Tom Sawyer´ın Maceraları
Mark Twain
Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı'nın bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız.
Mark Twain
Tom Sawyer’ýn Maceralarý
1
TOM’UN YARAMAZLIKLARI
“Tom!”
Cevap yok.
“Tom!”
Gene cevap yok.
“Bu çocuğa ne oldu acaba? Merak ettim, Tom!”
Cevap yok.
Yaşlı kadın, gözlüğünü öne doğru çekip çerçevesinin üstünden odaya şöyle bir göz gezdirdi; sonra tekrar gözlüğünü burnuna yerleştirip etrafına bakındı. Öyle çocuk gibi ufak tefek şeyler için gözlüğünü takmaya pek tenezzül etmezdi. Hem gözlük, onun için bir süsten ibaretti, yoksa onsuz da pek iyi görebiliyordu. Bir saniye kadar telaşlanır gibi oldu, sonra da fazla öfkelenmeden; fakat gene de eşyalara işittirecek kadar yüksek sesle bağırdı:
“Seni bir elime geçirirsem…”
Sözlerini bitiremedi; çünkü o sırada yere eğilmiş, elinde süpürgeyle yatağın altını araştırıyordu. Bu da kedinin rahatını bozmaktan başka bir işe yaramadı.
Açık kapının önüne gitti, bahçeyi kaplayan domates sırıklarını ve yabani otları gözleriyle araştırdı. Tom’dan eser yoktu. Uzaklara eriştirmek için sesini yükselterek tekrar bağırdı:
“Heeey, Tooom!…”
Birden hafif bir çıtırtı duydu ve kadının arkasına dönmesiyle küçük bir oğlan çocuğunu yakasından sımsıkı yakalaması bir oldu.
“Ah, o dolapta olacağını bilmeliydim… Orada ne yapıyordun?”
“Hiiç.”
“Nasıl hiiç?… Şu ellere bir baksana! Ya ağzına… Nedir o lekeler?”
“Bilmiyorum, teyzeciğim.”
“Ama ben biliyorum. Reçel. Evet, ta kendisi… Sana kırk defa söylemedim mi o reçele dokunursan derini yüzerim diye? Ver bakalım o değneği.”
Değnek havaya kalktı. Durum ümitsizdi.
“Aaa, arkana bak, teyze.”
Yaşlı kadın, hemen arkasını dönüp eteklerini bilinmeyen tehlikeden korumak için topladı. Çocuk, derhal koşup yüksek tahta perdeyi atlayarak öbür tarafta kaybolmuştu.
Teyzesi Polly, hayret içinde bir saniye kadar olduğu yerde kaldı, sonra gülmeye başladı.
“Ah, bu çocuk… Ben de hiç akıllanmayacağım anlaşılan… Her zaman buna benzer hileler yapmıyor mu sanki?… Bu defa aldanmamalıydım. Fakat budalalar arasında en kötüleri yaşlı budalalar oluyor galiba… Eskilerin dediği gibi, yaşlı bir köpeğe yeni hileler öğretmenin imkânı yok. Ama hınzır çocuk aynı hileyi iki kere tekrarlamıyor ki… İnsan başına gelecekleri nereden bilsin?… Ben gözlüğümü takıncaya kadar o yeni bir işkence usulü keşfediyor, sonra da her şeyi unutturup bir dakikacık olsun beni güldürmenin yolunu biliyor. Tabi, o zaman bütün kararlarım suya düşüyor, oğlana bir fiske bile vuramıyorum. Ben bu çocuğa karşı görevimi tam yapamıyorum, Allah da bilir ya… Çok yaramaz bir çocuk ama ne çare?… Zavallıcık, ölen kız kardeşimin tek oğlu. Nedense onu dövmeye bir türlü gönlüm razı olmuyor.
Başıboş bırakırsam, vicdanım beni rahatsız ediyor. Dövmeye kalkarsam bu sefer de çok üzülüyorum. Bugün öğleden sonra okula gitmeyip oyun oynayacak. Ben de onu cezalandırmak için yarın zorla çalıştıracağım tabi. Bütün arkadaşları tatil yaparken cumartesi günü onu çalıştırmak çok güç; ama dünyada en nefret ettiği şey, ders çalışmak… Artık ona biraz da teyzelik yapmanın zamanı geldi, aksi hâlde çocuğun felaketine sebep olacağım.”
Tom, okula gitmeyip oyuna daldı; pek güzel de vakit geçirdi. Tam zenci uşak Jim, ertesi gün için sobaya odun hazırlamak üzereyken eve döndü. Güya ona yardım edecekti. Jim, işin yarısından çoğunu bitirmeye çalışırken Tom da maceralarını anlatıyordu.
Tom’un küçük kardeşi (daha doğrusu üvey kardeşi) Sid, kendi payına düşen işi bitirmişti bile, zira o sessiz sedasız bir çocuktu, tehlikeli maceraperest tarafı yoktu…
Tom hem yemeğini yiyip hem de fırsat buldukça belli etmeden şeker aşırmakla uğraşırken Polly Teyze de onu soru yağmuruna tutmuştu, derdi çocuğun gizli gizli nehre girip girmediğini öğrenmekti.
“Tom, okul çok sıcaktı, değil mi?”
“Evet, teyzeciğim.”
“Dayanılmaz derecede sıcaktı, değil mi?”
“Evet, teyzeciğim.”
“Canın yüzmek istemedi mi, Tom?”
Tom’un içinde hafif bir korku uyandı. Polly Teyze’nin yüzünde bir ipucu aradı; fakat hiç belli olmuyordu.
“Hayır, teyzeciğim. Yani, çok istemedi…”
Yaşlı kadın, elini uzatıp Tom’un gömleğine dokundu:
“Ama pek de sıcak değilsin hani…” Gömleğin kuru olduğunu anladığını belli etmek hoşuna gidiyordu; ama bunun aslında sadece kendi zihninden geçirdiği bir fikir olduğunu kimseye sezdirmeden… Teyzesinin bu hâline rağmen Tom, asıl felaketin nereden kopacağını hemen anlamıştı. İkinci hareketi vaktinde tahmin ederek tedbirli davrandı.
“İçimizden bazıları başlarını suya soktu. Bak, benim bile başım henüz yaş. Gördün mü?…”
Polly Teyze, basit bir olaydan şüphelendiği için kendine kızmıştı, böylece bir kere daha bahsi kaybetmişti. Sonra gene aklına bir şey geldi:
“Tom, başını suya sokmak için gömleğinin dikişini sökmene lüzum kalmadı değil mi? Ceketinin düğmelerini çöz bakayım…”
Tom’un yüzündeki telaşlı ifade kaybolmuştu. Ceketini açtı. Gömleğinin yakası dikkatle dikilmişti.
“Hay Allah… Neyse, istediğini yapabilirsin… Okuldan kaçıp yüzmeye gittiğinden eminim; fakat seni affediyorum, Tom.”
Polly Teyze, tahmininde yanıldığı için yarı üzgün; fakat kırk yılda bir defa Tom’un itaatkâr davranmış olmasından da oldukça memnundu.
Ama Sidney, “Şey, ben Tom’un yakasını beyaz iplikle diktiğinizi sanmıştım, oysa siyah iplikle dikiliymiş.” dedi.
“Yoo, beyazla dikmiştim. Toom…”
Tom, daha fazla dinlemedi. Kapıdan çıkarken de: “Bunun için sana bir sopa çekeceğim, Sid!” diye bağırdı.
Emin bir yere gelince, ceketinin yakasının altına sokulan iki büyük iğneyi gözden geçirdi. Birinde beyaz iplik, diğerinde ise siyah iplik vardı. Kendi kendine söyleniyordu; “Sid olmasaydı teyzem hiçbir şeyin farkına varmayacaktı. Bazen siyahla diker bazen de beyazla, insan karıştırıyor. İpliklerden bir tanesinde karar kılsa ne iyi olur… Hangisini kullandığını hatırlayamıyorum. Fakat yaptıklarının cezasını Sid’e çektireceğim.”
İki dakika içinde, hatta daha bile kısa bir zamanda bütün dertlerini unutmuştu. Dertleri büyük bir adamın dertlerinden daha önemsiz olduğundan değil; ilgi çekici, yeni ve önemli bir olayla karşılaştığından zihni buna takılmıştı da ondan.
Yeni olay da şuydu: Bir zenciden yepyeni bir ıslık çalma usulü öğrenmişti, şimdi onu denemeye can atıyordu… Bu biraz da kuş seslerini andıracaktı… Tam ıslığın ortasında dili, damağa kısa aralıklarla dokundurmak gerekti. Biraz gayret ve dikkat harcayınca işin sırrını öğrendi ve yoldan aşağı yürüdü. Yeni bir gezegen keşfetmiş bir yıldızlar bilgini gibi hissediyordu kendini.
Yazın günler uzundu. Daha hava kararmamıştı. Tom ıslığı bir kere daha denedi. Önünde bir yabancı vardı; kendinden büyük bir oğlanın gölgesi belirmişti… Küçük ve sessiz St. Pittisburgh kasabasında hangi yaştan hangi cinsten olursa olsun, bir yabancının görünmesi son derece ilginç bir olaydı. Bu çocuk iyi giyinmişti, daha doğrusu hafta ortası için kılığı gereğinden fazla güzeldi. Bu, insanı hakikaten şaşırtıyordu… Başında nefis bir kep vardı, sık düğmeli mavi ceketi yeni ve zarifti. Pantolonu da öyleydi. Ayağına da ayakkabı giymişti, daha günlerden cuma olduğu hâlde… Hatta boyunbağı da takmıştı. Yabancıda bir şehirli havası vardı ki bu da Tom’u en can alacak yerinden vuruyordu. Tom, bu yeni harikaya baktıkça, yabancı, burnunu biraz daha havaya kaldırıyor, Tom da kendi kılığının gittikçe eskidiğini hisseder gibi oluyordu. Çocukların ikisi de konuşmuyordu. Bir tanesi hareket ederse öbürü de kıpırdıyordu; ama yalnızca yana doğru bir kıpırdanmaydı bu… Yüz yüze ve göz göze karşılıklı duruyorlardı. Nihayet Tom, dayanamayarak konuştu:
“Bana bak, dayak mı istiyor senin canın?”
“Hele bir dene de görelim bakalım.”
“Yapamaz mıyım sanıyorsun?”
“Yapamazsın tabi.”
“Belli olmaz.”
“Yapamazsın dedik ya!”
“Çakayım mı?”
“Hadi bakalım, erkeksen…”
Can sıkıcı bir sessizlik oldu. Sonra Tom gene sordu:
“Adın ne senin?”
“Sana ne?”
“Bana ne olduğunu gösterirsem aklın başına gelir!”
“Ne duruyorsun?”
“Kızdırma kafamı?”
“Kızdırırsam ne olacak be?”
“Kendini pek akıllı bir şey zannediyorsun, öyle mi? Bir elim arkada bağlıyken bile seni döverim istesem…”
“Ne duruyorsun o zaman? Hadisene!”
“Matrak geçmeyi bıraksan iyi edersin… Pişman olacaksın sonra?”
“Hele bir görelim!”
“ Vay beyim… Kendini bir şey sanıyorsun, değil mi? Şuna bak ne biçim şapka o be?”
“Beğenmiyorsan şapkayı başımdan atabilirsin. Hadi bakalım. Ama unutma ki o şapkaya el sürecek babayiğidi eşek sudan gelinceye kadar döverim!”
“Yalancı!”
“Babandır!”
“Sen huysuz bir yalancısın.”
“Bana bak, bir tane geçirirsem…”
“Hey, biraz daha böbürlenirsen yersin taşı kafana!”
“Cart!”
“Ha… şimdi…”
“Ne duruyorsun? Boyuna şimdi demenin ne faydası var? Yap da görelim. Üç buçuk atıyorsun da onun için değil mi?”
“Yuh! Senden mi korkacağım?”
“Tabi korkuyorsun.”
“Korkmuyorum.”
“Korkuyorsun.”
Gene sustular, biraz daha birbirlerini gözleyip kavgacı horozlar gibi birbirlerinin çevresinde dört döndüler. Sonunda omuz omuza gelmişlerdi.
Tom:
“Çek arabanı,” dedi.
“Sen çek arabanı.”
“Çekmeyeceğim.”
“Al benden de o kadar.”
Birden kapıştılar.
İkisi de ayakları bir açı oluşturabilecek şekilde açık durarak birbirlerine öfke ve nefretle vurmaya başladılar. Ama hiçbiri fırsatını bulup öbürünü yere yıkamıyordu. İkisi de kan ter içinde kalıncaya kadar mücadeleden vazgeçmedi. Sonunda dikkatli ve ihtiyatı elden bırakmadan yumrukları azalttılar, kavga da bitti.
“Sen korkağın birisin, korkak domuz seni. Ağabeyime söylersem görürsün gününü, küçük parmağıyla ezer seni.”
“Ağabeyinden korkan kim? Benim ondan büyük bir ağabeyim var. Senin ağabeyini bir tutarsa tel örgüden öteye fırlatıp atar.” (İki ağabey de hayaliydi.)
“Yalan söylüyorsun.”
“Senin demenle yalan olmaz.”
Tom, ayağının başparmağıyla toprağa bir çizgi çizdi.
“Hele şu çizginin öbür tarafına geçmeyi bir dene… Pestilini çıkartırım alimallah.”
Yabancı çocuk hemen çizginin öbür tarafına geçerek cevap verdi:
“Eee, hadi çıkarsana bakalım!”
“Kafamı kızdırma; kolla kendini…”
“Ne duruyorsun? Göster bakalım ne yapacaksın!”
“Elbette… İki sente gösteririm.”
Yabancı çocuk, cebinden iki tane kocaman bakır para çıkarıp alaylı bir tavırla Tom’a fırlattı. Tom, paraları yere vurdu. Bir saniye sonra iki çocuk yerde kirli toprağın üstünde kediler gibi yuvarlanmaya başlamıştı.
Bir dakika içinde de birbirlerinin saçlarını çekmişler, elbiselerini yırtmışlar, burunlarını tırmalamışlardı. Biraz sonra şaşkınlık devresine geldi sıra. Dövüşün yarattığı toz duman arasında Tom, yabancının yanına çöküp onu yumruklamaya koyuldu.
“Tövbe, de!”
Çocuk, yalnız kendini kurtarmaya çalıştı. Sırf öfkesinden ağlıyordu.
“Tövbe de…” Yumruklar devam ediyordu.
Nihayet yabancı çocuk boğulacak hâle geldi, nefes nefese, “Tövbe!” dedi.
“Eh, artık bu sana iyi bir ders olmuştur. Bir dahaki sefere birine çatmadan önce kim olduğuna iyi bak da öyle davran!…”
Yabancı çocuk ayağa kalkmış, üstünü başını silkerek yürüyordu; bir yandan da hem hıçkırıyor hem de burnunu çekiyordu. Arada sırada da arkasına dönüp bir dahaki sefere, Tom’u eline geçirirse neler yapacağına dair tehditler savuruyordu. Tom ise çocukla eğleniyordu. Mağrur bir tavırla yola düzüldü. Fakat o arkasını döner dönmez yabancı çocuk yerden bir taş kapıp Tom’a fırlattı. Bereket ki taş Tom’un iki omzu arasından geçip gitti. Çocuk bunu görünce geyik gibi sıçrayarak var kuvvetiyle koşmaya başlamıştı. Tom, mızıkçı çocuğu evine kadar kovalayıp nerede oturduğunu öğrendi. Bahçe kapısında bir süre bekledi; düşmanının elbette gene dışarı çıkacağını düşünüyordu. Oysa onu gören çocuk, pencerenin önüne geçmiş, camdan dilini çıkarıyor, türlü maskaralıklar yapıyordu. Nihayet düşmanının annesi kapıya çıktı, Tom’a yaramaz, terbiyesiz bir çocuk olduğunu söyleyip derhal oradan uzaklaşmasını emretti.
Tom, o gece eve bir hayli geç gitmişti. Dikkatle pencereden içeri atlarken teyzesi yakaladı. Kadıncağız Tom’un üstünün başının ne hâle geldiğini görünce, yeğenini cumartesi günü izinsiz bırakmanın şart olduğuna bir kere daha karar verdi.
2
ŞANLI BADANACI
Cumartesi sabahı nihayet gelmişti. Bu yaz sabahında her şey taptaze, pırıl pırıl ve hayat doluydu. Her kalpte bir şarkı vardı, hele kalpler genç olunca müzik dudaklara kadar yükseliyordu. Her yüzde neşe, her adımda bir bahar havası seziliyordu. Ağaçlar çiçekleniyordu, tomurcukların kokusu havayı doldurmuştu. Kasabanın ötesinde yükselen Cardiff Tepesi sebzelerle yemyeşil olmuştu. Uzaktan rüyalı, huzur veren ve insanı zorla kendine çeken hoş bir ülke gibi duruyordu.
Tom, elinde içi kireç dolu bir kova ve uzun bir fırçayla kaldırımda belirdi. Parmaklığı şöyle bir gözden geçirince yüzündeki neşeli ifade birden kayboldu, içini derin bir keder kapladı. Parmaklığın eniyle boyunu şöyle bir tahmine kalkışınca hayatı, pek anlamsız buldu. Yaşamak yalnızca bir yükten ibaretti… Kederli kederli içini çekerek fırçayı kovaya daldırdı ve en üst parmaklıktan işe başladı; aynı hareketi tekrarladı; bir kere daha yaptı. Sonra badanalanmış kısımlarla fırça değmemiş olanların arasındaki farkı bulmaya çalışınca, cesareti kırılmış bir hâlde oradaki tahta sandığa çöktü. Jim, elinde teneke bir kovayla kapıdan çıkmış ‘Buffalo Kızlar’ şarkısını söyleyerek sıçraya sıçraya yürümeye başlamıştı.
Eskiden, kasaba tulumbasından su doldurup taşımak Tom’a pek ağır gelirdi; ama şimdi fikri değişmişti. Tulumbanın başında arkadaşlarının bulunduğunu hatırlamıştı. Beyaz, melez ve zenci çocuklar her zaman orada sıra bekler, dinlenir, oyuncak satar, kavga eder, oynarlardı. Sonra Tom, tulumba o kadar uzakta olmadığı hâlde Jim’in bir saat geçmeden geri dönmediğini de hatırladı, hem de illa birini onun peşine göndermek gerekiyordu.
Tom: “Hey Jim,” dedi, “ne olur sen de biraz badana yap, suyu ben doldurayım.”
Jim, başını salladıktan sonra cevap verdi: “Yapamam Bay Tom. Kocakarı dedi bana, suyu doldur, yolda lafa dalma. Hem şey, dedi, ‘Bay Tom, sana yaptırmak ister, sen bak kendi işine,’ dedi. ‘Badana yapılırken gelip bakacağım,’ dedi…”
“Sen aldırma ona, Jim. Her zaman öyle der. Şu kovayı ver bakalım. Bir dakikaya kalmaz buradayım. Teyzemin ruhu bile duymaz.”
“Ah, ben yapamaz, Bay Tom. Yaşlı hanım kafamı kırar sonra… Yapar mı yapar!”
“O mu? O hiç kimseyi dövmez ki… Yalnız yüksüğüyle bir dokunur, o kadar, buna da kim aldırır sanki… Çok kötü şeyler söyler ama söz insanın canını acıtmaz, yani bağırmaya başlamazsa… Jim, sana bilye vereceğim.”
“Ama Bay Tom, ben yaşlı hanımdan çok korkar…”
“Hem sana yaralı parmağımı da gösteririm.”
Eee, Jim de nihayet insandı, bu kadar çekici bir teklife dayanamazdı. Kovayı yere bıraktı. Bilyeyi aldı, sargısı açılırken yaralı parmağın üzerine eğilerek derin bir ilgiyle parmağı seyre daldı. Bir saniye sonra Tom, elinde kovasını tangırdatarak yoldan aşağı koşuyordu. Jim de hızlı hızlı badana yapmaya başlamıştı. Polly Teyze de elinde bir terlik, gözlerinde zafer pırıltılarıyla tarladan eve dönüyordu.
Fakat Tom’un gayreti çok sürmedi. Bugün için hazırladığı eğlenceleri hatırlamıştı. Birden kederi büsbütün arttı. Biraz sonra hür çocuklar çeşitli eğlencelere gidecekler, çalışmaya mecbur olduğu için Tom’u alaya alacaklardı. Bunun düşüncesi bile Tom’u cayır cayır yakmıştı. Servetini ortaya çıkardı, bir defa gözden geçirdi: Oyuncak parçaları, bilyeler ve bir alay süprüntü… Belki biraz iş satın almaya yeterdi; ama bu kadar az bir servetle yarım saatlik tam bir hürriyet kazanmasına imkân yoktu… Mallarını cebine yerleştirip çocukları satın alma fikrinden de caydı. Bu karanlık ve ümitsiz anında parlak bir buluş doğmuştu kafasında…
Fırçayı eline alıp sakin sakin çalışmaya başladı. Biraz sonra, bütün çocukların arasında alayından en fazla korktuğu Ben Rogers göründü. Ben’in seke seke yürüdüğüne bakılırsa neşesi yerinde, yüreği rahat demekti. Elma yiyordu. Kısa aralıklarla “hoop” diye sesler çıkarıyor, ondan sonra da “çan, çan, çan”larla yürüyordu; çünkü aklı sıra buharlı gemi taklidi yapıyordu!… Yaklaşınca hızını azaltıp yolun ortasında bir daire çizdi. Güya Missouri Gemisi’ni taklit ediyordu. Ben, hem gemi hem kaptan hem de geminin çanlarıydı; onun için kendi kendine emir verip gene kendi kendine yerine getirmek zorundaydı.
Tom, buharlı gemiye hiç aldırmadan badanasına devam etti. Ben, bir saniye hayretle onu süzdükten sonra, “Şişşt. Başın dertte galiba?” diye sordu.
Cevap yok. Tom, fırçanın son darbesini bir sanatkâr gibi seyretti. Sonra fırçayı gene hafifçe ve ahenkli bir tavırla parmaklığa sürdü ve sonucu gözden geçirdi. Ben, hemen Tom’un yanına koşmuştu. Tom’un elmaya içi gidiyordu ama işiyle meşgul oldu.
Ben, sordu:
“Hey, dostum, demek işin var, öyle mi?”
Tom birden geri dönerek: “Yaa, sen misin?” dedi. “Hiç etrafıma bakmıyordum.”
“Şey, ben yüzmeye gidiyorum. Sen de gelmez misin? Tabi çalışmayı tercih edersen o başka… Tabi öyle olmalı…”
Tom, Ben’e baktı, “Sen buna çalışmak mı diyorsun?” diye söylendi.
“Peki, bu yaptığın çalışma değil mi yani?”
Tom, badanayı bırakıp hiç aldırış etmiyormuş gibi cevap verdi: “Belki öyledir. Belki de değildir. Bildiğim bir şey varsa o da bunun Tom Sawyer’e pek yakıştığıdır…”
“Hadi, şimdi şakayı bırak. Bu işi sevdiğini de söyleyemezsin ya?”
Tom fırçasını sürmeye devam etti:
“Neden? Sevmemek için ortada bir sebep göremiyorum. Bir erkek çocuk her gün kapı parmaklığını boyama fırsatı bulabilir mi?”
Bu sözler, olayı yepyeni bir şekle sokmuştu. Ben, elmasını kemirmekten vazgeçti. Tom, fırçasını ahenkli ahenkli, ileri geri götürüp getiriyor, sonra bir adım gerileyip yaptıklarına bakıyor, parmaklığın orasına burasına yeniden fırça vuruyor, sonucu gözden geçiriyordu. Ben, her hareketi gittikçe artan bir ilgiyle seyrediyordu. Bu işe kendini iyice kaptırmıştı anlaşılan… Nihayet, “Hey Tom,” dedi, “müsaade et de ben de biraz badana yapayım.”
Tom düşündü ve tam razı olacaktı ki birden fikrini değiştirdi.
“Hayır, hayır! Buna imkân yok, Ben. Biliyorsun, Polly Teyze özellikle bu parmaklığa çok önem veriyor… tam caddenin kenarında… biliyorsun… Arka tarafta olsaydı reddedecek bir sebep görmezdim, o da aldırmazdı. Evet, illa bu parmaklığın üzerinde çok duruyor; çok dikkatli yapılması gerek; bahse girerim ki burayı bin çocuğun, hatta iki bin çocuğun arasında bir tanesi bile istendiği şekilde güzel badanalayamaz.”
“Yaa, öyle mi? Hadi, ne olur, müsaade et, bir defa deneyeyim. Birazcık… Senin yerinde ben olsaydım, buna izin verirdim, Tom.”
“Ben, çok isterdim; ama Polly Teyzem… şey Jim istedi önce, izin vermedi; Sid istedi, ona da razı olmadı. Benim buraya neden bağlandığımı anlıyor musun? Sen bu parmaklığı badanalamaya kalkarsan ve bir aksilik çıkarsa…”
“Hadi sen de saçmalama. Senin kadar ben de dikkat ederim. N’olur bırak da bir deneyeyim. Elmanın çekirdeğini sana vereceğim.”
“Şey, peki al… Yok, yok, Ben, aayyy, bırak, bırak. Korkuyorum.”
“Elmanın hepsi senin olsun.”
Tom, fırçayı isteksiz, çekingen bir ifadeyle bırakt;ı ama kalbi sevinçten hopluyordu. Arkadaşı güneşin altında kan ter içinde çalışırken, dinlenen sanatkâr da gölgede bir fıçının üzerine oturmuş, ayaklarını sallayarak elmasını kemiriyor, bir yandan da daha birkaç masumu kandıracak hileler arıyordu. Malzeme sıkıntısı yoktu. Boyuna oradan çocuklar geçiyordu. Bunlar önce alay etmeye geliyor, sonra da badana yapmak için uzun süre kalıyorlardı. Ben, yorulunca Tom, Billy Ficher’ı bir uçurtmasına badananın başına geçirdi. O da payına düşeni yapınca, Johny Miller, bir ölü fare ve kuyruğuna bağlayıp sallamak için bir sicim karşılığında çalıştı, bu hâl saatlerce sürdü. Tom sabahleyin zavallı, serveti elinden gitmiş bir çocukken, öğleden sonra tam manasıyla bolluk içinde yüzüyordu. Daha önce bahsettiklerimizden başka şimdi Tom’un on iki bilyesi, bir mami şişesi, bir makara topu, hiçbir şeyin kilidini açmayan bir anahtarı, bir parça tebeşiri, bir kurşun kalemi, birkaç kurbağa yavrusu, tek gözlü bir kedisi, pirinç bir kapı tokmağı, bir köpek tasması (ama köpeksiz), bir bıçak sapı, dört parça portakal kabuğu, eski bir pencere çerçevesi vardı.
Aynı zamanda bir sürü arkadaşla rahat ve güzel vakit geçirmiş, hem tembel tembel oturmuş hem de parmaklığa üç kat badana sürdürmüştü. Eğer harcı bitmemiş olsaydı kasabadaki çocukların hepsini iflas ettirecekti Tom.
Tom, kendi kendine, dünyanın pek o kadar da hoş olmadığını tekrarladı. Ayrıca insan karakterinin çok önemli bir sırrını da keşfetmişti. Bir insanda bir şeyi elde etme arzusunu uyandırmak isterseniz, onu, ele geçirilmesi zor, erişilmez bir şey olarak göstermelisiniz… Bu kitabın yazarı gibi Tom da büyük ve akıllı bir filozof olsaydı, insan vücudunun yapmak zorunda kaldığı şeyin iş, böyle bir zorunluluk duymadığı şeyin de oyun olduğunu anlardı.
3
SEVİNÇLER VE KEDERLER
Tom, açık bir pencerenin önünde oturan teyzesinin karşısına geçti. Burası hem yatak odası hem kahvaltı ve yemek odası hem de kütüphane olarak kullanılan sevimli, hoş bir odaydı. Yumuşak yaz havası, huzur veren sessizlik, çiçeklerin kokusu, arıların uykulu mırıltıları kadını etkilemiş, elindeki yün işine doğru başını eğerek uykuya dalmıştı. Biricik arkadaşı kedi de kucağında uyukluyordu. Kazaya uğramasın diye gözlüğünü de kurşunî saçlarının üzerine itmişti. Tom çoktan bir yana sıvışmış olmalı, diye düşünüyordu, onun için çocuğu böyle karşısında, hem de gayet sakin bir hâlde görünce şaşırdı.
Tom: “Şimdi gidip biraz oyun oynayamaz mıyım, teyze?” dedi.
“Ne o?… Bu kadar çabuk mu?… İşin ne kadarını yaptın?”
“Hepsi bitti teyze.”
“ Tom, bana yalan söyleme. Artık dayanamıyorum.”
“Yalan değil, teyze, vallahi hepsi bitti.”
Polly Teyze, böyle bir durum karşısında Tom’a biraz inandı. Bir defa da kendi gözleriyle görmek için dışarı çıktı; hani Tom’un sözlerinin dörtte biri doğru çıksa, kadıncağız çoktan razıydı.
Bütün parmaklığın baştan başa bir defa değil, üç defa badanalanmış olduğunu görünce hayretten dili tutuldu.
“Şey, ben hiç böyle… Gördün mü? İstediğin zaman pekâlâ çalışabiliyormuşsun demek…” Polly Teyze, biraz önce yaptığı iltifatın havasını şu sözlerle değiştirdi: “Ama şunu da söylemeliyim ki çalışmayı canın pek seyrek istiyor… Eh, hadi git oyna bakalım.”
Kadıncağız, Tom’un yaptıklarına o kadar şaşırmıştı ki çocuğu kilere götürüp istediği elmayı verdi. Bir taraftan da günah işlemeden, kabiliyet sayesinde erişilen başarılardan bahsediyordu.
Tom sıçrayarak dışarı çıktı. Tam o sırada Sid de ikinci kattaki arka odalara giden dış merdivenlere tırmanmak üzereydi. Bir saniye içinde havada kerpiç parçaları uçuşmaya başlamıştı. Polly Teyze kendine gelinceye kadar altı yedi parça da ona isabet etmiş ve Tom parmaklığın ötesinde kaybolmuştu. Gerçi bahçe kapısı vardı ama bu kapıdan faydalanacak kadar zamanı yoktu Tom’un… Sonunda siyah ipliğin intikamını Sid’den alma fırsatını yakaladığı için Tom’un yüreği ferahlamıştı.
Akşam yemeğinde de o kadar neşeliydi ki Polly Teyze buna şaşırmaktan kendini alamadı. Sid’in başına toprak attığı için azar işitti ama Tom buna pek aldırmamıştı. Teyzesinin burnunun dibinde şeker çalmaya teşebbüs etti, bu yüzden de kaşıkla parmaklarına vuruldu.
“Aynı şeyi Sid yaptığı zaman ona kızmıyorsun, teyze.”
“Tabi, Sid insana senin gibi işkence etmiyor ki!…
Her zaman tetikte bulunmasam şeker kavanozunun içinden hiç çıkmayacaksın.”
Biraz sonra Polly Teyze mutfağa gitti, olup bitenlere müthiş sevinen Sid gülerek hemen kavanoza uzandı. âdeta Tom’a karşı zaferini ilan eder gibi bir vaziyet almıştı ki buna dayanmak da çok zordu hani… Fakat Sid’in parmakları kaydı, kavanoz yere düşüp kırıldı. Tom sevinç içindeydi ama gene de dilini tutup sesini çıkarmadı. Teyzesi gelince de hiçbir şey söylememeye karar vermişti. Kazayı kimin yaptığını soruncaya kadar susacaktı. Sonra da bülbül gibi her şeyi anlatacaktı. Örnek bir çocuğun dayak yiyişini görmek kadar zevkli bir şey var mıydı? O kadar sevinçliydi ki teyzesi kavanoz parçalarının önünde gözlerinde şimşekler çakarak durduğu zaman bile dilini tuttu. İçinden “Tamam işte tokat geliyor,” dedi ve bir saniye sonra da kendini yerde buldu. Kuvvetli el, tekrar ona vurmak üzere havaya kalktığı zaman, Tom, “Bana niçin vuruyorsun?” dedi. “Ben kırmadım ki Sid’in marifeti.”
Polly Teyze, birden durdu, şaşırmıştı. Acıyan, pişmanlık dolu gözlerle Tom’a baktı. Ama tekrar ağzını açtığı zaman da yalnız: “Zararı yok,” dedi. “Bu tokat pek boşa gitmiş sayılmaz, nasıl olsa ben burada yokken sen bir hınzırlık yapmışsındır.”
Ama vicdanı kadını rahatsız etmeye başladı. Tatlı, muhabbet dolu birkaç söz söylemeye can atıyordu; o zaman da yenildiğini resmen ilan etmiş olacaktı ki bu da disiplini bozardı… Onun için sessiz sedasız, üzgün bir kalple işlerini yapmaya daldı.
Tom bir köşeye çekilip kederini bir kat daha arttırmaya çalıştı. Teyzesinin kalpten onun önünde diz çökmek istediğini biliyordu. Gözyaşları arasından, kadıncağızın ara sıra ona yalvaran bakışlar fırlattığının da farkındaydı ama hiç anlamamış gibi davranmayı daha uygun buldu. Kendini ölüm döşeğine yatmış farz ediyor, teyzesinin üzerine eğilip onu bağışladığına dair bir kelime söylemesi için yalvardığını görür gibi oluyordu; ama gene de Tom, teyzesine sırtını dönerek bu kelimeyi işitmeden ölüyordu… Ah o zaman da teyzesi kim bilir nasıl Tom’un üzerine atılacak, gözyaşları yağmur gibi yanaklarından aşağı inerek oğlunu ona geri vermesi için Tanrı’ya yalvaracaktı. Bir daha azarlamayacağına dair de kim bilir ne yeminler edecekti! Fakat Tom, gene orada bembeyaz ve buz gibi yatacak, hiçbir harekette bulunmayacaktı. Tom, bu hâllere kendini öyle kaptırmıştı ki üzüntüden yutkunuyor, gözlerinde toplanan yaşlar ufacık bir göz kırpmasıyla yanaklarından aşağı inip burnunun ucundan damlıyordu. Keder Tom için öyle bir lükstü ki herhangi bir sevincin bunu bozmasını istemiyordu; ıstırabı böyle bir şeye uymayacak kadar kutsaldı. Kuzeni Mary, bir haftalık bir ayrılıktan sonra eve gelmenin sevinci içinde dans ederken Tom yerinden kalktı, bulutlar arasında, karanlık bir hava içerisinde, kapıdan çıktı. Kuzeni bir kapıdan şarkı ve güneşle girerken Tom, başka bir kapıdan çıkıp uzaklaşmıştı.
Çocukların her zamanki buluşma yerlerinden uzakta, sessiz, kendi hâline uygun yerler aradı. Nehirdeki, uzun atlama tahtası onu kendine çağırıyordu. Tahtanın kenarına oturup nehrin akışını seyrederken o anda suya düşüp boğuluvermeyi o kadar istiyordu ki… Ama hiçbir şey hissetmeden ölmeliydi. Uzun süre üzgün üzgün hayallere daldı, sonra hava kararırken içini çekerek oradan ayrıldı.
4
TOM “HASTA”
Pazartesi sabahı, Tom gene perişan bir hâldeydi, zira işte gene okulda geçecek bir haftalık sıkıntılı devre başlıyor demekti. Çoğunlukla pazartesi gününe, aradaki tatile kızarak başlardı; çünkü her şeye yeniden başlamak, bir değişikliğe uğramadan devam etmekten daha güçtü.
Yatağında düşünceye daldı. Birden hasta olmak istediğini anladı. O zaman okula gitmez, bütün günü evde geçirirdi. Ufak bir ihtimal vardı… Kendini bir yokladı. Hiçbir derdi yoktu. Bir kere daha yokladı. Bu defa midesinde bir bozukluk hissetti, ümitle ağrıya cesaret verdi; fakat çok geçmeden bulantısı azaldı ve tamamen geçti. Tom, kendini biraz daha dinledi. Üst dişlerinden biri sallanıyordu. Bu bir talih eseriydi. Kendi tabiriyle “başlangıç” olsun diye inlemeye koyulduğu sırada birden aklına geldi, eğer bu iddiayı ileri sürerse teyzesi sallanan dişi çekmeye kalkacak, o zaman da canı müthiş yanacaktı. Onun için şimdilik diş meselesini yedekte bırakıp başka bir şeyler aramayı uygun buldu. Kısa bir zaman hiçbir hastalık bulamadı kendinde…
Sonra birden doktorun bir tarihte hastalarından birine bir parmak kaybettiren bir hastalıktan bahsettiğini hatırladı. Hemen merakla ayağını yorganın altından çıkardı ve nasırlı parmağına baktı. Fakat o hastalığın emarelerini nereden bilecekti?
Ama gene de bir defa denemekten zarar çıkmazdı, hemen ümitle inlemeye başladı.
Ne yazık ki Sid hiçbir şeyin farkında olmadan derin derin uyuyordu.
Tom daha yüksek bir sesle inlemeye başladı, parmağındaki ağrının arttığını hayal ediyordu.
Tom artık harcadığı gayretlerden bitkin bir hâlde ağır ağır soluk almaya başlamıştı. Biraz dinlendi ve kendine çeki düzen verip yeniden inlemeye koyuldu.
Sid hâlâ horluyordu.
Tom’un içine fenalık gelmişti. “Sid, Sid!” diye bağırarak çocuğu sarstı. Bu usûl işe yaradı, Tom gene inliyordu. Sid esneyip gerindi ve dirseklerinin üstünde doğrularak hayretle Tom’a bakmaya başladı. Tom inlemeye devam etti.
Sid, “Hey, Tom, sana söylüyorum, Tom!” diye bağırıyordu. “Şişşt, Tom! Nen var, Tom?” Tom’u sarsıp merakla yüzüne baktı.
“Ayy, Sid, yapma. Beni sarsmasana!”
“Neden? Ne oldu, Tom? Teyzemi çağırayım.”
“Yok zahmet etme. Belki yavaş yavaş geçer. Sakın kimseyi çağırayım deme.”
“Olur mu canım? Tom, öyle inlemek çok müthiş bir şey… Ne zamandan beri böylesin?”
“Saatlerdir… Uuuff… Kıpırdanıp durma Sid, beni öldüreceksin.”
“ Tom, niçin daha önce uyandırmadın beni? Aman, Tom, n’olur yapma… Her yanım karıncalanıyor.”
“Her şeyi affediyorum Sid. Bana yaptığın bütün kötülükleri affediyorum (inilti). Öldükten sonra her şeyi unutacağım.”
“Ah, Tom, ölmeyeceksin değil mi? N’olur ölme Tom. Ah, Tom, ölme… Belki de…”
“Herkesi affediyorum (gene inilti). Onlara böylece anlat, emi Sid. Sana…”
Fakat Sid elbiselerini kaptığı gibi aşağı koşmuştu. Hayali gayet iyi çalıştığı için Tom, şimdi gerçekten kendini hasta gibi hissediyordu. Bu yüzden de iniltileri gayet tabiî oluyordu.
Sid aşağı koştu ve: “Aman Polly Teyze, koş. Tom ölüyor.” dedi.
“Ölüyor mu?”
“Evet, teyzeciğim. Hadi durmayın, çabuk olun.”
”Şom ağızlı, sen de… İnanmam.”
Fakat buna rağmen kadıncağız yukarı koştu. Sid’le Mary de arkasındaydılar. Yüzü bembeyaz kesilmiş, dudakları titremeye başlamıştı. Yatağın başına geldiği vakit nefes nefese, “Hey, Tom, Tom!” diye bağırdı, “N’oldun?”
“Ah teyzeciğim. Ben şey…”
“N’oldun, yavrum. Söylesene çocuğum…”
“Ah, teyzeciğim, nasırlı parmağım mahvoldu.”
İhtiyar kadın bir iskemleye çöküp evvela güldü, sonra biraz ağladı, daha sonra gülerken ağlamaya başladı. Böylece kendine gelmişti.
“Tom, beni nasıl telaşa düşürdün… Artık bu saçmalığı bırak da çık şu yataktan…”
İniltiler kesildi, parmaktaki ağrı da sona erdi. Tom biraz aptallaşmıştı.
“Vallahi, Polly Teyze bana ölüyorum gibi geldi, o kadar çok ağrıyordu ki dişimin acısını unuttum.”
“Sahi dişin mi ağrıyordu?… Peki ne oldu dişine bakalım?”
“Bir tanesi sallanıyor, hem de pek fena ağrıyor.”
“Hadi, hadi… Gene inlemeye başlama sakın. Ağzını aç. Şey, dişin gerçekten sallanıyor ama bu yüzden ölmezsin. Mary bana bir parça ibrişimle mutfaktan yanan bir kömür parçası getir.”
“Ayy, n’olur teyzeciğim, dişimi sakın çekme. Artık acımıyor. Acısa da dayanırım ağrısına. N’olur yapma teyzeciğim. Evde kalıp derslerimi kaçırmak istemiyorum.”
“İstemiyorsun değil mi? Demek bütün bu gürültü patırtı okula gitmeyip balık avlamak içindi ha?… Ah Tom, Tom, seni bu kadar sevdiğim hâlde karşılık olarak benim yaşlı kalbimi kırmak için elinden gelen şeytanlığı yapmaktan çekinmiyorsun.”
Bu esnada diş aletleri hazırlanmıştı. Yaşlı kadın, ibrişimin bir ucunu dikkatle Tom’un dişine bağladı, öbür ucunu da karyolanın demirine… Sonra kömür parçasını hızla çocuğun yüzüne doğru fırlattı. Şimdi diş, karyolanın baş ucunda sallanıyordu…
Fakat çekilen acıların mutlaka bir mükâfatı vardır. Kahvaltıdan sonra Tom, okula giderken yolda karşılaştığı çocukların hepsi onu kıskanmıştı.
Çünkü üst çenesinde, dişten kalan boşluk gayet güzel bir şekilde tükürmesine yarıyordu. Böylece etrafına bir hayli meraklı topladı; hatta parmağını kestiği için şimdiye kadar hep el üstünde tutulan ve herkesten saygı gören çocuk bile artık kendini bir kenara bırakılmış hissediyordu. Yüreğine işlemişti, sahte bir hoşnutsuzlukla Tom gibi tükürmenin mühim bir şey olmadığını söyledi; fakat başka bir çocuk hemen atılıp “Caart kaba kâğıt!” diye takılınca zaferi elden gitmiş bir kahraman gibi oradan uzaklaştı.
Tom biraz sonra kasabanın küçük serserisi Huckleberry Finn’e rastladı. Huckleberry Finn, kasabanın en sarhoş adamının oğluydu. Kasabadaki annelerin hepsi ondan yaka silker, korkarlardı; çünkü tembel, laf anlamaz, asi bir çocuktu. Bundan başka bütün çocuklar Huckleberry’ye hayrandılar, onun gibi yaşamaya can atarlardı. Tom da bütün kasaba çocukları gibi ona hayrandı ama onunla asla konuşmamak hususunda da kat’i emirler almıştı. Onun için de fırsat buldukça Huckleberry ile beraber oyun oynardı. Her zaman eskimiş büyük adam elbiseleri giyerdi Huckleberry. Canı istediği zaman gelir, istediği zaman da çıkar giderdi. Güzel havalarda evlerin kapılarının önünde durur, yağmurlu havalarda da çatı altlarına sığınırdı. Okula ya da kiliseye gitmek zorunda değildi; herhangi birine “efendim” diye itaat etme derdi de yoktu. Ne zaman canı istese, nereyi beğenirse orada balık tutup yüzebilirdi, işine uygun geldiği kadar da kalabilirdi…
Kimse onu dövüşmekten menedemiyordu. Geceleri de istediği kadar oturabilirdi. İlkbaharda ayakkabısız dolaşmaya başlayan ilk çocuk daima Huckleberry olurdu, sonbaharda da en geç ayakkabı giyen gene oydu. Ne yıkanmak ne de temiz elbiseler giymek zorunluluğu vardı. Küfür etmeyi gayet güzel beceriyordu.
Yani kısacası bir çocuğa hayatın tadını çıkartacak her şeye sahipti. St. Pittisburgh’daki çocuklar Huckleberry hakkında böyle düşünüyorlardı.
Tom, romantik serseriyi selamladı: “Merhaba, Huckleberry.”
“Sana da merhaba, nasıl beğendin mi?”
“O ne o elinde tuttuğun?”
“Kedi ölüsü!”
“Göster bakayım, Huck. Ooo, epeyce sertmiş… Nereden buldun?”
“Bir çocuktan aldım.”
“Ne verdin?”
“Mavi bir biletle fakirler evinden aldığım bir keseyi.”
“Mavi bileti nereden buldun?”
“İki hafta önce Ben Rogers’tan bir çember sopasına karşılık olarak almıştım.”
“Şey, kedi ölüsü ne işe yarar?”
“Ne işe mi yarar? Nasırları geçirir.”
Tom okula geldiği zaman geç kalmamak için bütün gücünü kullanan kimselere özgü bir tavır takınmıştı. Şapkasını hemen vestiyere atıp iş güç sahibi bir insan gibi telaşla yerine oturdu.
Geniş iskemlesine kurulmuş olan hocanın, çocukların bir ağızdan çıkan ninniden farksız mırıltılarını dinlerken hafifçe içi geçmişti. Seslerin birden kesilmesi onu da uyandırdı.
“Thomas Sawyer.”
Tom, ismi tam telaffuz edildiği vakit mutlaka kendisini bir belanın beklediğini bilirdi.
“Efendim!”
“Buraya gel! Şimdi söyle bakalım, neden her zamanki gibi geç kaldın?”
Tom bir yalanla kendini kurtarmaya çalışacaktı ki gözleri kız öğrencilerin bulunduğu yana kaydı. Orası hem rahat hem de daha güzeldi.
Derhal:
“Yolda durup Huckleberry Finn’le konuştum,” dedi.
Hocanın nabzı bir saniye durur gibi oldu, şaşkın şaşkın etrafına baktı. Öğrenciler de bu çocuğun aklını kaybetmiş olmasından şüphelenmişlerdi.
“Ne yaptım dedin?”
“Yolda Huckleberry Finn’le konuştum.”
Kelimelerde bir yanlışlık yoktu.
“Thomas Sawyer, bu, şimdiye kadar dinlediğim itirafların en müthişi… Bu kabahatin karşılığı öyle basit ve hafif bir ceza olmayacak. Çıkar ceketini.”
Hocanın kolu yoruluncaya kadar sopa, Tom’un sırtına inip kalktı. Sonra ikinci bir emir duyuldu:
“Şimdi de gidip kızların yanına otur da aklın başına gelsin, bakalım…”
Tom’un istediği olmuştu nihayet…
5
KORSANLIĞA DOĞRU
Tom sık bir ormana girdi. Okuldan, arkadaşlarından kaçıyordu. Havanın sıcaklığı kuşları bile susturmuştu. Tabiat, iyice susmuştu; yalnız zaman zaman uzaktan bir ağaçkakanın düzenli tık tıkları duyuluyordu; bu da sessizliği ve kasvetli havayı bir kat daha arttırıyordu. Tom’un kederi de boyuna çoğalıyordu. Dirsekleri dizinin üstünde, elleriyle çenesini kavrayarak bir köşeye oturdu. Hayatın, en güzel zamanlarında bile insana dert verdiğini düşünüyordu Tom…
Geçenlerde kurtulan Jimmy Lodges’ı kıskanıyordu doğrusu; ebediyen mezarda yatıp ağaçların arasından gelen rüzgârın fısıltılarını dinleyerek hayale dalmak, hiçbir şeye üzülmeden, aldırış etmeden uyuklamak herhâlde güzel bir şeydir, diye düşünüyordu. Şu anda Tom da arkasını dönüp kaybolsa acaba sonuç ne olurdu? Dizlerinin ötesindeki bilinmeyen ülkelere gitse ve bir daha dönmese? Palyaço olmak fikri bir kere daha zihninde yer etti; fakat artık bu ona üzüntü veriyordu. Hayır, Tom asker olacak, uzun yıllar sonra zaferler, nişanlarla geri dönecekti.
Hayır, en iyisi Kızılderililerin arasına katılmaktı. Geyik avlayacak, Uzak Batı’nın geniş düzlüklerinde at koşturacak, dağlarda savaşlar yapacaktı, sonra da ileride büyük bir Kızılderili reisi olup başına tüyler takacak, yüzünü renk renk boyayacaktı.
Yazın uyku veren sıcak bir pazar sabahı o kılıkta kiliseye gidecek, bütün arkadaşlarının gözleri kıskançlıktan dışarı fırlayacaktı. Ama yok, bundan da gösterişli bir iş vardı… Korsan olacaktı… Tamam. Geleceği akla hayale gelmeyecek bir ihtişamla önüne serilmişti!… İsmi bütün dünyaya yayılacak, duyanı korkudan titretecekti!… Sonra korsan kılığında gene kasabaya gelecek, doğru kiliseye gidecekti. Herkesin, “Tom Sawyer geldi, İspanya Denizlerinin Kara İntikamcısı Tom Sawyer geldi…” diye fısıldadığını iftiharla duyacaktı.
Evet, artık her şey tamamdı, mesleğini bulmuştu. Evden kaçıp mesleğine atılacaktı. Hemen ertesi gün çalışmaya başlamalıydı. Şu hâlde şimdiden tezi yok hazırlığa girişmesi lazımdı. Bütün mallarını bir araya toplayacaktı.
Kendi kendine ormanda haydutluk oynarken Joe Harper da geldi. Şimdi bir zamanın ünlü korsanı Robin Hood’u canlandırmaya çalışıyorlardı.
“Hey, benim iznim olmadan Sherwood ormanına girmeye cesaret eden kim?”
“Guy of Guisburne’ün izne ihtiyacı yoktur. Ya sen kim oluyorsun?”
“Böyle bir söz söylemek için…” İki çocuk da Robin Hood kitabından ezbere parçalar okuyorlardı.
Bu oyunlar hep devam etti. Çocuklar, kılık değiştirip sırayla Robin Hood oluyor, kitaptan akıllarında kalan parçaları temsile çalışıyorlardı.
Oyun elbiselerini değiştirip de sakladıkları zaman şimdi artık ortalıkta haydutların bulunmayışına hayıflandılar. Uygarlığın bu zararı neyle telafi edeceğini bulmaya çalışıyorlardı. Onlar, ömürleri boyunca Amerika’nın cumhurbaşkanı olmaktansa, bir yıl Sherwood ormanında haydutluk etmeye razıydılar.
6
MEZARLIKTA FACİA
Her zamanki gibi o gece de Tom’la Sid, dokuz buçukta yatağa yatmışlardı. Dualarını okudular ve Sid hemen uyudu. Tom ise gözlerini kırpmadan sabırsız bir hâlde bekledi. Ortalığın aydınlanmak üzere olduğunu zannettiği sırada saat 10’u vurdu. Bu felaketti… Sinirlerinin isteğine uyarak kendini oradan oraya atacak, boyuna kımıldanacaktı; fakat Sid’i uyandırmaktan korkuyordu. Onun için hareketsiz yatıp gözlerini karanlığa dikti. Her şey kederli bir sessizliğe bürünmüştü. Fakat sessizliğin içinde zor duyulan birtakım gürültüler yavaş yavaş hissedilmeye başladı. Saatin tik takları kuvvetlenmişti. Eski kirişler esrarengiz bir şekilde çıtırdıyordu. Merdivenlerde de belli belirsiz bir çatırtı başlamıştı. Besbelli hortlaklar dolaşıyordu… Polly Teyze’nin odasından tempolu bir horultu yükseldi. Yatağın baş ucundaki ölüm saatinin korku veren sesi duyuluyordu. Tom titredi. Demek birinin günleri sayılıydı… Derken uzaktan bir köpeğin uluması işitildi, buna daha hafif başka bir uluma cevap verdi. Tom, titriyordu. Ama gene de uyku ağır bastı. Saat 11’i çalmıştı; ama Tom bunu duyamazdı. Komşulardan birinin penceresinin açılması Tom’u rahatsız etti. “Scat, ah seni şeytan…” diye bir bağırış koptu ve bir şangırtı oldu. Tom, iyice uyanmıştı. Bir dakika sonra da giyinip pencereden aşağı, odunluğun damına indi.
Dört ayak üzerinde sürünerek bir iki defa da hafif hafif miyavladı. Sonra damdan yere atladı. Huckleberry Finn, ölü kedisiyle birlikte oradaydı. Çocuklar hemen evin önünden uzaklaşıp karanlıkta kayboldular. Yarım saat sonra mezarlığın uzun otları arasından geçiyorlardı.
Eski usûl bir mezarlıktı burası… Kasabadan bir buçuk mil kadar ötede bir tepenin üstündeydi. Etrafı tahta perdeyle çevriliydi. Bu tahta perde de hani pek garipti. Bazı yerlerde dışarı doğru çarpılıyor, bazı yerlerde de içeri kıvrılıyordu. Hiçbir yerde şöyle dimdik durduğu yoktu. Bütün mezarlık otlarla kaplıydı. Mezarların hepsi içeri çökmüştü. Hiçbirinde mezar taşı yoktu. Ağaçların arasından hafif bir rüzgâr uğuldamaya başladı. Tom bu sesi, rahatlarının kaçtığından şikâyet eden ölüler çıkarıyor sanarak korktu. Çocuklar, bulundukları yerin, zamanın ve sessizliğin etkisiyle pek az ve hep fısıltı hâlinde konuştular. Aradıkları yeni kapanmış mezarı bulunca hemen biraz ötesindeki meşe ağaçlarının ardına gizlendiler. Sonra bir müddet sessiz beklediler. Bu, onlara pek uzun gelmişti. Ölü sessizliğini bozan tek gürültü uzakta öten bir baykuşun sesiydi. Tom’un canı sıkılmaya başlamıştı. Mutlaka biraz konuşmalıydı.
Fısıldadı:
“Hucky, ölüler bizim burada olmamızı hoş karşıladılar mı dersin?”
Huckleberry, fısıldadı:
“Ne bileyim… Pek ciddi bir hava var, değil mi?”
“Vallahi öyle…”
Çocuklar bu meseleyi içlerinden kendi kendilerine incelerken uzun bir sessizlik oldu. Sonra Tom fısıltıyla: “Şişşt, Hucky, sen At Williams’ın bizim konuştuklarımızı duyduğundan emin misin?”
“Tabi duyuyordur. Kendi değilse bile, ruhu mutlaka duyuyordur.”
Bir süre sustuktan sonra, Tom gene fısıldadı:
“Keşke Mister Williams deseydim. Ama kötü niyetle söylemedim ki… Herkes ona At der.”
“İnsan ölülerden bahsederken o kadar dikkatli davranamıyor, Tom.”
Buna verilecek cevap yoktu, konuşma gene kesildi.
Birden Tom, arkadaşının kolunu yakalayıp “Şişşt,” dedi.
“Ne var, Tom?” İkisi de yürekleri ata ata birbirlerine sarıldılar.
“Şişşt, gene duydum… Senin kulağına bir şey gelmiyor mu?”
“Benim mi?”
“İşte… Duydun mu?”
“Aman Tanrı’m, Tom geliyorlar. Vallahi geliyorlar. Şimdi ne yapacağız?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mark-twain/tom-sawyer-in-maceralari-69428383/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.