Oliver Twist`in Maceraları

Oliver Twist`in Maceraları
Charles Dickens
Oliver Twist babasını hiç tanımadı, annesini ise dünyaya gözlerini açtığında kaybetti. Artık tüm kimsesiz çocuklar gibi bir yoksullarevinde yaşayacaktı. Katı, soğuk, şefkatsiz bu kuruma ve aynı niteliklere sahip yöneticilerine, en başından beri alışamamıştı. Bu yüzden kendisine diğer kimsesiz çocuklardan ayrı bir kader çizerek tek başına Londra’ya gitmek için yola çıktı. Ancak Londra da güler yüzle karşılamadı kendisini. Bir suç şebekesinin kancasına takılmıştı. Artık daha zor şartlar altındaydı. Yine de bir şey bütün zorluklarda imdadına yetişiyordu: Tüm yaşadıklarına rağmen kirlenmemiş saf ve temiz kalbi… Charles Dickens “Oliver Twist”i daha 26 yaşındayken yazdı. Bu eserinde, aşağı sınıf halkı, Londra’nın gizli kapaklı işlerini, adaletin nasıl işlediğini, ismi sıcak içi soğuk kurumların içyüzünü ustalıkla resmetti. Bu gerçekçiliği sayesinde de roman, döneminin en çok okunan kitapları arasına girdi, sonrasında defalarca filme alındı ve günümüze kadar canlılığını kaybetmedi. "Heyhat! Tabiatın yarattığı yüzlerin kaçı, gözlerimize hoş gelen çizgilerini saklar ki! Acılar, kaygılar, dünya gaileleri kalpleri değiştirdiği gibi yüzleri de değiştirir. Bu ihtiraslar, uykuya dalınca, ancak yüzlere ve kalplere artık tesir edemeyecek duruma gelince, üzüntülü bulutlar dağılır, gökyüzünü parlak bırakır. Ölülerin yüzleri, o kaskatı hareketsiz duruşların¬da bile, nicedir unutulan o çocukluk ifadesine bürünür ve ilk hayata döner. Öyle sakin, öyle durgun olurlar ki yeniden onları mesut çocukluk çağında tanıyanlar, dehşet içinde tabutun başına diz çöküp yeryüzüne inmiş melek sanırlar."

Charles Dickens
Oliver Twist’in Maceraları

ÖN SÖZ
1837 yılında İngiltere’de okuma bilen herkes, tefrika edilmekte olan iki romanı okuyordu; okuma bilmeyenlerse bir araya gelip birine okutuyorlardı. Her iki romanın yazarı da yirmi beş yaşında bir delikanlıydı. Hayatın parlak ve karanlık yönlerini veren “Pickwick Papers” ile “Oliver Twist” idi bu iki roman.
İngiliz edebiyatında, aşağı sınıf halkı, bu denli etraflı ve çıplak olarak anlatan bir romancı ilk defa görülüyordu. Hem öyle uzaktan ya da kuş bakışı yukarıdan inceleyen bir göz değildi bu gencin gözü: Anlattığı sınıf halkın seviyesine iniyor, onlardan biriymiş gibi davranıyordu. Nitekim bütün anlattığı şeyleri çevresinde küçükken görmüş, bu yüzden çekmiş olduğu acı ve yoksulluğu ömrünün sonuna kadar unutamamıştır.
Endüstriciler, iktisatçılar ve utilitarian devrimciler tarafından konan, “Poor Law”a (Yoksullar Kanunu) karşıydı; bu kanun koyucular, yoksulluğu, işsizliği halkın tembellikten ve boş gezmekten zevk aldığını ileri sürerek açlıktan ölmek üzere olanlardan başka kimse başvurmasın diye, yoksullar evlerini ve başka yardım kuruluşlarını son derece kötü, arzu edilmeyecek bir duruma sokmuşlardı.
Ceza kanunuyla ceza tatbik usulü arasındaki ayrılıklara; adaletin yavaş işlemesine; çocukların ihmaline; özel okul öğretmenlerinin o zalimliğine ve kaygısızlığına; şehrin yoksul semtlerindeki sağlığa aykırı şartlara; İşçiler Birliğine ve patronların bencilliklerine; “laisser faire” iktisadi doktrinine ve benimsenmiş olan sosyal kaygısızlık ilkesine; bütün bunlara karşıydı. Dickens utilitarian bir çağın kuru havasında yavaş yavaş eriyip giden ulusal duygululuğu kamçılamış, hayatın amaçlarının orantılı değerleri arasındaki dengeyi ve düzeni yeniden kurmaya çalışmıştır. Bu psikolojik davranış, iktisatçıların bireysel teorisini tutan kafalara karşı amansız savaşında üst noktasına erişmiştir.
Dickens elinden geldiği kadar gerçekten uzaklaşmaz: Bütün idealist çıkışlarına rağmen, ruhundaki romantikliğe rağmen, düzenini gerçek üstüne kurmaya çalışır.
Çabuk yazardı Dickens, bu yüzden sanat üstünde uzun uzun duramamıştır; üslubunda yeknesaklık vardır, tekrarlar boldur. İngiliz romancıları arasında Dickens ne en sanatkârı ne en psikoloğu ne en realisti ne en sürükleyicisidir ama bütün bunlara rağmen yine de en ulusalı, en özelliği ve kişiliği olanı, en büyüğüdür.
Dickens’ı Dickens yapan “humour”udur. Komiği ciddi, ciddiyi komik göstermektir humour. Bu kelimenin Türkçede karşılığı olmadığı gibi, Avrupa dillerinde de yoktur. Gülümsetmektir amacı, güldürmek değil; ama öyle, gelip geçen hafif bir gülümseme değildir bu, benliğimizi kaplayan, derinlerimizden gelen, gelip de uzun bir süre dudaklarımızda takılı kalan, bir yanımızı okşarken, bir yanımızı iğneleyen, anlam dolu bir gülümseme. Humour yazarlarının en büyükleri İngiltere’dedir -aslında salt bir İngiliz davranışıdır bu- bu yazarların en büyüğüyse Dickens’tır. Günlük hayatımızdaki en küçük bir Don Kişot’ça davranışımız ve yaşantımız gözünden kaçmaz Dickens’ın; küçük gibi görünen, ama aslında büyük bir zincirin halkalarından olan bu davranışlar öyle ağdalı ve abartılmış bir dille verilmiştir ki aynı havayı Türkçede verebilmek için Arapça kelime kullanmaktan kaçınılamamıştır.

    Ender Gürol

BÖLÜM 1
OLİVER TWIST’İN DOĞDUĞU YER, DOĞUMUNUN HANGİ ŞARTLAR ALTINDA OLDUĞU
Türlü sebepler yüzünden açıklamadan çekindiğim, gelişigüzel bir ad da takmak istemediğim bir şehirdeki, küçük büyük her şehirde öteden beri görülen amme müesseselerinin birinde, yani bir yoksullarevinde, tekrarlamak zahmetine katlanmayı gereksiz bulduğum -tekrarlasam da hikâyenin henüz başındayken okuru ilgilendirmez ya- bir yılın, bir gününde, adı bu bölümün başına takılı, ölümlü nesne dünyaya geldi.
Mahalle doktoru tarafından, bu acı ve dert dünyasına buyur edildikten sonra, çocuğun bir ad taşıyacak kadar yaşayıp yaşamayacağı şüphe konusu oldu; yaşamamış olsaydı ihtimal bu hatırat da vücut bulmazdı; bulsaydı bile, bir iki sayfa içine sığacağından, herhangi bir çağ ya da memleketin edebiyatındaki en derli toplu ve aslına sadık biyografi örneği olmak gibi eşsiz bir mazhariyete sahip olmuş olurdu. Bir yoksullarevinde doğmanın, insanın başına gelebilecek en talihli ve en gıpta edilecek şey olduğunu iddiaya kalkışacak değilim; demek istediğim, Oliver Twist’in başına bundan daha iyisi gelemezdi. Soluma işini kendi üstüne alması için, Oliver’ı ikna etmek epey güç oldu; kolay iş değil soluma işi, ama rahat yaşayabilmemiz için alışkanlığın gerekli kıldığı bir iş; böylece, bir süre, küçük, kıtık bir şilte üstünde, dengesi bu dünyayla öteki dünya arasında oldukça bozuk bir şekilde, solumaksızın yattı; terazinin kefesinin öteki dünyaya doğru eğik durduğundan şüphe yok tabii. Ha, bakın, bu kısa devre içinde, çevresini titiz büyükanneler, telaşlı teyzeler, tecrübeli hemşireler ve ilm-ü irfan sahibi hekimler sarmış olsaydı, Oliver’ın ölüverip gitmesi, işten bile değildi; bir şey var ki, biraz fazla kaçırmış, başı dumanlı, yaşlı bir yoksul kadın ve bu gibi işleri vazifeten yapan mahalle doktorundan başka kimse olmadığı için yanında, Oliver ile tabiat karşılıklı savaştılar. Böylece birkaç çaba gösterisinden sonra, Oliver soludu, hapşırdı ve yoksullarevinin sakinlerine üç dakika on beş saniyeden daha uzun bir süre, şu pek faydalı bir zeyil olan sesten yoksun bir oğlandan beklenecek bir çığırmayla mütevelli cemiyetinin bütçesine yeni bir yükün zorla kabul ettirildiğini ilan etmeye başladı.
Oliver, akciğerlerini serbestçe işletip, kendilerine has vazifelerini ifa ettirdikten sonra, demir karyola üstüne gelişigüzel atılmış, yamalı yorgan hışırdadı; yastıktan, genç bir kadının soluk yüzü hafifçe kalktı ve kısık bir ses, yarım yamalak şu sözleri söyledi:
“Çocuğu göreyim de öleyim.”
Doktor, yüzü ateşe dönük oturmuştu. Ellerini bir ısıtıyor, bir ovuşturuyordu. Genç kadın konuşunca kalktı, yatağın baş ucuna giderek, kendinden beklenmeyecek bir nezaketle “Daha durun bakalım, ölmek de ne söz!” dedi.
İçindekini, aşikâr bir zevkle yudum yudum içtiği, yeşil cam şişeyi cebine koyup “Allah’a emanet.” diye söze karıştı hasta bakıcı. “Allah’a emanet! Sen benim kadar yaşa bir kere, on üç çocuğun olsun, hepsi ölsün de ikisi kalsın, onlar da seninle çalışsın da gör sen. Allah korusun, görürsün o zaman annelik neymiş. Haydi yavrum. Haydi bakalım.”
Bir anneyi bekleyen şeylerin bu avutucu manzarası, umulan etkiyi gösteremedi pek, hasta, başını salladı, elini çocuğa doğru uzattı.
Doktor, çocuğu kadının kollarına bıraktı. Kadın, kansız dudaklarını ihtirasla alnına yapıştırdı çocuğun, elleriyle yüzünü okşadı; vahşi vahşi bakındı, titredi, gerisin geri düşüp öldü. Göğsünü, ellerini, şakaklarını ovuşturdular ama kan, ebediyen durmuştu. Ümitten söz açtılar, teselliden. Uzun sürmüştü birbirlerine karşı yabancı durmaları.
“Her şey bitti, Mrs. Thingummy.” dedi doktor sonunda.
“Ya, zavallı!” dedi hasta bakıcı, çocuğu kaldırmak için eğildiğinde yastığa düşmüş olan yeşil şişenin tıpasını aldı. “Zavallıcık!”
“Çocuk ağlarsa beni çağırmanız gerekmez.” dedi doktor, büyük bir itinayla eldivenlerini giyerek. “Huysuzluk etmesi pek muhtemel, ağlarsa pirinç suyu dayayın.” dedi. Şapkasını giydi, kapıya doğru giderken, karyolanın yanında durup, “İyi bir kızcağızdı.” dedi. “Nereden gelmiş buraya kuzum?”
“Dün gece getirdiler buraya.” dedi yaşlı kadın. “Yoksullar müfettişi öyle buyurmuş. Sokakta yatar bulmuşlar. Epey yol yürümüş olmalı, ayakkabıları paramparçaydı, nereden geliyordu, nereye gidiyordu, Allah bilir.”
Doktor, cesedin üstüne eğilerek sol kolu kaldırdı. “Hep aynı terane.” dedi, başını iki yana sallayarak. “Nişan yüzüğü yok, belli. Neyse, iyi geceler.”
Tıbbi beyefendi yürüyüp gitti akşam yemeğine. Hasta bakıcıysa yeşil şişeye bir kez daha başvurduktan sonra, ocağın önündeki alçak bir iskemleye oturup bebeği giydirmeye başladı.
Giyim kudretinin ne nefis örneğiydi şu küçük Oliver Twist! Şimdiye dek, biricik örtüsü battaniyeye sarılmışken, bir asil çocuğu da diyebilirdiniz ona, bir dilenci çocuğu da; en kibirli yabancının bile, çocuğa toplumda bir yer tayin etmesi güç olurdu. Ama aynı hizmette sararmış olan, eski püskü bez mintanlara sarılınca, markasını ve etiketini alıp, toplumdaki yerini buldu: Bir mahalle çocuğu, bir yok-sullarevi öksüzü, dünyanın sillesini yiyecek, herkesçe hor görülecek, kimse tarafından acınmayacak, neredeyse açlıktan ölecek köle.
Şehvetle ağlıyordu Oliver, kilise mübaşirlerinin, yoksullar müfettişinin yumuşak merhametine terk edilmiş bir öksüz olduğunu bilseydi, belki daha da yüksek sesle ağlardı.

BÖLÜM 2
OLİVER’IN BÜYÜMESİ, EĞİTİMİ VE MECLİS
Bunu takip eden on ay içinde, Oliver, bir düzen üzerine, hainliklerin ve kalleşliklerin kurbanı oldu. Emzikle büyütüldü. Öksüz ve yetim bebeğin aç ve yoksul durumu, yoksullarevi makamları tarafından, kilise mütevellilerine muntazaman bildiriliyordu. Kilise mütevellileri, tenezzül buyurarak yoksullarevi makamlarından, Oliver Twist’in muhtaç olduğu teselli ve gıdayı temin edebilecek, evde ikamet eden bir dişi olup olmadığını sordu. Yoksullarevi makamları, tevazuyla, öyle bir dişinin bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine, kilise mütevellileri, büyük bir alicenaplık ve şefkatle, şuna karar verdi: Oliver çiftliğe gidecek; yani, küçük suçluları, haftada yedi buçuk kuruş gibi bir meblağ karşılığı kabul eden, yaşlı bir dişinin, annece nezareti altında, yirmi otuz kadar küçük suçlunun, pek fazla yiyeceğe ve giyeceğe ihtiyaç göstermek gibi mahzur teşkil etmeden, bütün gün yerde yuvarlandığı, beş kilometre kadar uzaktaki yoksullarevinin bir şubesine gönderilecekti. Haftada yedi buçuk kuruşluk bir perhiz sistemi, bir çocuk için yeter de artar bile; yedi buçuk kuruşa neler alınmaz neler; midesini tıka basa doldurur da üstelik rahatsız bile olur. Yaşlı dişi, akıllı, tecrübe sahibi bir kadındı, çocuklar için neyin iyi olduğunu bilirdi; kendi menfaatini de gözden kaçırmazdı. Böylece, haftalık ücretin büyük bir kısmını, kendi hesabına kullanıyordu ve gittikçe artan mahalle neslini, kendileri için tahsis olunandan daha az bir meblağ ile geçindiriyordu. Böylece, derinliklerinde daha derin bir sükûn buluyor, kendi kendine, tecrübeci bir filozof olduğunu ispat ediyordu.
Bir tecrübeci filozof daha olacak, herkes bilir hikâyesini, yemeden yaşayabilecek bir at hakkında büyük bir teorisi vardı; bunu öyle güzel ispat etmişti ki azalta azalta, günde bir öğüne indirmişti hayvanın saman istihkakını. İlk rahat hava yemini yemeden yirmi dört saat önce ölmüş olsaydı, aç hayvanı ateşli bir ruh hâline getirmiş olacaktı. Ne yazık ki, Oliver Twist’in koruyucu bakımına teslim edilmiş olduğu dişinin tecrübeci felsefesi de kendi sistemi dâhilinde ekseri böyle sonuçlar doğuruyordu; çünkü çocuk, son derece az gıdanın asgari porsiyonu ile yaşamaya tam alışmışken, on vakanın sekiz buçuğunda münasebetsizce, ya açlıktan ya soğuktan hasta oluyor ya ihmal yüzünden ateşe düşüyor ya da neredeyse boğulmak üzere oluyordu; böylece, her bir vakanın sonunda zavallı mahluk, ekseri başka bir dünyaya çağırılıyor, orada, bu dünyada göremediği atalarına, babalarına kavuşuyordu.
Ara sıra, karyolayı altüst ederken ihmal yüzünden altında kalan ya da banyoda -banyo denen şey pek seyrek olurdu, çiftlikte yıkanmayla ilgili herhangi bir şeye rastlanmazdı pek- kaynar suyla haşlanarak ölen bir mahalle çocuğu hakkında, mutat harici ilgi çekici bir tahkikat açıldığında, bir de bakarsınız, jürinin, zor durumlar yaratan sorular sormak aklına esiverir ya da mahalle sakinleri başkaldırarak imzalarını protestoya atarlardı; ama bu münasebetsizlikler doktorun ifadesi ve kilise mübaşirinin şehadetiyle hemencecik kontrol altına alınıyordu; doktor cesedi açar, (pek muhtemelen) bir şey bulamazdı, kilise mübaşiriyle mütevellilerin istediği gibi yemin ederdi, bu da insanın kendisini alabildiğine feda etmesi demekti. Üstelik meclis, zaman zaman çiftliğe hicret eder, her defasında da bir memur göndererek geleceklerinden haberdar ederdi. Onlar gittiğinde çocuklar tertemiz çıkardı karşılarına; bundan daha iyisi de can sağlığıydı!
Bu cins bir çiftlik eğitiminin, öyle ahım şahım, enine boyuna, bir vücut yaratacağı beklenemez. Oliver Twist dokuzuncu yaş gününde, soluk, zayıf bir çocuktu, ufak tefek çelimsiz bir vücudu olduğuna şüphe yok ama tabiat ya da irsiyet, Oliver’ın gönlüne pek sağlam, iyi bir ruh aşılamıştı. Müessesenin o az miktardaki perhiz sistemi sayesinde de gelişmişti; dokuzuncu yaş gününü kutlayabilmesini buna borçluydu herhâlde. Her neyse, yine de dokuzuncu yaş günüydü işte. Bu günü de mahzende kutluyordu, yanındaki mümtaz iki beyle bir grup teşkil etmişti. Bu beyefendiler, gaddarca, “Açım!” demek cüretinde bulunduklarından, hep birlikte güzel bir dayak yemiş ve buraya kilitlenmişlerdi; o sırada Müdire Mrs. Mann Hanım, durup dururken Kilise Mübaşiri Mr. Bumble’ın belirmesinden ürktü: Mr. Bumble bahçe kapısını açmaya çalışıyordu.
“Aman ya Rabb’im, sizsiniz ha, Mr. Bumble! Efendiciğim siz ha?” diyerek iyi taklit edilen bir sevinç gösterisiyle, başını pencereden dışarı çıkardı. “Suzan, Oliver’la şu iki yumurcağı al, yukarı çıkar da yıkayıver hemen. Aman ya Rabb’im! Mr. Bumble, ne iyi ettiniz de geldiniz!”
Mr. Bumble, şişman ve aksi bir adamdı; bunun için, bu gönülden gelen selama aynı şekilde karşılık vereceğine, küçük bahçe kapısını alabildiğine sarstı, kapıya bahşettiği tekme de olsa olsa ancak bir kilise mübaşirinden sadır olabilirdi.
“Aman ya Rabb’im!” dedi Mrs. Mann, dışarı fırlayarak, üç çocuk ortalıktan yok olmuştu bile. “Aman ya Rabb’im, şu çocukcağızlar yüzünden kapıyı içten sürgülemiştim, gel de unut sen! Buyurun efendim, buyurun lütfen, buyurun Mr. Bumble, efendiciğim!”
Her ne kadar bu davet, bir kilise mübaşirinin kalbini yumuşatabilecek bir reverans tarafından refakat edildiyse de kilise mübaşirini gevşetemedi.
“Bu tavr-ı hareketinizin hürmetkâr, doğru dürüst bir tavr-ı hareket olduğunu mu sanıyorsunuz Mrs. Mann?” diye sordu Mr. Bumble, bastonunu kavrayarak. “Mahalle öksüz ve yetimlerinin işiyle meşgul olmaya gelen kilise mübaşirini bahçe kapısında nasıl bekletirsiniz, Mrs. Mann? Kendinizin de bir kilise üyesi, maaşlı bir memur gibi bir şey olduğunuzun farkında mısınız acaba?”
“Sizi sevdikleri için çocukların birkaçına geldiğinizi haber vereyim demiştim efendiciğim.” dedi Mrs. Mann, büyük bir tevazuyla.
Mr. Bumble, hitabet kudretinden ve kendi öneminden alabildiğine haberdardı. Birini göstermiş, ötekiniyse haklı olarak ispat etmek istiyordu.
“Neyse, Mrs. Mann.” dedi, daha sakin bir havayla. “Dediğiniz gibi yapmış olabilirsiniz, olabilir. Siz önden girin, Mrs. Mann, iş için geldim, sizinle bir şey konuşacağım.”
Mrs. Mann, kilise mübaşirini, zemini kiremit döşeli bir salona aldı, bir koltuk verdi ve üç köşeli şapkasıyla bastonunu, önündeki masanın üstüne, büyük bir resmiyetle koydu. Mr. Bumble, gezintisinin tevlit etmiş olduğu, alnındaki teri sildi. Yumuşak bakışlarla şapkasına bakarak gülümsedi. Gülümsedi işte! Eh, kilise mübaşiri de bir insan ne de olsa; Mr. Bumble gülümsedi işte.
“Söyleyeceğime kızmayın ne olur.” dedi Mrs. Mann, baygın baygın. “Uzun yol yürümüşsünüzdür, yoksa söylemezdim elbette. Bir damlacık bir şey alır mısınız Mr. Bumble?”
“Katre istemem, bir katre bile!” dedi Mr. Bumble, sağ elini böbürlenerek sallayıp.
“İçersiniz canım.” dedi Mrs. Mann, reddin havasını ve ona refakat eden hareketi gözünden kaçırmayarak. “Bir damlacık, biraz soğuk su ilave ederim, bir parça da şeker.”
Mr. Bumble öksürdü.
“Bir damlacık canım.” dedi Mrs. Mann ikna edici bir şekilde.
“Neyiniz var?” diye sordu kilise mübaşiri.
“Sağ olsunlar, çocuklar ara sıra rahatsızlanır da, zerrin suyuna katarım ben de, bundan dolayı bulundurmak zorunda kalıyorum. Ondan vereceğim size Mr. Bumble.” diyerek köşede duran bir büfeyi açtı, bir şişeyle bir bardak çıkardı. “Sadece cin Mr. Bumble, sizi sakın hayal kırıklığına uğratmayayım.”
“Çocuklara zerrin suyu veriyorsunuz demek Mrs. Mann?” dedi mayi karıştırma ameliyesini gözleriyle izleyerek.
“Sağ olsunlar, ne yapayım, zavallıcıklar!” dedi dadı hanım. “Gözlerimin önünde eziyet çekmelerine tahammül edemiyorum, malumunuz olduğu gibi…”
“Elbette.” dedi Mr. Bumble, tasvip ederek. “Elbette edemezsiniz. İnsaniyetli bir kadınsınız Mrs. Mann.” Bu sırada kadın bardağı yere koydu. “İlk fırsatta bunu meclise aksettireceğim, Mrs. Mann.” Mr. Bumble bardağı kendine doğru çekti. “Analık duygularınız kabarıyor, Mrs. Mann.” Mr. Bumble cinle suyu karıştırdı. “Haydi sıhhatinize, Mrs. Mann.” deyip yarısını yuvarladı.
“Şimdi işimize gelelim.” dedi kilise mübaşiri, cebinden meşin bir cüzdan çıkararak. “Oliver Twist diye yarım yamalak vaftiz edilen çocuk, bugün dokuz yaşına basıyor.”
“Sağ olsun!” diye sözünü kesti, Mrs. Mann, sol gözünü önlüğünün ucuyla kurcalayarak.
“Vadedilen on liralık mükâfata rağmen, ki bu sonradan yirmiye de çıkarıldı ve kilise üyelerinin, en muazzam ve hatta en olağanüstü didinmelerine rağmen…” dedi Mr. Bumble. “Babasının kim olduğunu ya da anasının nerede oturduğunu, adını sanını, durumunu bir türlü keşfedemedik.”
Mrs. Mann, hayretle ellerini kaldırdı; ama kısa bir an düşündükten sonra ilave etti:
“Peki, o hâlde nasıl oluyor da adı var?”
Kilise mübaşiri böbürlenerek “Ben uydurdum.” dedi.
“Siz ha, Mr. Bumble!”
“Ben ya, Mrs. Mann, sevgili mahluklarımıza alfabe sırasına göre ad buluruz. En sonuncusuna, “S” ile başlayan Swubble adını koymuştum. Bunda da sıra “T”ye gelmişti, ben de ona Twist adını verdim. Ondan sonra gelecek olan Unwin, ondan sonraki de Vilkins olacak. Alfabenin sonuna kadar hazır adlar var elimde. Z’ye gelince yine baştan başlarım.”
“Ne kadar da edebî bir şahsiyetsiniz.” dedi Mrs. Mann.
“Ya, ya!” dedi kilise mübaşiri, iltifatın pek hoşuna gittiği belliydi. “Olabilir. Edebî bir şahsiyetimdir belki de Mrs. Mann.” Cini bitirip devam etti:
“Oliver’ın burada kalması için yaşı geçtiğinden meclis yoksullarevine dönmesine karar verdi, alıp götürmek için bizzat geldim. Hemen göreyim.”
“Şimdi gidip getiririm.” dedi Mrs. Mann. Sözünü yerine getirmek için de odadan çıktı. Oliver’ın, o ana kadar geçen zaman içinde, ellerindeki ve yüzündeki tabakalaşmış kirin üst tabakasının bir yıkanışta giderilebileceği kadarı kazınmıştı, sonunda iyi kalpli hamisi tarafından odaya getirildi.
“Beye eğilerek selam ver!” dedi, Mrs. Mann.
Oliver eğilerek selamladı. Bu selam sandalyede oturan kilise mübaşiriyle, masanın üstündeki üç köşe şapkasının ortasına doğru alınmıştı.
“Benimle birlikte gelir misin Oliver?” dedi Mr. Bumble, oturaklı bir sesle.
Oliver, kim olursa olsun, onunla birlikte gitmeye hazır olduğunu söyleyecekti ama yukarı doğru bakınca Mrs. Mann gözüne ilişti, kilise mübaşirinin sandalyesinin arkasına geçmiş, dehşet içinde ona yumruk sallıyordu. Oliver hemen manasını anladı bunun; çünkü yumruk, hafızasından çok, vücudunda bırakmıştı izini.
“O da gelecek mi?” diye sordu zavallı Oliver’cık.
“Hayır, o gelemez.” diye cevap verdi Mr. Bumble. “Ama gelir, ara sıra, görür seni.”
Çocuk için büyük bir teselli değildi bu. Küçük olmasına rağmen yine de gitmekle sanki birazcık üzülüyormuş gibi davranmasını beceriyordu. Çocuğa zor gelmiyordu gözlerine yaş getirmek. Açlık ve daha dünkü kötü muamele, yardıma geliyordu ağlamasını kolaylaştırmak için; işte Oliver da bayağı ağlıyordu. Mrs. Mann öpücüklere boğdu onu. Oliver, yoksullarevine gittiğinde aç görünmesin diye, üstelik bir de yağ sürülmüş ekmek tutuşturdu eline. Elinde ekmek dilimi, başında küçük kahverengi bezden kepi, Oliver, Mr. Bumble’ın refakatinde, ilk yıllarının karanlığını aydınlatacak bir tek güzel yüz ve bakış görmediği bu sefil yuvadan çıktı gitti. Bir şey var ki, kapı arkasından kapandığında, yine bir burkuldu içi, arkasında bıraktığı sefalet içindeki küçük arkadaşları gibi, kendini de zavallı buluyordu. Tanımış olduğu biricik dostlarıydı onlar; böylece ilk defa, bu büyük, uçsuz bucaksız dünyadaki yalnızlığı içine çöktü.
Mr. Bumble, uzun adımlarla yürüyordu; küçük Oliver, altın yaldızlı şeridi olan kollarına yapışmış, her çeyrek kilometrede “Geldik mi acaba?” diye soruyordu. Bu sorulara Mr. Bumble, kısa kısa, üstünkörü cevaplar veriyordu. Cinin bazı gönüllerde yarattığı tatlılıktan eser kalmamıştı; şimdi yeniden bir kilise mübaşiri olup çıkmıştı.
Oliver, yoksullarevinin içinde bulunalı bir çeyrek olmuş olmamıştı ki, bu arada, bir ikinci ekmek dilimini de hemen hemen bütün bütün silip süpürmüştü ki, kendisini yaşlı bir kadına emanet eden Mr. Bumble, dönüp geldi ve o akşamın, meclisin toplantı akşamı olduğunu bildirerek, Oliver’ın huzura çıkmasını emir buyurdu.
Meclis denen şeyin, yenir yutulur bir şey olup olmadığını bilmeyen Oliver, şaşkın şaşkın bakıyor, ağlasın mı gülsün mü bilemiyordu. Mamafih düşünecek zaman bırakılmadı kendisine; çünkü Mr. Bumble, kendine gelsin diye Oliver’ın başına şöyle bir dokundu; biraz canlansın diye de kıçına vurdu; sonra da arkasından gelmesini emretti; sekiz on kadar beyin bir masanın çevresinde oturduğu, badanalanmış büyük bir salona götürdü Oliver’ı. Masanın başında, ötekilerden daha yüksekçe bir koltuğa kurulmuş, yusyuvarlak, kıpkırmızı suratlı, tostoparlak bir bey oturuyordu.
“Meclise selam.” dedi Mr. Bumble. Oliver, gözlerinde kalmış birkaç yaş damlasını silerek ve meclis denen şeyin -masadan başka bir şey görmediği için- masa olduğunu görerek, masaya doğru eğildi.
“Adın ne bakalım, küçük?” dedi yüksek koltukta oturan bey.
Oliver, bu kadar çok beyi bir arada görünce tir tir titredi, kilise mübaşiriyse Oliver’ın kıçına bir kere daha vurunca o da ağlamaya başladı. Bu iki sebepten dolayı, Oliver alçak ve titrek bir sesle cevap vermek zorunda kaldı; bunun üzerine, beyaz yelekli bir bey, Oliver’a “Aptalın biri.” dedi. Çocuğu teşvik ve teskin etmek için bundan daha iyi çare olamazdı.
“Küçük!” dedi yüksek koltuktaki bey. “Dinle beni. Öksüz ve yetim olduğunu biliyorsun herhâlde, öyle değil mi?”
“Efendim?” dedi Oliver’cık.
“Valla, aptal bu! Oysa ben…” dedi beyaz yelekli bey.
“Susun!” dedi ilk konuşan bey. “Anan baban olmadığını, seni kilisenin yetiştirdiğini biliyorsun ya?”
“Biliyorum.” diye cevap verdi Oliver, acı acı ağlayarak.
“Ne diye ağlıyorsun?” diye sordu beyaz yelekli bey. “Ağlanacak da ne vardı yani?”
“İnşallah her gece dua etmeyi ihmal etmiyorsundur?” dedi boğuk sesli başka bir bey. “Tam bir Hristiyan gibi, sana bakan, seni besleyen kimseler için duanı eksik etmiyorsundur?”
“Etmiyorum efendim.” diye kekeledi çocuk. En son konuşan bey, haklıydı; ama haberi yoktu haklı olduğundan. Oliver, kendini besleyen ve kendine bakan kimseler için dua etmiş olsaydı tam bir Hristiyan gibi hareket etmiş olurdu, hem de harika bir Hristiyan olurdu. Ama dua etmiyordu, kimse öğretmemişti ki.
“Bak şimdi, buraya tahsil ve terbiye görmeye, bir baltaya sap olmaya geldin.” dedi yüksek koltuktaki kırmızı yüzlü bey.
“Yarın sabah, saat altıda kıtık toplamaya başlayacaksın.” diye ilave etti asık yüzlü, beyaz yelekli bey.
Kıtık toplamak gibi bir tek ameliyede toplanan bu iyilikler için Oliver, kilise mübaşirinin emriyle eğilerek selam verdi, sonra acele acele büyük bir koğuşa sürüklendi: Orada, sert, kaba bir şilte üstünde, hıçkıra hıçkıra uykuya daldı. İngiltere’nin nazik kanunlarının ne asil bir örneği! Yoksulları uyumaya bırakmak: Zavallı Oliver’cık! Çevresindeki her şeyden habersiz uyurken meclisin, o gün bütün geleceğine azami derecede madden tesir etmek için karar aldığını bilmiyordu. Ama karar alınmıştı. O da şuydu:
Bu meclisin üyeleri pek hakim, derin, felsefi adamlardı; dikkatlerini yoksullarevine çevirdiklerinde herkesin öyle kolay kolay keşfedemeyeceği şeyi hemen buluvermişlerdi; zavallı halk seviyordu bu evi: Yoksul sınıflar için bir amme eğlence yeriydi burası, bedava bir handı; bütün yıl boyunca amme menfaatine kahvaltı, öğle yemeği, çay ve akşam yemeği veriliyordu; içinde iş miş yapılmayan, bol bol oyun oynanan, tuğla ve harçtan yapılmış bir cennet. “Ya!” dedi meclis, hakimane bir tavırla. “Biz bu durumu düzeltecek kişileriz; çok geçmeden son veririz bu işe.” Böylece şu kaideyi koydular, bütün yoksullar için iki şık tanınıyordu; -çünkü bu beyler, herkese bir seçme hakkı tanırlardı- ya yoksullarevinde yavaş yavaş açlıktan ölmek ya da evden çıkıp dışarıda çabucak açlıktan ölüp gitmek. Bunu göz önünde tutarak, su işleriyle, bol su versinler diye, mukavele yaptılar; zahire fabrikatörünün biriyle de muntazam fasılalarla, az miktarda yulaf yemeği temin etmesi için anlaştılar; her gün üç öğün pirinç lapası, haftada iki kere adam başına birer baş soğan, pazar günleri de yüz dirhem ekmek çıkarıyorlardı. Hanımlar konusunda daha nice hakimane ve insaniyetli kaideler koydular, bunları tekrarlamaya lüzum yok; Doctors Commons Mahkemesinde açılan dava pek masraflı olduğundan, yoksul evlileri boşatmak lütfunda bulunmayı üzerlerine aldılar ve bir erkeği, ailesini geçindirmeye zorlayacağına, -o zamana dek öyle yaparlardı- ailesini elinden alıp bekâr yapıp çıkıyorlardı: Yoksullarevinde çalışmak olmasaydı, bu rahata kavuşmak için, toplumun bütün sınıflarından kim bilir kaç kişi müracaat ederdi; ama meclis, sivri kafalı beylerden müteşekkildi, böylece buna da çare buldular. Bu rahatlığın yanında, yoksullarevinde pirinç lapası da vardı; bu da halkı korkutuyordu.
Oliver, buradan çıktıktan sonra, altı ay kadar bu sistem tam faaliyette devam etti. İlkin masraflı oldu bu iş, cenaze levazımatçısının hesap pusulası yükseldi ve bir iki hafta kadar süren lapa rejiminden sonra, zayıf, çelimsiz vücutları üstünde dökülen elbiseleri daraltmak gerekti. Bu arada yoksullarevinin sakinleri de azalıyordu, meclis de zevkten bitiyordu.
Çocukların beslendiği yer, büyükçe, taş bir salondu, bir ucunda bakır bir kazan dururdu: Önünde önlük, aşçıbaşı, bu bakır kazandan ihtiyar iki kadının yardımıyla, yemek zamanlarında lapa kepçelerdi. Bu şölende her çocuk, bir tas lapa alırdı -sadece bir tas- muazzam amme eğlenceleri olduğu vakit değişirdi bu, o zamanlar birer yüz dirhemlik ekmek de verirlerdi. Taslar yıkanmazdı. Çocuklar pırıl pırıl oluncaya dek tası kaşıklarıyla parlatırlardı; bu ameliyeyi tamamladıktan sonra (Uzun sürmezdi bu, kaşıklar hemen hemen tas büyüklüğündeydi.) oturdukları yerde, bakır kazana bakarlardı; öyle aç gözlerle bakarlardı ki, kazanı çiğ çiğ yiyecekmiş gibi sanki; bu arada durmadan parmaklarını emerler, yerlerde kazara dökülmüş lapa var mı diye bakarlardı. Oğlan çocuklarının iştahları ekseri yerindedir. Oliver Twist ile arkadaşları, bu yavaş yavaş açlıktan ölme işkencesine, üç ay tahammül edebildiler; sonunda, öyle bir gözleri döndü ki açlıktan, böyle şeylere alışmamış ve yaşına göre boyu biraz fazla uzun olan oğlanlardan biri, -babasının bir aşçı dükkânı varmış- bir tas lapa daha yemediği takdirde, gecenin birinde yanındaki çocuğu yiyebileceğini meşum bir tavırla anlattı, yanında yatan da zayıf, ufak tefek bir oğlandı. Gözleri dönmüştü, bütün dediklerine inandılar. Bir meclis toplandı, o akşam gidip da aşçıbaşından kimin bir tas daha isteyeceği üstünde bir karara varmak için kura çekildi: Oliver’a düştü.
Akşam oldu; çocuklar yerlerini aldılar. Aşçıbaşı, kıyafetiyle bakır kazanın önünde durdu, yardımcılar sıra hâlinde arkasında bekliyorlardı, lapa dağıtıldı, kısa bir dua okundu. Lapa ortadan kalktı, oğlanlar aralarında fısıldaşıp Oliver’a göz kırptılar, birbirlerini de dirsekleriyle dürttüler. Küçük olmasına rağmen, açlıktan ne yapacağını bilemiyor; açlık, gözünü pekleştiriyordu. Masadan kalktı, elinde tasla kaşık, aşçıbaşına doğru ilerleyerek -kendi cesaretine kendi de şaşmıştı- “Lütfen efendim, biraz daha.” dedi.
Aşçıbaşı, şişman ve sıhhati yerinde bir adam olmasına rağmen, sararıverdi. Küçük asiye, şaşkın şaşkın bakakaldı birkaç saniye, derken, düşmeyeyim diye kazana dayandı. Arkasındaki yardımcılar, hayret içinde, oğlanlarsa korkuyla bakıyorlardı.
“Ne!” diyebildi aşçıbaşı zayıf bir sesle.
“Lütfen efendim.” diye cevap verdi Oliver. “Lütfen biraz daha verir misiniz?”
Aşçıbaşı kepçeyi Oliver’ın başına indirdi, derken kollarını çevresine sıkı sıkı dolayarak kilise mübaşirini çağırmaya başladı avaz avaz.
Meclis, haşmetli toplantılarının birindeyken, Mr. Bumble pürtelaş odaya daldı ve yüksek koltukta oturan beye “Mr. Limbkins, özür dilerim efendim! Oliver Twist biraz daha istedi.” dedi.
“Daha mı!” dedi Mr. Limbkins. “Bumble, kendine gel, açık konuş benimle. Akşam yemeği için tahsis olunandan daha fazla mı istedi demek istiyorsun?”
“Evet efendim.” diye cevap verdi Bumble.
“Bu çocuğu asmalı.” dedi beyaz yelekli bey. “Er geç ipi boylayacaktır bu çocuk, biliyorum.”
Kimse bu peygamberimsi beyin fikrine karşı gelmedi. Canlı bir tartışma başladı. Oliver hemen bir hücreye tıkıldı; bahçe kapısının dışına bir kâğıt yapıştırıldı; Oliver Twist’i meclisin elinden kurtaracak kimseye beş liralık bir mükâfat teklif olunuyordu. Yani her türlü iş için çırak isteyen kadın veya erkeğe, Oliver’la birlikte beş lira teklif olunuyordu. Beyaz yelekli adam, ertesi sabah kapıyı çalmadan kâğıdı okuyunca “Ömrümde hiçbir şeyden emin olmadım…” dedi. “Bu çocuğun asılacağından emin olduğum kadar!”
Beyaz yelekli adamın ileriyi görüp görmediğini, ileride anlatmak niyetinde olduğumdan, Oliver Twist’in bu denli müthiş bir sonuca varıp varmadığını şimdiden söylemeye kalkarsam, olur da bu hikâyenin meraklı tarafını izale etmiş olurum, o da meraklı bir yanı varsa tabii.

BÖLÜM 3
OLİVER AZ KALSIN MAAŞI BOL, İŞİ AZ BİR YERE GİRİVERECEKTİ
Oliver, “biraz daha” istemekle, kâfirce ve layıkça işlemiş olduğu suçtan, meclisin hâkimliği ve merhameti sayesinde, hapsedildiği yerde, bir hafta karanlıkta yalnız başına kaldı. Beyaz yelekli beyin falına hürmet göstererek, bu hakim şahsiyetin, peygamberce ileri görüşünü tamamıyla ispat etmek için, mendilinin bir ucunu duvardaki bir kancaya, ötekini de kendi boynuna bağlasaydı, fena olmazdı gibi. Ancak bu şölenin olabilmesi için, bir engel vardı; o da şu, mendillerin lüks eşyadan olduklarına karar verildiği için, meclis toplanarak kesin bir karar vermişti; bütün gelecekte bundan böyle mendil yoksulların burunlarından uzak tutulacaktır; bunu resmen ilan etmişler, parmaklarını basıp mühürlerini koymuşlardı. Oliver’ın küçük olması, çocuk olması, kendi için büyük bir engel daha idi. Bütün gün boyunca, acı acı ağlar; uzun, kasvetli gece indiğinde küçük ellerini gererek gözlerini kapar, köşeye büzülüp uyumaya çalışırdı; ikide bir korku içinde, ürpererek uyanırdı, kendini yavaş yavaş duvara doğru çekerdi, sanki duvarın sert ve soğuk yüzü, çevresini saran yalnızlık ve karanlığa karşı bir sığınaktı.
“Sistem”i doğru bulmayanlar tarafından, Oliver’ın bu bir başına hapiste yalnız kaldığı süre boyunca, idmandan, toplumsal eğlencelerden ve dinî teselliden mahrum bırakıldığı sanılmasın sakın. İdman, canım, soğuk havada oluyordu; her sabah, Mr. Bumble’ın huzurunda, taş avluda, tulumbanın altında yıkanmasına müsaade ediliyor, Mr. Bumble da soğuk almaması için değneğini birbiri ardından tatbik ederek, bütün vücudunu baştan aşağı titreten bir ısınma hissi veriyordu. Toplumsal eğlenceye gelince; Oliver günaşırı çocukların yediği salona götürülüyor, orada ötekilere bir ibret olsun diye, toplumun huzurunda kırbaçlanıyordu. Dinî tesellinin faydalarından hiç de mahrum edildiği yoktu, dua zamanı geldiğinde, her akşam, tekmeyle aynı yere sokuluyor, orada çocukların hep bir ağızdan yalvarmalarını dinliyor, böylece zihnini teselli etmesine müsaade ediliyordu; bu yalvarmalara, meclis yetkisini kullanarak bir madde eklemişti; iyi, faziletli, kanaatkâr, itaatkâr olmayı ve Oliver Twist’in günah ve kötülüklerinden korunmayı niyaz ediyorlardı; bu niyaz Oliver Twist’in şeytani kudretlerin elinde biri olduğunu, sadece o kudretlerin kölesi olduğunu ve şeytanın bizzat kendi imalatından çıkmış bir şey olduğunu belirtiyordu.
Oliver Twist, bu uğurlu yerde, rahatı yerindeyken, tesadüf eseri bir baca temizleyicisi olan Mr. Gamfield, ev sahibinin epey ısrarla istediği birikmiş bazı kiraları, nasıl ödesem diye derin derin düşünerek, kafasında türlü yollar arayarak caddeden geçiyordu. Mr. Gamfield’ın mali serveti çekip çekiştirsen beş liralık bir meblağa ulaşamazdı; bir çeşit aritmetiki çaresizlik içinde, bir beynini, bir eşeğini kırbaçlıyordu, tam yoksullarevinin önünden geçerken kapıdaki ilanla teşerrüf etti.
“Çüş!” dedi Mr. Gamfield eşeğe.
Eşek, derin tefekküre dalmıştı. Küçük arabasının dolu olduğu iki kurum çuvalından kurtulmuş, şimdi herhâlde “Acaba verecekleri lahana yaprağı bir mi olacak, iki mi?” diye düşünüyor olmalıydı; böylece komutun farkına varmayarak yoluna devam etti.
Mr. Gamfield, eşeğini baştan aşağı bir küfre tuttu ama küfrederken bilhassa gözler üstünde daha bir durdu; arkasından koşarak kafasına bir yumruk indirdi, öyle bir yumruk ki, eşek kafasından başka her türlü kafayı paramparça ederdi. Derken yularından tutarak, çenesini büküverdi, bu nazik davranışıyla, eşeğe, kendi kendisinin efendisi olmadığını hatırlatmış oldu; bu metodu kullanarak hayvanı gerisin geri çevirdi. Derken kafasına bir yumruk daha indirdi, dönüp gelinceye kadar sersemliği geçmesin diye. Bu işleri böylece ayarladıktan sonra, ilanı okumak üzere kapıya doğru yürüdü.
Beyaz yelekli bey, meclis salonunda bazı derin hislerini beyan ettikten sonra, ellerini arkasında kavuşturmuş, kapıda duruyordu. Mr. Gamfield ile eşek arasındaki küçük anlaşmazlığa şahit olmuştu, bu şahsiyetin ilanı okumak üzere kapıya doğru geldiğini görünce sevinç içinde gülümsedi; öyle ya, Mr. Gamfield’ın, Oliver Twist’in efendisi olacak bir adam olduğunu o saat sezivermişti. İlanı gözden geçiren Mr. Gamfield da gülümsedi; çünkü istediği meblağ da tam beş liraydı zaten; çocuk yüküne gelince, yoksullarevindeki perhiz usulünü bildiği için, pek o kadar umursamıyordu. Böylece ilanı baştan sonuna kadar bir daha okudu; derken bir tevazu ifadesi olarak, kürk başlığına şöyle bir dokunup beyaz yelekli beye yaklaştı.
“Şu çocuğu…” dedi. “Çıraklığa mı vermek istiyor müesseseniz?”
“Evet.” dedi beyaz yelekli bey, tenezzül buyurarak gülümsedi. “Ne diye sordun?”
“Eğer müesseseniz zevkli bir iş öğrenmesini istiyorsa baca temizlemek, iyi, saygıdeğer bir iştir, diyordum da.” dedi Mr. Gamfield. “Bir çırağa ihtiyacım var, onu almaya hazırım.”
“Buyur.” dedi beyaz yelekli bey. Mr. Gamfield, yokluğunu fırsat bilip kaçmasın diye, eşeğin kafasına bir yumruk daha indirmek ve çenesini bir kere daha bükmek için biraz oyalandıktan sonra, beyaz yelekli beyin ardından, Oliver’ın kendisini ilk defa göreceği odaya doğru gitti.
“Pek iyi bir iş değil.” dedi Mr. Limbkins, Gamfield arzusunu bir kere daha izhar ettikten sonra.
“Küçük çocukların bacaların içinde kalıp da boğulduğu vakidir.” dedi başka bir bey.
“Çocukları bacadan indirmek için yaktıkları samanı ıslatırlar da onun için.” dedi Gamfield. “Sadece duman çıkar, alev malev yoktur; hâlbuki bir çocuğu aşağıya indirmek için duman işe yaramaz, çünkü duman çocuğu uyutmaktan başka bir işe yaramaz, o da bayılır bu işe. Çocuklar pek inatçıdır, tembeldir beyler, onları çabuk aşağı indirecek harlı bir ateş yakmaktan başka çare yoktur. İnsaniyet de bunu icap ettirir beyler. Bacaya sıkışıp kalmış olsalar bile, ayaklarını kızartmak onları çabalamaya zorlar, böylece kurtarmış olurlar kendilerini.”
Beyaz yelekli beyin bu izahat pek hoşuna gitmiş gibiydi; ama sevinci, Mr. Limbskin’in bir bakışıyla hemencecik kontrol altına alındı. Derken meclis azaları, aralarında birkaç dakika müzakere ettiler, ama yavaş sesle konuşuyorlardı, “Masraf tasarrufu.”, “Hesaplar iyi tetkik edildi.”, “Yayımlanmış olan bir rapor var.” sözleri gibi, ancak tek tük kelime duyulabiliyordu. Bu sözlerin de duyulabilmesine sebep, bu kelimelerin sık sık üstünde durulmuş olmasından ileri geliyordu.
Derken, fısıldaşma sona erdi ve meclis azaları yerlerini aldıktan ve haşmetlerini takındıktan sonra, Mr. Limbkins şöyle buyurdu:
“Teklifinizi gözden geçirdik, tasvip etmiyoruz.”
“Elbette etmeyiz.” dedi beyaz yelekli bey.
“Şüphesiz ki etmiyoruz.” dedi öteki azalar.
Mr. Gamfield, üç dört çocuğu hafifçe zedeleyerek, ölümüne sebep olduğundan ve bu yüzden hüküm giydiği için, “Olur da…” dedi. “Meclisin kafasına eser, bir de bakarsın, bununla hiç ilgisi olmamasına rağmen yine de tesir edebilir. Böyle davranacak olsalardı, genel davranışlarına aykırı olurdu, ama neme lazım?” dedi, dedikoduyu yeniden canlandırmak niyetinde hiç de değildi; elindeki şapkasını büküp yavaş yavaş masadan uzaklaştı.
“Demek bana vermiyorsunuz beyler, öyle mi?” dedi Mr. Gamfield kapıya varmadan durup.
“Hayır.” dedi Mr. Limbkins. “Bu iş pek iyi bir iş olmadığından, bari vadedilen paranın daha azını isteseydin.”
Mr. Gamfield’ın yüzü parladı; kısa bir dönüşle masaya dönerek şöyle dedi:
“Peki ne vereceksiniz beyler? Haydi söyleyin. Yoksul, zavallı bir adamla uğraşmayın böyle. Ne vereceksiniz?”
“Üç buçuk lira yeter de artar bile bence.” dedi Mr. Limbkins.
“Buçuğu fazla.” dedi beyaz yelekli bey.
“Aman bari dört lira olsun!” dedi Gamfield. “Dört olsun bu seferlik. Dört deyiverin, kurtuldunuz gitti demektir. Tamam mı?”
“Üç buçuk lira.” diye tekrarladı Mr. Limbkins inat ederek.
“Bakın!” dedi Gamfield. “Farkı ikiye bölelim. Üç çeyrek olsun.”
“Bir para bile fazla olmaz.” dedi Mr. Limbkins kesin bir kararla.
“Pek insafsızca davranıyorsunuz bana beyler.” dedi Gamfield duraklayarak.
“Hadi canım, saçmalama!” dedi beyaz yelekli bey. “Üstüne bir şey bile almasan, yine de bedavaya gelir sana. Al götür, budala herif. Tam sana göre çocuk işte. Ara sıra sopa ister; iyi geliyor, yemesi içmesi de pek bir şey tutmaz, çünkü doğduğundan beri, gereğinden fazla beslenmiş değildir. Ha! Ha! Ha!”
Mr. Gamfield gözlerini fal taşı gibi açıp baktı masanın çevresindeki yüzlere; hepsinde de gülümseme müşahede ettiğinden kendi de yavaş yavaş gülümsemeye başladı. Pazarlık tamamdı. Mr. Bumble, Oliver Twist’le mukavelelerin hemen o gün öğleden sonra imza ve tasvip için hâkimin huzuruna çıkması için emir aldı.
Bu kararı müteakip küçük Oliver, bir yandan şaşıradursun, esaretten çıkmış ve temiz bir gömlek giymesi emredilmişti. Bu olağanüstü jimnastik hareketini başarmak üzereydi ki, Mr. Bumble, kendi elleriyle, bir tas çorba ve bayramlık tahsisat olan, yüz dirhem ekmek getirdi. Bu müthiş manzara karşısında, Oliver acı acı ağlamaya başladı: Meclisin faydalı bir maksat uğruna kendisini öldürmeye karar verdiğini, yoksa bu şekilde şişmanlatmaya hiçbir zaman başlamayacaklarını düşünüyordu, böyle düşünmenin de hiçbir acayip tarafı yoktu.
“Gözlerini kızartma Oliver, yemeğini ye de şükret.” dedi Mr. Bumble haşmetle. “Çırak yapacaklar seni, Oliver.”
“Çırak ha, efendim.” dedi çocuk titreyerek.
“Ya, Oliver.” dedi Mr. Bumble. “Hiç kimsen yokken, sana ana baba, daha bir sürü şey olan merhametli beyler sağ olsunlar, seni çırak yapacaklar. Seni hayatta, ayakta durduracaklar, seni adam edecekler. Bütün bunlar kilise bütçesine yüklenen üç buçuk lira gibi büyük bir meblağa karşılık! Üç buçuk lira Oliver, düşün bir! Bütün bu para kimsenin sevmediği anasız babasız bir çocuk için!”
Mr. Bumble, korkunç bir sesle irat ettiği bu nutuktan sonra, nefes almak için durduğunda zavallı çocuğun gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Acı acı hıçkırıyordu.
“Bırak hadi, bırak şimdi.” dedi Mr. Bumble, haşmetli havasını biraz yumuşatarak; çünkü belagatinin tevlit ettiği tesiri müşahede etmek, hislerini okşamıştı. “Hadi, Oliver! Ceketinin kollarıyla gözlerini sil de yaşlar çorbana damlamasın; aptal aptal ağlama öyle.” Aptalca bir işti elbet, çorbada yeter derecede su vardı zaten.
Hâkime müteveccihen yola koyulduklarından Mr. Bumble, Oliver’a bütün yapacağı işin, mesut görünmek ve Hâkim Bey çırak olup olmak istemediğini sorduğunda can attığını söylemek olacağını belirtti; Oliver bu iki ihtara da boyun eğmeye söz verdi; yoksa Mr. Bumble’ın hafiften ima ettiği gibi, renk verdiği takdirde bitti gittiydi, başına gelebileceklerin haddi hesabı olmayacaktı. Büroya vardıklarında yalnız başına küçük bir odaya kapatıldı, Mr. Bumble kendisini almaya gelinceye dek, orada beklemesi tembih edildi.
Çocuk, orada yüreği pır pır ederek, yarım saat kadar kaldı. Bu müddetin hitamından sonra, üç köşeli şapkanın tezyin etmediği başını içeri sokan Mr. Bumble, “Haydi Oliver’cığım gel, beyefendiyi bekletmeyelim.” dedi. Bunu söylerken yüzü karardı, tehditkâr bir tavır aldı ve alçak sesle, “Söylediğimi unutma sakın, küçük yaramaz seni!” dedi.
Oliver, aval aval Mr. Bumble’ın yüzündeki, oldukça tezat teşkil eden hitabet üslubuna bakıyordu; ama beyefendi, Oliver’ı, bu hususta herhangi bir mülahazat takdim etmesine mahal bırakmadan hemencecik yandaki odaya götürdü. Odanın kapısı açıktı. Büyük bir odaydı bu, büyük de bir penceresi vardı. Bir kürsü ardında, başı perukalı iki yaşlı bey oturmuştu. Biri gazete okuyordu. Ötekiyse bir çift kaplumbağa kabuğuna benzeyen gözlüğüyle önünde duran küçük bir parşömen kâğıdını inceliyordu. Mr. Limbkins, kürsünün önünde bir tarafta duruyordu; Mr. Gamfield ise yarı yıkanmış yüzüyle, öteki taraftaydı; bir yandan da iki üç bön bakışlı adam, uzun çizmeleriyle aylak aylak dolaşıyorlardı.
Gözlüklü yaşlı bey, parşömen parçası üstünde yavaş yavaş uykuya daldı; Oliver, Mr. Bumble tarafından kürsünün önünde tevakkuf ettirildiğinde kısa bir sessizlik oldu.
“Çocuk bu, Hâkim Bey hazretleri.” dedi Mr. Bumble.
Gazete okuyan yaşlı bey, bir an için başını kaldırdı ve öteki beyi kolundan çekti; bunun üstüne son zikredilen yaşlı bey, uyandı.
“Çocuk bu demek, öyle mi?” dedi yaşlı bey.
“Bu efendim.” diye cevap verdi Mr. Bumble. “Hâkim Bey’e selam ver, çocuğum.”
Oliver, büyük bir gayretle bu emre elinden geldiği kadar itaat etti. Oliver, gözleri hâkimlerin perukalı başlarına takılı, “Acaba…” diyordu. “Bütün hâkimler bu beyaz nesneyle mi doğuyor da hâkim oluyorlar?”
“Pekâlâ.” dedi yaşlı bey. “Herhâlde baca temizlemek hoşuna gidiyordur?”
“Bayılıyor, Hâkim Bey hazretleri.” dedi Mr. Bumble; Oliver, bunun tersini söylemesin diye de bir çimdik attı.
“Demek baca temizleyicisi olacak, öyle mi?” diye sordu yaşlı bey.
“Başka bir mesleğe verecek olsak, o saat kaçar Hâkim Bey hazretleri.” diye cevap verdi Mr. Bumble.
“Ya siz, ustası olacak efendi, siz beyim, ona iyi muamele edecek, yedirip içirecek misiniz, filan falan?” dedi yaşlı bey.
“Bakacağız dedik ya!” dedi Mr. Gamfield inatçı bir tavırla.
“Pek kaba konuşuyorsun dostum ama namuslu, açık kalpli bir adama benziyorsun.” dedi yaşlı bey; gözlüğünü Oliver’ın mükâfatını alacak namzede doğru çevirdi: Taşıdığı şeytanımsı hava, adi, damgalı bir zalimlik makbuzu gibiydi. Ama hâkim, yarı yarıya kör sayılırdı, yarı yarıya da çocuk, bu bakımdan başka insanların yaptıklarını görebilecek kabiliyette değildi.
“Ben de öyleyim sanıyorum efendim.” dedi Mr. Gamfield, pis pis yan gözle bakarak.
“Şüphem yok dostum.” dedi yaşlı bey. Gözlüğünü burnu üstünde daha bir yerleştirdi ve mürekkep hokkasını aramaya başladı.
Oliver’ın mukadderatının düğüm noktasıydı şimdi. Mürekkep hokkası yaşlı beyin sandığı yerde olmuş olsaydı, kalemini batırıp mukaveleyi imzalayacak, Oliver’ı da karga tulumba götürüvereceklerdi. Ama hokka, bir tesadüf eseri, burnunun tam dibinde olduğundan, pek tabi olarak bütün kürsünün üstünü aradı da bulamadı; bu arama tarama ameliyesi esnasında, kazara önüne bakınca bakışları, Oliver Twist’in soluk ve dehşet içindeki yüzüyle karşılaştı. Oliver Twist ise Bumble’ın tehditkâr bakış ve çimdiklerine rağmen, yarı kör bir hâkimin bile yanılamayacağı kadar göze batıcı bir şekilde, dehşet ve korku karışık bir ifadeyle müstakbel efendisinin iğrenç manzarasına bakıyordu.
Yaşlı bey durdu, kalemini bıraktı. Bakışlarını Oliver’dan Mr. Limbkins’e çevirdi; Mr. Limbkins, keyifli keyifli, kendi havasında, enfiye çekmekle meşguldü.
“Yavrum!” dedi yaşlı bey, kürsünün üstüne dayanarak. Oliver bu sesi duyunca ürktü. Bu hareketi mazur görülebilirdi çünkü bu sözler merhametle söylenmişti, garip seslerse insanı korkutur, tir tir titremeye başladı, arkasından da hüngür hüngür ağlamaya.
“Yavrucuğum!” dedi yaşlı adam. “Benzin soluk ve korkmuş bir hâlin var. Nen var?”
“Öte dur hele, mübaşir efendi.” dedi öteki hâkim, parşömen kâğıdını bir yana iterek merakla öne eğildi. “Hadi yavrum, söyle nen var, korkma.”
Oliver diz çöktü, ellerini yalvarır gibi kavuşturdu, bu korkunç adamla göndereceklerine, karanlık hücresine dönmesini, aç bırakmalarını, dövmelerini, hatta hoşlarına gidecekse öldürmelerini bile tercih edeceğini söyledi.
“Ya!” dedi Mr. Bumble; tesir edici bir tavır takınmak için ellerini kaldırdı, gözlerini döndürdü. “Görmüş olduğum en hilekâr, en düzenbaz, en utanmaz, öksüz sensin, Oliver!”
“Dilini tut mübaşir efendi.” dedi ikinci yaşlı bey, Mr. Bumble sıfatları saymasını bitirdikten sonra.
“Bağışlayın, Hâkim Bey hazretleri.” dedi Mr. Bumble, kulaklarının iyi işitip işitmediğinden emin olmak istiyormuş gibi. “Hâkim Bey hazretleri, bana mı hitap buyurdular?”
“Evet, kapat çeneni!”
Mr. Bumble hayret içinde donakaldı. Bir mübaşire çenesini kapatması emrediliyordu! Ahlak alanında bir inkılaptı bu!
Kaplumbağa kabuğuna benzeyen gözlüklü bey, arkadaşına baktı, manalı manalı başını salladı.
“Bu mukaveleyi tasdik etmiyoruz.” dedi yaşlı bey, bu sözlerle birlikte parşömen kâğıdını bir yana fırlatıp attı.
“Ümit ederim ki…” diye kekeledi Mr. Limbkins. “Ümit ederim ki hâkim beyefendiler, sırf bir çocuğun isnatsız şehadetinden, yetkililerin uygunsuz bir harekette bulunduklarını çıkarmazlar.”
“Bu hususta fikir beyan edilmesi için hâkimlere müracaatta bulunulmamıştır.” diye kestirip attı ikinci yaşlı bey.
“Alın götürün çocuğu gerisin geri, ona iyi muamele edin, ihtiyacı var baksanıza.”
O akşam, beyaz yelekli bey, Oliver’ın sadece asılmakla kalmayıp aynı zamanda uzuvlarının da paramparça edileceğinden, son derece emin olduğunu beyan etti. Mr. Bumble, mağmum mağmum, esrarlı esrarlı, başını salladı, “Hayırlısı olur inşallah.” dedi. Bunun üzerine Mr. Gamfield, “Keşke bana gelseydi.” dedi. Bu, mübaşirle her ne kadar birçok hususlarda anlaşıyorduysa da tamamen aksi bir temenni gibi görünüyordu.
Ertesi sabah, Oliver Twist’in kiralık olduğu bir kere daha ilan edildi ve her kim isterse istesin, beş lira verileceği belirtildi.

BÖLÜM 4
OLİVER’A BAŞKA BİR MEVKİ TEKLİF EDİLİYOR. İLK HAYATA ATILIŞI
Büyük ailelerde yetişen çocuklar, iktisapla, miras yoluyla kendilerine bir mevki elde edilemediğinde ekseri denize gönderilirler. Meclis, böyle hakimane ve sıhhatli bir misalden örnek alarak Oliver’ı, hastalıklı bir limana giden küçük bir şilebe koyup göndermek çaresi üstünde istişareye başladı. Bundan daha iyi çare olamazdı; pek muhtemelen, kaptan bir gün akşam yemeğinden sonra eğlenmek için onu öldüresiye dövecek ya da bir demir çubukla beynini dağıtacaktı; bu her iki türlü eğlence, herkesçe bilindiği gibi, bu sınıf beyler arasında pek gözde ve yaygındır. Bu dava, meclis tarafından, bu cihetten ele alındığı vakit, bu hareketin faydaları daha iyi beliriyordu; böylece Oliver için tek çare olarak vakit kaybetmeden denize gönderilmesi düşünüldü.
Mr. Bumble, kimsesiz bir kamarot isteyen bir kaptan bulmak amacıyla, türlü araştırma ve soruşturma yapsın diye gönderildi; vazifesinin sonunda elde ettiği malumatı bildirmek üzere geri dönerken o sırada cenaze levazımatçısı Mr. Sowerberry’yi görmez mi?
Mr. Sowerberry, ince, uzun, iri kemikli bir adamdı, lime lime olmuş siyah bir urbası vardı, aynı renkte yamalı pamuk çorap ve çoraplarına uygun ayakkabılar giymişti.
Yüz çizgileri gülümsemeye müsait değildi ama meslek icabı oldukça latifeci bir tavır takınıyordu. Mr. Bumble’a doğru elastiki adımlarla ilerleyerek, elini hararetle sıkarken, yüzünde, dışarı vurmamış şakacı bir hava vardı.
“Dün gece ölen iki kadının ölçülerini almaktan geliyordum, Mr. Bumble.” dedi cenazeci.
“Er geç zengin olacaksın bu gidişle, Mr. Sowerberry.” dedi mübaşir, başparmağıyla şehadet parmağını cenazecinin uzattığı enfiye kutusuna daldırarak; enfiye kutusu sanatkârane yapılmış küçük bir tabut örneğiydi. “Er geç servet saman sahibi olacaksın, Mr. Sower-berry.” dedi Mr. Bumble bastonuyla dostça adamın omzuna vurarak.
“Ya! Demek öyle düşünüyorsunuz?” dedi; bu vakıanın ihtimalini yarı kabul etmiş, yarı etmemiş gibi.
“Meclisin takdir ettiği fiyatlar pek düşük, Mr. Bumble.”
“Tabutlar da küçük ama.” diye cevap verdi mübaşir, yüksek rütbeli bir memurun gülmesi gerektiği kadar ancak gülerek.
Mr. Sowerberry’nin içini gıcıkladı bu gülüş; bu neticeyi doğurması da gerekti zaten; uzun uzun güldü bir süre. “Ya işte böyle, Mr. Bumble!” dedi sonunda. “Yeni besi sistemi tatbik edildiğinden beri, tabutların eskisine nazaran daha dar ve daha ince olduğundan şüphe yok; ama yine de kâr etmemiz gerek, Mr. Bumble. İyi tavlanmış kereste pahalı nesne beyim; demir tabut sapları da kanal boyunca ta Birmingham’dan geliyor.”
“Eee, ne yaparsın…” dedi Mr. Bumble. “Her ticaretin zor bir tarafı vardır. Vasat bir kazanca müsaade edilir tabii.”
“Elbette, elbette.” dedi cenazeci. “Şunda kazanamazsam, bunda kazanıyorum eninde sonunda ayarlıyoruz işi, hi, hi, hi.”
“Öyle.” dedi Mr. Bumble.
“Bir şey var ki…” diye sözüne devam etti cenazeci, mübaşirin engellemiş olduğu düşünce seline yeniden hız vererek. “Pek büyük bir mahzur var belirtmem gereken, para sıkıntısı çekmeden ferah fahur hayat sürenler ve yıllarca vergilerini verenler, en çabuk büzülenler onlar oluyorlar dükkâna geldiklerinde; Mr. Bumble, şunu da söylemek isterim, insan hesap kitap yapıyor, bir de bakıyor ölçüler uymuyor, böylece beş on santim fark da büyük rol oynuyor, hele insanın geçindirecek bir ailesi varsa.”
Gadre uğramış bir adam tavrıyla bunları söyledikten sonra, Mr. Bumble, bu sözlerin meclise hakaret olabileceğini düşündüğünden, konuyu değiştirmeyi uygun buldu. Aklının en üst köşesinde Oliver Twist olduğu için onu ele aldı.
“Ha…” dedi Mr. Bumble. “Bir oğlana ihtiyacı olan kimse biliyor musun acaba? Bir çırak gibi bir şey, mütevelli cemiyeti vermek istiyor; -idare heyetinin başına bir yük, bir bela- hem müsait şartlarla veriliyor, pek müsait şartlarla.” Mr. Bumble, bu sözleri söylerken bastonuyla tepesindeki ilanı gösterip, “beş lira” yazısının üstüne üç kere vurdu. “Beş lira” dev büyüklüğünde Romen rakamlarıyla yazılmıştı.
“Hay Allah!” dedi cenazeci, Mr. Bumble’ın resmî esvabının kenarı yaldızlı yakasından tutarak. “Ben de size ondan bahsedecektim. Hay Allah! Ne güzel düğme bu böyle, Mr. Bumble! İlk defa görüyorum.”
“Evet, fena değil galiba.” dedi mübaşir, esvabını güzelleştiren koca koca sarı düğmelere gururla bakarak. “Üstündeki resim, idare heyetinin mühründeki resmin aynıdır; yaralıya, hastaya koşan iyi kalpli Samarite’nin resmi. Meclis, onu bana yılbaşı sabahı takdim etti, Mr. Sowerberry. Hatırlıyorum, ilkin, onu kapının önünde ölen müflis tüccarın tahkikatı yapıldığı gün giymiştim.”
“Hatırlıyorum.” dedi cenazeci. “Jüri azaları, soğuğa maruz kaldığı ve yaşamayı gerekli kılan şundan bundan mahrum olduğu için öldü demişlerdi. Değil mi?”
Mr. Bumble başını salladı.
“Ve zannedersem hüküm, muhakemenin hususi bir kararına bağlanmıştı! Demişlerdi ki, eğer yoksullar müfettişi vaktinde…”
“Aman ne saçma şeyler!” diye sözünü kesti mübaşir. “Meclis cahil jüri azalarının mülahazalarına kulak verecek olsaydı, az başı ağrımazdı hani.”
“Pek doğru.” dedi cenazeci. “Çok ağrırdı.”
“Jüri azaları!” dedi Mr. Bumble, kızdığı zamanki gibi bastonunu sıkı sıkı kavrayarak. “Jüri azaları, adi, alçak, serserilerdir.”
“Öyledirler.” dedi cenazeci.
“Ne felsefeden ne de iktisat ilminden anlarlar.” dedi mübaşir, istihzayla parmağını şaklatarak.
“Öyle.” dedi cenazeci.
“Onlardan nefret ediyorum!” dedi mübaşir, yüzü kıpkırmızı olmuştu.
“Ben de.” dedi cenazeci.
“Onun için tarafsız bir jürinin bizde kalmasını isterdim bir iki hafta.” dedi mübaşir. “İdare heyetinin ne büyük bir felsefe, ne doğru bir sistemle hareket ettiğini görürse başka türlü düşünür.” Öfkesi gittikçe kabaran mübaşiri yatıştırmak için, “Neyse bırakın onları siz canım.” dedi Sowerberry.
Mr. Bumble şapkasını çıkardı, astarının içinden bir mendil alarak, gazabının meydana getirdiği teri alnından sildi; şapkasını yeniden taktı ve cenazeciye dönerek daha sakin bir sesle konuştu:
“Neyse… Çocuk hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Ha!” dedi cenazeci. “Biliyorsunuz, epey yoksul vergisi ödüyorum.”
“Hımmm.” dedi Mr. Bumble. “Eeee?”
“Bu bakımdan…” dedi cenazeci. “Yoksullara bu kadar para verdiğime göre, onlardan da aynı miktarda menfaat temin etmeye hakkım var sanıyorum; çocuğu ben alacağım galiba.”
Mr. Bumble cenazecinin kolundan tutarak binaya soktu. Mr. Sowerberry meclisle beş dakika kadar halvet oldu. “Tecrübeye tabi tutmak üzere” Oliver Twist’in o akşam onunla birlikte gönderilmesine karar verildi. “Tecrübe devresi” şu demekti: Yoksullarevi birini çıraklığa verdiğinde kısa bir deneme devresinden sonra, ustası, içine fazla yiyecek tıkmadan yeter derecede çocuktan iş çıkartabildiği takdirde, birkaç yıl müddetle alır, istediğini yapar demekti.
Oliver’cık o akşam beylerin önüne getirildiğinde, o gece her işe koşmak üzere bir tabutçu çırağı olacağı ve durumundan şikâyet edip de bir daha yoksullarevine dönecek olursa boğulmak veya başına bir şey yiyerek kafası parçalanmak üzere, denize gönderileceği bildirildiğinde, Oliver o kadar az bir tepki gösterdi ki, makam oy birliğiyle kaşarlanmış bir küçük yaramaz olduğunu ilan edip Mr. Bumble’a, ortadan kaldırılması için emredildi.
Oysa Oliver, hiç de hissiz değildi, tersine fazla hassastı, gördüğü fena muamele de neredeyse ömrü boyunca aptal ve sarsak olmaya mahkûm etmek üzereydi onu.
Gideceği yönün haberini hiç ses çıkarmadan dinledi; eline bavulu verildi -taşınması pek kolaydı, hepsi on beş santim uzunluğunda on santim kalınlığında bir paketti bu- kasketini gözlerine indirdi; yeniden Mr. Bumble’ın eteğine yapışıp bu yüksek rütbeli memur tarafından işkence sahnesine götürüldü.
Bir süre, Mr. Bumble bir şey söylemeden Oliver’ı sürükleyip götürdü; kilise mübaşiri başını dimdik tutuyordu, tam bir mübaşire yakışır bir şekilde rüzgârlı bir gün olduğu için de küçük Oliver, Mr. Bumble’ın pelerininin savrulan etekleri içinde kayboluyordu; Mr. Bumble, önü açılan pelerininin yeleğini ve pantolonunu açığa çıkardığına memnundu. Varacakları yere yaklaştıklarında mamafih çocuk yeni efendisi tarafından tetkik edildiğinde kusursuz görünmesi için Mr. Bumble gözlerini aşağı çevirdi; bunu tam bir hami havasıyla yaptı.
“Oliver!” dedi, Mr. Bumble.
“Buyurun efendim?” dedi Oliver, alçak ve titrek bir sesle.
“Şu kasketini gözlerinden kaldır hele, kaldır da başını dik tut.”
Oliver istenileni yapmasına ve boş duran eliyle gözlerini silmiş olmasına rağmen, hamisine bakarken yine de yaş vardı gözlerinde. Mr. Bumble, çatık kaşla baktığında yaş damlası yanağından aşağı yuvarlandı, derken bir yaş daha, bir daha. Çocuk bir gayret göstermek istedi ama işe yaramadı. Öteki elini de Mr. Bumble’ın elinden çekerek iki elini yüzüne kapadı, yaşlar çenesinden ve kemikleşmiş parmaklarından dışarı fışkırıncaya kadar ağladı.
“Demek öyle ha!” diye bağırdı Mr. Bumble, durup küçük yüküne kötü kötü bakarak. “Ömrümde gördüğüm en nankör, en edepsiz çocuksun sen Oliver, en…”
“Ne olur yapmayın efendim!” diye hıçkırıyordu Oliver, meşhur bastonu tutan eline sarılarak. “Yapmayın, ne olur yapmayın! Susacağım, valla billa. Küçücük bir çocuğum ben, üstelik…”
“Üstelik?.. Ha, söyle!” dedi Mr. Bumble hayretle.
“Öyle yalnızım ki, yapayalnız.” Ağlıyordu yine. “Herkes benden nefret ediyor. Ne olur, ne olur kızmayın bana efendim.” Çocuk kalbinin üstüne vuruyor, yol arkadaşına bakan yaşlı gözlerinden acı fışkırıyordu.
Mr. Bumble, Oliver’ın bu acıklı ve biçare manzarasına hayret içinde baktı bir süre, boğuk boğuk birkaç kere “Hım…” dedi. “Kahrolasıca öksürük!” hakkında bir şeyler mırıldandıktan sonra, Oliver’a, gözlerini silip susmasını söyledi. Elini yeniden tuttu, sessizce yürümeye devam ettiler.
Kepenklerini henüz kapamış olan cenaze levazımatçısı, Mr.
Bumble içeri girdiğinde kör bir kandil ışığı altında yevmiye defterine bir şeyler geçiriyordu.
“Vay!” dedi cenazeci, gözlerini defterden kaldırıp, sözünün arkasını getirmeden biraz duraklayarak. “Siz misiniz Mr. Bumble?”
“Ta kendisi!” diye cevap verdi kilise mübaşiri. “Çocuk işte, getirdim size.” Oliver eğilerek selam verdi.
“Demek çocuk bu.” dedi cenazeci; Oliver’ı dahi iyi görebilmek için kandili başının üstüne doğru tutarak.
“Mrs. Sowerberry, bir dakikacık buraya gelebilir misin sevgilim?”
Mrs. Sowerberry, dükkânın arkasındaki küçük bir odadan çıkıp kısa boylu, ufak tefek, kara kuru, suyu çekilmiş, hırçın bir kadın manzarası arz etti.
“Sevgilim…” dedi Mr. Sowerberry, hürmetkârane. “Yoksullarevinden gelecek olan çocuk işte burada.” Oliver eğilerek yeniden selam verdi.
“Aman ya Rabb’im!” dedi cenazecinin karısı. “Ne de ufak şey böyle bu!”
“Yalan değil, biraz ufakça.” dedi Mr. Bumble, sanki büyük olmaması çocuğun kabahatiymiş gibi Oliver’ın yüzüne bakarak. “Küçük olmasına küçük ama büyür Mrs. Sowerberry, büyür.”
“Büyür, büyür.” diye cevap verdi hanımefendi huysuz bir edayla. “Bizim yiyeceğimizi, içeceğimizi sömürerek büyür tabii. Yoksullarevinden çocuk almanın iktisadi tarafını anlamıyorum bir türlü; çünkü onları tutmak için değerlerinden fazla sarf etmek gerekiyor. Yine de erkekler, hep kendilerinin doğru düşündüğünü sanırlar. Haydi aşağı, küçük kemik torbası seni.” Cenazecinin karısı, bu sözlerle birlikte, Oliver’ı, bir kapı açıp, dik bir merdivenden aşağı, karanlık, ıslak, taş bir mahzene doğru itti; buraya mutfak diyorlardı ama aslında kömürlüğün giriş yeriydi; içeride, topukları aşınmış ayakkabılı, yamanacak tarafı kalmamış olan mavi yün çoraplı, pasaklı bir kız oturuyordu.
“Hey Charlotte, baksana!” dedi, Oliver’ın arkasından aşağı inen Mrs. Sowerberry. “Şu çocuğa Trip için ayrılan soğuk et parçalarından birazını veriver. Trip sabahtan beri eve uğramadı, yemese de olur, inşallah çocuk onları yemeyecek kadar müşkülpesent değildir. Ne dersin çocuk?”
Et lafı üzerine gözleri parıldayan ve yutmak için içi tir tir titreyen iştah içindeki Oliver, müşkülpesent olmadığını söyledi; bunun üzerine bir tabak dolusu yemek artığı kondu önüne.
Yediği, içtiği, yağlı özlü şeylerin, vücudunda safra hâline geldiği, kanı donmuş, kalbi taşlaşmış bir filozof, keşke orada bulunsaydı da köpeğin bile yemeye tenezzül etmediği bu yemek artıklarına Oliver Twist’in sarılışını görseydi bir. Oliver’ın, et parçalarını açlığın verdiği o büyük vahşetle parçalarken, korkunç açgözlülüğünü görseydi bir. Bunlardan daha da çok istediğim bir şey var; feylesofun bu çeşit bir yemeği aynı iştahla yediğini görmek.
“Tamam.” dedi cenazeci, Oliver akşam yemeğini bitirdiğinde. Bütün bu zaman, sessiz sessiz, dehşet içinde müstakbel iştahını düşünerek Oliver’ın yemek yiyişini seyretmişti. “Bitti mi?”
Çevresinde herhangi yiyecek bir şey olmadığı için Oliver, müspet cevap verdi bu suale.
“Şimdi benimle gel.” dedi Mrs. Sowerberry. Kör bir kandil alarak merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladı. “Yatağın, peykenin altında. Herhâlde tabutların arasında yatmaktan tedirgin olmazsınız öyle değil mi? Olsan da başka yatacak yerim yok ya. Hadi bakalım, bütün gece burada kalacak değilim seninle.” Oliver daha fazla oyalanmadı, kös kös yeni efendisinin ardından gitti.

BÖLÜM 5
OLİVER YENİ ŞERİKLERLE TANIŞIYOR. İLK DEFA OLARAK CENAZE MERASİMİNE GİDİYOR, EFENDİSİNİN İŞİ HAKKINDA PEK LEHTE OLMAYAN BİR BİLGİ EDİNİYOR
Oliver, cenazecinin dükkânında yalnız başına kalınca kandili bir tezgâhın üstüne koyup kendinden büyük birçok kimselerin pek iyi anlayacağı dehşet ve korku içinde ürkek ürkek bakındı. Dükkânın ortasında duran siyah ayaklar üstündeki bitmemiş bir tabut, öyle meşum ve ölümü andırır görünüyordu ki, gözleri kasvetli nesne tarafına seyrettiğinde soğuk bir ürperti duydu; korkunç bir şeklin, ağır ağır içinden başını kaldıracağını ve kendini korkudan deli edeceğini bekliyordu. Duvara dayalı, sıra sıra düzgün olarak aynı biçimde kesilmiş, uzun uzun karaağaç keresteleri vardı; kör ışıkta, elleri pantolonunun cebinde, yüksek omuzlu hayaletleri andırıyorlardı. Tabut üstüne konan levhalar, tahta parçaları, parlak başlı çiviler, siyah kumaş parçaları yerde sürünüyordu; arkadaki duvarda, kocaman bir kapı önünde, nöbet bekleyen, dik yakalı, cenaze başında ağlamak için parayla tutulan, iki kişi vardı; uzakta, dört tane siyah, güçlü kuvvetli at, bir cenaze arabası çekiyordu; canlı bir resimdi. Dükkân kapalı ve sıcaktı. İçerisi tabut kokusuyla doluydu, ot yatağın tıkılmış olduğu peykenin altındaki kuytu yer, mezara benziyordu.
Sadece bu kasvetli duygular değildi Oliver’ı altüst eden. Garip bir yerde yapayalnızdı; en cesurumuzun bile böyle durumlarda nasıl bazen ürperdiğini ve kendini yapayalnız hissettiğini hepimiz biliriz. Ne sevdiği bir dostu vardı çocuğun ne de onu seven biri. Ne esef edeceği birinden ayrı düşmüştü ne de unutamayacağı bir yüz vardı kalbini burkan. Ama yine de buruktu kalbi; dar yatağına sürünerek girdiğinde yatak keşke tabut olsaydı diye düşünüyordu, başı üstünde hafif hafif dalgalanan otlar, uykusunda ninni söyleyen, eski, uzun uzun çalan çan sesi, kilise avlusunda sakin ve ebedî uykusuna yatmış olsaydı.
Oliver, sabahleyin dükkân kapısının tekmelenmesiyle uyandı. Bu tekmeler, elbisesini giyinceye kadar, öfke ve şiddetle yirmi beş kere tekrarlandı. Zinciri açarken tekme kesildi, bir ses duyuldu:
“Kapıyı açsana ulan!” diye bağırdı, kapıyı tekmeleyen bacağa ait ses.
“Şimdi açıyorum efendim.” diye cevap verdi Oliver, zinciri açıp anahtarı çevirerek.
“Yeni çocuk sensin herhâlde, öyle mi?” dedi ses anahtar deliğinden.
“Evet efendim.” diye cevap verdi Oliver.
“Kaç yaşındasın sen bakayım?” diye sordu ses.
“On efendim.” dedi Oliver.
“O hâlde girince dayak atayım sana.” dedi ses. “Görürsün sen, yoksullarevi kardeşim benim, görürsün!” Bu mültefit vaatte bulunduktan sonra, aynı ses ıslık çalmaya başladı.
Bu sözlerin manasını öyle iyi biliyordu ki Oliver, bu ameliyeye pek sık maruz kaldığından, sesin sahibi her kim olursa olsun, sözünü bütün namusuyla yerine getireceğinden zerre kadar şüphesi yoktu. Titrek ellerle sürgüyü çekip kapıyı açtı.
Bir iki saniye sokağın yukarısına doğru baktı, sonra aşağısına doğru baktı, derken yolun üstüne baktı. Anahtar deliğinden kendisine hitap eden meçhul kimsenin ısınmak için birkaç adım uzaklaşmış olacağı zehabına kapıldı; bir kilometre taşı üstüne oturmuş, elinde bir dilim tereyağı sürülmüş ekmek, iştahlı iştahlı yiyen, meccani mektep talebesi bir oğlandan başka kimse yoktu. Ekmek dilimini çakıyla ağzı büyüklüğünde lokmalara ayırıyor, büyük bir hünerle yutuyordu.
“Affedersiniz.” dedi Oliver sonunda, başka bir ziyaretçi zuhur etmediği için. “Siz miydiniz vuran?”
“Bendim tekmeleyen.” diye cevap verdi meccani mektep talebesi.
“Tabut mu istiyordunuz?” diye sordu Oliver saf saf.
Bu sözler üzerine meccani mektep talebesi dehşet ve vahşet içinde baktı, Oliver’ın, mafevkleriyle böyle şakalar yaptığı takdirde, kendisinin tabuta ihtiyacı olacağını söyledi.
“Benim kim olduğumu biliyor musun yoksullarevi çocuğu?” dedi meccani mektep talebesi sözüne devam ederek, tehditkâr bir tavırla taşın üstünden inip.
“Hayır efendim.” dedi Oliver.
“Ben, Mr. Noah Claypole’um…” dedi meccani mektep talebesi. “Ve sen benim emrim altındasın. Kaldır şu kepenkleri bakalım miskin seni!” Bu sözlerle birlikte, Oliver’a bir tekme yapıştırıp büyük bir vakarla dükkâna girdi. Koca kafalı, kuş gözlü, kütük gibi hantal görünüşlü bir delikanlı için durum ne olursa olsun, vakarlı görünmek kolay değildir; ama bütün bunlara bir kırmızı burun ve çil gibi cazibesini arttıran özellikler ilave ederseniz bu daha da zor olur.
Oliver kepenkleri kaldırdı, evin yanındaki küçük bir bahçeye, gündüzün durduğu yere birinci kepengi götürürken ağırlığı altında sendeleyerek bir de cam kırdı; bu ameliyeye Noah da yardım etmek lütfunu esirgemeyip “Güzel bir papara yersin!” der gibi tesellide bulunarak, yardım etmeye tenezzül etti. Mr. Sowerberry çok geçmeden geldi. Hemen ardından da Mrs. Sowerberry. Oliver, Noah’nın müjdelediği paparayı yedikten sonra, kahvaltı etmek üzere delikanlı beyin ardından aşağı indi.
“Noah, yaklaş şöyle ocağa.” dedi Charlotte. “Efendinin kahvaltısından âlâ bir domuz salamı parçası sakladım. Oliver, Mr. Noah’nın ardından kapıyı kapayıver de ekmek tenekesi üstüne koyduğum et parçalarını al. İşte senin çayın; al götür onu şu sandığa, orada iç, çabuk ol ama, dükkâna bakacaksın, anlıyor musun?”
“Anladın mı yoksullarevi çocuğu?” dedi Noah Claypole.
“İlahi Noah!” dedi Charlotte. “Ne tuhaf mahluksun kuzum sen! Çocuğu rahat bıraksana.”
“Rahat mı bırakayım?” dedi Noah. “Herkes yeterince rahat bırakıyor zaten. Ne babası var karışacak ne anası, bütün akrabaları bırakmış onu kendi hâline. Öyle değil mi Charlotte? Hi, hi, hi.”
“Amma da antikasın be!” dedi Charlotte, Noah’nın da katıldığı bir kahkaha tufanı içinde boğuldu; derken ikisi de odanın en soğuk köşesindeki sandığın üstüne oturmuş, titreyen ve kendi için özel olarak ayrılmış olan yemek artıklarını yiyen Oliver Twist’e alaylı alaylı baktılar.
Noah, bir yoksullarevi yetimi değildi, o bir meccani mektep talebesiydi. Âdem ile Havva değildi anası babası, soyu sopu belliydi, yakında bir yerde oturuyorlardı; annesi bir çamaşırcıydı, babasıysa ayyaş, askerin biri, tahta bacağı yüzünden askerden çıkarılmıştı, gündelik de bir iki kuruş maaş bağlamışlardı. Komşu dükkânlarda çalışan çocuklar, uzun zaman kendisiyle “sadaka çocuğu” diye alay etmişlerdi, alçakça sıfatlarla tavsif etmeye kalkışmışlardı onu; Noah ise bütün bunlara ses çıkarmadan tahammül etmişti. Ama talih şimdi zavallı bir yetim çıkarmıştı karşısına, öyle ki en aşağılık biri bile alay edebilirdi onunla, bu yüzden, acısını zevkle ondan çıkarıyordu. Bu düşünmeye değer bir konu. İnsan tabiatının ne kadar güzel olduğunu gösteriyor, aynı güzel huyların en yüksek bir lortta olabileceği gibi bir meccani mektep talebesinde de olabileceğini gösteriyor bu.
Oliver cenazeciye gireli üç hafta, bir ay kadar bir zaman olmuştu. Mr. ve Mrs. Sowerberry -dükkân kapanmıştı- arkadaki küçük odada akşam yemeği yiyorlardı, Mr. Sowerberry hürmetkârane birkaç bakıştan sonra “Sevgilim…” dedi. Daha bir şeyler söyleyecekti ama Mrs. Sowerberry ters ters bakınca sözünü kısa kesti.
“Eee?” dedi Mrs. Sowerberry sert bir tavırla.
“Hiç sevgilim, bir şey yok.” dedi Mr. Sowerberry.
“Kaba herif, sen de!” dedi Mrs. Sowerberry.
Mr. Sowerberry tevazuyla “Beni dinlemek istemezsin belki dedim de. Şey, demek istiyordum…”
“Bana ne söylüyorsun?” dedi Mrs. Sowerberry. “Ben neyim ki, bana sorma lütfen. Sırlarına girmek istemiyorum.” Mrs. Sowerberry bu söz üzerine isterik bir kahkaha attı; bu müthiş bir geleceği müjdeliyordu.
“Ama sevgilim…” dedi Mr. Sowerberry, “senin fikrini sormak istiyordum.”
“Benim fikrimi filan sorma!” diye cevap verdi Mrs. Sowerberry bir poz takınarak. “Git başkasına akıl danış!” Mr. Sowerberry’yi ürküten bir isterik kahkaha daha attı. Bu pek sık görülen ve tavsiye edilen bir muameledir evliler arasında, pek tesirli olur. Bunun üzerine, Mr. Sowerberry, Mrs. Sowerberry’nin duymaya teşne olduğu şeyi söyleyebilmesi için niyaza başladı. Üç çeyrek saatlik bir çekişme sonunda bu izin büyük bir lütufla bahşedildi.
“Sadece küçük Oliver Twist’ten bahsedecektim, o kadar.” dedi Mr. Sowerberry. “Pek güzel bu çocuk, sevgilim.”
“İster istemez. Görmüyor musun ne güzel besleniyor.” dedi.
“Yüzünde bir hüzün ifadesi var sevgilim.” diye sözüne devam etti Mr. Sowerberry. “Pek ilgi çekici bir ifade. Çok güzel matemcilik yapar.”
Mrs. Sowerberry, bir hayret ifadesiyle başını kaldırıp baktı. Mr. Sowerberry bunun farkına vardı, hanımefendisinin müşahedede bulunmasına bırakmadan devam etti:
“Büyük ölüler için, demek istemiyorum sevgilim; sadece çocuklar için. Küçük bir ölü için, bir küçüğün ağlayarak matem tutması, ölçüye pek uygun gelir, sevgilim. Emin ol ki bu fikir fena değil.”
Cenaze alanında pek zevki olan Mrs. Sowerberry, bu fikrin yeniliği karşısında şaşkına dönmüştü ama bu durumda bunu açıktan açığa söylemesi vakarını bozacağından sadece böyle tabii bir fikrin o zamana kadar nasıl olup da kocasının aklına gelmediğini haşince sordu. Mr. Sowerberry, haklı olarak, bunu, teklifine karşı gösterilen rıza olarak tefsir etti; bu yüzden, Oliver’ın bu mesleğin esrarına vâkıf olması için hemen işe başlamasına çabucak karar verildi; böylece efendisinden gelecek sefer hizmet talep edildiğinde onunla birlikte gidecekti.
Bu fırsat gelmekte gecikmedi. Ertesi sabah, kahvaltıdan yarım saat sonra, Mr. Bumble dükkâna geldi; bastonunu peykeye dayayıp cebinden büyük, meşin cüzdanını çıkardı; içinden küçük bir kâğıt parçası alıp Mr. Sowerberry’ye verdi.
“Hımm.” dedi cenazeci, iştahla kâğıda bir göz atarak. “Bir tabut siparişi, öyle mi?”
“İlkin bir tabut, sonra da bir cenaze merasimi.” dedi Mr. Bumble, meşin cüzdanını kayışına bağlayarak. Cüzdanı da kendi gibi pek tombuldu.
“Bayton.” dedi cenazeci, kâğıt parçasından başını kaldırıp, Mr. Bumble’a bakarak. “Hiç işitmedim bu ismi.”
Bumble başını sallayarak cevap verdi:
“İnatçı kimseler, Mr. Sowerberry, pek inatçı. Üstelik de kibirli maalesef.”
“Kibirli ha!” diye bağırdı Mr. Sowerberry istihzayla. “Yok canım. Ee, pes.”
“Aman sormayın, iğrenç bir şey.” dedi mübaşir. “Ahlak kaidelerinden öyle uzak ki, Mr. Sowerberry!”
“Ya, öyle!” dedi cenazeci.
“Bu ailenin varlığından ancak evvelsi gece haberdar olduk.” dedi mübaşir. “Aynı evde oturan bir kadın kötü durumda olan bir kadına bakılsın diye kurula müracaat ederek bir mahalle doktoru gönderilmesini istemeseydi, haberimiz olmayacaktı da. Doktor öğle yemeğine çıkmışmış ama çırağı -çok becerikli bir oğlan- hemencecik bir boya şişesi içine, bir ilaç koyup göndermiş.”
“Ne de çabuk!” dedi cenazeci.
“Sormayın.” dedi mübaşir. “Peki bu asilerin nankörce davranışlarına ne buyurulur? Koca olacak adam, tutmuş ilacın karısının derdine deva olmayacağını söylemiş, kadın da almamış ilacı; ‘Almadı.’ diyor, düşünün bir beyim! İyi, kuvvetli, şifalı bir ilaç, daha geçenlerde iki İrlandalı çiftçiyle, bir kömür hamalında büyük başarı elde edilmişti, daha geçen hafta -boya şişesi içinde bedava gönderilen bir ilaç- ‘İlacı almayacak!” diye haber gönderiyor, düşünün bir!”
Bu vahşet, Mr. Bumble’ın zihninde bütün kuvvetiyle belirdiğinde bastonuyla peykeye vurdu ve öfkeden kıpkırmızı oldu.
“Doğrusu…” dedi cenazeci, “Ömrümde…”
“Ben de!” diye bağırdı mübaşir. “Kimse görmemiştir böylesini ama artık öldü, gömmemiz gerekiyor şimdi; talimat da burada, ne kadar çabuk halledersek o kadar iyi.”
Bu sözlerle Mr. Bumble, o heyecanın verdiği ateş içinde ilkin şapkasını ters giydi, sonra da dükkândan fırlayıp çıktı.
“Pek kızgın, Oliver; seni sormayı bile unuttu!” dedi Mr. Sowerberry, yoldan aşağı uygun adımlarla giden mübaşirin arkasından bakarak.
“Öyle efendim.” dedi Oliver; bu müzakere esnasında görünmemeye dikkat etmişti; Mr. Bumble’ın sesini duyması yetmişti onu baştan aşağı titretmeye. Mamafih Mr. Bumble’ın bakışından kaçmasa da olurdu; beyaz yelekli beyin kehanetinin üstünde derin iz bırakmış olduğu bu memur, cenazecinin Oliver’ı tecrübe devresine almış olduğundan ve adamın yedi yıl müddetle Oliver’ı kabul etmesi kesinleşinceye kadar çocuğun yoksullarevine dönme tehlikesi kanunca ve bilfiil bertaraf edilinceye dek Oliver’dan söz etmemeyi tercih etmişti.
“Pekâlâ.” dedi Mr. Sowerberry şapkasını alarak. “İş ne kadar çabuk yapılırsa o kadar iyi. Noah dükkâna sahip ol. Oliver, şapkanı al, benimle gel.”
Oliver itaat etti ve mesleki vazifesini ifa etmek üzere efendisinin arkasından gitti. Şehrin kesif nüfuslu kısımlarından bir süre yürüdüler, derken o zamana kadar geçmiş oldukları sokaklardan daha pis ve sefil dar bir sokağa girdiler, söz konusu olan evi bulmak için bakınmaya başladılar. Evler iki tarafta da yüksek ve büyüktü ama hepsi de kağşamıştı, en yoksul sınıf buralarda otururdu. Kolları kavuşuk iki büklüm vücutlar, ara sıra peydah olan sefil manzaralı tek tük erkek ve kadın ayrıca delil teşkil etmeseydi bile bu evlerin ihmal edilmiş oldukları belliydi. Bu evler dizisinin çoğunun cephelerinde dükkânlar vardı ama kapalıydı bu dükkânlar, baştan başa küf kaplıydı; sadece üst katlarda oturuluyordu. Eskilikten ve çürümeden dolayı tehlike arz eden bazı evler, sokağa çökmesin diye, bir uçları sokağa sıkı sıkı dikilmiş, duvarlar boyunca yükselen, koca koca kalaslarla desteklenmişti. Ama bu harap inler bile, evsiz barksız birkaç serserinin gecelediği yerler olmuştu; kapı ve pencere yerini kaplayan, kaba kerestelerin çoğu, yerlerinden sökülmüş, bir insan vücudunun geçeceği kadar delik açılmıştı. Bu inin içerisi leş gibiydi. Orada burada çürümüş ve tefessüh etmiş farelerin bile temsil ettiği açlık korkunç bir manzara arz ediyordu.
Oliver’la efendisinin önünde durduğu açık kapıda ne tokmak vardı ne zil; böylece cenazeci karanlık koridordan el yordamıyla dikkatle geçerek, Oliver’ın korkmadan arkasından gelmesini söyleyerek, merdivenin ilk kısmını çıktı. Sahanlıkta karşısına çıkan kapıya vurdu.
Kapı, on üç on dört yaşlarında bir kız tarafından açıldı. Cenazeci, söz konusu olan evin o olduğunu gösteren şeyi derhâl gördü. İçeri girdi, arkasından da Oliver.
Odada ateş yoktu; boş sobanın başında duran erkek, durmadan inip kalkıyordu olduğu yerde. Bir de yaşlı kadın vardı, soğuk sobanın başına alçak bir sandalye çekmiş, onun yanında oturuyordu. Bir başka köşede paçavralar içinde birkaç çocuk vardı; kapının karşısındaki, küçük kuytu köşede, yerde, eski püskü bir battaniyeyle örtülü bir şey yatıyordu. Oliver oraya doğru baktığında korkuyla titredi, ister istemez efendisine sokuldu; üstünün örtülü olmasına rağmen, çocuk onun ceset olduğunu fark etmişti.
Erkeğin yüzü ipince, sopsoluktu, saçı sakalı kurşuniydi, gözleri kan çanağı gibiydi. İhtiyar kadının yüzü buruş buruştu; kala kala iki dişi kalmıştı ağzında, onlar da alt dudağından dışarı fırlamıştı; gözleri pırıl pırıl yanıyor, bakışları değdiği yeri deliyordu. Oliver, kadına da erkeğe de bakmaktan korkuyordu. Dışarıda görmüş olduğu farelere öyle benziyorlardı ki.
Cenazeci kuytu köşeye doğru ilerlemeye başlayınca, erkek “Kimse yaklaşamaz ona!” diye bağırdı vahşice atılıp. “Çekil oradan! Allah belanı versin senin, çekil yoksa karışmam!”
“Saçmalamayın dostum.” dedi cenazeci, sefaletin her türlüsüne iyiden iyiye alışıktı. “Saçmalamayın.”
“Beni dinle!” dedi adam, ellerini kenetleyerek öfkeyle ayağını yere vurup. “Toprağa gömdürmem onu. Rahat edemez orada; kurtlar rahat vermez, yiyecek demiyorum, çünkü yenecek yeri kalmadı zaten, eriyip gitti.”
Cenazeci bu hezeyana karşı bir cevap vermek lütfunda bulunmadı; cebinden bir şerit çıkarıp cesedin yanına çöküverdi.
“Ah!” dedi adam hıçkırarak, ölü kadının ayak ucunda diz çöktü. “Çökün, diz çökün, hepiniz çökün çevresinde, hepiniz. Anlıyor musunuz? Açlıktan öldü zavallı. Ateşleninceye kadar durumunun kötülüğünü anlayamadım; derken kemikleri derisinin altından görünmeye başladı. Ne ateş vardı ne mum, karanlıkta öldü, karanlıkta! Çocuklarının yüzlerini bile görmeden, sadece nefes nefese adlarını söyledi, o kadar. Sokaklarda onun için dileniyordum, tutup beni hapse attılar. Döndüğümde ölmek üzereydi; kalbindeki bütün kanı kurudu, onu açlıktan öldürdüler. Bunu gören Tanrı’nın huzurunda yemin ederim ki, açlıktan öldü!” Elleriyle saçlarını hapazlayarak, avazı çıktığı kadar çığlık ata ata yerde kıvranmaya başladı. Gözleri sabit bakıyordu, dudakları köpük içindeydi.
Dehşet içindeki çocuklar, acı acı ağlıyorlardı; ama şimdiye kadar bütün olup bitenlere tamamıyla sağır gibi davranan yaşlı kadın, sessiz durmaları için hâlâ yerde yatmakta olan adamın boyun bağını çözüp, sendeleyerek cenazeciye doğru ilerledi.
“Kızımdı.” dedi yaşlı kadın, başıyla cesedi göstererek; böyle bir yerdeki bir ölünün varlığından daha dehşet saçan bir budala bakışıyla. “Ya Rabb’im, ya Rabb’im! Ne acayip! Onu doğuran ben, onu doğurduğumda kadın olan ben, şimdi hayatta olayım, canlı olayım da o orada yatsın! Sopsoğuk, kaskatı; sahne oyunu gibi bir şey bu; tıpkı bir oyun!”
Zavallı mahluk, korkunç bir neşe içinde mırıldanmaya, kıkırdamaya başlayınca cenazeci çıkıp gitmek üzere döndü.
“Dur, dur hele!” dedi yaşlı kadın, yüksek sesle bir fısıltı çıkararak. “Yarın mı gömülecek, öbür gün mü, yoksa bu gece mi? Gömülmeye hazırlayacağım onu, biliyorsunuz benim de yürümem gerek, büyücek bir manto gönderin bana, sıcak tutsun şöyle, çünkü çok soğuk. Gitmeden, kekle şarap da almalıyız! Neyse aldırma; biraz ekmek gönder sen, bir somun ekmek de işi görür, bir fincan da su. Ekmek yiyelim mi sevgilim?” dedi iştahla, cenazeci kapıya doğru hareket ettiğinde paltosuna yapışarak.
“Olur, olur.” dedi cenazeci. “Elbette, ne arzu ederseniz.” Yaşlı kadından kurtuldu, arkasından Oliver’ı çekerek acele acele çıkıp gitti.
Ertesi gün -bu arada, Mr. Bumble’ın kendisi tarafından bırakılmış olan bir parça ekmek ve bir parça peynirle ailenin yardımına koşulmuştu- Oliver’la efendisi, o sefil malikâneye döndüler: Mr. Bumble gelmişti, yanında da yoksullarevinden iki adam vardı, ölüyü taşıyacaklardı. İhtiyar kadınla, erkeğin paçavraları üstüne birer eski, siyah palto atılmıştı; çıplak tabut, çivilendikten sonra, taşıyıcılar tarafından omuzlar üstüne kaldırıldı ve sokağa çıkarıldı.
“Tabanları yağla bakalım, ihtiyar!” diye fısıldadı Mr. Sowerberry, kadının kulağına. “Epey geciktik, Papaz Efendi’yi bekletmek doğru olmaz. Haydi bakalım çocuklar, mümkün olduğu kadar çabuk!”
Böyle emir alan taşıyıcılar, hafif yüklerinin altında hızlı hızlı yürümeye başladılar; iki matemciyse mümkün olduğu kadar onlara sokuluyordu. Mr. Bumble ile Mr. Sowerberry önde, epey hızlı ilerliyorlardı; bacakları efendisininki kadar uzun olmayan Oliver’sa efendisinin yanında koşuyordu.
Mamafih Mr. Sowerberry’nin tahmini hilafına, acele etmeye lüzum yoktu pek; mezarların bulunduğu, ısırganların ürediği kilise bahçesinin karanlık köşesine vardıklarında, kilise azaları daha gelmemişti; ufak odada, ateş başında oturmakta olan memura bakılırsa Papaz Efendi’nin gelmesinin bir saat kadar sürebileceğinin hiç de gayrimuhtemel olmadığını düşünür gibiydi. Tabutu mezarın kenarına koydular; iki matemci, ıslak toprak üstünde sabırla beklemeye başladı, buz gibi bir yağmur çiseliyordu, manzaranın kilise bahçesine cezbettiği paçavralar içindeki çocuklarsa mezar taşları arasında, gürültü çıkararak saklambaç oynuyorlardı; sonra da eğlencelerine çeşni vermek için tabutun üstünden ileri geri atlayıp duruyorlardı. Kilise memurunun şahsi arkadaşı olan Mr. Sowerberry ile Bumble, kendisiyle birlikte oturmuş gazete okuyordu.
Sonunda, bir saat kadar bir zaman geçtikten sonra, Mr. Bumble ve Sowerberry ve memur, mezara doğru koştular. Tam o sırada Papaz Efendi belirdi; hem yürüyor hem cübbesini giymeye çalışıyordu. Mr. Bumble, vaziyeti kurtarmak için bir iki çocuğa sille tokat savurdu ve Aziz Papaz Efendi dört dakikaya sıkıştırılabilecek kadar ölü gömme duası okuduktan sonra, cübbesini memura verip, çekip gitti.
“Haydi Bill!” dedi Sowerberry, mezar kazıcıya. “Doldur bakalım toprağı!”
Zor iş değildi; çünkü mezar öyle doluydu ki, en üstteki tabut, toprağın yüzünden birkaç karış aşağıdaydı. Mezar kazıcı, kürekle toprak atıp ayaklarıyla bastırdı. Küreğini omzuna vurdu, yürümeye koyuldu, eğlencenin bu kadar çabuk bittiğinden mırıltıyla şikâyet ederek arkasından gitti.
“Haydi azizim!” dedi Bumble, adamın sırtına hafifçe vurarak. “Bahçeyi kapayacaklar.”
Mezar başında yer aldığından beri, hiçbir harekette bulunmayan adam kımıldadı, başını kaldırıp kendisine hitap eden adama baktı, ileri doğru birkaç adım attı ve düşüp bayıldı. Deli ihtiyar kadın (cenazecinin çoktan almış olduğu) mantosunu aramakla öyle meşguldü ki, ona dikkat edecek hâli yoktu; böylece adamın üstüne bir teneke soğuk su boşalttılar. Kendine gelince sağ salim kilise bahçesinden çıkarıp kapıyı kapadılar, her ikisi de yoluna gitti.
“İşte böyle Oliver.” dedi Sowerberry eve dönerlerken. “Hoşuna gitti mi bakalım?”
“Epey gitti efendim, teşekkür ederim.” dedi Oliver epey bir tereddütten sonra. “Ama pek de değil efendim.”
“Çok geçmeden alışırsın Oliver.” dedi Sowerberry. “Alıştın mı bir kere, bitti gitti demektir.”
Oliver, “Mr. Sowerberry’nin bu alışması acaba ne kadar sürdü?” diye düşünüp duruyordu. Ama sual sormaktan çekindi; dükkâna yürümekle yetindi, gördüklerini, duyduklarını düşünmek yetiyordu ona.

BÖLÜM 6
OLİVER, NOAH’NIN KENDİNİ ALAYA ALMASI ÜZERİNE HAREKETE GEÇİYOR. BU HAREKETİ EPEY ŞAŞKINLIK YARATIYOR
Bir aylık deneme süresi bitince Oliver resmen çırak olmuştu. Tam hasta mevsimiydi ticari terimiyle; tabutlar, kapakları açık, bekliyordu; birkaç hafta içinde, Oliver büyük tecrübe sahibi oldu. Mr. Sowerberry’nin dâhiyane fikri, ümit edildiğinden de fazla bir başarı kazanılmasına sebep olmuştu. Oranın en eski yerlileri bile, kızamığın hiç bu kadar yaygın olduğunu görmediklerini, bu kadar çocuk kırıp geçirdiğini hatırlamadıklarını söylüyorlardı; şehirdeki bütün annelerin, tarifi gayrikabil hayranlık ve heyecanı huzurunda, dizlerine dek inen şapka şeridiyle, Oliver’ın başta gittiği matem kafilelerinin sayısı pek çoktu. Sapına kadar bir cenazeci olması için elzem olan vakarı ve sinir hâkimiyetini iktisap edebilmesi için Oliver, efendisinin peşinden, büyük ölülerde de bulunmak üzere gittiği için bazı kuvvetli zekâ sahibi kimselerin felaket imtihanlarını ve kayıplarını, o güzel tevekkül ve metanetlerini, müşahede etmek için birçok fırsat geçmişti eline.
Mesela halkın tam ortasındayken bile acısını tutamayacak derecede olan ve ölmeden önceki hastalığı boyunca, bir türlü teselli bulmak bilmeyen bir sürü yeğenlerin çevresini sardığı ihtiyar, zengin bir hanım veya beyin ölümü için Mr. Sowerberry sipariş aldığında aralarında mümkün olduğu kadar mesut olurlar, onları rahatsız edecek hiçbir şey olmamış gibi neşeli neşeli serbestçe çene çalarlardı. Kocalar da karılarının kayıplarını kahramanca bir sakinlikle karşılarlardı. Kadınlar, matem kıyafeti içinde, acı çekmek şöyle dursun, sanki mümkün olduğu kadar yaraşıklı ve cazibeli görünmeye karar vermişler gibi, kocaları için matem elbiseleri giyerlerdi. Defin merasimi esnasında acıyla kıvranan beyler ve hanımları eve döner dönmez sakinleşiyor ve çay içme daha sona ermeden iyicene rahatlıyorlardı. Bütün bunlar pek hoştu, bunları görmek insanı olgunlaştırıyordu; Oliver bunları büyük hayranlıkla seyrediyordu.
Bu iyi kimselerden örnek alarak Oliver Twist’in tevekkül kazanıp kazanmadığını, her ne kadar hayatını yazıyorsam da tam bir emniyetle beyan etmeyi üstüme alamam; ama kesin olarak söyleyebileceğim bir şey var, aylarca Noah Claypole’un hâkimiyeti ve kötü muamelesine boyun eğdi. Noah, Oliver’a eskisinden daha kötü muamele ediyordu çünkü kendisi eski kıyafetinde kalmış, daha dünkü Oliver, terfi edip güzel urbalar giymişti; kıskanıyordu onu; Noah kötü muamele ettiği için, Charlotte da kötü davranıyordu ona karşı; Mr. Sowerberry’yi Oliver’ın dostu olmaya hazır bir durumda gören Mrs. Sowerberry ise başdüşmandı; böylece bir yanda bu üç kişi, öte yanda cenaze merasimi bolluğu, Oliver, yanlışlıkla bir bira fabrikasında arpa ambarına kapatılan, aç bir domuzun durumundaydı.
Şimdi, Oliver’ın hayat hikâyesindeki pek önemli bir yere geliyorum, bir hadise anlatmam gerek, öyle bir hadise ki, belki görünüşte değersiz ve önemsiz ama bu hadise, dolaylı olarak Oliver’ın bütün gelecekteki plan ve hatt-ı harekâtını madden değiştirecektir.
Bir gün Oliver’la Noah -boynun en kötü tarafından bir buçuk librelik- küçük bir et parçasını afiyetle yemek üzere, her zamanki yemek saatinde mutfağa indiklerinde Charlotte o sırada dışarı çağırıldığı için kısa bir zaman yalnız kaldılar; Noah Claypole aç ve kötü niyetli olduğu için zamanını Oliver Twist’i kızdırmak ve ona eziyet etmekten daha faydalı bir şeye vakfedemeyeceğini düşündü.
Bu saf eğlence üzerine dikkatini teksif ederek, Noah ayaklarını masa örtüsünün üzerine koydu; Oliver’ın saçını çekti; kulağını çekti ve “sinsi, korkağın biri” olduğunu söyledi üstelik, üstelik bir de Oliver asıldığı zaman, o arzu edilen şey vuku bulduğu zaman, gelip görmek niyetinde olduğunu da beyan etti, kötü niyetli, ahlaksız bir meccani mektep talebesi gibi daha bir sürü can sıkıcı başka konulara geçti. Ama bu eşek şakalarının hiçbirinin Oliver’ı ağlatmadığını görünce Noah daha ileri gitti: Yani, kendinden çok daha kıt akıllıların alay etmek için başvurduğu çareye başvurdu. Biraz daha laubalileşmek istedi.
“Yoksullarevi çocuğu!” dedi. “Annenden ne haber?”
“Öldü.” dedi Oliver. “Onu bir daha ağzına alayım deme, yoksa karışmam ha!”
Bunu söylerken kıpkırmızı olmuştu Oliver, sık sık nefes alıyordu, ağzı, burun delikleri, tuhaf tuhaf titremeye başlamıştı; Mr. Claypole bunun bir ağlama krizi başlangıcı olduğunu çaktı, bunun üzerine yeniden saldırmaya başladı.
“Annen neden öldü yoksullarevi çocuğu?” dedi Noah.
“Birkaç ihtiyar hasta bakıcının dediğine göre, kalp kırıklığından ölmüş.” dedi Oliver; bunu Noah’ya değil, kendine söylüyordu sanki. “Biliyorum sanırım, kalp kırıklığından nasıl ölünebileceğini!” diye de ilave etti.
O sırada, Oliver’ın yanağından bir damla yaş yuvarlandığını gören Noah “Vay, vay, vay!” dedi. “Ne dokundu böyle yine?”
“Herhâlde sen değil.” dedi Oliver, acele acele gözyaşını silerek. “Sen, sanma.”
“Ben değil demek ha!” diye acı acı güldü Noah.
“Hayır, sen değil!” diye cevap verdi Oliver birden. “Bırak! Yeter artık bir söz daha istemiyorum annem hakkında, yoksa karışmam ha!”
“Karışmazsın demek!” diye bağırdı Noah. “Vay canına, karışmıyormuş be! Yoksullarevi çocuğu, küstahlaşma! Annen pek sağlam pabuç değilmiş.” Böyle diyerek Noah, manalı manalı başını salladı, küçük kırmızı burnunu, adalelerinin büzebileceği kadar büzdü.
Oliver’ın sessizliğinden cesaret alarak, yapma, acıklı bir tavırla, “Sen de bilirsin yoksullarevi çocuğu.” diye devam etti Noah. “Sen de bilirsin, artık bir şey gelmez ki elden! Hoş, o zaman da yapılacak bir şey yoktu ya zaten. Yazık, hepimiz acıyoruz sana. Hem de çok acıyoruz. Ama yine de annenin kötü karının biri olduğunu bilmen gerek.”
“Ne dedin?” dedi Oliver birden, gözlerini yukarı kaldırıp.
“Bayağı kötü kadının biriymiş işte.” dedi Noah istifini bozmadan. “Doğrusu tam zamanında ölmüş. Ölmeseydi ya hapiste imanı gevrer ya da sürülürdü ya da ipe çekilirdi. Öyle değil mi?”
Öfkeden kıpkırmızı, ayağa sıçradı Oliver; iskemleyi, masayı devirdi; Noah’nın gırtlağına yapıştı, dişleri kafasının içinde sallanıncaya kadar öfkesinin şiddetiyle sarstı başını, derken olanca gücünü toplayıp yere deviriverdi Noah’yı.
Bir dakika önce sessiz, mahzun, kendi hâlindeki çocuk, bu kötü muamele karşısında başkaldırmıştı sonunda; ölmüş annesine yapılan hakaret, kanını beynine sıçratmıştı. Göğsü, bir kalkıp bir iniyordu, dimdik duruyordu. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu; bütün kişiliği değişmişti; şimdi ayakları dibine diz çökmüş duran başının belasına, cam gözlerle bakıyor ve şimdiye dek görmediği bir güçle ona meydan okuyordu.
“Öldürecek beni!” diye kekeledi Noah. “Charlotte! Hanım! Baksanıza! Yeni çocuk beni öldürüyor! İmdat! İmdat! Oliver delirdi, Charlotte!”
Noah’nın haykırışlarına Charlotte’un haykırışı cevap verdi, arkasından da Mrs. Sowerberry’nin çığlığı; Charlotte, bir yan kapıdan mutfağa daldı, ötekiyse daha aşağı inmenin insan hayatının bekasına bir engel teşkil etmediğine iyicene güven getirinceye dek merdivenin sahanlığında kalakaldı.
“Seni gidi küçük serseri seni!” diye çığırdı Charlotte, iyi antrenman görmüş güçlü kuvvetli bir erkeğin kuvvetiyle Oliver’ı yakalayarak. “Seni gidi küçük nankör seni! Seni gidi katil seni! Seni gidi iğrenç mahluk seni!” Her cümle sonunda Charlotte, Oliver’a vuruyordu, amme menfaati için de her vuruşta bir çığlık atıyordu.
Charlotte’un eli ağırdı ama Mrs. Sowerberry bunun Oliver’ın gazabını yatıştıramayabileceğini düşünerek mutfağa dalıp yardıma yetişti, bir eliyle çocuğu tutuyor, ötekiyle de tırmık atıyordu.
Bu müsait durumdan bilistifade, Noah yerinden kalkıp Oliver’ın kıçına bir tekme indirdi. Bu talim uzun müddet süremeyecek kadar şiddetliydi. Hepsi yorulup da saç baş yolamayacak hâle gelince Oliver’ı tuttular, bağırıp çağırmasından, mücadele etmesinden korkmayarak bir kömürlüğe kapayıp kilitlediler. Bu iş bittikten sonra, Mrs. Sowerberry kendini bir sandalyenin üstüne bırakıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Aman ya Rabb’im! Kadıncağız hıkkadak gidiverecek!” dedi Charlotte. “Bir bardak su, Noah yavrum, çabuk.”
Noah’nın, başından boca ettiği kâfi miktarda suyun altında soluk soluğa konuşmaya çalışarak, “Ah Charlotte, uyurken yatağımızda öldürülmediğimize şükredelim.” diyordu Mrs. Sowerberry.
“Şükredelim hanım.” dedi Charlotte. “İnşallah bu bir ders olur da efendiye, bir daha böyle yaradılıştan cani ve haydut ruhlu korkunç mahlukları almaz. Zavallı Noah’cık, ben içeri girdiğimde ölmek üzereydi.”
“Zavallıcık!” dedi Mrs. Sowerberry, acıklı acıklı meccani mektep talebesine bakarak.
Birkaç yapmacık gözyaşı ve burun çekme doğuran bu acıklı davranışla, yeleğinin üst düğmesi Oliver’ın başının tepesiyle hemen hemen aynı seviyede olan Noah, bileklerinin içiyle gözlerini sildi.
“Şimdi ne yapacağız?” diye bağırdı Mrs. Sowerberry. “Efendi evde değil, başka erkek de yok, on dakika geçmeden tekmeyle kırar kapıyı.” Mevzubahis olan keresteye Oliver’ın kuvvetli dalışları bunun vuku bulmasının pek muhtemel olduğunu gösteriyordu.
“Aman ya Rabb’im! Ne yapsak acaba?” dedi Charlotte. “Polis mi çağıralım?”
“İsterseniz jandarma çağıralım.” diye teklifte bulundu Mr. Claypole.
“Olmaz, olmaz.” dedi Mrs. Sowerberry. Oliver’ın eski dostu gelmişti aklına. “Mr. Bumble’a koş, Noah! Hemen gelmesini söyle, bir dakika bile oyalanmasın, şapkanı almana hacet yok! Çabuk koş, haydi! Koşarken de yolda gözüne çakının yüzünü yapıştır da şişmesin!”
Noah cevap vermek için vakit kaybetmedi, olanca hızıyla fırladı dışarı; gözünde çakı, başı açık, gelişigüzel sokaklara saparak koşan bu çocuğu görmek, gezintiye çıkmış halkı şaşırtıyordu.

BÖLÜM 7
OLİVER SERKEŞLİĞE DEVAM EDİYOR
Noah Claypole var süratiyle sokaklar boyunca koştu, bir kere bile nefes almak için durmadı yoksullarevinin kapısının önüne varıncaya dek. Hıçkırıklarını tutmak, gözyaşlarıyla dehşet saçan haşmetli görünüşüne bir çekidüzen vermek için kapıda bir iki dakika durduktan sonra yumruklamaya başladı kapıyı; kapıyı açan yoksul ihtiyara, o kadar elemli bir yüz takdim etti ki, en iyi zamanlarında dahi elemli yüzlerden başka bir yüz görmeyen yoksul bile, hayret içinde geri geri çekildi.
“Ne oldu sana böyle?” diye sordu ihtiyar yoksul.
“Mr. Bumble! Mr. Bumble!” diye bağırdı Noah, felaket havası vermeyi pek iyi beceriyordu. Öyle telaşla, öyle yüksek sesle bağırmıştı ki, sesler tesadüfen oralarda bulunan Mr. Bumble’ın kulağına gelmekle kalmayıp kendisini öyle bir telaşa düşürmüştü ki, başına üç köşeli şapkasını giymeden -bu pek acayip ve kayda değer bir hadiseydi- dışarı fırladı. Bu hareketiyle bir mübaşirin bile, ani ve güçlü bir tesir karşısında, nefsine hâkim olmamanın kısa bir ziyaretiyle ve şahsiyetinin vakarını unutarak mağdur olabileceğini göstermiş oldu.
“Mr. Bumble efendim!” dedi Noah. “Oliver efendim, Oliver…”
“Ne? Ne diyorsun?” dedi Mr. Bumble, madenî gözlerinde bir neşe ışığı parlamıştı. “Kaçmadı ya! Kaçmadı ya Noah?”
“Hayır efendim, hayır. Kaçmadı efendim ama şeytan oldu.” dedi Noah. “Beni öldürmeye kalktı efendim, sonra Charlotte’u, derken hanımefendiyi. Aman neler çektik neler, efendim.” Bu sırada Noah balık gibi vücudunu büküyor, kıvırıyor, çektiklerini temsil ediyor, Mr. Bumble’a, Oliver’ın şiddetli ve kanlı buhranı sonucu almış olduğu ve hâlen ızdırapların en acı vericisini çekmesine sebep olan içten aldığı yarayı anlatmak istiyordu.
Noah, verdiği haberin Mr. Bumble’ı tamamıyla felce uğrattığını görünce daha da arttırdı yakınmasını, eskisinden on misli fazla çığırarak yaralarını ilan etmeye başladı; o sırada avluyu geçmekte olan beyaz yelekli beyi görünce hâline acıması için dikkatini çekmeyi haklı olarak uygun görüp iniltilerini daha bir facia hâline soktu. Beyin dikkati hemencecik çekildi; üç adım atmamıştı ki öfkeyle dönüp küçük köpeğin ne diye uluduğunu ve Mr. Bumble’ın bu avaz avaz çığırışı ne diye lütfedip akim bırakmadığını sordu.
“Meccani bir mektep talebesi zavallıcık.” dedi Mr. Bumble. “Az kalsın öldürülüyormuş, ramak kalmış efendim, Oliver Twist’in…”
“Vay canına!” diye bağırdı beyaz yelekli bey, olduğu yerde donakalıp. “Biliyordum zaten; ta baştan beri, şu küstah, yabani çocuğun, asılacağına dair bir hissikablelvuku vardı içimde!”
“Aynı şekilde hizmetçi kadına da saldırmış efendim.” dedi Mr. Bumble, benzi atmış, kül rengi olmuştu.
“Hanımefendiyi de.” diye ilave etti Mr. Claypole.
‘Efendisini de demiştin galiba değil mi Noah?” dedi Mr. Bumble.
“Hayır, o yoktu, olsaydı onu da öldürürdü, onu da öldüreceğini söyledi.”
“Demek öldüreceğini söyledi ha?” diye sordu beyaz yelekli bey.
“Evet efendim.” diye cevap verdi Noah.
Üç köşeli şapkasını ve bastonunu sahibini tatmin edecek bir şekilde ayarladıktan sonra, Mr. Bumble, Noah Claypole ile tabanları yağlayıp cenaze levazımatçısının dükkânına doğru yola koyuldular.
Orada, durumda bir ilerleme kaydedilmemişti. Sowerberry dönmemişti daha. Oliver’sa aynı güçle kömürlüğün kapısını tekmelemekteydi. Mrs. Soweberry ve Charlotte’un hikâye ettikleri şeyler, öyle korkunç cinstendi ki, Mr. Bumble kapıyı açmadan önce bir müzakere yapmayı uygun gördü.
Bu amaçla, söze girmek üzere, dışarıdan bir tekme attı; sonra ağzını anahtar deliğine uydurarak, derin ve tesir edici bir sesle “Oliver!” dedi.
“Açın diyorum size!” diye cevap verdi Oliver içeriden.
“Bu sesi tanıdın mı Oliver?” diye sordu Mr. Bumble.
“Evet.” diye cevap verdi Oliver.
“Korkmuyor musun bu sesten, küçük bey? Sesimi duyunca tir tir titremiyor musun?” dedi Mr. Bumble.
“Hayır!” dedi Oliver cesurca.
Beklediğinden ve şimdiye dek duymaya alıştığından bambaşka bir cevapla karşılaşınca Mr. Bumble afalladı. Anahtar deliğinden geri çekildi; şöyle bir doğruldu, şaşkınlık içinde üç seyircisine bir bir baktı.
“Çocuk delirdi Mr. Bumble, başka hiçbir şey değil.” dedi Mrs. Sowerberry. “Aklının bir nebzesi yerinde kalmış olsaydı, sizinle böyle konuşmazdı.”
“Delilik değil bu hanımefendi.” dedi Mr. Bumble, bir süre derin derin düşündükten sonra. “Et bu!”
“Ne!” diye bağırdı Mrs. Sowerberry.
“Et hanımefendi, et!” diye cevap verdi Mr. Bumble, sözünün üstünde durarak. “Fazla beslemişsiniz hanımefendi. O durumdaki bir kimseye yakışmayacak bir şekilde içinde suni bir ruh ve zihin yaratmışsınız. Pratik feylesofların teşkil ettiği meclisin de fikri bu olacaktır. Yoksullara, ruh, zihin ne gerek! Vücutlarını yaşatmamız yetmez mi ki! Pirinç çorbasıyla beslemeye devam etseydiniz böyle olmazdı.”
“Aman ya Rabbi!” diye çığırdı Mrs. Sowerberry, gözlerini dindar bir tarzda mutfağın tavanına doğru kaldırarak. “Bakın, cömert davranış neler getiriyor insanın başına!” Kimsenin yemeyeceği artık yemeklerdi Mrs. Sowerberry’nin cömertliği; bu bakımdan Mr. Bumble’ın ağır ithamı altında boyun eğmesinde epey bir alçak gönüllülük ve fedakârlık vardı. Doğrusu bu ithamdan tamamıyla uzaktı Mrs. Sowerberry; ne böyle bir şeyi aklından geçirmiş ne bir şey söylemiş ne de böyle bir harekette bulunmuştu.
“Ha!” dedi Mr. Bumble, hanımefendi gözlerini yeniden yere indirdiğinde. “Şimdi yapılacak tek şey, bana kalırsa açlıktan ölünceye dek birkaç gün kömürlükte bırakmak, sonra da onu oradan alıp bütün çıraklığı süresince pirinç lapası vermek. Kötü bir aileden geliyor. Sütü bozuk! Hasta bakıcıyla doktorun dediğine göre, anası buraya kadar acı içinde sürünerek gelmiş, yerinde başkası olsaymış çoktan öteki dünyayı boylarmış.”
Mr. Bumble’ın nutkunun bu noktasında annesinden bahsedildiğini duyan Oliver, yeniden tekme savurmaya başladı, çıkardığı gürültü içinde bütün sesler boğuluyordu. Tam o sırada Mr. Sowerberry geldi, Oliver’ın suçu, hanımlar tarafından gazaba gelebilecek bir şekilde kendisine izah edildikten sonra ansızın kömürlüğün kapısını açtı ve asi çırağını yakasından tutup sürükleyerek dışarı çıkardı.
Yediği dayakla, üstü başı yırtılmıştı Oliver’ın, yüzü yara bere içindeydi, saçları alnına düşmüştü. Öfkesinin doğurduğu kırmızılık kaybolmamıştı, hücresinden çıkarıldığında cüretle Noah’ya tehditkâr bir tavırla homurdandı, korkudan eser yoktu yüzünde.
“Ne iyi çocukmuşsun sen böyle maşallah!” diyen Sowerberry, Oliver’ı sarsarak kulağına bir tokat indirdi.
“Anneme küfretti.” dedi Oliver.
“Ettiyse etti, oh olmuş, nankör köpek!” dedi Mrs. Sowerberry. “Küfre müstahakmış, hem de daha beterine.”
“Hayır!” dedi Oliver.
“Evet.” dedi Mrs. Sowerberry.
“Yalan!” dedi Oliver.
Mrs. Sowerberry hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu gözyaşı seli, Mr. Sowerberry’yi zor durumda bıraktı. Oliver’a en şiddetli cezayı vermede bir an gecikmiş olsaydı, her tecrübeli okuyucunun bileceği gibi, evlilik hayatının bütün kavgalarında görülebileceği gibi, kaba herif, gayritabii bir koca, hakaret eden bir mahluk, insan müsveddesi ve bunun gibi, bu bölümün içinde sayılamayacak derecede daha birçok güzel sıfatlara bürünmesi gerekecekti. Aslına bakacak olursanız, kendi kudreti dâhilinde -bu kudret de pek ahım şahım değildi ya- çocuğa karşı hüsnüniyetle davranmıştı; belki de böyle davranması kendi menfaatine olduğu için ya da karısı ondan nefret ettiği için. Mamafih bu gözyaşı seli, elini kolunu bağlamış oldu, bu yüzden hemen dayak atmaya başladı, öyle ki Mrs. Sowerberry’nin kendisinin bile bu dayak içine sindi, böylece daha sonra Mr. Bumble’ın asasının tatbikine lüzum kalmadı. Günün geri kalan kısmında, Oliver bir tulumla bir dilim ekmeğin refakatinde arka mutfağa kapatıldı ve geceleyin Mrs. Sowerberry kapının dışında annesi hakkında hiç de övücü sözler söylemeksizin, birtakım laflar ettikten sonra, kapıyı açıp içeri baktı ve Noah ile Charlotte’un yuhaları ve alayları içinde kasvetli yatağı olan yukarı kattaki odaya götürüldü. Cenazecinin loş atölyesinin sessizlik ve durgunluğunda bir başına kaldıktan sonra ancak gündüzki muamelenin bir zavallı çocukta uyandırabileceği duyguların eline bıraktı kendini, meydan okuyuşlarını istihfafla karşılamış, dayağı gık demeden yemişti; onu canlı canlı ateşte kızartacak olsalar bile içindeki çığlığı zapt etmek için onu epey bir süre ayakta tutacak gururunun kabardığını duymuştu içinde. Ama şimdi onu duyacak, onu görecek kimse olmadığı için, diz üstü yere çöküp elleriyle yüzünü kapayarak, öyle yaşlar döktü ki… Tanrı esirgesin öteki küçüklerden!
Uzun müddet böyle kaldı Oliver. Ayağa kalktığında mum tükenmek üzereydi, dikkatle bakınıp çevresini dinledikten sonra kapının sürgüsünü yavaşça açıp dış dünyaya baktı.
Soğuk ve karanlık bir geceydi. Yıldızlar, çocuğun gözlerine yeryüzünden daha bir uzaklaşmış gibi geliyordu, rüzgâr esmiyordu; ağaçların yere yansıttığı karanlık gölgeler, bu denli durgunluktan dolayı, bir ölüm, bir mezar havası içinde gibiydi. Yavaşça yeniden kapadı kapıyı. Ölmekte olan mum ışığından faydalanarak, tek tük giyeceğini bir bohçaya sarıp, sıranın birine oturarak sabahı beklemeye başladı.
Günün ilk ışığı panjurların arasından girmeye uğraşırken, Oliver kalkıp, kapının sürgüsünü açtı. Ürkek ürkek bakındı -bir an durakladı- derken bir de baktı, kapıyı kapamıştı, sokaktaydı artık.
Ne tarafa sıvışsam diye sağına soluna baktı. At arabalarının, yokuş yukarı ıkına sıkına çıktığını hatırladı, kendi de tırmanmaya başladı. Tarlaların ortasından geçen bir patikaya geldi. Patikanın, az ileride yolla birleştiğini biliyordu. Patikaya dalıp hızlı hızlı yürümesine devam etti.
Bu patika boyunca Mr. Bumble kendini çiftlikten yoksullarevine götürdüğü zaman yanında koşuşunu iyi hatırlıyordu. Yol, dosdoğru çiftlik evinin önünden geçiyordu. Bu aklına gelince kalbi güm güm atmaya başladı; neredeyse dönüp geri gidecekti. Ama epey yol almıştı, dönerse epey zaman kaybederdi. Hem daha pek erken olduğu için görünmek tehlikesi de yoktu; böylece devam etti yürümesine.
Eve vardı. Bu erken saatte, insan yoktu görünürde. Oliver durarak bir göz attı bahçeye. Çocuğun biri yataklardan birine ot dolduruyordu; durup soluk yüzünü kaldırınca Oliver, çocuğun eski arkadaşlarından biri olduğunu gördü. Gitmeden onu görmesi hoşuna gitmişti Oliver’ın, çünkü kendinden küçükse de dostu ve oyun arkadaşı olmuştu, kaç kere birlikte dayak yemişler, aç bırakılmışlar, hapse girmişlerdi.
“Ses çıkarma Dick!” dedi Oliver, çocuk kapıya doğru koşup, ince kolunu parmaklıkların arasından sokarak el salladı. “Senden başka uyanık var mı?”
“Benden başka kimse yok.” dedi çocuk.
“Beni gördüğünü sakın söyleme kimseye Dick.” dedi Oliver. “Kaçıyorum, beni dövüyorlar, bana kötü muamele ediyorlar Dick! Ben de uzaklarda talihimi denemek üzere yola çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Ne kadar soluksun böyle sen.”
“Doktorun, onlara ölmek üzere olduğumu söylediğini duydum.” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Seni gördüğüme çok sevindim canım; ama durma, durma git haydi!”
“Olur, sana Allah’a ısmarladık diyeyim diye durdum.” dedi Oliver. “Yine görüşürüz Dick. Eminim bundan! İyileşeceksin, mesut olacaksın bir gün.”
“İnşallah.” dedi çocuk. “Öldükten sonra ancak, ondan önce değil ama. Doktor doğru söylüyor, biliyorum Oliver, çünkü düşlerim hep cennet ve meleklerle, iyi yüzlerle dolu; uyanık olduğum zaman göremediğim yüzlerle. Öp beni.” Alçak kapının üstüne çıkıp kollarını Oliver’ın boynuna doladı. “Güle güle canım! Allah korusun seni!”
Bu dua, bir çocuğun dudaklarından çıkıyordu ama Oliver’ın, başı üstünde duyduğu ilk duaydı bu; daha sonraki hayatının mücadele, acı, dert ve meşakkatleri içinde bir kerecik bile unutmadı bunu.

BÖLÜM 8
OLİVER LONDRA’YA YÜRÜYOR. YOLDA ACAYİP BİR BEYEFENDİYLE KARŞILAŞIYOR
Oliver, patikanın sonuna varıp yeniden ana yola girdi. Saat sekizdi, on kilometre uzaklaşmış olmasına rağmen takip edilmekten, yakalanmaktan korktuğu için, öğlene dek, koşarak, çitlerin arkalarına gizlene gizlene yol aldı. Derken, bir kilometre taşının yanına çöküp, “Acaba nereye gitsem?” diye düşünmeye başladı.
Yanına çökmüş olduğu taşın üstünde, iri harflerle, oranın Londra’dan tam yetmiş mil uzakta olduğunu belirten bir işaret vardı. Londra adı, çocuğun zihninde yeni bir fikir silsilesi uyandırdı. Londra, -o büyük yer- kimsecik, Mr. Bumble bile, onu bulamazdı orada. Akıllı bir çocuğun Londra’da yoksul kalmayacağını sık sık duymuştu yoksullarevindeki ihtiyarlardan; o büyük şehirde türlü geçim yolları varmış, öyle ki kasabada yetişenlerin aklı almazmış. Biri yardım etmezse sokak ortasında ölmeye mahkûm, evsiz barksız bir çocuk için tam yeriydi. Aklından bu fikirler geçerken, ayağa sıçrayıp ileri fırladı.
Londra’yla arasındaki mesafeyi tam dört mil daha kısaltmıştı ki varacağı yere erişmeyi ümit edebilmesi için daha ne kadar gitmesi gerektiğini hatırladı. Bu düşünce, kendini zorla kabul ettirdiği için, yürüyüşünü biraz yavaşlattı. Nasıl gideceğini düşündü. Bir ekmek kabuğu, kaba saba bir gömlek, iki çift çorap vardı bohçasında. Bir de meteliği vardı cebinde; her zamankinden daha iyi iş gördüğü için bir cenaze töreni dönüşü vermişti Sowerberry, hediye olsun diye. “Temiz bir gömlek…” diye düşünüyordu Oliver. “İçine rahatlık veriyor insanın, çoraplar da öyle, para da ama kış günü, altmış beş millik yolda yürümek için pek işe yaramayacak şeyler.” Oliver’ın düşünceleri daha birçok insanınki gibi zorlukları keşfetmekte son derece hazır ve becerikliyse de onları aşmak için herhangi tatbik edilir bir çare bulmaktan acizdi; bir yere varmayan bu düşüncelerden sonra, bohçasını öteki omzuna vurup yeniden koyuldu yola.
Oliver, o gün yirmi mil yürüdü ve bütün bu zaman içinde, kuru ekmek kabuğu ve yoldaki köy evleri kapılarından dilendiği birkaç yudum suyla nefsini öldürdü. Gece gelince çayıra girip bir samanlığın altında büzülüp, sabaha kadar yatmaya karar verdi. İlkin ürktü, rüzgâr boş tarlalar üstünde inleyip duruyordu; üşüyordu, açtı, yalnızlığını bu denli duymamıştı hiç, yürümekten bitkin, uyuyakaldı, unuttu gitti dertlerini.
Sabah uyandığında donmuş, her tarafı tutulmuştu, öyle acıkmıştı ki yolu üstündeki ilk köyden, parasına karşılık, küçük bir ekmek almak zorunda kaldı. Gece olduğunda ancak on iki mil ilerleyebilmişti. Ayakları acıyordu, bacaklarında takat kalmamıştı, gövdesinin altında tir tir titriyorlardı. Soğuk, ıslak hava içinde bir gece daha geçirdi, bu daha da kötüleştirdi Oliver’ı; ertesi sabah, yeniden yola çıktığı zaman, sürünerek ilerleyebiliyordu ancak.
Bir posta arabası gelinceye dek, dik bir tepenin yamacında bekledi; dışarıda oturan yolcular vardı, onlara yalvardı; ama pek az kişinin dikkatini çekebildi; dikkati çekilenler de araba tepeye varıncaya dek sabretmesini, sonra belki birkaç kuruşluk götürebileceklerini söylediler. Oliver’cık, birkaç adım arabaya ayak uydurmaya çalıştı; ama yorgun olduğu, ayakları sızladığı için devam edemedi. Dışarıda oturan yolcular bunu görünce ceplerinden çıkarmış oldukları birkaç ufak parayı, yeniden ceplerine indirdiler, çocuğun tembel bir köpek olduğunu, hiçbir şeye layık olmadığını söylediler; araba da geçip gitti, sadece bir toz bulutu kaldı ardında.
Köylerin bazılarında, koca koca, boyalı tahtalar asılıydı; köyün hudutları dâhilinde dilenenlerin hapsedileceği yazılıydı. Oliver’ı pek korkuttu bu, o köylerden elinden geldiği kadar hızla geçti. Öteki köylerdeyse han avlularında durup gelen geçene acıklı acıklı bakıyordu; bu ameliye sonucu da hancı hanım bir şey çalmak için gelmiş olduğuna emin olduğundan bu acayip çocuğu oradan defetmelerini emretti.
Çiftçi evlerinin kapısını çalacak olsa onda dokuzu, köpeklerini salıvereceklerini söyleyerek tehdit ediyordu; dükkânın birine burnunu sokacak olsa mübaşirden bahsediyorlardı -bu da Oliver’ın yüreğini ağzına getiriyordu; ağzında çoğu zaman kalbinden başka bir şey yoktu ya zaten- uzun uzun konuşuyorlardı mübaşir hakkında.
Nitekim iyi kalpli bir geçit bekçisiyle, iyiliksever bir hanım olmasaydı, Oliver’ın dertleri, annesininkilere son veren aynı ameliyeyle kısa kesilmiş olabilirdi; yani kralın yolu üstünde düşer ölüverirdi. Ama bekçi, ekmek peynir verdi ona; yeryüzünün uzak bir yerinde çıplak ayakla dolaşıp duran, deniz kazazedesi bir torunu olduğundan zavallı yetime acıdı ve verebileceği birkaç şeyi -hatta verebileceğinden de fazlasını- verdi, verirken de öyle merhametli ve nazik sözlerle, öyle acıklı gözyaşlarıyla verdi ki, bunlar Oliver’ın ruhunda, şimdiye dek duyduğu bütün acılardan daha derine indi.
Doğduğu yerden çıkalı yedinci günün sabahı, Oliver, küçük Barnet şehrine topallayarak girdi. Panjurlar kapalıydı; sokak boştu, kimse uyanıp da sabah işlerine başlamamıştı daha. Işık, çocuğa sadece kendi yalnızlığını ve terk edilmişliğini belirtmeye yaradı ancak; yaralı ayaklarla, toz toprak içinde, bir evin kapısı önündeki basamağa oturmuştu.
Yavaş yavaş panjurlar açıldı, perdeler çekildi; o, bu, gelip geçmeye başladı. Aralarından bazıları durup Oliver’a bakıyordu, bazıları da hızla geçerken şöyle bir göz atıyordu sadece, ama kimse el uzatmıyordu, Oliver’ın nereden çıktığını soran olmuyordu. Dilenecek hâli yoktu, oturup kaldı oracıkta.
Bir süre öylece oturdu; meyhanelerin çokluğu şaşırtmıştı onu. Barnet’taki her iki evin biri meyhaneydi, ama küçük ama büyük. Gelip geçen arabalara bakıyordu dalgın dalgın, kendisinin tam bir hafta cesaretle davranmasını ve yaşından beklenmeyecek metîn bir tavır takınmasını gerektiren o uzun yolu, bu arabalarla katetmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyordu; o sırada, az önce kendisine dikkat etmeden geçip giden bir çocuğun döndüğünü gördü; çocuk, Oliver’a bakıp duruyordu yolun karşısından. Oliver pek oralı olmadı ilkin; fakat çocuk, duruşunu değiştirmeden o kadar uzun bir süre kaldı ki öyle, Oliver başını kaldırıp gözlerini ona dikti. Bunun üzerine çocuk karşıya geçti, Oliver’a yaklaşıp “Merhaba arkadaş. Derdin ne?” dedi.
Küçük yolcuya hitap eden çocuk, Oliver’ın yaşındaydı, fakat Oliver’ın görmüş olduğu en acayip mahluktu; kısa, yukarı doğru kalkık burunlu, düz alınlı bir çocuktu, yüzünün başka çocukların yüzlerinden farklı bir yanı yoktu; bir çocukta görmeyi arzulayabileceğimiz kadar pisti, ama üstünde tam bir erkek havası vardı. Yaşına göre kısa boyluydu, bacakları epey çarpıktı, küçük, çirkin gözleri, keskin bakışları vardı. Şapkası öyle eğreti duruyordu ki, kafasında düştü düşecekti neredeyse; sahibi, ikide bir kafa atarak yerine getirmeseydi onu düşerdi de. Topuklarına kadar inen bir erkek paltosu giymişti. Kollarını yarıya kadar sıvamıştı, ellerini dışarıya çıkarabilmek içindi herhâlde, çıkarıp da pantolonunun cebine sokmak içindi; çünkü ellerini cebinden hiç çıkarmıyordu. Büyük bir adam gibi, cakalı, afili bir duruşu vardı.
“Ne o arkadaş, nen var?” dedi bu acayip küçük bey, Oliver’a.
“Çok açım, çok yorgunum.” diye cevap verdi Oliver, konuşurken gözleri dolu doluydu. “Uzun yoldan geliyorum. Yedi gündür yürüyorum.”
“Anladım.” dedi delikanlı. “Yedi gündür yürüyorsun ha. Gaga’nın yüzünden olacak. Ama…” diye ilave etti Oliver’ın şaşkınlığını görerek. “Gaga’nın ne olduğunu bilmezsin herhâlde, öyle değil mi arkadaşım?”
Oliver geçen kelimenin ekseri kuşların ağzını tarif ettiğini duyduğunu söyledi saf saf.
“Amma da toysun be!” diye bağırdı küçük bey. “Gaga demek hâkim demek yahu; Gaga’nın emriyle yürüdüğün zaman da dosdoğru gidemezsin, durmadan yukarı çıkarsın, hiç inmeden. Hiç değirmende bulunmadın mı?”
“Ne değirmeni?” diye sordu Oliver.
“Bayağı değirmen, öyle bir değirmen ki, kodese bile girebilecek kadar az yer kaplar; yel esmediği zaman daha iyi işler, çünkü çalıştıracak adam bulamazlar. Ama haydi yürü şimdi.” dedi küçük bey. “Tıkınacak bir şeyler istiyorsun demek? Gel o hâlde. Ben de az kokoz değilim ha… Ama bir iki paralık bir şeyler alabiliriz, sonra da bir çaresine bakarız. Haydi! Hadisene be! Yürü, kerkenez!”
Oliver’ın kalkmasına yardım etti; küçük bey, onu yandaki mumcu dükkânına götürdü, oradan domuz sucuğuyla yüz dirhem ekmek aldı, sucuk temiz dursun ve toz topraktan uzak olsun diye de somuna bir delik açıp içine soktu sucuğu. Küçük bey ekmeği koltuğunun altına sıkıştırarak küçük bir meyhaneye girdi, binanın arka tarafındaki mahzene doğru götürdü Oliver’ı; orada esrarlı delikanlı emrederek bir bira testisi getirtti; Oliver yeni arkadaşının talimatı üzerine yemeye koyuldu, sindire sindire yedi, bu arada garip çocuk, büyük dikkatle ona bakıyordu ikide bir.
“Londra’ya mı gidiyordun?” dedi garip çocuk, Oliver yemeğini bitirince.
“Evet.”
“Yatacak yerin var mı?”
“Yok.”
“Paran?”
“Yok.”
Garip çocuk, paltosunun koca kollarının izin verdiği kadar ellerini cebine sokup bir ıslık çaldı.
“Londra’da mı oturuyorsun?”
“Evet, evden dışarı çıkmadığım zamanlar.” dedi çocuk. “Geceyi geçirmek için bir yer istersin herhâlde, öyle değil mi?”
“Elbette.” dedi Oliver. “Bizim oradan ayrılalı, bir dam altı görmedim hiç.”
“Sen keyfine bak, bana bırak işi.” dedi küçük bey. “Bu gece Londra’da kalmam gerek, orada oturan muhterem bir bey tanıyorum, beş para bile almadan bedavasına yatırır seni; tabii tanıdığı bir bey tarafından tanıştırılırsan eğer. Beni de tanımaz doğrusu ya!”
Küçük bey gülümsedi, sanki konuşmasının son kısmının istihzalı olduğunu belirtmek istermiş gibi; bu arada birasını da bitirdi.
Bu barınak teklifinin karşı durulamayacak bir cazibesi vardı; üstelik yaşlı beyin şüphe götürmeyecek bir tarzda hemencecik rahat bir yer temin edeceği de kararlaşmıştı. Bu daha bir dostça, daha samimi bir konuşmanın açılmasına sebep oldu, bu sırada arkadaşının adının Jack Dawkins ve yukarıda zikredilen yaşlı beyin gözdesi olduğunu öğrendi.
Mr. Dawkins’ın görünüşü, himayesine aldığı kimselere pek öyle ahım şahım bir rahat temin edebileceğini göstermiyordu; ama gelişigüzel, ulu orta konuşmasına bakılırsa ve arkadaşları arasında kendisine “Becerikli Düzenbaz” adının verilmiş olduğunu itiraf ettiğine göre; hamisinin ahlak kaideleri, çocuğun üstünde pek sökmemiş olabilir diye düşündü Oliver. Bu intibaya rağmen yaşlı bey hakkında en kısa bir zamanda iyi fikir beslemeye karar verdi. Düzenbaz’ın ıslah olmaması, gelecekteki tanışacağı beyin şerefini azaltamayacağını düşündü.
Jack Dawkins, Londra’ya gece olmadan önce girmek istemediğinden Islington’daki istasyona vardıklarında saat on bir sularıydı. Angel’dan St. John’s Road’a geçtiler. Sadler’s Wells Tiyatrosu’na çıkan küçük bir sokağa girdiler; derken Exmouth Street Coppice Row’dan geçip yoksullarevinin yanındaki küçük avludan aşağı indiler; bir zamanlar Hockley-In-The-Hole denilen, klasik tarzdaki bir parktan, Little Saffron Hill’e; oradan Saffron Hill The Great’e. Derken, o tepe boyunca hızlı hızlı gitmeye başlayan Dawkins, Oliver’a peşini bırakmamasını söyledi.
Her ne kadar Oliver, liderini gözden kaçırmaması için bütün dikkatini sarf ediyorduysa da yürüdükçe yolun iki yanına göz atmaktan alamıyordu kendini. Bundan daha pis, daha sefil bir yer görmemişti. Sokak dardı, çamur içindeydi, hava pis kokularla doluydu. Küçük küçük dükkânlar vardı ama ticari mal olarak hiçbir şey yok gibiydi; gecenin bu saatinde bile, çığlık çığlığa içeri dışarı koşup duruyorlardı. Mevkinin umumi şaşaası içinde, en canlı görünen meyhanelerdi; İrlandalı aşağı tabakadan halk boğuşup duruyordu, orada burada ana yoldan ayrılan avlular, üstü kapalı sokaklar, sarhoş kadın ve erkeklerin, pislik içinde, herkesin gözü önünde debelendiği, küçük kulübeler vardı. Kapıların çoğundan, sapına kadar serseri kılıklı tipler beliriyordu, hayırlı iş peşinde olmadıkları belliydi.
Tepenin dibine vardıklarında “Acaba kaçsam mı?” diye düşünüyordu Oliver. Arkadaşı kolundan tuttu, Field Lane’e yakın bir evin kapısını iterek açıp Oliver’ı içeri soktu, arkasından da kapıyı kapadı.
“Kim o?” diye bir ses geldi Düzenbaz’ın ıslığına karşılık.
“Plummy ile Siam!” dedi küçük bey.
Merak edilecek bir şey olmadığını ifade eden bir parolaydı herhâlde; çünkü koridorun ta dibindeki duvarda, hafif bir mum ışığı göründü ve eski mutfak merdiveninin kırık yerindeki tırabzandan bir adam başı belirdi.
“İki kişisiniz.” dedi adam, mumu ileri doğru tutup ellerini gözlerine siper ederek. “Yanındaki kim?”
“Yeni bir arkadaş.” dedi Jack Dawkins, Oliver’ı öne iterek.
“Nereden geliyor?”
“Greenland’den. Fagin yukarıda mı?”
“Mendilleri ayırıyor. Çıkın haydi!” Mum geri çekildi, yüz kayboldu.
Oliver tek eliyle tutunarak, öteki eli arkadaşı tarafından sıkı sıkı tutulmuş, büyük zorlukla, karanlık ve kırık dökük merdivenden çıktı; Düzenbaz pek kolaylıkla çıkıyordu oysa, alışık olduğu belliydi. Arka taraftaki bir odanın kapısını iterek açtı, arkasından Oliver’ı içeri çekti. Odanın duvarları, tavanı, kapkara olmuştu pislikten, eskilikten. Ocağın önünde bir masa vardı, üstünde de bira şişesine dikilmiş bir mum, iki üç kalaylı tencere, bir somun ekmek, tereyağı, bir de tabak. Ocağın üstündeki rafa bir iple tutturulmuş, içinde birkaç sosisin kızardığı bir tava vardı, başında, elinde bir çatalla, kocamış, kurumuş bir Yahudi duruyordu, şeytanca bakışları ve iğrenç yüzü, keçeleşmiş kızıl saçlarıyla gölgelenmişti. Üstünde, yağ içinde, ince bir entari vardı, göğsü açıktı; dikkati, bir tavaya, bir üstünde dizi dizi ipek mendillerin asılı olduğu ipe seyiriyordu. Yerde bir alay eski çuvallardan yapılmış, kaba saba yataklar seriliydi. Masanın çevresinde dört beş çocuk vardı. En büyüğü Düzenbaz’dı aralarında, kil pipolarını tüttürüyorlar ve büyük adam tavrıyla içki içiyorlardı. Düzenbaz ihtiyar Yahudi’ye fısıltıyla bir şeyler söylerken bu çocuklar da çevresini aldı, sonra da dönüp Oliver’a sırıttılar. Elinde çatal, Yahudi de sırıttı.
“İşte bu Fagin.” dedi Jack Dawkins. “Arkadaşım Twist.”
Yahudi sırıttı; Oliver yerlere kadar eğilerek selam verdi, derken elini tuttu ve yakından tanımak şerefine nail olmayı ümit ettiğini belirtti. Bunun üzerine, pipolu küçük beyler çevresini sardı, iki elini de sallaya sallaya sıktılar, hele küçük bohça tutan elini. Küçük beylerden biri telaşla kasketini alıp astı; bir başkası ellerini ceplerine sokmak gibi büyük bir lütuf gösterdi; Oliver yorgun olduğundan yatmadan ceplerini boşaltmak için zahmet etmesin diye. Yahudi’nin çatalı, sevgi gösterisinde bulunan gençlerin omuzlarına, kafalarına bol bol batmasaydı, bu iltifatlar daha da ileri gidecekti.
“Seninle tanıştığımıza çok sevindik doğrusu.” dedi Yahudi.
“Düzenbaz, sosisleri çıkar, şu fıçıyı ocağın yanına çek de Oliver otursun! Mendillere bakıyorsun ha? Ne kadar çok değil mi? Yıkamak için çıkarmıştık, işte böyle Oliver, işte böyle. Ha, ha, ha.”
Bu konuşmanın son kısmı, neşeli Yahudi moruğunun, ümit içindeki talebelerinin, gürültülü çığırışmalarıyla selamlanmıştı. Bu gürültü içinde akşam yemeğine oturdular.
Oliver kendi payına düşeni yedi, derken Yahudi cinle su doldurdu. Aynı bardaktan başkası da içeceği için çabuk dikmesini söyledi. Oliver, söyleneni yerine getirdi. Hemen sonra kendisinin hafifçe çuvallardan birinin üstüne kaldırıldığını hissetti, derken derin bir uykuya daldı.

BÖLÜM 9
CANA YAKIN YAŞLI BEYEFENDİ VE BECERİKLİ TALEBELERİ HAKKINDA MÜTEMMİM MALUMAT
Ertesi sabah, Oliver geç uyandı uykusundan. Odada ihtiyar Yahudi’den başka kimse yoktu, o da saplı bir kap içinde kahvaltı için kahve yapıyordu; bir yandan demir saplı bir kaşıkla karıştırıyor, bir yandan da kendi kendine ıslık çalıyordu. İkide bir duruyor, en ufak bir ses bile gelse aşağıdan kulak kabartıyordu. Bir şey olmadığına kanaat getirdikten sonra, eskisi gibi ıslık çalarak karıştırmasına devam ediyordu.
Her ne kadar Oliver uyanmışsa da uykudan kurtaramıyordu kendini. Uykuyla uyanıklık arasında bir uyuşukluk içindeydi. Gözleriniz sıkı sıkı kapalı ve duyularınız tamamıyla şuursuzluğa bürünmüş bir tarzda beş gecede göreceğinizden, gözleriniz yarı açık, çevrenizde olan bitenleri hayal meyal görürken, ekseri daha çok rüya görürsünüz. Bu gibi zamanlarda ölümlü kişi aklının neyle uğraştığını bilir, muazzam güçlerinin farkına varır, arkadaşı vücudun tahakkümünden kurtuldu mu zaman ve mekânı tekmeleyip atarak yeryüzünden sıçrar gider.
Oliver da tam böyle bir durumdaydı. Yahudi’yi yarı kapalı gözle görüyordu; hafif hafif ıslık çalışını duyuyordu, kaşığın, kabın kenarlarına değdikçe fıkırdayışını duyuyordu; bu duyular bir yandan zihnini meşgul ederken bir yandan şimdiye dek tanışmış olduğu herkesle uğraşıyordu.
Kahve olunca Yahudi kabı, ocağın kenarına çekti; birkaç dakika kararsız durakladı, ne yapacağını kestiremiyormuş gibi dönüp Oliver’a baktı ve adıyla seslendi. Oliver cevap vermedi, görünüşe bakılırsa horul horul uyuyordu. Bundan emin olduktan sonra Yahudi kapıya doğru seğirtti ve sürgüyü çekti. Oliver döşemedeki bir kapağın açılıp, içinden küçük bir kutu çıkarılarak masanın üstüne konduğunu duyar gibi oldu; derken Yahudi’nin, gözleri ışıldayarak içine baktığını gördü. Yahudi masaya eski bir sandalye çekerek oturdu. Kutudan, üstünde ışıl ışıl mücevherler olan, altın bir saat çıkardı.
“Hıh!” dedi Yahudi omuzlarını silkerek ve her çizgisiyle korkunç korkunç sırıtarak. “Aferin köpeklere, aferin, sonuna kadar dayandılar. Moruk papaza söylemediler nerede olduklarını bir türlü. Fagin’i ele vermediler! Ne diye versinler? Boyunlarına geçen düğümden kurtulacak değillerdi ya? Ne de ömürleri bir saniye daha uzardı. Hayır, hayır! Aslan çocuklar doğrusu, aslan çocuklar!”
Bu sözlerle ve buna benzer düşüncelerle Yahudi, saati, emin yerine yeniden koydu. Aynı kutudan, en az bir yarım düzine saat daha çıkardı, bu çıkışlar aynı zevkle takip olundu, bundan başka, kıymetli maddelerden, pahalı işçilikle yapılmış, öyle yüzük, bilezik, broş ve mücevherat çıktı ki Oliver ne adlarını biliyordu ne sanlarını.
Bu ufak tefek şeyleri yerine koyduktan sonra, Yahudi başka bir şey aldı eline, o kadar küçük duruyordu ki bu avcunun içinde, üstünde pek küçük bir yazı var gibiydi. Çünkü Yahudi onu masanın üstüne koyup, eliyle gözlerini gölgeleyerek, onu uzun uzun, ciddi ciddi inceledi, derken istediğini başaramamış gibi bıraktı, sandalyesinin arkalığına dayanarak hırıldamaya başladı:
“Ölüm cezası ne hoş şey! Ölüler asla nedamet çekmezler, ölüler hiçbir zaman garip hikâyeleri canlandırmazlar! Ne iyi oldu be! Beşi de bir sırada çekildi ipe! Ele verecek, kalleşlik edecek kimse kalmadı.”
Yahudi bu kelimeleri söylerken boş bakışlarla önüne bakmakta olan parlak kara gözleri, Oliver’ın yüzüne geldi, çocuğun gözleri dilsiz bir merak içinde onun gözlerine bakıyordu. Her ne kadar bu bakışın farkına varması kısacık bir an içinde olduysa bile -tahmin edilebilecek en kısa bir zaman içinde- ihtiyar Yahudi’nin gözlendiğini çakması için yeterdi. Kutunun kapağını çarparak kapadı; masanın üstünde duran ekmek bıçağını kapıp dehşet içinde atıldı, bir yandan da tir tir titriyordu. Bu öfke içindeki hâlinde bile, Oliver bıçağın titrediğini görüyordu.
“Ne yapıyorsun?” dedi Yahudi. “Ne halt etmeye gözlüyorsun beni? Ne diye uyanırsın? Ne gördün bakalım, konuşsana be! Hadi, yoksa gebertirim seni!”
“Uyuyacak fazla uykum kalmamıştı ki.” diye cevap verdi Oliver, boynunu bükerek. “Sizi rahatsız ettiysem özür dilerim efendim.”
“Bir saatten beri uyanık değil miydin sen?” dedi dehşetle kaşlarını çocuğa çatarak.
“Hayır, hayır, valla hayır!” dedi Oliver.
“Emin misin?” diye bağırdı Yahudi, eskisinden daha dehşetle tehdit ederek.
“Valla billa efendim!” diye cevap verdi Oliver ciddi ciddi. “Valla billa!”
“Neyse yavrum.” dedi Yahudi birden eski tavrına dönerek. Yerine koymadan bıçakla biraz oynamak istedi, sanki onu eline oynamak için almış gibi. “Elbette biliyorum, sadece şöyle bir korkutayım demiştim de. Aslan çocuksun sen! Ha, ha, ha! Aslan çocuksun sen, Oliver!” İhtiyar Yahudi, kıkır kıkır gülerek ellerini ovuşturdu. Ama yine de sıkkın sıkkın kutuya doğru bakıyordu.
“Şu güzel şeylerden hiç gördüğün oldu mu yavrum?” dedi Yahudi bir an durup, elini kutunun üstüne koyarak.
“Gördüm efendim.” dedi Oliver.
“Ya?” dedi Yahudi, biraz şaşırarak. “Şey, benim onlar Oliver; bütün varım yoğum şu bir avuç şey. İhtiyarlığımda bunlarla geçinmeye çalışacağım. O, bu cimri diyor benim için, cimri deyip çıkıyorlar.”
Oliver, ihtiyar beyin bu kadar saati olmasına rağmen, böyle pis bir yerde oturduğunu düşünerek bayağı cimri herhâlde diyordu kendi kendine; ama Düzenbaz ile öteki çocuklar için göstermekte olduğu yakınlık aklına geldiği için paralarını onlar için sarf edebileceğini tahmin ederek ihtiyar beye saygıyla bakıp yattığı yerden, kalkmak için müsaade istedi.
“Elbette yavrum, elbette kalkabilirsin.” dedi ihtiyar. “Dur, kapının yanındaki köşede bir su testisi var, al gel onu, sana bir leğen vereyim de yüzünü gözünü yıka yavrum.”
Oliver kalktı, odanın öte yanına gitti. Testiyi kaldırmak için bir an eğildi, başını çevirdiğinde kutu yerinde yoktu.
Yarım yamalak yüzünü yıkayıp ortalığı düzenledikten sonra, leğeni Yahudi’nin talimatına uygun olarak pencereden boşaltmıştı ki Düzenbaz geri geldi; yanında taptaze gencecik bir arkadaşı vardı, Oliver evvelsi gece onu tütün içerken görmüştü. Şimdi Charley Bates diye resmen tanıştırıldı ona. Düzenbaz’ın şapkasının içinde getirdiği birkaç sıcak sandviç, domuz ve kahveyle kahvaltı etmek üzere dördü de oturdu.
“Ne var ne yok bakalım?” dedi Yahudi, Düzenbaz’a hitaben; bir yandan da sinsi sinsi Oliver’a bakarak. “Bu sabah çalıştınız mı yavrularım?”
“Hem de nasıl?” dedi Düzenbaz.
“Ateş gibi.” dedi Charley Bates.
“Aferin çocuklar, aferin.” dedi Yahudi. “Ne getirdin bakalım Düzenbaz?”
“Bir çift cüzdan.” dedi küçük bey.
“İçi dolu mu?” dedi Yahudi iştahla.
“Oldukça.” dedi Düzenbaz; biri yeşil, biri kırmızı iki cüzdan çıkardı.
“Daha da ağır olabilirdi.” dedi Yahudi içini dikkatle gözden geçirdikten sonra. “Ama temiz iş, iyi bir elden çıkmış, öyle değil mi Oliver?”
“Çok güzel.” dedi Oliver. Mr. Charley Bates kahkahayla güldü buna. Oliver gülünecek hiçbir şey göremiyordu bunda.
“Sen ne getirdin bakalım?” dedi Fagin, Charley Bates’e.
“Mendil.” dedi Bates Efendi, dört adet mendil çıkararak.
“Hımm.” dedi Yahudi, dikkatle inceleyerek. “Çok iyi mal, çok iyi. İyi markayı koyamamışlar, markaları gözlü iğneyle çıkarılmalı, Oliver’a nasıl yapılacağını öğretiriz. Ne dersin Oliver ha? Hah, hah, hah!”
“Lütfederseniz.” dedi Oliver.
“Charley Bates gibi sen de kolaylıkla marka çıkarmak istersin, değil mi yavrum?” dedi Oliver’a.
“Çok isterim efendim, öğretirseniz eğer.” diye cevap verdi Oliver.
Bates Efendi, bu cevabı öyle gülünç buldu ki bir kahkaha daha koyuverdi, bu kahkaha içtiği kahveyle buluşunca ve yanlış bir yola girdiğinden neredeyse turfanda boğulmasına sebep olacaktı.
“Amma da toy be!” dedi Charley, kendine gelince, sanki nezaketsiz davranışı için topluluktan özür dilermiş gibi.
Düzenbaz bir şey söylemedi, sadece Oliver’ın gözleri üstüne düşen saçlarını düzeltti ve yavaş yavaş her şeyi öğreneceğini söyledi; bunun üzerine Oliver’ın yüzünün kızardığını gören ihtiyar Yahudi, konuyu değiştirdi ve o sabahki idam merasiminde kalabalık olup olmadığını sordu. Bu Oliver’ı daha da çok şaşırttı; çünkü çocukların verdikleri cevaplara bakılırsa ikisi de idamda bulunmuştu; Oliver şaşıp kalıyordu, hem bu kadar çalışmış hem de idamı görecek kadar vakit bulabilmişlerdi.
Kahvaltı ortadan kaldırıldıktan sonra, neşeli beyefendiyle çocuklar, pek merakâver ve hiç görülmemiş bir oyuna başladılar. Oyun şöyleydi; neşeli ihtiyar beyefendi pantolonun ceplerinden birine enfiye kutusu soktu, ötekine bir cüzdan, yelek cebine bir saat koydu, boynuna da bir zincir taktı; gömleğine yalancı bir iğne iliştirdi, ceketini ilikledi, ceketinin ceplerine gözlük muhafazasını, mendili koydu ve gündüzün herhangi bir vakitte sokaklarda dolaşan ihtiyar beylerin tavrıyla, elinde bir baston, ileri geri odada yürümeye başladı. Kâh ocağın önünde duruyor kâh kapıya gidiyor, dikkat içinde dükkân vitrinlerini seyrediyormuş gibi yapıyordu.
Böyle zamanlarda, hırsızlardan çekiniyormuş gibi durmadan bakınıyor, bir bir ceplerini yokluyor, bir şey kayıp olup olmadığını kontrol ediyordu. Öyle hoş ve tabii bir şekilde yapıyordu ki bu hareketleri Oliver’ı gözlerinden yaş akıncaya kadar güldürüyordu. Bu arada iki çocuk beyefendinin peşini bırakmıyor görünmemeye çalışıyorlardı; öyle çevik hareket ediyorlardı ki, beyefendi dönerken çok zor oluyordu onları izlemek, sonunda Düzenbaz ayak parmakları üstüne kalkarak kazara çarptı avına; Charley Bates de o sırada ayağı takılmış gibi arkasına çarptı adamın; o bir an içinde olağanüstü bir çabuklukla adamdan enfiye kutusunu, cüzdanı, zinciri, gömlek iğnesini, mendili ve hatta gözlük mahfazasını da aldılar. İhtiyar bey, ceplerinin birinde bir el hissedecek olsa nerede hissettiğini bağırarak söylüyor, oyun yeniden başlıyordu.
Bu oyun defalarca oynandıktan sonra, bir çift küçük hanım, küçük beyleri görmek için geldiler, birinin adı Bet idi; ötekininki Nancy. Bir alay saç vardı başlarında, saçların arkaları pek iyi taranmamıştı, çorap ve ayakkabılarıysa epey berbattı. Bunlara pek o kadar güzel denemezdi denmesine ama yüzleri oldukça renkliydi; pek canlı ve sağlam görünüyorlardı. Davranışları pek serbest ve hoş olduğundan Oliver, pek cici buldu bu kızları. Doğrusu pek de ciciydiler.
Misafirler epey kaldılar, küçük hanımlardan biri, içinin üşüdüğünü belirtmesi üzerine alkol çıkarıldı, konuşmalar da pek canlı ve neşeli bir havaya büründü. Sonra da Charley Bates çıkıp gitmek hususundaki fikrini beyan etti. Bu Fransızvari bir müsaade isteyiş gibi geldi Oliver’a; çünkü hemen sikasından Düzenbaz, Charley ve küçük hanımlar hep birlikte çıkıp gittiler.
Sevimli yaşlı Yahudi tarafından da sarf etmek için para aldılar gitmeden.
“İşte böyle azizim.” dedi Fagin. “Hoş hayat, değil mi? Bütün gün izinliler şimdi.”
“Çalıştılar mı ki efendim?” dedi Oliver.
“Elbette.” dedi Yahudi. “Tabii izinliyken sokakta karşılarına tesadüfen biri çıkacak olursa fırsatı kaçırmazlar azizim, merak etme. Onlardan örnek al canım. Onları örnek edin.” Bu sözlerini daha bir kuvvetlendirmek için ateş küreğini ocağın üstüne vurdu. “Sana ne derlerse yap, her hususta onların öğütlerine kulak ver. Bilhassa Düzenbaz’ın, azizim. Büyük adam olacak o, seni de büyük adam yapar, ondan örnek alırsın. Mendilim cebimden sarkıyor mu canım?” dedi Yahudi birden durup.
“Evet efendim.” dedi Oliver.
“Bak bakalım alabilecek misin ben hissetmeden; hani bu sabah oynarken onların nasıl aldığını görmüştün.”
Düzenbaz’dan gördüğü gibi Oliver, cebin dibini bir eliyle tuttu, öteki eliyle de hafifçe mendili çekip çıkardı.
“Tamam mı?” diye bağırdı Yahudi.
“Buyurun efendim.” dedi Oliver, mendili elinde göstererek.
“Yaman çocuksun azizim.” dedi neşeli Yahudi tasvip makamında Oliver’ın başını okşayarak. “Senden daha keskinini görmedim. Al sana bir şiling. Böyle gidersen, zamanın en büyük adamı olursun sen. Şimdi gel de mendillerden markaların nasıl çıkarıldığını göstereyim sana.”
Oliver, ihtiyar beyin oyun olsun diye mendilini cebinden çıkarmış olmanın, büyük adam olmayla ne ilgisi var diye düşünüp duruyordu. Ama Yahudi’nin kendinden çok daha yaşlı olduğunu görüp, daha iyi düşüneceğini sanarak, sessizce masaya gitti, çok geçmeden yeni tetebbusuna daldı.

BÖLÜM 10
OLİVER YENİ ARKADAŞLARININ HUYLARINI DAHA YAKINDAN TANIYOR VE YÜKSEK FİYATA TECRÜBE SAHİBİ OLUYOR. KISA AMA HİKÂYENİN PEK ÖNEMLİ BİR KISMI BU BÖLÜM
Günlerce Oliver, Yahudi’nin odasında kaldı, mendillerden markalar çıkardı (Bir alay mendil getiriliyordu eve.) bazen kendi de yukarıda anlatılan oyuna iştirak ediyordu. Bu oyunu, her sabah, iki çocukla Yahudi, muntazaman oynuyorlardı. Derken Oliver, açık havayı özlemeye başladı; iki arkadaşıyla birlikte çalışmaya gitmesi için kaç kere yalvardı ihtiyar beye.
Oliver, ihtiyar beyin huyunu, haşin ahlak sistemini bildiği için, böyle faal olarak çalışmaya başlaması daha da endişelendiriyordu onu. Düzenbaz’la Charley Bates, akşam eli boş dönünce, Yahudi tembellik ve avarelik üstüne, öfkeyle bir alay laf düzüyordu. Ve onlara faal hayatın gerekliliğini zorla kabul ettirmek için yemek vermeden yataklarına gönderiyordu.
Bir keresinde, öyle ileri gidecek oldu ki, ikisini de merdivenlerden aşağı yuvarladı. Ama bu erdemli ilkelerini fazla ileri götürmekten başka bir şey değildi.
Nihayet bir sabah, Oliver ne zamandan beri arzu ettiği müsaadeyi koparabildi. İki üç gündür markası çıkarılacak mendil kalmamıştı, akşam yemekleri de pek sudan geçiyordu, ihtiyar beyin muvafakatini göstermesine sebep herhâlde bu olacaktı. Ama sebep ne olursa olsun, Oliver’a gidebileceğini söyledi ve Charley Bates ile arkadaşı Düzenbaz’ın müşterek himayesine emanet etti.
Üç çocuk dışarı fırladılar, Düzenbaz’ın paltosunun kolları her zamanki gibi sıvanmış ve şapkası da başında yampiri takılmıştı. Bates Efendi, elleri cebinde sallana sallana yürüyordu; aralarında Oliver, nereyi gittiklerini ve ilkin imalatın hangi kolunda çalışacağını merak ediyordu.
Öyle tembel tembel, sallana sallana yürüyorlardı ki Oliver çok geçmeden arkadaşlarının işe mişe gitmeyip ihtiyar beyi aldatacaklarını sanmaya başladı. Düzenbaz’ın bir de kötü âdeti vardı, küçük çocukların başlarından şapkalarını alıyor, gelişigüzel fırlatıp atıyordu. Charley Bates ise mülkiyet hakları konusunda pek bilgisizce davranıyor, pazarların sergi yerlerinden türlü elma ve soğan aşırarak ceplerine dolduruyordu, cepleri öyle büyüktü ki içindekiler elbisesini her bir yönden berhava edecekmiş gibi görünüyordu. Bu işler öyle kötü geliyordu ki ona, Oliver, neredeyse münasip bir şekilde, geri dönmek arzusunu izhar edecekti: Düzenbaz’ın davranışlarının birden değişmesi Oliver’ın bu düşüncelerini bambaşka bir yola soktu. Garip bir ifade bozukluğu neticesi, şimdi bile “yeşil” denen Clarkenwell’daki geniş meydana yakın, dar bir avluya tam çıkmak üzereydiler ki, Düzenbaz birden durdu. Ve parmağını dudağına götürerek büyük bir dikkat ve tedbirle arkadaşlarını geri çekti.
‘Ne oldu?” dedi Oliver.
“Suss!” dedi Düzenbaz.
“Kitapçının önündeki şu moruğu görüyor musun?”
“Şu yolun karşısındaki ihtiyar beyi mi?” dedi Oliver. “Evet, görüyorum.”
“Bir yoklayalım.” dedi Düzenbaz.
“Çantada keklik.” dedi Charley Bates Efendi.
Oliver şaşkınlık içinde arkadaşlarının birinden diğerine bakıyordu. Ama soru sormaya müsaade yoktu. İki çocuk sinsi sinsi yolun karşısına geçtiler ve Oliver’ın gözünden ayırmadığı ihtiyar beyin arkasına seğirttiler. Oliver arkadaşlarının birkaç adım gerisinde duruyordu; “Dursam mı çekilsem mi?” diye durgun bir şaşkınlık içinde aval aval bakınıyordu.
İhtiyar bey pek muhterem bir zata benziyordu, başı perukalı olup altın gözlüğü vardı. Siyah kadife yakalı, camgöbeği yeşili bir ceket vardı sırtında, pantolonu beyazdı. Kolunun altında da şık bir bambudan baston vardı. Sergiden bir kitap almış, sanki kendi çalışma odasındaki rahat koltuğundaymış gibi pürdikkat okuyordu. Kendini çalışma odasında sandığına şüphe yoktu. Öylesine dalmıştı ki ne kitabı aldığı rafı ne sokağı ne de çocukları görüyordu. Kısacası, kitaptan başka bir şeye baktığı yoktu. Sayfanın birinin dibine vardığında, öteki sayfanın başına geçiyor ve büyük bir alaka ve iştahla devam edip gidiyordu.
Oliver birkaç adım geride durmuş, dehşet ve korku içinde gözleri ardına kadar açık, Düzenbaz’ın elini ihtiyar beyin cebine daldırıp bir mendil çektiğini gördü; derken mendili Charley Bates’e verdiğini, sonra son süratle köşeyi dönüp kayboluşlarını seyretti.
O anda mendillerin, saatlerin, mücevherlerin ve Yahudi’nin esrarı çocuğun beynine hücum etti. Bir ara korkudan damarlarındaki kanın sızladığını duydu, ateş içinde yanıyordu sanki; derken ne yapacağını şaşırmış, dehşet içinde koşmaya başladı, gelişigüzel, ayaklarının toprağa basabildiği kadar hızla kaçmaya başladı.
Bütün bunlar bir dakika içinde olmuştu. Oliver tam kaçmaya başladığında, ihtiyar bey, elini cebine götürmüş, mendili bulamayınca birden gerisin geri dönmüştü. Çocuğun bu denli hızla koştuğunu görünce soyguncunun ister istemez o olduğunu düşündü. “Hırsızı tutun!” diye avaz avaz bağırmaya başladı, elinde kitap, arkasından koşmaya koyuldu; bu protesto çığırmasına, başkaları da katıldı, Düzenbaz ile Bates Efendi, halkın nazarıdikkatini çekmemek için sokağın ortasından koşmayıp köşedeki ilk kapının içine sığınmışlardı. Oliver’ı görüp de çığırışları duyar duymaz, durumu anlamışlar, büyük bir telaşla dışarı fırlayıp namuslu hemşehriler gibi “Hırsızı tutun!” diye bağırarak koşmaya başlamışlardı.
Oliver, her ne kadar filozoflar tarafından yetiştirilmişse de nefis müdafaasının tabiatın ilk kanunu olduğuna, nazari bakımdan aşina değildi. Aşina olsaydı, belki böyle bir şeye karşı hazırlıklı olurdu. Hazırlıklı olmadığı için bu durum onu daha fazla korkutmuştu, arkasında bağırıp çağıran ihtiyar beyle iki çocuk, rüzgâr gibi uçup gidiyordu.
“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” Bu seste bir büyü var: Tüccar, peykesini bırakıyor; arabacı arabasını; kasap satırını; ekmekçi sepetini; sütçü güğümünü; bakkal çırağı paketlerini; öğrenci bilyelerini; yol kazan amele kazmasını; çocuk raketini; koşuyorlardı alabildiğine, karmakarışık, altüst, hercümerç, alabildiğine koşuyorlar, bağıra bağıra köşeleri dönerken karşılarına çıkanları yıkarak, köpekleri havlata havlata, tavukları şaşırta şaşırta koşuyorlardı; sokaklar, meydanlar, avlular, yankılanıp duruyordu havada.
“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” Bu çığırışa yüzlerce ses katılıyordu, her dönemeçte yeni bir kalabalık takılıyor, uçup gidiyorlardı, çamurlara bata çıka, kaldırımları tıkırdata tıkırdata. Pencereler açılıyor, dışarı insanlar koşuşuyor, öndeki kalabalığa karışıyor. Hikâyenin en komik yerindeyken punch’ı bırakmayan kalmıyordu elinden, hızla akan kalabalığa katılarak gürültüyü arttırıyorlar, çığırışları daha bir yükseltiyorlardı: “Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!”
“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” İnsanın göğsüne iyiden iyiye kazılı “bir şeyin peşinden koşmak” tutkusu vardır. Yorulmuş bitmiş, soluk soluğa kalmış zavallı bir çocuk… Bakışlarında dehşet, gözlerinde işkence çekiyormuş gibi bir ifade, yüzünden iri iri ter taneleri; arkasından gelenlere yakalanmamak için her bir sinirini geriyordu. Arkasından gelenler, her adım atışta, daha bir yaklaştıkları için çocuğun hızını azaltmasını, bağırarak çığırarak neşe içinde karşılıyorlardı. “Hırsızı tutun! Evet, Allah rızası için tutun!”
Durduruldu nihayet; usturuplu bir yumruk durdurdu onu. Kaldırımların üstündeki kalabalık, merakla çevresini aldı. Her yeni katılan, onu bunu iterek bir kerecik olsun görmek istiyordu Oliver’ı. “Açılın!”, “Hava gelsin biraz!”, “Saçma, bu kadarı da olmaz!”, “Bey nerede?”, “İşte geliyor!”, “Beye yol verin!”, “Çocuk bu mu beyefendi?”, “Evet.”
Oliver, toz, çamur içinde yatıyordu; kanayan ağzıyla, çevresini saran yüz yığınına, vahşi vahşi bakıyordu. O sırada ihtiyar bey, takipçilerin önünden halkın arasına itila kakıla sürüklendi.
“Evet.” dedi bey. “Maalesef o çocuk.”
“Maalesef mi?” diye fısıldadı kalabalık. “Kıyak doğrusu!”
“Zavallı çocuk!” dedi bey. “Yaralanmış.”
“Ben yaraladım efendim.” dedi, iri yarı bir çocuk, ileri atılarak. “Yumruğumu bir kondurdum ağzına! Ben tuttum onu efendim.”
Çocuk sırıtarak şapkasıyla selamlar, gibi yaptı, zahmetleri için bir şeyler bekliyordu ama ihtiyar bey, nefret dolu bir ifadeyle ona bir göz atarak şimdi kendisi konuşmak istiyormuş gibi bir tavır takındı; sıvışabilirdi de, herkes de onun arkasına takılırdı; ama bir polis -ki bu durumlarda en son yetişen odur genel olarak- kalabalığı yararak geldi ve Oliver’ı yakasından yakaladı.
“Gel buraya! Kalk oradan!” dedi polis sert sert.
“Ben değildim efendim, valla billa ben değildim. Öteki iki çocuk yaptı.” dedi Oliver. Ellerine ihtirasla yapışıp çevresine baktı. “Burada bir yerde onlar.”
“Hayır efendim, burada değiller.” Bunu espri için söylüyordu ama yalan da değildi çünkü Düzenbaz ile Charley Bates en uygun avludan sıvışmışlardı.
“Gel hadi, kalk!”
“Bir yerini incitmeyin.” dedi ihtiyar bey merhametle.
“Yok canım, incitir miyim hiç!” dedi polis, bunu ispat etmek için de ceketinin arkasını boydan boya yırttı. “Gel bakalım. Bilirim seni; boşuna uğraşma, kalkacak mısın sen küçük şeytan!”
Ayağa kalkacak hâli olmayan Oliver, ayakta durabilmek için şöyle bir kımıldadı; derken ceketinin yakasından tutulmuş bir vaziyette, sokaklarda hızla sürüklenerek götürülmeye başlandı. Beyefendi kalabalıkla birlikte polisin yanı başında yürüyordu. Şenliğe o bu katıldıkça, biraz önde kalıyor, ikide bir dönüp, Oliver’a bakıyordu. Çocuklar zafer naraları atıyorlardı; yürüyüp gittiler.

BÖLÜM 11
SULH MAHKEMESİ HÂKİMİ Mr. FANG’IN MUAMELESİ ADALETİ YERİNE GETİRME USULÜNÜN KÜÇÜK BİR NUMUNESİNİ GÖSTERİYOR
Suç, adı çıkmış bir şehir karakolunun bölgesinde, hem de burnunun dibinde işlenmişti. Kalabalık sadece iki üç sokak giderek Oliver’a refakat etmek zevkini tatmin etmiş, Mutton Hill dedikleri yere doğru inmişlerdi; derken Oliver, alçak bir kemerli yoldan ve pis bir avludan geçirilerek arka kapıdan bu adalet müsveddesi dispansere götürüldü. Kaldırım taşlı, küçük bir avluydu bu. Yüzünde bir tutam favori sakal, elinde bir tutam anahtar, enine boyuna bir adamla karşılaştılar.
“Yine ne oldu?” dedi adam kaygısızca.
“Küçük bir yankesici.” dedi, Oliver’ı tutmakta olan adam. “Soyulan taraf siz misiniz beyefendi?” diye sordu anahtarlı adam.
“Evet benim.” dedi ihtiyar bey. “Ama mendili alanın bu çocuk olduğunu pek sanmıyorum. Davacı olmak niyetinde değilim.”
“Hâkim Bey’in huzuruna çıkması gerek şimdi beyin.” diye cevap verdi adam. “Hâkim Bey hazretlerinin bir dakikaya kadar işi bitiyor. Hadi bakalım, boynu kopasıca!”
Bu, Oliver’a adamın konuşurken açtığı, kapıdan girmesi için bir davetti, taş bir odaya giriliyordu. Burada üstü başı arandı. Üstünde bir şey bulamadılar, kapıyı kilitleyip gittiler.
Bu oda bir hücre biçiminde ve büyüklüğünde bir yerdi, oldukça karanlıktı. Dayanılmayacak derecede pisti; çünkü pazartesi sabahıydı. Başka yerde hapis olan altı sarhoş, cumartesi gecesinden beri burada kalmıştı. Bu haydi neyse. Şu bizim polis merkezlerinde, erkek ve kadınlar, incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebep yüzünden -bu ifade dikkate değer- zindanlara tıkılır, öyle ki, ölüm hükmü giymiş olan, en korkunç mücrimlerin kapatıldığı, New Gate’tekiler bu zindanların yanında saray gibidir, karşılaştıracak olursanız. Bundan şüphesi olan varsa bir karşılaştırsın ikisini.
Anahtar kilidin içinde tıkırdayınca ihtiyar bey, Oliver kadar korktu. İhtiyar bey, içini çekerek bütün bu gürültünün sebebi olan kitaba baktı.
Düşünceli düşünceli, kitabın kabıyla çenesine vurarak yavaş yavaş uzaklaşırken, “Şu çocuğun yüzünde bir şey var.” diyordu. “Dokunuyor bana, ilgimi çeken bir yanı var. Masum mu acaba? Öyle görünüyordu. Neyse, anlarız!” diye bağırdı bey aniden durup göğe bakarak.
“Hey ya Rabb’im! Bu bakışı nerede görmüştüm yahu?”
İhtiyar bey, birkaç dakika düşündükten sonra, aynı düşünceli yüzle, avluya açılan, arkadaki bir odaya doğru yürüdü. Orada bir köşeye çekilerek zihninin gözü önüne yıllardır, önüne perde gerilmiş olan, sıra sıra, bir sürü yüz getirdi. “Hayır.” dedi ihtiyar bey başını sallayarak. “Hayal oyunu herhâlde.”
Bir bir yeniden geçirdi o yüzleri. Gözünün önüne getirmişti bir kere. Nicedir onları örtmekte olan kefeni kaldırıp da yenisini koymak kolay değildi. Dost yüzleri vardı arasında, düşman yüzleri ve kalabalıktan bakan yabancı sayılacak yüzler; şimdi kocamış, bir zamanki çiçek gibi genç kızların yüzleri. Gözlerin ferini, parlak gülümsemeyi geri getiren, ruhu kil maskesi ardında ışıtan, mezar ötesinde güzellik fısıldatan, mezardan daha üstün gücü olan zihnin, eski tazeliği ve güzelliğine bürüdüğü, mezarın örttüğü, değiştirdiği yüzler; cennet yoluna yumuşak ve nazik bir parlaklık veren bir aşk yaratmak için, ululanmak üzere yeryüzünden alınan, değişmiş yüzler.
Hâlâ ihtiyar bey, Oliver’ın çizgilerine benzeyen hiçbir yüzü canlandıramadı. Uyandırmış olduğu hatıraların üzerine içini çekti ve dalgın yaşlı bir bey olduğundan o hatıraları küflü kitabın içine yeniden gömebildi.
Biri omzuna dokundu, anahtarlı adam kendisiyle birlikte büroya gelmesi için ricada bulunuyordu. Kitabını acele kapattı ve meşhur Mr. Fang’ın haşmetli huzuruna çıkarıldı.
Büro, ön taraftaki bir salondu, duvarlar tahta kaplıydı. Mr. Fang, ta uçta, bir kürsünün ardında duruyordu. Kapının bir yanında zavallı Oliver’cığın içine emanet edilmiş olduğu tahta bir kafes vardı.
Mr. Fang, zayıf, uzun sırtlı, dik boyunlu, orta boyda bir adamdı, olan biten saçı, başının kenarlarında ve ensesindeydi. Yüzü ciddi olup kıpkırmızıydı. Kendine gerekli olduğundan daha fazla içmemiş olsaydı yüzüne iftira davası açar ve epey bir zarar ziyan alabilirdi.
İhtiyar bey, eğilerek hürmetle selam verdi, hâkimin kürsüsüne doğru giderek, “Adım ve adresim.” deyip bir iki adım geri çekildi; hürmetle başıyla bir iki kere daha selam verip soru sorulması için beklemeye başladı.
Mr. Fang ise o sırada sabah gazetelerinin birinde, kendisinin vermiş olduğu bir karara ait olan makaleyi okumaktaydı. Makale, üç yüz on beşinci kere, kendini Dâhiliye Vekâletinin nazarıdikkatine havale ediyordu. Heyheyleri üstündeydi, kaşlarını çatarak öfke içinde baktı.
“Kimsin sen?” dedi Mr. Fang.
İhtiyar bey biraz şaşırarak kartını işaret etti.
“Polis.” dedi Mr. Fang, kartı gazeteyle birlikte, istihkarla bir kenara iterek. “Kim bu adam?”
İhtiyar bey, “Adım efendim…” diye başladı sözüne, nezaketini bozmayarak. “Adım efendim. Mr. Brownlow’dur. Mahkemenin himayesi altındaki muhterem bir beye, bedavadan, durup dururken hakaret bahşeden hâkimin, ism-i alisini sormama müsaade eder misiniz?” Bunu söyledikten sonra, Mr. Brownlow aradığı bilgiyi temin edebilecek birini bulurum belki diye çevresine baktı.
“Polis!” dedi Mr. Fang, gazeteyi bir yana fırlatıp atarak. “Bu adamın suçu ne?”
“Hiç suçu yok haşmetlim.” dedi polis. “Çocuğa karşı çıkıyorlar haşmetlim.”
Haşmetli bunu pekâlâ biliyordu, ama suya sabuna dokunmadan alay ediyordu.
“Demek çocuğa karşı çıkıyor ha?” dedi Mr. Fang, Mr. Brownlow’yu istihzayla baştan aşağı kadar süzerek.
“Yemin ettirin!” dedi.
“Yemin etmeden önce, bir söz söyleyebilmem için müsaade talep ediyorum.” dedi Mr. Brownlow. “Şunu demek istiyorum ki, doğrusu ömrümde görüp geçirmiş olduğum bunca tecrübeye dayanarak, bir türlü inana…”
“Dilinizi tutun lütfen!” dedi Mr. Fang sertçe.
“Tutmayacağım efendim!” dedi ihtiyar bey.
“Dilinizi tutun diyorum size, yoksa şimdi buradan kapı dışarı ederim sizi!” dedi Mr. Fang. “Terbiyesiz, edepsiz bir herifsiniz siz! Bir hâkim karşısında nasıl olur da böyle yüksek perdeden konuşursunuz!”
“Ne?” diye bağırdı ihtiyar bey kıpkırmızı kesilerek.
“Bu şahsa yemin ettirin!” dedi Mr. Fang kâtibe. “Bir kelime daha duymak istemiyorum, yemin ettirin!”
Mr. Brownlow’nun öfkesi bir hayli kabarmıştı ama bu duygularını izhar edecek olursa çocuğa daha bir kötülük edebileceğini düşünerek, kendini tutup, yemin etmeyi kabul etti.
“Söyleyin bakalım.” dedi Mr. Fang. “Çocuğa isnat edilen suç nedir? Söyleyeceğinizi söyleyin beyim.”
“Bir kitapçının önünde duruyordum.” diye başladı Mr. Brownlow.
“Dilinizi tutun beyim.” dedi Mr. Fang. “Polis, polis nerede? Şu polise yemin ettirin. Söyle bakalım Polis Efendi neymiş?”
Polis, kendine yakışan tevazuyla, işi nasıl üstüne aldığını, Oliver’ın üstünü nasıl aradığını ve nasıl bir şey bulamadığını ve bunların nasıl bütün bildiği şeyden ibaret olduğunu anlattı.
“Şahit var mı?” diye sordu Mr. Fang.
“Yok haşmetlim.” dedi polis.
Mr. Fang birkaç dakika sessiz durdu, derken davacıya dönerek öfke içinde “Bu çocuktan ne istiyorsun, söyleyecek misin be adam? Yemin ettin, eğer orada durup da konuşmayacak olursan, mahkemeye karşı hakaretten cezalandırırım seni.” dedi.
“Valla…”
Valla mı dedi billa mı, belli değil; çünkü o sırada kâtiple gardiyan yüksek sesle öksürdüler; kâtip koca bir kitap düşürüverdi yere, bu yüzden söylenen söz işitilmedi; tabii kazara olmuştu bunlar.
Sözü defalarca kesildikten, birçok kere hakaretle karşılaştıktan sonra, söyleyeceğini sonunda söyleyebildi; durumun verdiği şaşkınlık yüzünden, çocuğun koştuğunu görünce arkasına takıldığını anlattı, bundan başka, Hâkim Bey söylenenlere inandığı takdirde çocuğun hırsızlardan olmadığı ortaya çıkacağından, adaletin müsaade ettiğinden yumuşak davranacağını ümit ettiğini belirtti.
“Baksanıza, daha şimdiden yaralandı bile.” dedi ihtiyar bey sonunda. “Üstelik korkarım ki…” diye büyük güçle ilave etti kürsüye bakarak. “Korkarım ki hasta da.”
“Ya, ya.” dedi Mr. Fang pis pis sırıtarak. “Haydi bırak artık bu numaraları da söyle. Adın nedir küçük serseri? Sökmez bize o numaralar!”
Oliver cevap vermeye çalıştı ama dili dönmedi ağzında, ölü gibi sararmıştı, çevresi dönüp duruyordu.
“Adın ne? Söyle, yüzsüz mendebur!” diyordu Mr. Fang. “Memur bey nedir adı?”
Bu söz, kürsünün yanında, ayakta dikilen, çizgili yelekli yaşlı bir adama söylenmişti. Adam Oliver’a doğru eğildi, bu suali tekrarladı; ama çocuğun soruyu gerçekten anlamadığını görünce bunun da bu cevap vermemenin de Hâkim Bey’i daha bir kızdırıp kararının şiddetini arttıracağını bildiğinden bir isim düşündü.
“Adının Tom White olduğunu söylüyor haşmetlim.” dedi iyi kalpli adam.
“Demek konuşmak istemiyor öyle mi?” dedi Fang. “Pekâlâ. Güzel. Nerede oturuyormuş?”
“Oturabildiği yerde haşmetlim.” dedi memur; sanki cevap Oliver’dan geliyormuş gibi.
“Anan baban filan var mı?” diye sordu Mr. Fang.
“Küçükken öldüğünü söylüyor haşmetlim.” diye cevap verdi memur; kafasından atmıştı bunu da.
Soruşturmanın bu anında, Oliver başını kaldırdı ve yalvaran gözlerle bakınarak hafif bir sesle bir yudum su niyazında bulundu.
“Saçma!” dedi Mr. Fang. “Benimle dalga mı geçiyorsun ulan!”
“Gerçekten hasta olduğunu sanıyorum haşmetlim.” diye bir çıkış yaptı memur.
“Ben daha iyi bilirim!” dedi Mr. Fang.
“Dikkat edin memur bey.” dedi ihtiyar bey, ellerini gayriihtiyari ileri doğru uzatarak. “Düşecek yere.”
“Çekil memur!” diye bağırdı Fang. “Bırak düşsün isterse.”
Oliver, bu nazikane verilen izinden bilistifade, şakkadak düşüp bayıldı. Odadakiler bakıştılar, ama biri de hareket etmek cesaretini gösteremedi.
“Mahsus yaptığını biliyordum.” dedi Fang, sanki söylediği, vakıanın münakaşa götürmez ispatıymış gibi. “Bırakın yatsın orada; yorulur birazdan.”
“Nasıl karara bağlamayı düşünüyorsunuz efendim?” diye sordu kâtip, alçak bir sesle.
“Hemencecik.” diye cevap verdi Mr. Fang. “Üç ay hapsine. Ağır hapis tabii. Odayı boşaltın.”
Kapı bu maksatla açıldı ve bir çift adam, baygın oğlanı hücreye götürmek üzere hazırlandı. Tam o sırada, pejmürde siyah bir elbise giymiş ama efendi kılıklı biri, salona hızla girip kürsüye doğru yürüdü.
“Durun, durun! Alıp götürmeyin onu. Allah rızası için durun!” diye bağırdı yeni gelen, soluk soluğa.
Her ne kadar böyle bir büroya hükmeden periler, kraliçenin tebaası fakir sınıfın, hürriyeti, unvanı, karakteri ve hatta hayatları üstüne muhtasar ve keyfî kudret hükmediyorsa da ve her ne kadar bu çeşit dualar için, melekleri ağlamaktan kör edecek kadar, her gün yeter derecede acayip dolaplar dönüyorsa da günlük matbuat veya herhangi bir vasıtayla halka erişemez; böylece Mr. Fang böyle münasebetsiz bir düzensizlik içinde, bu davetsiz misafiri görünce pek kızmazlık etmedi.
“Bu ne? Bu da kim? Kovun şu adamı! Boşaltın salonu!” diye bağırdı.
“Konuşacağım!” diye bağırdı adam. “Kovamazsınız beni. Her şeyi gördüm ben. Kitapçı dükkânı benim. Yemin ettirilsin bana, şahit olarak dinlenmek istiyorum, engel olamazsınız bana Mr. Fang. Beni dinlemeye mecbursunuz. Reddetmemelisiniz beni efendim.”
Adam haklıydı, tavrı kararlıydı, mesele de örtbas edilemeyecek kadar ciddileşmeye başlamıştı.
“Yemin ettirin şu adama!” dedi homurdanarak. “Söyle bakalım söyleyeceğini?”
“Söyleyeyim.” dedi adam. “Üç oğlan çocuğu gördüm. Buradaki mevkuftan başka iki çocuk daha vardı. Şu bey kitap okumaktayken onlar yolun karşısında serseriyane dolaşıyorlardı. Soygunculuğu yapan bu değil, öteki çocuklardan biri, gözlerimle gördüm; bu çocuğun da gördüğü şeyden tamamen şaşkına döndüğünü gördüm.” Şimdi soluğu düzelmişti artık, kitapçı soygunculuğun oluş şeklini daha tutarlı bir şekilde anlatmaya başladı.
“Niye daha önce gelmedin?” dedi Fang, bir süre durduktan sonra.
“Dükkâna bakacak kimsem yoktu.” diye cevap verdi adam. “Bana yardımda bulunabilecek herkes takibe çıkmıştı. Beş dakika önceye kadar kimseyi bulamadım, buraya kadar koşa koşa geldim.”
“Davacı o sırada kitap okuyordu demek?” diye sordu Mr. Fang, bir süre daha durduktan sonra.
“Evet.” diye cevap verdi adam. “Şu anda elinde duran kitabı okuyordu.”
“Kitap şu, öyle mi?” dedi Fang. “Kitabın parasını verdi mi?”
“Hayır, vermedi.” diye cevap verdi adam gülümseyerek.
“Hay Allah! Aklımdan çıkıp gittiydi!” diye bağırdı unutkan ihtiyar bey, saf saf.
“Zavallı bir çocuğa suç isnat edecek kadar, iyi kalpli bir bey doğrusu!” dedi Fang, insanca görünmek için komik olmaya çalışarak. “Bu kitabı pek şüpheli ve gayriahlaki şartlar altında iktisap ettiğiniz anlaşılıyor beyim; malın sahibi davacı olmadığı için talihiniz varmış. Bu size bir ders olsun beyim, yoksa kanun er geç yakalar sizi. Çocuk tahliye edilsin, salonu boşaltın!”
“Hay Allah kahretsin!” diye bağırdı ihtiyar bey, şimdiye kadar tuttuğu öfkesini koyuvererek. “Hay Allah kahretsin, şimdi ben…”
“Salonu boşaltın.” dedi Hâkim Bey. “Memur beyler duydunuz mu? Salonu boşaltın!”
Buyruk yerine getirildi; öfkeli Mr. Brownlow da bir elinde kitap, ötekinde bambu bastonu, kızgın ve kudurmuş olarak dışarı çıkarıldı. Avluya vardığında öfkesi geçiverdi. Oliver’cık kaldırımın üstünde yatıyordu; gömleğinin önünü açmışlar, şakaklarını suyla ovuyorlardı; yüzü ölü gibi sapsarıydı, bütün vücudu ürperti içinde sarsılıyordu.
“Zavallıcık, zavallıcık!” dedi Mr. Brownlow, üstüne doğru eğilerek. “Araba çağırsın biri, ne olur!”
Araba bulundu, Oliver dikkatle kaldırılıp içine kondu, ihtiyar bey de binerek karşısına geçip oturdu.
“Ben de gelebilir miyim?” dedi kitapçı, arabadan içeri başını sokarak.
“Tabii beyim, tabii buyurun.” dedi Mr. Brownlow çabucak. “Unuttum sizi. Hay Allah! Şu münasebetsiz kitap hâlâ bende, atlayın. Zavallı çocuk! Kaybedecek vaktimiz yok!”
Kitapçı arabanın içine girdi, araba kalktı.

BÖLÜM 12
OLİVER ÖMRÜNDE GÖRMEDİĞİ BİR BAKIM GÖRÜYOR. KAYGISIZ İHTİYAR BEYLE ARKADAŞLARI HAKKINDA
Araba yuvarlanıp gidiyordu. Oliver, ilk olarak Düzenbaz’la Londra’ya girdiği zaman geçtiği yerlerden geçiyordu; istasyondaki Angel’a varınca başka bir yola sapıp Pentonville’e yakın, sakin, gölgeli bir caddedeki, temiz görünüşlü bir evin önünde durdu. Eve girilince hemencecik bir yatak yapılıp Mr. Brownlow’nun genç yükü dikkatle rahat bir yatağa yatırıldı; burada sınırsız bir merhametle karşılaştı. Tir tir üstüne titriyorlardı.
Fakat günlerce Oliver, yeni dostlarının iyiliklerini fark edemedi. Güneş doğdu, battı, doğdu, battı, daha nice güneşler doğup battı, çocuk, hâlâ rahatsız yatağında, ateşin kuru ve kemirici sıcaklığı içinde, büzüldükçe büzüldü. Yaşayan vücutta yavaş yavaş sürünerek ilerleyen ateşten, kurt, ceset üstünde daha iyi iş göremezdi.
Sonunda, uzun ve kâbuslu bir rüya gibi görünen şeyden, zayıf, hâlsiz, sarı benizli olarak uyandı. Başı titreyen kolunun üstünde, yataktan hafifçe kalkıp endişeyle bakındı.
“Neresi burası? Nereye getirdiler beni?” dedi Oliver. “Burada uyumamıştım ben.”
Pek zayıf ve hâlsiz olduğundan, bu sözleri kısık bir sesle söylemişti. Yatağın ayak ucundaki perde acele açıldı, anne tavırlı, tertemiz kıyafetli yaşlı bir kadın, perdeyi açarak, oturmuş el işiyle uğraşmakta olduğu koltuktan kalktı.
“Sus canım.” dedi yaşlı hanım hafifçe. “Sus ki yeniden hasta olmayasın. Pek ağır hastaydın, daha ağırı olamazdı. Az kaldı… Hadi yat yine, hadi yavrum.” Bu sözleri söyleyerek yaşlı hanım, Oliver’ın başını yavaşçacık yatağına koydu. Alnındaki saçları kaldırarak yüzüne öyle tatlı ve sevgiyle baktı ki, Oliver küçük, solup gitmiş eliyle, elinden tutup boynuna doğru çekti.
“Allah’a emanet!” dedi yaşlı kadın, gözleri yaşla dolu. “Ne kadar da kadirşinas yavrucak. Ne cici çocuk bu böyle, benim yerimde annesi olsaydı da şimdi, onu böyle yatar görseydi, kim bilir ne yapardı?”
“Belki de görüyordur şimdi.” diye fısıldadı Oliver, ellerini kavuşturarak. “Belki yanımda oturuyordur bile, bana öyle geliyor sanki.”
“Ateşten olacak yavrum.” dedi yaşlı kadın, yumuşak bir sesle.
“Öyle olacak.” dedi Oliver. “Çünkü cennet o kadar uzakta ki, oradakiler de öylesine mesut ki, işleri yok, zavallı bir çocuğun başı ucuna gelecek değiller ya; ama hasta olduğumu bilseydi acırdı bana herhâlde, orada bile olsa; çünkü ölmeden kendi de pek çekmiş; hoş benim hakkımda bir şey bilemez ya.” diye ilave etti, bir ara, sessiz durduktan sonra. “Beni görmüş olsaydı pek üzülürdü şimdi; yüzü de hep tatlı ve mesuttur düşümde gördüğümde.”
Yaşlı hanım buna cevap vermedi. İlkin gözlerini, derken yatak örtüsü üzerinde duran yüz çizgilerinin âdeta temelini teşkil eden gözlüklerini silerek, “Oliver içsin.” diye, serin bir şey getirdi; sonra da yanağını okşayarak, yatakta hareket etmeden yatmasını, yoksa hastalığının nüksedeceğini söyledi.
Böylece Oliver da hareketsiz yattı; hem her bakımdan yaşlı kadının dediklerini yerine getirmek için hem de doğrusu ya epey yormuştu onu söyledikleri. Çok geçmeden tatlı bir uykuya daldı, ta ki bir mum ışığı karşısında uzanıncaya dek; yatağın yanı başına getirilen mum, elinde, kocaman, tik tak eden altın bir saat, nabzını dinleyip de çok daha iyi olduğunu söyleyen bir bey tarafından getirilmişti.
“Çok daha iyisin değil mi yavrum?” dedi bey.
“Evet, teşekkür ederim efendim.” diye cevap verdi Oliver.
“Acıkmışsındır da değil mi?”
“Hayır efendim.” diye cevap verdi Oliver.
“Hımm.” dedi bey. “Biliyorum acıkmadığını. Acıkmamış Mrs. Bedwin.” dedi bey, hâkimane bakarak.
Yaşlı kadın doktorun pek mahir olduğu fikrindeymiş gibi saygıyla başını eğdi. Doktorun kendi de aynı fikirdeydi.
“Uykun var, değil mi yavrum?” dedi doktor.
“Hayır efendim.” dedi Oliver.
“Yok demek.” dedi doktor, bilgiçlik ve memnuniyet ifade eden bir bakışla. “Uykun yok demek? Canın da su istemiyor, değil mi?”
“İstiyor efendim. Çok istiyor.” diye cevap verdi Oliver.
“Ben de öyle tahmin etmiştim, Mrs. Bedwin.” dedi doktor. “Canının su istemesi pek tabii, biraz çay verebilirsiniz hanımefendi, biraz da kızarmış ekmek, üstünde yağ olmasın ama, fazla örtmeyin üstünü, ama üşümesin sakın; bu zahmetlere katlanacaksınız elbet.”
Yaşlı hanım bir reverans yaptı. Doktor serin mayinin tadına bakıp bilgiç bir tasvipten sonra, acele acele çıkıp gitti. Merdivenlerden aşağı inerken çizmeleri pek şaşaalı ve zengin gıcırtılar çıkarıyordu.
Oliver yeniden daldı; uyandığında, saat on ikiye geliyordu. Yaşlı hanım, az sonra, yumuşak bir sesle, iyi geceler diledi ve yerini yaşlı şişman bir kadına bıraktı, yanında, içinde küçük bir dua kitabı, bir de koskoca gece başlığı olan, küçük bir bohça vardı. Başlığı başına, kitabı masaya koyup Oliver’a yanı başında oturmaya geldiğini söyledikten sonra, iskemlesini ocağın yanına çekip uyuklamaya başladı; ikide bir kâh öne düşer gibi oluyor kâh inliyor kâh boğulur gibi oluyordu. Bunun neticesi, sadece burnunu sıkı sıkı kaşıyıp yeniden uykuya dalmak oluyordu.
Böylece gece yavaş yavaş ilerledi. Mum ışığının gölgesinin tavanda meydana getirdiği küçük halkaları sayarak ve duvardaki kâğıdın karışık örneğini zayıf gözleriyle izleyerek bir süre uyanık kaldı Oliver. Odanın karanlığı ve derin sessizliği pek heybetliydi; ölümün günler ve geceler boyunca odada dolaşıp durduğunu ve yine de hâlâ korkunç mevcudiyetinin dehşeti ve karanlığına boğabileceği Oliver’ın, aklına gelince başını yastıkta öte yana çevirdi, huşu içinde Allah’a dua etti.
Yavaş yavaş, yeni atlatılmış bir acının sonrası ancak vaki olan, şu derin, sakin uykuya daldı; uyanması acı olan, sakin ve sessiz istirahat… Ölüm böyle olsaydı eğer kim hayatın bütün meşakkatlerine, dağdağasına uyanırdı; şimdi için didin dur; gelecek için kaygılan; hele o geçmişin yorgun hatıraları!
Saatler geçmişti sabah olalı; Oliver gözlerini açtı; neşesi yerine gelmişti, sevinç içindeydi, hastalık krizini atlatmıştı, yeniden bu dünyanın olmuştu artık.
Üç gün sonra, arkasında bol yastık, koltukta oturabilmeye başladı, daha pek yürüyemeyecek kadar zayıf olduğundan Mrs. Bedwin kendisine ait olan küçük kapıcı odasına taşıtmıştı küçük Oliver’ı. Onu ocağın yanı başına yerleştirdikten sonra, iyi ihtiyarcık da oturdu ve Oliver’ı çok iyi gördüğüne sevindiğinden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Sen bana bakma yavrum.” dedi ihtiyarcık. “İkide bir ağlarım böyle ferahlamak için. Bak geçti. Ağlamıyorum artık. Ferahladım şimdi.”
“Bana çok iyi davranıyorsunuz.” dedi Oliver.
“Sen şimdi bırak onu yavrum.” dedi ihtiyar ona. “Çorbanı düşünelim şimdi biz. Geç oldu çünkü; doktor, Mr. Brownlow’nun bu sabah gelip seni görme ihtimali olduğunu söyledi; bu yüzden iyi görünmemiz gerek, ne kadar iyi görünürsek o kadar memnun olur.” Bunu söyledikten sonra, yaşlı hanım küçük bir tencere içinde et suyu ısıtmaya başladı; Oliver, bu tencerenin tüzüğe göre dağıtıldığında asgari üç yüz elli fakir çocuğu doyurabileceğini düşünüyordu.
“Resme bakmak hoşuna gider mi yavrum?” diye sordu yaşlı hanım.
Oliver’ın koltuğun tam karşısında, duvarda asılı duran, bir portreye dikkatle baktığını görmüştü.
“Bilmem efendim.” dedi Oliver, gözlerini resimden ayırmadan. “O kadar az resim gördüm ki, ne diyeceğimi bilemiyorum. Ne güzel, tatlı bir yüzü var şu kadının!”
“Ah!” dedi yaşlı kadın. “Ressamlar bütün hanımları asıllarından güzel yaparlar, sonra sipariş alamazlar yavrum. Benzerlikleri çeken makineyi icat eden adamın pek başarılı bir iş yapmadığını bilmesi gerekti; biraz fazla namuslu oluyor.” dedi yaşlı kadın, bu ince zekâsına katıla katıla gülerek.
“Şu bir benzerlik mi efendim?” dedi Oliver.
“Evet.” dedi yaşlı kadın, et suyundan başını kaldırıp şöyle bir bakarak. “Bu bir portre.”
“Kimin efendim?” diye sordu Oliver.
“Doğrusu, bilmiyorum.” diye cevap verdi yaşlı kadın, neşeli bir tavırla.
“Ne senin ne benim bildiğimiz bir benzerlik olmasa herhâlde.”
“Öyle güzel ki.” diye cevap verdi Oliver.
“Şey, korkmadığından emin misin kuzum ondan?” diye sordu yaşlı kadın, büyük bir hayretle çocuğun resme bakışındaki dehşeti görerek.
“Yok, yok.” dedi Oliver çabucak. “Ama gözleri öyle hüzünlü bakıyor ki, sanki oturduğum yere doğru, bana doğru bakıyor. Kalbim çarpıyor baktıkça.” diye ilave etti, yavaş bir sesle. “Sanki canlıymış, benimle konuşmak istiyormuş da konuşamıyormuş gibi.”
“Allah korusun!” diye bağırdı kadın, ürkerek. “Öyle şeyler deme yavrum, hastalıktan sonra zayıf düştün. Sinirlerin zayıfladı. Koltuğunu öte tarafa çevireyim de görmeyesin onu. Hah, oldu işte!” dedi yaşlı kadın, sözlerini yerine getirerek. “Şimdi istesen de göremezsin.”
Oliver, sanki yeri değiştirilmemiş gibi, zihninin gözü içinde ayan beyan görüyordu onu; ama ihtiyarcığı telaşa düşürmek istemiyordu; böylece kadın ona bakınca gülümsedi; Mrs. Bedwin, Oliver’ın daha rahat olduğunu fark edince böyle heybetli bir yemek hazırlanışına uygun bir telaşla et suyunun içine tuz attı, kızarmış ekmek doğradı. Oliver olağanüstü bir süratle yedi bitirdi, son kaşığı da yuvarlamışken kapıya hafifçe vuruldu. “Buyurun!” dedi yaşlı kadın. Mr. Brownlow idi giren.
İhtiyar bey, bütün çevikliğiyle girmişti ama gözlüğünü alnına kaldırıp da Oliver’a iyi bakabilmek için ellerini pelerininin eteklerinin arkasına götürmüştü ki, yüzünün çizgileri acayip bir şekilde büzüldü, buruştu. Hastalık Oliver’ı pek bitkin ve hayaletimsi bir hâle getirmişti, hamisine hürmet göstermek için kalkmaya çalıştı. Ama gerisin geri düştü koltuğuna, bir şey var ki, doğrusunu söylemek gerekirse, insan sınıfından altı adet, normal büyüklükte, yaşlı beyinkini içine alabilecek gibi olan Mr. Brownlow’nun kalbi, izah etmek için kendimizde yeterince feylesofluk görmediğimiz hidrolik bir ameliyeyle, gözlerine yaş pompaladı.
“Zavallı çocuk! Zavallı çocuk!” dedi Mr. Brownlow, boğazını temizleyerek. “Sesim kısıldı bu sabah, Mrs. Bedwin. Korkarım soğuk aldım.”
“İnşallah almamışsınızdır efendim.” dedi Mrs. Bedwin. “Her şeyiniz havalandırılmıştır, efendim.”
“Bilmiyorum Bedwin, bilmiyorum.” dedi Mr. Brownlow. “Dün akşam yemeğindeki peçetem biraz yaştı galiba, neyse aldırma. Nasılsın yavrum?”
“Çok iyiyim efendim.” diye cevap verdi Oliver. “Bana gösterdiğiniz yakınlık için de çok müteşekkirim efendim.”
“İyi çocuk.” dedi Mr. Brownlow. “Bir şeyler verdin mi ona Bed-win? Abur cubur filan?”
“Demin bir kâse et suyu içti efendim.” diye cevap verdi Mrs. Bed-win. Son sözün üstünde daha bir durarak, abur cuburla et suyu arasında büyük fark olduğunu belirtmek istermiş gibi şöyle bir toparlandı.
“Aman sen de!” dedi Mr. Brownlow, hafif bir ürpertiyle. “Bir iki bardak şarap, daha iyi gelirdi ona. Öyle değil mi Tom White?”
“Adım Oliver, efendim.” diye cevap verdi küçük hasta, hayretle bakarak.
“Oliver mı?” dedi Mr. Brownlow. “Peki öteki adın ne? Oliver White mı?”
“Hayır, Twist; Oliver Twist.”
“Acayip bir isim.” dedi ihtiyar bey. “Hâkime, niye White olduğunu söylettin?”
“Ben öyle bir şey demedim efendim.” dedi Oliver şaşkınlık içinde.
Bunun bir yanlışlık olduğu aşikârdı, ihtiyar bey, Oliver’ın yüzüne ciddi ciddi baktı. Çocuktan şüphe etmeye imkân yoktu; ince ve açık her yüz çizgisinde gerçek vardı.
“Bir yanlışlık olacak.” dedi Mr. Brownlow. Ama her ne kadar Oliver’dan gözünü ayırmamak için herhangi bir sebep kalmadıysa da çocuğun yüz çizgileri ile tanıdığı bir yüz arasındaki benzerlik fikri ağır bastığından gözlerini alamıyordu.
“Bana darılmadınız ya efendim?” dedi Oliver, gözlerini yalvararak kaldırıp.
“Hayır, hayır.” diye cevap verdi ihtiyar bey. “Vay canına! Bu ne? Bedwin şuraya bak!”
Bunu söyleyerek Oliver’ın başı üstündeki resmi gösterdi birden, sonra da çocuğun yüzüne işaret etti. Canlı kopyasıydı. Gözler, baş, ağız, her çizgisi aynıydı. İfade öylesine aynıydı ki, o anda, en küçük çizgi bile korkunç bir dakiklikle kopya edilmişti.
Oliver bu, ani haykırışın sebebini bilmiyordu; buna tahammül edecek kadar kuvveti olmadığından bayılıverdi. Zayıf düşmesinden meydana gelen bu bayılma, okuyucuya neşeli ihtiyar beyin iki genç talebesi hakkında bilgi vermemiz ve kendisini meraktan kurtarmamız için bir fırsat.
Düzenbaz ile dört başı mamur dostu Bates Efendi, daha önce de anlatıldığı gibi, Mr. Brownlow’nun şahsi malının gayrikanuni nakl-i icrası neticesi, Oliver’ın takipçileri tarafından çıkarılan çıngara katılmış, böylece kendilerine karşı duydukları, övülecek ve yakışır bir saygıyla harekete gelmişlerdi; tebaasının hürriyetinin ve ferdin serbestliğinin hakikatli bir İngiliz’in en başta gelen ve en gurur duyduğu övünmeleri arasında olduğuna bakılırsa, bazı derin ve sağlam hüküm veren feylesofların – iyi toprak ananın hatt-ı harekâtını pek akıllıca düstur ve nazariye meselesi hâline getirerek ve övülür hakimliği ve anlayışına karşı pek temiz, güzel bir iltifatla karşılayarak her türlü gönül işlerini, cömert duygu ve sevki tamamıyla bir yana atarak- tabiatın bütün hatt-ı harekatının ana kaynakları olarak ortaya koyduğu, küçük kanun külliyatını, kendi kendilerini korumak ve güven altına almak kaygılarının bu kuvvetli delilinin teyit ve tasdik ettiği kadar hemen hemen bu hareketin onları bütün halkın ve vatanseverlerin gözü önünde göklere çıkarılmalarına meyyal etmesi gerektiği hakkında okuyucunun dikkatini çekmeme pek hacet yok. Çünkü cinsiyetinin bir sürü zaaf ve zayıflıklarından çok daha yüksekte olan, kâinatça tasdik edilen bir dişinin, tamamen altındadır bu meseleler.
Pek nazik ve kötü durumda bulunan bu küçük beylerin tavr-ı hareketinin sırf felsefi tabiatı hakkında delil göstermek zorunda olsam (bu hikâyenin yukarısında da anlatıldığı gibi) bu delili, küçük beylerin, genel dikkat Oliver’ın üstünde toplandığı zaman takipten vazgeçmelerinde bulurdum; vazgeçip de en kestirme yoldan eve yollanışlarında. Her ne kadar ünlü, âlim, hakim kimselerin, herhangi büyük bir neticeye varmak için, kestirme yolu seçtiğini iddia edecek değilsem de sarhoşların, muazzam bir fikir akımının baskısı altında başvurmaya meyyal olduğu gibi, onların tuttukları yol, türlü dolambaçlı yollarla ve istidlalci tereddütleri ile mesafeyi elden geldiği kadar uzaklaştırmak olduğundan, kendilerine tesir etmesi muhtemel olması tahmin edilecek herhangi bir mümkün ama beklenmedik duruma karşı büyük bilgi ve basiret göstermek için teorilerini ispata çalışırken birçok güçlü feylesofların şaşmaz âdetidir bu. Böylece büyük bir hakkı ispat etmek için birazcık hataya düşebilirsiniz; neticenin haklı çıkarabileceği her türlü çareye başvurabilirsiniz; bu arada hakkın miktarı ya da hatanın miktarı ya da ikisinin arasındaki fark kendine has vakıanın bitarafane açık ve anlayışlı görüşüyle tayin edilip halledilmesi için tamamen o ilgili feylesofa bırakılmıştır.
İki çocuk, pek karışık, dar sokak ve avlular labirentinden büyük hızla koşup geçtikten sonra ancak alçak ve karanlık bir kemerin altında durmaya cesaret edebildiler. Konuşabilecek, nefes alabilecek duruma gelinceye dek orada kaldıktan sonra, Bates Efendi bir neşe ve zevk çığlığı attı; derken zapt edilmesi mümkün olmayan bir kahkaha tufanı içinde kendini bir kapı önü merdivenine atıp sevinç içinde yuvarlandı.
“Ne oluyor?” diye sordu Düzenbaz.
“Ha, ha, ha!” diye gürlüyordu Charley Bates.
“Gürültü etme!” diye çıkıştı Düzenbaz, kuşkuyla bakınarak. “Paçayı ele vermek mi istiyorsun sersem?”
“Ne yapayım, elimde değil.” dedi Charley. “Elimde değil! Tabanları yağlaması, köşeleri hızla dönüşü, direklere çarpışı, derken kendisi de direklerin ta kendileri gibi demirden yapılmış gibi koşusuna devam etmesi, gözümün önüne geliyor, bir de beni düşün, mendil cebimde, arkasından türkü söylemem! Ha, ha, ha!”
Bates Efendi’nin canlı hayali, sahneyi, gözü önünde pek renklendiriyordu. Katıla katıla güldükten sonra, merdivenlerde yeniden yuvarlanarak eskisinden daha da gürültüyle gülmeye bağladı.
“Fagin ne diyecek şimdi?” dedi Düzenbaz, dostunun nefes nefese kalmasından istifade edip.
“Ne diyebilir ki?” dedi Charley Bates.
“Ne mi diyebilir?” dedi Düzenbaz.
“Elbette ne diyebilir ki?” dedi Charley, sonra birden kalakaldı. Düzenbaz’ın tavrı ciddiydi çünkü. “Ne der, dersin?”
Mr. Dawkins, bir iki dakika ıslık çaldı; derken şapkasını çıkararak başını kaşıdı ve üç kere salladı.
“Ne demek istiyorsun?” dedi Charley.
Entelektüel yüz ifadesine hafif bir istihza katarak alaylı bir hava çıkardı Düzenbaz.
Bu izah ediciydi ama tatmin edici değildi. Bates Efendi böyle görüyordu, yine tekrarladı:
“Ne demek istiyorsun?”
Düzenbaz cevap vermedi; şapkasını yeniden başına koyarak ve uzun kuyruklu paltosunun eteklerini koltuğunun altında toplayarak, diliyle avurdunu şişirdi; sonra burnuna yarım düzine kadar manalı manalı vurarak topuğu üstünde dönüp sinsi sinsi avludan aşağı yürümeye başladı. Bates Efendi düşünceli bir edayla arkasından gitti.
Bu muhaverenin vukusundan birkaç dakika sonraki çıtırdayan merdivenler üstündeki ayak gürültüsü; sol elinde küçük bir ekmek somunu ve domuz beyni sucuğu, sağ elinde bir çakı -nihalenin üstünde de kalaylı bir tencere vardı- ocağın başında oturan, neşeli yaşlı beyi, yerinden kaldırdı. Dönünce, soluk yüzünde alçakça bir gülümseme göründü, kalın kızıl kaşlarının altından keskin gözlerle bakarak kapıya doğru eğilip, dinledi.
“O da ne?” diye mırıldandı Yahudi; yüzünün çizgileri değişti. “Yalnız ikisi geliyor, üçüncüsü nerede peki? Başları belaya mı girdi yoksa, hey!”
Ayak sesleri yaklaştı, sahanlığa kadar geldi. Kapı hafifçe açıldı. Düzenbaz’la Charley Bates girip arkalarında kapıyı kapadılar.

BÖLÜM 13
ZEKİ OKURLARIMIZA YENİ ŞAHSİYETLER VE BU ŞAHSİYETLERLE İLGİLİ HOŞ HADİSELER
“Oliver nerede?” dedi Yahudi, tehdit dolu bir bakışla yerinden kalkarak. “Çocuk nerede?”
Küçük hırsızlar, dehşet içindeki öğretmenlerine bakıyorlardı; bir yandan da kuşkulu kuşkulu göz atıyorlardı birbirlerine. Ama cevap filan vermediler.
“Çocuk ne oldu?” dedi Yahudi, Düzenbaz’ı yakasından yakalayıp korkunç lanetler yağdırarak. “Konuş, yoksa boğarım seni!”
Mr. Fagin öyle ciddi görünüyordu ki, Charley Bates, her zaman olduğu gibi, suya sabuna dokunmamak istediğinden, boğulma sırası kendine gelebileceği için diz çöküp yüksek sesle usturuplu bir inleme çıkardı. Kızgın bir boğanın çıkarabileceği bir sesle konuşan borazanın çıkarabileceği bir ses karışımı gibi bir şey.
“Konuşacak mısın sen?” diye gürleyip duruyordu Yahudi; Düzenbaz’ı öyle bir sarsıyordu ki, koca paltosu içinde durabilmesi mucizeydi doğrusu.
“Aynasızlar yakaladı, işte o kadar!” dedi Düzenbaz. “Bıraksana be!” derken koca paltosu içinden sıyrılıverip paltoyu Yahudi’nin elinde bıraktı, derken çatalı kavradığı gibi, neşeli yaşlı beye saldırdı; çatal adamın yeleğine sürünerek geçti; değecek olsaydı, kolayca yerine konamayacak, epey bir miktar neşe dışarı çıkarmış olurdu.
Zayıf, nahif görünüşünden beklenmeyecek büyük bir çeviklikle Yahudi geri sıçrayarak tehlikeyi bertaraf etti ve bira testisini yakalayıp mütecavizin başına fırlatmak istedi. Ama tam o sırada, Charley Bates pek korkunç bir ulumayla dikkati çektiğinden testi bu küçük beye doğru fırlatıldı.
“Bu da ne?” dedi derinden bir ses. “Hangi şeytan attı bunu? İyi ki yüzüme birayı yedim, testi gelecek olsaydı, canına okurdum alimallah. İnsanların yüzüne su yerine bira atacak kadar zengin, yağmacı, gürültücü Yahudi’den başka kim olabilir. Ne var Fagin? Atkımı berbat ettin. Pis mahluk, efendinden utanmıyormuş gibi ne diye orada duruyorsun, haydi içeri bakayım.” Bu sözleri homurdanan adam, otuz beş yaşlarında, enine boyuna bir adamdı; kadife bir palto ve pislik içinde berbat bir pantolon giymişti; yarım çizmeleri, tombul baldırlı bir çift tombul bacak ihtiva eden kurşuni pamuk çorapları, bir de kordonla bağlanan botları vardı. Başında, kahverengi bir şapka, boynunda da pis, mavi benekli bir eşarp vardı; eşarbının uzun eskimiş ucuyla, konuştukça yüzündeki birayı siliyordu; bu hareketi yaparken üç günlük sakallı abus çehresi ve çatık kaşları beliriyordu; gözlerinin biri yakında kazaya uğradığını belirten rengârenk bir halkayla çevriliydi.
“Gelsene ulan!” diye homurdandı bu kavgacı hırt. Kabarık beyaz tüylü, yüzü gözü tırmık içinde bir köpek, sinsi sinsi içeri girdi.
“Ne diye daha önce gelmedin?” dedi adam. “Beni efendi olarak kabul etmeyecek kadar kibirlenmeye başladın değil mi? Çök!”
Bu buyruk, hayvanı odanın öte ucuna fırlatan bir tekmenin refakatinde sadır olmuştu. Mamafih hayvan bu gibi şeylere alışık gibiydi, ses etmeden köşeye usulca çörekleniverdi; şeytan bakışlı gözlerini dakikada yirmi kere kırparak odayı gözden geçiriyordu.
“Ne halt ediyorsun sen? Çocuklara kötü muamele ha! Seni gidi açgözlü, cimri, doymak bilmez, moruk serseri seni!” dedi adam bir yana çökerek. “Dua et gebertmediklerine! Onların yerinde olsam, köküne kibrit suyu ekerdim senin. Senin çırağın olsaydım ben, senin yerinde yeller eserdi şimdi, üstelik hayır satamazdım satmasına, cam bir mahfaza içinde çirkinlik numunesi diye saklamaktan başka bir işe yaramazsın sen. Ne yazık ki senin girebileceğin büyüklükte cam mahfazalar yapmıyorlar.”
“Sus, sus, Mr. Sikes.” dedi Yahudi tir tir titreyerek. “O kadar yüksek sesle konuşma canım.”
“Şimdi senin canına başlarım ha!” dedi haydut. “Canıma manıma başladın mı yine bir şeyler karıştırıyorsun demektir. Adımı biliyorsun ya, adımla çağır beni. Zamanı gelince küçük düşürtmem adımı ağzımda.”
“Peki, peki, o hâlde, Bill Sikes.” dedi Yahudi, iğrenç bir tevazuyla. “Keyfin yok gibi Bill.”
“Yok gibi.” dedi Sikes. “Seninkinin de yerinde olduğunu sanmıyorum, testi fırlatmanla keyfini gösteriyorsan, böyle gevezelik…”
“Deli misin sen?” dedi Yahudi, adamın kolundan yakalayıp oğlanları göstererek.
Mr. Sikes sol kulağının altına bir düğüm yapıyormuş gibi yaptı ve başını sağ omzuna doğru seğirtti; bu pandomimi Yahudi pek iyi anlamış gibiydi. Derken konuşmasının, her tarafına serpili -burada tekrarlayacak olsak pek anlaşılabilecek cinsten olmayan- kaba küfürler savurarak içki istedi.
“Sakın zehir koymayasın içine.” dedi Mr. Sikes, elini masanın üstüne koyarak.
Bu şaka yollu söylenmişti; ama okur, Yahudi’nin kansız dudağını ısırarak büfeye doğru dönerken yüzünde beliren şeytani ifadeyi görseydi, bu ihtiyat tedbirinin pek fuzuli olmadığını düşünürdü. Bu şakanın ihtiyar Yahudi’nin neşeli kalbindeki hakikatten pek uzak olmadığını anlardı.
Birkaç kadeh yuvarladıktan sonra, Mr. Sikes, küçük beylere bir nazar atfetmeye tenezzül buyurdu; bu nazikane hareket konuşmaya yol açtı ki bu konuşma esnasında Oliver’ın yakalanışının sebebi ve tarzı, teferruatıyla anlatıldı, bu arada Düzenbaz kendine en uygun şekilde bazı tahriflerde bulunmaktan çekinmedi.
“Başımızı belaya sokabilecek bir şey yumurtlamasından korkuyorum.” dedi Yahudi.
“Pek muhtemel.” dedi Sikes, pis pis sırıtarak. “Boku yedin Fagin.”
“Üstelik…” diye ilave etti Yahudi, söylenen sözü duymamış gibi; konuşurken dikkatle karşısındakine bakıyordu. “Bizim foyamız meydana çıkarsa daha birçok kimselerinki de çıkar, bu da benden fazla seni tehlikeye düşürür azizim.”
Adam ürkmüş gibi Yahudi’ye döndü. Ama ihtiyar beyin omuzları kulaklarını kapayacak kadar kalkmıştı, gözleri de karşı duvara takılı, aval aval bakıyordu.
Uzun bir duruş… Herkes kendi düşüncesine dalmış gibiydi, bu arada köpek de vardı; pis pis dudaklarını yalayarak, dışarı çıktığında karşısına çıkacak olan ilk bey veya hanımın kaba etine nasıl saldıracağını düşünüyordu.
“Karakolda neler olduğunu biri anlamalı.” dedi Mr. Sikes, içeri girdiğinden beri ilk defa yavaş sesle konuşarak.
Yahudi “Evet.” der gibi başını salladı.
“Bir şey ele vermeden girdiyse içeri, bir daha çıkıncaya kadar kulak asma artık.” dedi Mr. Sikes. “Sonra da icabına bakarız. Ne yapıp yapıp ele geçmesi gerek.”
Yahudi yine “Evet.” der gibi başını salladı.
Bu tedbir hareketinin lüzumu belliydi; ama maalesef bunun tatbik edilmesi için büyük bir mahzur vardı. Düzenbaz’ın, Charley Bates’in, Fagin’in ve Mr. William Sikes’ın, bütün bunların her birinde, ne maksat veya sebeple olursa olsun, bir polisin yanına gitmek konusunda, müthiş ve köklü bir antipati vardı.
Pek hoş olmayan cinsten, belli belirsiz bir durumda, oturup da birbirlerine ne kadar uzun zaman baktıklarını tahmin güç. Bu konuda herhangi bir tahmin boşuna da olur; çünkü Oliver’ın daha önce de gördüğü iki küçük hanım yeniden konuşmanın açılmasına sebep oldu.
“Tamam!” dedi Yahudi. “Bet gider, öyle değil mi canım?”
“Nereye?” diye sordu küçük hanım.
“Polise kadar cicim.” dedi Yahudi, okşar gibi.
Hiçbir zaman gitmeyeceğini söylemek isterdi küçük hanım ama sadece “Gidersem Allah belamı versin!” demekle yetindi; ricanın böyle nezaketle, terbiyeyle savunulması, küçük bayanın, bir hemcinsine doğrudan doğruya, kesin olarak ret yoluyla acı vermeye tahammül edemeyecek kadar yaradılıştan iyi olduğundan ileri geliyordu.
Yahudi’nin yüzü buruştu. Şatafatlı değilse de göze çarpar şekilde giyinmişti, sırtında kırmızı bir entari, ayaklarında yeşil çizmeler, saçlarında sarı kıvırma kâğıtları bulunan bu hanımdan, öteki hanıma döndü:
“Nancy’ciğim!” dedi Yahudi yumuşak bir sesle. “Sen ne dersin?”
“Olmaz, boşuna uğraşma Fagin.” dedi Nancy.
“Ne demek istiyorsun?” dedi Mr. Sikes, asık çehresiyle bakarak.
“Ne dedimse onu!” diye cevap verdi hanımefendi, kılını kıpırdatmadan.
“Ama tam adamısın sen.” diye buyurdu Mr. Sikes. “Kimse tanımaz seni bu dolaylarda.”
“Tanımalarını da istemem.” dedi Nancy, istifini bozmadan. “Pek evet, diyemem bu işe Bill.”
“Gider o, gider Fagin.” dedi Sikes.
“Hayır, gitmiyorum.” dedi Nancy.
“Gidecek Fagin.” dedi Sikes.
Mr. Sikes haklıydı. Muhtelif tehdit, vaat, rüşvet ile mevzubahis olan hanımefendiye, sonunda bu işi üzerine almaya karar verdirildi. Güzel dostunun kuşkuları değildi onu tutan; uzak ama o canım sayfiye yeri olan Ratcliffe’ten daha geçenlerde Field Lane dolaylarına taşındığı için tanıdıkları tarafından tanınmak korkusu yoktu.
Böylece entarisi üstüne temiz, beyaz bir önlük takıp, kıvrılmış buklelerini bonesinin içine sıkıştırıp -bu her iki kalem eşya Yahudi’nin bitmez tükenmez hazinesinden çıkmıştı- Miss Nancy, vazifesini ifa etmek üzere yola çıkmaya hazırlandı.
“Bir dakika cicim.” dedi Yahudi; üstü kapalı, küçük bir sepet çıkardı. “Bir eline şunu al. Daha bir hürmet telkin edersin böyle.”
“Fagin, bir de kapı anahtarı ver, öteki elinde taşısın.” dedi Sikes. “Daha bir tabii, daha bir sahici olur.”
“Olur, olur azizim. Daha sahici olur.” dedi Yahudi, küçük hanımın sağ elinin şehadet parmağına bir anahtar asarak. “Tamam! Âlâ, daha iyisi can sağlığı.” dedi Yahudi ellerini birbirine sürterek.
“Ah kardeşçiğim! Zavallı, sevgili, tatlı, bigünah kardeşçiğim!” diye bağırdı Nancy, hüngür hüngür ağlıyor, küçük sepetle sokak kapısı anahtarını ızdırap içinde sallıyordu. “Ne oldu, neler geldi başına? Nerelere götürdüler seni! Acıyın bana! Ne yaptılar ona beyler, söyleyin ne olursunuz efendiler!” Bu sözleri içler acısı bir şekilde tekellüm ettikten sonra -dinleyicilerinin pek hoşuna gitmişti doğrusu- Miss Nancy durup çevresindekilere göz kırptı, her birine gülümseyerek selam verdikten sonra çıkıp gitti.
“Becerikli kız vesselam.” dedi Yahudi, genç dostlarına dönerek ciddi ciddi başını salladı, görmüş oldukları parlak örneği izlemeleri için dilsiz bir ihtarda bulunuyordu sanki.
“Cinsiyetinin medarıiftiharı.” dedi Mr. Sikes, bardağını doldurup, koca yumruğuyla masaya vurarak. “Onun sıhhatine, herkesin onun gibi olması dileğiyle.”
Bu güzel sözler ve daha nice nice methüsenalar, kusursuz şahsiyet Nancy için sarf olunurken, adı geçen küçük hanım karakol yolundaydı; sokaklarda böyle yalnız ve hamisiz görünmekten, ister istemez biraz çekingen davranmasına rağmen, çok geçmeden sağ salim vardı.
Arka yoldan dolaşarak hücre kapılarının birine anahtarıyla hafifçe vurup dinledi. Ses yoktu, öksürdü, yeniden kulak verdi. Yine ses yoktu; bu kez konuşmaya başladı:
“Nolly’ciğim!” diye fısıldadı Nancy, ince bir sesle, “Nolly!”
İçeride baldırı çıplak, sefil bir mücrimden başka kimse yoktu, flüt çaldığı için kodese konmuş ve topluma karşı işlediği suç açıktan açığa ispat edilmiş olduğundan Mr. Fang tarafından en uygun bir şekilde, bir ay müddetle ıslahhaneye mahkûm olmuştu, üstelik pek münasip ve eğlenceli bir de espri yapmıştı Mr. Fang; “Mademki böyle ulu orta harcayacak kadar nefesi var, bir musiki aletinden çok değirmene üflemesi daha yakışık alır.” demişti. Cevap vermemişti buna, -belediye tarafından istimal edilmek üzere el konulan flütü ile meşguldü kafası- Nancy de öteki hücreye müracaat etti, kapısını çaldı.
“Ne var?” diye bağırdı, zayıf, ince bir ses.
“Küçük bir oğlan çocuğu var mı orada?” diye sordu Nancy, sözüne başlamadan hıçkırmayı da ihmal etmedi.
“Hayır.” dedi bir ses. “Allah korusun!”
Bu, flüt çalmadığı için hapsi boylayan altmış beşlik biriydi; daha doğrusu geçinmek için bir iş yapmayıp, dilencilik ediyordu da ondan; ehliyetsiz, sokaklarda tencere sattığı için hapse girmişti, yani Pul Ofisi’ne karşı gelerek geçinmek için bir iş yapıyordu.
Ama mücrimlerin hiçbiri, Oliver çağrısına cevap vermediğinden ve onun hakkında bir şey bilmediğinden Nancy, çizgili yelekli, babacan polise doğru gitti; içler acısı inleme ve sızlamalarla sokak kapısı anahtarıyla, sepeti de yardıma çağırmayı ihmal etmeyerek sevgili kardeşini sordu.
“Bende değil yavrum.” dedi yaşlı adam.
“Nerede?” diye çığırdı Nancy, kendinden geçerek.
“Beyefendi alıp götürdü.” diye cevap verdi polis.
“Hangi beyefendi? Hay ya Rabb’im! Söylesenize, hangi beyefendi?” diye bağırdı Nancy.
Bu insicamsız sorgu suale cevaben, yaşlı adam, içler acısı bu kız kardeşe, Oliver’ın karakolda hastalandığını ve soygunun hâlen tevkif edilmemiş bulunan başka bir çocuk tarafından işlendiğini söyleyen bir şahidin şehadeti üzerine tahliye olunduğunu ve davacının, baygın bir hâlde kendi ikametgâhına alıp götürdüğünü söyledi; bu bilgiyi veren şahsın oturduğu yer hakkında bütün bildiği Pentonville civarında bir yer olmasıydı; onu da adam arabacıya söylerken duymuştu.
Müthiş bir şüphe ve tereddüt içinde, işkence çekmekte olan küçük hanım, kapıya doğru sallana sallana gitti; derken aksak yürüyüşünü hızlı bir koşmaya tahvil ederek aklına gelebilen en dolambaçlı ve karışık yollardan Yahudi’nin evine vardı.
Mr. Bill Sikes, bu keşfin hikâyesini işitir işitmez, hemen beyaz köpeği çağırdı ve şapkasını giyerek hızla çıktı gitti; orada bulunanlara adabımuaşeret icabı “Allah’a ısmarladık.” demek için zaman bile ayırmadı.
“Nerede olduğunu bulmalıyız dostlar, Oliver bulunmalı.” dedi Yahudi heyecan içinde.
“Charley, git dolaş dur, onun hakkında haber getirmeden buraya gelme! Nancy’ciğim, onu buldurmam gerek. Sana güvenim var, sana canım! Her şeyde zekânı belli edersin! Dur, dur.” diye ilave etti Yahudi, titrek eliyle bir çekmeceyi açarak. “İşte size para dostlar. Bu gece bu dükkânı kapıyoruz. Beni nerede bulacağınızı bilirsiniz! Bir dakika daha durmayın burada! Haydi bakalım. Bir dakika bile durmayın dostlarım!”
Bu sözleri söyleyerek, onları odadan dışarı itti; kapıya çifte kilit vurup, arkalarından sürgüyü çekerek, saklı yerinden, istemeye istemeye Oliver’a göstermiş olduğu kutuyu çekip çıkarttı. Derken acele acele saatleri ve mücevherleri elbisesinin orasına burasına sokuşturmaya başladı.
Kapı hafifçe vurulunca yerinden sıçardı. “Kim o?” diye bağırdı cırtlak bir sesle.
“Ben.” diye cevap verdi Düzenbaz, anahtar deliğinden.
“Ne var yine?” diye bağırdı Yahudi sabırsızca.
“Nancy, onun öteki yere mi getirileceğini soruyor.” dedi Düzenbaz.
“Evet.” dedi Yahudi. “Nerede bulursa bulsun. Bulun onu bulun, işte o kadar. Gerisini bana bırakın, korkmayın.”
Çocuk akıllıca bir cevap verdikten sonra arkadaşlarına katılmak üzere merdivenden aşağı hızla indi.
“Daha bir şey yumurtlamamış olacak.” dedi Yahudi, işine devam ederek. “Boşboğazlık edip de yeni dostlarına bizden bahsedecek olursa daha vaktimiz var ağzını tıkamak için.”

BÖLÜM 14
OLİVER’IN BROWNLOW ’LARDAKİ KALIŞI HAKKINDA MÜTEMMİM MALUMAT. MR. GRİMWİG ADINDA BİRİNİN, OLİVER VAZİFEYLE DIŞARI GİTTİĞİNDE ONUN HAKKINDA KAYDA DEĞER TAHMİNİ
Oliver, Mr. Brownlow’nun ani çığlığı sonucu vuku bulan baygınlığından çok geçmeden ayıldığı zaman, takip eden konuşma esnasında resim sözünün hem beyefendi hem Mrs. Bedwin tarafından, ağıza alınılmamasına dikkat edildi. Konuşulanların, aslında ne Oliver’ın hikâyesiyle ne de geleceğiyle ilgisi vardı, sadece kendisini sarsmadan eğlendirebilecek mevzulara inhisar ediyordu. Oliver ayağa kalkıp da kahvaltı edecek kadar kendine gelememişti daha; ama ertesi gün, kapıcının odasına indiğinde ilk hareketi, o güzel kadının yüzünü görmek ümidiyle merakla duvara bakmak oldu; ümitleri boşa çıktı ama, çünkü resim kaldırılmıştı yerinden.
“Ha…” dedi kapıcı, Oliver’ın gözlerinin yöneldiği yere bakarak. “Kaldırıldı, anlarsın neden.”
“Anlıyorum efendim, kaldırılmış.” diye cevap verdi Oliver. “Niye kaldırdılar?”
“Mr. Brownlow resmin seni kaygılandırdığını düşünerek iyi olmana engel olabilir dediği için kaldırdık.” dedi yaşlı kadın.
“Yok, yok, kaygılandırdığı filan yoktu beni, efendim.” dedi Oliver. “Seyretmek hoşuma gidiyordu o resmi. Çok sevmiştim.”
“Her neyse.” dedi yaşlı hanım, neşelenerek. “Sen mümkün olduğu kadar çabuk iyi olmana bak. Oldu mu? Söz! Haydi şimdi başka şeylerden konuşalım artık.”
Oliver’ın resim hakkında şimdilik elde edebileceği bütün malumat bundan ibaretti. Yaşlı kadın, hastalığı sırasında kendisine pek iyi davrandığı için o konuda bir süre düşünmemeye çalıştı; böylece kadının anlattığı bir sürü hikâyeyi cankulağıyla dinledi; güzel, sevimli bir kızı varmış, güzel sevimli bir erkekle evliymiş, sayfiyede otururlarmış; bir de oğlu varmış, Batı Hint adalarında bir tüccarın kâtipliğini yapıyormuş, yılda muntazaman dört kere mektup yazarmış, öyle mektuplarmış ki bunlar, onlardan bahsetmek bile yetiyormuş gözlerini yaşartmaya. Yaşlı kadın, çocuklarının mükemmellikleri ve yirmi altı yıl önce, rahmetli olup gitmiş olan iyi kalpli kocasının meziyetleri hakkında, uzun uzun konuştuktan sonra, çay içmek zamanı geldi. Çaydan sonra, Oliver’a iskambil öğretmeye başladı. Oliver, kadın öğretebildiği kadar çabuk öğrendi bu oyunu, büyük bir ilgi ve ciddiyetle oynayıp durdular; artık hastanın, sulu sıcak şarapla, bir dilim kızarmış ekmek yiyip güzelcecik yatağa yatma zamanı gelmişti.
Mutlu günlerdi o günler; Oliver’ın nekahet günleri! Her şey öylesine sessiz, temiz, düzenliydi ki, herkes öyle nazik, öyle iyiydi ki, içinde yaşayagelmiş olduğu gürültü ve kargaşalıktan sonra, burası cennetin ta kendisi gibi geliyordu ona.
Üstüne doğru dürüst elbisesini giyebilecek duruma geldiğinde, Mr. Brownlow ona yeni bir elbise, yeni bir pardösü, bir çift de yeni ayakkabı aldırdı. Eski elbiseleri ne yaparsa yapsın diye kendine verdikleri için Oliver, kendine çok iyi davranmış olan bir uşağa verdi onları; Yahudi’nin birine satıp da parasını kendi almasını söyledi. O da öyle yaptı; Oliver salonun penceresinden bakıp da bir Yahudi’nin onları dürerek torbasının içine koyup gittiğini görünce bayağı sevindi; elbiseleri kazasız belasız savmıştı, o elbiseleri bir daha giyme tehlikesi yoktu artık. Doğrusu, elbiseden başka her şeye benziyordu; Oliver o ana kadar hiç yeni elbise giymemişti.
Resim hadisesinden bir hafta sonra, bir akşamüstü, oturmuş, Mrs. Bedwin’le konuşurken, Mr. Brownlow’dan bir haber geldi aşağıya, Oliver, kendisini iyi hissediyorsa, kendisini odasına çağırıyordu; kendisiyle biraz konuşmak istiyordu.
“Aman Allah’ım! Ellerini yüzünü yıka, saçını güzel bir tarayayım da ayırayım.” dedi Mrs. Bedwin. “Hey Allah’ım! Seni çağıracağını bilseydik temiz bir yaka takar da kıskıvrak bir hâle getirirdik seni.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/charlz-dikkens/oliver-twist-in-maceralari-69428245/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Oliver Twist`in Maceraları Чарльз Диккенс
Oliver Twist`in Maceraları

Чарльз Диккенс

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Oliver Twist babasını hiç tanımadı, annesini ise dünyaya gözlerini açtığında kaybetti. Artık tüm kimsesiz çocuklar gibi bir yoksullarevinde yaşayacaktı. Katı, soğuk, şefkatsiz bu kuruma ve aynı niteliklere sahip yöneticilerine, en başından beri alışamamıştı. Bu yüzden kendisine diğer kimsesiz çocuklardan ayrı bir kader çizerek tek başına Londra’ya gitmek için yola çıktı. Ancak Londra da güler yüzle karşılamadı kendisini. Bir suç şebekesinin kancasına takılmıştı. Artık daha zor şartlar altındaydı. Yine de bir şey bütün zorluklarda imdadına yetişiyordu: Tüm yaşadıklarına rağmen kirlenmemiş saf ve temiz kalbi… Charles Dickens “Oliver Twist”i daha 26 yaşındayken yazdı. Bu eserinde, aşağı sınıf halkı, Londra’nın gizli kapaklı işlerini, adaletin nasıl işlediğini, ismi sıcak içi soğuk kurumların içyüzünü ustalıkla resmetti. Bu gerçekçiliği sayesinde de roman, döneminin en çok okunan kitapları arasına girdi, sonrasında defalarca filme alındı ve günümüze kadar canlılığını kaybetmedi. "Heyhat! Tabiatın yarattığı yüzlerin kaçı, gözlerimize hoş gelen çizgilerini saklar ki! Acılar, kaygılar, dünya gaileleri kalpleri değiştirdiği gibi yüzleri de değiştirir. Bu ihtiraslar, uykuya dalınca, ancak yüzlere ve kalplere artık tesir edemeyecek duruma gelince, üzüntülü bulutlar dağılır, gökyüzünü parlak bırakır. Ölülerin yüzleri, o kaskatı hareketsiz duruşların¬da bile, nicedir unutulan o çocukluk ifadesine bürünür ve ilk hayata döner. Öyle sakin, öyle durgun olurlar ki yeniden onları mesut çocukluk çağında tanıyanlar, dehşet içinde tabutun başına diz çöküp yeryüzüne inmiş melek sanırlar."

  • Добавить отзыв