansur Bey’i kendine getirdi. Bir “cadde”ye, bir de Yahudi komisyoncuya baktı. Lakin öyle bir bakışla baktı ki, müzevir komisyoncu sanki yaylı imiş gibi kendi içine girerek büzülekaldı. Mansur Bey sesini çıkarmadı. Fakat sesini çıkarmak değil, hatta şiddetli bir tokat vurmuş olsaydı belki Yahudi’yi bu kadar müteessir etmiş olamazdı. Hâlinde, bakışında tokattan daha tesirli bir şey görünüyordu.
Galatasaray civarında bulunan “Amerika Oteli”ne kadar komisyoncu beş adımlık bir ara bırakarak efendi efendi yürüdü, vapurdan beri ettiği gevezeliğinden artık bir eser göstermedi.
Mansur Bey, otelin kapısına geldiği vakit üzerinde yalnız Fransızca olarak “Hotel d’Amerique”i gördü. Türkçe yazıdan, rakamdan eser göremedi. Keza yerleşmiş olduğu odanın, eşya ve döşemesini gözden geçirdiği sırada, bazı lüzumlu eşya ile seccadeyi aradıysa da bulamadı. Bunun için odanın döşemesini, genişliğini, bilhassa manzarasını beğenmişken odadan, otelden soğudu. Bununla beraber eşyasını çıkardı. Çamaşırını değişti. Bir sütlü çay içti. Bu meşguliyeti bittikten sonra sağda, Fatih Cami-i Şerifi’ni, solda da Üsküdar’daki Sultan Tepesi Mahallesi ile Çamlıca Tepesi’ni ve ikisi arasında kalan yerleri gören pencereyi açarak önüne oturdu, yavaş yavaş derin bir düşünceye daldı.
Hava hafif poyraz, sema berraktı. Güneşin güney memleketlerine mahsus olan parlaklığıyla manzaranın ancak İstanbul’da görülen güzellik ve tazeliği, acı tecrübelerle henüz yaralanmamış bulunan Mansur Bey’in saf kalbiyle bir ahenk teşkil etmekteydi.
Her şey göz önündeydi. İşte üç taraftan billur çerçeve ile çevrilmiş İstanbul üçgeni! Bulutlara doğru alemlerini kaldırmış olan minarelerinden dolayı bin direkli muhteşem bir gemi şeklinde azametle duruyordu.
İşte binlerce deniz taşıtını arkasına yüklenmiş ve iki büyük çemberle kuşanmış “Altın Boynuz” yani İstanbul Halici!
İşte servilere bürünmüş hazin Üsküdar, Çamlıca, Kadıköy!
İşte tatlı bir duman içinde keyif süren Adalar! Daha arkada Yalova, Mudanya tepeleri.
İşte bulutların bile üstüne çıkmış şöhretli “Ayda”[2 - Uludağ] Tepesi. Saçı sakalı bembeyaz olmuş, başını gururla semaya doğru kaldırmış! Gururlanmaya da hakkı vardır. Çünkü onun kadar çok görmüş, büyük vakaları seyretmiş bir başka şahit yeryüzünde güç bulunur. Şimdiye kadar “Homeros”tan, kudretli sanatkârlardan hürmet göregelmiştir. Başka sermayesi olmasa bile, eteğine sığınmış dört yüz çadır halkının bir iki asırda cihanı şan ve şerefle doldurarak titrettiğini görüp iftihar etmesi yeter de artar. “Osmanlı kudret ve büyüklüğünün yayıldığı kaynak benim.” diyebildiği için başını o kadar dikmiş, göğsünü o kadar germiş bir hâlde mağrur ve muktedir yükseliyor.
Elektrik cereyanı gibi bir iç cereyanının başından ayağına kadar geçmesinden âdeta vücudu bir kere sarsıldı. Hemen ayağa kalkıp iki üç kere odayı dolaştı.
O sarsılma, birden zihninde canlanan o muazzam Osmanlı Devleti’nin kudret ve büyüklüğüne hayran olmasından, sadakat, şükran, iftihar gibi müessir duyguların kalbine birden hücum etmesinden doğmuştu.
Tekrar Uludağ tarafına döndü.
“Evet hep oradadır. Toprağın her bir karışı birer tarih sayfasıdır. Gayret ve vatanseverlik kanıyla yoğrulmuş hayat ve kuvvet macunudur. Rahim ve Rahman olan Allah’ın seçkin kullarına mekân olmuş birer ümmet ‘ziyaretgâh’ıdır.”
Cihangir olan dört yüz çadır halkının şanlı tarihini hep zihninden geçirmeye başladı.
Akşam oldu. Oda uşağı mumları yaktı, bir emri olup olmadığını sordu. Cevap alamayınca şaşırmış hâlde çıktı.
Mansur Bey’in bunlardan haberi yoktu.
Gururla kaldırmış olduğu başı yoruldu, beyninde bir ağırlık hissetti. Başını öne doğru eğdi. Geniş alnını iki avucunun içine koydu. Dirseklerini dizlerine dayadı. Yine derin düşüncelere dalmış olarak, bir saat kadar da bu hâl ve vaziyette kaldı.
“Bir aralık ‘medeni’ olduğu iddiasıyla mağrur olan Avrupa, hâlâ cehalet devrine mahsus olan garaz ve taassubu bir türlü elden bırakamıyor! Acaba kasıt mı var, yoksa sade gaflet mi?” dedi.
Biraz sonra yine:
“Moribond (can çekişen–hasta adam) mu? Halt etmişler!” dedi.
Hiddetli bir yüzle ayağa kalktı ve birkaç kere odayı dolaştı. Rastgele bir noktada birden durduğu vakit yüzü gülüyordu.
“Biz yine o Osmanlı, o Müslüman’ız. Bütün kâinat nizamını kuran mutlak hikmet sahibi Cenab-ı Allah, hiçbir şahsı, hiçbir cemiyeti hayatı boyunca ehemmiyetli, ehemmiyetsiz bir arızaya uğramaktan masun kılmamıştır.
Tehlikesiz bir geçici arızadır. İlkbaharı müjdeleyen ve ihtiyatlı olmaya sevk eden bir kıştır. Maarifin çiçek açmasıyla yeniden kendini gösterecektir.
Şu mübarek, seçkin diyarı bize kısmet eden âlemlerin Rabbi Cenab-ı Allah bizi yaradılıştan güzel ahlakla da mükafatlandırmıştır.
Tarihimiz kahraman alaylarıyla dolmuş, taşmıştır!
Bir taraftan Osmanlar, Orhanlar, Hüdavendigârlar, Yıldırımlar, Çelebiler, Fatihler, Yavuzlar…
Diğer taraftan Alaaddin Paşalar, Çandarlızadeler, Sokullular, Köprülüler.
Hanedan, yine o yüksek hanedandır; kullar, yine sadık ve fedakâr kullardır.
Sanki bu asırda benzerleri yok mu? ‘Mahmud-ı Adlî’ (II. Mahmud) namının eriştiği makama yükselmek davasına cüret edecek Avrupa’nın üstün insanları kimlerdir?
Reşid’i yetiştiren millet yine bu millet değil mi?
Çeşitli gaileler yüzünden geçici bir arıza gelmiş, Osmanlı heybet ve azametinin yine kahramanlık göstermesi için her nasılsa meydan almış bulunan cehaletin kara perdesini kaldırarak kafaları aydınlatmaktan başka bir şey lazım mı?
Sultan Mahmud’un, Sultan Mecid’in eserleri hep o gayeye ulaşmak için girişilen büyük teşebbüslerden başka bir şey mi? Bugün önünden geçtiğimiz şu zırhlılar. Sultan Aziz’in şu eserleri dahi yaşama gücümüze delil değil de nedir?
Şüphem yoktur. İstikbalimiz mazimize bile gıpta ettirecektir.”
Gözüne parlaklık, dudaklarına tebessüm geldi. Bu hâlde yine bir hayli müddet odada dolaştı.
Elini çıngırağa uzattı. Hizmetçinin gelişiyle uykudan uyanmış gibi yeniden yüzünü yıkadı. Yemek yedi. İsteği üzerine getirilen yerli gazeteleri okuyup bitirdi. Yüzündeki gülümseme yalnız “Courrier d’Orient” gazetesinin makalesini okurken kayboldu, yerine hiddet geldi.
“Açıkça yabancıların menfaatleri desteklensin! Sonra da “Times”ler, “Figaro”lar vesaire utanmadan basının baskı altında bulunduğundan bahseden düşmanca yazıları yayınlamakta devam etsinler.” dedi.
Yatağa girdiği vakit saat üç buçuğu bulmuştu. Dün gece de layıkıyla uyuyamamıştı. Bununla beraber sabaha kadar gözüne uyku girmedi.
Maziye Dönüş
Mansur Bey’in gözüne sabaha kadar uyku girmedi. Evet, girmeyeceği tabiiydi. O günkü duyguları o kadar çoktu ki, hiçbiri hakkında, o esnada bir hüküm vermek için meydan bulamamıştı. Hatta bundan dolayı kendisine bir nevi şaşkınlık gelmiş ve bazı yerlerde, sanki yabancı turistlerden ziyade kayıtsız gibi görünmüştü.
Şimdi o duyguların sebeplerini birer birer hatırlamak lazımdı. Her biri hakkında enine boyuna zihnini yormakla lezzet almak gerekiyordu.
Aklının ve fikrinin o gecelik vazifesi yalnız bu kadar olsa yine zararı yoktu. Ah, daha nice büyük işler vardı ki onları da birer kere gözden geçirmek icap ediyordu.
Çünkü “dün” ile “yarın” arasında çok büyük fark olacaktı.
Çocukluk çağına veda etmek üzere bulunuyordu. Yarın başka bir âlemin kapısından içeriye girmiş, din ve devlet hizmeti meydanına kendisini atmış olacaktı.
Ayakta yürümeye güç kazandığı günden itibaren ebedî istirahat gününe kadar vakıa insanoğlu için vazifeden uzak bir gün bulunmaz. Fakat Mansur Bey’in yarından itibaren yükleneceği vazife dünkü vazifesine katiyen benzemeyecekti.
Ömrünün büyük bir inkılabında bulunuyordu. Mektep çocuğu, cemiyete, onun bir ferdi sıfatıyla girmek üzere kapıya kadar gelmişti.
Bu hâlde bir kere geriye dönmek, maziyi bir daha gözden geçirmek, hesapta bir noksan varsa tamamlamak, başka bir mesuliyet ve vazifeler âlemine geçmekte bulunan varlığı temize çıktığına inanmış bir vicdan ile kuvvetlendirmek tabii idi.
Zihni evvela hayatının başlangıcına, ana vatanı bulunan Cezayir çöllerine kadar uzandı. Fransız istilasının kendi ailesinin başına getirdiği felaketi düşündü.
Mala, mülke, paraya, büyücek bir mevki ve itibara, hatta yerliden, yabancıdan bir çeşit tebaaya bile sahip köklü bir sülale mahvolmuş, ocak sönmüş, aile fertlerinden kimi vatanı korumak için şehadet şerbetini içmiş, kimi esir olarak düşman elinde kalmış, kimi de başka diyara göç etmişti. “İbni Galib” namıyla ün salmış olan ecdadı Büyük Sahra’ya yakın bir bölgede kurdukları beyliği, iki asırdan ziyade etrafın taarruzlarından koruyabilmişlerdir. Fransızların ilk tecavüzleri, kendi menfaatlerine doğrudan doğruya dokunmamışken, “İbni Galib”ler, komşularını birlik ve ittifaka davet ederek ve kendilerini herkes için örnek göstererek vatanı korumak uğrunda hayatlarını feda etmişlerdi. Kahramanlık ve vatanseverlikleri Cezayir halkı arasında saygı uyandırmış, Fransızların ise aksine hırs ve düşmanlığına sebep olduğu gibi, şöhretleri Cezayir sınırları içinde kalmayıp daha da uzaklara yayılmış, hayranlıkla bahsedilir olmuştu.
İstiladan sonra Fransa hükûmeti bu kahraman aile fertlerinin gönüllerini kazanmak için birçok yaranma göstermişken az bir şeye muvaffak olmuştu.
Mansur Bey’in babası Ebulmansur, güney diyarına sığınarak, teşebbüs ve gayretiyle toplanan millî kuvvetlerin başına geçmiş ve hücumlarıyla Fransız tümenlerini birçok rahatsız etmişti. Bu gibi hücumların birinde Ebulmansur şehit olduğu vakit Mansur Bey üç yaşını henüz doldurmamıştı. Başka kardeşi de yoktu. Bunun için, zaten Çerkez cariyesi olan annesi ciğerparesini dünyasına bedel tutardı.
İbni Galibler, Araplaşmış Türk ve Osmanlı asıllıydılar. On yedinci asırda Cezayir valisi bulunan Abdullah Paşa, emektarlarından Kütahyalı Ahmed Ağa’yı, hizmetine mükâfat olarak Güney sınır bölgesine tayin etmişti. O vakit hemen hemen devamlı olan Avrupa savaşları, Cezayir ile haberleşme ve mektuplaşmayı zorlaştırdığı için çocukken Macaristan’dan esir olarak gelip Müslüman olan Abdullah Paşa, böyle bir fırsattan istifadeyle o zaman henüz kapanmamış bulunan o kötü zorbalık yoluna sapmıştı. Ahmed Ağa o vakit efendisini terk ile sözde devlet adına olarak idaresi altına verilen bölgeleri kendi başına idare etmeye başlamıştı.
Ahmed Ağa’ya “mütegallib” (zorba) dedikleri gibi evlatlarına “İbni Mütegallib” (zorba oğulları) demişlerdi. Lakin bu lakaptan hoşlanmadıkları için onu “İbni Galib”e değiştirmeye muvaffak olmuşlardı.
Mansur Bey’in dedesi bulunan İbni Galib’in dört oğlundan Ebulmansur üçüncüsüydü. Mansur Bey’in en küçük amcası Mehmed el-Muzaffer de iki sene sonra babası gibi şehit olmuştu. Onun neslinden de, Mansur Bey’den bir sene sonra doğmuş Zehra adında bir kızdan başka kimse kalmamıştı.
Meşhur âlimlerden bulunan ikinci amcası Şeyh Salih el-Magribî, istilanın ilk zamanında Cezayir’i terk ederek ailesiyle beraber Hilafet merkezine sığınmıştı.
Yalnız büyük amcası Ahmed el-Nasır, elden kaçırdığı beyliği geri almak hırsıyla bir türlü memleketi terk etmek istememiş ve ilk mağlubiyetin ertesinden itibaren Fransızlara yaranmak yoluna sapmıştı. Bundan dolayı Fransızların itimatlarını kazanmış ve servet ve mevkice yükselerek Cezayir şehrinin içine yerleşmişti. Saray gibi konağı ve debdebesi dikkatleri çekiyordu. Fakat bu parlak yüzün bir astarı vardı ki oldukça çirkindi ve ailenin diğer fertlerininkinden kalınca olduğu bir yığın tecrübeyle anlaşılmış olan vicdan zarını bile arada sırada sarstığı olurdu. O da, Fransızlara samimiyet ve alçak gönüllülük göstermesinden dolayı akrabasıyla din kardeşlerinin kendisinden nefret etmeleri hususuydu. Hatta bazı tabir meraklıları, Ahmed el-Nasır yerine “Ahmed-el Nasranî” lakabını işittirmeye çalışırlardı.
Sülalenin diğer emektarları gibi Mansur ile Zehra da anneleriyle beraber Ahmed el-Nasır’ın evine sığınmışlardı. Çünkü Fransızlar memleketlerindeki mallarına el koymuşlar, evlerini yakmışlardı. Buna karşılık, Ahmed el-Nasır’ın aracılığıyla Fransa hazinesinden geçinmelerine fazlasıyla yeten maaşlar bağlanmıştı.
Ahmed el-Nasır tek koruyucuları bulunmak iddiasıyla onları evine aldığı gibi, maaşlarını da kendi maaşıyla beraber alır ve sarf ederdi.
Konağına gelen giden çok bulunurdu. Bilhassa Fransız subaylarıyla madamları eksik olmazdı. Ahmed el-Nasır da madamlarla görüşmeye pek arzulu bulunduğundan biraz Fransızca ile kâğıt oyunlarını öğrenmişti. Bunun için selamlık salonunda piyano sesiyle eğlence gürültüsü, yanı başındaki küçük odada da oyuncularla çevrili kumar masası eksik olmazdı.
Bundan dolayı Ahmed el-Nasır tabii olarak gelen gidenle görüşecek olan üç çocuğuyla onlardan ayıramadığını göstermekten zevk duyduğu Mansur ile Zehra’yı şanına göre yetiştirmek lüzumunu hissederek bir Arapça hocasından başka bir matmazel ile bir mösyö daha tutmuştu. Bu suretle konağın bir köşesinde sanki beş kişilik bir mektep sınıfı açılmış bulunuyordu.
Mansur o vakit yedi, Zehra da altı yaşlarındaydılar.
Ahmed el-Nasır’ın dokuz yaşında olan oğlu ile yedi ve altı yaşlarında bulunan iki kızı yaradılıştan sevimli çocuklardı. Olmasalar bile “efendizade” olmak dolayısıyla tabii sevilecek, hürmet edilecek, huysuzluklarına varıncaya kadar her şeylerine katlanılacaktı.
Zaten her vakit yanlarında bulunan matmazel de bunu icap ettirecek derecede “vazifeşinas”tı.
Bunun için üç kişiden fazla olan bir çocuk topluluğunda yer etmesi tabii olan hücum ve alaylara zavallı Zehra hedef olmuştu.
Önceleri Mansur’u sarakaya almak istemişlerdi. İlk bakışta ondan uygunu da yoktu. Çünkü tabiatındaki durgunluk ile büyük adamda olsa ciddiliğe verilecek ağırlık, buna güzel bir zemin olabilirdi. Fakat Mansur’dan gördükleri bir iki şiddetli karşılık arkadaşlarının bu husustaki heveslerinden bir eser bırakmamıştı.
Zehra alaya layık mıydı?
Belki. Hırçın, yaramazdı. Üstünü, başını iki saat olsun temiz görmek kabil değildi. Sınıfta oturur fakat aklı fikri tavuklarıyla kuzularındaydı.
Ders bittiğinde Mansur ile Zehra matmazelden ayrılıp kendi bölüklerine gitmeye izinliydiler. Mansur bazen bundan faydalanarak gidip annesini kucaklar, öper, bazen de odalarda, sofalarda kendi kendine gezinirdi.
Zehra ise hemen sevgililerinin kümeslerine, ahırlarına kadar koşardı. Dönüşte seyahatinin izleri ellerinde, eteklerinde belli olduğu için, hoca gelinceye kadar arkadaşlarının hep birden şiddetli hücumuna uğrardı. Bazen gözlerinden akan yaşlarla karşı koymaya ve kendini korumaya mecbur olduğu bile görülürdü. Fakat Arapça devam eden bu savaştan habersiz bulunan matmazel, gözyaşları gibi uygunsuzluk alametlerini görünce müdahaleye lüzum görerek Zehra’yı derhâl sorguya çekmekte kusur etmezdi. Fakat Zehra bir defa olsun bunun sebeplerini açıklayarak kendisine saldıranların cezalandırılmasını beklememişti.
Zehra hücumlara karşı kendini korumaya çalışırdı.
“Ders bittikten sonra kuzularıma ot, tavuklarıma yem veriyorsam dersi sizden iyi ezberlemekten geri kalmıyorum ya! Biçare hayvanları açlıktan öldürmeli mi?” derdi.
Hakikaten ders hususunda Zehra gittikçe açılarak dille tecavüzlerde şimdiye kadar tarafsız kalmış bulunan Mansur’u bile kızdırmaya başlamıştı.
Mansur küçüklüğünden beri biraz kibre, bencilliğe meyilli olduğunu göstermekteydi. Yaradılıştan kalbi pek merhametli, yumuşak idiyse de, Çerkez dağlarında doğmuş, İstanbul’da büyücek bir ailede büyümüş, en sonra Ebulmansur gibi kahramanlığına mağrur bir yiğide eş olmuş olan annesinin üzerindeki tesiriyle, Mansur’un ahlakında bazı uygunsuzluklar görülüyordu.
Çünkü annesi, Mansur’un yaşına ve mevkisine bakmaksızın, babasının amcasından nefret etmiş olduğu, amcası yanlarına almışsa merhametinden almayıp tahsis olunan maaştan istifade ve miras payını kendi üzerine geçirmek için aldığı, kendileri için İstanbul’daki amcaları Şeyh Salih Efendi’nin yanına gitmek daha uygun olacağı vesaire hakkında birçok söz söylerdi.
Bu sözlerin içinde doğru olanı da olmayanı da vardı. Fakat en doğrusu, annesinin alıştığı İstanbul’a, her ne olursa olsun gitmek arzusunda bulunduğu noktasıydı.
Evet, Mansur’un annesi İstanbul’u arzu ederdi. Türkçeyi güzel konuşup okurdu. Hâlbuki Arapça’da henüz serbest lakırtı etmeyi bile öğrenememişti. Bu sebepten olarak Mansur beşikten beri annesiyle Türkçe konuşarak doğru Türkçeyi öğrenmişti. Altı yaşındayken yine o sayede Türkçe okumaya muvaffak olmuştu.
Mansur annesinden almakta olduğu Türkçe derslerden bir zarara uğramamıştı. Fakat öbür derslerden ettiği zarar dikkatli bir göz için gizli değildi. Mansur, amcasının üç çocuğunu da sevmezdi. Bunu anlayan mürebbiler, bilhassa matmazel, karşılık olarak, Mansur’a düşmanca davranıyor, onu her vesileyle azarlıyordu. Kibirli Mansur, kendisini savunma çaresini, sabır ve tahammül etmek ve vazifesine sarılmak suretiyle bulmuştu.
Bir gün Mansur, matmazelden nankörlük manasını verdiği “inrat”
azarını işitmişti. Akşam annesine söyleyince, annesi coşarak ağzını birçok bozmuştu. Bu hâl çocukta büyük bir tesir bırakmış, annesinin bu coşkunluğuna esasen üzüldüğü gibi, bazı hakaretli sözlerinden de hiç hoşlanmamıştı. Amcasının o kadar tahkire uğratılmasından dolayı damarlarındaki “İbni Galib”ler kanı biraz kabarmıştı. Bundan dolayı annesine gücenmediyse de, bir daha ağzını açıp sınıfta olan bitenler hakkında bir harf söylememeye karar vermişti.
Bu hâller Mansur’u Zehra hakkında teveccühe sevk etmişti. Fakat Mansur bu teveccüh ve yakınlığa iki eşit kuvvetin ittifakı, karşılıklı şartlara dayanan bir mukavele gözüyle bakmaya tenezzül etmiyordu. Tam tersine, küçücük kafasında, kadın kısmı hakkında verilen ehemmiyet pek az olduğundan Zehra’yı “himayesi altına almak” suretiyle teveccühünü göstermek istemişti.
Zehra “himayesine sığınma”ya pek de hevesli olmadığını göstermiş, bir gün vaki olan bir söz dalaşması üzerine Mansur, Zehra’yı derhâl müdafaa etmeye hazırlanırken:
“Ben senin yardımına muhtaç değilim. Sermayen varsa kendini müdafaa için saklayıver.” gibi bir set önünde durakalmıştı. Bununla beraber iki yetim ders odasında yan yana otururlar ve birbirlerinin hak ve haysiyetlerine tecavüz etmezlerdi.
Fakat tahsildeki başarısını uğradığı azarlanmalara karşı zırh gibi kullanmaya karar veren Zehra, derslerde tam not almaya başlayınca ve hele sevmedikleri Mansur’un ehemmiyetsiz bir hatasını bahane eden mürebbiler tarafından Zehra bir defa sınıf başı ilan edilince Mansur’un kibir ve vakarı coşmuştu.
“Vay! Şu pis çoban kız derste beni geçsin.”
Zehra’nın sınıf başılığı müddeti olan birinci ay içinde Mansur, bir gün olsun akşamdan zihni öfkeli duygulardan uzak olarak rahat uykusunu uyuyamamıştı.
Ertesi ay da aynı dereceyi tutturduklarından yine Zehra sınıf başı olarak kalmıştı!
Hasılı Mansur, sınıf başılığını elde edinceye kadar az kaldı kendini yiyecekti. Mürebbiler mahsus Zehra hakkında müsamaha gösteriyorlardı. Lakin Mansur’un rengini ve adamakıllı zayıfladığını görünce vicdanları artık garaz etmeye razı olamamıştı.
Daha çok defalar Zehra bütün derslerden tam not almışsa da, bundan sonra Mansur da hiçbir dersten kırık bir not almayarak sınıf başlığını sonuna kadar muhafaza etmişti.
Bu rekabet, kalplerinde kıskançlık yaratmaktan uzak kalmamış, kıskançlığın belirtileri bile defalarca meydana çıkmıştı.
Mansur ile Zehra yan yana otururlardı. Zehra bir gün elini Mansur’un önündeki kitaba uzatmıştı. Mansur eline vururcasına bir hızla kitabını çekmişti.
Zehra:
“Sanki yiyeceğim diye mi korktun?”
Mansur:
“Kitabı yiyip yemeyeceğini bilemem. Pis ellerinden kitabım kirlenmesin” diye alıyorum.
Arkadaşları gülüştüler. Zehra sesini çıkarmadı.
Birkaç gün sonra Mansur, biraz yalanca oturmuş olan Zehra’yı itti.
Mansur:
“Biraz öteye git!”
Zehra:
“Yakında oturup seni ezecek değilim ya!”
“Ezmeyeceksin ama ahırda sürüklediğin pis eteklerini sürüyorsun.”
“Eteklerimi ahırda sürüklemedim. Entarim yepyenidir. Daha bugün giydim. Mendil vereyim de çapaklarını iyi sil.”
“Mendil senin olsun. Gözümü silmek değil, onun elime süründüğünü istemem.”
“Keyfine! Kör gibi temiz ile kirliyi fark etmeyerek âleme maskara olup gidersin.”
“Entarin temizse başındaki kirli saçlarından dökülen bitleri ne yapalım? Bitlenmeye arzum yoktur. Onun için git öteye diyorum. Yoksa…”
“Ey, yoksa?”
Çocukların kahkahaları münakaşalarına nihayet vermişti. Yoksa iş fenaya varmak üzereydi.
Zehra hiddetinden kıpkırmızı oldu. Maviye yakın irice ela gözleri bir kere parladıktan sonra nemlendi.
Zira Zehra’nın kömür gibi siyah saçları her vakit alay ve sataşmalara hedef olagelmişti. Bu saçları için annesinden de daima azar işitirdi. Çünkü Zehra’nın örüp toplu tutmak gibi bir külfete katlandığı yoktu. Saçı vakit ve zamanıyla yıkanır, temiz tutulurdu. Bunun için Mansur bile bile iftira ediyordu. Fakat saçak gibi daimi surette dökülmüş bulunduğundan, bazen pilici sevmek üzere eğildiği vakit uzunluğu dolayısıyla yerde sürünmesinden, süprüntülerin ilişip yukarı kata çıkarıldığı olurdu.
Bundan sonra Zehra’nın saçlarını annesiyle dadısından başka bir kimse çözük görmedi. Lakin saçı güzelce örülmüş bir hâlde sınıfa gelen Zehra, yine saçı bahanesiyle arkadaşlarının alayına hedef olmuştu.
Zehra’nın artık tahammülü kalmamıştı. Derse devam edemeyeceğini önce annesine, sonra amcasına kesinlikle bildirmiş, sebeplerini söylememiş fakat gerek ricaların, gerek tehditlerin zerre kadar tesiri görülememişti.
Bu suretle üç sene kadar beraber okumuş olan çocuklar ayrılmışlardı. Çünkü her nedense bu işten pişman olan Mansur da, Zehra’nın dersi terk etmesinden birkaç ay sonra tahsile devam etmek üzere amcasından müsaade alarak Fransa’ya gitmişti.
***
Bugün Beyoğlu Lokantası’nda oturmuş bulunan Mansur Bey, işte bu çocukluk âlemini, en ufak teferruatına varıncaya kadar düşünce süzgecinden geçirdi. Sonunda:
“İsmail Bey geçen sene yazdığı mektupta Zehra’nın da İstanbul’da olduğunu bildirmişti. Bir daha bir şey yazmadı. Acaba hâlâ İstanbul’da mı?” dedi.
Sonra da:
“Acaba hâlâ öyle hırçın, huysuz mudur? Çocukluk hâliyle tahsiline mâni olduğum içim kendimi bir türlü affedemiyorum.”
Zehra bir daha Mansur’un düşüncelerinde yer etmedi.
Şimdi, Fransa’ya gitmezden önce, Cezayir’de amcası Ahmed el-Nasır’ın konağında İstanbul’dan alınan mektubun okunuşunu hatırlıyordu.
Ahmet el-Nasır, konağında, harem dairesinde bulunan kadınların kendisinden kaçmasını istemezdi. Bunun için kardeşlerinin hanımları da şeriata uygun şekilde örtünerek umumi eğlence ve sohbetlere karışırlardı. Böyle bir sohbet esnasındaydı ki, bir gece, Ahmed el-Nasır, İstanbul’daki kardeşi Şeyh Salih Efendi’den henüz aldığı mektubu her nasılsa herkesin önünde okumuştu.
Mektup, Ahmed el-Nasır için İstanbul’a göç etmek lüzumundan bahsediyordu. Yüce hilafet merkezinde din kardeşleri içinde, Allah katında makbul, övünülecek bir hizmetle ömür geçirmek mümkünken, din ve vatan düşmanları içinde yaşamanın mahzurlu olduğu sağlam delillerle ifade ediliyordu. Ahmed el-Nasır’ın Fransa’dan almakta olduğu maaşa esasen ihtiyacı olmadığı, olsa bile o maaşa karşılık Osmanlı devlet hazinesinden maaş tahsis ettirileceği, ayrıca zaten Fransa’nın maaşı kesmeyeceği vesaire hakkında dokunaklı tavsiyeler yazılıydı.
Ahmed el-Nasır bunları hem okur hem de tenkit etmekten geri durmazdı.
Bu tenkitler esnasında, dizine dayanmış olduğu annesinin başından ensesine doğru düşen bir damla su, Mansur’u başını kaldırmaya mecbur etmişti. Mansur büyük bir hayretle annesinin gözlerinde yaş görmüş fakat ufak bir işareti üzerine susmuştu.
Bu durum, geceleyin odalarında annesiyle oğlu arasında bir saat kadar süren bir konuşmaya sebep olmuştu. Mansur bu konuşmadan, Ahmed el-Nasır’ın dindaşlarının gözünde ne kadar itibardan düştüğünü, bundan dolayı mustarip olan Şeyh Salih Efendi’nin, ailenin şöhretini muhafaza etmek için Ahmed’i Cezayir’den kaldırmak istediğini, babası sağ olaydı mutlaka Şeyh Salih Efendi gibi hareket etmiş olacağını, fazla olarak bütün Müslümanların vatanın, yüce hilafet, din ve devlet hizmetinin ne demek olduğunu biraz zihnine yerleştirmişti.
Zaten Mansur, henüz dokuzuna basmışken annesinin ahlarından dolayı daha ne olduğunu tahmin etmeden “İstanbul”a hususi bir muhabbet peyda etmişti. Bu vaka ise o muhabbetin, kalbinde daha ciddi surette yer etmesine sebep olmuştu.
Mansur beraberce İstanbul’a bir gün evvel gitmeye hazır bulunduğunu annesine söylemiş, buna mükâfat olarak annesi de Mansur’un alnı üzerine bir şükran ve iftihar öpücüğü kondurmuştu.
Fakat biçare kadına, İstanbul’u tekrar görmek nasip olmamıştı. Bir hayli müddet Ahmed el-Nasır’a bu hususta istirhamlar etmişken, ondan bir fayda görmeyince kendisinin aldırılmasını yalvararak Şeyh Salih Efendi’ye mektup yazmıştı. Lakin mektubun tesiri görülmezden evvel sıtmadan vefat ederek Mansur’u büsbütün öksüz bırakmıştı.
Annesinin vefatından daha önce, Mansur İstanbul’a göç etmek üzere küçücük zihninde kesin karara varmıştı. Hatta bir akşam amcasının devamlı misafirleri arasında kendisinin en ziyade alışmış olduğu bir yüzbaşı, tahsildeki başarısını kutlayarak, bu yolda devamla Fransa üniversitelerinde tahsilini tamamlayacak olursa, adam olacağını söylediği sırada Mansur düşünmeksizin:
“Ben Fransa’yı istemem. Ben İstanbul’a gideceğim!” demekten kendini alamamıştı.
Yüzbaşı:
“O! Baksanıza! Şimdiden bu kadar taassup ha! (gülerek) Sen bu taassupla kalırsan, demek baban gibi sen de bir gün başımıza bela kesileceksin.”
Ahmed el-Nasır:
“(benzi atmış bir hâlde) Genç asker, siz de çocuğun lafına mı ehemmiyet veriyorsunuz? Bunlar hep annesi bulunan cahil Çerkez’in budalalığı eseridir. Biraz büyüyüp aklı başına gelirse, bu gibi budalalıklara kafada yer kalmayacağı aşikârdır.”
Mansur, böyle bir topluluk içinde annesinin aleyhinde söylenilen bu sözlerden dolayı hırslanıp, onu şiddetle müdafaa etmeye hazırlanmışken, yüzbaşının cevapta acele etmesi yüzünden meydan bulamamıştı.
Yüzbaşı:
“Ben ehemmiyet verdiğimden değil, “küçük beyefendi” benim hoşuma gidiyor da onun için konuşmaya davet etmek istiyorum. (Mansur’a dönerek) Oğlum! İstanbul’a değil, Amerika savanalarına gidecek olsan, yine kültürsüz bir iş göremezsin. Zamanımız maarif zamanıdır. Kültürsüzler için kuru ekmek bile güç bulunacaktır. Sen bir kere tahsilini bitir, adam ol. O vakit dünyanın her bir kapısı senin için açık olur. İşte o vakit İstanbul’da da aç kalmazsın.”
Konuşma burada kesilmişti.
Gece saat bir sularında yatağa girmek üzere bulunan Mansur, amcası tarafından çağrılmış, ağırca azarlanmıştı. Mansur azarlanma altında ezilmeyip:
“Amcacığım! Annem de İstanbul’a gidecek ben de gideceğim. Başka bir yere değil, Salih amcamıza gideceğiz.” demeye cesaret etmişti.
Ahmed el-Nasır:
“(yeniden hiddetlenerek) Bir yere gideceğiniz yoktur! Fransa hükûmetinden tahsis olunmuş az bir maaştan başka geçinecek bir şeye malik değilsiniz. Amcan da hayvanca paralarını boş davalara sarf ederek kendi çocuklarını bile güç hâlle besleyebiliyor. Siz bir kere İstanbul’a kaçacak olursanız ben de size karşı ufacık bir yardımda bile bulunamam. Başımdan korkarım. Bunun için böyle saçma, zararlı düşüncelerden hem sen vazgeçeceksin hem anneni vazgeçireceksin. Bir daha bu yolda bir söz işitmeyeceğim. Hele topluluk içinde söz söylerken dikkatli bulunacaksın. Anladın mı?”
Mansur yalnız dilini sıkıca tutmak lüzumunu anlayabilmişti. Lakin fikrini İstanbul’u düşünmekten, hayalini tatlı kuruntulara koyulmaktan kim ve nasıl men edebilecekti?
Ya amcamın dediği doğru ise?
Ya Salih amcamız yüzümüze bakmaz da sokak ortasında kalırsak?
Kendi ne ise, ya annesi? Mansur buna razı olamıyordu.
“Yüzbaşı, tahsil eden aç kalmaz.” dedi. “Tahsilimi bitirdikten sonra annemi alıp gidiveririm.” diyerek kendini teselli etmişti.
Birkaç gün sonra aynı subaya rastgelen Mansur, doğruca gidip kaç senede tahsilini tamamlayabileceğini sormuştu. Yüzbaşı da birçok boş şakadan sonra iyice çalıştığı takdirde yedi sene lise, üç sene de üniversite olmak üzere on sene zarfında tahsilini tamamlayacağını söylemişti.
Yüzbaşıdan ayrıldıktan sonra Mansur:
“On sene daha okumak! Ah ne kadar çoktur! Annem o vakte kadar beni bekleyecek mi?” diyerek ümitsizce hayıflanmıştı.
Biçarenin annesi on sene daha beklemedikten başka, hatta bir ay olsun kendisini bekleyemeyip kara toprak altına girmiş, kendisini kimsesiz bırakmıştı.
Mansur Bey akan gözyaşlarını silmek için yattığı yerden eliyle mendilini aradı. Karanlıkta mendili bulamayınca karyoladan kalkıp bir mum yaktı.
Artık tekrar yatağa girmedi. Odada gezinerek yine hayalinde hayat macerasını takip etmeye devam etti.
Annesinin vefatından sonra artık amcasının evinde duramaz olmuştu. Amcasından gördüğü azarlama kafasında büyük bir yer tutmuş olduğundan İstanbul’u ağzına almaya cesaret edememişti. Tahsil bahanesiyle Fransa’ya gitmek, orada ne vakit fırsat bulursa İstanbul’a göç etmek üzere zihninde karar vererek Fransa okullarına girmek için yüzbaşı vasıtasıyla amcasından müsaade istemişti. Amcası da, derste kendi çocuklarını geçmiş olmasından zaten mustarip bulunduğu için pek de itiraz etmemişti.
Yüzbaşının uygun görmesiyle devlet okuluna girmezden evvel Marsilya’da bulunan tanınmış hususi bir pansiyona verilmişti. Kendisine akran yirmi beş çocukla beraber Mansur bu pansiyonda altı sene oturmuş, kendisini adamlar sırasına koyacak bir kültür kıyafetini giyinmişti.
İstanbul’a kaçmak için fırsat gözeten Mansur, tahsilde ilerledikçe kültürün değerini takdir ederek tamamlamaya karar vermişti.
Pek çok çalışırdı. Fakat asıl vazifesi olan derslere günde iki saatten ziyade vakit ayırmazdı.
Yaşı ilerledikçe kitap okumaya merakı derecesiz artmıştı. Bütün geçinme masrafları pansiyona verilen ücret dahilinde bulunduğu için amcasından her ay gelmekte olan on Napolyon altınını hemen hemen kitap satın almaya verirdi. Başka bir merakı, başka bir eğlencesi yoktu. Yalnız gazete okumak merakı pek şiddetli idiyse de pansiyona gazetenin sokulması yasak olduğu için vakit bulamazdı.
Pazar günleri gezmek için verilen altı saatlik izin müddetini tamamen kıraathanede gazeteleri okumakla geçirirdi. Kıraathaneci Mansur Bey’i öğrenmiş olduğundan bir haftalık “Debats” ile “Independance Belge”i istenmeden hemen önüne koyardı. Hatta Mansur’un parasıyla bir aralık “Ruznâme-i Cerîde-i Havadis”e bile abone olmuştu.
Mansur bunları okur, Memalik-i Şâhâne (Osmanlı İmparatorluğu) ile diğer İslam ülkelerinden bahseden yazıları gayet dikkatle tekrar gözden geçirirdi. Bazen parasını verip gazete nüshalarından birini, ikisini alır ve kendisince lüzumlu olan yanların bulunduğu sütunları kesip cebinde saklardı.
Geceleri herkes yattıktan sonra Mansur, kesilmiş yazıları sandığından çıkarıp tekrar gözden geçirir, bazen birtakım işaretlerle düşüncelerini sayfa kenarına not ederdi.
Birçok müddet pansiyonun müdür ve muavinleriyle ziyadesiyle hoş geçinerek kendisini sevdirmişti.
Sınıfın birincisiydi. Uslu, edepli, davranışlarında nazikti. Daha ne ister?
Fakat bir iki vaka itibarını düşürmemekle beraber sevgi yerine, saygıyla karışık bir çekinme hasıl etmişti.
Önce bir mum meselesi müdür ile arasında soğukluk doğmasına sebep olmuştu. Müslümanlığına, beyzadeliğine saygı duyularak kendisine ayrıca oda verilmişti. Okumaya dalan Mansur, bazen sabahlara kadar yatağa girmezdi. Arkadaşlarının odalarından sabahları mumlar hemen bütün olarak çıktığı hâlde, Mansur Bey’in mumları hemen hemen bitmiş bulunurdu. Okul müdürü bundan hoşlanmayıp okulun disiplini bahanesiyle erkence yatmak lüzumunu öne sürmüştü. Mansur abdest, namaz, ders çalışma vesaireden bahisle mazeretini söylemişti. Müdür buna inanmadığından, mumları kendi parasıyla alacağını ve buna da müsaade olunmadığı takdirde okuldan çıkmaya mecbur olacağını bildiren Mansur, gece okumalarına devam etmeye muvaffak olmuştu.
Bir gün mektebin bahçesinde otururken, yanından mubassır geçmişti. Müdür, muavin, mubassır önlerinden geçerken çocuklar için ayağa kalkmak usuldendi. Mansur kalkmamıştı. Kalkmaması, konulan usule uymak istememesinden değildi. Mansur, bazen düşünceye daldığı vakit gözü bakar fakat görmez, kulağı da kolayca işitmez olurdu.
Hatta bazı muzip arkadaşları öyle bir dakikada “Mansur, Mansur” diye önce yavaşça, sonra hızlı çağırırlar ve gülerler de yine Mansur’un haberi olmazdı. Yalnız vücuduna bir şey dokunursa güya uykudan uyanıyormuş gibi birden kendini toplardı.
Mubassırın önünden geçmesi böyle bir dakikaya rast gelmişti. Aksine mubassır da yeni gelmiş olup vazifeşinaslığını göstermeye fırsat aramaktaydı. Mansur Bey’in hâl ve tavrını henüz öğrenememişti.
Mubassır, Mansur’un üzerine dönüp azarlamıştı.
Mansur:
“(ayağa kalkarak hürmet ve nezaketle) Affedersiniz Mösyö! Hakikaten sizi görmedim.”
“Yalandır! Görmüşken mahsus kalkmadınız.”
“Ben yalan söylemem!”
“Doğru söylemeyi git de tevkifhanede öğren, terbiyesiz!”
Mansur birinci defa olarak işittiği bu “tevkifhane” ve “terbiyesiz” sözlerinden yıldırım isabet etmişe dönmüştü.
“(büyük bir hiddetle) Tevkifhaneye demiştim, işitmediniz mi?”
“(benzi kül gibi olarak) Haksız yere tevkifhaneye gidemem.”
“Şimdi nasıl gideceğini görürsün, hayvan!”
“(kendini kaybederek) Asıl söz anlamaz hayvan sensin, terbiyesiz herif! İşte götür göreyim.” diyerek iskemle üzerine oturuvermişti.
Mubassır elini Mansur’un kulağına götürmek istemişti. Mansur kulağını eliyle “sertçe” korumuştu. Mubassır tutup sürüklemeyi kurmuşken, Mansur’u mıh gibi yerinde saplanmış bularak kımıldatmaya muvaffak olamamıştı.
Arkadaşları toplanmış, iş büyümüş, hatta müdür ve hademeler bahçeye inmişlerdi.
Mubassırın tek taraflı şikâyeti üzerine müdür, hademelere hitap ederek, hâlâ iskemle üzerinde güya pervasız oturmakta bulunan Mansur’u kaldırıp zorla tevfikhaneye götürmelerini emretmişti. Üç hademe koşup koltuklarından kaldırdıkları vakit Mansur’un başı arkaya doğru omzuna düşmüştü. Hiddetinden kaskatı kesilen Mansur bayılmıştı!
Hasılı Mansur’u tevkifhaneye götürememişlerdi!
Ya Mansur’u ya mubassırı kovmak lazımdı. Müdür kabahati mubassıra yükleyerek onu kovmak ve bir daha mubassıra karşı gelme yolunda –velev ki haklı olarak– söz söylememek üzere Mansur’a sıkı tembihte bulunmak suretiyle meseleyi halletmeyi uygun görmüştü.
İşte bu iki vaka Mansur Bey’i mektepte güç bir durumda bırakmıştı. İdare memurunun bundan sonra Mansur hakkındaki muameleleri tehlikeli bir madde hakkında lazım olan muameleye benzerdi. Mansur da nezaketinden kusur olmadığı için keder etmezdi.
Ya mektep arkadaşları?
Onlar Mansur’u nasıl kabul etmişlerdi?
Mansur şahsen yakışıklı ve çekiciydi. Bunun için önceleri tereddütsüz kendisine yakınlık ve sevgi göstererek laubalice görüşmeye başlamışlardı. Fakat nezaket ve hürmet dairesinin birazcık dışına çıkan bir iki arkadaşının parmakları hızlıca yandığından uzak dururlardı.
Dersçe ve oyunca geri bulunanlar, himayesinden emin olarak samimiyet göstermişlerdi. Dersçe başarılı olanlar ile yaramazlar ise Mansur’a emelleri önünde en büyük bir engel gözüyle bakarak kıskançlık beslerler ve kendisiyle temastan kaçınırlardı.
Yalnız arkadaşlarından biri, yani Henri, (Duplesse) kendi itibar ve haysiyetini oldukça muhafaza ederek yakın bir dostluk ve münasebet kurmaya muvaffak olmuştu. Mansur, Henri’yi kabiliyetli, vakarlı, doğru yürekli olduğu için cidden sever ve hürmet ederdi, öteki de büyük bir iftiharla hemen karşılık göstermişti.
Hatta Mansur ile Henri oyun ve jimnastik esnasında birbirlerine karşı birçok şaka ederek gülüşürlerdi. Şakaları çok defa karşılıklı keskin sözler söylemekten ibaret kalırdı.
Bir gün bahçede otururlarken arkadaşlarından biri düşüncelere dalmış olduğu görülen Mansur’un alnını yoklayarak:
“Lakin Mansur! Alnın ne kadar büyüktür. Ona bakarken ‘place de la Concord’[3 - ‘‘Uyuşma’’ manasında olarak Paris’in en meşhur meydanlarından birinin adıdır.] diyeceğim geliyor!” demişti. Çocuklar gülüştüler.
Mansur:
“O hâlde kendine de Pigma[4 - Yunan mitolojisinde, karınca büyüklüğünde insan cücelerinin ismidir.] demelisin!”
Kahkahalarla gülen Henri de:
“Bana kalırsa ‘Place de le Concorde’ değil, ‘Place de L’Utopie’[5 - ‘‘Ütopya’’ sözü, İngiliz flozoflarından Thomas More’un eserlerinden dolayı meşhur olup ilmî terimler sırasına geçmiş bir kelimedir. Gerçekleştirilmesi imkânsız tatlı hülyalar manasına gelir.] dedi.
Çocuklar daha beter güldüler. Mansur bile gülmekten kendini alamadı.
“A, bravo, bravo! Tabir, bizim ‘Büyük Sahra Filozofu’nun bile hoşuna gitti.”
“Evet, Henri pek güzel söyledi. ‘Ütopya Meydanı’dır.” diyerek tekrar ettiler.
O günden itibaren Mansur’un “Büyük Sahra Filozofu” lakabına “Ütopist” lakabı da ilave olunmuştu.
Mansur, İslamcı temayülleriyle beraber Osmanlıcı temayüllere kapılmış olduğunu bir türlü arkadaşlarından saklayamamıştı. Bunun için de “paşa olmak istiyorsun” yolunda az sataşma yapılmamıştı.
Fakat dedik ya, alay ve sataşmalar hiçbir vakitte belli bir ölçüyü aşamazdı. Çünkü lüzumundan fazla uzamaya heveslenmiş olan dili, Mansur yalnız şiddetli bir bakışla yutturuyordu.
Bu suretle altı sene beraberce geçmişti. Mansur üniversiteye girmek için lazım olan diplomayı almak üzere bulunuyordu. Fakat hangi bölümü seçeceği hakkında henüz kesin bir karar verdiği yoktu.
Bu hususta bir gün Henri’ye danışmıştı. Henri, kendisinin tıp fakültesine girip doktor olmak arzusunda bulunduğunu, lakin babasının politeknik okulu için ısrar ettiğini söylemişti. Zaten Mansur da Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ne girmek istiyordu.
“Doktor her memleket, her cemiyet için yararlı bir insan olabilir.” diyordu.
Henri’nin de tıbbı tercih ettiğini görünce artık tereddüt etmeye lüzum görmemişti.
Mansur, politikaya düşkündü. Lakin politikacılar için cemiyette kısa zamanda geçimini sağlayabilecek bir mevki kazanmanın zor olacağını tahmin ediyordu. Fazla olarak doğuştan kabiliyeti sayesinde ders için pek az vakit ayırarak geri kalan vaktini tarihe, iktisada, hukuka ve umumiyetle politikaya dair eserleri okumaya vermişti.
Bunun için Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ni seçmekle beraber Paris’te eksik olmayan politika konferanslarına da devam edebilecekti. Şimdiye kadar bu husustaki tecrübelerinden aldanmamıştı.
Altı ay sonra Mansur, üniversitede ders veren Paris’in en meşhur hocalarının bilhassa dikkatlerini çekmiş seçkin öğrencilerin en birincilerinden sayılıyordu.
Tahsilini tamamladıktan sonra bir müddet bekleyip “doktora” imtihanını vermiş ve kendisine “medar-ı iftihar” gözüyle bakmakta olan hocalar tarafından ders muavini tayin olunması için yapılan teklifleri –ki arkadaşları için ideal sayılır– dahi reddederek İstanbul’a doğru yola çıkmıştı.
***
Şafak sökmüş, pencerelerden giren aydınlık, mumun ışığını sönük göstermeye başlamıştı. Mansur Bey hâlâ otelin odasında duvardan duvara gezinip duruyordu.
Mansur’un gözü duvarda asılı olan aynadaki kendi hayaline ilişti. O da durmadan hızlı yürümekteydi. Dudaklarında gülümseme göründü.
“Şimdiye kadar böyle boşuna attığım adımlar bir araya toplanmış olsa belki yer küresi birkaç kere dönülebilirdi.” dedi. Hemen arkasından:
“Boşuna mı? Hayır, hayır! Boşuna diyemem!” diyerek kendi kendini yalanladı.
Evet, Mansur Bey odasında yalnız kaldığı vakitlerde pek çok gezinirdi. Bu gezinmeleri, Doğu âleminden alınan mühimce haberlerin, gazetelerde Doğu meseleleri ve işleri hakkında yazılan makaleleri okumasının, devamlı okumayı âdet edindiği kitaplarda dikkate değer olaylar ve meseleler üzerinde zihnini yormasının neticesiydi.
O meseleleri, günün şartlarına uygulayarak en iyi selamet yolunu bulmak için zihnini, vücudunu yorardı.
Okuduğu eserlerin kenarlarını karmakarışık notlarla doldururdu. Gazete makalelerini kısım kısım ayırıp her birini masanın ayrı bir gözüne yerleştirirdi. Üzerinde Alter Ego, yani “Diğer Ben” yazılmış olan büyük hatıra defterleri durmadan dolup sandığa konulurdu.
İşte o notlar, o okumalar, günlük duygu ve düşüncelerini yazdığı defterler, manevi Mansur Bey’in gayet gerçek, canlı bir kopyasıydı. Kendisince onlar hayatının rehberi, din ve devlet hizmeti için hazırlanmış akıl defterleriydi. Nazarında kıymeti çoktu. Hakikaten de kıymetsiz değildi.
“Ya zararlı bir şey zannıyla defterlerim bugün gümrükte alıkonuldu ise?” fikri Mansur Bey’in vücudunu dondurdu.
Hemen:
“Böyle bir şey olsaydı komisyoncu haber verirdi.” diyerek avundu.
Fakat yine kani olamadı. Yanında bulunan sandıklardan birini çekti, açtı. Defterleri duruyordu. İçgüdüsüyle en üsttekinin kabını açtığı vakit sahifenin yukarısında “Salus imperii summa lex esto” cümlesi göründü. Güya kendisinden soruyorlarmış gibi Mansur:
“Evet, Çiçeron’un hakkı vardır. ‘Devletin selameti kanunların en yücesi’ bilinmelidir. Cennet-mekânın fiilî ispatı meydandadır.” dedi. Cennet-mekânla kastettiği, yeniçeri belasından devlet ve hilafeti kurtarmış olan Sultan Mahmud Han Hazretleri idi.
Defteri, sandığı kapayıp geri çekildi.
Şu suretle mazisini bir kere hayalinden geçirmiş olan Mansur Bey o rehbersiz, yardımsız, öksüz olarak geçen mazisinde ne gibi kusurlarda, kabahatlerde, ihmallerde bulunduğunu bellemek üzere yine zihninde geçmişe dönerek bir müddet düşündü.
Çocukluk çağındayken, manasız bir rekabet hissiyle Zehra hakkında dille tecavüzlerde bulunarak farkında olmadan onun tahsiline mâni olanlarla birlik olmaktan başka vicdanında azaba benzer bir şey bulamadı.
Belki yegâne olduğu için o kusur da zihninde pek büyük göründü.
“Ah, ne olurdu, o da olmasaydı!” dedi. Bir müddet düşündükten sonra yakaran bir tavırla ellerini kaldırdı:
“Ey kudretli, merhametli Allah’ım! Ey benim gibi kimsesiz ve koruyucusuz olanlara selamet ve kurtuluş yolunda yardımcı ve kerim olan kâinatın yaratıcısı! Seçkin milletin olan şu yüce ümmetinin dünyada ve ahirette saadetine, sevgili peygamberin bulunan peygamberler ulusunun vekil ve halifesine en iyi şekilde hizmet etmek hususundaki saf ve şiddetli arzum, menfaatsiz, şartsız gayretim senin malumundur. Hayat güneşimin gurubu günlerinde dahi bugün gibi vicdanımı pişmanlık ve utanç lekesinden uzak bulundurmaya muvaffak etmeni bütün samimiyet ve inancımla senden niyaz ve istirham ediyorum. Saflık ve doğrulukla arz olunan benim şu kulluk yakarışımı varlığımı bedel tutarak kabul eyle, ey bağışlayanların en merhametlisi Rabb’im!”
Şu içten duayı eda eden Mansur Bey’in kalbine rikkat geldi. Yanaklarından aşağı bir iki damla yaş yuvarlanıp yere düştü.
O anda sanki varlığının en derin bir köşesinden duyurulan “İnnallahe ma’asâdıkîn” (Allah sadık olanlarla beraberdir) cevabi hitabı Mansur Bey’i iliğine kadar sarstı.
Güneş doğmuş, ortalığı aydınlığa boğmuştu. On dakika sonra pencereye yaklaşmış olan Mansur Bey, manzaranın güzelliğinden hayran kalarak dün saatlerce üzerinde kendisini kaybettiği sandalyeye oturdu. Her şey dünkünden daha ziyade mütebessim ve mültefit görünüyordu.
“Evet, evet. Aynen böyledir. Kavmimizin hayatının ilkbaharı yaklaşmakta, milletimizin baht ve saadet güneşi yeniden şerefle doğmaktadır.” dedi. Bir müddet daha etrafın seyriyle lezzet aldıktan sonra kalbinde ferahlık, yüzünde gülümseme ile kalkıp pencereyi ve perdeleri kapadı, yatağına yattı. İki dakika sonra dudakları gülümser olduğu hâlde derin ve rahat bir uykuya dalmış bulunuyordu.
Görüşme
Fatih’ten Sultanselim’e gidilirken sağda solda birçok eski konak görülür ki çoğu harap olmaya yüz tutmuştur. Bundan yirmi beş sene önce bu konaklardan biri dış ve iç süslemeleriyle herkesin dikkatini çekiyordu.
Konak büyük ve eski bir konaktı. Geçen asırdan beri devlet ve millet hizmetinde gayret ve sadakatle kendini göstererek halk ve yüksek tabaka insanlarının dillerinde güzel bir nam bırakmaya muvaffak olan üç, dört kazaskere mesken olagelmişken, 1834 tarihlerinden, yani en sonraki nöbetçinin bir evlat bırakmaksızın ölümünden, bahsettiğimiz zamana kadar büsbütün boş ve ıssız kalmıştı. Mahalle kahvesinde bir kere “Uğursuzdur!” sözü işitilmişti. Artık içinde kimse oturmadıktan başka hatta bazen bekçi bulmakta bile güçlük çekiliyordu.
Konak, bu tarihten üç yıl önce ilim ve ahlakı, servet ve varlığı, haysiyet ve itibarı bakımından nice benzerlerine gıpta ettirmiş olan Şeyh Salihü’l-Magribî tarafından satın alınarak hayranlık uyandıracak bir şekilde onarılmış ve süslenmiş bulunuyordu.
“Uğursuzdur!” hükmü vaktiyle Şeyh Efendi’nin de kulağına duyurulmuştu. Lakin kendisi öyle mahalle dedikodusuna kulak verir takımdan değildi. İlk caydırmaya kalkışan dili “Her şey Cenabıhakk’ın takdir ettiğine varır.” kati sözüyle kesivermişti. Kimse bir daha kendisine karşı ağzını açmaya cüret edememişti. Yalnız cahillik ve kıskançlık kurbanı bulunan bazı mahalleliler, bilhassa kadınlar -güya çoktan beri öyle bir şeyi bekliyorlarmış gibi- konakta birinin burnu kanadığını işitince “İşte gördünüz mü?” derlerdi.
Konağın içindekilerse mahallenin şu felaket tellallıklarından habersiz olarak bahtiyarca ömür geçiriyorlardı.
Evet, bahtiyarca! Çünkü insanların bahtiyar sayılmaları için ne lazım gelirse hepsi eldeydi. Sıhhat ve afiyetleri, şan ve şöhretleri, gördükleri teveccüh ve iltifat da sahip oldukları servet ve itibar derecesindeydi. Böyleleri koskoca İstanbul şehrinde bile çok bulunmazlar.
Otuz odalı, iki kat bina, bahçe, konağın karşı tarafında yine bahçe ile mutfak dairesi, ahırlar, arabalıklar, hizmetçi dairesi, hep mükemmeldi. Yoksullar için konağın kapısı açık, sahiplerinin elleri gevşekti.
Konağın yeni sahibi, hikâyemizde adı sık sık geçen İbni Galiblerden Şeyh Salih Efendi’dir. İki karısı ve iki çocuğu var. “Çocuk” dediğimiz, yirmi beş yaşında evli oğlu İsmail Rüşdü Bey ile on dokuz yaşını bitirmiş bekâr kızı Sabiha Hanım’dır.
Şeyh Salih Efendi yüksek meclislerden birinde memurdur. Arkadaşları arasında fıkıh ve hadiste sayılı üstatlardandır. İlim ve irfanından yararlanmak arzusunda bulunan belli başlı kimseler konağından eksik olmadığı gibi, yüce saltanatın nazırlarıyla da daima görüşür, devlet büyüklerince beğenilir.
Ailesi fertleri de kendi çevrelerinde itibar kazanmışlardır.
Konak üç kısım olup evde harem, selamlık, taş bölük diye bilinir. Taş bölük harem ile selamlık arasında büyücek bir dairedir ki bazı bölmeleri ahşaptan, dört duvarı ile hamam dairesi taştandır.
Efendinin odaları gerek haremde, gerek selamlıkta üst kattadır. Selamlıkta, üst kata çifte merdivenle önce doğrama ve renkli camlarla ayrılmış merdiven başına, oradan da bir kapı ile büyük bir sofaya çıkılır.
Sofa, binanın enine büyük bir sofadır. Yekpare Gördes halısı döşenmiştir. Diğer süslemeleri yaldız, ipek, billur, eski madenden ibarettir. Yalnız köşelerine konulmuş dört minder ile aralarındaki ikişer erkân şiltesinden başka bütün takımı alafrangadır.
Duvarlarda resimden eser yoktur. Büyük aynalarla, konsolların aralarında beş kıta ile ayrıca Osmanlı İmparatorluğu haritaları asılmıştır. Tavanın ortasında büyük avize, duvarın altı yerinde renkli lambalar mevcuttur.
Sofanın liman, Beyoğlu, Tophane, Boğaziçi taraflarına bakan merdiven tarafındaki cephesinde, duvara Osmanlı İmparatorluğu haritası, onun karşısına da Afrika kıtası haritası asılmış bulunuyor.
Efendinin her vakit oturduğu yer, işte burasıdır. Arkasını Afrika’ya, yüzünü Osmanlı İmparatorluğu’na vererek oturur. Haritaların bu şekilde asılmasını kendisi emretmiştir.
Misafir bulunursa Efendi mindere çıkar, kendi kendine kalırsa minderin üstünde ve kenarında eksik olmayan kitaplardan birini alıp erkân şiltesine iner.
Oturduğu yer merdiven kapısının karşısına düşer. Çıkan misafir kapıdan girer girmez Efendi’nin karşısında bulunmuş olur.
Gelen misafirler sofada kabul olunur. Fakat misafir devlet büyüklerinden olursa merdiven karşısındaki kapıdan diğer bir salona, oradan denize bakan geniş ve güzel döşenmiş bir odaya alınır. Asıl “efendi odası” bu odadır. Döşemesi daha değerli eşyadandır. Duvarlarında harita yerine en meşhur hattatların seçkin eserlerinden olmak üzere birçok çerçeve asılıdır.
Şu salon ile odadan başka binanın o yönünde biri hem sofaya hem de salona açılır, diğeri yalnız sofaya açılır iki oda daha vardır. Bu odalar oğlu İsmail Bey’in odalarıdır.
Sofanın merdiven tarafındaki duvarında iki kapı mevcut olup ikisinden de mabeyin dairesine gidilir. Biri, yani merdivenden çıkılınca sağ yahut deniz tarafına geleni yemek, kiler, kütüphane odalarına, diğeri de soba, hamam dairesine götürür.
Yemek odasıyla kilere alt kattan ayrıca merdiven vardır. Her vakit selamlık sayılır. Anahtarı Efendi’nin cebinde bulunan kütüphane salonuna bitişik olan odası harem dairesini kapatır.
Öbür taraf, yani soba ve hamamın bulunduğu bölme ise harem dairesinden sayılır. Yalnız kışın sofanın kapıları hatırlı misafirlere açılır. Bunu yalnız Efendi yapabilir. İsmail Bey’e bile bu müsaade verilmemiştir. Bu taraftan da aşağı kata merdiven vardır. Bu merdivenle önce sofa denilecek kadar büyük bir ayakkabılığa ve dönme dolabın önüne, harem bahçesine inilir.
Harem dairesi oda bakımından selamlığın iki misli büyüklüktedir. Üst katta mabeyin dairesine yine sofa bitişiktir. Sofanın kütüphane dairesindeki kapıdan Efendi, hamam dairesindeki kapıdan da İsmail Bey gelip giderler. Halayıklar sofaya süpürmek için yalnız günde bir kere çıkabilirler. Hanımlar ise çokluk uğramazlar.
Harem dairesinin birinci sofasından daha içeriye gitmek için dört kapısı vardı. İkisi birbirinden geçmeli üçer odadan öbür sofaya çıkmak için kullanılır. Diğer ikisi ise odalara uğratmaksızın aralık yoldan doğru öbür sofaya götürür.
Öbür sofada da şu dört kapının karşısındaki kapılardan başka, aralarında çifte merdivenin doğramalı kapısı vardır. Sofanın öbür kısmında ise boyuna odalar bulunur ki Karadeniz tarafındaki büyük oda Hanımefendi’nin misafir odası, yanı başındaki iki küçük oda kızı Sabiha Hanım’ın, Akdeniz tarafındaki köşe odası Zehra Hanım’ındır.
İki sofa arasındaki üçer odadan Karadeniz tarafındakiler Efendi’nin, yani karısının, Akdeniz tarafındakiler de İsmail Bey’in, yani gelin hanımın daireleridir.
Alt katta, bahçede dönme dolap ile pek seyrek açılır büyük bir kapıdan başka harem ile selamlık arasında bir kapı ve pencere yoktur.
Selamlığın sokak kapısı caddeye, hareminki de bahçeden yandaki sokağa bakar.
***
Mansur Bey’in İstanbul’a gelişinin ertesi olan cumartesi günü, gündüz saat altı buçuk sularında Şeyh Salih Efendi Hazretleri, her zamanki gibi sofada oturmaktaydı.
Yüzüne dikkatli bakan olsaydı, kafasının fazla meşgul olduğunu görebilirdi. Çünkü esmer rengi ak denilecek dereceye yaklaşmış kır sakalı ile pek de uygun düşmeyen büyük siyah gözleri arada sırada parlayıp sönmekteydi. Artık uzamaya başlamış ve siyah rengini hâlâ muhafaza edebilmiş olan gür kaşlarının altından parlayan o büyük gözler, şüphesiz hiddeti hâlinde bendelerinin ve bakışlarına hedef olan başkalarının yüreklerinde kanı dondurabilecek kadar tesirli bir silah yerine geçerdi.
Zaten Salih Efendi’nin umumi görünüşünde itici kuvvet, çekici kuvvete galipti. Boylu bosluydu, hatta oturduğu yerde bile dağ gibi görünürdü. Hele birkaç seneden beri ziyadece yağ bağladığından vücudun şekilsizliği gecelik entari ve kürkle de örtülemiyordu. Yüzü gevşemiş, alnı buruşmuştu; ilk bakışta yalnız gözleri, yaradılıştan sahip olduğu zekâyı aksettirebiliyordu.
Minderin üzerinde oturan Salih Efendi’nin karşısında, kapıya yakın olan bir sandalyenin kenarına ilişerek iki büklüm olmuş bir adam bulunuyordu. Kara sakalı, çatık kaşları, kalın yüzü siyaha çalan fesi, tek gözlüğü, elbisesinde görülen alafrangalığa düşkünlüğü ile beraber, redingot yakasının yağı kendisinin “yeni terbiye görmüş” Ermenilerden olduğunu gösteriyordu. Hakikaten bu adam Salih Efendi’nin bazı özel işlerine bakan Avukat Kirkor Sarmaşıkyan Efendi’ydi.
Mühimce işlerle meşgul oldukları ikisinin de yüzünden belliydi. Kendilerine dikkatimizi çevirdiğimiz sırada şu suretle lakırtı ediyorlardı:
Salih Efendi:
“Demek oluyor ki Fransa hükûmeti davanın Fransa’da görülmesine razı olduğunu sefire (büyükelçi) bildirmiş?”
“Evet Efendimiz. Fransa hükûmeti davaya bakılması için Arles, Nirones, Montpellier mahkemelerinden birinin tercih olunmasını bizim arzumuza bırakmıştır. Bu hususta sefir de Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’ne resmen bilgi vermiştir.”
“Şimdi ne yapacağız?”
“Şimdi Efendimiz, lazım olan evrakı alıp Avukat Lenoir ile beraber bir gün evvel Fransa’ya gideceğiz. Kulunuza kalırsa Arles mahkemesini tercih etmeliyiz. Çünkü küçük şehirlerde istenildiği gibi kullanılabilecek memurlar daha çok bulunur. İşin içinde bol para var. Elbette biz davranılacak yolu buluruz. Muhterem kardeşinizin henüz haberi bile olmadan, biz lazım olanları elde ederek işimizi bitiririz. Zaten avukatımız Lenoir, Arles şehrinde doğma büyümedir. Ayrıca faydası olur.”
“Ne vakit hareket edeceksiniz?”
“Gelecek haftanın postasıyla gideriz. Mübarek zatınızdan yol masrafını almaktan başka işimiz yoktur.”
“Peki. Fransız yüzde ona razı olmuyor mu?”
“Hayır Efendimiz. On beşi kendisinin, beşi de sadık kulunuzun olmak üzere yüzde yirmiden aşağıya razı olamam.” diyor.
“İki yüz elli bin liralık dava olduğunu anlattın mı? Yüzde beş hesabıyla yine adamı ihya edebiliriz.”
“Anlattım Efendim. Fakat fayda yok. Bir de kulunuza kalırsa, daha aşağı bir ücret teklif etmek tehlikelidir. Çünkü, Fransız bu ya! İhanet ederek öbür tarafa hizmet edebilir.
“Haydi, öyle olsun. … mutasarrıfından bir haber var mı? … naibine ne cevap verdin?”
“Naib Efendi’ye Efendimizin memnun olduğunuzu yazdım. Mutasarrıf Bey’den geçenlerde yağ ile gelen mektuplardan başka bir haber almadım.”
“Bir kaşık yağ yahut bir parmak bal ile beni kani olur zannetmesin. Vaadini tamamen yerine getirsin. Altı ay oldu. Koca bir mutasarrıf için beş yüz liranın bulunması o kadar güç bir şey miymiş? Sonra kendisi bilir. Bir daha kayırmadıktan başka semtime bile uğratmam, öylece yazıver. Paraya lüzum var dersin.
“Peki Efendimiz, işte Efendimiz, bizim sarrafın pusulası. Rusçuk’tan gelen parayı teslim ettim, pusulayı aldım. Malum Efendimiz, sarraf terbiyesiz bir adamdır. Kulunuza tuhaf bir şey söyledi. Dedi ki: ‘Efendimizin aylığı on beş bin, arpalığı da altı bin iken Efendimizin parası yıldan yıla bunların toplamından ziyade artmaktadır. Bu ne kadar bereketli paraymış?’ Kulunuz da, ‘Helal para böyle bereketli olur.’ ” dedim.
“Terbiyesiz herif! Ne vazifesi imiş? Başka bir cevap vermedin mi?”
“Efendimizin Cezayir’de epey gelirleri olduğunu da söyledim.”
“Peki. Söyle de edebini takınsın. Yoksa benim için sarraf kıtlığı yoktur. Salı günü gel de evrakı al. İkinize şimdilik üç yüz altın vereceğim, özel masraflarınız size ait olacaktır.”
“Aman Efendimiz…”
“Çok laf istemem. Keyfinize! Şimdi sen gidebilirsin. Benim de başka bir işim var.”
Sarmaşıkyan Efendi yuvarlanırcasına koşarak Efendi’nin eteklerine sarıldıktan sonra geri geri giderek ve durmadan temenna ederek çıktı gitti. Efendi minderden şilteye indi, yün takkesini çıkardı, elini şöylece uzatıp rast gelen kitabı aldı. “Tefsir-i Şerif” tesadüf etmişti.
İlk açılan sayfanın yukarısında gözüne “İnneke ente el’-azîz el-Kerîm” ayet-i kerimesi ilişti. Salih Efendi belki çok defa üzerinde derin derin düşünerek tefsirini ezberine aldığından olmalı ki, dikkatle durmaksızın sayfaları çabuk çabuk çevirmeye başladı.
Üstü başı temiz bir uşak gelip, aşağıya misafir geldiğini ve Efendi ile görüşmek istediğini haber verdiği vakit Salih Efendi büsbütün okumaya dalmış bulunuyordu. Böyle sıralarda misafiri kabul etmeyi pek de istemezdi. Bunun için uşağı sorguya çekmeye lüzum gördü:
“Misafir kimdir?”
“Şimdiye kadar gördüğüm insan değildir.”
“Sarıklı mı, fesli mi?”
“Feslidir. Hem de genç bir delikanlıdır.”
“Beni niçin görecekmiş? Kimin tarafından gelmiş? Söylemedi mi?”
“Hayır efendim; Hatta ismini sordum, onu da söylemedi. Mutlaka Efendiyi göreceğini söyledi.
“Haydi, meşgul olduğumu haber ver de, kimin tarafından ve niçin geldiğini sor, anla. Eğer mühim bir şey değilse yahut bir kayırma işi için geliyorsa defet, gitsin. Başka vakit gelsin.”
Aralık kalmış olan sofanın merdiven kapısı birdenbire açıldı. Gülümseyerek içeriye Mansur Bey girdi.
“Amcacığım, kayırılmak isteyenleri siz hep böyle mi kabul edersiniz? Gerçi izinsiz huzura çıkılmayan bir memleketten geliyorsam da memleket âdetlerini o memlekette bırakıp bulunulan memleketin usulüne uymayı da işin gereği bilirim. Fazla olarak çok özlememin de bu hususta epeyce yardımı oldu.”
Salih Efendi, kulağının alışmadığı bu “amcacığım” hitabını zaten işitmedi. Geleni de hiç tanıyamadı. Fakat serbest tavrından herhangi birisi olmadığını ve hitabı işitmiş bulunan uşağın saygılı bir şekilde çekilip yol verdiğini görerek elinde olmadan ayağa kalktı. Fakat şaşırmış olduğundan bir şey söylemedi, durdu. Bunun üzerine boynuna sarılmaya hazırlanmış bulunan Mansur Bey de şaşırıp kaldı.
“(sesi biraz değişmiş olduğu hâlde) Yoksa vücudumda kendinizi, neslinizi andırabilecek bir şey kalmamış mı? Fransa’dan geliyorum ama Frenk olarak değil zannederim.”
“Vay! Sen kardeşimin oğlu Mansur Bey misin? (yüzü heyecan ve sevinçle parlayarak) Sefa geldin evladım, hoş geldin. Gel seni kucaklayım, bağrıma basayım. Ha, işte öyle! Bak işte koca adam olmuşsun. Hâlbuki seni ilk defa görüyorum. Yazık bize!”
“Ne yapalım amcacığım, kaderimiz böyleymiş.”
“Evet kader! Biraz da bizim kusurlarımız.”
“Hayır efendim, kimseye kusur bulmayınız. Sadece kaderdir.”
Şeyh Efendi ısrar etmedi.
“Nasıl bizim kardeşimiz Ahmed el-Nasır ne yapıyor? Hâlâ general olamadı mı?”
“Haberim yok, efendim, doğru Fransa’dan geliyorum. Cezayir’e uğramadım.”
“Acayip! Demek buradan dönüp Cezayir’e gideceksin?”
“Hayır. Şimdiki hâlde Cezayir’e gitmek hesabımda yoktur, efendim.”
“Ey, bu hâlde?”
“Bu hâlde, hepimizin vatanı olan yüce hilafet merkezine sığınarak haddim olmadan padişaha sadık gayretli kullar arasında yaşayacağım.”
Salih Efendi ziyadesiyle hoşnut oldu. Ahmed el-Nasır’ın terbiyesi altında büyümüş olan Mansur’u doğrusu başka bir fikirde, başka bir temayülde göreceği zannındaydı. Sonra kendi kendine, “Zehra da aynı şekilde beni hayrette bırakmıştı.” dedi. Yine kendi kendine, “Hem öyle olacak değil mi? Damarlarındaki kan İbni Galib kanıdır.” dedi.
Bu sırada Mansur Bey, karşılıklı olarak asılmış Afrika ve Osmanlı İmparatorluğu haritalarına birkaç defa bakmıştı.
“Hiç olmazsa amcan Ahmed el-Nasır ile haberleşirdin ya?”
“Hayır, efendim. Yalnız iş olursa yazardım. O da yılda bir, nihayet iki kere.”
Mansur Bey’in Ahmed el-Nasır’dan bahsetmeye istekli olmadığı yüzünden belliydi. Şeyh Efendi, hatta kardeşine karşı Mansur’un bir çeşit içten düşmanlığı olduğunu da hissederek memnun olmuştu. Şu memnuniyetinin garaz ile iftihardan hangisinin eseri olduğunu anlamak güçtü.
“(yerine oturarak) Gel gözümün nuru, şuraya yanıma otur. Yahut şu mindere karşıma geç de seni iyice göreyim. Eğer alaturka minderden hoşlanmazsan şu koltuğu çeksinler de şuraya gel!”
“Amcacığım, arz etmiştim ya! Ben Frenk olarak gelmedim. En halis Osmanlı gözüyle bakabilirsiniz.”
Bu “Osmanlı” sözü her nedense, Salih Efendi’nin dikkatini çekti. Güya cevap olmak üzere:
“A, biz vatanımızın dilini bırakıp hâlâ Türkçe konuşuyoruz. Türkçedeki başarınızı gördük, beğendik. Şimdi de biraz, ana dilinizdeki maharetinizi görelim.”
“Ana dil” mi buyurdunuz? Annem Çerkez’di. Hatta Türkçeden başka doğru olarak bir lisan bildiği yoktu.”
“Ana dil”den maksadım annen değil, İbni Galiblerdi!”
“Daha iyi ya! İbni Galib çeşmesinin kaynağı yine Kütahya ovası değil mi? Hem de amcacığım, siz benden iyi bilirsiniz ki, İslam ülkelerinde kavim ve ırk meselelerinde o gibi ince hesaplara meydan verilemez.”
Salih Efendi’nin alnında birkaç damla ter belirdi. Çocuğun yanında küçük düştüğünü hissederek canı sıkıldı.
“(birdenbire) Amca Efendi! Sizin her vakit oturduğunuz yer o minder midir?”
“Evet. Niçin soruyorsun?”
“Bu haritaları mahsus mu böylece astırdınız?”
Zaten biraz kendini kaybetmiş bulunan Salih Efendi, daha ziyade müteessir olarak birden cevap veremedi.
“Haritalarda sanki ne var?”
“Cezayir’i arkanıza alıp yüzünüzü Rumeli ile Anadolu’ya çevirmişsiniz.”
Salih Efendi âdeta sıkıldı ve kızardı. Münasip bir cevap da bulamadı. Bunu gören Mansur Bey derde deva olabilmek üzere dedi ki:
“Gelen misafirlere yalandan bir gösteriş değil, ciddi bir karar olduğunu ağzınızdan işiterek anlamak istiyorum. Çünkü o suretle ben de yolumda tek başıma olmadığımı, sevgili amcamın izinden gittiğimi bilmekle iftihar duymuş olacağım.”
Salih Efendi, içinde, sadece iftihardan ibaret olmayan birtakım duygularla Mansur Bey’in adi sıra takımından olmadığını anladı.
İbni Galibler yıkıntısından her nasılsa çıkmış bulunan bu Mansur direğini kendi hayalinde kurduğu binaların dayanıklılığını arttırmak için iyi kullanmaktaki yararları keşfetti.
“(sözü değiştirerek) Ne vakit geldin? Niçin geleceğini bana haber vermedin?”
“Geleceğimin ne ehemmiyeti olabilir ki sizi rahatsız etmeye lüzum görülsün? Dünkü posta ile geldim.”
“Şimdiye kadar nerede kaldın?”
“Vapurdan Beyoğlu’ndaki otellerin birine gitmiştim. Şimdi doğru oradan geldim.”
“Ne kadar ayıp etmişsin! Hiç Beyoğlu otellerine gidilir mi?
“Gerçi hakkınız var. Ben de hiç beğenmedim. Hatta niyetim, şimdi dönüşümde İstanbul tarafında uygun bir iki odalı yer bularak hemen yerleşmektir.”
“(hayret ederek) Beraberinde bir kimsen var mı?”
“Hayır, yapayalnızım.”
“(hayretini arttırarak) Benim gibi bir amcan ve dairesi dururken Beyoğlu otellerinde, İstanbul bekâr odalarında oturmak ne demektir? Anlayamıyorum.”
“Bunda anlaşılmayacak ne var? Evvela bir kimseye yük olmaktan kaçınmak, ikincisi geçim dünyasına, yardım ve himaye kanadı olmaksızın girerek tecrübe sahibi olmak arzusundayım. Bunlar tabii hareketler değil midir?”
“Ciddi mi söylüyorsun, yoksa şaka mı ediyorsun?”
“Ciddi, hem de pek ciddi olarak söylüyorum.”
Salih Efendi (bir müddet düşündükten sonra) “Yok, yok oğlum. Şaka ettiğine şüphe yok! Fakat kimsenin yanında sakın söyleme, seni ayıplarlar.”
“Niçin?”
“Artık bunun ‘niçin’i bile fazladır.”
“Gerçekten, Amca Efendi, buna ben karar vermiş bulunuyorum. Kararımdan dönmek pek de âdetim değildir.”
Salih Efendi’nin yüzünü hakikaten dehşet kapladı.
“Ne demek? Yirmi yaşında bir İbni Galib, yalnız olarak İstanbul’a gelsin de kıyıda köşede sürünsün! Diğer taraftan Cezayir’in en adi bir fakiri için konağımda yer bulunsun! Bu olur şey midir?”
Şeyh Efendi, bunun büyük bir rezalet sırasına geçeceğini ve kendisiyle sülalesinin haysiyet ve itibarını zedeleyeceğini ifade ve izah etti.
“Amca Efendi! Lala, hami, baba veya bunlara benzer bir kimsenin yardım ve himayesi altında bulunanların hayat tecrübeleri pek eksik olur. Yatılı okul da aynen böyledir. Tam insan olmak arzusunda bulunanlar yaşamak denilen mücadelenin acı ve tatlı tecrübelerinden hisselerini almalıdırlar. Açlık ve çıplaklık âlemini öğrensinler ki, tokluklarının da kadrini bilsinler.”
Yaşım yirmi, oldukça tahsilim var, fazla olarak doktorluk gibi bir meslek de elimdedir. Bugünden itibaren kendimi hiçbir paraya malik olmayan bir kimsesiz sayarak kendi çalışma ve gayretimle bir mevki kazanmaya çabalamak istiyorum. Aç ve muhtaç kalabilirim, öyle bir günde dayanma gücüm elden gidip size başvuracak olursam, edebileceğiniz en büyük iyilik şüphesiz kapı dışarı kovmaktır.
“Oğlum, fikrin pek yanlış. Haydi, doğru diyelim! Fakat ben buna razı olursam âlem bana ne der?”
“Amca Efendi, siz de başkaları gibi bencilliğe kapılıyorsunuz. Seçtiğim yolun bana faydası olacağı inkâr edilemez. Siz ise faydam yönünü unutarak, meseleyi, yalnız hakkınızda âlemin ne diyeceği noktasından düşünüyorsunuz. Yani siz beni değil, kendinizi gözetmek istiyorsunuz.”
“(Salih Efendi’nin canının sıkıldığını görerek) Amca Efendi! Sakın bu samimi ve iyi niyetli sözlerime gücenmeyiniz. Siz babam yerinde bir amcam olduktan başka, zamanın da en sayılı büyüklerinden bulunuyorsunuz. Vicdanıma nasıl hitap edersem, size de öylece kalbimi açık tutmak isterim.”
Şeyh Salih Efendi, gerçekten mustarip oldu. Başını Haliç’e doğru çevirip bir müddet düşündü. Güya bir ilham gelmiş gibi dedi ki:
“Bu garip hareketle yalnız kendini nafile yere yormuş olacaksın. Senin servet sahibi olduğunu herkes bilir. Alnının teriyle geçinme imkânı kazanmak istediğine kimse ihtimal vermez. Yalnız benim alçaklığıma verir. Seni yine miras geliriyle geçinir bileceklerdir.”
“Kim bilecek? Şu, bu değil mi? Varsın istediği gibi bilsin. Hareketimi şunun bunun bileceğine, diyeceğine göre ayarlamıyorum. Vicdanınım hükmü onu icap ettiriyor.”
Diğer taraftan bugün benim babadan yahut başka taraftan kalmış bir kuruş gelire malik olmadığım malumdur.
“(hayret göstererek) O ne demek? Babanın hissesi ile Fransa hükûmetinden tahsis edilmiş olan maaş, servet ve gelir değil mi?”
“Babamdan kalma hisseden benim haberim yoktur. Bu hususta yanlışınız olmalı. Fransa hükûmetinden tahsis edilmiş maaşa gelince, onun varlığı hakkında pek küçükken birkaç söz işitmiş, lakin ne olduğunu kavrayamamıştım. Sonra okulda onu düşünmeye bir münasebet bulamadım. Altı ay evvel ilerideki mesleğim hakkında bir karar vermek üzereyken zihnime takıldı. Amcama yazdım. Esasını anladım. Benim için yalnız az bir miktarı harcanıyormuş. Annemin öldüğü günden beri alınan paranın Fransa hazinesine iadesini ve mevcut para buna yetmezse, başka nem varsa satıp eklemesini ve şayet yine borçlu kalırsam geri kalanını da kısım kısım ödemeye çalışacağımı yazmıştım.
“Ne cevap aldın?”
“Gelen cevap, alacaklı değilsem bile borçlu da olmadığımı ve istediğim şekilde, işe bitmiş gözüyle bakabileceğimi bildiriyordu.”
“(nefret taşan bir hiddetle) Mektubu sende mi?”
“Evrakım arasında olmalı.”
“Onu bana sonra getiriver.”
“Ne yapacaksınız?”
“Hiç. Bir kere göreceğim.”
“Bakınız Amca Efendi! Ben hiçbir kimseye borçlu olmak istemem, hatta amcalarıma. Fakat amcamdan alacağım kalırsa, ne kadar fazla olursa olsun, âleme karşı kendisini küçük düşürmek pahasına onu hak etmeyi de kabul edemem.”
Salih Efendi sesini çıkarmadı fakat mektubu bir kere görmek üzere getirmesini tekrar etti. Fakat kalbinde, kardeşinin yeltendiği hareketten dolayı büyük bir üzüntü hissetmişti.
“İbni Galiblerden hiç böyle bir soysuz çıktığı yoktu. Nasıl oldu da bu alçak içimizde yetişti?” diyerek içinden söyleniyordu.
Gözleri Mansur’un güzel vücut yapısına tesadüf etti.
“İşte bu da İbni Galib! Ne kadar fark var!” dedi. Bu sırada bakışında belki iftihar ifadesi görülebilirdi. Fakat iftihardan başka bir şey olduğu da aşikârdı. Yine Mansur’a bakmaya devam ederek:
“Bu bir kuvvettir. Hem de herhangi bir kuvvet değil. Bunu mutlaka elde etmek lazımdır.” diyordu.
Salih Efendi ayağa kalktı. Mansur Bey’i kolundan tutarak:
“Seni içeriye götüreyim, annen ve kız kardeşlerin ile görüştüreyim.” dedi.
Mansur elinde olmayarak kızardı, amcasının yüzüne baktı.
“Ne kızarıyorsun? Ben senin baban değil miyim? Ben baban olunca karım da annen demektir, kızım da kız kardeşin… Zehra ile sen zaten beraber büyümüşsün…”
Mansur daha beter bozuldu. Kendisinden utandığı Zehra buradaymış! Şimdi yüz yüze gelmiş olacak!
Salih Efendi söze devam ederek dedi ki:
“Üstelik sen hekimsin. Doktorun hareme girip çıkması, şehir âdetlerine göre uygunsuz düşmez.”
Mansur sesini çıkarmadı ve amcasıyla beraber mabeyin kapıya doğru yürüdü.
Hemen o sırada sofanın öbür tarafında bulunan mabeyin kapısı -yani sofa dairesine gidilen kapı- açıldı. Aşağı yukarı yirmi beş yaşında, uzun boylu, zarif bir delikanlı sofaya çıktı.
Salih Efendi sevinerek durdu ve:
“İsmail, gel kardeşini kucakla!” dedi.
İsmail Bey ile Mansur’un aralarında birkaç kere mektuplaşma olmuş, resimler gönderilip alınmıştı. Birbirlerini tanıdılar, samimiyetle, sevgiyle kucaklaşıp öpüştüler.
Salih Efendi:
“İsmail, baksana ne diyor? Otelde, han köşesinde oturacağım, size gelmeyeceğim” diyor.
İsmail Bey:
“Hiç öyle şey mi olur? Mansur Bey şaka etmiştir, öyle değil mi kardeşim?”
Mansur sesini çıkarmadı.
Üçü birlikte kütüphane tarafından harem dairesine doğru yürüdüler. Efendi’nin büyük bir dikkatle kütüphanenin iki kapısını da cebinden çıkardığı büyücek bir anahtarla açması ve tekrar kilitlemesi Mansur’un gözünden kaçmadı.
Efendi’nin bu hareketi, hareme karşı haysiyet kırıcı bir emniyetsizlik gibi geldi. Lakin hemen Şeyh Efendi’nin kitap ve değerli eser merakıyla iyiye yordu.
Harem sofasına gelince Efendi:
“Siz burada biraz eğlenin.” diyerek yalnızca bir kapıdan içeriye girdi.
Yalnız kalınca İsmail Bey Mansur’u kolundan tutup pencerenin önüne götürdü ve elini yakalayarak bir saniye kadar yüzüne, gözüne samimiyetle, sevgiyle baktı.
“Ne kadar memnun olduğumu bilsen, kardeşim! Ne iyi ettin de geldin. Ben seni Türkçe bilmez bir Arap zannederdim. Sen ise halis İstanbullu gibi konuşuyorsun, hem hâl ve tavrın da seni taşralı gibi göstermiyor. Nasıl oldu da buna muvaffak oldun?”
“Annem yalnız Türkçe konuşurdu. Bir de hemşehrilerle görüşürdüm.”
“Hangi hemşehriler?”
“Hangi hemşehriler olacak? İstanbullu, taşralı Türk, Osmanlılar.”
“A! Demek ki sen kendini Türk ve Osmanlı biliyorsun. Çoktan mı?”
“Kendimi bildiğim günden beri.”
“Bak Mansur Bey! Buna da pek memnun oldum. Fakat babama söyleme. O haz etmez. O kendini hâlâ “İbni Galib” zannediyor. Hatta birkaç kere itiraz ederek gücendirdim bile.”
İsmail Bey’in konuşması ve hâli Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandırmıştı. Mansur buna pek sevindi.
Gittiği kapıdan geri gelen Efendi, “Buyurun evladım.” diyerek yine önde yürüdü.
Üçü birlikte önce bir odaya, odadan binanın iç tarafındaki pencereden aydınlık alan aralığa dönerek bir iki kapalı kapının önünden geçtikten sonra, karşılarına gelip bir halayık tarafından hususi surette perdesi kaldırılmış olan diğer bir kapıdan içeriye girdiler. O da büyük bir sofaydı.
Sofanın bir kenarında biri minderde, diğer ikisi biraz uzağında sandalyede olmak üzere üç kadın oturuyordu ki erkekler girince hemen ayağa kalktılar. Mansur, yüzlerine dikkat etmeye vakit bulamadı.
Salih Efendi:
“İşte yirmi sene sonra kavuştuğumuz oğlumuz Mansur Bey.” diyerek Mansur’u minderdeki karısının yanına kadar götürdü.
Mansur nasıl hareket edeceğini önceden düşünmemişti. Hatırına birden çocukken el öptüğü geldi. Hanımefendi’nin elini öpmek istedi. Hanımefendi ise elini çekerek Efendi’nin yüzüne baktı.
Efendi:
“Elini versene! Evladın değil mi? Elbette elini öpecek. Sen de kucakla da mukabele et.”
Hanımefendi itaat etti. Fakat bu oyun oyuncular tarafından ustalıkla oynanamadı. Oyuncular acemiydiler. Daha doğrusu, her iki taraf için oyun yeni, ilk oyundu. Acemiliklerini kendileri de anladılar. Gerek Hanımefendi, gerek Mansur utanarak kızardılar. Hatta Mansur bu sırada eteğine doğru gelmiş olan Sabiha ile Zehra Hanımlara bir “Estağfurullah” ile olsun karşılık verememiş ve alafranga baş eğerken kuru bir temenna ile yetinmişti. O bile biraz geç kalmıştı.
Hanımefendi:
“(Arap çocuğu olduğunu belli eder bir telaffuzla) Sefa geldiniz, evladım. Biraz geç görüştükse de İsmail’inkinin yanı başında sizin için de kalbimde yer hazır olduğunu hatırınızda sıkı tutunuz. Belki de size söylenmiştir; annenizi pek severdim. Sizi de seveceğimi biliniz.”
“İltifatınıza teşekkür ederim, efendim. Evet, annem her zaman sizin ve Amca Efendi’nin teveccühlerini ve faziletlerinizi söylerdi. Hatta iki ay daha ömrü vefa etmiş olsaydı, on sene önce bizi yanınızda görecektiniz. Teveccühünüzü şimdi ben de gözümle görüyorum. Bendeniz de İsmail Beyefendi kadar olmazsam bile sevginizi kaybetmemek için gereken davranışlardan pek geri kalmamaya gayret ederim.”
Salih Efendi’nin yüzünü sevinç kapladı. Gözleri parladı. Kendi kendine dedi ki:
“Acayip şeydir. Kadınlarda bilinmeyen bir tesir kuvveti var. Nasihatlerime karşı çelik gibi görünen Mansur, gönül alıcı bir sözü üzerine balmumu gibi yumuşadı. Kadınların yanında Mansur pek mahcup oluyor. Vicdan temizliğine işarettir. Buna da şükür olunur…”
İsmail Bey:
“Mansur beni kıskandırmaktan sakın ha! Zira annemi pek severim.”
Sabiha Hanım:
“Ya ben? Beni hesaba koymuyor musunuz?”
Mansur kendisinin hesaba konulmasını hatırlatan pehlivana dönüp baktı.
Gençlik, güzellik parıltılarına boğulmuş melek çehreli bir genç kız göründü.
Kusursuz beyaz yüz, dudaklarının uçları nazlıca yukarıya kıvrılmış küçük pembe ağız, siyah göz, iri göğüs, ince bel, mini mini eller, süslü ve pahalı tuvalet, kısaca fistanı altından beyaz iskarpin içinde görünen küçük ayaklar, hepsi güzel bir tesir uyandırıyordu.
Mansur biraz şaşırdı. Bir şey söyleyemedi. Fakat gözünü yüzünden alamadı. Sabiha Hanım’ın siyah göz ile tuhaf bir tezat teşkil etmiş olan açık sarı kaşlarına dikkat etmişti. Hatta baş örtüsünün inceliği dolayısıyla altındaki saçın da kaşı renginde olduğu fark edilebilirdi.
Gözüne bakarken bakışları karşılaştı. Sabiha Hanım gözünü çabuk indirdi. İffet vazifesi onu gerektiriyorduysa da Mansur bundan hoşnut olmadı.
Gözünün bakışından zekâ kuvvetini ve karakter sağlamlığını gösteren bir ifade yoktu. Bilakis “İşte ben böyle güzelim.” der gibi bir gurur görünüyordu.
Sabiha Hanım değil, hatta baba ve annesi bile Mansur’un zihninden hangi ince düşüncelerin geçtiğini keşfedemediler. Hepsi Sabiha’nın Mansur’da büyük bir tesir yarattığına hükmettiler. Bu hüküm, Efendi’nin ekmeğine yağ demekti. Diğer anneler gibi kızını bir gün evvel ev bark sahibi etmeyi ilk iş sayan Hanımefendi de bu hususta kocasına içinden katıldı. İsmail Bey ise bir anda Mansur’u sevivermişti.”
Hepsinin düşüncelerini üzerinde toplayan Sabiha’nın kalbinden ne geçtiği pek belli değildi. Başka bir fikir geçip geçmediğini biz de bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da genç, yakışıklı Mansur’un kendi güzelliğine hayran kalmasından dolayı Sabiha’nın duyduğu zafer lezzetinden ibarettir. Sabiha buna pek sevindi.
Yalnız bir kişi, herkesten ziyade önündeki manzaranın en ince gölgelerini bile keşfetmeye muvaffak olmuştu. O da hâlâ kenarda duran Zehra idi.
Zehra, ömrü boyunca Mansur’u birçok defa hayallerinin dünyasına dahil etmişti. Gerçi hatırlama şekli Mansurca pek arzu edilir bir şey değildi. Çünkü her vakit Mansur’un hayalini Zehra’nın düşünce âlemine sevk eden kuvvet, hırs ve düşmanlıktan başka bir şey değildi.
Fakat –belki zihninde bu kadar yer etmesinden dolayı olmalıydı ki– Mansur, herkesten çok Zehra için dikkat çekici oldu. Zehra, Mansur’u iyi görmeye hazır değildi. Tersine ne kadar fena ve aşağı görmüş olsa o kadar memnun olacaktı. Zira hâlâ mevcut olan çocukluk rekabeti buna sebepti.
Zehra, vaktiyle mecburi ayrılıktan sonra, tekrar karşılaşmaları hâlinde düşmanının önünde küçük düşmemek kesin azmiyle kendisini silahlandırmaktan bir an geri kalmamıştı. Karşılaştıkları esnada kendisini Mansur’dan ne kadar büyük görürse, kalbinde o kadar bir haz, bir zafer şanı hissedecekti.
O karşılaşmayı kader şimdiye kadar geciktirmişti.
Bu gibi duygulara kapılmış olan Zehra, salona girerken Mansur’u görünce yüzünde memnuniyet hasıl edemedi. Aksine siyah kaşları hafifçe çatıldı, alnını sanki bir duman bürüdü. Çünkü ilk bakışta Mansur’u her bir tahminin üstünde büyük ve şanlı gördü!
Ah bu Mansur! Bu o mükemmel kızın kibir ve vakarının yine her vakit önüne dikiliyordu!
Mansur, Hanımefendi ile görüşürken şaşaladığı ve kendisiyle Sabiha’nın nazik tavırlarına karşılık vermekte kusur ettiği vakit, Zehra’nın yüreğine sanki biraz su serpildi. Bencilliği, “Kabuğu parlak ise de galiba içi koftur.” demek istedi.
Fakat her nedense Sabiha’nın serbestçe söze karışması üzerine Mansur’un hayran gözlerini onun güzelliğine çevirdiğini görünce, yüreğinde meçhul bir ıstırap hissetti. Bütün dikkatini Mansur’un yüzüne vermiş bulunan Zehra, en sonra Mansur’un hayranlık bürümüş yüzünde aksine bir değişme gördüğü vakit, yüreğindeki ıstırap hissi kayboldu. Yüreği bundan hazzetti. Lakin Mansur’un Sabiha gibi en parlak bir yıldıza bile aldanmaya hiç meydan vermemiş olan zekâsını görünce ruhundaki kıskançlık yeniden gıcıklandı.
Tam bu sıradaydı ki, herkesi sarmış olan garip sükûta nihayet vermek üzere İsmail Bey:
“Zehra Hanım! Hani ya, sen “Mansur Beyefendi ile beraber büyüdüm, okudum.” diyordun? Sende çocukluk ve hele ders arkadaşlığı hâline benzer henüz bir şey göremedik. (gülerek) Boynuna sarılmalı değil mi?” demişti.
Zehra’nın vücudu görünmez bir titreme içinde kaldı. Mansur’un gözü ise Zehra’yı yalnız şimdi gördü.
Zehra, Sabiha’dan biraz irice yapılı fakat fevkalade tenasübe sahipti. Sabiha’ya latif, nazik, güzel diyecek bir kalemin Zehra’ya da güzel hem de pek güzel diyeceği şüphesizdi. Lakin güzellikte incelik değil, aksine vakar ve ağırbaşlılık vardı. Can yakıcı, göz kamaştırıcı, saygı duygusu uyandırıcı bir güzelliğe malikti.
Üzerinde güzelliğini göstermeye özendiğini ilan eden hiçbir alamet yoktu. Düz renkli ince bir yünlüden yere kadar uzun elbisesi ve kalın baş örtüsü ile ilk bakışta pek sade görünebilirdi. Lakin güzelliği ve cazibesi bu sadelik içinde daha ziyade kendisini göstermekteydi.
Uzunca ela gözleri, kömür gibi uzun kirpiklerinin arasından vicdan temizliğine mahsus bir safiyeti, azim ve zekâyı gösterir bir metanetle ta kalbe nüfuz edercesine pırıl pırıl parlıyordu.
Kendisine mahcup olduğu bu güzel varlığın önünde kendini affettirme arzusu Mansur Bey’de pek şiddetliydi. Şimdi, işte gözü önünde duruyordu. O garip, huysuz ilkbahar şimdi göz kamaştırıcı zengin bir yaza dönmüştü. İşte fırsattır. Kendini affettirmeli. Kabahatinin yüreğinde açtığı yarayı işaretle af ve merhametine layık olduğunu göstermeli!
Lakin kabahati tamir kabul eder mi? Şu güzel vücut kadar gelişmeye elverişli olan kültürü önüne bir cehalet seddi çekmek küstahlığında bulunmuştu. Seddin kaldırılması kabil olur mu? Maziyi geri getirmeye imkân bulunur mu?
Ya o set kendiliğinden kalkmış da, kültürü de vücudu gibi gelişmişse? Ah, o vakit Mansur kendisini ne kadar bahtiyar sayacaktı! Vicdanına baskı yapan o tek ağırlık da ortadan kalkmış olacaktı.
Mansur, ağabeyce samimiyeti maksada varmak için en kısa bir yol addetti. Kırgınlık sebebini düşündü. Fikrini ayrılık noktasından tamire çalışmak uygun olacaktı. Saçı hatırına geldi. Baş örtüsüne baktı. Altından bir şey göremedi. Kendi kendine, “Kim bilir şu bez parçasının altındaki saç, başını ne güzel taçlandırmış bulunuyor?” dedi.
Yabancı memleketlerde, dört duvar arasında cemiyetten, hususiyle kadınlardan uzak olarak ömrünü geçirmiş olan Mansur’un, bir Müslüman evinin harem dairesine mahsus adap hududunu birkaç defa tecavüz etmek suretiyle terbiye olunduğu yoktu. Bunun için Zehra’yı bir anda samimi latifeye davet etmek maksadıyla hemen düşünmeksizin hatırına geleni söyleyiverdi:
“Başındaki örtü o kadar kalın olmasaydı, birbirimize yabancı olmadığımızı ispat edecek bir şahide müracaat edebilirdim…”
Büyük bir kabahat etmekte olduğunu, söze başlar başlamaz Zehra’nın kaşlarının çatılmasıyla, alnında bir çizgi belirmesinden ve burun kanatlarının kalkmasından anladı. Fakat iş işten geçmişti.
“Başımdaki bezin kalınlığının sizi korktuğunuzdan muhafaza için olduğunu anlamanız icap ederdi!”
Şu cevap, boylu boyunca doğrulmuş olan Zehra’nın ağzından hakaretli ve kibirli bir şekilde çıktı.
Efendi ile küçük bey gülmek istedilerse de muvaffak olamadılar. Sözünün o tarafa çekileceğini hiç hatırına getirmemiş olan biçare Mansur, kıpkırmızı kızararak yalvarırcasına Zehra’nın yüzüne bakmak istedi!
Yükselip inmekte bulunan göğsünde, kalbinin çarptığını, gurur ve azameti içinde dahi Zehra’nın fevkalade, cazip bir güzelliği bulunduğunu görebildiyse de kendisi için sığınacak bir af noktası göremedi.
Mansur’un bu hareketi ile layık olduğu cevaptan sonra tabii olarak ortalığa çöken sükût Salih Efendi’yi görüşmeyi kesmeye mecbur etti.
“Oğlumuza artık kavuştuk. Sonra istediğiniz kadar görüşürsünüz. Bu günlük bize bağışlayınız.” diyerek selamlığa doğru yürüdü. Hanımlar da ayağa kalktılar. Mansur utanarak temenna ettiği vakit hepsi karşılık verdiler. Fakat Zehra’nın bakışıyla el kaldırışında Mansur sanki, “Benden uzak dur, terbiyesiz!” ihtarını anlatmak isteyen bir şey gördüm zannetmişti.
Selamlığa doğru gelirken, Mansur kabahatini düşünüyordu: “Ben ne demek istedim, bak o nereye çekti? Hâlâ bana düşmanlığı devam ediyor. Hakkı da var ya! Fakat bugün haksızlık etti. Ben saçını kastederek ‘Bu kadar güzel saça karşı söz söylemek gibi büyük bir kabahatim var.’ demek istemiştim. O ise başka bir şey anladı. Hâlâ benim eski terbiyesizliğin aynısını tekrar edebileceğimi zannetti…”
Biraz düşündükten sonra yine, “Lakin pek büyük terbiyesizlik etmiş oldum. Yetişkin bir Müslüman kızının saçı hakkında kalabalık içinde söz söylemek… Kabahatim eskisinden aşağı kalmadı. Hem de ilk görüşmede. Bense tamirini İstanbul’daki hususi işlerimin birincileri sırasına koymuştum.” dedi.
Amcasına dönerek:
“Amca Efendi! Bendeniz dış memleketlerde büyüdüm. Arkadaşlığın adap ve usulü bakımından pek çok eksiğim vardır. Gördükten sonra açıkça söylemenizi istirham edeceğimden başka, hatta bu hususta babaca birkaç ders vermenizi bile bilhassa rica edeceğim.
“Estağfurullah evladım! Sen zekisin, İsmail ile beraber konakta bir hafta kaldıktan sonra hiçbir eksiğin kalmayacaktır.”
Mansur (kendi kendine):
“Burada kalmam için kati ısrar var. Lakin ben kesin kararımı bozabilir miyim? Seçmiş olduğum yolun daha ilk adımında bir zikzak yapmak hatasına düşecek miyim? Hayır, bu olamaz.” diyordu.
İlk Adım ve İlk Ümitsizlik
O akşam Mansur otele döndüğü vakit, İsmail Bey de beraberindeydi. Salih Efendi, Mansur’u konağa getirtmek ve yerleştirmek için İsmail ile beraber birçok ısrar ettiği hâlde muvaffak olamamıştı. Akşamüstü Mansur giderken Salih Efendi mutlaka kandırmak vazifesiyle İsmail’i yanına katmıştı.
Yolda, Löbon’un yemek salonunda, yine otele kadar Beyoğlu Caddesi’nde İsmail başka bir lakırtı etmemiş, hep yalvarmış, bir iki kere hiddetlenmişken yine Mansur’un yumuşadığı yoktu.
Otelin odasında oturur oturmaz, İsmail yine ricaya başladı. Mansur’un canı sıkıldı. Başını biraz kaldırdı ve mühim bir kararı bildiren hâkim gibi dedi ki:
“Bak kardeşim. Odamdasın. Misafire saygı, İslam’ın hasletlerindendir. Onun için seni bilhassa odamda kırmak istemem. Sırf senin kardeşçe sevgin için büyük bir fedakârlık olmak üzere işte ricanı bu şartla kabul ederim.”
“Ben doktorum. Oldukça işe yarar diplomam da var. Ben yarın, öbür gün Tıbbiye Mektebi’ne gideceğim, diplomamı göstereceğim, imtihanlı imtihansız, her nasıl olursa, İstanbul’da doktorluk yapmak için izin isteyeceğim. İzin verilir, doktor sıfatıyla cemiyette tutulur, amcam da fikrimi almaksızın başkasına müracaat etmemek şartıyla beni aile doktoru tayin etmeye razı olursa, ben de o vakit hizmete karşılık ücret yerine konakta bir iki oda ile yemeği vesaireyi kabul edebilirim. Yoksa taş çatlasa başka türlü olmak ihtimali yoktur. Nafile yere yorulma.”
“Bir de bu “bedel” maddesi, sırf vicdanımı teskin için olacağından üçümüzden başka da bir kimsenin bundan asla haberi olmayacaktır. O vakte kadar ben de birtakım aletler ve ilaçlarla uğraşıp tecrübeler yapmak lüzumundan bahisle, mektebe yakın bir daire kiralar ve konağa mümkün mertebe sık gelip giderim. Artık bunun bahsini keselim.”
Gece İsmail Bey hâl ve keyfiyeti babasına arz etti.
Ertesi günü Salih Efendi, üzerinde “gizlidir” ibaresi yazılı bir zarfı uşağı vasıtasıyla Bab-ı Seraskerî (Millî Savunma Bakanlığı)’ye gönderdi. O gün akşamüstü Serasker Kapısı’ndan da mektep idaresine özel bir mektup gitti.
Mansur, İsmail gittikten sonra kalbindeki duygu ve düşünceleri hatıra defterine yazdığı sırada şu satırları ilave etti:
“Nazariyat ile tatbikat arasında zannettiğimden ziyade fark olduğunu hissediyorum.”
“Henüz bir işe el sürmemişken hareket tarzımdan bir iki noktayı değiştirmeye mecbur oldum. Memleketin usul ve âdetleri, yani ‘Ne diyecekler?’ meselesini ben hesaba katmamıştım. Hâlbuki amcamın telaşından, İsmail’in ısrarından, saçmalığıyla beraber bunun da hesaba katılacak meselelerden olduğunu anlıyorum. Küçük, bir iki odalı dairemde, tek başıma, her harekette serbest bulunmak birinci emelimdi. İşte bu emelimi, geçim derdimin ilk kurbanı yapmış oluyorum. Cenabıhak ilerisini hayreyleye.”
Defteri kapadıktan sonra bir müddet düşündü.
“Yok, böyle bırakmaya gelmez. Mutlaka hareketimi düzeltmeliyim.” dedi.
Düşündüğü, o gün amcasının evinde Zehra’ya karşı yaptığı münasebetsiz hareketti.
Mektupluk kâğıt alıp birkaç satır yazdı, tekrar okudu, zarfa koydu.
Ertesi günü, sabahleyin gelen İsmail Bey ile birlikte İstanbul’un ziyaret edilecek yerlerini dolaştılar.
İsmail Bey’in arabasına binmiş, Beyoğlu Caddesi’nden geçerlerken İsmail Bey karşılarına gelen bir harem arabasının içindekilere bakarak tebessüm etti ve ufak bir işarette bulundu. O tarafa bakmış olan Mansur arabadaki hanımların karşılık verdiklerini gördü.
Mansur’un zihninden, “Karısı ile kayınvalidesi olmalı.” düşüncesi geçti. Lakin İsmail Bey, İstanbul tarafında diğer bir arabaya bakarak hareketini tekrar etti. Zaten o gün pazar bulunduğu için sokaklarda birçok konak arabası vardı. İsmail Bey, güya suale cevap veriyormuş gibi:
“Bunlar Beyoğlu’na, Kâğıthane’ye giderler. Fakat asıl Kâğıthane günü cumadır. Cuma günü beraber gidelim. Kâğıthane’mizi görmüş olursun.” dedi.
Mansur sesini çıkarmadı. Fakat bir müddet sonra İsmail Bey, üçüncü bir arabadakilerle işaretlenince ciddi olarak:
“Bunlar bizim ailemizden mi?” diyerek sordu. İsmail Bey sualin ciddiyetiyle sesteki değişiklikten dolayı “hayır” derken biraz kızardı.
İsmail Bey’in millî ahlak ve terbiyeye vergili olan bu kızarmasını gören Mansur, yine sesini çıkarmadı ve arabanın köşesine çekilip yalnız kendi tarafına bakmaya başladı.
Ayrıldıkları sırada Mansur, İsmail’e bir zarf uzatarak:
“Şunu Zehra Hanım’a vermek zahmetinde bulunur musunuz?” dedi.
İsmail, hayret ve latifeyi ima eder bir tarz ile dedi ki:
“Vay! Şimdiden başladınız mı? Bense dünkü görüşmenizin aksi neticesinden dolayı üzülmüştüm.”
“Hükümde pek acele etme. Mektup açıktır. Okuyabilirsin.”
“Okuyup ne yapacağım? Hem Mansur, sen Zehra’yı adi kadınlardan sayma, aldanırsın.”
İsmail bunu söyleyerek zamklı kenarını ıslattı ve mektubu kapayarak yan cebine attı.
Mansur bir şey söylemeye lüzum görmedi.
Pazartesi günü sabahleyin saat on bir sularında Mansur, Tıbbiye Mektebi’ne giderken İsmail Bey de beraber gitmek için ısrar etti. Mansur kesinlikle reddetti.
Mansur’un kendine göre bir düşüncesi vardı. İşinde kayırılma eseri bulunmayacaktı. Zavallı çocuk! Kayırılma zaten olmuş hem de kendisinin en istemediği bir surette tesirini göstermişti!
Bunun için mektepteki işi çabucak bitti, o günden itibaren Mansur hekimlik yapmaya yetkili Osmanlı doktorlarından olmuştu. Haftada iki kere mektebe gidip otopsi salonunda bulunacak ve hastaları muayene eden nöbetçi doktora yardım edebilecekti.
Mansur memnun, mesut olarak mektepten çıktı; memnuniyeti, işinin “sürat ve intizam” üzere bitmesinden dolayı idi.
Mekteptekiler ise Mansur’dan evvel gelen kayırılma emri üzerine daha görmeden Mansur hakkında kıskançlık duymuşlarken, Mansur’u görüp konuştuktan ve diplomasını gördükten sonra kanaatlerini değiştirdiler. Hatta iç hastalıkları hocası Mehmet Efendi:
“Keşke her kayırılmış olan böyle olsa!” demişti.
Kendisini dinleyenler de tasdik ettiler.
Tıbbiye Mektebi’nden çıktıktan sonra Mansur, Göçmen İşleri Komisyonu’na giderek Osmanlı tabiyetine geçiş muamelesini tamamladı.
Akşamüstü konağa uğradı ve amcasıyla görüştükten sonra hariciye kalemlerinin birine devam etmeye karar verdi. Ertesi gün birlikte Babıâli’ye gidilip hariciye nazırı (dışişleri bakanı)’na takdim olunacaktı.
Çünkü Mansur’un emeli, devlet memurları sırasına geçmekti. Hariciye işlerine meyli vardı, ilmî hazırlığı ona göre yapılmıştı. Geçinmeye yetecek aylık temininin güç olduğunu Fransa’da iken tahmin etmişti. Doktorluk geçimini sağlayacaktı. Zamanı gelince asıl hizmet, hariciye işlerinde edilecekti.
Ertesi günü Hariciye Nezareti’ne gittiler, Mansur itibar ve iltifatla kabul olundu. Tercüman Bey çağrılarak kalemde uygun şekilde çalıştırılması için emir verildi.
Mansur, kalem odasına gitmezden evvel, Hariciye Nazırı’nın hatırlatması üzerine Babıâli’nin diğer bazı mühim şahsiyetlerini ziyaret etmek üzere huzurlarına dahi çıktı, iltifat ve teşvik gördü.
Mansur, amcasının ileri gelen devlet adamlarının saygısını kazandığını görmüştü. Bilhassa kapılarda nöbet bekleyen askerin, onun sarıklı başına esas duruşa geçerek selam durmalarına dikkat etmişti.
Hariciye dairesine tekrar gelişinde Mansur’u doğru Tercüman Bey’in odasına götürdüler. Odacı vasıtasıyla kır sakallı bir efendi çağırıldı.
“Beyefendi, kaleme memur buyurulmuştur. Yanınızda bir sandalye veriniz. Yalnız sizin nezaretiniz altında bulunacaktır. Haydi beraberce gidiniz beyefendi oğlumuz.” denildi.
Otuzdan fazla genç ve ihtiyar efendi ile dolmuş büyük bir odaya gittiler. Sakallı efendi, ayrı olarak köşede duran bir makam masasına oturdu. Mansur’a da bir sandalye gösterdi.
Çağrılan odacı vasıtasıyla sağ taraftaki sıra, yani çuha kaplı eskimiş büyük koltuklarla önlerindeki üstleri eğik masalar öteye doğru çekildi. Sakallı efendinin sağ tarafında açılan boşluğa dışarıdan bir koltuk ile masa geldi. Mansur’a:
“İşte yeriniz hazır! Yazı takımınızı yarın getiriniz. Şimdi bir kahve içip gidebilirsiniz.” dendi.
Mansur kahveyi reddettiği gibi sigara yapılmak üzere uzatılan teneke tütün tabakasını da kabul etmedi. Henüz alışmadığını söyledi.
İzin alıp gitmezden önce sağında, solundaki daire arkadaşları üzerinde bakışlarını gezdirdi. Gözlerinde azim ve metaneti, hâllerinde iş yapma arzusunu göremedikten başka, kendisine karşı kıskançlık ve öfke hissettiklerini de sezerek üzüldü.
Bu suretle Mansur hem Tıbbiye Mektebi’ne intisap etti hem de hariciyeye yerleşti.
Bir sene kadar bu hâl devam etti.
***
Mansur’un mektepteki mevkisi birkaç ay içinde ehemmiyet kazandı. Nöbetçi doktorun beraberinde hastaları muayene ettiği sırada, nöbetçi doktorun verem dediği bir hastadan şüphelenerek hastayı muayeneden sonra ciğerlerinde su olduğunu anlattı.
Mansur bunu düşünmeksizin bir içgüdüyle söylemişti. Doktoru gücendirmiş olacağını hesaba katmamıştı.
En nazik damarından yaralanmış olan doktor ısrar edince, Mansur da haklı olduğunu ispat ve bilhassa hakikati müdafaa etmeye mecbur oldu. Mesele mektepçe bir “vaka” rengini aldı. Hastayı konsülte eden beş doktorun üçü Mansur’un doğru teşhis ettiğini gösterdi.
Günün birinde bir hastanın bacağını kesmeye karar vermişlerdi. Fakat yaranın kalçaya yakın olmasından dolayı ameliyattan sonra yine yaşayacağı umulmadığından nafile yere acı çektirilmemesi uygun görülüyordu. Mansur muayene ederek hastanın kendisine bırakılmasını istedi ve Avrupa’da henüz kullanılmaya başlanmış olan “Asit fenik” iğnesiyle kangrene yüz tutmuş yarayı iyi edip biçareyi ayağa kaldırdı.
İstanbul’un o vakit en meşhur doktorlarından sayılan Frenk Lakur devlet adamlarından birini bir ay tedavi ettikten sonra ümit olmadığı iddiasıyla elini çekmişti. Çaresizlikten ailesi mektep hocalarından bulunan komşuları Doktor Mehmet Efendi’ye koşmuşlar, Mehmet Efendi de Mansur’u konsültasyona getirmişti.
Mansur, ciğer üzerinde yara olduğunu ve ameliyatın yapılması için vakit kaybedilmemek gerektiğini söyledi.
Lakur’un sözü, kesin karar demekti. Ümidini kesişi, aileye sirayet etmişti. Bu bakımdan henüz bilinmeyen bu ağır ameliyata büyük bir korkuyla razı olundu. Göğüs delinip ciğer açıldı yaralar temizlendi. Hasta da iki hafta zarfında iyileşmeye yüz tuttu.
Vakanın ehemmiyetiyle beraber, zaten çocuğunun hastalığını annesine söyleyivermek derecesine varan Lakur’un terbiyesizliğinin yarattığı umumi nefret Mansur’un şöhretini mektep çevresinden yüksek tabaka çevrelerine çıkarmıştı.
Hastalardan baş alamamaya başladı. Seraskerlik, resmen askerliğe intisap etmesini teklif etti. Mektep idaresi de en mühim derslerden birini vermeye razı oldu.
Mansur, Hariciye’ye intisabı bahanesiyle askerlikten affını istedi. Cuma günleri saat bire kadar Hamidiye civarındaki eczanelerden birinde fakirlere parasız bakacağını ilan ettirdi. Vizitelerini sabahlara ayırdı. Birde daireye gider, beşte çıkardı. Geceleri odasında kendi işiyle meşgul olurdu.
İtibar sahibiydi, geçimini fazlasıyla temin etmişti. Herkesin teveccühünü kazanmıştı. İşte o vakit Sirkeci civarında kiralamış olduğu üç odalı evi büsbütün terk etmeksizin, doktorluğa yaramayan eşyasını, kitaplarını Şeyh Efendi’nin konağına naklederek mabeyin dairesinde sobalı salona bitişik bir odaya yerleştirdi.
İşte Mansur’un “harem odası” o oldu.
İsmail, selamlık odalarının birlikte kullanılmasını isteyerek muvafakat ettirdi.
Konakta hastaların kabul olunmadığını söylemeye hacet yoktur.
Bu durum, Salih Efendi’nin isteği üzerine olmamıştı. Mansur’dan memnun ve muvafakat edebilirdi. Müteşekkir olan efendi, belki kibrini yenip önce buna da Mansur kendiliğinden böyle hareket etmeyi uygun gördü.
Salih Efendi, mektepte hocalığın kabul edilmemesi için ısrar etmişken, Mansur yalnız pazar günleri verilmek üzere mektepte iki ders aldı. O da, gittikçe Mansur’un sevgisini kazanmaya başlamış olan Doktor Mehmet Efendi’nin ısrarı neticesiydi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mizanci-mehmed-murad/turfanda-mi-turfa-mi-69428407/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Groznde Reu de Peroz.
2
Uludağ
3
‘‘Uyuşma’’ manasında olarak Paris’in en meşhur meydanlarından birinin adıdır.
4
Yunan mitolojisinde, karınca büyüklüğünde insan cücelerinin ismidir.
5
‘‘Ütopya’’ sözü, İngiliz flozoflarından Thomas More’un eserlerinden dolayı meşhur olup ilmî terimler sırasına geçmiş bir kelimedir. Gerçekleştirilmesi imkânsız tatlı hülyalar manasına gelir.