Alice Harikalar Diyarında

Alice Harikalar Diyarında
Lewis Carroll
Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve dünya edebiyatında 100 Temel Eser`in önce ortaöğretimde ardından ilköğretimde belirlenmiş olmasını, ülkemizdeki okuma oranını artırmaya yönelik bir çaba olarak görüyoruz. Bir başlangıç olarak ilköğretimde 100 Temel Eser ümit vericidir; ilköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek, okuyan toplum` olma yolunda önemli bir adım atılmış olacaktır. İlköğretimde 100 Temel Eser`in bir başka olumlu yönü de; aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki dil varlığı ile duygu ve düşünce zenginliğini fark etmiş bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü, daha paylaşımcı olmasını sağlamasıdır.

Lewis Carroll
Alice Harikalar Diyarýnda

1
TAVŞAN DELİĞİNDEN AŞAĞI
Alice, tahta kanepede, ablasının yanında hiçbir iş yapmadan oturmaktan iyiden iyiye sıkılmaya başlamıştı. Gözleri ablasının okuduğu kitaba iki kez kaymıştı ama bu kitapta da ne resim vardı ne de konuşma… Alice: “Resimsiz ve konuşmasız kitap da ne işe yarar?” diye geçirdi içinden.
Derken: “Papatyalardan bir çelenk yapsam, kalkıp papatya toplasam acaba zahmete değer mi?” diye düşünmeye başladı. Ama bu da pek fazla sürmedi; çünkü sıcak hava onu sersemletmiş, uykusunu getirmişti. Tam o sırada, pembe gözlü, beyaz bir tavşan yanı başından koşarak geçti.
Bunda şaşılacak bir şey yoktu; Alice, tavşanın kendi kendine: “Eyvah, çok geç kalacağım…” diye söylenmesini de tuhaf bulmadı. Daha sonra bu olayı hatırladığı zaman, nasıl olup da tavşanın konuşmasına şaşırmadığını merak edecekti.
Tavşan, bu kadarla da kalmayıp yelek cebinden bir saat çıkarıp saate baktıktan sonra aceleyle yoluna devam edince Alice ayağa fırladı; çünkü o güne kadar ne yelek giyen ne de yelek cebinden saat çıkaran bir tavşana rastlamıştı. Küçük kız, merak içinde, hayvanın arkasından tarlada koşmaya başladı. Tam zamanında yetişip onun çitin kenarında kocaman bir tavşan yuvasına daldığını gördü. Buradan tekrar nasıl çıkacağını hiç düşünmeden tavşanın peşinden deliğe girdi.
Delik, önceleri dümdüz bir tünel gibiydi; ama sonradan dimdik bir kuyu hâlini alıverdi. Alice, aşağıya düşmekten korunmak için ne yapacağını düşünmeye bile fırsat bulamadan boşluğa kayıverdi.
Artık ya kuyu çok derindi ya da Alice pek yavaş düşüyordu; çünkü küçük kız, bu arada düşünmeye, başına neler geleceğini hesaplamaya da bol bol vakit buldu. Önce aşağıya bakıp nereye gittiğini anlamak istedi ama içerisi öyle karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordu. Sonra kuyunun duvarlarına baktı. Hayret! Duvarlar; dolaplar ve kitap raflarıyla doluydu. Ötede beride çivilerde asılı haritalar, resimler gözüne çarptı. Raflarda duran kavanozlardan birini aldı; üzerindeki etikette “portakal reçeli” yazılıydı ama ne yazık ki kavanoz bomboştu. Alice, kavanozu elinden yere atmayı düşünürken birden aklına; “Ya bu kavanoz aşağıda birinin başına düşerse ne olacak?” düşüncesi geldi. Elini çabuk tutup kavanozu yerine bırakıverdi.
Alice bir yandan da “Eh,” diye düşünüyordu. “böyle bir düşüşten sonra artık merdivenlerden yuvarlanmak, bana vız gelir. Evde herkes benim cesaretimi övecektir mutlaka. Bundan sonra evin damından aşağı bile düşsem aldırış etmem.”
İn babam in… Bu düşmenin hiç sonu gelmeyecek miydi? Yüksek sesle, “Acaba şimdiye kadar kaç kilometre yuvarlandım?” diye söylendi. “Sanırım dünyanın merkezine yaklaşmışımdır. Dur bakayım, galiba yedi bin kilometre kadar bir şey olacak. Evet, gittiğim yol aşağı yukarı bu kadar. Fakat bulunduğum yerin boylamı ve enlemi nedir?” (Alice’in enlem ve boylam hakkında en küçük bir fikri dahi yoktu. Fakat bunlar kulağa hoş gelen sözler, diye düşünüyordu.)
Biraz sonra tekrar kendi kendine konuşmaya başladı: “Acaba dünyanın bir ucundan öbür ucuna gidebilecek miyim? Baş aşağı yürüyen insanların arasına katılmak ne komik olacak. Onlara ülkenin adını sormam gerekecek. ‘Efendim, burası Yeni Zelanda mı yoksa Avustralya mı, lütfen söyler misiniz?’ diyeceğim. Bunu sorduğum için de beni kim bilir ne kadar cahil bir kız sanırlar. Yok yok, sormak asla doğru olmaz. Belki bir yerde yazılıdır da görürüm.”
İn babam in… Alice, yapacak başka bir şey bulamadığı için gene kendi kendine konuşmaya başladı: “Bu gece kedim Dinah beni kim bilir nasıl da arayacaktır. Umarım çay saatinde ona bir tabak süt vermeyi unutmazlar. Dinah, canımın içi, keşke sen de burada benimle beraber olabilseydin. Havada fare bulunmaz ama bir yarasa yakalayabilirdin.Zaten o da fareye çok benzer. Peki ama kediler yarasa yerler mi? İşte bunu çok merak ediyorum.”
Alice’in yavaş yavaş uykusu gelmeye başlamıştı. Kendi kendine uykulu uykulu mırıldandı:
“Kediler yarasa yer mi, kediler yarasa yer mi?” Arada bir de sözü değiştirip: “Yarasalar kedi yer mi?” diye soruyordu. Çünkü anlıyorsunuz ya, soruların ikisine de cevap veremediği için aradaki farkın onun için bir önemi yoktu. Alice bir an uyukladığını hissetti, hatta rüyasında kedisiyle el ele yürüdüğünü, ona ciddi ciddi: “Dinah, doğru söyle, sen hiç yarasa yedin mi?” dediğini bile gördü. İşte tam bu sırada bir çatırtı koptu. Bir dal ve kuru yaprak yığınının üzerine düşmüştü. Yani artık iniş sona ermişti.
Alice’in canı hiç acımamıştı. Hemen ayağa fırladı. Başını yukarı kaldırdı; fakat yukarısı kapkaranlıktı. Önünde ikinci bir uzun geçit vardı. Beyaz tavşan geçitte hâlâ acele acele koşuyordu. Kaybedilecek bir saniyesi bile yoktu. Alice, rüzgâr gibi uçarak tavşanın peşinden gitti ve hayvanın bir köşeyi dönerken: “Vay bıyıklarım, sakallarım ne kadar da geciktim…” dediğini duyabildi. Köşeyi döndüğü zaman tavşana iyice yaklaşmıştı; fakat hayvan artık görünmüyordu ki. Alice kendini uzun, sadece tavandan sarkan bir sıra lambayla aydınlatılmış, alçak bir sofada buldu.
Sofanın her yanı kapıyla doluydu ama hepsi de kilitliydi. Alice, bütün kapıları teker teker açmaya çalıştı. Sofayı boydan boya gezdikten sonra bir daha dışarı nasıl çıkabileceğini acı acı düşünmeye başladı. Birden camdan yapılmış, üç ayaklı bir masanın önüne geldi. Masanın üzerinde minik bir altın anahtardan başka bir şey yoktu. Alice’in ilk aklına gelen şey bu anahtarın kapılardan birini açabileceği düşüncesi oldu; ama yazık ki, ya kilitler çok büyüktü ya da anahtar çok küçüktü. Her nedense, anahtar hiçbir kapıyı açmıyordu. Sofayı ikinci gezişinde, daha önce farkına varmadığı alçak bir perdenin önüne geldi. Perdenin arkasında da küçük bir kapı vardı. Altın anahtarı bu kapının kilidine soktu ve nasıl olduysa anahtar kapının kilidine uydu. Bunu görünce de çok sevindi.
Alice kapıyı açtı; buradan, fare deliğinden farksız gibi görünen bir geçide girildiğini anladı. Diz çöküp sofadan şimdiye kadar gördüğünüz bahçelerin en güzelini seyre daldı. Bu karanlık sofadan kurtulup o renk renk çiçekler, o serin serin pınarlar arasında gezinmeyi ne kadar da çok istiyordu. Ama kapıdan başını bile çıkaramıyordu ki zavallı Alice! “Başım geçse de,” diye düşündü. “omuzlarım olmadan bir işe yaramaz ki… Ah, Tanrı’m ben de gemici dürbünü gibi uzayıp kısalabilseydim… Hoş, bu konuda biraz bilgim olsaydı, o işi de başarırdım ya…”
Tavşanla karşılaştığından beri öyle akıl almaz şeylere şahit olmuştu ki Alice, artık yapılması gerçekten imkânsız pek az şeyin bulunduğunu düşünmeye başlamıştı.
Küçük kapının önünde durmakta bir yarar olmadığı belliydi. Bu nedenle, masanın başına döndü. Orada başka bir anahtar ya da hiç olmazsa dürbün gibi kısalabilmenin yöntemlerini öğreten bir kitap bulacağını ümit ediyordu. Bu kez, masanın üzerinde küçük bir şişe gördü. Alice içinden “Daha önce bu şişe burada değildi,” diye geçirdi. Şişenin boynuna bir etiket asılmıştı. Üzerinde de iri harflerle “BENİ İÇ” sözleri yazılıydı.
“Beni iç” demesi kolaydı ama Alice iyice düşünüp taşınmadan o şişenin içindekini lıkır lıkır içemezdi. Önce zehirli olup olmadığını araştırması gerekiyordu. Üzerinde “zehirlidir” işareti bulunan bir şişenin içindekinden içilirse bunun mutlaka sağlığa zarar vereceğini öğretmişlerdi ona.
Bu şişenin üzerinde “zehirlidir” işareti yoktu; bu nedenle de Alice şişenin içindekini tatma cesaretini gösterdi, tadı da pek hoşuna gittiği için şişenin içindekini hemencecik içip bitirdi. İçtiği şeyde kirazlı pasta, ananas, hindi kızartması, tereyağlı kızarmış ekmek ve karamela tadı vardı.
***
AIice, “Ne garip,” dedi. “Sanki gemici dürbünü gibi küçülüyorum.”
Gerçekten de öyleydi; artık boyu iyice kısalmıştı. O sevimli bahçeye giden kapıdan sığabilecek kadar küçüldüğünü fark edince yüzü sevinçle parladı. Yalnız birkaç dakika daha durup “Acaba küçülmeye devam edecek miyim?” diye bekledi. Doğrusu bu iş biraz canını sıkmıştı. Kendi kendine “Böyle giderse, mum gibi yavaş yavaş eriyip kaybolabilirim,” dedi. “O zaman ne yaparım?” diye düşündü. Lamba söndükten sonra alevinin ne hâl aldığını gözlerinin önünde canlandırmaya çalıştı; çünkü şimdiye kadar hiç böyle bir şey gördüğünü hatırlamıyordu.
Biraz sonra gövdesinin artık değişmediğini anlayınca hemen bahçeye gitmeyi düşündü. Fakat, ah zavallı AIice… Bahçe kapısına geldiği zaman küçük altın anahtarı almayı unuttuğunu fark etti. Geriye döndü, masanın yanına gitti. Fakat bu kez de boyu masaya uzanmasına imkân vermedi. Anahtarı, camdan masanın üzerinde iyice görebiliyordu. Masanın ayaklarından birine tırmanmayı denedi ama cam ayak çok kaygandı. Kaç kez denediyse, başaramadı. Yorgun düşünce de yere oturup ağlamaya başladı.
Biraz sonra küçük AIice: “Şimdi ağlamanın sırası değil!” diye kendi kendini azarladı. “Şu andan tezi yok, hemen ağlamayı keseceksin. Anlaşıldı mı?”
AIice, her zaman kendini böyle azarlar, sonra da oturur ağlardı. Bir keresinde de kendi kendine oyun oynarken, oyunda hile yaptığı için kendi kulağını çekmek istemişti. Siz ne derseniz deyin, bu garip çocuk, iki insan gibi yaşamaktan pek hoşlanıyordu. Küçük kız içinden “Şimdi iki insan olmanın da bir yararı yok.” diye düşündü. “Artık tek insana benzer bir hâlim bile kalmadı ki!”
Biraz sonra gözü, masanın altında duran küçük bir cam kutuya ilişti. Üzerine kuş üzümleriyle “BENİ YE” sözcükleri yazılmış güzel bir pasta buldu. AIice “Eh, bu güzel pastayı yiyelim bakalım,” dedi. “Eğer pasta benim boyumu büyütürse, anahtara uzanabilirim; yok eğer büsbütün küçültürse, masanın altından sürünerek geçerim. Artık hiçbir şeyin benim için önemi yok.”
AIice pastadan bir lokma yedi ve merakla: “Ne oldum? Ne oldum?” diye söylenmeye başladı. Ne yana doğru büyüdüğünü anlamak için elini de başına koymuştu; fakat aynı büyüklükte kaldığını görmek onu şaşırttı. Tabi insan pasta yiyince, başka bir şey olmaz; fakat AIice, daima beklenmeyen, akla hayale gelmeyen olaylarla karşılaşmaya alışkın olduğu için herkes gibi yaşamayı can sıkıcı ve de anlamsız bulurdu.
Bu nedenle de oturup pastanın hepsini afiyetle yedi, bitirdi.

2
GÖZYAŞI GÖLÜ
Alice: “Acayipleşiyor, acayipleşiyor!” diye bağırdı. Birden öyle heyecanlanmıştı ki o anda konuşmayı bile unutmuştu. “Şimdi dünyanın en büyük dürbünü kadar uzuyorum. Hoşça kalın ayacıklarım!” Alice, ayaklarına baktığı zaman onların neredeyse gözden kaybolmak üzere olduklarını fark etti.“Ah benim zavallı ayacıklarım;acaba çoraplarınızı, ayakkabılarınızı bundan sonra size kim giydirecek diye düşünüyorum. Herhâlde bunu ben yapamayacağım. Uzakta, hem de çok uzaktayım artık. Sizinle uğraşmaya zamanım yok; başınızın çaresine bakın. Elinizden geleni yapmaya çalışın.” Alice hemen arkasından ayaklarına daha iyi davranması gerektiğini düşündü. “Ya ayaklarım gitmek istediğim yere beni götürmezlerse, ben ne yaparım? Dur bakayım, ha evet… Her sene yılbaşında onlara yeni bir çift ayakkabı alırım.”
Alice, kendi kendine bunu nasıl yapacağını tasarlamaya başladı. “Elbette postacı götürür.” diyordu. İnsanın kendi ayaklarına armağan göndermesi ne garip şey. Tabi armağanın gönderileceği adres de pek garip olacaktı.
Alice’in sağ ayağı,
Küllüğün yakınındaki kilimde…
Tam bu sırada Alice’in başı, sofanın tavanına çarptı. Şimdi boyu üç metreyi bulmuştu. Küçük kız, hemen altın anahtarı alıp bahçe kapısına doğru koştu.
Zavallı Alice… Yere yan yatıp bir gözüyle bahçeyi seyretmekten başka bir şey yapamıyordu. Artık bahçeye girmek çok zordu. Zavallıcık oturdu, gene hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Alice biraz sonra kendini azarladı: “Bu hâlinden utan… Hiç senin gibi koskocaman bir kıza, böyle ağlamak yakışır mı?” Doğru söze ne denir? Ama zavallı Alice öyle çok ağladı ki biraz sonra çevresinde, beş santim derinliğinde bir gözyaşı gölü meydana geldi.
Biraz sonra, uzaktan bir ayak sesi duydu ve gelenin kim olduğunu anlamak için gözlerini telaşla kuruladı. Gelen, Beyaz Tavşan’dı. Bir elinde yelpazesi öbüründe beyaz eldivenleriyle gayet şık bir kıyafetle, acele acele yürüyordu. Bir yandan da mırıldanıyordu: “Ah bu Düşes, ah bu Düşes! Beklettiysem mutlaka öfkeden deliye dönmüştür.”
Alice öylesine büyük bir ümitsizlik içindeydi ki karşısına kim çıkarsa çıksın, hemen yardım isteyecekti. Bu yüzden de tavşan yanına yaklaşınca, korkak ve hafif bir sesle: “Affedersiniz efendim…” diyecek oldu. Ama tavşan öylesine ürkmüştü ki beyaz eldivenleri ve yelpazeyi yere attığı gibi var kuvvetiyle koşarak gözden kayboldu.
Alice yelpazeyle eldivenleri yerden aldı ve sofa çok sıcak olduğu için bir yandan yelpaze ile serinlemeye çalışırken bir yandan da söylenmeye devam etti:
“Tanrı’m Tanrı’m, bugün her şey ne kadar da garip… Oysa dün hiçbir değişiklik yoktu. Yoksa, dün gece uyurken mi değiştim? Dur bakayım, bir düşüneyim. Sabahleyin kalktığım zaman gene eskisi gibi miydi? Biraz değişik bulmuştum kendimi. Ama şimdi ben başka bir insan olduysam bir sorun daha var: Ben kimim? Ah, işte çözülemeyen büyük bilmece bu ya!”
Alice, kendi yaşındaki arkadaşlarını birer birer anımsamaya çalıştı; şimdi hangisinin yerine geçtiğini anlayacaktı.
“Hiç kuşkusuz, Ada değilim.” dedi. “Çünkü onun saçları uzun ve bukleli; oysa benim saçlarım öyle değil. Mabel olamayacağından da eminim. Çünkü ben her şeyden anladığım hâlde, Mabel hiçbir şey bilmez. Hem o odur; ben de benim. Ah, Tanrı’m, ne karışık işler bunlar. Dur bakalım, eskiden bildiklerimi hâlâ biliyor muyum? Bunu anlamaya çalışayım. Dört kere beş, on iki eder; dört kere altı da on üç eder; dört kere yedi… Ah Tanrı’m bu gidişle yirmiye hiç gelemeyeceğim. Çarpım tablosundan pek bir şey anlaşılmaz. Bir de coğrafyayı deneyelim. Londra, Paris’in başkentidir. Paris de Roma’nın! Roma… Aa yok… Mutlaka bunların hepsi yanlış. Demek ki, ben Mabel’in yerine geçmişim. Dur bakalım, Nasıl da Küçükadlı şiiri okuyabilecek miyim?”
Alice sınıfta ders tekrarlıyormuş gibi, ellerini kucağında kavuşturarak şiiri okumaya başladı; fakat sesi boğuk ve acayip çıkıyordu. Sözcükler, eskiden olduğu gibi çıkmıyordu ağzından:
Nasıl da küçük timsah,
Temizler kuyruğunu
O altın pullarıyla
Çağlatır Nil sularını
***
Ne keyifli sırıtıp
Pençelerini gerer
Balıklara “Buyurun” der
Zavallı Alice: “Herhâlde, şiirin aslı böyle değildir.” diye söylenirken gözleri yeniden yaşlarla doldu. “Nasıl olsa, ben artık Mabel’im. O çirkin evde de oturmak zorunda kalacağım. Üstelik hiç de oyuncağım olmayacak. Bunlar yetmiyormuş gibi bir sürü de ödev üzerime yüklenecek. Yoo, ben kesin kararımı verdim. Eğer gerçekten Mabel isem burada kalacağım. Başlarını aşağı sarkıtıp ‘Haydi yukarı gelsene canım’ demeleri bir yarar sağlamayacak. Sadece yukarıya bakıp ‘Ben kimim?’ diye soracağım. ‘Bana önce bu sorumun cevabını verin. Eğer sizin dediğiniz kişi olmak hoşuma giderse yukarı çıkarım; hoşuma gitmezse bir başkasının kişiliğini kazanıncaya kadar burada kalacağım. Ama durun bakayım… Alice birden gözlerinden yaşlar boşanarak bağırdı: “Başlarını aşağıya uzatmalarını istiyorum. Burada yapayalnız oturmaktan öyle bıktım ki!”
Kızcağız, bunları söylerken ellerine baktı. Konuştuğu sırada fark etmeden tavşanın beyaz eldivenlerinden birini eline geçirmiş olduğunu görüp şaştı. “Bunu nasıl yapabildim?” diye düşündü. “Galiba gene küçülmeye başladım.”
Ayağa kalktı, boyunu ölçmek için masanın yanına gitti. Tahminine göre, boyu şimdi altmış santim kadardı ve de kısalmayı sürdürüyordu. Çok geçmeden elinde tuttuğu yelpazenin, boyunu kısalttığını anladı. Hemen yelpazeyi elinden attı. İşte böylece minik bir nokta kadar küçülüp kaybolmaktan son anda kurtulmuştu.
Bu ani değişiklikten korkmasına karşın, sağ kalabilmesine de sevinen Alice, “Bu kez yakamı güç kurtardım.” dedi. “Şimdi doğru bahçeye…” Olanca hızıyla, küçük kapıya koştu; ama ne çare! Küçük kapı kapalıydı, küçük altın anahtar da eskiden olduğu gibi cam masanın üzerindeydi. Zavallı çocuk: “İşler, eskisinden çok daha kötü; çünkü bu kadar küçüldüğümü hiç hatırlamıyorum. İşte bu çok kötü…” diye düşündü.
Alice bunları söylerken ayağı kaydı. Bir saniye sonra da cup diye, çenesine kadar tuzlu suyun içine düştü. Önce denize düştüğünü sandı. “Ben de trenle geri dönerim,” diye düşündü (Alice o güne dek sadece deniz kıyısına gitmişti. Bu geziden edindiği izlenim de şuydu: İngiliz kıyılarının neresine giderseniz gidin, mutlaka denizde tekne, tahta kazmalarla kumları kazan çocuklar ve de bir tren istasyonu görecektiniz.).
Alice biraz sonra içine düştüğü su birikintisinin, kendi boyu iki metreyken akıttığı gözyaşlarından meydana gelen göl olduğunu anladı.
“Keşke o kadar ağlamasaydım,” diye düşündü. Alice gölde, oraya buraya yüzüp kendine bir çıkış yolu ararken, “Galiba kendi gözyaşlarımın içinde boğularak o anlamsız davranışımın cezasını çekeceğim. Tabi bu da çok acı olacak. Ama bugün de her şey öylesine tuhaf ki!” dedi.
Tam bu sırada, biraz ötede, gölün içine düşen bir cismin sesi duyuldu. Alice gürültüyü çıkaran cismin ne olduğunu öğrenmek için sesin geldiği yöne doğru yüzdü. Önce bunun bir deniz ayısı ya da bir su aygırı olabileceğini de düşünmedi değil; ancak biraz sonra kendisi gibi suya düşenin bir fare olduğunu anlamakta gecikmedi.
“Acaba bu fareyle konuşmak bir işe yarayacak mı? Burada her şey öylesine bambaşka ki farenin konuşabileceğini de düşünmekte haklıyım. Neyse bir kez şansımı denemekle hiçbir şey kaybetmem.” Alice, böyle düşündükten sonra dedi ki:
“Ey fare, burada yüzmekten çok yoruldum.” Alice, bir fare ile bu şekilde konuşmanın doğru olacağını düşünmüştü. Daha önce böyle bir durumla hiç karşılaşmamıştı. Ancak ağabeyinin Latince dil bilgisi kitabında; “Bir fare, bir fareye, ‘Ey fare…’” sözcüklerini gördüğünü anımsıyordu. Sanki şu fare de ona merakla bakar gibiydi. Hatta o küçücük gözlerinden birini de kırpar gibi yaptı ama Alice’e hiçbir şey söylemedi.
Alice içinden “Fare belki de bizim dilimizi bilmiyordur,” diye düşündü. Bu nedenle de Fransızca ders kitabının birinci sayfasındaki cümleyi tekrarladı: “Kedim nerede?” İşte o anda fare birdenbire sudan dışarı fırladı. Korkudan da tir tir titremeye başlamıştı. Alice hemen telaşla bağırdı: “Ah, özür dilerim. Kedileri sevmediğinizi unutmuştum.” Kızcağız, o zavallı hayvanı incitmekten çekinmişti.
Fare, bu kez ince ve heyecanlı bir sesle: “Kedileri sevmek mi?” dedi, “Bir düşünün bakalım, siz benim yerimde olsaydınız, kedileri hiç sever miydiniz?”
“Şey, belki sevmezdim.” Alice, yumuşak bir sesle konuştu: “Ama gene de sevgili kedim Dinah’ı sizinle tanıştırmak isterdim. Eğer onu görseydiniz, mutlaka kedileri sevmeye başlardınız. Dinah, öyle uslu, öyle şeker şeydir ki…”
Alice gölde ağır ağır yüzerken kendi kendine konuşuyormuş gibi sözlerini sürdürdü: “Ateşin başında mırıldaya mırıldaya ayaklarını yalayıp yüzünü temizleyerek öyle bir oturuşu vardır ki… Hem de fare avlamakta üstüne yoktur. Ah! Özür dilerim.” Farenin tüyleri dimdik olmuştu. Zavallı hayvan galiba Alice’e bu kez adamakıllı gücenmişti. Alice, farenin gönlünü almak için; “Eğer istemiyorsanız, kedimden söz etmeyiz,” dedi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/luis-kerroll/alice-harikalar-diyarinda-69428344/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Alice Harikalar Diyarında Льюис Кэрролл
Alice Harikalar Diyarında

Льюис Кэрролл

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve dünya edebiyatında 100 Temel Eser`in önce ortaöğretimde ardından ilköğretimde belirlenmiş olmasını, ülkemizdeki okuma oranını artırmaya yönelik bir çaba olarak görüyoruz. Bir başlangıç olarak ilköğretimde 100 Temel Eser ümit vericidir; ilköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek, okuyan toplum` olma yolunda önemli bir adım atılmış olacaktır. İlköğretimde 100 Temel Eser`in bir başka olumlu yönü de; aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki dil varlığı ile duygu ve düşünce zenginliğini fark etmiş bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü, daha paylaşımcı olmasını sağlamasıdır.

  • Добавить отзыв