Safahat

Safahat
Mehmet Akif Ersoy
“Akif, şiirle düşünmeyi edebiyatımıza sokan hemen hemen tek şairdir. Bir toplumun, bir ömür başından geçenleri şiirle anlatması da diyebiliriz Safahat’a. Türk milleti, Akif’te, şiir ölçüleri içinde düşünmüş, ağlamış, haykırmış ve umutsuzluğa batmış, umutla çırpınmış adeta. Şiir, cemiyetle sonuna kadar içli dışlı olmuştur.

Mehmet Akif Ersoy
Safahat

Safahat
Birinci Kitap

Evlâdım Mehmed Ali’ye yâdigâr-i vedâdımdır.


"Bana sor sevgili kâri', sana ben söyleyeyim"
Bana sor sevgili kâri', sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş'ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu' bilirim, çünkü, ne san'atkârım.[1 - Tasannu: Sanat taslamak, sanat diye bir takım yapmacıklar yapmak.]
Şi'r için «gözyaşı» derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım![2 - Aczimin giryesidir: Aczimin gözyaşıdır. Âsâr: Eserler.]
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.

Fâtih Câmii
Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefîl efkâr,
Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrâr.[3 - Hak ve hakikati inkâr eden sefil fikirler yerde sürünürken bu dehşetli iman heykeli, devirleri yarıp yükselmiş.]
Siyeh-reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler,
Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr;[4 - Geçmiş zamanlar, bunun etrafında karanlık sapıklık bulutları gibi bir an bile durmadan uzaklaşır.]
Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel,
Gelir fevkinden eyler sermedî binlerce nûr îsâr.[5 - Gelecek demler de hakikat aydınlığı saçan seher vakitleri gibi gelir; üzerinden kucak kucak sermedî nurlar serper, gider.]
Derâğûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu:
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür'etkâr![6 - Her minaresi cüretli ve ümitli bir âşığın uzanmış kolu gibidir ki ilâhiyet âleminin ezelî ve nazlı maşukunu kucaklamak ister.]
O revzenler, nazarlardan nihan dîdâra müstağrak
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr.[7 - O pencereler birer gözdür ki esrar perdesi sıyrılmış ve her biri nazarlardan gizli bir cemalin temaşasına müstağrak olmuştur.]
Bu kudsî ma’bedin üstünde tâban fevc fevc ervâh,
Bu ulvî kubbenin altında cûşan mevc mevc envâr.[8 - Bu mukaddes mabedin üstünde bölük bölük ruhlar uçuşmakta, bu yüksek kubbenin altında dalga dalga nurlar parlamaktadır.]
Tecessüd eylemiş gûya ki subhun rûh-i mahmûru;
Semâdan yahud inmiş hâke, Sinâ-reng olup, Didar![9 - Sanki sabahın mahmurluk hâli, gövdelenmiş yahut Hakkın tecellisi Tûr-i Sina hey'etinde gökten yere inmiştir.]
Tabiat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken,
O, gûya kalb-i nûrânîsidir leylin, durur bîdâr.[10 - Bütün tabiat, karanlık perdesiyle örtünüp uykuya dalmışken o, gecenin nuranî kalbi gibi uyanık durmaktadır.]
Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır,
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr.[11 - Evet, bir kalbdir, hem de bir âşığın coşkun ve taşkın kalbidir ki içinden binlerce zikir iniltisi yükselmektedir.]
Nümâyan cephesinden Sadr-ı İslâmın meâlîsi:
O sadrın feyz-i enfâsiyle güyâ bir yığın ahcâr,[12 - İslâm’ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun cephesinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yüksekliklerini canlandıran nuranî bir âbide olmuş.]
Kıyâm etmiş de, yükselmiş ve bir timsâl-i nûr olmuş,
Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr,[13 - İslâm’ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun cephesinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yüksekliklerini canlandıran nuranî bir âbide olmuş.]
Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda,
Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr.[14 - Şu sessiz, sadasız duvarlar, asırlardan beri bâtılın hücumlarına usanmadan göğüs gerip durmuşken nasıl olur da nurun timsali sayılmaz?]
Bu bir ma'bed değil, Ma'bûd'a yükselmiş ibâdettir;
Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr.[15 - Bu bir mabet değil, ibadetlerin Mabuda yükselmiş şeklidir. Bu bir manzara değil, nazarların didar-ı Hakka varmış kafilesidir.]
Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir:
Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir.[16 - Gökyüzünden inmemiş olmakla beraber, mertebece semâvîdir ki; Allah’ın feyizli bir cilvesini ihtiva etmektedir.]
***
Bir infilâk-ı safâdır ki yâr-ı cânımdır,
Sabahı pek severim, en güzel zamânımdır.[17 - Sabahı pek severim, yâr-i canımdır; safa nurlarının etrafa serpildiği en güzel zamandır.]
Ridâ-yı leyli henüz açmamıştı dest-i semâ,
Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha,[18 - Semanın eli, daha gecenin örtüsünü açmamıştı, sabah rüzgârı da henüz sâkin uykusundan uyanmamıştı.]
Fezâ-yı rûhda aksetti, es-salâ-perdâz
Müezzinin dem-i mahmûru, bir hazîn âvâz.[19 - Minarede Esselât okuyan müezzinin mahmur ve hazin sesi ruhumun fezasında akisler yaptı.]
İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrâk,
Ezânı beklemez oldum; açılmadan âfâk,
Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan
Kemâl-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan
Göründü; Fatih'e gelmiştim anladım, azıcık
Gidince, ma'bede baktım ki bekliyor uyanık.[20 - İçimde istiğrak dalgaları coştu. Artık ezanı beklemeden karanlığı kucaklamış olan sokaklardan mânevi bir coşkunluk içinde geçtim. Önümde bir meydan göründü. Fatih'e gelmiştim. Camiye baktım ki her vakitki gibi uyanık, cemaat bekliyor.]
Sokuldum artık onun sîne-i münevverine,
Oturdum öndeki maksûreciklerin birine.[21 - Onun nurlu göğsüne sokuldum ve maksureciklerden birine oturdum.]
Fezâ-yı ma'bedin encüm-nümâ meşâilini,
O lem'a lem'a dizilmiş ziyâ kavâfilini[22 - Kubbeye asılı olan yıldız dizisi ve ziya kafilesi kandilleri görünce,]
Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda…
Neler düşündüm o sâatte bilseniz orada![23 - Çocukluk zamanlarımı hatırladım. Orada ve o saatte bilseniz neler düşündüm.]
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: «Bu gece,
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!»
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde![24 - Sekiz yaşında bir çocuktum. Babam: «Bu gece, sizinle camiye gitsek. Fakat namazda uslu oturmanız şartıyla. Yaramazlık ederseniz işte ev!» der ve benimle kardeşimi alıp camiye götürürdü, içeriye girince kendisi namaza durur, hâliyle beni salıverirdi. Babamın takayyüdünden kurtulunca hasırlar üstünde ne âşıkâne koşardım!]
Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben:
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;
Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak;
Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz;
Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz
Yeşil sarıklı bir oğlan ki, başta püskül yok.
İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk!
Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;
Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır![25 - Hayal, otuz sene evvelki hâli gözümün önüne getirdi de, elli beş yaşlarında, güçlü kuvvetli, fakat sakalı fazla ağarmış beyaz sarıklı ve mehabetli bir adamla yanında küçük bir kız ve pek yaramaz bir oğlanı görmeye başladım. Bu afacanın başındaki fesin püskülü yoktu, ibiğinde mavi bir boncuk bağlı, fesin üzerinde yeşil bir sarık sarılı idi. Bu sarık, her an bozulur, sonra bir dolanır, daha sonra bayrak gibi dalgalanırdı.]
Koşar koşar duramaz… Âkıbet denir «âmin»
Namaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzîn,
Alır çocukları, oğlan fener çeker önde.
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûde
Derin bir uykuya…[26 - Yerinde oturamaz, koşar dururdu. Nihayet dua edilir, namaz biter, o muhterem zat çocukları alırdı. Dönerken oğlan önde fener tutar, eve gelince yorgun düşer, rahat ve derin bir uykuya dalardı.]
Derken bu hâtırât-ı lâtif
Çekildi aslına, artık hakîkatin o kesîf
Likâsı başladı karşımda cilve eylemeye;
Zaman da kalmadı zaten hayâli dinlemeye:[27 - Bu lâtif hâtıralar aslına çekilmeye, hakikatin katı çehresi karşımda görünmeye başladı. Zaten hayal ile meşgul olmaya da vakit kalmamıştı.]
Sağım, solum, önüm, arkam huşûa müstağrak
Zılâl-i âdem iken, bir sadâ bülend olarak,
O kâinât-ı huzûu yerinden oynattı;
Fezâ-yı mahşere döndürdü gitti eb'âdı!
Sufûf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr
Gibiydi. Her birisinden duyuldu sîne-fikâr,
Birer enîn-i tazarru', birer niyâz-ı hazîn,
Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enîn![28 - Sağım, solum, önüm, arkam huzu' ve huşû içindeki insan gölgeleriyle dolmuştu. Birdenbire bir sadanın yükselmesi o huzu' ve huşû âlemini yerinden oynattı; ortalığı mahşere döndürdü. Saflardan velveleli sıradağlar teşekkül etti ve her birinden göğüs tırmalayan birer yalvarma inlemesi ve hüzünlü birer niyaz duyuldu ki muhakkak o inilti rahmetin kalbini sızlatmıştır.]
Eğildi sonra o dağlar huzûr-i izzette;
Göründü sonra o dağlar zemîn-i haşyette![29 - Sonra o sıradağlar, Allah’ın huzur-i izzetinde eğildi, daha sonra da korku ile secde toprağına kapandı.]
İnâyetiyle Hudâ kaldırınca her birini,
Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini.[30 - Lûtf-i İlâhî, her birini inayetiyle kaldırınca o dağlar semaya doğru el açtılar ve duaya başladılar.]
O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd,
Ki rûhum eyleyecek tâ ebed o dehşeti yâd.[31 - O anda yüreklerden öyle dehşetli bir feryat koptu ki ruhum o dehşeti ebede kadar yâd edecektir.]
Kesildi bir aralık inleyen hazîn âvâz…
Ne oldu arşa kadar yükselen o sûz ü güdâz?
O çûş içindeki iman?
Evet, hurûş ederek işte rahmet-i Sübbûh,
Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir rûh:
Rûh-i itmînân.[32 - Arşa kadar yükselen o yanıp yakılma, o vicdan saflığının cûş ve hurûşu ne oldu bilmiyorum, inleyen o hüzünlü sesler, bir aralık kesildi. Evet, Erham-errâhimin'in rahmet denizi coştu, kalblere semadan itminan ruhu indi.]

Hasta
«Vak'a, Halkalı Ziraat Mektebi'nde geçmişti»
– Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sâde bir nezle-i sadriyye mi illet? Nerde![33 - Nezle-i sadriyye : Göğüs nezlesi.]
Çocuğun hâli fenalaştı şu son günlerde.
Ameliyyâta çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi, dedim: «Kim dedi, oğlum, sana, gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.»
O zamandan beridir za'fı terakki ediyor;
Görünen: Bir daha kalkınması artık pek zor.
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Olmuyormuş azıcık dindiği…
– Ben zâten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahîm olduğunu…
Bana ihtâra ne hâcet, a beyim, şimdi bunu?
Ma'amâfih yeniden bir bakalım dikkatle:
Hükmü kat'î verelim, etmeye gelmez acele.
– Çağırın hastayı gelsin.
Kapının perdesini
Açarak girdi o esnada düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk… Lâkin o bir levha idi!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedî:
Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri;
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlar da beraber çıkmış!
Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.
– Otur oğlum, seni dikkatlice bir dinliyelim…
Soyun evvelce fakat…
– Siz soyunuz, yok hâlim!
Soydu bîçareyi üç beş kişi birden, o zaman
Aldı bir heykel-i üryan-ı sefalet meydan![34 - Çıplak bir yoksulluk âbidesi.]
Bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti
Yoktu. Zannımca tabibin coşarak merhameti,
«Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki» diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştı biraz dinlemeye:
– Öksür oğlum… Nefes al… Alma nefes… Oldu, giyin;
Bakayım nabzına… A'lâ… Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, o keser, pek iyidir…
Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir.
Hadi git kendine iyi bak…
– Nasıl ettin doktor?
– Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor!
Sol taraftan rienin zirvesi[35 - Akciğerin ucu.] tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabîîsini almış yürümüş.
Devr-i sâlisteki âsârı o mel'un marazın[36 - O mel'un hastalığın üçüncü devredeki izleri.]
Var tamamiyle, değil hiçbiri eksik arazın.
Bütün a'râz, şehîkıyle, zefîriyle…[37 - Bütün ârâzlar, içe doğru nefes almak ve dışa doğru nefes vermeğe ait bütün belirtileriyle.]
– Yeter!
Hastanın çehresi meydanda ya! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey… O değil, lâkin biz
Bunu «tebdîl-i hava» der de nasıl göndeririz?
Şurda üç beş günü var… Gönderelim, yolda ölür…
«Git!» demek, hem, düşünürsek ne büyük bir züldür!
Hadi göndermeyelim… Var mı fakat imkânı?
Kime derd anlatırız? Bulsana derd anlayanı!
– Sözünüz doğru Müdür Bey; ne yapıp yapmalı; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü, eminim, pek pek,
Daha bir hafta yaşar, sonra sirâyet de olur;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma'zur.
– Bir mubassır çağırın.
– Buyrun efendim.
– Bana bak:
Hastanın gitmesi herhalde muvâfık olacak.
«Sana tebdîl-i hava tavsiye etmiş doktor.
«Gezmiş olsan açılırsın…» diye bir fikrini sor.
«İstemem!» der o, fakat dinleme, iknâa çalış:
Kim bilir, belki de bîçâre çocuk anlamamış?
– Şimdi tebdîl-i hava var mı benim istediğim?
Bırakın hâlime artık beni, rahat öleyim!
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne için
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden,
«Öleceksin!» diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben,
Kimsesiz bir çocuğum, nerde gider yer bulurum?
Etmeyin, sonra sokaklarda perîşân olurum!
Anam ölmüş, babamın bilmiyorum hiç yüzünü;
Kardeşim var, o da lâkin bana dikmiş gözünü:
Sanki âtîdeki mevhûm refâhım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar içinden çekecek!
Kardeşim! Kurduğun âmâli devirmekte ölüm;
Beni göm hufre-i nisyâna,[38 - Hufre-i nisyan : Unutma çukuru.] ben artık öldüm!
Hangi bir derdim için ağlayayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz: Mağdûrum!
O kadar sa'y-i belîğin[39 - Sa'y-i beliğ: Canlı ve kuvvetli çalışma.] bu sefâlet mi sonu?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,
Çalışıp ömrümü çılgınca hebâ etmezdim,
Ben bu müstakbele mâzîmi fedâ etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, yâ Rabbi,
Koğuyorlar beni bir sâil-i âvâre[40 - Sâil-i âvâre : Âvare dilenci.] gibi!
– Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
«İstemem, yollamayın» dersen eğer, kal, yalnız…
Hastasın…
– Hem veremim! Söyle, ne var saklayacak?
– Yok canım, öyle değil…
– Öyle ya herkes ahmak!
Bırakırlar mı eğer gitmemiş olsam acaba!
Doğrudur, gitmeliyim… Koşturunuz bir araba.
Son sınıftan iki vicdanlı refîkin koluna
Dayanıp çıktı o bîçâre sefâlet yoluna,
Atarak arkaya bir lemha-i lebrîz-i elem,[41 - Lemha-i lebriz-i elem: Elem taşan bir bakış.]
Onu teb'îd edecek paytona yaklaştı «verem!»
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i mâtem[42 - Girye-i matem: Mâtem gözyaşları.] dökerek gözlerini:
– Çekiver doğruca istasyona…
– Yok, yok, beni tâ,
Götür İstanbul'a bir yerde bırak ki: Gurebâ,[43 - Gureba: Garip olanlar, kimsesiz olanlar.]
– Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada—
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!

Tevhid yahud Feryad
Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim,
Zıllin bile esrâr-ı zuhûrun gibi muzlim![44 - Ey ilâhiyet nurunun gölgesi âlemler olan, Allah; o gölge bile zuhurunun esrarı kadar karanlık ve meçhul!]
Kürsî-i celâlin -ki semâlarla zeminler
Bir nokta kadar sahn-i muhîtinde tutar yer-
İdrâkin eder gâye-i ümmîdini haybet…
Yâ Rab, o ne dehşettir, İlâhi, o ne heybet![45 - Çevresi alanında göklerle yerlerin nokta kadar kaldığı celâl ve azametin kürsisi, idrâk ve şuurun ümidini muvaffakiyetsizlikle neticelendirir, yâni âciz bırakır. İlâhî; bu ne dehşet ve ne heybettir!]
Pervâzına yetmez gibi pehnâ-yı avâlim,
Gâhî seni bulsam diye, âvâre hayâlim
Bir şevk ile lâhûta kadar yükseleyim der.
Lâkin nasıl olsun ki bu mi'râca muzaffer?
Nâsût muhîtinde henüz çalkalanırken,
Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden;
Hüsranla iner öyle sefil, öyle muhakkar:
Hâlâ o sukûtun küreden tozları kalkar![46 - Serseri hayalimin dönüp dolaşmasına âlemlerin genişliği yetişmiyormuş gibi, bazan şevke gelir ve seni bulmak için lâhut âlemine kadar yükseleyim der. Lâkin böyle bir mi'raca nasıl zafer bulabilir ki daha nâsut âlemlerinde çalkalanıp dururken cebbar ve muktedir bir el göğsüne dayanır da dehşet ve hakaret içinde şu süfli toprağa serilir. Bu düşmenin tozları hâlâ yerden kalkmaktadır.]
Yalnız o mu? Bin fikr-i semâvî bu zeminde,
Bîtâb-ı taharrî kalarak âh ü eninde![47 - Böyle olan yalnız benim hayalim mi? Semalar kadar yüksek binlerce fikir, seni arayıp bulmak hususunda kuvvetten düşmüş, ah etmekte ve inlemektedir!]
Eşbâha mı kurbün olacaktır cevelângâh?
Ervâh bütün mündehiş-i «sümme radednâh!»[48 - İlâhî: ruhlar (Sümme radednâhü esfele sâfilîn) yani «Biz insanı en güzel bir suretle yarattık, sonra onu esfel-i sâfilîne attık» cilvesinin dehşeti içinde iken cesetler senin yakınlarında nasıl dolanabilsin?]
Sun'undaki esrâra teâlî bize memnû'
Olmaz mı, ridâ-pûş dururken daha masnû'?[49 - Akıllara hayret veren kudret ve sanatındaki esrara yükselmek bize yasak edilmiş. Nasıl edilmez? Sanatının eserleri, daha meçhuliyet perdesiyle örtülü bulunuyor.]
Hurşîd-i ezelden nasıl ister ki haberdâr
Olsun daha bir zerreyi derk etmeyen efkâr?[50 - Bir zerreyi anlıyamıyan fikirler, ezeliyet güneşinden nasıl haberdar olabilir?]
Ey nâmütenâhî sana nisbet ile mahdûd,
Mahsûr-i muhît-i kaderindir ne ki mevcûd.[51 - Ey sonsuzluk, zatına nisbetle mahdut ve mütenahi olan Rabbim; varlık namına her ne varsa hepsi de kaza ve kaderinin muhit-i dairesiyle çevrilmiştir.]
Dîbâce-i evsâfını almaz bütün eb'âd,
A'dâd edemez silsile-i feyzini ta'dâd.[52 - Vasıfların daha mukaddemesi bütün uzaklıklara sığmaz, zincirleme devam eden feyizlerini adetler sayıp tüketemez.]
Ummân-ı şüûnun ki birer mevcidir a'sâr,
Her mevcesi bir lücce-i bî-sâhil-i âsâr![53 - Şüûn ve harekâtın, ucu bucağı olmayan bir ummandır ki asırlar onun bir dalgasıdır. O dalgaların her biri de kıyısı bulunmayan bir eserler denizi.]
Fermânına mahkûm ezeliyyet, ebediyyet;
Ey pâdişeh-i arş-ı güzîn-i samediyyet.[54 - Ey samediyyet arşı üzerinde hüküm süren mâlik-ül-mülk… Ezeliyet de, ebediyet de fermanına mahkûmdur.]
İbdâ'-ı bedîin -ki cihanlarla bedâyi'
Meydâna getirmiş- bize ey Hâlik-ı Mübdi',
Mübhem nasıl olmaz ki? Ademden değil isbât,
Bir zerre-i mevcûdu yok etmek bile heyhât,
Kâbil olamaz çıksa da bin dest-i muharrib.
Yâ Rab, bu nasıl âlem-i lebrîz-i garâib![55 - Ey bütün mevcudatı yoktan ve örneksiz olarak yaratan; o acip ve hayret verici yaratışın bize nasıl müphem kalmaz ki bir şeyi yoktan var etmek şöyle dursun, var olan bir zerreyi bile – binlerce tahrip edici el çıksa da – yok etmek kabil değil. İlâhî, bu nasıl bir âlem ki garibelerle dolu!]
Serhadd-i ezel bed'-i hudûd-i melekûtun,
Pehnâ-yı ebed gâye-i sahn-ı ceberûtun.[56 - Melekût âleminin hududu ezelle başlıyor, ceberût âleminin sonu da ebed genişliklerinde kayboluyor.]
Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey;
Bir anda bu pâyansız olan cevvi eder tayy.[57 - Seyir ve cevelânına hiçbir şeyin tahakküm edemediği hükmün, şu sonu gelmeyen boşluğu bir an içinde dolaşır.]
Bir an, diyerek eylemişim bilmeyerek, bak!
Takyîd zamanla seni ey Fâtır-ı Mutlak![58 - Ey Fâtır-i Mutlak, bir an diyerek ve bilmeyerek seni zaman ile kayıt altına almaya kalkmışım.]
Bâkîyi beşer her ne kadar etse de tenzîh,
Fâniyyeti îcâbı, eder kendine teşbîh![59 - İnsan, bakî olan Cenab-ı Hakkı ne kadar tenzih eylemiş olsa fâniliği icabı olarak yine kendisine benzetiyor.]
Itlâka nasıl yol bulabilsin ki tefekkür?
Eşbâhı görür eyler iken rûhu tasavvur![60 - Fikir, bağımsızlığa nasıl yol bulabilir ki ruhu düşünürken cesedi tasavvur ediyor?]
***
Ey rûh-i fezâ-gerd, giran-seyr-i harîmin,
Ey, nâtıka, dembeste-i esrâr-ı azîmin,[61 - İlâhî; ruhlar, harimin fezasının ağır yürüyen bir yolcusu, nâtıkalar, azîm esrarının dili tutulmuş bir hatibidir.]
Maksûd bu hilkatten eğer ma'rifetinse;
Varmış mı o müdhiş görünen gâyete kimse?[62 - Eğer bu yaratılıştan maksat, seni hakkıyla tanımak ve bilmekse o dehşetli gayeye varabilen olmuş mudur?]
Bir sahne midir yoksa bu âlem nazarında?
Bir sahne ki milyarla oyun var üzerinde!
Bir sahne ki her perdesi tertîb-i meşiyyet;
Eşhâsı da bâzîçe-i âvâre-i kudret![63 - Senin nazarında bu âlem, üzerinde milyarlarla oyun oynanan, her perdesi meşiyet-i llâhiyen tarafından tertibedilmiş, eşhası yed-i kudretinin âvâre oyuncağı olmuş bir sahne midir?]
Cânîleri, kâtilleri meydâna süren sen;
Cânîdeki, kâtildeki cür'et yine senden![64 - Canilere, katillere cüret veren ve onları meydana süren sensin.]
Sensin yaratan, başka değil, zulmeti, nûru;
Sensin veren ilhâm ile takvâyı, fücûru![65 - Zulmeti ve nuru halk eden, takvaya ve fücura ilham veren de başkası değil, ancak sensin.]
Zâlimde teaddîye olan meyl nedendir?
Mazlûm niçin olmada ondan müteneffir?
Âkil nereden gördü bu ciddî harekâtı?
Câhil neden öğrenmedi âdâb-ı hayâtı?[66 - Zalimde tecavüze olan meyil nedendir, mazlûm niçin ondan nefret etmektedir? Akıllı kimseler bu ciddî hareketleri nereden gördü, câhiller de hayatın edeplerini neden öğrenmedi?]
Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr!
Cebrî değilim… Olsam İlâhî ne suçum var?[67 - Bütün gördüklerim bir fâilin icbar ve izhariyle zuhura gelmiştir. Yâ Rabbi; kulun «cebrî» değilim. Fakat olsam, ne suçum vardı?]
***
Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet;
Ancak, görülen vak'aların hepsi hakikat.[68 - Âleme bir tiyatro sahnesi demek doğrudur, lâkin oynanan oyunların hepsi hakikattir.]
Hem öyle vekâyi' ki temâşâsı hazindir,
Âheng-i tarab-sâzı bütün âh u enindir![69 - O oyunlar, öyle vakalardır ki seyri hüzün verir, âhengi ah çekmek ve inlemekten ibarettir.]
Zîrâ ederek bunca sefâlet-zede feryâd;
Vâveyl sadâsıyla dolar sîne-i eb'âd.[70 - Çünkü felâkete uğramış ve sefalete düşmüş bunca yaratık feryat etmekte, fezanın içi vaveylâ sadalariyle akisler yapmaktadır.]
Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi?
Senden daha bir emr-i sükûn inmeyecek mi?[71 - İlâhî, senden bir sükûn emri inip de yüreklerdeki bu tazallûm sesleri hâlâ dinmiyecek mi?]
Her an ediyorsun bizi makhûr-i celâlin,
Kurban olayım, nerde senin, nerde cemâlin?[72 - Her an celâlinle kahrediyorsun. İradene kurban olayım, cemalinin lûtf-i tecellisi yok mu?]
Sendense eğer çektiğimiz bunca devâhî,
Kimden kime feryâd edelim, söyle İlâhî![73 - İlâhî, çektiğimiz bu belâlar sendense, söyle, kimden kime şikâyet edelim?]
Lâ yüs'el'e binlerce suâl olsa da kurban,
İnsan bu muammâlara dehşetle nigehban.[74 - «Allah’a yaptığı işlerden sual olunmaz» buyurmuşsun. Bu habere binlerce sual ve istizah kurban edilse de insan, ef’alindeki hallolunmaz muammalara, dehşetle bakmaktan kurtulamıyor!]
Bir şahsa esir olmayı bir koskoca millet,
Mekrinle mi, yâ Rab, sanıyor kendine devlet?[75 - Koskoca bir millet, müstebit bir şahsa esir olmayı, senin mekrinle mi devlet sanıyor?]
Dünyâyı yakıp yıkmaya bir seyf-i teaddî,
Emrinle mi, yâ Rab, ediyor böyle tesaddî?[76 - Bir tecavüz ve zulüm kılıcı, dünyayı yakıp yıkmaya ve dünyadakileri kesip biçmeye senin emrinle mi kalkışıyor?]
Zâlimlere kahrın o kadar verdi ki meydan:
«Yok Âdil-i Mutlak» diyecek ye's ile vicdan![77 - Kahrın zalimlere o kadar meydan verdi ki vicdanlar ümitsizliğe düşecek ve hâşâ «Âdil-i Mutlak yok!» diyecek.]
Yerden çıkıyor göklere bin âh-ı şererbâr,
Gökler ediyor sâde çıkan nâleyi tekrâr![78 - Yerden göklere kıvılcım saçan binlerce yanık ah yükseliyor. Gökler ise o iniltileri tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.]
Bir yanda yanar lânesi bin hâne-harâbın,
Bir yanda söner lem'ası milyonla şebâbın.[79 - Arzın bir tarafında binlerce mazlûmun yuvası yanmada, bir tarafında ise milyonlarca zekâ şulesi sönmede!]
Kalmış eli böğründe felâket-zede mâder;
Evlâdını gömmüş kara topraklara, inler,[80 - Felâkete uğramış bir ana evlâdını kara toprağa gömmüş ve eli böğründe kalmış, inleyip duruyor.]
Ağlar beriden bir sürü âvâre-i tâli',
Nan-pâre için eyleyerek ırzını zâyi'.[81 - Öte taraftan bir sürü talihsiz, bir dilim ekmek için ırzını kaybettiğine ağlıyor.]
Bükmüş orada boynunu binlerce yetîman,
Me'vâ arıyor âileler lâne perîşan![82 - Başka bir cihette binlerce öksüz, boynu bükük durmakta, öte yanda yuvası bozulmuş aileler başını sokacak bir yer aramakta!]
Mazlûm şikâyette, nedâmette sitemkâr;
Hûnâbe-i maktûle garîk olmada hunhâr![83 - Mazlûm şikâyet ediyor, zalim, yaptıklarına karşı pişman. Kâtil, öldürdüğünün kanına bulanmış bir hâlde!]
Bîmârı, felâketliyi, üryânı, sefîli,
Meflûcu, amel-mandeyi, miskîni, zelîli,
Gaddârı, cefâ-dîdeyi, mahkûmu, esîri,
Heyhât, şu pâyânsız olan cemm-i gafîri
Teşhîr ile şöhret kazanan sahne-i dünyâ
Gelmez mi İlâhî sana bir kanlı temâşâ?[84 - Hastayı, felâketliyi, çıplağı, sefili, inmeliyi, iş göremez olmuşu, miskini, zelili, gaddarı, cefa görmüşü, mahkûmu, esiri, hulâsa sonu gelmeyen birçok dertliyi göstermekle şöhret alan dünya sahnesi, İlâhî, sana kanlı bir temaşa gelmiyor mu?]
***
Lâkin bu sefîlân-ı beşerden kiminin, var
Kalbinde bir ümmîd ki encüm gibi parlar:
Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür…
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür![85 - Lâkin bu sefil insanlardan bazılarının kalbinde yıldız gibi parlayan bir ümit var ki o büyük ümit, iman cevheridir. O cevheri havi olmayan paslı yürek de göğüste bir yüktür.]
Mü'min -ki bilir gördüğü yekrûze cihânın
Fevkınde ne âlemleri var subh-i bekânın;-[86 - İman sahibi olan kimse şu birkaç günlük dünyanın fevkinde beka sabahının ne parlak âlemleri bulunduğunu bilir.]
Bin cân ile elbet çekecek etse de bilfarz,
Her devri hayâtın ona binlerce belâ arz.[87 - Onun için hayatın her saniyesi ona faraza binlerce belâ arz etse de onları candan, gönülden kabul ederek çeker.]
Ferdâdaki ezvâkı o ettikçe teemmül,
Eyler bugün âlâma nasıl olsa tahammül…[88 - Âhiretteki mânevi zevkleri düşündükçe dünya elemlerine nasıl olsa tahammül eder.]
Bir mülhidi lâkin kim eder tesliye, heyhât?
Sığmaz bunun âfâkına ferdâ-yı mükâfât![89 - Lâkin… Bir dinsizi kim teselli edebilir? Onun düşünce ufuklarına mükâfat ferdası, yani âhiretin nimet-i uzmâsı sığmaz.]
Baştan başa «boşluk» şu semâlar, şu zeminler,
Bir gûş-i kerem var mı akan yaşları dinler?[90 - Onun inanışına göre gökler ve yer koca bir boşluktan ibarettir. Onlarda feryadını dinleyecek bir kerem kulağı yoktur!]
İlcâ-yı tesâdüfle şu «boş!» âleme düşmüş;
Etrafına binlerce şedâid gelip üşmüş.[91 - Kendisi rastgele şu boş âleme düşmüş, etrafına binlerce musibet gelmiş toplanmıştır.]
Her lâhza boğuşmakla geçip devr-i hayâtı,
Bir şey olacak gâye-i hüsrânı: memâtı![92 - Hayatı, devri onlarla boğuşarak geçecek, nihayet hüsran içinde ölüp gidecektir!]
Varlıktan onun inleyerek ölme nasîbi!
Bunlar beşerin işte en âvâre garîbi![93 - Onun varlıktan nasibi, ancak inleyerek ölmektir. Bu düşüncede olanlar da insanların en serseri garipleridir.]
Mü'minlere imdâda yetiş merhametinle,
Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle:[94 - Yâ Rabbi, merhametinle mü’minlerin imdâdına yetiş, lâkin dinsizlere daha çok acı!]
Gümrâhlarındır ki karanlıklara dalmış,
Bir rehber olur necm-i emel yok da bunalmış![95 - Çünkü onlar, körlük gecesinin karanlığında yolunu kaybetmiş, kılavuz olacak bir hidayet yıldızı bulamadıkları için bunalmış sapıklardır.]
Sensin bu şebistâna süren onları elbet,
Senden doğacak doğsa da bir fecr-i hidâyet.[96 - Onları bu dalalet gecesine süren sensin. Karşılarına bir hidayet sabahı doğarsa yine senden doğacaktır.]
Mülhid de senin, kalb-i muvahhid de senindir;
İlhâd ile tevhid nedir? Menşei hep bir.[97 - Muvahhidin mü’min olan kalbi de senindir, mülhidin münkir olan fikri de senindir. Zaten tevhid ile ilhad nedir, menşeleri bir değil midir?]
Öyleyse nedendir bu tefâvüt ara yerde?
Esbâb-ı tehâlüf nedir efkâr-ı beşerde?[98 - Öyle ise ara yerdeki bu ayrılık neden? İnsanların fikirlerindeki bu ayrılığın sebebi ne?]
Yâ Rab, bu serâir gün olur da açılır mı?
Bir leyl-i müebbed olarak yoksa kalır mı?[99 - Yâ Rabbî, bir gün gelip de bu esrar perdesi açılacak mı, yoksa ebedî bir gece gibi karanlıkta mı kalacak?]
Her zerrede âheng-i celâlin duyulurken,
Her nağmede binlerce lisan nâtık olurken,
Cilvendeki esrâr nasıl kalmada muzlim?
Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim![100 - Celâl ve azametinin âhengi her zerreden duyulur ve her dil o âhengi bir türlü nağme ile okurken, ey âlemler ulûhiyeti nurunun gölgesi bulunan Allah, cilvelerindeki sırlar nasıl karanlıkta ve meçhul kalmaktadır?]

Küfe
Beş gün oldu ki, mu'tâda inkıyâd ile ben
Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.
Bizim mahalle de İstanbul'un kenârı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir buhayre[101 - Buhayre: Göl.] dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır!
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,
-Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,
Lisân-i hâl ile ammâ rükûa niyyet eden-
O sâlhûrde, harab evlerin saçaklarına,
Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına
Delîlimin koca bir şey takıldı… Baktım ki:
Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş… Acep kimin? Derken;
On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye.
– Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!
O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın
Göründü:
– Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!
Ne istedin küfeden, yavrum? Ağzı yok, dili yok,
Baban sekiz sene kullandı… Hem de derdi ki: «Çok
Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz…»
Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!
Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.
Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?
Dedim ki ben de:
– Ayol dinle annenin sözünü!
Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:
– Sakallı, yok mu işin? Git cehennem ol şuradan!
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?
Benim içim yanıyor: dağ kadar babam gitti…
– Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?
Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken…
– Bırak hanım, o çocuktur, kusura bakmam ben…
Adın nedir senin oğlum?
– Hasan.
– Hasan, dinle.
Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.
Benim de yandı içim anlayınca derdinizi…
Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini,
Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin.
– Küfeyle öyle mi?
– Hay hay! Neden bu söz lâkin?
Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp: dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.
– Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini…
– Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:
«Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;
Senin de zihnin açık… Söylemiş olaydık bir…
Koyardı mektebe… Dur söyleyim» demişti hani?
Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!
Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;
Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek;
Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan.
Ne oldu şimdi acep, kim bilir, zavallı Hasan?
***
Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçende Fatih'e çıktık ikindi üstü biraz.
Kömürcüler kapısından girince biz, develer
Kızın merakını celbetti, daima da eder:
O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak,
O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!
Hakikaten görecek şey değil mi ya? Derken,
Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden,
Belinde enlice bir şal, başında âbânî,
Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrâni;
Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,
Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesadüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim…
Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak…
Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü, alnının üstünde sâde bir çember.
Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;
Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdâd.[102 - Dümû-i istimdad: Yardım dileyen gözyaşları.]
Bu bir ayaklı sefâlet ki yalnayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş cebîn-i sâfı, yazık!
O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecâviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin…
Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hazin:
Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-i şebâb,[103 - Pür sürûd-i şebab: Gençlik cıvıltıları içinde.]
Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb.[104 - Âşiyan-ı nura şitab: Bir nur yuvasına doğru koşmak.]
Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi,
Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,
-Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında-[105 - Reh-güzarında: Yolunun üstünde.]
İlel'ebed çekecek dûş-i ıztırârında![106 - Dûş-i ıztırârında: Mecburiyet altında.]
O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma'sûma…
Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!

Durmayalım!
Sa'dî diyor ki: «Bir gece biz kârbân ile
Âheste-seyr iken yolumuz düştü bir çöle.[107 - Şeyh Sa'di diyor ki: «Bir gece biz kervanla yavaş yavaş giderken yolumuz bir çöle uğradı.]
Sür'atle tayy için o beyâbân-ı vahşeti,
Hep yolcular fedâ ederek istirâhati,
Gitmektelerdi. Bir aralık bende meşye tâb,
Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık zebûn-i hâb.[108 - O vahşî çölü çabucak geçmek için bütün yolcular, rahatlarını feda ederek gidiyorlardı. Fakat bende yürümeye takat kalmadığı, uyku da fazla bastırdığı için düşüp kalmışım.]
Âvâre bir piyâdeyi bekler mi kaafile ?
Nâçâr şedd-i rahl edecek tâ be-merhale.[109 - Bir kervan konak yerine varıncaya kadar ister istemez yürümeye mecburdur. Serseri bir piyadeyi bekler mi?]
Durmuş, diyordu, bir de uyandım ki, sârban:
«Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı kârban!
Uykum benim de yok değil ammâ bu deşt-zâr,
Ârâmgâh olur mu ki bin türlü korku var?
Ser-menzil-i merâma varır, durmayıp giden;
Yoktur necât ümîdi bu çöller geçilmeden.
Heyhât, yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine!»[110 - Bir de uyandım ki başucumda duran deveci şöyle diyordu: «Hey zavallı yolcu; kalk, kervan epeyce uzaklaştı. Benim de uykum var amma bu çöl, istirahat yeri olur mu? Burada bin türlü tehlike ve korku var. Durmayıp giden, meram-ı menziline vâsıl olur. Bu çöller geçilmeden kurtuluş ümidi yoktur. Yolcular; yürür; gider, senin gibi uyku derdine düşenler ise kendi kendine ve tehlikeye maruz bir hâlde kalır.»]
Vak'a hiç bir şey değildir; haklısın, lâkin düşün.
Başka bir düstûr-i hikmet var mı, insâf et, bugün?[111 - Ey okuyucu; naklettiğim vaka hiçbir şey değil, diyecek olursan haklısın. Lâkin insaf ederek düşün ki bugün başka yapılacak hikmetli hareket var mı?]
Varmak istersen -diyor Sa'dî- eğer bir maksada,
Tuttuğun yollar tükenmekten muarrâ olsa da;
Şedd-i rahl et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın!
Merd-i sâhib-azm için neymiş uzak, neymiş yakın?[112 - Sa'di diyor ki: Bir maksada varmak istiyorsan tuttuğun yollar; bitmez, tükenmez olsa da yükünü bağla, durmadan yürü, yollarda kalmaktan sakın. Azim ve teşebbüs sahibi bir kimse için uzak ve yakın nedir?]
Hangi müşkildür ki, himmet olsun, âsân olmasın?
Hangi dehşettir ki insandan hirâsân olmasın?[113 - Himmet sarf edilince hangi zorluk kolaylaşmaz? Hangi dehşetli hâl, insandan çekinip korkmaz?]
İbret al erbâb-ı ikdâmın bakıp âsârına:
Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrârına.[114 - İkdam ve sebat sahiplerinin eserlerine bak da ibret al ki cidden erkek olanların dağlar söken azmine dağlar da dayanmaz.]
Bir münevvim ses değil yer yer hurûşan velvele:
Fevc fevc akmakta insanlar bütün müstakbele.[115 - İşittiğin sesler uyutucu ninni değil, sa'y ve gayret âlemlerinin yer yer kabaran velvelesidir.]
Nehr-i feyzâfeyz-i insâniyyetin âhengine
Uymadan, kaabil değildir düşmemek bir engine.[116 - İnsanlar, coşkun bir nehir gibi istikbale akıp gitmektedir. O coşkun nehrin akışındaki âhenge uymadan bir engine düşüp boğulmamak kabil değildir.]
Menzil-i maksûda varmazsın uyanmazsan eğer…
Var mı bak, yollarda hiç bîdâr olanlardan eser?[117 - Uyanmazsan maksudun olan menzile varamazsın. Bak ki uyanık olanlardan yollarda bir eser var mı?]
İşte âtîdir o ser-menzil denen ârâmgâh;
Kârbân akvâm; çöl mâzî; atâlet sedd-i râh.[118 - Menzil-i maksut denilen istirahat yeri; istikbaldir. Kervan insan kavimleri, çöl mazi, tembellik de yolun mâniasıdır.]
Durma, mâzî bir mugaylanzâr-ı dehşetnâktir;
Git ki, âtî korkusuzdur, hem de kudsî hâktir![119 - Durma ki mazi, dehşetli bir dikenliktir. Yürü ki istikbal, korkusuz ve mübarek bir topraktır.]
Çok şedâid iktihâm etmek gerektir, doğrudur…
Vehleten âvâre bir seyyahı yollar korkutur;
Korku, lâkin, azmi te'yîd eylemek îcâb eder:[120 - Evet, birçok meşakkate katlanmak gerektir. Bu doğrudur, serseri bir seyyahı yolların dehşeti korkutur. Lâkin korkuyu bırakmak azim ve teşebbüsü kuvvetlendirmek icabeder.]
Kurtulursun şedd-i rahl etmiş de gitmişsen eğer.[121 - Yükünü bağlamış da ileri gitmişsen kurtulursun.]
Çünkü düşmüşsün hayâtın -ezkazâ- feyfâsına,
Gitmen icab eyliyor tâ menzil-i aksâsına.[122 - Madem ki hayat çölüne düşmüşsün, onun son konağına kadar gitmen lâzımdır.]
Düşmemek mâdem elinden gelmemiş evvel senin,
Ölmeden olsun mu, ey miskin, bu çöller medfenin?[123 - O çöle düşmemek elinden gelmemiş, ey miskin, bari bu çöller ölmeden mezarın olmasın.]
İntihâr etmek değilse yolda durmak, gitmemek,
Âsûmandan refref indirsin demektir bir melek![124 - Yolda durmak ve ilerlememek fikrince intihar etmek değilse gökyüzünden bir meleğin sana döşek indirmesini bekliyorsun demektir.]
«Leyse lil-insâni illâ mâ seâ» derken Hudâ;
Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha;[125 - Allah (Leyse lil-insani illâ mâ seâ) yani «insan, ancak elde etmeye çalıştığı şeyi bulur» diyorken miskinlikten ne beklediğini anlamıyorum.]
Davran artık kârbânın arkasından durma, koş!
Mahv olursun bir dakikan geçse hattâ böyle boş.
Menzil almışlar da yorgun, belki senden bîmecâl!
Belki yok, elbette öyle! Sen ne etmiştin hayâl?[126 - Davran da kervanın arkasından koş. Bir dakikan bile boş geçse mahvolursun, İlerlemiş ve menzil almış olanlar da belki senden yorgun ve senden mecalsizdir. Belki değil, elbette öyledir. Sen ne tahayyül etmiştin?]
Şöyle gözden geçse bir hilkat temâşâ-hânesi:
Çıkmıyor bir zerre fa'âliyyetin bîgânesi.[127 - Yaratılış temaşahanesi dikkatle gözden geçirilirse bir zerrenin bile çalışmaya yabancı olduğu görülemez.]
Âsümânî, hâkdânî cümle mevcûdât için
Kurtuluş yok sa'y-i dâimden, terakkîden bugün.[128 - Hilkatin gökleri ve yeri, hattâ bütün mevcudat için daimî bir çalışmadan kurtuluş yoktur.]
Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!
Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? Dur!
Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlik bile:
Bak tecellî eyliyor bin şe'n-i gûnâgûn ile.
Ey, bütün dünya ve mâfîhâ ayaktayken, yatan!
Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah'tan utan![129 - Yer çalışsın, gökler çalışsın da sen sıkılmazsan otur. Bunlara karşı çalışmamak için bir bahane bulabilir misin? Yaradılmışların çalışması bir şey mi? Yaradan bile boş durmuyor, türlü türlü şuûn ile tecelli ediyor. Sen halktan sıkılmak bilmiyorsan, hey Allah’ın kulu, bari Allah’tan olsun utan da boş durma.]

Hasır
Geçende, yayla civârında bir ufak cevelân
Bahânesiyle, bizim eski âşinâlardan
Bir attarın azıcık gitmek istedim yanına,
Ki her zaman beni dâvet ederdi dükkânına.
Biraz müsâhabeden sonra söktü müşteriler:
– Ver ordan on paralık zencefil, çöroğtu, biber.
Gecenki beş para borcumla on beş etmedi mi?
– Silik bu yirmilik almam…
– Uzatma gör işimi!
– Oğul, çabuk… Bana tiryak… Okunmuş olmalı ha!
Bizim çocuk, adı batsın, yılancık olmuş…
– Ya?
– Sübek kadar yüzü hütdağ kesildi!
– Vah vah vah!
– Hanım, geçer, nefes ettir…
– Geçer mi? İnşallah.
– Bi yirmilik paket amma sabahki tozdu bütün…
– Ayol hep içtiğimiz toz… Bozuldu eski tütün!
– Efendi amca, sakız ver… Biraz da balmumu kes.
– Kızım, parayla olur ha! Peşinci bak herkes.
Beşer onar paralar hepsi yaklaşıp deliğe,
Süzüldüler oradan bir kilitli çekmeceye.
Epeyce fâsıladan sonra geldi başka biri:
– Genişçe bir hasırın var mı? Neyse hem değeri.
Cenâze sarmak içindir, eziyyet etme sakın!
Mahallemizde beş aydır yatan o hasta kadın
Bugün, sabahleyin artık cihandan el çekmiş…
– Ne çâre! Kısmeti bir böyle günde ölmekmiş.
– Yanında kimse de yokmuş… Aman bırak neyse…
Ecel gelince ha olmuş, ha olmamış kimse!
– Dokuz kuruş bu hasır, siz, sekiz verin haydi…
Pazarlık etmeyelim bir kuruş için şimdi!
Hasır büküldü, omuzlandı, daldı bir sokağa;
Sokuldu kim bilir ordan da hangi bir bucağa.
Açıldı, bir ölü saklanmak üzre sînesine;
Kapandı ketm-i adem heybetiyle sonra yine!
Beş on fakîre olup bâr-ı dûş-i istiskâl,
Huzûr-ı lâlini bir nevha etmeden ihlâl,
Sükûn içinde uzaklaştı âşiyânından.
Geçince sûrunu şehrin, uzattı servistan
Garîb yolcuyu tevkîfe bin bükülmez kol!
Omuzdan indi hasır, yoktu çünkü artık yol.
Mezarcının o kürek yüzlü dest-i lâkaydı
İânesiyle nihâyet mezâra yaslandı.
Hücûm-ı mihnet-i peyderpeyiyle dünyânın,
Hayâtı bir yığın âlâm olan zavallı kadın,
Hasırdan örtüsü dûşunda hufreden indi…
Enîn-i rûhu da artık müebbeden dindi.
Bu hâtırât ile kalbimde başlayınca melâl,
Oturmak istemez oldum, kıyâm edip derhâl;
-Yüzümde âleme nefrin, içimde şevk-i memât;
Gözümde içyüzü dehrin: yığın yığın zulümât!-
Bulunduğum o mukassî mahalden ayrıldım.
Bu perde bitti mi ? Heyhât! Atmadım bir adım,
Ki rûhu eylemesin böyle bin fecîa harâb!
Hayât nâmına yâ Rab, nedir bu devr-i azâb?

Geçinme Belâsı
«Ömr-i giranmâye der in sarf şüd
Tâ çiherom sayf, çipûşem şitâ!»[130 - Ömür, yazda yiyim; kışta giyim derdine harcanıp son buldu.]
    Sâdî
Doksan senelik ömre, İlâhî, bu mu gâyet?
Bilmem ki ne âlem bu cedel-gâh-i maîşet!
Korkunç oluyor böyle hakîkatleri, gerçek,
Sa'dî gibi bir asr-ı fazîletten işitmek.
Sa'dî o kadar felsefesiyle, hüneriyle,
Fikrindeki hürriyet-i fevk-al-beşeriyle
Esbâb-ı maîşet denilen kayda girerse,
Yâd etmesin âzâdeliğin nâmını kimse.
İnsan ki çıkar perde-i mektûm-i ademden,
Tâ sahne-i hestîde zuhûr ettiği demden,
İkmâle kadar fâciâ-i devr-i hayâtı,
Atlatmaya mahkûm ne mühlik akabâtı!
Zannetme ölüm şahsına bir kerre muhâcim…
Bin kerre olur günde o düşmenle müzâhim.
Âvâre beşer sâha-i gabrâya düşünce
Etrafına binlerce devâhî üşüşünce
Meydan mı bulur râhâtı esbabını celbe?
Başlar o cılız kolları dünya ile harbe!
Kaynar güneşin âteşi mihrâk-ı serinde:
Karlar buz olur hep beden-i bî-siperinde.
Medhûş nigâhında köpürdükçe denizler;
Beyninde bütün dalgalar öttükçe mükerrer;
Sahilden uzansam der, eder tayy-i merâhil;
Lâkin onu bilmez ki uzaklar daha sâil:[131 - Sâil: (Sad ile, savlet'ten) Saldırıcı, saldıran.]
Dağlar o nihâyetsiz olan silsilesiyle,
Ormanlar o dünyâyı tutan velvelesiyle,
Emvâc-i serâbıyla, vuhûşuyle bevâdî.
Her hatve-i azminde olur ye'sine bâdî.
Fevkınde, semâvâtın o ecrâm-ı mehîbi;
Pîşinde, zemînin o temâsîl-i acîbi;
Bîçâreyi medhûş ederek her nefesinde,
Muztar bırakır mün'adim olmak hevesinde.
Lâkin bu heves bir heves-i dîğere mağlûb:
İnsan yaşamak hırs-ı cibillîsine meclûb.
Her devresi bir devr-i azâb olsa hayâtın,
Râzîsi değildir yine bir türlü memâtın!
Ömr olsa da binlerce tekâlîf ile meşhûn,
İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun!
Artık neye mevkûf ise te'mîn-i bekâsı,
Yalnız ona masrûf olur âvâre kuvâsı.
Durmaz boğuşur bunca mühâcimlere rağmen,
Düşmez, o mesâî denilen seyfi elinden.
Çıplaktır o, ister ki soğuklarda ısınsın;
Bir dam çatarak her gece altında barınsın.
İster yiyecek şey, giyecek şey, yakacak şey…
Bin türlü havâic daha var bunlara der-pey.
Âvâre beşer işte bu bâzâr-ı cihanda,
Her gün yeni bir kâr peşinden cevelânda.
Maksad bu kadar dağdağadan bir yaşamaktır…
Lâkin bunun altında ne maksad olacaktır?
Heyhat, onu idrâk için i'mâl-i hayâle
Yok vakti: bütün demleri mevkûf cidâle!
İnsan ki, onun rûh ile insanlığı kaaim,
Dâim oluyor cisminin âmâline hâdim;
Gelseydi eğer rûhunu i'lâya da nevbet,
Anlardı nedir, belki, hayatındaki gâyet.
Bir anladığım varsa şudur: Hâlik-i âlem,
Hilkat kalıversin, diye, bir ukde-i mübhem,
Daldırmada insanları hâcât-i hayâta,
Döndürmede ezhânı bütün başka cihâta.
Ömrün öteden, berk-süvârâne şitâbı,
Iyşin beriden lâzım-ı bîhadd ü hesâbı,
Göstermede dünyâya, nedir maksad-ı Hâlik…
«Kimden kime şekvâ edelim biz de şaşırdık!»[132 - Şeyh Sâdi, doksan senelik ömrüne şu sözlerle nihayet veriyor: Yaşamak için uğraşılmak lâzım gelen dünya, ne acayip bir âlem!Sâdi gibi fazilet asrında bu hakîkatleri işitmek, gerçekten korkunç oluyor.Hazret, o hikemiyatı, o hüneri ve fikrindeki fevkalbeşer hürriyetiyle yaşamak çareleri denilen kayda bağlanırsa dünyada kimse hürriyetin adını anmasın!İnsan yokluğun gizli perdesinden sıyrılıp varlık sahnesinde göründüğünde hayat denilen facia devrini bitirinceye kadar ne öldürücü tehlikeler geçirmeye mahkûm.Ölüm ona bir kere hücum eder sanma. Her gün o düşmanla bin ker karşılaşır ve çarpışır.Serseri insan, şu tozlu sahaya yani dünyaya ayak basınca ve etrafına binlerce belâ üşüşünce rahat etmenin çarelerini toplamaya meydan mı bulur? Geçinmek ve yaşamak için dünya ile uğraşmaya mecbur olur.Yazın çalışırken güneşin ateşi beyninde kaynar, kışın uğraşırken üstüne yağan karlar buz tutar.Dehşetle bakan gözlerinin önünde denizler köpürdükçe, coşkun dalgaların uğultusu kafasında öttükçe kıyıdan uzaklaşmak ister, enginlerin daha saldırıcı olduğunu bilmez.Dağlar sonu gelmeyen zincirleme sıralanmalarıyla, ormanlar dünyayı tutan iniltileriyle, çöller vahşî hayvanları ve serap dalgalarıyla onu attığı azim ve teşebbüs adımlarında ümitsizliğe düşürür.Başının üstündeki semanın heybeti yıldızları, ayağının altındaki arzın acayip nakışları zavallıyı her nefesinde dehşete uğratır ve yok olmak hevesine düşürür!Lâkin bu heves, başka bir hevesin mağlûbudur ki o tabiî bulunan yaşamak hırsıdır.Hayatın her anı, bir azap derdi olsa da insan bir türlü ölüme razı olmaz. Ömür bin türlü meşakkatle yüklü olsa da beşer yaşamaktan memnundur.Dünyada kalabilmesi için ne lazımsa âciz kuvvetlerini onun elde edilmesine sarf eder. Çalışma denilen kılıcı elinden bırakmaz, üstüne saldıran zaruret ve ihtiyaç ile boğuşur.Soğuklarda ısınmasını, bir dam çatarak altında barınmasını ister. Yiyeceğe, giyeceğe, yakacağa ve daha bin türlü şeylere ihtiyacı vardır.Zavallı insan, bu dünya pazarında her gün bir kâr için dövünüp dolaşmaktadır ki bu kadar uğraşmadan maksat, yaşamaktan ibarettir.Yaşamaktan da elbet bir maksat olacaktır. Lâkin bunu bulmak ve anlamak için düşünmeye vakti yoktur. Zira olanca vakti yaşamak için uğraşmaya sarf edilmektedir.İnsanın insanlığı ruhu ile kaim olduğu hâlde birçok kimselerde o ruh, bedenin emellerine hâdim olmaktadır. Eğer ruhu yükseltmeye nöbet gelmiş olsaydı hayattan gaye ne olduğu anlaşılırdı.Benim yaradılıştan anladığım bir şey varsa şudur : Dünyayı yaratan Allah hilkat mübhem bir düğüm gibi kalsın diye insanları hayat ihtiyaçlarına daldırmış, ezhan-ı beşeri başka taraflara çevirmiştir.Ömrün şimşek gibi süratli geçişi, geçinmenin hadsiz, hesapsız ihtiyacı, Hâlik’ın maksadı ne olduğunu dünyaya göstermektedir.Kimden kime şikâyet edeceğimizi biz de şaşırdık.]

Meyhâne
Hurûşan bâd-ı süfliyyet derûnundan, kenârından;
Girîzan ruh-i ulviyyet harîminden, civârından.[133 - Sülfiyet rüzgârı, içinden ve kenarından fırtına koparıyor. Ulviyet ruhu da hariminden ve civarından kaçıyor.]
Çıkar bin nâle-i nevmîd hâk-i ra'şe-dârından,
İner bin zulmet-i makber fezâ-yı şeb-nisârından.[134 - Sarsılan ve titreyen toprağından binlerce ümitsizlik iniltisi çıkmakta, gece karanlığı saçan fezasından kabir zulmetleri inerken sessiz duran, fakat kalben inleyen her taşından gizli gizli feryatlar duyulmakta!]
Gelir feryâdlar ebkem duran her seng-zârından:
Yıkılmış hünümanlar sanki çıkmış da mezârından,[135 - Bozulmuş aile yuvaları, sanki mezarlarından çıkmış da çatlamış duvarlarından tezallûm için ağız açmış!]
Dehân-ı hasret açmış rahnedâr olmuş cidârından!
Çöker bir dûd-i mâtem titreyen kandîl-i târından:[136 - Sönük sönük titreyen kandilinden etrafa matem isleri yağıyor, sahasını kaplıyan tozlar içinden sönüp gitmiş ocaklar yükseliyor!]
Sönüp gitmiş ocaklar yükselir gûyâ gubârından!
Giren bir kerre nâdimdir hayât-ı müsteârından;
Çıkan âvâredir artık cihânın kâr ü bârından.[137 - İçerisine bir kere giren, iğreti hayatına nâdim olur, sallanarak çıkan ise artık dünya işlerine yabancı bir serseri hâlini alır.]
Dökülmüş âb-rûlar bâde-i pesmande hâlinde…
Emel bir münkesir peymânedir saff-ı niâlinde![138 - Buraya devam edenlerin yüzsuyu, artık şaraplar gibi zemine dökülmüş, emel ve arzuları kırık bir kadeh gibi süprüntü tenekesine atılmış.]
Boğulmuş rûh-i insanî şarâbın mevc-i âlinde.
Nümâyan mel'anet sâkîsinin çirkin cemâlinde![139 - İnsanlık ruhu şarap dalgaları arasında boğulmuş, mel'anet ve]
Ne mâzî var, ne âtî, bak şu ayyâşın hayâlinde…
Tutup bir zehr-i âteşnâk dest-i bî-mecâlinde,
Zevâl-i ömrü bekler hem şebâbın tâ kemâlinde![140 - Şu ayyaşın hayalinde ne mazi ne de gelecek düşüncesi vardır. Mecalsiz elinde yakıcı bir zehir tutarak, en genç çağında ölümünü bekler.]
Merâret intıbâ’ etmiş cebîn-i infiâlinde…
Derin bir iltivânın sîne-i zerd-i melâlinde
Odur ancak hüveydâ ser-nüvişt-i bî-meâlinde,
Müebbed bir de nisyan nazra-i sengîn-i lâlinde.[141 - Sararmış alnında derin bir çizgi arasında ömrünün acılığı teressüm etmiş! Alnının, meali olmayan kara yazısından ancak o anlaşılıyor. Bir de taş kesilmiş dilsiz bakışlarında ebedî bir unutkanlık hissediliyor!]
Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim;
Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim.
Bitince bir sıra ev, sonra bir de vîrâne,
Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhâne:
Basık tavanlı, karanlık, sefîl bir dükkân;
İçinde bir masa, yahut civar tabutluktan
Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.
Sakat, bacaksız on, on beş hasırlı iskemle,
Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle,
Beş on kadeh, iki üç testi… Sonra, tezgâhlık
Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık.
Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lamba…
Önünde bir küme: fes, takke, hırka, salta, aba
Kımıldanıp duruyorken, sefîl bir sohbet,
Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet:
– Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyâdece ver…
– Ziyâde, anladık amma ya içtiğin şişeler?
– Çizersin…
– Öyle mi? Lâkin silinmiyor çetele!
Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu…
– Hele!
– Bizim peşin paramız… Almadın mı dün kuruşu?
– Ayol, tükendi mezem… Bari koy biraz turşu.
Arattı kendini ustan… Dinince dinlensin!
– Hasan be, sen de nasıl nazlı nazlı söylersin!
Nedir o türkü… Aman başka yok mu?… Hah, şöyle!
– Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle.
– Nevâzil olmuşum, Ahmed, bırak sesim yok hiç…
– Sesin mi yok? Açılır şimdi: Bir imam suyu iç!
Yarın ne iştesin Osman?
– Ne işteyim… Burada!
– Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşun orada?
– O kim gelen?
– Baba Ârif.
– Sakallı, gel bakalım…
Yanaş.
– Selâmünaleyküm.
– Otur biraz çakalım…
– Dimitri, hey, parasız geldi sanma, işte para!
– Ey anladık a kuzum…
– Sar be yoldaşım cıgara…
– Aman bizim Baba Ârif susuz musuz içiyor!
– Onun bi dalgası olmak gerek: Tünel geçiyor.
– Moruk, kaçıncı kadeh ? Şimdicik sızarsın ha!
– Sızarsa mis gibi yer, yatmamış adam değil a.
Yavaş yavaş kafalar, kelleler kızışmıştı,
Ağız, burun, hele sesler bütün karışmıştı;
Dikildi ağzına baktım, açık duran kapının,
Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın.
Beş on dakika süren bir düşünceden sonra,
Kadın da girdi o zulmet-serâ-yı menfûra.
Gözünde ebr-i teessür, yüzünde hûn-i hicâb,
Vücûdu ra'şe-i nâ-çâr-ı ye's içinde harâb,
Teveccüh eyleyerek sonradan gelen Baba’ya:
– Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya!
Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık…
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!
Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sâde;
Sakın düşünme çocuklar aceb ne yer evde?
Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa!
Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa!
Zavallı ben… Çamaşır, tahta, her gün uğraş da,
Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta!
O tahtalar, çamaşırlar da geçti; yok hâlim…
Ayakta sallanışım zorladır Hudâ âlim!
Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın;
O yavrucakları çıplak, sefîl alıştırdın;
Bilir mahalleli kim, aldığın zamanda beni,
Çeyiz çimenle donatmıştı beybabam evini.
Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin!
Evet, kumarda yedin, hem de Karşılar’da yedin!
Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran
«Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman!»
Diyen kadınlara; «Pek doğru, pek» deyip gidiyor.
Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor!
Benim güzel meleğim, hiç de tâli'in yokmuş:
Anan benim gibi sersem, babansa bir sarhoş!
Necip de minderi koltukta geldi mektepten…
Demiş ki kalfa: «Sekiz aydır almadım hele ben
Ne haftalık, ne de aylık… Senin baban olacak
Kumarcı, oğlu için az yesin de tutsun uşak!»
Koğuldum anne! deyip ağlıyor zavallı çocuk…
Ne yapsın annesi ? Dünyâda bir güvendiği yok!
O bâri bir adam olsun da kalmasın câhil
Demiştim olmadı… Lâkin kabâhat onda değil:
O her sabah okuyordu gürül gürül cüz'ünü;
Ayırmıyordu kitaptan ne olsa hiç gözünü.
Üç akşam oldu ki yoksun. Necip: Babam nerde?
Ben isterim onu mutlak demez mi? Bak derde!
Sular karardı; bu sâatte hiç gezer mi kadın ?
O, sarhoşun biri, tut kim sokak sokak aradın…
Nasıl bulursun a yavrum? Yarın gelir belki
Dedim. Fakat çocuğun durmuyordu. Baktım ki
Avutmanın yolu yok; komşunun Hüseyin Ağayı
Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dünyâyı.
Anam benim gibi evlâd doğurmaz olsaydı,
Bu hâli görmeden evvel gözüm yumulsaydı!
Herif! Şu hâlime bak, merhametli ol azıcık…
Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık.
Efendiler, ağalar, siz de bir nasîhat edin,
Sizin de belki var evlâdınız…
– Hasan, ne dedin?
– Bırak, köpoğlu kadın amma çalçeneymiş hâ!
– Benimki çok daha fazlaydı.
– Etme!
– Elbet ya!
Onun için boşadım. Sen işitmedin mi Halim?
– Kadın lâkırdısı girmez kulağıma zâti benim.
Senin kadın dediğin âdetâ pabuç gibidir:
Biraz vakit taşınır, sonradan değiştirilir.
Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi;
Herif mezar taşı tavrıyle sâde dinlerdi;
Açıldı ağzı nihâyet, açılmaz olsa idi!
Taşıp döküldü, içinden şu lâ'net-i ebedî:
– Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!
– Ben anladım işi: sen komşu, iyice sarhoşsun;
Ayıltınız şunu yahu!
– İlişmeyin!
– Bırakın!
Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı kadın!

Mezarlık
Bakma kabristânın ancak sâha-i medhûşuna,
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna!
Kalbi hiç benzer mi bak sîmâ-yı heybet-pûşuna!
Kim ki dalmıştır hayâtın seyl-i çûşâ-çûşuna,
Can atar, bir gün gelir, yorgun düşüp âgûşuna![142 - Kabristanın dehşetli sahasına bakıp geçme. Birazcık olsun dur da sukûtî iniltisine kulak ver. Bak ki, kalbi heybetli simasına benziyor mu? Hayatın coşkun seline kapılmış olanlar, yorgun düşüp bir gün gelirler, bunun kucağına can atarlar.]
Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratin!
Sende pinhân en güzîn evlâdı insâniyyetin;
Senden istimdâd eder feryâdı ye'sin, haybetin.
Bir yığın göz nûrusun, yahut muhammer tıynetin
Rûh-i pâkinden coşan gözyaşlarından milletin![143 - Ey mezarlık, ne acayip bir âlemsin. Fıtratın ne kadar da yüksek! İnsanlığın en seçme evlâdı sende gizlenmiştir. Korku ve ümitsizliğin feryadı, senden imdat ister. Sen bir yığın göz nurusun, yahut milletin coşan gözyaşlarıyla yoğrulmuşsun!]
Şanlı bir târîhsin: mâzî-i millet sendedir.
Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;
Devr-i istîlâ durur yâdında, devlet sendedir!
Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir,
Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir![144 - Sen şanlı bir tarihsin ki milletin mazisi sende gömülüdür, ibret sende, hikmet sende, istilâ devri hatırında olduğu için devlet de sendedir. Mâdem ki hürriyet ve hamaset sendedir, bence yaşamak zillettir, şeref izzet sendedir.]
Ey ademle varlığın ser-haddi, iklîm-i salâh!
Başlarında sermedî bir sâye, bir müşfik cenâh
Olmasan, bî-vâyeler nerden bulurlar inşirâh?
Zıll-i memdûdunda var âsûde bir reng-i felâh.
Leyl-i dûrâ-dûruna olsun fedâ yüz bin sabâh ![145 - Ey yoklukla varlığın sınır başı olan salâh iklimi; kimsesizlerin başlarında ebedî bir saye ve şefkatli bir kanat olmasan o biçareler nereden bir ferah ve inşirah bulabilirler. Uzun ve koyu gölgende öyle bir kurtuluş rengi var ki, uzun uzadıya olan gecene yüz bin sabah feda olsun.]
Cevherin toprak değil, pek başka bir ma'den senin.
Âh bilmezler ki üstünden geçerlerken senin,
Bin dimâğın lübbüdür her zerre hâkinden senin.
Öyle feyyâz, ey zemîn-i ma'rifet, mâyen senin:
Sâye-gâhından çıkarken rûh olur her ten senin![146 - Senin cevherin toprak değil, başka bir maden. Üzerine basıp geçenler, toprağının her zerresi binlerce beynin hülâsası olduğunu bilmezler. Ey marifet zemini, senin mayan o kadar feyizli ki, her beden senin gölgeliğinden çıkarken ruh olur.]
Ey mezâristan, nihan ka'rında yüz binlerce mâh,
Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-i nigâh!
Nâzeninler yâl ü bâlinden nişandır her kiyâh…
Serviler Mevlâ'ya yükselmiş birer berceste âh,
Hufreler Mevlâ'dan inmiş en emin bir hâb-gâh.[147 - Ey mezarlık, senin derununda binlerce ay yüzlü gizlenmiştir, çürümüş toprağından bütün göz nuru fışkırmaktadır. Her otun, nazlı güzellerin boy ve boslarından nişandır. Servilerin Allah’a yükselmiş derunî birer ah, çukurların da Mevlâ’dan inmiş emin ve tecavüzden mâsûm bir uyku yeridir.]
Ey şebistan, ey adem, ey perde perde kibriyâ,
Sendedir ümmîdler: senden doğar fecr-i bekâ,
Her hacer-pâren okur bin şi'r-i lâhûtî edâ;
Her neşîden rûhu eyler sermediyyet-âşinâ.
Ey semâvî hâk, benden bin selâm olsun sana.[148 - Ey gece odası, ey yokluk bucağı, ey Hakk’ın perde perde azamet ve kibriyası; bütün ümitler sendedir, bekâ sahası senden doğar. Dikili taşların her parçası, lâhutî manalı binlerce şiir okumakta, taşlarındaki neşideler ebediyeti ruha tanıttırmak. Ey semâvî toprak; benden sana binlerce selâm ve ihtirâm.]
***
Sıkınca rûhumu ba'zen metâlibiyle hayât,
Olur yegâne mesîrem mahalle-i emvât.
Muhît-i velvele-dârında zindegânînin,
Ferâğ-ı dâimi yoktur hayât-ı sânînin.
Ne levs-i hırs ü mezellet zemîn-i pâkinde,
Ne hây ü hûy-i maîşet harîm-i hâkinde,
Bu kâinât-ı huzûrun fezâ-yı sâmitini
Görünce, ömr-i perîşânımın merâretini,
Velev bir an için olsun atıp hayâlimden,
Uzaklaşır giderim mâsivâya artık ben.
Su mâsivâ denilen kayd-ı ukde ber-ukde
Kırılmadan olamaz rûh bir dem âsûde.
Fakat kırılmak için böyle bir zemîn ister…
Zemîn değil yalınız, kalb-i âhenîn ister![149 - Hayatın istekleri ruhumu sıkınca ölüler mahallesi, yani mezarlık biricik seyir yerim olur. Yaşayışın gürültülü muhitinde daimî bir ferah yoktur, ikinci hayatın zemin-i pâkinde ne hırs ve mezellet bulaşıklığı vardır, ne de harim-i hâkinde geçinmenin hây ü huyu mevcuttur. Bu huzur ve sükûn kâinatın sessiz fezasını görünce, perîşân ömrümün acılığını bir an için olsa bile hayalimden atarım; mâsivâ tâbir edilen şu âlemden uzaklaşırım. Şu mâsivâ denilen düğüm üstüne düğüm olmuş bağlar kırılıp açılmadan ruh bir dem bile rahat edemez. Fakat o düğümün kırılması için böyle bir zemin ve bir kalb-i âhenin ister.]
Geçen sabah idi Eyyûb'a doğru çıkmıştım.
Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım,
Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan;
Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan.
Fakat o bir koca deryâ-yı sermediyyet idi,
Ki her haziyre-i sengîni mevc-i müncemidi!
Kenarda durmayarak girdim en derin yerine,
Oturdum arkamı verdim de taşların birine.
Ridâ-yı samte bürünmüş bütün yesâr ü yemîn,
Huzûr içinde ağaçlar, sükûn içinde zemîn.
Bütün o yükselen emvâc, o bî-nihâye deniz,
Derin bir uykuya dalmıştı, her taraf sessiz.
Yavaş yavaş açılıp perde-i likâ-yi muhit;
Harîm-i rûhumu doldurdu kibriyâ-yı muhit.[150 - Geçen sabah Eyyûb'a doğru gidiyordum. Şehrin surundan çıkıp birkaç adım atınca nazarımda ufuk değişti, önümden eski cihan çekildi, karşımda geniş bir mezarlık göründü ki, koca bir ebediyet denizi idi. Taştan mezarları da o denizin donmuş dalgaları demekti! Onun kenarında durmadım. En derin yerine girdim. Taşlardan birine dayanıp oturdum. Sağ ve sol, sükût örtüsüne bürünmüştü. Ağaçlar ve zemin sükût içinde idi. O yükselip donmuş dalgalar ve koca deniz, derin bir uykuya dalmış, her taraf sessizlik içinde kalmıştı. Muhitinin yüzündeki perde yavaş yavaş açıldı ve ondaki azamet heybeti ruhunun harimini doldurdu.]
Fakat bu beste-i lâhût nerden aksediyor,
Ki «Ellezî halâka’l-mevte vel-hayâte…» diyor?
Nedir samîm-i sükûnette böyle bir feryâd?
Neşîde Hâlik'ın, amma kim eyliyor inşâd?
Zaman zaman ederek yükselen terâne hurûş,
Enîne başladı nâgâh kâinât-ı hamûş!
O serviler müteheyyiç cemâat-i kübrâ
Kesildi… Her birisinden duyuldu aynı sadâ.
Mekâbir inledi, taşlar birer lisân oldu;
Kitâbeler de o taşlarla hem-zebân oldu.
Görünce zinde bütün mahşer-i heyûlâyı,
Mezâra rûh veren nefh-i pâk-i Mevlâ’yı,
Hayâle daldım; o füshat-serâ-yı dûrâ-dûr
Göründü dîde-i medhûşa bir cihân-ı nüşûr!
Kefen be-dûş-i bekâ bî-nihâye ecsâdın,
O, dehri hîçe sayan, kârbân-ı ecdâdın
Akın akın geçerek pîşgâh-i izzette,
-Muhît-i havf ü recâdan makâm-ı hayrette
Kıyâm-ı aczini seyreyledim… Ne dehşetmiş
Sücûd-i hilkati görmek huzûr-i kudrette![151 - Fakat “Ellezi halâka’l-mevte vel-hayate…” (O, ölümü ve hayatı yarattı.) diyen bu lâhûtî beste nereden aksediyor? Sessizliğin tam ortasında bu feryat nedir? Kelâm, Allah’ın; amma okuyan kimdi? O ilâhî terane zaman zaman yükseliyordu ki onun cezbesiyle o sakin âlem inlemeye başladı. Sakin serviler, heyecanlı bir cemaat-i kübra kesildi ve her birinden aynı sada işitildi. Kabirler inledi, taşlar fasih bir lisan hâlini aldı. Üzerlerindeki yazılar da taşlarla ağız birliği etti. Allah’ın nefhasiyle dirilmiş olan bu heyûla mahşerini görünce hayale daldım. O geniş kabristan, dehşete uğrayan gözüme kıyamet âlemi göründü. Zamanı hiçe saymış olan ecdadımızın, kefenleri omuzlarında olarak teşkil eyledikleri cesetler kervanının huzur-i ilâhiden akın akın geçtiğini, korku ve ümit muhitinden kalkıp hayret makamında durduğunu gördüm. Kudret-i Rabbâniye karşısında mahlûkatın secdeye kapandığını görmek ne dehşetli imiş.]
Bu here ü merc-i kıyâmet-nümûna hâkim olan
Hatîb-i âlem-i ulvî nihâyet oldu ıyan:
Gözüm, uzaktaki bir medfenin ayak ucuna
Çöküp ziyaret eden, bir çocukla bir kadına
İlişti. Sonra biraz yaklaşınca, iyden iyi
Tezâhür eyledi: baktım, çocuk «Tebâreke» yi
Kemâl-i vecd ile ezber tilâvet eylemede;
Yanında annesi gözyaşlarıyle dinlemede.
Zemîne ra'şe verirken neşâid-i melekût,
Ne manzaraydı, İlâhî, o makber-i mebhût?
Çocuk hayâta, o makber de mevte bir levha.
Tezâd-ı kudreti gör: bak şu levh-i zîrûha![152 - Kıyametten numune bu here ü merce hâkim olan âlem-i ulvî hatibi nihâyet göründü. Uzakta bir kabrin ayak ucuna oturmuş bir kadınla bir çocuk gördüm ki o kabri ziyarete gelmişlerdi. Çocuk «Tebareke» sûresini vecde tutulmuşçasına ezber okuyor, anası da göz yaşlarıyla onu dinliyordu, İlâhî; kelâm-ı celilin zemini titretirken o sakin ve sâkit kabir, nasıl bir manzara teşkil ediyordu. Çocuk hayatı, kabir de ölümü tasvîr eden bir levha idi. Şu canlı levhaya bak da kudret-i îlâhiyenin izhar eylediği tezadı seyret.]
***
Biraz geçince o sesler bütün hamûş oldu.
Deminki mahşer-i pür-cûş sâye-pûş oldu.
Çocuk kadınla beraber çekildi âlemine,
Gömüldü gitti mezarlık sükûn-i dâimine.[153 - Biraz geçince o sesler sustu. Demin coşkun bir mahşer hâlini alan manzara gölgelenerek silindi. Kadınla çocuk âlemlerine çekildiler. Mezarlık da daimî sessizliğine gömüldü.]

Bayram
Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır;
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!
Bayramda güler çehre-i mâsûm-ı sabâvet,
Ümmîd, çocuk sûret-i sâfında iyandır.
Her cephede bir nûr-i mücerred lemeânda;
Her dîdede bir rûh demâ-dem cevelândır.
Âlâm-ı hayâtın iki kat büktüğü ecsâd
Feyzindeki te'sîr ile âsûde revandır.
Ferdâ-yı sükûn-perveridir sâl-i cidâlin,
Nevmîd düşen kalbe ümîd-âver-i candır.
Heycâ-yı maîşetteki feryâd-ı mehîbin
Dünyâda biraz dindiği an varsa bu andır.
Subhunda bahârın şu sabâhat bulunur mu?
Bak çehre-i gabrâya: Nasıl şen, ne civandır!
Her sînede bir kalb-i meserret darabanda,
Her kalbde bir âlem-i eşvâk nihandır.
Raksân oluyor cünbüş-i dûşiyle anâsır,
Gûya ki bütün sadr-ı zemin pür-galeyandır.
Eşbâhı da cûşan ediyor feyz-i mübîni,
Yâ Rab bu nasıl rûh-i avâlim-sereyandır!
Bayramda gelir yâda ne hoş hâtıralar ki:
Bir ömre verilmez, o kadar kadri girandır.
Iydin bana dâim görünür levh-i kerîmi:
Mâzî-i tufûliyyetimin yâd-ı besîmi.
***
Birinci gün hava bir parça nâ-müsâiddi;
İkinci gün açılıp, sonra pek güzel gitti.
Dedim ki: «Fâtih'e çıksam yavaşça, bir yanda
Durup o âlemi seyreylesem de meydanda,
Ziyâret etsem ehibbâyı sonradan… Hoş olur.
Bütün gün evde oturmak ne olsa pek boş olur.»
Bu arzû-yi tenezzüh gelince, artık ben
Durur muyum? Ne gezer! Fırladım hemen evden.
Gelin de bayramı Fâtih'te seyredin, zirâ
Hayâle, hâtıra sığmaz o herc ü merc-i safâ,
Kucakta gezdirilen bir karış çocuklardan
Tutun da, tâ dedemiz demlerinden arta kalan,
Asırlar ölçüsü boy boy asâlı nesle kadar,
Büyük küçük bütün efrâd-ı belde, hepsi de var!
Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar,
İçinde darbuka, deflerle zilli şakşaklar.
Biraz gidin: Kocaman bir çadır… Önünde bütün,
Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için
Nöbetle bekleşiyorlar. Aceb içinde ne var?
«Caponya'dan gelen, insan suratlı bir canavar!»
Geçin: Sırayla çadırlar. Önünde her birinin
Diyor: «Kuzum, girecek varsa, durmasın girsin.»
Bağırmadan sesi bitmiş ayaklı bir îlân.
«Alın gözüm buna derler…» sadâsı her yandan.
Alettirikçilerin keyfi pek yolunda hele:
Gelen yapışmada bir mutlaka o saplı tele.
Terazilerden adam eksik olmuyor; birisi
İnince binmede artık onun da hemşerisi:
“Hak okka çünkü bu kantar… Firenk icâdı gıram
Değil! Dirhemleri dört yüz, hesapta şaşmaz adam.”
– Muhallebim ne de kaymak!
– Şifâlıdır mâcûn!
– Simid mi istedin ağa?
– Yokmuş onluğum, dursun.
O başta: Kuskunu kopmuş eyerli düldüller,
Bu başta: Paldımı düşmüş semerli bülbüller!
Baloncular, hacıyatmazcılar, fırıldaklar,
Horoz şekerleri, civ civ öten oyuncaklar;
Sağında atlıkarınca, solunda tahtırevan,
Önünde bir sürü çekçek, tepende çiftekolan.
Öbek öbek yere çökmüş kömür çeken develer…
Ferâğ-ı bâl ile birden geviş getirmedeler.
Koşan, gezen, oturan, mâniler düzüp çağıran,
Davullu zurnalı «dans!» eyleyen, coşup bağıran
Bu kâinat-ı sürûrun içinde gezdikçe,
Çocukların tarafındaydı en çok eğlence.
Güzelce süslenerek dest-i nâz-ı mâderle;
Birer çiçek gibi nevvâr olan bebeklerle
Gelirdi safha-i mevvâc-ı ıyde başka hayat…
Bütün sürûr ü şetâretti gördüğüm harekât!
Onar parayla biraz salanırdılar… Derken,
Dururdu «Yandı!» sadâsıyle türküler birden.
– Ayol, demin daha yanmıştı a! Herif sen de…
– Peki kızım, azıcık fazla sallarım ben de.
«Deniz dalgasız olmaz,
Gönül sevdasız olmaz,
Yâri güzel olanın
Başı belâsız olmaz!
Haydindi mini mini mâşallah
Kavuşuruz inşallah…»
Fakat bu levha-i handâna karşı, pek yaşlı
Bir ihtiyar kadının koltuğunda, gür kaşlı,
Uzunca saçlı güzel bir kız ağlayıp duruyor.
Gelen geçen, «Bu niçin ağlıyor?» deyip soruyor.
– Yetim ayol… Bana evlâd belâsıdır bu acı.
Çocuk değil mi? «Salıncak!» diyor…
– Salıncakçı!
Kuzum, biraz bu da binsin… Ne var sevâbına say…
Yetim sevindirenin ömrü çok olur…
– Hay hay!
Hemen o kız da salıncakçının mürüvvetine,
Katıldı ağlamayan kızların şetâretine.

Hasbihâl
Ey bülbül-i ter-zebân-ı irfan,
Dem-beste nevâlarınla vicdan
Hem-safvet-i rûh olan o âvâz
Oldukça harîm-i canda dem-sâz,
Pâmâlim olur bütün avâlim;
Lâhûta kadar çıkar hayâlim.
Eşvâkıma dar gelir de eb'âd,
Eyler fikrim fezâlar îcâd!
Ey nûr-i mübîni Kibriyâ’nın,
Sînem olamaz mı âsümânın?
Gökler mi bütün karârgâhın?
Hiç yerlere uğramaz mı râhın?
Ey tâir-i nâz-ı sidre-pervâz,
Kalbimde olaydın âşiyan-sâz;
Bir başka terâne gûş ederdin,
Rûhum gibi sen de cûş ederdin.
Yâdımda duran neşâidinden
Dâim cezebât içindeyim ben.
Verdikçe derûna vecd o âhenk,
Dünya nazarımda teng olur teng!
Âzâdesi büsbütün kuyûdun,
Bir şi'r-i semâ-zemîn sürûdun!
Bir şi'r-i revân ki: Cûy-i cârî
Feyziyle bahâr-ı ömre sârî.
Bir nağme ki: Rûhtur, ledündür;
Kur'an gibi râsihîn içindir.
Bir nâle ki: Şevk-sûz-i idrâk
Havlinde nidâ-yı «mâ-arafnâk!»
Ey şâir-i râzdân-ı mülhem,
Ben râzına olmasam da mahrem,
Hayrân-ı kemâlinim… Beyânın
Gûyâ ki hitâbıdır Hudâ’nın!
Ey subh-i ezel cebîn-i sâfı,
Envârının olmaz inkisâfı.
Yeldâ-yı adem cihânı alsa,
Eşbâh bütün zalâma dalsa,
Hâlâ görünür o rûhü’l-ervâh
Bir cevv-i münîr içinde sebbâh!
Ey safha-i vechi âyet-i nûr,
Cephende meâl-i kevn mestûr;
Çeşminde ziyâ-yı sermediyyet;
Sönmez ebedî sirâc-ı kudret,
Lâhût ile âşinâ nigâhın,
Ecrâm şühûd-i intibâhın!
Her dem lemeân eder o merdüm,
Mihrakı da zâhirât-ı encüm!
Her subh gelir nesîm-i dilcû
Dûşunda şemîm-i nâz-ı gîysû.
Eyler yeniden hevâ-yı dîdâr!
Bir nefha ile beni hevâ-dâr!
Sevdâ kesilir bütün süveydâ,
Gûya açılır nikâb-ı Leylâ.
Kehvâre-i dilde nâim ümmîd
Eyler uyanıp figânı teşdîd.
Susturmak için o tıfl-ı zârı,
Kalkar ararım leyâl-i târı!
Ey leyl, vekârının misâli,
Yâhud bana karşı infiâli!
Vaktâ ki eder revâk-ı deycûr
Altında yatan cihânı mahmur;
Etrafta kalmayınca bir ferd,
Hem-râhım olur hayâl-i şeb-gerd,
Kalkar, gezerim garîb ü tenhâ,
Bir yer bulurum sükûnet-ârâ.
Fevkimde semâ-yı encüm-âlûd;
Pîşimde ridâ-yı leyl-i memdûd;
Yâdımda neşâid-i kemâlin;
Karşımda hayâl-i yâl ü bâlin;
Âzâde kuyûd-i mâsivâdan,
Bîgâile havftan, recâdan;
Bir bezm-i fütûh açar ki vicdan:
Lebrîz-i safâ-yı aşk olur can.
Tasvîr değil o zevki, hattâ
Mümkün olamaz tasavvur aslâ!
Yâ Rab o ne feyz-i cûş ber-cûş!
Yâ Rab o ne leyle-i ziyâ-pûş!
Yâ Rab o ne cilve cilve envâr!
Yâ Rab o ne lem'a lem'a dîdâr!
Yâ Rab o ne encümen, ne âlem!
Yâ Rab o ne mahfil-i muazzam!
Ey leyl, nehârın olmasaydı…
Ey neşve, humârın olmasaydı!
Bîdârın iken uyanmasaydım;
Dünya var imiş inanmasaydım!
Ey yâr-i vefâ-güzîn-i cânım,
Verdiyse melâl dâstânım,
Mu'tadın olan inâyetinle
Susturma bu rûh-i zârı, dinle!
Hep velvele-i hayât dinse,
Düşmez bu zavallı rûh, ye'se.
Olmazsa zemîn, zaman müsâid;
Feryâdına âsüman müsâid!
Gönder bana sen de neyse derdin…
Yâdında mı bir zaman ne derdin?
Müstakbeli almayıp hayâle!
Gel biz dalalım bu hasbihâle!
Edvâr-ı hayât perde perde…
Allah bilir ne var ilerde.

Selmâ
«Hemşirezâdemdir. Dört yaşında öldü.»
«Bütün gün işte boğuştum, içim sıkıldı. Yeter!
Yarın da aynı mezâhimle uğraşıp duracak
Değil miyim? Bana öyleyse, şimdilik ister,
Ferâğ içinde düşünmek, vücûdu yormayarak.
Hayât, ceng-i maîşet; cihansa ma'rekedir;
Zaman zaman bu sükûnlar birer mütârekedir.»
Dedim, zemîne uzandım. Fakat huzûr o ne zor!
Dakika sürmedi hattâ benim bu yaslanmam…
Bir eski komşu gelip: «Vâliden selâm ediyor,
Diyor ki: Hasta ağırlaştı, durmasın, akşam
Hemen bizim eve gelsin.» deyince davrandım,
O âşiyân-ı perîşâna doğru yollandım.
Sarıldı boynuma annem, girince ben içeri.
Diyordu ağlayarak:
– Görme, Âkif'im çocuğu!
Senin değil yedi kat ellerin yanar ciğeri,
Ölüm döşekleri üstünde görse yavrucuğu.
Şükür, bugün azıcık farklıdır diyorduk dün…
O pembe pembe yanaklar kireç kesildi bugün!
Filân hekim, dediler. Geldi, baktı, anlamadı.
Hayır, filân daha bir anlayışlıdır, dediler;
Meğer yalan yere çıkmış o sersemin de adı!
Bırak ki anlasalar var mı çare hiç? Ne gezer!
Hekim ilâçları, oğlum, bütün tesellidir.
İlâç yiyip iyi olmak, o bir tecellîdir.
Kesildi kardeşin artık yemekten, içmekten;
Lâkırdı dinlemiyor, kendini helâk ediyor.
O, hastadan daha şâyân-ı merhamet… Görsen…
Dedikçe «Anne, çocuktan ümîdi kes… Gidiyor!»
Telâş içinde kalıp büsbütün şaşırmadayım.
Eğer yetişmese imdâda yok mu komşu hanım…
– Görünmüyor, hani hemşîre nerdedir? Gelsin.
Benim sözüm ne kadar olsa başkadır, belki
Biraz bulurdu teselli…
– Nasıl da söylersin!
Lâkırdı kâr edecek kim? Duyar mı hiç beriki?
Kolay bir iş mi? Senin anne olduğun var mı?
Çocuk o hâlde iken anne sözden anlar mı?
Bu hem kaçıncı felâket? Beşinci! Yâ Rabbi,
Tamam beşinci seferdir ki kız ölüm görecek!
Bu son ümîdi de şâyed giderse dördü gibi,
Zavallı kendini vaktinden evvel öldürecek.
Çıkıp da gör hele bir kerre şimdi Selmâ'yı…
Ne hâle koydu felek, git de bak, o sîmâyı!
Sabahleyin dili, baktım, biraz ağırlaşıyor…
Melil melil bakıyor şimdi bülbül evlâdım!
Ne zâlim illet imiş: Bir çocukla uğraşıyor…
O olmasaydı da ben keşke hasta olsaydım.
Şikâyet olmasın amma tahammülüm bitti…
Günâha girmedeyim durmuşum da bak şimdi!
Ne manzaraydı ki bir kuş kadar uçan o melek
Dururdu bî-hareket, kol kanad kımıldamıyor!
Gözünde nûr-i nazar titriyor, hemen sönecek…
Dudakta nâtıka donmuş; kulak söz anlamıyor!
Türâb rengine girmiş cebîn-i sîmîni;
Ölüm merâreti duydum, öpünce leblerini!
Başında annesi -mâtem tecessüm etmiş de
Kadın kıyâfeti almış gibi- durur mebhût;
Yanında komşu kadınlar hurûşa âmâde,
Eğerçi ortada dönmekte bir mehîb sükût.
Girince ben odadan hepsi kalktılar ayağa,
Kızıyle annesi mıhlıydılar fakat yatağa!
Dedim: Nedir bu senin yaptığın düşünsene bir.
Bırak şu hastayı artık biraz da kendisine.
Ne çâre, hükm-i kader âkıbet zuhûra gelir,
Cenâze şekline girmekte böyle fâide ne?
Senin bu yaptığın Allah'a karşı isyandır;
Asıl felâkete sabreyleyenler insandır…
Şu yolda başlayan âvâre bir talâkatle,
Devâm edip gidiyordum ben ictihâdımda…
Ne oldu, hastaya bir şey mi oldu, anlamadım…
O beht içindeki kızdan kemâl-i şiddetle,
Şu sayha koptu ki hâlâ enîni yâdımda:
«Ne taş yüreklisiniz… Âh gitti evlâdım!..»

Merhum İbrahim Bey

(İbrahim Bey merhum ki tabâbet-i baytariyye ulemasındandır, hâk-i pâk-i şarkın yetiştirdiği nevâdır-i irfân ü faziletin biridir. Merhumu yakından tanıyanlar dört sene evvelki fecîa-i irtihâlinin millet için ne elîm bir zıyâ', hükûmet için ne azîm bir hacâlet olduğunu teslimde tereddüt etmezler. Şarkın, garbın bedâyi-i ilm ü fennini toplayıp hâfızasına doldurmuş; mahfûzâtını muhâkemâtıyle, meşhûdâtıyle şâyân-ı hayret bir surette tevsî' etmiş; şarkın her tarafını defeât ile dolaşmış; garbın en medenî memâlikini görmüş, gezmiş; elsine-i şarkıyyeyi edebiyâtiyle bilir; Fransız, Rus lisanlarını hakkıyle öğrenmiş olan bu büyük adam fıtraten mahviyyete âşık, iştihâra düşman olmasaydı, eminim ki, hükûmet-i sâbıkanın o sâbıkalı ricâli yüzünden gureba hastahanelerinde ölen öyle bir hakîm-ı zû-fünûnu tanımak için kariîn-i kirâm benim gibi bir âcizin delâletine müftakir kalmazdı!)
Dönen muhît-i nigâhımda yâl ü bâlindir,
Bütün hayâlim o fevka’l-hayâl hâlindir.
Zalâm-ı hayrete düşmüş, batar çıkarken ümid,
Önünde rehber olan meş'alem hayâlindir.
Semâ-güzîn olarak gittin ey İlâhî nûr,
Peyinde şimdi ufuktan geçen zılâlindir.
Bu kâinât senin hâtıranla hep lebrîz:
Zemin, zaman bana yâd-âver-i cemâlindir.
Bütün cihâtta akseyleyen hemâlindir,
Esîr, sanki bir âyîne-i celâlindir!
Nücûm-i lâmia-zâ bârikât-ı irfânın,
Leyâl, ihâta-i eşyâdaki kemâlindir.
Seher o nâsiyeden bir nişân-ı feyzâ-feyz,
Şafakta dalgalanan renk, reng-i âlindir,
Ulüvv-i kâ'bını tasvîr eder nigâhımda
Semâ, olanca vuzûhuyle bir misâlindir.
Cibâl, heykel-i sâhib-vekâr-ı azmindir,
Suhûr, hiffete düşman olan hisâlindir.
Bulut yemîn-i leâlî-nisâr-i cûdundur,
Güneş müfekkire-i herdem-iştiâlindir.
Tulû', levha-i rengîn-i ibtisâmındır,
Gurûb, safha-i gamkîn-ı infiâlindir.
Havâda mevcelenir sânihât-ı kudsiyyen,
Riyâh, rûhumu pür-cûş eden mekâlindir.
Çemende cilveler eyler bahâr-ı dîdârın,
Sabâ, nüvîd-i ümîd-âver-i visâlindir.
Şitâ, peyinde hurûşan kıyâmet-i kübrâ,
Rebi', hâtıra-i şi'r-i lâ-yezâlindir.
Hulâsa, nazra-i im'ânımın önünde cihan
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlindir.
Senin hayâl-i sabîhin -ki bir zaman ey yâr,
Edince leyle-i rûhumda bin emel bîdâr;
Kıyâs ederdim açılmış sabâh-ı istikbâl-
Bugün bulutların altında eylemekte karâr!
Garib, şâm-ı garîban kadar hazîn oluyor,
Nigâh-ı rikkatimin karşısında fecr-i bahâr.
Birer bürehne kadîd-i mehîbi andırıyor
Hayat hulle-i sebzinde cilveger eşcâr.
Bütün bu sâha-i hadrâ, bu nev-demîde çemen
Yeşil bir örtünün altında bir amîk mezâr!
Sımâh-ı cânıma bir uhrevî sadâ geliyor
Neşîdeler okuyorken gusûn-i terde hezâr.
Temevvüc eyleyerek gözlerimde jale-i nûr
Şükûfe-zârda gûyâ ki ağlıyor ezhâr.
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlin iken
Bütün cihân-ı bedâyi'de müncelî âsâr,
Samîm-i rûhumu pür-çûş ü bîkarâr ediyor
Bugün o sîne-i hilkatte inleyen eş'âr!
Muhît şimdi şebistân-ı iğtirâbındır:
Bugün uyanmıyor artık o nâzenîn eshâr!
Sen ey semâları işrâk eden ziyâ-yı ezel,
Bu hâkdânı bıraktın peyinde zulmet-zâr!
Gerildi bir ebedî perde beynimizde, senin
Açıldı pîş-i celâlinde âlem-i dîdâr.
Cihan cihan dolaşırsın fezâ-yı lâhûtu,
Nasıl ki yâd-ı hazînin gezer diyar diyar!
Hayât varsa senin sermedî hayâtındır,
Azâb, yoksa, bu fânî hayât-ı velveledâr.
Sükûnu nerde bulur âh kalb-i mehcûrum?
Derûn-i sînede bir herc ü merc-i dâim var!
Demek, görünmeyeceksin ilelebed bana sen,
Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihribân benden!
Hayâta sen beni rabteylemiş iken, şimdi
Aceb nasıl yaşarım, söyle, âh sensiz ben?
«Günün birinde gelirsin de eski âlemler
Devâm eder yine birlikte öyle şâtır, şen…
Bu gîrûdar-ı maîşetten el çeker, ararız
Seninle sîne-i uzlette gizli bir me'men…
Karışmayız şu cihanın nebûd ü bûduna hiç,
Nasıl ki bunca zamandır karışmadık zaten!
Uzakta aksede dursun o hây ü hûy-i mehîb…
Sükûn içinde biz, ey dost, yek-revan, yek-ten,
Devâm eder gideriz her zamanki âhenge,
Döner muhîtimiz üstünde hep senin nağmen…
Beyân-ı ukde-güdâzınla mübhemât-ı şu’ûn
Yavaş yavaş açılıp bir vuzûh olur rûşen.
Verâ-yi perde-i kudrette gizlenen râzın
Önünde feyz-i beyânın açar da bin revzen,
İyân olur o zaman karşımızda âlem-i rûh,
Düşüp gider gözümüzden bütün kuyûd-i beden!
Birer terâne-i ilhâm olan neşâidini
Kemâl-i vecd ile tekrâr dinlerim…» derken,
Bugün emellerimin hepsi ser-nigûn oldu…
Meğerse olmayacakmış ne bir gelen, ne giden!
Meğer açılmayacakmış müebbeden artık
O perde perde hakâik, o ukdeler, o dehen!
Yazık ki yükselerek matla’ında etti karar
O lem'a lem'a sünûhât… Hem de pek erken!
Niçin gurûb ediverdin sen ey sitâre-i şark,
Henüz kemâlini derk etmeden zavallı vatan?
Şu son zamanda ziyâ’ın kadar zıyâ’ı elîm
İsâbet etmedi âfâk-ı şarka, İbrâhîm!
Eğerçi milletin ümmîd-gâh-ı ikbâli
Olan beş on büyük âdem, beş on vücûd-i kerîm
Birer birer heder olmuştu senden evvelce…
Senin peyinde fakat kaldı bin ümîd-i akîm.
Yarım asırda uyanmış çerâğ-ı feyze bakın:
Bir anda oldu sönüp perde-pûş-i hâk-i remîm!
Tasavvur eyleyemezdim ki ansızın dursun
Felâh-ı ümmet için çarpınan o kalb-i rahîm.
Tahayyül eyliyemezdim ki seyrden kalsın
Muhît-i şarkta cevlân eden o fikr-i hakîm.
Ridâ-yı hâke büründün sen ey sirâc-ı edeb,
Fakat o lem'a ki yâdımdadır… Zevâli adîm,
Durup mezârının üstünde ağladıkça sehâb;
Gelip başında enîn eyledikçe rûh-i nesîm;
İnip melâik-i rahmet cihân-ı bâlâdan,
Harîm-i kabrine ettikçe her zaman ta'zîm;
Bahâr vakti çiçeklerde yâd-ı enfâsın
Meşâm-ı câna duyurdukça bin lâtîf şemîm;
Döner hayâlimin en muhterem harîminde
Senin o tayf-ı lâtifin ey âşinâ-yı kadîm!
Musâb olan yalnız âilen midir? Heyhât,
Bıraktın arkada binlerce hânümânı yetîm!
Olurdu dest-i tesellî-medâr-ı lûtfunla
Sirişk içinde yüzen çehreler bir anda besîm;
Ederdi cûd-i merâhim-nümûd-i feyyâzın
Hazâin olsa bütün ehl-i fâkaya taksîm.
O bir cihân-ı fezâildi, mahvolup gitti…
Nedir? Niçindir İlâhî bu inkılâb-ı azîm?
Ey yâd-ı güzîn-i ihtirâmı,
Rûhumda hayâtının devâmı;
Ey lem'a-i feyzinin tamâmı,
Subh-i ezelînin ihtişâmı;
Âmâline dar gelince nâsût,
İkbâline sîne açtı lâhût.
Bakmaz da bu dâr-ı iptilâya,
Rûhun can atardı i'tilâya;
En sonra o nûr-i arş-pâye
Yükseldi civâr-ı Kibriyâ'ya…
Dem şimdi dem-i saâdetindir:
Ervâh, nedîm-i hazretindir.
Tevfîk olarak yolunda hem-râh,
Aştın şu fezâ-yı târı nâgâh;
Tâ fecr-i bekâda oldun âgâh…
Hâlâ gidiyorsun, Allah Allah!
Pervâzına yok mudur tenâhî?
Ey tâir-i gülşen-i İlâhî!
Her gül dibi medfen-i hayâlin,
Her gonce kitâbe-i kemâlin;
Her yerde nihân olan cemâlin,
Her yerde iyân olan meâlin;
Bir yerde görünmüyorsun ammâ:
Her yerde bedâyi’in hüveydâ!
Ey sen ki harîm-i Hakk'a mahrem
Oldun da yabancın oldu âlem;
Yâd eyleyecek misin ki bilmem?
Dünya denilen bu sicn-i mâtem
Hâlâ bana dâr-i imtihandır…
Kurtulmadım işte an bu andır!
Ey yâr-i azîz-i gam-küsârım,
Mahvoldu, Hudâ bilir, karârım,
Sarsıldı olanca ıstıbârım;
Bî-zâr peyinde rûh-i zârım!
Gittin, beni kimsesiz bıraktın,
Yaktın beni hasretinle, yaktın!

Azim
Sa'dî, o bizim Şark'ımızın rûh-i kemâli,
Bir ders-i hakîkat veriyor, işte meâli:[154 - Şarkımızın kemal ruhu olan Şeyh Sadi, bize şöyle bir hakîkat dersi veriyor.]
«Vaktiyle beş on kâfile sahrâya düzüldük;
Gündüz yürüdük hep, gece bir menzile geldik.[155 - Vaktiyle beş on kervan halkı çölde yola koyulmuştuk. Gündüz yürümüş, geceleyin bir menzile gelmiştik.]
Çok geçmedi, baktım, bir adam hâsir ü hâib
Koşmakta… Meğer eylemiş evlâdını gâib.[156 - Bir de baktım ki bir adam hüsrân ve haybet içinde koşup gidiyor. Meğerse o dehşetli çölde evlâdını kaybetmiş.]
Bîçâre gidip haymelerin hepsine sormuş;
Bir taş bile görmüşse, hemen oğluna yormuş.[157 - Zavallı adam, çadırların hepsine birer birer uğramış ve evlâdını sormuş. Bir taş bile görse belki oğludur diye gidip bakmış.]
Âvâre peder, nerde bulursun! derken…
Gördüm ki ciğer-pâresinin tutmuş elinden,[158 - Biçare baba, onu nerede bulacaksın? Derken, ciğer-pâresinin elinden tutmuş olduğunu gördüm.]
Lebrîz-i meserret geliyor bizlere doğru,
Taşmış da gözünden akıyor şimdi sürûru![159 - Sevinç içinde ve sürûru gözlerinden yaş şeklinde akarak bize doğru geliyordu.]
Yaklaştı şütürbâna nihâyet, dedi yekten:
«Evlâdımı buldum… Nasıl amma? Onu bilsen…[160 - Geldi ve deveciye: «Evlâdımı buldum, fakat nasıl buldum bilir misin?]
Karşımda ne görsem, «O!» dedim geçmedim asla.[161 - Karşımda her ne gördümse geçmedim. «Odur!» diyerek yanına gittim.]
Aldatsa da tahminimi binlerce heyûla,
Azmimde fütûr eylemedim, ye'si bıraktım…
Mâdem ki dünyâdadır elbet bulacaktım…[162 - Binlerce heyûla tahminimi aldatsa da azmimde fütura düşmedim, bulmak ümidini terk etmedim. Dedim: Mâdem ki dünyadadır, elbet bulacağım.]
Kumlarda yüzüp, zulmetin a'mâkına daldım;
Hep rûh kesildim… Ne boğuldum, ne bunaldım.
Tevfîk-i İlâhî edip en sonra inâyet,
Gördüm gözümün nûrunu karşımda nihayet.»[163 - Âdeta kumlarda yüzdüm, karanlıkların derinliklerine daldım. Ebedî bir ruh kesilip ne boğuldum, ne bunaldım. Nihâyet Allah’ın tevfikı inayet etti de gözümün nuru evlâdımı karşımda gördüm.]
İm'ân ile baksak oluyor işte nümâyan.
Sa’dî bize göstermede bir meslek-i irfan:[164 - Sadi bize bir irfân mesleği gösteriyor. Dikkatle bakacak olursak bize de görünüyor ki:]
Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem,
Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem,
Er geç bulacak sa'y ile dil-hâhını elbet.
Zira bu şu’un-zâr-ı tecellîde, hakîkat,
Tevfîk, taharrîye; taharrî ona âşık;
Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık.
Olsun da emel azm ü taharrîye mukârin;
Tevfîk zuhûr eylemesin sonra… Ne mümkin![165 - Bir maksat uğrunda koşan kimse, iptida azim ve teşebbüsünü sağlam tutmuşsa elbette gönlünün istediğini ergeç bulacaktır. Zira Hakkın şüûnatına tecelli-gâh olan bu âlemde tevfik-i ilâhî taharriye, taharri de o tevfike âşıktır. Azmin de emel, ayrılmaz bir karinidir. Emel, azim ve taharri ile birlikte olsun da tevfik zuhur eylemesin, bunun imkânı var mıdır?]
Ba'zen iki üç haybet olur rehzen-i ümmîd…
İnsan o zaman etmelidir azmini teşdîd…
Ye'sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen
Hüsrâna düşersin, çıkamazsın ebediyyen!
Mahkûm olarak ye'se şu bîçâre peder de,
Evlâdını şâyed o karanlık gecelerde,
Vaz geçmiş olaydı aramaktan, ne bulurdu?
Elbet biri candan, biri cânandan olurdu![166 - Bazen iki üç muvaffakiyetsizlik, ümit yolunu kapatır, insan o vakit azim ve teşebbüsünü şiddetlendirmelidir. Ümitsizliğin sonu yoktur. Ona bir kere düşecek olursan bir daha altından kalkamayacağın büyük bir zarara düşersin. Şu biçare baba da ümitsizliğe düşüp o karanlık gecede evlâdını aramaktan vazgeçmiş olaydı, evlâdı candan, babası da canandan olurdu.]

Seyfi Baba
Geçen akşam eve geldim. Dediler:
– Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
– Nesi varmış acaba?
– Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
– Keşki ben evde olaydım… Esef ettim, vah vah!
Bir fener yok mu, verin… Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin… Zîrâ yol
Hem uzun, hem de bataktır…
– Daha âlâ, kalınız:
Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.
Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak,
«Gel!» diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine.
Boğuyordum müteveffâyı bütün âferine.
Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk; o yüzer, ben yüzerim.
Çok mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrâfını tektük hisse.
Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun…
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;[167 - Mürde şuâ’ât: Ölü ışıklar.]
Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh bir ma'bed-i fersûdenin üstünden aşar;[168 - Ma'bed-i fersûde: Eski mâbet.]
Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;[169 - Eşhâs: Şahıslar, kimseler.]
Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, üryan,[170 - Sütre-i yelda: Uzun gecenin örtüsü: Üryan: Çıplak]
Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan
Hânüman yoksulu binlerce sefîlân-ı beşer;[171 - Sefilân-ı beşer: İnsan sefilleri.]
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı;
O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları;
Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:
Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!
Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!
Serseri, derbeder, âvâre, harâmî, kâtil…
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre… Niçin? Belli değil!
Ya o bîçâre de rahmet suyu nûş eyleyerek[172 - Nûş eyleyerek: İçerek.]
Hatm-i enfâs edivermez mi heman «cız!» diyerek?[173 - Hatm-i enfâs: Nefesleri tüketmek.]
O zaman sâmianın, lâmisenin şevkiyle[174 - Sâmia: İşitme; Lâmise: Dokunma.]
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi…
Ne yalan söyleyeyim kalbime haşyet geldi.[175 - Haşyet: Korku, ürperme.]
Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener
Geçiyor… Sapmayarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından… Yolu buldum zaten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!
İşte karşımda bizim yâr-i kadîmin yurdu.[176 - Yâr-i kadim: Eski dost.]
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem… İyi amma kapı zaten aralık…
Galiba bir çıkan olmuş… Neme lâzım, artık,
Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.
Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:
—Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabâhat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun…
Hele dinlen azıcık, anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın…
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.
Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım,
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!
O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,[177 - Perde-i zulmet: Karanlık perdesi; Nâgâh: Ansızın.]
Gördü bir sahne-i üryân-ı sefâlet ki nigâh,[178 - Göz öyle çıplak bir sefalet sahnesi gördü ki.]
Şâir olsam yine tasvîri olur bence muhâl:
O perişanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!
Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.
– Ihlamur verdi demin komşu… Bulaydık şunu, bir…
– Sen otur, ben ararım…
– Olsa içerdik, iyidir…
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme…
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vermeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.
– Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
– Mehmet Ağa'nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem! desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktarmayayım… Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor, iş diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç[179 - Ezânî Saatle, güneş battıktan üç saat sonra.]
Görüyorsun daha gelmez… Yalınızlık pek güç.
Ba'zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!
– Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.
İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına…
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse, yorulmuş da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakîr âdemi memnun edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

İnsan
«Ve tez'umu enneke cirmun sagîrun, ve fike ntave-l’âlem-ul-ekberu»[180 - Sen küçük bir cisim olduğunu sanırsın ama, en büyük âlem senin içinde gizlidir.]
    İmam Ali
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
«Muhakkar bir vücûdum!» dersin ey insan, fakat bilsen…
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:[181 - Ey insan; sen hâlâ kendini tanımıyorsun da, «ben hakir bir varlıktan ibaretim…» diyorsun. Fakat mahiyetinin meleklerden yüksek bulunduğunu, âlemlerin sende gizlenmiş, cihanların sende dürülüp bükülmüş olduğunu bilsen…]
Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i yezdânî[182 - Allah’ın feyzi; yerlerden, göklerden taşıp dururken senin kalbin, Cenabı Hakkın münevver bir tecelligâhı olur.]
Musaggar cirmin ammâ gâye-i sun'-i İlâhîsin;
Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin![183 - Bünyen küçük ama ilâhî sanatın gayesisin. Bu itibarla sonun bulunmaz ve nihâyetin gelmez.]
Edîb-i kudretin beytü’l-kasîd-i şi'ri olmuşsun;
Hakîm-i fıtratın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun.[184 - Kudret-i ilâhiye edebiyatının en güzel bir beyti, Hakîm-i fıtratın anlaşılmaz bir sırrı olmuşsun.]
Esîrindir tabîat, dest-i teshîrindedir eşya;
Senin ahkâmının münkâdıdır, mahkûmudur dünya.[185 - Tabiat senin esirin, bütün eşya senin musahharındır. Dünya ise hükümlerinin münkad ve mahkûmudur.]
Bulutlardan sevâik sayd eder irfân-ı çâlâkin;
Yerin altında ma'denler bulur nakkâd-ı idrâkin.[186 - Çevik ve atik irfânın bulutlardan yıldırım avlar. Ayırd edici idrakin yerin altından madenler bulur, çıkarır.]
Denizler bisterindir, dalgalar gehvâre-i nâzın;
Nedir dağlar, semâ-peymâ senin şehbâl-i pervâzın![187 - Denizler yatağın, dalgalar nazlı beşiğin olmaktadır. Dağların yüksekliği bir şey mi? Senin kanatların gökleri ölçmektedir.]
Havâ, bir refref-i seyyâl-i hükmündür ki bir demde,
Olur dem-sâz-ı âvâzın bütün aktâr-ı âlemde.[188 - Hava, hükmünü bir demde dünyanın her tarafına götürmek için akıp giden bir vasıtandır.]
Dayanmaz pîş-i ikdâmında mâni'ler müzâhimler;
Kaçar, sen rezm-gâh-i azme girdikçe muhâcimler.[189 - Mâni'ler, müzâhimler; ikdamına karşı duramaz. Sen azim ve teşebbüs denilen savaş alanına girdikçe hücum edenler dayanamaz.]
Karanlıklarda gezsen, şeb-çerâğın fikr-i hikmettir,
Ki her işrâkı bir sönmez ziya-yı sermediyyettir;[190 - Karanlıklarda gezsen hikmetli düşüncen öyle bir kandilin olur ki, her parlayışı sermedi bir ziya teşkil eder.]
Susuz çöllerde kalsan, bedrekan ilhâm-ı sa'yindir,
Ki her hatvende eyler sâye-küster vâhalar zâhir.[191 - Susuz çöllerde dolaşsan kılavuzun sa'yinin ilhamıdır ki her adımında gölgelik vahalar gösterir.]
Ne zindanlar olur hâil, ne menfâlar, ne makteller…
Yürürsün sedd-i râhın olsa hattâ âhenîn eller.[192 - Zindanlar, menfalar ve makteller, ilerlemene engel olamaz. Demir eller yolunu tutmak istese bile dinlemezsin, yürür gidersin.]
Yıkar bârû-yi istibdâdı bir âsûde tedbîrin;
Semâlardan inen te'yidisin gûya ki takdîrin![193 - Göklerden inen kaderin müeyyidesi imişsin gibi zulüm ve istibdat burçlarını rahatça bir tedbirin yıkıverir.]
Teharrîden usanmazsın, teâlîden teâlîye
Atıldıkça, «Atılsam şimdi, dersin, başka âtîye!»[194 - Aramaktan üşenmez, bulmak arzusundan usanmazsın. Yükseklerden daha yükseklere çıktıkça, başka bir istikbale atılsam dersin.]
Senin en şanlı eyyâmında, en mes'ûd hâlinde,
Bir istikbâl-i dûra-dûr vardır hep hayâlinde.[195 - En şanlı günlerinde, en mesut hâllerinde bile hayalinde uzak bir gelecek bulunmaktadır.]
O istikbâledir şevkin, odur ma'şûk-i vicdânın,
O kudsî neşvenin şeydâ-yı bî-ârâmıdır cânın.[196 - İştiyakın o istikbaldir ki vicdânının maşuku odur. Ruhun o mukaddes neşenin durup dinlenmez bir soydaşıdır.]
O şevkin dâim ilcâsıyle seyrin ıztırârîdir;
Terakkî meyli artık fıtratında rûh-ı sârîdir![197 - O şevkin sevkiyle yürüyüp gidişin mecburidir. Terakkiye olan meylin, yaradılışında sâri bir ruh hâlindedir.]
Bütün esrâr-ı hilkatten haberdâr olmak istersin,
Bu gaybistân-ı hîçâ-hîçten kurtulmak istersin![198 - Hilkatin bütün esrarını bilmek, hiçten ibaret olan bu gayb âleminden kurtulmak istersin.]
Meâdın, mebdein, hâlin ki üç müthiş muammâdır…
Durur edvâr-ı müstakbel gibi karşında hep hâzır.[199 - Mead, mebde ve halini teşkil eden üç tane muammâ, gelecek devirler gibi karşında durur.]
Koşarsın bunların sevdâ-yı idrâkiyle durmazsın,
Hakikatten velev bir şenime duymazsan oturmazsın.[200 - Onları halletmek şevkiyle durmaz, koşarsın. Bir şemme olsun hakîkati duymadan oturmazsın.]
Serâir perde-pûş-i zulmet olsun varsın isterse…
Düşürmez düştüğün yeldâ-yı hirman rûhunu ye'se:[201 - Bütün sırlar isterse zulmet perdeleri arkasında saklansın, düştüğün mahrumiyet gecesi ruhunu ümitsizliğe düşürmez.]
Emel, meş'al-keşin, bir reh-nümâ hem-râhın olmuşken,
Tehâşî eylemezsin sîne-i deycûra girmekten,[202 - Emelin, önünde meş'ale çektikçe, bir kılavuz da yoldaşın oldukça karanlıkların içine dalmaktan çekinmezsin.]
Gelip bir gün tecellî etse mâhiyyât-ı masnûât,
Taharrîden geçer, bir dem karâr eyler misin? Heyhât![203 - Bütün masnuatın mahiyetleri bir gün sana tecelli ediverse, aramaktan vazgeçer, oturur musun? Hayır…]
Tutar mâhiyyet-i Sâni', o en heybetli mâhiyyet
Olur âteş-zen-i ârâmın, artık durma cevlân et![204 - O vakit o masnuatın sâniine sıra gelir. O en heybetli mahiyet sabır ve ârâmını tutuşturup yakar.]
Tevakkuf yok seninçin, daimî bir seyre tâbi'sin…
Ne zîrâ hâle râzîsin; ne müstakbelle kâni'sin![205 - Hulâsa senin için bir lâhza durup dinlenmek yok. Daimî bir ilerleyişe tâbisin. Çünkü ne hâle razı olursun, ne de istikbale kanaat edersin.]
Dururken böyle bî-pâyan terakkî-zâr karşında;
Nasıl dersin ya «Pek mahdûd bir cirmim» tutarsın da.[206 - Karşında böyle bir terakki mahalli dururken nasıl olur da,«Ben hakir bir varlıktan ibaretim.» dersin?]
Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazharsin:
Tekâlîfin emânet-gâhısın bir başka cevhersin![207 - Meleklerinkinden çok büyük bir tazime mazhar olmuş, Allah’ın tekliflerine emanetgâh ittihaz edilmiş bir cevhersin.]
Hayâtın eksik olmazken ağır bir bârı arkandan;
Ölümler, korkular savlet ederken hepsi bir yandan;
Şedâid iktihâm etmekte müthiş bir mekânetle,
Yolundan kalmayıp dâim gidersin… Hem ne sür'atle![208 - Hayatın pek ağır binlerce yükü arkandan eksik olmazken, korkular, ölümler de bir yandan saldırırken müthiş bir temkinle o şiddetli hâllere tahammül eder, yolundan kalmazsın, daima ve süratle gidersin.]
Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkat olduğun elbet,
Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet:[209 - Yaradılışın bir nüsha-i kübrası olduğun anlaşıldı. Artık düşün de hükmünü kendin ver ki yapacağın işler nasıl olmalıdır?]
Nasıl olmak gerektir şimdi ef'âlin ki, hem-pâyen
Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken?[210 - Kadrin meleklerden muazzezken hayvanlar seninle eşit olmasın.]

Kör Neyzen
Elinde, nevha-i mâtem kadar acıklı sadâ[211 - Nevha-i mâtem: Mâtem iniltisi.]
Veren, bir eski kamış; koltuğunda bir yedici;
Şu kör dilenci, bakardım, olunca nâle-serâ,[212 - Nâle-serâ: inleyen, feryâd eden.]
Durup da merhameten dinleyen gelip gidici,
Önünde boynunu bükmüş zavallı keşkülüne,
Atardı beş para, onluk değilse bâri yine.
Kırık sazıyla ederken zaman zaman feryâd,
Gelirdi gûşuna onlukların tanîniyle[213 - Tanîn: Tın tın öten ses. Tınlama.]
Birer nevâ-yı beşâret, birer peyâm-ı vedâd;[214 - Neva-yi beşaret: Müjde sesi, Peyam-ı vedâd: Dostluk haberi.]
Birer sadâ ki: Neyin sîne-çâk enîniyle[215 - Sine-çâk: Sine yırtan; Enin: İnilti.]
Karışmayıp, yalınız dem tutardı sanki ona!
Bu ses, bu manzara gayet hazîn gelirdi bana.
Muhîti hep mütevâlî leyâl-i dûrâ-dûr…[216 - Mütevâlî leyal-i dûra-dûr: Birbirini takibeden davâmlı geceler.]
Sabâh yok onun âfâk-ı târ-ı ömrü için![217 - Âfâk-ı târ-ı ömr: Ömrün karanlık ufukları.]
Yüzünde hande-i ümmîdi andırır bir nûr[218 - Hande-i ümmid: Ümit gülümsemesi.]
Görülmüyor! O mükedder, elîm çehre bütün
Kesîf bir bulut altında perde-pûş-i melâl…[219 - Perde-puş-i melal: Usanç ile baştan başa örtülü.]
Geçen zamanı karanlık, karanlık istikbâl!
Nasıl hakîkat-i yeldâ? Hayatı git ona sor:[220 - Hakîkat-i yeldâ: Uzun bir geceye benzeyen hakîkat.]
Bulur nazarları dünyâyı perde perde zalâm!
Belâyı görmüyor ammâ bütün belâ görüyor,
Bu kâinat-ı sefâlette eyledikçe devâm.
Arar bulunduğu yeldâ-yı bî-tenâhîde[221 - Yeldâ-yı bî-tenâhî: Sonsuz, uzun gece.]
Zavallı, bir çıkacak yol sabâh-ı ümmîde!
Görür şedâid-i eyyâma karşı dûşunda,[222 - Şedâid-i eyyâm: Günlerin şiddeti.]
Siper vazifesini lîme lîme bir abacık.
Fakat o sütre-i bîtâbı her hurûşunda,[223 - Sütre-i bîtâb: Mukavemetsiz sütresi, örtüsü.]
Açar da dest-i inâdıyle rûzigâr; artık,
Körün sakındığı üryan vücûdu meydâna
Çıkar, göğüs gerer emvâc-ı berf ü bârâna![224 - Emvâc-ı berf ü bârân: Kar ve yağmur dalgaları.]
Geçende çarşı içinden çıkınca baktım ki:
Çamurlu taşlara yaslanmış inliyor sâil.[225 - Sâil; Dilenci,]
Hasırdı şiltesi, altında hem de pek eski,
Şadırvan olmasa üstünde yoktu bir hâil:[226 - Hâil: Engel.]
Duyulmuyordu uzaktan neyin de şimdi sesi,
Yakından ancak işittim o vâpesin nefesi![227 - Vâpesîn nefes: Son nefes.]
O kendi kendine üfler mi yoksa inler mi?
Ne dinleyen, ne duyan var… Bakıp geçer herkes.
Mezardan akseden âvâzı kimse dinler mi?
Zavallı, ölmeye bak, nâle-i tezallümü kes[228 - Nâle-i tezallûm: Tezallûm, şikâyet iniltisi.]
Fakat durun… Yine keşkülde bir tanîn-i medîd
Duyuldu… Âh ne nâzendedir sürûd-i ümîd[229 - Nâzende: Nazlı, hoş. Sürûd-i ümid: Ümit sevinci.]
Şadırvanın, körü altında saklayan, saçağı
Delinmemiş mi? Buluttan coşup gelen yağmur,
O sakbeden uzanıp bir sicim gibi aşağı,[230 - Sakbe: Delik.]
Zavallı keşkülü baktım yavaşça kamçılıyor,
Duyunca kör, bunu bir cûş-i merhamet sandı,[231 - Cûş-i merhamet: Merhamet coşkunluğu.]
Uzandı keşküle, heyhât, işte aldandı:
Morarmış elleri boş çıktı, sâde ıslandı!

Acem Şâhı[232 - Bu manzumeyi Mithat Cemal ile beraber yazmıştık. Bu birinci parça onun, aşağıda gelecek ikinci parça benimdir.]

“Be-merdî ki mülk-i serâser zemîn
Niyerzed ki hûnî çeked ber zemîn.”[233 - Bütün dünya mülkü, bir damla kanın yere dökülmesine değmez.]
    Sadi
Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye;
Eyvân-ı zer-cidârına as ziynetin diye ![234 - Ey alnı kanlı müstebit; zulmünü temsil eden ağır gürzünü süs olsun diye altın yaldızlı duvarına as!]
Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını,
Canlarla yak meşâil-i mâtem-penâhını![235 - Çadırının kurulduğu yeri al kanlı kefenlerle donat! Matem sığınağı olan meşalelerini can yakmakla parlat!]
Makberlerin hufeyre-i muzlim-dehanları,
Dendân-ı gayz u kahra şebîh üstühanları
Yâd eylesin mezâlimini tâ ebed senin,
Ey cephesi, kitâbesi bin kanlı medfenin![236 - Ey alnının kara yazısı, binlerce kabrin kitabesi olan zalim; mezar çukurlarının karanlık ağızları, kin ve kahır dişlerine benzeyen kemikleri, ebede kadar senin zulümlerini hatırlasın ve hatırlatsın.]
Ey bir hayâle tuhfe kılan bin hakîkati,
Ey âhenîn eliyle kazıp kabr-i milleti,
Nûr-i hayât ufuklarını herc ü merc eden,
Leylin şedîd zulmetini rûha mezc eden!
Envâr-ı mihr-i fikri sen ey hâksâr eden,
Meyyitlerin izâmı gibi târumâr eden!
Ey hâdimi serâçe-i mâtem-feşanların!
Rahş-ı akûr-i zulmüne pâmâl olanların
Gül-gonce-i mezârı mıdır tâc-ı devletin?[237 - Ey binlerce hakîkati bir hayale feda eden; ey demir pençeleriyle milletin mezarını kazıp hayat nurunun ufuklarını karmakarışık bir hâle getiren ve gecelerin şiddetli karanlıklarını ruha karıştıran, ey fikir nurlarını topraklara bulayıp ölü kemikleri gibi dağıtan; ey mâtemli âile yuvalarını yıkan! Başındaki devlet tacı, kudurmuş bir at gibi olan zulmünün ayakları altında çiğnenmiş olanların mezarlarında açmış bir gül goncası mıdır?]
Tutmuşsa da avâlim-i efkârı şöhretin,
Zannetme ki hükûmetinin efseriyledir…
Sa’dî'lerin mezâr-ı çemen-ber-seriyledir.[238 - Fikir âlemlerini şöhretin tutmakla beraber o iştiharı hükümetinin taç ve tahtı sayesinde hâsıl olmuş sanma. O şöhret, Sadi gibi İran büyüklerinin, üstünde çimenler bitmiş, mezarları sayesindedir.]
Sa’dî'lerin mezârı, evet, bir avuç türâb…
Tahtınsa bir cihan ki senin âsüman-meâb!
Lâkin o kabre bence fedâ taht ü efserin…[239 - Evet, Sadi ve emsalinin kabirleri bir avuç topraktan ibaret kalmış, senin tahtın ise senin düşünüşüne göre göklerin bile sığınacağı bir cihandır. Lâkin bence o mübarek mezara senin tahtın ve tacın fedadır.]
Makber-güzîn olup da sükût eyleyenlerin
Feryâd-ı vâpesînine değmez bu velvelen…[240 - Kabre çekilmek suretiyle şikâyeti kesilmiş olanların son feryadına senin gürültülü, patırtılı saltanatın değmez.]
Mudhik gelir nigâh-ı temâşâma hâilen![241 - Korkunç hükümdarlığın benim temaşa nazarıma karşı güldürücü görünür.]
Bin mülkü, milleti yok eden pençe-i felek,
Bir şahsı şüphesiz ebedî kılmamak gerek.[242 - Feleğin binlerce devlet ve milleti yok etmiş olan pençesi hiçbir şahsı ebedî bırakmaz.]
Mâzî ki işte makbereler mâverâsıdır,
Milletlerin haziyre-i zâir-cüdâsıdır,[243 - Mazi denilen şey, mezarların öte tarafı ve milletlerin ziyaretçisiz kalmış bir türbesidir.]
Atfeylesen nigâhını ka'r-ı zalâmına:
Milletlere gözün ilişir na'ş nâmına![244 - O mezarların karanlık diplerine bakacak olsan orada çürümüş cesetler yerine milletler görünür.]
Dârâ’ların o nâsiye-i târumârını,
Ecdâdının izâmını, çökmüş mezârını
Pîş-i nigâh-ı ibretine al da bir düşün…
Çoktur bu rütbe dağdağa bir kabza hâk için![245 - Dârâ'ların dökülmüş alın saçlarına, ecdâdının çökmüş mezarlarına ibret gözüyle bak da düşün ki bir avuç toprak için bu kadar istibdat çoktur.]
İklîmler alan o muazzam Napolyon'un
Bir hufredir kazandığı şey. İşte bak onun
En son serîri makbere-i mâtemîsidir,
Akreplerin nedîmi, yılanlar enîsidir![246 - İklimler almış olan büyük Napolyon'un kazandığı şey; bir çukurdur, onun en son tahtı mâtemli kabridir ki, orada nedimleri akrepler, enisleri yılanlardır.]
Yer kalmamış sarây-ı muallâna bak utan:
Mâtem-sarâylarla dolu sâha-i vatan![247 - Vatanın sahası, bütün mâtemhanelerle dolmuş, orada senin yüksek sarayına yer kalmamıştır.]
Emr-i cihân-mutâı bu dünyâyı râm eden
Eslâfının -bugün düşünürsek- değil iken
Toprak olan dehenleri feryâda muktedir,
Hâlâ senin bu velvele-i nahvetin nedir?[248 - Senden evvelkilerin emîrleri, dünyayı itaate mecbur etmişken bugün toprak dolan ağızları feryada bile muktedir değil. O halde sendeki bu azamet ve gurur velvelesi nedendir?]
«Riyâset be-dest-i kesânî hatâst
Ki ez-destişan desthâ ber-Hudâst. [249 - Halkın, zalimliğinden dolayı Allah’a sığındığı kimselerin devletin başında kalması doğru değildir.]
    Sadi
Bu müthiş velvelen İran'ı dâim inletir sanma.
«Muzaffersin!» diyen sesler bütün hâindir, aldanma.[250 - Ey Şah; bu dehşetli patırdın İran'ı daima inletecek sanma. Sana «muzaffersin!» diyen seslere aldanma ki onlar hulûskâr birer haindir.]
Zafer-yâb olduğun kimdir? Düşün bir kerre, millet mi?
Adâlet isteyen bir kavmi vurmak gâlibiyyet mi ?[251 - Galebe ettiklerinin kim olduğunu düşün. Onlar milletin efradı değil mi? Adâlet istiyen bir kavmi vurmak ve ezmek sence gâlibiyet mi sayılıyor?]
Nasîbin yok mudur bir parça olsun âdemiyyetten?
Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryâda milletten?[252 - İnsanlıktan bir parça olsun nasîbin yok mu ki, milletten yükselen feryatlara aldırmıyorsun?]
Emîn ol bunca mazlûmun yüreklerden kopan âhı,
Tependen indirir elbette birgün lâ’netu’llâhı![253 - Emin ol ki, bunca mazlumun yüreklerinden kopup fışkıran ahlar, bir gün Allah’ın lanetini tepene indirecektir.]
Sığınmış olduğun şevket-sarây-ı zulmü pek muhkem
Hayal etmektesin… Lâkin ne bârûlar, ne müstahkem
Penâh-ı bî-amanlar, heybet-i Kahhar-ı Mutlak’la,
Kökünden devrilip bir anda yeksân oldu toprakla![254 - İçinde bulunduğun zulüm sarayını pek sağlam sanıyorsun, lâkin Kahhar-ı Mutlak’ın heybetiyle ne kadar müstahkem ve burc ü bârûlu sığınaklar, temelinden devrilmiş ve toprakla bir olmuştur.]
O, bir çok memleket vîran edip yaptırdığın eyvan
Harâb olmaz mı? Kabristâna dönmüşken bütün İran?[255 - Bütün İran bir mezarlığa dönmüşken, senin birçok memleket yıkıp da yaptırdığın saray harap olmayacak mı?]
Evet, İran'ı kabristâna döndürdün, helâk ettin;
Kefen yaptın girîbân-ı ümîdi çâk çâk ettin![256 - Evet, İran'ı öldürdün ve bir kabristana döndürdün, milletin ümit yakasını yırttın, kefen hâline getirdin.]
«Bütün dünya için bir damla kan çoktur» diyorlar, sen,
Şu mâsum ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden![257 - «Bütün dünya için bir damla kan dökülmesi çoktur.» denilmişken sen şu mâsum ümmetin kanlarından seller akıttın.]
Yüzünden perde-i temkîni artık kaldırıp attın:
Ne mâhiyyet, nasıl fıtrattasın, dünyâya anlattın![258 - Temkin ve ihtiyat perdesini yüzünden attın; nasıl bir yaratılışın olduğunu dünyaya anlattın.]
Livâ’ül-hamd-i hürriyyet iken İslâm için gâyet,
Nedir pâmâl-i istibdâdın olmak öyle bir râyet?[259 - İslâm’ın ümidi, gayesi, hürriyet liva’ül-hamdi iken öyle bir mukaddes sancak, istibdadının ayakları altında kaldı.]
Kazak celbeyleyip tâ Rusya'dan, sâdâtı çiğnettin;
Yezîdin rûhu şâdolsun… Emînim çünkü şâdettin![260 - Ta Rusya'dan Kazak'lar getirip seyitleri çiğnettin ve Yezid'in ruhunu şadettin.]
Şehâmet gösterip binlerce beytullâhı bastırdın;
Şecâat arz edip birçok ricâlullâhı astırdın![261 - Beytullâh olan birçok camiyi şehametinle bastırdın, şecaatinle de birçok ricâlullahı (Tanrı erlerini) astırdın.]
Ne Allah'tan hayâ ettin, ne Peygamber'den âr ettin:
Devirdin kâ'be-i ulyâ-yı dîni, hâk-sâr ettin![262 - Ne Allah'tan korktun, ne Peygamberden utandın. Dinin yüksek kâ'besini devirdin ve toprakla bir ettin.]
Hamâset-perverân-ı kavmi tuttun bir bir öldürdün,
Umûmen Şark’ı ağlattın, umûmen Garb’ı güldürdün…[263 - Milletin hamaset sahibi olanlarını tutturup öldürttün ve şu hareketinle bütün Şark'ı ağlattın, bütün Garb'ı güldürdün.]
Hayır, hiçbir gülen yok, sızlıyor Garb’ın da vicdânı,
Görüp ecsâd-ı mazlûmîne meşher hâk-i İran'ı![264 - Hayır, hayır… Zalimane icraatına karşı gülen yok. İran toprağının mazlum sergisi olduğunu gören Garb'ın da vicdânı sızlıyor.]
O Sa'dîler, o Hâfızlar, o Firdevsî, o Râzî'ler,
Gazâlî'ler, o Kutbüddîn, o Sa'düddîn, o Kâdîler
Yetiştirmiş; o Örfî'nin, o birçok şems-i irfânın
Ziyâsından tenevvür eylemiş; iklimi dünyanın,
Bugün makhûr-i nâdânîsidir bir fırka haydûdun ![265 - Sâdi, Hâfız, Firdevsî, Râzî, Gazalî, Kütbüddin, Sa'düddin, Kadı Beyzavî gibi zevatı yetiştirmiş; Örfî’nin ve daha birçok irfân güneşinin ziyasından aydınlanmış olan İran, bugün bir haydut fırkasının cehliyle mağdur ve makhur bir hâlde… Allah’ın bundaki gizli esrarı nedir bilmiyorum.]
Nedir pinhan olan esrârı bilmem, bunda Ma'bûd'un.
Hayır, Ma'bûd'a ircâında yoktur bunların mânâ:
Yataklık eylemez cânîye -hâşâ- bir zaman Mevlâ.[266 - Hayır bunları Mabud’a isnad etmekte de mâna yoktur. Hâşâ, Cenabı Hak bir caniye yataklık etmez.]
Şehâmet-perverâ, Şâhâ! Zaman, bî-dâdı kaldırmaz;
Hatâ etmektesin şâyed diyorsan «Kimse aldırmaz.»[267 - Ey şehametli Iran Şahı; öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, zulme kimsenin tahammülü yoktur. «Ben yapacağımı yapayım, kimse aldırmaz!» diyorsan aldanıyorsun.]
Bu istibdâda artık bir nihayet ver ki: istikbâl
Karanlık derler amma işte pek meydanda: İzmihlâl[268 - Artık bu istibdâda nihâyet ver ki istikbal karanlık derler ama bunun gizli kapaklı yeri yok. Harekâtının sonu izmihlâl olacaktır.]

İstibdâd
Kardeşim Midhat Cemâl’e
Yıkıldın, gittin ammâ ey mülevves devr-i istibdâd,
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!
Diyor ecdâdımız makberlerinden: «Ey sefîl ahfâd,
Niçin binlerce mâ’sûm öldürürken her gelen cellâd,
Hurûş etmezdi, mezbûhâne olsun, kimseden feryad?[269 - Mezbûhane: Son, fakat ümitsiz bir gayretle.]
Otuz milyon ahâlî üç şakînin böyle mahkûmu
Olup çeksin hükûmet nâmına bir bâr-ı meş'ûmu[270 - Bâr-ı meş'um: Uğursuz yük.]
Utanmaz mıydınız bir saysalar zâlimle mazlûmu?
Siz, ey insanlık isti'dâdının dünyâda mahrûmu,
Semâlardan da yüksek tuttunuz bir zıll-i mevhûmu!»[271 - Zıll-i mevhum: Mevhum gölge.]
O birkaç hayme halkından cihangîrâne bir devlet[272 - Hayme: Çadır.]
Çıkarmış, bir zaman dünyâyı lerzân eylemiş millet;[273 - Lerzan: Titriyerek.]
Zaman gelsin de görsün böyle dünyâlar kadar zillet
Otuz üç yıl devam etsin, başından gitmesin nekbet…[274 - Nekbet: Felâket.]
Bu bir ibrettir ammâ olmayaydık böyle biz ibret!
Semâ-peymâ iken râyâtımız tuttun zelîl ettin;[275 - Semâ-peymâ: Göklerde yüzen, Râyât: Bayraklar.]
Mefâhir bekleyen âbâdan evlâdı hacîl ettin;[276 - Âba: Babalar, atalar.]
Ne âlî kavm idik; hayfâ ki sen geldin sefîl ettin;
Bütün ümmîd-i istikbâli artık müstahîl ettin;[277 - Müstahîl: Mümkün ve kabil olmayan, imkânsız.]
Rezîl olduk… Sen ey kâbûs-ı hûnî, sen rezîl ettin![278 - Kâbus-ı hûnî: Kanlı kâbus.]
Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,[279 - Gamz eden: Belirten.]
«Bu bir cânî» dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse,
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye'se…
Ne mel'unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs’e!
Değil kâbusun artık, devr-i devlet, intibâhındır.[280 - İntibâh: Uyanıklık.]
Gel ey nâzende hürriyyet ki canlar ferş-i râhındır.[281 - Ferş-i râh: Yol yaygısı.]
Emindir mevkiin: En pâk vicdanlar penâhındır.
Serâpâ mülk-i Osmânî müeyyed taht-gâhındır.[282 - Müeyyed: Destekli.]
Serîr-ârâ-yı ikbâl ol ki: Bir millet sipâhındır.[283 - Serir-ârâ-yı ikbâl: İkbal tahtına yerleşen.]
– Bir gün evvel —
Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz;
Erir erir akarız semtimizde geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ammâ latîf olur derler…
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek, şu arsada ot bitse nev-bahâr olacak…
Ne var gidip Yakacık'larda dem-güzâr olacak?
Füsûlü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;[284 - Füsûl: Fasıllar, mevsimler.]
Kurak, çamur, iki mevsim tanır ayaklarımız!
Müneccimin, bereket versin, eski takvîmi
Haber verir bize, mevsim şehirde gelmiş mi?
Sıcak, ziyâde sıcak bir geceydi; baktım ki:
Oturmak evde ölümden beter, dedim: belki,
Çıkar dışarda gezersem biraz nefeslenirim;
Epey de yorgunum ammâ gelince dinlenirim.
Bizim müsamere meydanı yayla tümseğidir;
Uzak çekerse de poyraz tutar, yazın iyidir.
Giyip ayağmı çıkarken sopam yetişti hele…
Emîn olup gidemem, çünkü, vermesek el ele.
Odur cihanda benim, varsa yoksa, mûtemedim;
Vakûr, hâtırı mer'î, vefâlı, çok denedim.
Bizim sokakları tahmîn için deyin ki: Kuyu!
Doğar şehirde güneş, yükselir minare boyu,
İdâre kandili karşımda göz kırpar hâlâ;
Gurûb ikindiyi bulmaz, leyâl hep yeldâ![285 - Leyal: Geceler; Yelda: Uzun.]
Nasılsa bedrin o akşam nigâh-ı sîmîni,[286 - Nigâh-ı sîmîn: Gümüş gibi bakış.]
Tarassut etmek için sanki evlerin içini;[287 - Tarassut etmek: Gözetlemek.]
Dikildi safha-i mînâda semt-i re'simize.[288 - Safha-i mînâ: Mavi safha; semt-i re's: Gökte tam tepe.]
Tavansız evlere, yâ Rab, ne hoş bir âvîze!
Dur ey sirâc-ı ezel, gitme olduğun yerden:[289 - Sirac-ı ezel: Ezelî kandil, çerağ.]
Biraz şu sahne-i deycûru okşasın şu'len.[290 - Sahne-i deycur: Karanlık sahne.]
Şu'â-i muhriki altında, gündüzün, şemsin
Yanan alınlar için bir hayât olur lemsin…[291 - Lems: Temas, değme.]
Açıktı pencereler; sağlı sollu her evden
Gelirdi türlü sadâlar, acıklı, ba'zen şen.
—Bak anne, aydede bak bak!
– Aman da maşallah
Değirmi tabla kadar var…
– Susundu Ayşe, günah.
—İlâhi teyze tuhafsın, neden günâh olacak?
—Günâh dedim ya, bırak şimdi…
– Haydi sen de bunak!
—Bunak, munak deme billâhi çarparım elimi…
Aşifteler sizi… Âhir zaman tevekkeli mi!
Evin birinde nevâ-sâz bir güzel ûdî;[292 - Nevâ-sâz: Ses veren.]
Birinde cezbe-fezâ bir sadâ-yı dâvûdî,[293 - Cezbe-fezâ: Cezbe verici.]
Tilâvet etmede Kur'an; gelip geçenlerse
Ayakta irkiliyor incizâb edip o sese.
Duyulmasın mı biraz sonra başka bir acı ses?
Aceb ne var? diyerek koştu önceden herkes;
Fakat gidenlere baktım ki kaldırıp tabanı,
Bucak bucak kaçıyor; kaç bilir misin amanı!
Kısıldı karşıki evlerde mumların hepsi,
Kısıldı sanki bütün bir mahallenin nefesi!
Kesildi nağme-i Kur'an, kesildi nağme-i sâz;
Zaman zaman duyulan sâde bir rakîk âvâz.
Niçin kaçıştı ahâli, ne var ki yâ Rabbi?
Yavaş yavaş sokulur, anlarım nedir sebebi.
Ne manzaraydı, İlâhî, o gördüğüm sahne!
Beş on herif yapışıp bir fakîrin ellerine,
Sürüklüyor; öteden bir kadın diyor:
– Bırakın!
Kocam ne yaptı? Nedir cürmü bî-günâh adamın?
Zavallının büyük evlâdı öldü askerde;
İkinci oğlu da sürgün Yemen'de bir yerde.
Acıklı, göğsü sakat koyverin, didiklemeyin;
Günahtır etmeyin, oğlum, ayıptır eylemeyin.
Efendi kim, ne bilsin? Bilirse hem ne çıkar?
Kilercisiyle uzaktan biraz hısımlığı var.
Geçende komşuyu görmüş, demiş: Selâm söyle.
Demek alınmayacak Tanrı’nın selâmı bile!
Köpek sürür gibi insan sürüklenir mi ayol?
– Kadın, çekil döverim ha! Sokulma, haydi defol!
– Herif bırak, diyorum… Durdu işte bak nefesi.
– Ne dırlanıp duruyor? Susturun canım şu pisi!
Demez miyim size ben her zaman ki «dağdağasız»
Yapın? Eşek gibi siz hiç lâf anlamaz mısınız?
– Kadın, paşam, ne yaparsın?
Paşam mı? Nerde paşa?
Şu korkuluk gibi dimdik duran herif mi? Paşa!
Tasavvur et: İki arşın kazık kadar bir boy!
Getir de üstüne kalpaklı bir kemik kafa koy.
Ocak süpürgesi seklinde bir sakal yaparak,
«Senin bu işte yüzün, al!» deyip o yüzsüze tak.
Ocak süpürgesi, lâkin süpürmüyor, yıkıyor;
Nedense bittiği yerden cenâzeler çıkıyor!
Budak delikleri tarzında aç da çifte oyuk,
Büyükçe bakla kadar alnının az altına sok.
Bilir misin çalı altında gizli inler olur:
Yılan sabah çıkar, akşam usulcacık sokulur.
Bıyık o kırda yetişmiş diken yemişli çalı;
Ağız da in gibi asla görünmüyor, kapalı.
Bu şekl-i mûhişi mümkünse bir düşün şöyle,[294 - Şekl-i mûhiş: Korkutan, dehşet veren şekil.]
Paşam dedikleri u'cûbe işte aynıyle!
Belinde seyf-i «sadâkat», elinde bir kamçı,
Ferik nişanları altında gördüğüm umacı,
Ziyâ-yı bedr-i münîrin içinde, yâ Rabbi,
Dururdu sîne-i îmâna girmiş ukde gibi!
Semâ, zemîn bütün envâr iken o pis gölge,
Cebîn-i pâkine leylin ne pâyidâr leke!
—Kuzum, nasıl paşasın, görmüyor musun? Kocamı
Sürükleyip duruyorlar…
– Defol kadın, adamı
Vurunca öldürürüm ha! Benim şakam yoktur.
– Çekil hanım, paşa lâf dinlemez! Vurur mu vurur.
Bilir misin onu! Şevket-meâb Efendim’izin
Birinci bendesidir…
– Hay yetişmesin pampin!
—«Sürün!» demiş, ona Şevketli'nin irâdesi var.
—Sürüm sürüm sürünün tez zamanda alçaklar!
Ya sen, zebâni kıyâfetli, gulyabâni paşa!
İlâhi yumru başın bir geleydi sivri taşa!
Yılan bakışlı şebek, bir bakın şunun gözüne!
Kazık boyundan utan …Tû! herif, senin yüzüne!
Sakın mahallede erkek bırakmayın, götürün.
Sayıyla vermediler, öyle, posta posta sürün!
Bakın şu hayduda, durmuş yıkın diyor evimi!
Torunlarım ya herif, aç kalıp dilensin mi?
Mahallemizde de çıt yok, ne oldu komşulara?
Susup da kurtulacak sanki hepsi aklısıra.
Ayol, yarın da sizin hânümânınız sönecek…
Ne var sıçan gibi evlerde şimdiden sinecek?
Yazık sizin gibi erkeklerin kıyâfetine…
—Yetişti yaygaran artık… Çekil kadın evine!
Atın şu kaltağı gitsin, tıkın hemen içeri.
—Paşam, bayıldı kadın.
—Anlamam o hileleri.
Demek ki bekleyelim gelsin âlemin keyfi…
Saat üç oldu, geciktik, omuzlayın herifi.
Refîk-i ömrü giderken cenâze hâlinde,[295 - Refik-i ömrü: Hayat arkadaşı, kocası.]
Serildi, kaldı kadın âşiyân-i lâlinde,[296 - Âşiyan-i lâl: Sessiz yuva.]
Benim de bitti nihâyet tahammülüm, tâbım;
Boşandı seyl-i dümûum, boşandı a'sâbım.[297 - Seyl-i dümu': Gözyaşı seli.]
Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak!
Diyordu sanki o bîçâre karşıdan:
– Alçak,
Demin gerekti hamiyyet! Hem ağlamak ne demek ?
Figân ederse kadın, susturur koşup erkek.
Eve döndüm, bütün o fâcialar
Geldi karşımda durdu subha kadar.[298 - Subh: Sabah.]
Döndü dîdemde bin hayâl-i elîm!
Öttü beynimde bin figân-ı yetîm.
Ağlasın inlesin de bir mazlûm,
Olayım seyre sâde ben mahkûm!
Yalınız ben miyim fakat câni?
Kim çıkıp «Yapmayın!» demişti, hani?
Sustu herkes duyunca feryâdı,
Kimsecikler yerinden oynamadı.
Sesi hattâ kısıldı Kur'ân'ın,
Sustu gûyâ sadâsı Mevlâ'nın!
Sus! O susmaz: nidâ-yı tehdîdi,
Dinle bak nerden in'ikâs etti:
Arnavutluk'ta gürleyen toplar
Geliyor işte pâyitahta kadar![299 - Hürriyetin ilânını bildiren top sesleri.]

Hürriyet
– İki gün sonra —
Beyaz entarisiyle kar gibi kız,
Sanki cennetten inme zâde-i hûr;[300 - Zade-i hûr: Huri yavrusu.]
Ya seher-pâredir ki perrandır[301 - Seher-pâre: Seher parçası. Perran: Uçan.]
Dûş-i nâzında bir sehâbe-i nûr.[302 - Dûş-i nâz: Nazlı sırt. Sehâbe-i nûr: Nur bulutu.]
Kuşanıp bir nitâk-ı hürriyet[303 - Hâk-dân: Yeryüzü.]
Geziyor hâk-dânı dûrâ-dûr![304 - Dûra-dûr: Uzun uzadıya.]
Hâle-dâr eyleyince bedri şafak[305 - Hâle-dâr : Hâle içine alınmış.]
Bu kadar dil-nişîn olur ancak.
Ya şu oğlan, şu tostopaç afacan
Ki fezâlar gelir sürûruna dar;
Taşıyor sanki sığmıyor kabına…
Kendisinden büyük de bayrağı var!
Geçti mâzî denen o devr-i melâl,
Haydi feth et: Senindir istikbâl.
Koşuyor el ele vermiş iki kardeş; birinin
Yaşı beş yoksa da, var altı kadar diğerinin.
Bakıyor arkalarından dayanıp değneğine,
Hayli düşkün bir adam:
—Kız o ne ? Düştün mü yine!
Sana bin kerre dedim koşma, yavaş git, yaramaz!
Haydi kalk ağlama… Söz dinlesen olmaz mı biraz?
Silkiver üstünü, Ahmet, bakıver ağlamasın.
—Ağlamam ağababa…
– Artık yetişir, oynamayın.
Söktü baktım ki hemen bir alay etfâl öteden,[306 - Etfal: Çocuklar.]
O nasıl mevkib-i şâdî, o ne âlem, görsen![307 - Mevkib-i şâdi: Sevinç alayı.]
Her çocuk bir kocaman bayrak edinmiş, geliyor;
«Yaşasın!» sesleri eflâke kadar yükseliyor.
Görerek yapma değil hem, ne tabîî etvâr!
Şu yumurcaklara bak: Sanki ezelden ahrâr![308 - Ahrâr: «Hür» ün çoğulu, serbest adamlar.]
—Bağırın haydi çocuklar…
– Yaşasın hürriyyet!
Derken alkış geliyor; sonra da nevbet nevbet,
Ya Vatan Şarkısı, yahut ona benzer bir şey
Okunup, her köşe çın çın ötüyor… Hey gidi hey!
Bir mezarlık gibi dalgın yatıyorken, daha dün
Şu sokaklarda bu gün dalgalanan rûhu görün!
– Biz de gitsek azıcık, ağbaba, olmaz mı?
– Gidin.
Çok koşup terlemeyin ha! Amanın dikkat edin.
İki kardeş dalarak lücce-i etfâle hemen,[309 - Lücce-i etfal: Çocuk dalgası.]
İki dürdâne-i ismet gibi yüzmekte iken;[310 - Dür-dâne-i ismet: İsmet incisi.]
Bakarak arkalarından bu güzel yavruların,
Döndü birdenbire sîmâsı, duran ihtiyarın.
Ne için ağladı? Bilmem. Şunu duydum yalınız:
– Âh bir kerre gelip görse Yemen'den babanız!..

Kocakarı ile Ömer
Üstâd-ı necîbim Ali Ekrem Bey'e
Yok ya Abbâs'ı bilmeyen, kimdi?..
O sahâbîyi dinleyin şimdi:
Bir karanlık geceydi pek de ayaz…
İbni Hattâb'ı görmek üzre biraz,
Çıktım evden ki yollar ıpıssız.
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ilerden yavaşça oldu iyân,
Zulmetin sînesinde ukde gibi,[311 - Ukde: Düğüm]
Ansızın bir müheykel a'râbî!
Bembeyaz bir ridâ içinde garîb,
Geliyor muttasıl mehîb mehîb
Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık;
Durmadan karşıdan selâmlaştık.
Düşünürken selâm alan sesini,
O heyûlâ uzandı tuttu beni:
Bir de baktım, Ömer değil mi imiş!
– Yâ Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş?
– Şu mahallâtı devre çıkmıştım…
Gel beraber, benimle, üç beş adım.
***
Ne sadâ var, ne bir yürür bîdâr;
Uhrevî bir sükûn içinde civâr.
Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak…[312 - Sıyânet-i Hak: Hakkın sıyaneti, Allah’ın koruması.]
Şu yatan beldenin huzûruna bak!
O semâlar kadar yücelmiş alın,
Çakarak sînesinden âfâkın,
Bir zaman sönmeyen nigâhıyle,
Necm-i sâhirde sanki bir hâle![313 - Necm-i sâhir: Uyumayan yıldız.]
Duruyor her evin önünde Ömer,
Dinliyor, bî-haber içerdekiler.
Geçmedik en harâb bir yapıyı,
Yokladık sağlı sollu her kapıyı.
Geldik artık Medîne hâricine;
Bir çadır gördü, durdu kaldı yine.
***
Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.
«Açız! açız!» diye feryâd eden çocuklarının,
Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;
Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini:
– Durundu yavrularım, işte şimdicek pişecek…
Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!
Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri…
Selâmı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri.
Selâmı aldı kadın pek beşûş bir yüzle.[314 - Beşûş: Gülümser yüzlü.]
– Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?
– Bugün ikinci gün, aç kaldılar…
– O hâlde, neden
Biraz yemek komuyorsun?
—Yemek mi? Çömleği sen,
Tirid mi zannediyorsun? İçinde sâde su var;
Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!
Ne çâre! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.
– Peki! Senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın…
Tek erkeğin de mi yok?
– Hepsi öldü… Kimsem yok.
– Senin midir bu küçükler?
– Torunlarım.
—Ne de çok!
Adam, Emîre gidip söylemez mi hâlini?
– Ah!
Emîr’e, öyle mi ? Kahretsin an-karîb Allah![315 - An-karib: Yakında.]
Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun…[316 - Râyet-i ikbali ser-nigûn olsun: İkbal bayrağı yerlerde sürünsün.]
Ömer, belâsını dünyada isterim bulsun!
– Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle inkisâr edecek?
– Ya ben yetîm avuturken, Emîr uyur mu gerek?
Raiyyetiz, ona bizler vedîatu’llâhız;[317 - Raiyyetiz : Tebaayız. Vedîa-tullah: Allah’ın emaneti.]
Gelip de bir aramak yok mu?
– Haklısın, yalnız,
Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez;
Gidip de söylememişsen ne hâldesin bilemez.
– Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl?
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl?
Zavallının işi çokmuş!.. Nedir, muhârebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medîne halkını üryan bırak, Mısır'da dolaş…
«Gazâ! Gazâ!» diye git soy cihânı, gel paylaş!
Çocukların bu sefer yükselince feryâdı,
Kadın, tehevvürü artık cünûna vardırdı:[318 - Tehevvür: Son derece hiddet, deliren öfke.]
– Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine;
Ömer! Savâik-i tel'în olur, iner tepene![319 - Savaik: Saikanın çoğulu, yıldırımlar.]
Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme:
O sayha ra'd-ı kazâdır ki gönderir ademe![320 - Ra'd-i kaza: Kazanın gök gürlemesi, ilâhî hikmetin gök gürültüsü gibi tahakkuk etmesi.]
– Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver…
– Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!
Gidip de söyleyeyim hâ?.. Dilencilik yapamam!
Ömer de kim? Benim ondan kerîm adamdı babam,
Ölür de yüz suyu dökmem sizin halîfenize!…
Ömer vuruldu bu son sözle…
– Haklısın, teyze!
Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim.
***
Halîfe önde, bitik, suçlu, münfail, nâdim;
Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık.
Sabâha karşı biraz başlamıştı aydınlık.
Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor?
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor?
Medîne'nin dalarak münhanî sokaklarına;[321 - Münhani: İğri]
Dönüp dönüp hele geldik zahîre ambarına.
Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle.
Arandı her yeri, bir mum yakıp alel'acele.
– Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.
Çuval Halîfe'de, yağ bende, çıktık ambardan;
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.
Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı;
Dedim ki:
– Ben götüreydim… Verir misin çuvalı?
– Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebâli kendine âiddir İbni Hattâb'ın.
Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?
Yarın, huzûr-i İlâhî’de, kimseler, Ömer'in
Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;[322 - Şerik-i haybet: Ziyan ortağı.]
Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle.
Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu!
Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes'ul!
Yetîmi, girye-i hüsran alır, Ömer mes'ul ![323 - Girye-i hüsran: Hüsran gözyaşları.]
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdâp olur boğar Ömer'i!
Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
Ömer koğulmada her mâtemin civarından!
Ömer halîfe iken başka kim çıkar mes'ul?
Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl![324 - Zalûm ü cehul: Fazla zalim ve fazla cahil.]
Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den…
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?
– Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi,
İdâre eyleyecek düştüğün bu ma'rekeyi ?
Evet, adâleti «mutlak» hayal edersen eğer,
Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder!
Beşer, adaleti «mutlak» tahayyül eylerse,
Görür ümîdini mahkûm her zaman ye'se.
Sen ey Ömer, ne meleksin, ne bir emîr-i zalûm.
Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlûm!
Görür bürûc-i semânın bütün sitâreleri,[325 - Görür büruc-i semanın bütün sitâreleri: Gökyüzündeki burçların bütün yıldızları görür.]
Zalâm içinde, yük altında inleyen Ömer'i![326 - Zalâm: Karanlık.]
Huzûr-ı Hakka çıkarken bu unlu cephenle,
Değil zemîni, getir şâhid âsümânı bile!
– Uzak mı yol? Daha çok var mı?
– Ancak üç beş adım.
Mecâli kalmamış artık zavallının… Baktım:
Olanca azmini cebr eyleyip, nefes nefese;
Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise!
Sokuldu haymeye, indirdi arkasından unu:
– Bırak da testiyi yerleştirin kenâra şunu.
Hemen çakılları çömlekten indirip attı;
Uzandı testiye, yağ koydu, sonra un kattı.
Oturmak istedi, lâkin belâya bak ki: Ocak,
Hemen sönüp gidecek…
– Teyze, yok mu hiç yakacak?
Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer'e;
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere.
Ocak tüter, Ömer üfler zefîr-i hârıyle;[327 - Zefir-i hâr: Sıcak soluk.]
Zemîni lihye-i beyzâ-yı târumârıyle[328 - Lihye-i beyzâ-yı târumâr: Dağılmış beyaz sakal.]
Sücûd tavr-ı huşûunda, muttasıl süpürür;
İçinde rûhu yanar, cephesinde ter köpürür!
Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman;[329 - Tûde tûde: Yığın yığın.]
Bulut geçer gibi necmin hıyât-ı nûrundan![330 - Hıyat-ı nur: Nur iplikleri.]
Ocak tutuştu, yemek pişti.
– Var mı teyze kabın?
Getir de indirelim…
– Var büyükçe bir kap, alın.
Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekleyecek!
Ömer çocuklara bir bir yedirdi üfliyerek!
Kesildi haymede mâtem, uyandı rûh-i sürûr;
Çocuklar oynaşıyorlar, kadın ferîh ü fahûr.
Ömer bu âlemi gördükçe gaşy içindeydi…
Dedim:
– Sabâh oluyor kalkalım…
– Evet, haydi!
Yarın Emâret'e gel, teyze, öğleyin beni bul;[331 - Emaret: Emîrlik, Devlet Reisi Dairesi.]
Emîr'e söyleriz, elbette hayr olur me'mûl.
***
Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık,
Biz de çıktık vedâ edip artık.
Hiç görünmeksizin gelip geçene,
Doğru indik Halîfe'nin evine.
“Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver”.
Diye, koyvermiyordu, çünkü, Ömer.
Etti az sonra subh-i velveledâr
Uyuyan şehri kâmilen bîdâr.
Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.
– Gâlibâ, teyze, uykusuz kaldın!
İşte bağlanmak üzredir nafakan,
Alacaksın her ay gelip buradan.
Şimdi affeyledin, değil mi beni?
– Böyle göster fakat adâletini.

Ezanlar
“İhtilâf-ı metâli' sebebiyle küre üzerinde ezansız zaman yoktur.” [332 - Güneşin doğuş vaktindeki farklılıklar sebebiyle dünya üzerinde ezansız zaman yoktur.]
Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı,
Zeminden yükselip, göklerde vahdetzâr-ı Yezdân'ı
Ararken, dehşet-âkîn etmesin bir sayha vicdânı.
Ne lâhûtî sadâ «Allahu ekber!» sarsıyor cânı…
Bu bir gülbank-i Hak'tır, çok mudur inletse ekvânı?[333 - Yüz binlerce kalbin mestane bir vecd içinde yerden semalara yükselip Allah’ın lâmekân vahdetini ararken bir sayhanın vicdanları dehşet içinde bırakmadığı bir zaman yoktur. O sayha, «Allahu ekber» diyen lâhûtî bir sadadır ki canları sarsar ve kâinatı inletir. Çünkü Cenabı Hakkın bir gül-bankidir.]
Bu lâhûtî sadâ çıktıkça cûşa-cûş olup yerden,
İner esrâr-ı kudret kibriyâ tavrıyle göklerden.
Bütün âheng-i hilkat yâd ederken Hakk'ı ezberden,
Vicâhî feyz alır artık o nûr’un-nûr-i ezherden:
Hüveydâ şimdi cânandır seherden, şâm-ı esmerden![334 - O lâhûtî sada coşup da yerden yükselince esrar-ı kudret, azamet ve kibriyasıyla göklerden iner. Bütün mahlûkat, Hakkı ezber olarak yâd ederken artık o nurların nurundan apaşikâr feyiz alır. Çünkü seherden ve karanlık geceden görünen, cânanın tecellisidir.]
Seher vaktinde mevcûdât, nûşîn hâb içindeyken,
Bu rûhânî nevâ âfâkı mevcâ-mevc edip birden;
Muhîtin kalb-i hâmûşunda başlar bir hazin şîven.
Bakarsın her taraf zulmet, fakat bir zulmet-i rûşen!
Semâ bîdâr, her yıldız cemâl’ullah'a bir revzen.[335 - Seher vaktinde bütün kâinat tatlı bir uyku içinde iken bu ruhanî nağme, ufukları dalgalandırır da etrafın sâkit kalbinde hazin bir enin peyda eder. Her taraf karanlıktır, fakat o karanlık, aydınlık bir zulmettir. Çünkü gökyüzü uyanıktır… Her yıldız da Allah’ın cemaline bir penceredir.]
Maîşet kayd-ı can-fersâsının mahkûmu, bîzârı
Bütün bîçâreler gündüz bu yâd-ı merhametkârı.
Duyar sermest olur görmüş kadar ferdâ-yı dîdârı!
O neşveyle, yorulmak şöyle dursun, en ağır bârı,
Sürükler görmeden, göstermeden yılgınlık âsârı.[336 - Ruhu yıpratan geçinme kaydına mahkûm olan biçareler, gündüzleri bu merhametli hâtırayı duyunca, âhirette didar-ı ilâhî temaşasına nail olmuş kadar mest olur. O neşvenin verdiği bir haz ile hayat yükünü taşımaktan, yorulmak şöyle dursun, yılgınlık eseri bile göstermeden en ağır yükleri sürükler ve taşır.]
Güneş mağrib-güzîn olmuş, semâ esmer, ufuk gülgûn;
Zaman durgun, zemin muğber, cihan dembeste, can
mahzûn;
Gariblik rû-nüma yer yer, sükûnet dembedem efzûn…
Bakarsın bir de gülbank-i İlâhî’den dolup gerdûn,
O tenhayî-i sevdâvî olur Allah ile meskûn![337 - Güneş, batıya çekilmiş, gökyüzü esmerleşmiş, ufuk gül rengine boyanmış, zaman durgunluk içinde, zemin bir iğbirara gömülmüş, dünya susmuş, can manevî bir hüzne tutulmuş, her yerde bir gariplik görünüyor, sessizlik de gittikçe artıyor. Cihan bu hâle müstağrak iken feza birdenbire ilâhî bir gülbank ile dolar, yani akşam ezanı okunur. O sevdâvî tenhalık Allah’ın tekbir ve tehliliyle dolar.]
İnip vaktâ ki leylin dest-i istîlâsı gabrâya,
Serer dünyâya zulmetten adem şeklinde bir sâye;
Nazar medhûş ü müstağrak giderken zîr ü bâlâya,
Döner, «Allahu ekber» cûşu yükseldikçe Mevlâ'ya,
O müzlim sîne-i hilkat tecellîzâr-ı Sînâ'ya![338 - Vakta ki zemine gecenin istilâsı iner. O istilânın eli, dünyaya yokluk şeklinde karanlık bir gölge serer. Gözler medhûş ve müstağrak bir hâlde yere ve göğe bakarken (Allahu ekber) nidası Mevlâ canibine yükselir de o karanlık gölge altındaki hilkat sahası, Sina'daki tecelli makamına döner.]
Senin, dem geçmiyor, yâdınla leb-rîz olmadan eb'âd;
Ne müthiş saltanat, yâ Rab, nasıl âsûde istibdâd!
O istibdâda hürmettir ezanlar, subhalar, evrâd…
Hayır, sen rûh-i rahmetsin, bu sesler senden ister dâd,
Verir miydin, eğer dâd etmesen, feryâda isti'dâd?[339 - Yâ Rabbi; uzaklıklar, senin hâtıranla akis vermeden bir an hâli kalmıyor: Bu ne müthiş bir saltanat, fakat ne kadar rahat bir istibdattır ki, ezanlar, teşbihler ve evrad, hepsi o istibdâda birer hürmettir. Hayır… istibdat değil, sen merhametin ruhusun, bu seslerin hepsi de senden adâlet ve inayet dilemektedir. Eğer evvelce adâlet göstermeseydin feryada kabiliyeti verir miydin?]
***
Gunûde rûh-i tabîat samîm-i zulmette…
Sitâreler bile bâlâ-yı sermediyyette,
Yavaş yavaş uyumak istiyor yumup gözünü;
Seher semâların altında, açmıyor yüzünü.
Firâş-ı leylde dinmiş bütün enîn-i hayat,
Ridâ-bedûş-i sükûnet önümde hep safahat.[340 - Tabiatın ruhu, karanlığın kalbi içinde uyuyor. Yıldızlar bile feza içinde gözünü yumup yavaş yavaş uyumak istiyor. Seher, göklerin altında henüz yüzünü açmıyor. Hayat iniltisi, gecenin yatağında dinmiş, bütün safhalar ve sahalar sükûn ve sükût ridasına bürünmüş.]
Görüp muhitimi dalgın hamûş bir vecde,
O hâli ben de temâşâya daldım âsûde.
Nigâhı, mest ediyorken bu levha-i mahmûr,
Ufukta yükselerek bir sadâ-yı dûrâ-dûr,
Yayıldı rûy-i zeminin o anda her yerine,
Sokuldu leyl-i ketûmun bütün serâirine.
Cihân-ı nâimi kaldırdı bî-karâr etti,
Zalâm içinde ne âlemler âşikâr etti!
O yükselen sesi tekrîre başlayıp eb'âd,
Duyuldu sîne-i şebden medîd bir feryâd.[341 - Muhitimin sakin bir vecde dalmış olduğunu görünce ben de o hâli temaşaya dalmıştım. Bu mahmûr levha, nazarımı mest ediyorken ufukta ve uzaktan uzağa bir ses yükseldi. O anda yeryüzünün her yerine yayıldı, sır vermeyen gecenin bütün sırları arasına sokuldu. Uyuyan âlemi uyandırdı ve kararını aldı, karanlıklar içinde birçok âlem meydana çıkardı. Uzaklıklar, o sesi tekrarladılar da gecenin göğsünden uzun bir feryat duyuldu.]
Semâya çıktı o feryâd, âh-ı ümmet olup!
Semâdan indi o feryâd, rûh-i rahmet olup!
Uzaktan andırıyorken, demin, heyûlâyı,
Semâ'hâne-i leylin birer küçük nâyı
Gibiydi şimdi hayâlimde her menâr-ı mehîb…
O taş yürekte bu sûzişli nağmeler ne garîb!
O nây-pârelerin sonra hepsi hem-dem olup,
Uyandı rûh-i sükûnette bir azîm âşûb.
Coşunca âlem-i câmidde sayha-i tehlîl,
Minâreler bana gelmişti sûr-i İsrâfîl:
Muhîte çekmiş iken dest-i şeb, ridâ-yı memât;
Uyandı karşıki evlerde lem'a lem'a hayât.
Uyandı sonra avâlim, uyandı rûh-i sabâh;
Uyandı hâb-ı ademden birer birer eşbâh;
Uyandı bende de bir şeb-çerâğ-ı zulmet-sûz,
Ki tâ ebed olacak feyz-i Hak'la sîne-firûz.
Tasavvur eylemem artık zevâl o meş'al için…
Meğer ki nûr-i İlâhî ufûl edip gitsin![342 - O feryat, ümmetin ahı olup yerden semaya çıktı, yine o feryat rahmet ruhu olup semadan yere indi. Heybetli minareler, deminden ve alaca karanlık içinde birer heyûlayı andırıyordu. Fakat şimdi hayalimde gece semâ'hanesinin birer nâyı olmuştu. O taş yüreklerden bu kadar müessir nağmeler çıkması hakîkaten garip idi. Biraz sonra o neylerin hepsi hemdem oldular da sükûnetin ruhunda büyük bir kıyamet koptu. Şu camit âlemde tehlil sadası coşunca minareler bana İsrafil'in sûru gibi geldi. Gecenin eli muhitime ölüm örtüsü çekmişken, karşımdaki evlerde hayat ziyaları uyandı. Sonra âlemler ve sabahın ruhu uyandı, daha sonra da yokluk uykusundan bedenler bidar oldu. Bende de karanlıkları yakan bir gece çerağı uyandı ki Allah’ın feyziyle ebede kadar kalbimi parlatacaktır. Allah’ın nuru sönmedikçe o meşale için ben zeval tasavvur edemem.]

Cânan Yurdu
Eyvâh, ıssız diyâr-ı dilber…
Her hatvesi bir mezâr-ı muğber!
Uçmuş da bakındığım terâne,
Kalmış sessiz bir âşiyâne.[343 - Eyvah! Güzel sevgilimin yurdu ıssız kalmış, her köşesi hazin bir mezara dönmüş, içindeki nağmeler uçmuş da sessiz bir yuva hâlinde kalmış.]
Yer yer medfun durur emeller…
Gûyâ ki kıyâm-ı haşri bekler![344 - Bütün emel ve arzularım orada gömülü duruyor, sanki mahşer kıyamını bekliyor.]
Yâ Rab! Neye böyle bir yığın hâk
Olmuş yatıyor o buk'a-i pâk?[345 - İlâhî, o pak ve nezih saha, neden böyle bir yığın toprak olmuş yatıyor?]
Yâ Rab, ne için o lem'a nâbûd?
Yâ Rab, ne için bu sâye memdûd?
Yâ Rab, ne demek harîm-i cânan
Üstünde bu perde perde hicran?[346 - İlâhî; neden burayı aydınlatan güzellik ziyası sönmüş? İlâhî; ne için buraya bir firkat gölgesi uzanmış? İlâhî; harim-i canan üstüne bu kat kat ayrılık perdesi çekilmesinin sebebi ne?]
Lâkin görünen kimin hayâli?
Cânan gibi tıpkı yâl ü bâli…
Gîsû-yi siyâh-ı târumârı
Altında cebîn-i lem'a-dârı,
Zulmetler içinde subh-ı mahmûr;
Ya gözbebeğinde nazra-i nûr;
Ya ebr-i bahâr içinde cevvâl
Bârân şeklinde dürr-i seyyâl;
Ya sinede her zaman coşan yâd,
Ya kayd-i bedende rûh-i âzâd.[347 - Lâkin şu görünen hayal kimin ki boyu bosu tıpkı canana benziyor? Dağınık, siyah saçlarının altındaki parlak alnı, karanlıklar içinde mahmûr bir sabahı, yahut gözbebeğindeki rüyet nurunu, yahut bahar bulutu arasında ve yağmur şeklinde akıcı incileri, yahut kalbimde her zaman coşan hâtırayı veyahut beden kaydından âzâde bir ruhu andırıyor.]
Ey tayf-ı nigeh-firîbi yârın,
Olmaz mı bir an için kararın?
Heyhât, serâb-ı şavka döndün…
Karşımda parıldamanla söndün![348 - Ey yârimin, nazarı aldatan hayali; bir an olsun karar etmez misin? Karşımda parıldayıp söndün de şevk serabına döndün.]
Kimden sorayım ki nerde dilber?
Makber gibi samt içinde her yer.
Cânan! Cânan!.. dedim, arandım…
«Bir aks-i nidâ» dedikçe, yandım!
Yâ Rab, neye hem sağır, hem ebkem,
Dağlar, dereler, bütün şu âlem?[349 - Her yer derin bir sessizlik içinde. «Cânan, Cânan!» diye seslendim, cevap alamadığım için yoruldum. Sesimin aksini olsun işitmeye kanaat ettiğim hâlde onu da duyamadım. Dağlar, dereler, bütün etraf sağır ve dilsiz bir hâlde!]
Ey sevdiğimin sevimli yurdu,
Hâlin, bana şimdi pek dokundu!
Aç sîneni: yâd-ı nükhetinden
Bir şemmeye kâilim bugün ben.[350 - Ey sevdiğimin sevimli yurdu; bu şimdiki hâlin bana pek dokundu. Göğsünü aç ki oradaki hâtıralardan ben bugün bir şemmeye olsun razıyım.]
Bir vakt o şemîm-i nâz-perver
Tâ subha kadar yanımda bekler
-Ümmîde verip bekâ sabûhu-
Sermest-i safâ ederdi rûhu.
Heyhât o nesîm-i sâf şimdi
Nâzân nâzân semâya gitti.[351 - Bir vakit o hâtıra rayihalarının sahibi, sabahlara kadar yanımda beklerdi. Ümidime beka şarabı verir, ruhumu safa sarhoşu ederdi. Heyhât ve eyvah ki, o nesim kadar saf olan cânan, nazlı nazlı semalara gitti.]
Ey lâne-i târumâr söyle,
Cânan sana artık inmiyor mu?
Ey mâtem-i pâyidâr söyle,
Sâhandaki nevha dinmiyor mu?[352 - Bozulmuş ve perîşân olmuş yuva; söyle ki canan, artık sana inmiyor mu? Ey ebedî mâtem; haber ver ki sahanda nevhalar dinmiyor mu?]
Ey ebr-i semâ-güzîn-i seyyâr,
Yâdında mıdır o nazlı reftâr?
Ey darbe-i bâda karşı, ra'şân,
İnşâd-ı enîn eden nihâlân!
Bir şi'r-i revân olup da cânan,
Geçmez mi bu gölgeden hırâmân?[353 - Ey semada seyredip giden bulut, onun nazlı yürüyüşü hatırında mı? Ey rüzgârın dokunup geçmesine karşı inleyerek şiir okuyan fidanlar! Canan; revan bir şiir olup da salına salına bu gölgelikten geçmiyor mu?]
Ey dilber-i mihribân, zuhûr et!
Ömrüm gibi ansızın mürûr et!
Ya kalb-i fezâya bir hutûr et:
Âfâkımı lem'a lem'a nûr et.
Bin nevha-i cân içimde pür-cûş,
Geldim bu garîb yurda, medhûş.
Feryâdımı yok mu eyleyen gûş?
Yâ Rab, bu nasıl cihân-ı hâmûş:
Bir «yok!» diyecek sadâ da yokmuş!..[354 - Ey şefkatli güzel; meydana çık da ömrüm gibi birdenbire geçip git! Yahut feza dâhilinde bir görün de ufuklarımı nurlara gark eyle! İçimde binlerce can nevhaları coştuğu hâlde dehşetler içinde olarak bu garip yurda geldim. Feryadımı dinliyecek duygulu bir kulak yok mu? Yâ Rabbi; bu nasıl susmuş bir cihan ki, sualime karşı «Yok!» diye bir akis de vermiyor.]

Bir Mersiye
(Henüz, on dokuz, yirmi yaşlarında iken bu cihan-ı zulmete vedâ ederek, âlem-i nûrânûr-i dîdâra yükselen yâr-i cânım Hilmi hakkında)
Nihâyet oldu nazardan nihân o nur-i mübîn,
Peyinde kaldı ufuklarda bir hayâl-i defîn![355 - O apaçık nur, nihâyet gözlerden gizlendi. Arkasından ufuklara gömülmüş bir hayal kaldı.]
Zevâl, o emr-i tabîî kemâle derpeydir:
Fezâda yükselen encüm olur ufûle karîn;
Fakat bu necm-i emel sanki berk-ı hâtıf idi,
Ki birden etti gurûbuyla ufku leyl-âkîn.[356 - Kemalin izinde zevalin yürümesi tabiî bir hâldir. Fezada yükselen yıldızlar da batar. Fakat bu emel yıldızı, göz kamaştıran bir şimşek gibiydi ki, gurubuyla ufukları gece rengine boyadı.]
Tenezzül etmedi nâsûta, döndü lâhûta;
Kemîne pâye-i iclâli oldu ılliyyîn.[357 - Nâsut âlemine tenezzül etmedi de lâhûta yükseldi. Yüksekliğin ednâ kademesi ılliyyin oldu.]
Hayâli yâd-ı hazînimde, rûhu bâlâ-gerd,
Vücûdu bister-i makberde iğtirâb-güzîn…[358 - Hayali, hazin hâtıramda duruyor; ruhu semalarda dolaşıyor; vücudu ise mezar döşeğine gurub etmiş yatıyor.]
Tehallül eyledi gûyâ o nûr-i yekpâre,
Nigâh-ı bârika-bîn oldu bir de hârika-bîn![359 - O, yekpare bir nur idi. Tahallül etti de bârika gören ve harika gösteren bir nazar oldu.]
Bir âsümân-ı celâlin muhîti oldukça,
Nazarda arş ile yeksân olursa çok mu zemîn?[360 - O bir celâl ve azamet semâsı idi ki bir kabir onu kucakladı. Artık görünüşte zemin, arş ile beraber olursa çok mu?]
Kitâbe, seng-i mezarında hep kitab-ı ledün;
Sirâc, fevk-ı serinde ziyâ-yı nûr-i yakîn.
Sütûnu merkadinin Hakk'a yükselen tehlîl;
Revâkı meşhedinin nâzilât-ı arş-ı berîn.[361 - Kitab-ı ledün, mezar taşının kitabesi, nur-i yakîn de kabrinin üstünde asılı kandili, Allaha doğru yükselen tehlil cümlesi, merkadinin direği, arş-ı a'lâdan inen rahmet ve mağfiretler, meşhedinin kemeridir.]
Zemîn-i hâkine ferrâş, dest-i nâz-ı nesîm;
Fezâ-yı kabrine sâkî sehâb-ı nesr-âyîn.
Nücûm, türbesinin türbedâr-ı bîdârı;
Bahâr, lâhdine pûşîde sütre-i rengîn.[362 - Nesimin nazlı eli kabrinin toprağını süpürmekte, inci yağdıran bulut, mezarının fezasında şakilik etmektedir. Yıldızlar türbesine uyanık birer türbedar, bahar da lâhdine ter ü taze yeşil bir örtü olmuştur.]
Açılmadan kuruyan gonce-i izârı için
Seherde nevha-i bülbül terâne-i Yâsîn![363 - Bir konca gibi açılmadan solan ve kuruyan yanağına (Yâ-sin) teranesi seher vakitlerinde bülbül nevhasıdır.]
Havâda mevcesidir şehper-i melâikenin,
Eden riyâh değildir bu servilikte enîn.[364 - Bu servilikte duyulan inilti, rüzgâr değil, üstünde uçuşan meleklerin kanat sesleridir.]
Leyâl o tayf-i latîfin harîm-i ismetidir;
Şafak ki hâtıra-i iğtirâbıdır, ne hazin![365 - Geceler, o lâtif hayalin harîm-i ismeti, şafak ise o parlak güneşinin gurubu hâtırasıdır.]
Bütün mekân, nazarımda o rûha nüzhet-gâh,
Eğerçi yükselerek oldu lâmekânda mekîn.[366 - Kendisi yükselerek lâmekânda oturmakta ise de benim nazarımda bütün mekânlar o ruhun tenezzüh etmekte olduğu bir mesire hâlindedir.]
Ey aslına iltihâk eden nûr,
Sensin bana her tarafta manzûr;
Olsan da zılâl içinde mestûr,
Bir an değilim o lem'adan dûr:
Ruhumda ebed-karâr şûlen.[367 - Ey aslına avdet eden nur; her tarafta bana görünüyorsun. Gölgelerle örtülü bulunsan da bir an bile lem'andan uzak değilim. Şulen ruhumda ebediyen karar etmektedir.]
Mevvâc sabâhatin seherde,
Berk urmada nâsiyen kamerde;
Şeb sahn-ı harem-serâna perde.
Matvî evrâk-ı verd-i terde
Bir şemme kitâb-ı nükhetinden![368 - Güzelliğin seherde dalgalanmada, alnının ziyası, ayın safhasında parlamaktadır. Gece, haremsarayının sahnına perde olmakta, güzel rayihanın bir şemmesi taze gül yapraklarından duyulmaktadır.]
Nağmendir eden riyâhı tehzîz,
Senden bu nevâ-yı sûriş-engîz!
Tayfın beni eyliyor seher-hîz…
Ey hâtırasıyla ruh lebrîz,
İndimde bu kâinât hep sen![369 - Rüzgârları harekete getiren nağmendir; fezadaki bu cûş ü hurûş nevası sendendir. Hayalin beni seherde uyanık bulunduruyor. Ey hatırasıyla ruhum dopdolu olan; bana göre bu kâinat senden ibarettir.]
Ey lem'a-i şu'le-i İlâhî,
Ey subh-i ebed karârgâhı.
Hiç bulmaya tâbişin tenâhî…
Envârına gelmesin tebâhî…
Bir böyle bekânı isterim ben.[370 - Ey ilâhî şu'lenin lem'ası; ey ebediyet sabahı karargâhı olan; parlayışın sona ermesin ve nurların eksilmesin. Ben senin bekânı böyle istiyorum.]
Sönmez yanan ihtimâli yoktur,
Sönmek sözünün meâli yoktur…
Yok, nâre demem zevâli yoktur,
Nûrun fakat öyle hâli yoktur.
Olmaz ona hiç adem nişîmen.[371 - Yanan ve parlayan nurun sönmek ihtimali ve sönmek sözünün anlamı yoktur. «Ateşin zevali yoktur» demiyorum, fakat nurun öyle hâli yoktur; o, yokluğa gidip karar etmez.]
Ey hâtırasıyle kaldığım yâr,
Artık aramızda bir cihan var!
Sen gökte safâ-güzîn-i dîdâr,
Ben yerde azâb içinde bîzâr!
Gûşumda bütün terâne şîven![372 - Ey düşüncesiyle kaldığım, yâni daima düşündüğüm yâr; artık aramızda koskoca bir cihan var. Sen gökte didar-ı ilâhî safası ile müferrahsin. Bense yerde ayrılık azabı içindeyim. Onun için bütün nağmeler, kulağıma feryat olarak geli-yor.]
Şîven demi nây-i nağme-kârın,
Şîven cereyânı cûybârın,
Şîven sesi bâd-ı bî-karârın,
Şîven bana âh yâdigârın…
Sen gökleri hande-zâr ederken![373 - Evet, kulağıma, üflenen neyin demi feryat, akan derenin şırıltısı feryat, esen rüzgârın sesi feryat gibi geliyor. Sen gökleri neş'edar-ı ferhunde-zâr ederken bana yerde olan yadigârın ancak feryattan ibaret.]

Dirvâs
Derler ki: Ümeyye’den Hişâm'ın
Devrinde, yakınlarında Şâm'ın,
Üç yıl ekin olmamış kuraktan.
Can kaybına düşmüş artık urban.
Her hayme mezâr olup kapanmış:
Altında beş on kadîd uzanmış!
Bakmış ki meşâyih-i kabâil:
Sıyrılmayacak bu derd-i hâil;
Bir karyede toplanıp, demişler:
Durdukça helâkimiz mukarrer.
Mâdem ki şüyûhuyuz bu halkın,
Kalkın gidelim Hişâm'a, kalkın.
Bir duysa Halîfe’miz bu hâli;
Var merhamet etmek ihtimâli.
Hiç ak sakalıyla bir alay pîr,
Eyler de Emîr'e hâli tasvîr,
Görmez mi o, halkı rahme şâyan?
Sultansa da taş değil ya: İnsan![374 - Derler ki: Emevî hükümdarlarından Hişam bin Abdülmelik devrinde Şam civârında üç sene kuraklıktan ekin olmamış; çöldeki bedevîler can kaydına düşmüş. Her çadır bir mezar hâlini almış, altında iskelet şekline girmiş birkaç canlı cenaze uzanmış. Bu âfetin sürüp gittiğini gören kabile şeyhleri bir köyde toplanmışlar ve şöyle konuşmuşlardır: «– Mâdemki bu halkın şeyhleri ve reisleriyiz, kalkın Hişâm'a gidelim ve lûtfuna iltica edelim. Halife'miz, hâlimizi bilse merhamet etmek ihtimali vardır. Ak sakallı bir bölük ihtiyar, bulundukları hâli Emîr'e anlatır da o, halkı merhamete lâyık görmez mi? Sultansa da taştan bir insan değil ya.»]
Teklifi kabûl eder bütün nâs;
Derler, yalınız: «Bulunsa Dirvâs.
Sinnen daha pek çocuktur ammâ
Olmaz o kadar talâkat asla.»[375 - Buna karar verilince bazıları: «– Aramızda Dirvâs da bulunsun. Daha çocuktur amma ondaki talakat kimsede yoktur.» derler. Dirvâs da şeyhler heyetine katılır.]
Vakta ki girer şüyûh Şâm'a,
Derhâl haber gider Hişâm'a:
Derler ki, beş on kabîle geldi.
Der: Gelsinler sarâya şimdi.[376 - Bu heyet Şam'a girince: «– Beş on kabile şeyhi geldi» diye Hişâm'a haber verirler. O da: «– Şimdi saraya gelsinler» emrini verir.]
Birlikte çocuk dalar huzûra,
Evvelce duâ eder de sonra,
Hiç pervasız girer kelâma…[377 - Heyetle beraber çocuk da huzura girer. Evvelâ dua eder, sonra söze başlayacak olur.]
Lâkin bu tuhaf gelir Hişâm'a;
Der: Sus a çocuk, büyük dururken,
Söz sâdır olur mu hiç küçükten ?
Dirvâs o zaman kelâmı tekrar
Teshîr ile der: «Nedir bu âzâr!
Mikyası mıdır zekâvetin sin?
Dirvâs'ı çocuk mu zannedersin?
Bir dinle de sonra gör çocuk mu?
İnsâf nedir o sizde yok mu?
Ben söyleyeyim de bir efendim,
Susturmak elindedir efendim.»
Dirvâs bakar Melik'te ses yok;
Mecliste değil ki ses, nefes yok;
Mûtâdı olan talâkatıyle
Başlar söze eski şiddetiyle:[378 - Lâkin ak sakallı ihtiyarlar dururken bir çocuğun söz söylemesi hükümdara garip gelir. «– Çocuk sen sus! Büyükler dururken çocuk söz söyler mi?» diye onu tekdir eder. Dirvâs da: «– Bu tekdir neden icabetti, yaş, zekâ mikyası mıdır? Sen Dirvâs'ı çocuk mu sanıyorsun? Bir kere dinle de beğenmezsen sustur» cevabını verdikten sonra sözüne devâm eder ve der ki:]
«Üç yıl mütemâdiyen kuraklar,
Emsâli görülmemiş sıcaklar,
Sâmânımızı kuruttu gitti;
Mezrûâtın umûmu bitti.
Binlerle çadır kapandı kaldı,
Çöl, mahşer-i mevt şekli aldı!
Şehrîleri besleyen kabâil,
Köy köy geziyor zelîl ü sâil!
Hâtemlere cûd eden o urban,
Nan-pâreye can verir bugün, can!
Çıplakları giydiren de üryan,
Gömleksizdir zükûr ü nisvan![379 - «– Üç yıl süren kuraklar ve sıcaklar, bizi de kavurdu ve yaktı. Binlerce çadır kapandı. Çöl mahşer hâlini aldı. Evvelce şehirdekileri besleyen kabileler halkı köy köy dolaşıp dileniyorlar. Hâtem-i Tâî gibilere cömertlik gösteren Urban, bugün bir ekmek parasına can veriyor. Çıplakları giydiren de bugün çıplaktır; kadın ve erkek gömleksizdir.]
Açlık ecelin zahîri oldu:
Baştan başa çöl cesedle doldu.
Her kûşede bin acıklı feryad…
Yok bir yerden sadâ-yı imdad.
Şubbân; bütün ihtiyâra döndü!
Pîrân; görsen, mezara döndü!
Yok vâlidelerde süt ki: Tutsun,
Evlâdını emzirip uyutsun.
Zannım, bize münfail ki Mevlâ:
Bir bâdiye halkı yandı, hâlâ,
Bir damla su inmiyor semâdan,
Şebnem bile düşmüyor duâdan!
Binlerce duâya bir icâbet
Göstermedi bârgâh-ı rahmet.
Artık sana ilticâya geldik,
Reddetmez isen ricâya geldik:
Görmekteyiz ey Emîr-i âdil,
-İnkârı bunun değil ya kâbil-
Yok sendeki ihtişâma pâyân;
Bizlerse alay alay sefîlân!
Bir yanda demek ki fazla var çok;
Hayfâ ki öbür tarafta hiç yok.
Öyleyse biraz tevâzün ister.
Evvel beni dinle, sonra hak ver:
Nerden buldun bu ihtişâmı?
Halkın mı, senin mi, Hâlik'ın mı?[380 - «Açlık, ölümün yardımcısı oldu. Çöl baştan başa cansız cesetlerle dolmuştur. Her tarafta açlık feryadı geliyor, fakat bir taraftan yardım sadası işitilmiyor. Gençler ihtiyarlara, ihtiyarlar ise seyyar mezara döndü. Analarda bir damla süt yok ki evlâdını emzirsin de uyutsun. Gâliba Cenabı Hak bize gazap etti ki çöl halkı üç senedir yandığı hâlde gökten bir damla su inmiyor. Dualarımız neticesinde yağmur yağmak değil, kırağı bile düşmüyor. Onun için sana ilticaya ve hakkımızda merhametini ricaya geldik. Ey âdil Emîr; sendeki haşmet ve debdebenin çok fazla olduğunu görüyoruz. Biz ise aç ve çıplak bir alay sefiliz. Demek ki bir yanda pek fazla bir servet var, öbür yanda ise hiçbir şey yok. O hâlde biraz denkleşmek lâzım. Sen bu serveti nereden buldun? Bunlar halkın mı? Halik’ın mı, senin mi?]
Allah’ın ise eğer bu servet.
Bizler de onun kuluyken, elbet
Bir pay talebinde hakkımız var…
İnsâf olamaz bu hakkı inkâr.
Halkınsa şu bî-nihâyet emvâl;
Ver, etme hukûk-i gayrı pâmâl.
Yok; böyle de olmayıp da kendi
Mâlin ise -çünkü fazla- şimdi,
Bî-vâyelere tasadduk eyle…
Dördüncüsü varsa haydi söyle!»[381 - «Eğer Allahın ise biz de onun kullarıyız. Bir pay istemekte elbette haklıyız. Yok, halkın ise başkasının haklarını ayak altına alma da sâhiplerine ver. Böyle de değil, kendi malınsa, şimdi sana pek fazla olduğu için fukaraya sadaka olarak ver.»]
Mebhût ederek bu söz Hişâm'ı,
Huzzâra demiş: «Görün kelâmı!
Yok bende cevâb-ı redde kudret…
Hayret, bu civan-dehâya hayret!
İcâbediyor ki şimdi insâf:
Mes'ûlü hemen olunsun is'âf.»[382 - Bu sözler Hişâm'ı cevaptan âciz bırakmış, mecliste olanlara: «—Cevap bulabilirseniz söyleyin. Ben diyecek söz bulamıyorum. Bu çocuğun dehasına hayret, istediği verilsin.» demiş.]

Mahalle Kahvesi
Kardeşim Hüseyin Avni'ye
«Mahalle kahvesi!» Osmanlılar bilir ne demek?
Tasavvur etme sakın «Görmedim nedir?» diyecek.
Dilenci şekline girmiş bu sinsi cânîler,
Bu, gündüzün bile yol vermeyen, harâmîler,
Adımda bir, dikilir, azminin, gelir, önüne…
Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe!
Evet, dilenci sanır seyr eden kıyâfetini;
Fakat bir onluğa âgûş açan sefâletini,
Görüp de rikkate şâyân, biraz sokulsa, hemen,
Vurur şikârını tâ kalbinin samîminden!
Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı?
Kapansın, elverir artık bu perde pek kanlı!
Hayır, bu perde, bu Şark'ın bakılmayan yarası;
Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası;
Hayatımızda gediktir «gedikli» nâmıyle,
Açık durur koca bir kavmin ihtimâmıyle!
Sakın firengiye benzetmeyin fecâatini:
Bu karha milletin emmekte rûh-i gayretini.
Mahalle kahvesi Şark'ın harîm-i kâtilidir;[383 - Harîm-i kâtil: Kâtilin ortağı, yardımcısı.]
Tamam o eski batakhaneler mukâbilidir.
Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden gömülür;
Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür…
Muhît-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar:
Girince nûr-i nazar simsiyah olur da çıkar!
Yatar zemîn-i sefîlinde en kesîf eşbâh,
Yüzer havâ-yı sakîlinde en habîs ervâh.
Dehân-ı lâ'nete benzer yarıklarıyla tavan,
Kusar içinde neler varsa hâtırâtından!
O hâtırâtı sakın sanmayın: Meâlîdir;
Bütün rezâil-i târîhimizle mâlîdir.
Neden mefâhir-i eslâfa kahr edip, yalnız,
Mülevvesâtına mâzîmizin sarılmadayız?
Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdâdın?
Hayır, o nesl-i necîbin, o şanlı evlâdın,
Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine;
Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.
Fakat biz onlara âit ne varsa elde, yazık,
Birer birer yıkarak kahvehâneler yaptık!
Bütün heyâkil-i san'at yetiştiren Şark'ın,[384 - Heyâkil-i san'at: Sanat heykelleri, (âbideleri).]
Zemîn-i feyzi nasıl şûre-zâra döndü bakın!
Ne hastahânesi kalmış zavallı eslâfın,
Ne bir imâreti, bitmiş elinde ahlâfın.
Kanalların izi yok, köprüler harâb olmuş;
Sebillerin başı boş, çeşmeler serâb olmuş!
O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebîn[385 - Nesl-i cebîn: Cebin (korkak) nesil.]
Ne gîrûdâr-ı maîşet bilir, ne kedd-i yemîn.[386 - Gîrûdâr-ı maişet: Maişet mücadelesi; Kedd-i yemin: El emeği.]
Azâb içinde kalır sa'yi görse rü'yâda!
Niçin yorulmalı zâten «ölümlü dünya»da?
Vücud emânet-i Hak, doğru, hem de cennetlik.
Bu kahveler gibi Cennet de müslimîne gedik!
«Hayât-ı âile» isminde bir maîşet var;
Saâdet ancak odur… dense hangimiz anlar?
Hayât-ı âile dünyâda en safâlı hayat,
Fakat o âlemi bizler tanır mıyız? Heyhât!
Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle;
Evinde akşam otursan kemâl-i izzetle;
Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa,
Dolaşsalar; seni kat kat bu hâleler sarsa;
Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı?
İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı?
Karın nedîme-i rûhun; çocukların rûhun;
Anan, baban birer âgûş-i ilticâ-yı masûn.[387 - Ağuş-i iltica: Sığınılacak kucak.]
Sıkıldın, öyle mi! Lâkin, biraz alışsan eğer,
Fezâ kadar sana vâsi' gelir bu dar çember.
Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve?
Gelin de bir bakalım… Buyrun işte bir kahve:
***
Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik;
Önünde tahta mı, toprak mı? Sorma, pis bir eşik.
Şu gördüğüm yer için her ne söylesem câiz;
Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz!
Zemîni yüz sene evvel döşenme malta imiş…
«İmiş»le söylüyorum. Çünkü anlamak uzun iş,
O bir karış kirin altında hangi mâden var?
Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu duvar,
Maun cilâsına batmış tütünle nargileden;
Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden,
Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al,
Vücûdu kapkara, leylek bacaklı bir mangal.
Şu var ki, bilmeyen insan görürse birden eğer,
«Balıkçılın kara saçtan yapılma heykeli!» der.
Kenarda, peykelerin alt başında, bir kirli
Tomar sürükleniyor, bir yatak ki besbelli:
Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı,
Zavallının, güveden, lîme lîme hep sırtı.
Kurur bu örtünün üstünde yağlı bir mendil;
Ki «bir tependen inersem!» diyen hasır zembil;
Onun hizâsına gelmez mi, bir döner şöyle;
Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle!
Duvarda eski ocaklar kadar geniş bir oyuk,
İçinde camlı dolap var ya, raflarında ne yok!
Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz;
Onun yanında, kan almak için, beş on boynuz.
İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar…
Demek ki kahveci hem diş tabîbi, hem perukâr!
İnanmadınsa değildir tereddüdün sırası;
Uzun lâkırdıya hâcet ne? İşte mosturası:
Çekerken etli kemiklerle ayrılıp çeneden,
Sonunda bir ipe, boy boy, onar onar, dizilen,
Şu kazma dişleri sen mahya belledinse, değil;
Birer mezâra işâret, düşün ki, her kandil!
Üçüncü katta durur sâde havlu bohçaları.
Sağında cam dolabın hücre hücre bitpazarı.
Duvarda türlü resimler: Alındı Çamlıbeli,
Kaçırmış Ayvaz'ı ağlar Köroğlu rahmetli!
Arab Üzengi'ye çalmış Şah İsmail gürzü;
Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü.
Firaklıdır Kerem'in «Of!» der demez yanışı,
Fakat şu «Âh min’el-aşk»a kim durur karşı?
Gelince Ezrakabânû denen acûze kadın,
Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhâd'ın!
Görür de böyle Rüfâî'yi: Elde kamçı yılan,
Beyaz bir arslana binmiş; durur mu hiç dede can?
Bakındı bak Hacı Bektâş'a: Deh demiş duvara!
Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra.
Birer birer oku mümkünse, sonra mânâ ver…
Hayır, hülâsası kâfi, yekûnu ömre sürer:
Bedâheten kusulan herze-pâreler ki düşün,
Epey zaman daha lâzımdı herze olmak için!
Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın,
Yayılmış üstüne birçok kâğıt ki, oynayanın
Elinde yağlı meşin zanneder görünce adam.
Ya tavlanın kiri? Kâbil değildir, anlatamam.
Harîta-vâri açılmış en orta yerde dama;
Beyaz mı taşları, yahut siyah mı, hiç sorma!
Hutûtu: Gayr-i muayyen hudûdu memleketin:
Nazarda haylice idman gerek ki fark etsin!
Deliklerindeki pislik lebâleb olsa, yine,
Bakınca bunlara gâyet temiz kalır domine.
Delikli çekmece var ha! Demirbaş eşyadan;
Yanında bir de kulaksız Tekir… Unutma aman!
– Asıldı bey koza!
– Besbelli, bak sırıttı aval;
– Bacak elinde mi?
– Kır, Hamdi sen de dağlıyı al.
– Ulan! Kapakta imiş dağlı… Hay köpoğlu köpek!
– Köpoğlu kendine benzer, uzun kulaklı eşek!
– Sekizli, onlu, ne çektinse ver de oryayı tut.
– Halim, ne uğraşıyorsun bu çıkmaz işte: Kaput!
– Çihâr ü yek mi o taş?
– Hiç sıkılma öldü dü-şeş!
– Elimde yok mu diyor? Çek babam!
– Aman şeş-beş!
– Hemen de buldu be? Gelsin hesaplayıp durma!
– Bi parti yendi ya akşam, dikiz gelin kuruma!
– Dü-beşle bağlıyorum.
– Yağma yok!
– Elindeki ne?
– Se-yek.
– Aman durun öyleyse: Penç ü yek, domine!
– Mızıkçı dendi mi, sensin diyor, bakın ağalar:
Kırık mı söyleyin Allâh için şu cânım zar?
– Kırık!
– Değil!
– Alimallah kırık!
– Değil billâh!
– Yeminsiz oynayamazlar ki, ah çocuklar ah!
– Karışmasan işin olmaz değil mi? Sen de bunak!
– Gelirsem öğretirim şimdi…
– Ay şu pampine bak!
Gelip de öğretecekmiş… Mezarcı Mahmud'a git!
Bir üflesen gidecek ha… Tirit mi sâde tirit!
– Zemâne piçleri! Gördün ya, hepsi besmelesiz…
Ne saygı var, ne hayâ var. Eğer bizim işimiz,
Bu kaltabanlara kalmışsa vay benim başıma!
– Herif belâya sokarsın dırıldanıp durma!
– Mezarcı Mahmud'a git ha? Bakın it oğluna bir!
Küfürbaz, alçak, edepsiz… Bu söylenir mi Bekir?
– Yolunca terbiye verdin ya âferin Hasan Ağa.
– Bıraksalar beni, çoktan marizlemiştim ya!..
– Mezarcı Mahmud'a ha? Vay babasının canına!
Bunun yaşında iken biz büyüklerin yanına,
Okur da öyle girer, hem ayakta beklerdik;
«Otur» demezseler elpençe sâde dinlerdik;
«Hayır, bu böyle değildir» demek, ne haddimize!
«Evet» desek bile derlerdi: «Sus behey geveze!»
– Otuz yaşında idim belki; annesiz, dışarı,
Kolay kolay çıkamazdım: Döverdi çünkü karı!
Bugün, on altıyı doldurmamış yumurcaklar
Odun yemez iyi bil ha! Geberse karşı koyar.
Geçende dövmek için yoklayım dedim Kerim'i…
Bırak! Eşek değilim ben, deyip dikilmez mi?
Dayak eşekler içinmiş, adam dövülmezmiş…
– Ya biz, sözüm ona, merkep miyiz, Bekir, bu ne iş?
Döverdiler bizi her gün de karşı koymazdık…
Ben öyle terbiye oldum… Kolay mı insanlık?
– Dokundurur mu, ne mümkün, eloğlu hiç adama?
O Müslümanları sen şimdi, hey kuzum arama!
Gürültüsüz oyun isterseniz gelin damaya:
Zavallı, açmaza düşmüş… Bakın hesaplamaya!
Oyuncunun biri dalgın, elinde taş duruyor;
Rakîbi halbuki lâ-yenkatı' bıyık buruyor.
Seyirciler mütefekkir, güzîde bir tabaka;
Düşünmelerdeki şîveyse büsbütün başka:
Kiminde el, filân asla karışmıyorken işe,
Kiminde durmadan işler benân-ı endîşe!
Al işte: «Beyne burundan gerek, demiş de, hulûl»
Taharriyât-ı amîkayla muttasıl meşgûl!
Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam:
Zemîne, daire şeklinde yaydı bir balgam;
Abanmış olduğu bir yamrı yumru değnekle,
Mümâslar çekerek soktu belki yüz şekle!
Ayak teriyle cilâlanma tahta peykelere,
Külâhlı, fesli dizilmiş yığın yığın çehre:
Nasîb-i fikr ü zekâdan birinde yok gölge;
Duyulmamış bu beyinlerde his denen meleke!
– Aman canım, şu bizim komşu amma uğraşıcı!
– Ne belledin ya efendim? Onun bir ismi Hacı!
– Çocuğu, ha mektebe verdim, ha vermedimdi diye,
Sokak sokak geziyor…
– Koymuyor mu medreseye?
– Koyar mı hiç? Arabî şimdi kim okur artık?
– Evet, gâvurcaya düştük de sanki iş yaptık!
– Binâ'ya[388 - Binâ : Eskiden medreselerde okunan Arapça bir ders kitabı.] üç sene gittimdi hey zamanlar hey!
İlim de kalmadı…
– Zâten ne kaldı? Hiçbir şey.
Mahalle mektebi lâzımdır eski yolda bize;
Sülüs, nesih[389 - Arap harfleriyle güzel yazı çeşitleri.] bitiyor yoksa hepsi… keyfinize!
– On üç yaşında idim aldığım zaman ketebe.
Geçende «Sen ne bilirsin?» demez mi bir züppe?
Dedim: «Ulan seni gel ben bir imtihân edeyim,
Otur da yap bakalım şöyle bir kıyak temmim.»
– Nasıl, becerdi mi?
– Kâbil mi! Rabbi yessir'i ben,
Tamam beş ayda değiştimdi kalfamız sağ iken.
—Nedir elindeki yâhu?
– Cerîde.
– At şu pisi.
– Neden?
– Yalan yazıyor, oğlum, onların hepisi.
– Ya doğru yazsa ? Asarlar… Ne oldu Volkan’cı,
Unuttunuz mu?
– Bırak, boşboğazlık etme Hacı!
Şu karşıdan gözeten fesli, zannım, ağzıkara…
– Hayır, demem o değil…
– Durma sen belânı ara!
– Canım, lâtife yapar, bilmiyor musun Ömer'i?
– Biraz rahatsızım Ahmed, yakın benim feneri!
Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfâr…
Meğer geğirti imiş.
– Pek şifâlı şey şu hıyar:
Cacık yedin mi, ne hikmet, hazır hemen teftîh…
– Evet şifâlı yemiştir…
– Yemiş mi? Lâ-teşbîh.
– Günaha girme. Tefâsîrde öyle yazmışlar…
Dayım demişti ki: Gördüm, hıyar hadiste de var.
– Hasan, bizim yeni damad ne oldu anlamadık,
Görünmüyor ?
– Karı koyvermiyor: Herif, kılıbık.
– Evinde çan çan eden erkeğin de aklına şaş…
Lâf anlamaz dişi mahlûku, durma sen uğraş.
– Kim uğraşır a babam, bunca yıllık ehlim iken,
Adam hesâbına koymam bizim köroğlunu ben.
............................................................
............................................................
Tavanın pervazı altındaki toprak yuvadan
Bakıyor bunlara, yan yan, iki çift ince nazar:
«Ya sizin bir yuvanız yok mu?» diyor anlaşılan,
Dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar…

Köse İmam
Kardeşim Ali Şevki Efendi Hoca'ya
İlmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek bir imam
Tanırım ben, ki hayâtında tanıtmıştı babam.
«Kim bilir; şimdi ne âlemde benim şanlı Köse’m;
Görmedim üç senedir, bâri gidip bir görsem…»
Diyerek, dün gece güç hâl ile buldum evini.
Koca insan; ne şetâretle kabûl etti beni:
– Gel ayol gel, Hocazâdem, bizi ihyâ ettin…
Ne kerâmetçe tesâdüf; seni andıktı demin.
Kahveler, nargileler, enfiyeler, şerbetler,
Rûhu lebrîz-i safâ eyleyecek sohbetler,
Hepsi mebzûl idi mecliste. Ne âlâ; derken,
Kapı şiddetle çalınmaz mı?
– Bakın kim? Zâten
Ev değil, han gibi bir şey; gece gündüz işler…
Gönderin kahveye, Âsım, gelen erkekse eğer.
– Ahmed'in annesi gelmiş…
– Nasıl Ahmed, oğlum?
– Hani bizdeydi bugün…
– Ha, Küçük Ahmet… Malûm.
Bize âit değil öyleyse… Haber ver içeri.
– Gir, dedim, istemiyor; sen bana gönder pederi,
Diye ısrâr ediyor.
– Girsene, hemşîre hanım!
– Varmayın üstüme!
– Nen var a kuzum; anlayalım?..
– Ne kafam kaldı dayaktan, ne gözüm, hep şişti;
Karşı koysaydım eğer mutlak işim bitmişti.
Ağladım, «merhamet et, yapma!..» dedim, kim dinler.
Boşamakmış beni dünden beri efkârı meğer.
Üç çocuk annesi, emzikli kadın tek başına,
Koca berhâneyi silsin de, süpürsün de sana,
Yine sen bilmeyerek zâlim onun kıymetini,
Dene bîçârede, kalkıp kolunun kuvvetini!
– Dur kızım; ağlama sen, şimdi haber gönderirim;
Karı dövmek ne kolaymış, ona ben gösteririm!
Çağırın bekçiyi…
– İhsan Bey’i bildin ya, Memiş?
Hadi git şimdi getir…
– Kahvede yok,
– Evde imiş;
Şimdi gelsin…
– Gelemem, kendisi gelsin, dedi.
– Ya!
Ben gidersem iyi kaçmaz. Haydi git söyle ona:
Şimdi gelsin…
– Ne kibarlık bu beyim? Bir dâvet,
Yetmiyor, öyle mi?
– Yorgundum efendim de…
– Evet,
Haber aldık… O, fakat sizce büyük bir şey mi?
On kadın dövse yorulmaz, benim İhsan Bey’imi
Bilirim ben ne tosundur.
– Hoca, bak, ben kızarım.
Size haltetme düşer… Dövmüş isem, kendi karım.
Keyfim ister döverim, sen diyemezsin: «Dövme!»
Bu, tecavüz sayılır doğrusu haysiyyetime…
– Hangi haysiyyetin, oğlum? O da varmış desene.
Beyimin şimdiki haysiyyet-i mevhûmesine
Diyecek yok… Yalınız râhat ararlarsa eğer,
Böyle külfetli kuyûd altına hiç girmeseler!
– Sen imam, saçmalıyorsun… Yetişir artık dur.
Beni ısrâr ile dâvetteki maksat bu mudur?
– Haremin geldi demin ağlayarak, sızlayarak…
– Gözü çıksın domuzun, patlasın isterse, bırak!
– Döveceksin, ne boşarsın? Boşadın, dövmek ne?
Hem günah, hem de ayıp…
– Bakma onun sen sözüne,
Ne domuzdur onu bilsen!
– Nesi var, hırsız mı?
Yoksa yüzsüz mü?
– Değil hiçbiri… Lâkin canımı
Sıktı akşam «Edemem, üstüme evlenme!» diye.
«Ne demek! Dörde kadar evlenir erkek» demeye
Kalmadan başladı şirretliğe… Kızmaz mı kafam?
– Kustuğun herzeyi yutsun diye, hey sersem adam!
Dövüyorsun, boşuyorsun elin öksüz kızını…
Haklı bir kerre ya! İnsan boşamaz haksızını.
– Boşamaz? Amma da yaptın! Ya Şerîat ne için
Bize evlenmeyi tâ dörde kadar emr etsin?
İki alsam ne çıkar sâye-i hürriyyette?
Boşamışsam, canım ister boşarım elbette,
İşte meydanda Kitap. Hem alırız, hem boşarız.
– Dara geldin mi, Şerîat! Sus ulan iz'ansız!
Ne zaman câmiye girdin? Hani tek bir hayrın?
Bir kızılbaşla senin var mıdır ayrın, gayrın!
Ağzı meyhaneye rahmet okuturken, hele bak.
Bana gelmiş de Şerîatçi kesilmiş… Avanak!
Hangi bir seyyie yok defter-i a'mâlinde?
Seni dünyada gören var mı ayık hâlinde?
Müslümanlık’ta Şerîat bunu emretmiş imiş:
Hem alır, hem de boşarmış;» ne kadar sâde bir iş!
Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber:[390 - Tatlîk: Boşamak.]
«Bir talâk oldu mu dünyâda, semâlar titrer!»
İki evlense ne varmış! Bu yenir herze midir?
Vakıâ bâzan olur, dörde kadar evlenilir…
Bu kimin harcı, a sersem, hele bir kerre düşün!
Tek kadın çok sana emsâl olan erkekler için.
Hani servet? Hani sıhhat? Ne ararsan mefkûd;
Tamtakır bir kese var ortada, bir sıska vücûd!
Sen duâ et ki «Şerîat» demiyor evde karın!
Yoksa, boynunda bugün zorca gezerdin yuların!
Karı iş görmiyecek; varsa piçin bakmayacak;
Çamaşır, tahta, yemek nerde? Ateş yakmayacak.
Bunların hepsini yapmak sana âit «Şer'an!»
Çocuk emzirmeye hattâ olacak bir süt anan!
«Boşarım, evlenirim» bahsini artık kapa da,
Hak ne verdiyse yiyip hoş geçinin bir arada.
Al götür haydi!..
Kızım, gel!.. Hele bak, gel, diyorum!
Hatırım yok mu? İnatlık iyi olmaz, yavrum…
Söyledim yapmayacak bir daha. Mahcûb olmuş…
Böyle şeyler olağandır…
– Ne desem hepsi de boş!
Bu benim alnıma bir kerre yazılmış…
– Öyle.
– Gazı göstersene, Âsım! Gidiniz devletle.
***
– Gittiler neyse… Duâ et ki ucuz kurtuldun;
Bâ’zı dâ’vâlar olur, kış gecesinden de uzun!
Dinledin, gördün a oğlum, ne bozuk terbiyemiz!
Ne yapıp yapmalı, insanlığı öğretmeliyiz.
Şu bizim halkı uyandırmadadır varsa felâh;
Hangi bir millete baksan uyanık… Çünkü: Sabah!
Hele bîçâre Şerîat’le nasıl oynanıyor!
«Müslümanlık bu mu yâhû» diye insan yanıyor.
Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek,
Otuz üç yıl bizi korkuttu «Şerîat» diyerek.
Vahdetî muhlisiniz, elde asâ çıktı herif,
Bir alay zâbiti kestirdi. Sebep: «Şer'-i Şerîf!»
Karı dövmüş, boşamış… «Emr-i İlâhî» ne denir!
Bunların hepsi, emîn ol ki, cehâlettendir.
Bana sor memleketin hâlini ben söyleyeyim:
Bir imam çünkü, bilir evleri… Hâ bir de, hekim.
Gel nikâh kıy, demesinler, diye bâzen kaçarım…
Düğün olmaz mı, gelirler de bütün komşularım:
Yine kondun Hoca! derler, onu bilmezler ki,
Daha memnûn olacaktım o düğünsüz belki.
Zerde karşımda durur kanlı yemek tavrıyle;
Öksüz ağlar sanırım, çalgıyı duydum mu, hele!
Bu neden? Çünkü nikâhın sonu er geç boşamak,
Yâhut akşamki gelenler gibi hırgür yaşamak!
Düğün olsaydı ne âlâ idi tek bir perde;
Ayrılık faslı da var sonra bunun, mahkemede!
Ne kadınlar, ne sefâlet doğuranlar görürüz;
İşte binlerce çocuk, hem baba sağ hem öksüz!
Üç sınıf halka içim parçalanır, hem ne kadar!
İhtiyarlar, karılar, bir de küçükler; bunlar
Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan;
Yoksa, insanlığı bilmem nasıl anlar insan?
Sözü bir parça uzattımsa da, oğlum, affet!..
Hasbihâl etmek için başka adam yok ki… Evet,
Kimse söyletmiyor artık bizi, bak sen derde;
«Mürteci!» damgası var şimdi bütün ellerde.
Bir fenalık görerek, «yapma!» desen, alnına tâ,
İniyor hatt-ı celîsiyle Hamîdî tuğrâ!
İşte gördün ya, herif «sâye-i hürriyyette»
Diyerek, başlamak üzreydi hemen tehdîde!
Eskiden vardı ya meydanda gezen ipsizler:
Hani bir «sâye-i şâhâne» çekip her şeyi yer!
Onların birçoğu ahrâr-ı izâm oldu bugün;[391 - Ahrâr-ı izâm: Büyük hürriyetseverler.]
Mürteci, nah kafa, bizler… Kerem et; hâli düşün!
Bu cehâlet yürümez; asra bakın: asr-ı ulûm![392 - Asr-ı ulûm: İlimler asrı, ilimler devri.]
Başlasın terbiyeniz, âilelerden oğlum.
Sâde hürriyeti ilân ile bir şey çıkmaz;
Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz.

Nazım Parçaları

Ressam Haklı!
Bir zaman vardı ya târîh-i mukaddes modası…
Yeni yaptırdığı köşkün büyücek bir odası,
Mutlakâ eski tesâvîr ile ziynetlensin,
Diye, ressam aratır hayli zaman bir zengin.
Biri peydâ olarak, ben yaparım, der, kolunu
Sıvayıp akşama varmaz, sekiz arşın salonu
Sıvar ammâ ne sıvar! Sâhibi der:
– Usta, bu ne?
Kıpkızıl bir boya çektin odanın her yerine!
– Bu resim, askeri basmakta iken Fir'avn'ın,
Bahr-i Ahmer yarılıp geçmesidir Mûsâ'nın.[393 - Bahr-i Ahmer: Kızıldeniz.]
– Hani Mûsâ be adam?
– Çıkmış efendim karaya…
– Fir'avun nerde?
– Boğulmuş.
– Ya bu kan rengi boya?
– Bahr-i Ahmer a efendim, yeşil olmaz ya bu da!
– Çok güzel levha imiş! Doğrusu şenlendi oda!

Bir Mezar Taşına Yazılmış İdi:
Şu fânî zindegâniyle hayât-ı câvidânînin,
Telâkî-gâhıdır makber denen son menzil-i ârâm.[394 - Fâni zindegânî: Fânî hayat; Hayat-ı câvidanî: Ebedî hayat; Telâkî-gâh: Buluşma yeri; Menzil-i ârâm: Huzur ve sükûnet yurdu.]
Hayat ölmekle bitmiş olsa bir şey anlaşılmazdı;
Evet, bir ömr-ü sânî var: Değil hilkat abes mâdâm.[395 - Ömr-ü sâni: İkinci ömür; Abes: Boş, beyhude.]
Sen ey gâfil beşer, âlemde bir te'mîn-i istikbâl
Edeydim, der çekersin ihtiyârî bir yığın âlâm.[396 - Te'min-i istikbâl: İstikbal sağlamak; Âlâm: Elemler.]
Eğer üç günlük istikbâl için ferdâyı anmazsan,
Hederdir, korkarım, dünyada imrâr ettiğin eyyâm.[397 - İmrâr etmek: Geçirmek, Eyyam: Günler.]
Hakikî bahtiyâr ancak o âdemdir ki, dünyâdan
Giderken mâmelek nâmıyle terk eyler büyük bir nâm.[398 - Mâmelek: Bütün mülk.]
İlâhî! Doğru bir meslek nasıl bulsunlar insanlar,
Hakâik hep dururken perde-pûş-i zulmet-i evhâm?[399 - Perde-pûş-i zulmet-i evham: Vehim karanlıklarıyla örtülmüş.]

Bir Resmin Arkasına Yazılmış İdi:
Kiminin yâd-ı ihtiramı kalır,
Kendi gittikte cânişîni olur;
Kiminin bir yığın müberrâtı[400 - Müberrât: İyilikler.]
Toplanır, heykel-i metîni olur;
Kiminin de olanca hâtırası,
Böyle bir sâye-i hazîni olur!

Şâir Huzûrunda Münekkid:
Düzer yâve-gû bir herif, bir gazel:
Müeddâ perîşan, edâ mübtezel.
Tabîî o gâyetle parlak bulur;
Okur, dinletir, söyletir, gaşy olur.
Biraz sonra bastırmak ister, fakat,
Sakın olmasın der ufak bir sakat.
Büyük, muktedir bir münekkid arar,
Nihâyet zarîfin birinden sorar.
Gözetmez bu âdem de hâtır, huzûr,
Bulur lâfz u mânâda birçok kusûr.
Herif şimdi tenkîde hiddetlenir,
Rezîlâne artık neler söylenir!
Biraz dinleyip sonra, «Bak!» der zarîf,
«Sizin nesriniz nazmınızdan lâtîf!»

Bu Da Bir Mezar Taşı İçin Yazılmış İdi:
Yâ Rab ne hatîbdir ki makber:
İnsanlara en derin meâli,
Bir vahy-i bülend kudretiyle
Telkîn ediyor lisân-ı hâli!
Ondan da alınmıyorsa ibret,
Yok bir daha almak ihtimâli!
Binlerce vücûd-i nâzenînin
Bir servi hayâl-i yâl ü bâli.
Binlerce ser-i semâ-güzînin
Bir kabza türâb olur zevâli.
Her seng-i mezâr bin hayâtın
Fânilere karşı infiâli.
Görsün de bu inkılâbı insan,
Dehrin nedir anlasın kemâli!
Zâir bu hakâikın önünde
Hâlâ mı bırakmadın hayâli?

Gül, Bülbül
Konduğu her gusn-i ter minberidir bülbülün,
Zemzeme addettiğin hutbesi, faslu’l-hitâb.
Reng-i hakîkat nedir, fark eden ebsâr için,
Goncada matvî duran her varak ümm’ül-kitâb.

Tercümedir
Kendi feryâdımdır ancak ses veren feryâdıma…
Kimseler yok, âşinâdan büsbütün hâlî diyâr.
«Nerde yârânım?» diyorken ben bülend âvâz ile,
«Nerde yârânım?» diyor vâdî, beyâbân, kûhsâr.

Tercümedir
Nühüfte kalb-i ketûmunda leyl-i deycûrun,[401 - Kapkaranlık gecenin gizliyen kalbinde saklanmış.]
Seninle biz iki âvâre-ser idik gûyâ:
Ki tâ ebed kalacak muhtefî nazarlardan,[402 - Muhtefi: Saklanmış, göze görünmez.]
Meğer ki onları etsin lisân-ı subh ifşâ!

Hüsrân-ı Mübîn
Başlattığı gün mektebe, duydum ki, diyordu,
Rahmetli babam: «Âdem olur oğlum ilerde.»
Annemse, oturmuş, paşalıklar kuruyordu…
Âdemliği geçtik! Paşalık olsun, o nerde?
Âmâli tezâd üzre giderken ebeveynin,
Hep böyle harâb olmada etfâl ara yerde![403 - Etfal: Çocuklar.]

Âhiret Yolu
Sokakta sâde bir «âmîn!» sadâsıdır gidiyor:
Mahalle halkı birikmiş, imam duâ ediyor.
Basık bir ev; kapının iç yanında bir tâbût,
Başında çınlayan âvâzı dinliyor, mebhût.
Denildi: «Fâtiha!», âmîni kestiler; bu sefer,
Göğüsler inledi, derken, açık duran eller,
Hazîn alınları bir kerre okşayıp indi;
Deminki zemzemeler bir zaman için dindi.
Duyuldu sonra imâmın nidâ-yı mağmûmu,
Diyordu:
– Söyleyin, Allâh için, şu merhûmu,
Nasıl bilirsiniz ey Müslümanlar?
– İyi biliriz!
– Yarın huzûr-i İlâhîde toplanıp hepiniz,
Bu yolda hüsn-i şehâdet edersiniz ya?
– Evet!
– İmam efendi, helâllik de iste, merhamet et…
– Helâl edin hadi öyleyse şimdi hakkınızı…
– Helâl edin, hadi bekletmeyin adamcağızı!
Cemâatin yüreğinden kopup «helâl olsun!»
Nidâ-yı saffeti, birden cenâze, âh-ı derûn
Misâli uğradı evden; fezâda yükseldi.
İçerde başladı bir cûş-i nevhadır şimdi;
Baş örtüsüyle kadınlar gözüktü pencereden:
– Bıraktın öyle mi, en sonra kardeşim, bizi sen?
– Yıkıldı dostlar evim, barkım… Âh gitti kocam…
– Dayım melek gibi insandı; ben nasıl yanmam.
– Tamam otuz senedir komşuyuz da bir kerre,
Kızıp da «ey!» demiş insan değildi, hemşîre!
– Zavallı Remziye! Boynun büküldü evlâdım…
– Babam ne oldu?
– Baban… Öldü.
– Etme Ayşe Hanım,
Bu söylenir mi ya? Hicrân olur zavallı kıza…
– Ayol, şu öksüzü bir parçacık avutsanıza…
Açın da cumbayı etrâfa baksın ağlamasın…
Göründü cumbada baktım ki tombalak, sarışın,
Sevimli bir küçücük kız… Beşinde ancak var.
Donuk yanakları üstünde parlayan yaşlar,
Zavallının eriyen rûh-i bî-günâhı idi.
Benim o mersiye yâdımda ağlıyor ebedî.
Sefîne-pâre ki sırtında mevc-i bî-hissin
Yüzer… Önünde ademden nişâne bir engin
Çeker durur onu sâhil-cüdâ açıklarına;
Bakar mı bir taşın üstünde durmuş ağlayana?
Cenâze dûş-i cemâatte çalkalandıkça,
O tahta-pâreye benzerdi, düşmüş emvâca.[404 - Emvac: Dalgalar.]
Nasıl duyar ki uzaklarda inleyen kadını?
Nasıl görür ki yetîmin hurûş eden yaşını?
Bu hây ü hûy-i kıyâmet-nümûn içinde söner,
Samîm-i hilkati sûzân eden enîn-i beşer.[405 - Hilkatin içini, özünü sızlatan beşer iniltisi.]
Değilmiş öyle geniş nâlenin hudûdu meğer:
Sokak bitip dönülürken kesildi mâtemler,
O tahta-pâre-i câmid, o iğbirâr-ı samût,[406 - Tahta-pâre-i câmid: Donmuş tahta parçası; İğbirar-ı samut: Sessiz iğbirar infial.]
Güzergehindeki eşbâhı bir mehîb sükût
İçinde haşr ederek, dalgalarla seyrediyor;
Zemîne bakmıyor artık, semâ deyip gidiyor.
Bu mahmilin neye sık sık değişsin efrâdı?[407 - Mahmil: Fil, deve vs. nin sırtına konan ve içine insan binen, küçük kulübeye benzer binek.]
Suâli fikre büyük bir hakîkat anlattı:
Evet bekâ ezecek cism-i zâr-ı fânîyi,
Vücûd çekmeyecek ömr-i câvidânîyi,
Bu bâr-ı müdhişin altında titreyip dizler,
Dayanmıyor üç adımdan ziyâde dûş-i beşer!
Ağır ağır gidiyorken cenâze kâfilesi,
Nihâyet oldu musallâ birinci merhalesi.
Çıkınca üstüne son minberin hatîb-i memât,
Açıldı dîde-i im'âna perde perde hayât.
***
Senin en son serîrindir şu bî-pervâ uzanmış taş,
Ki nermin hâb-gâhından çıkar, bir gün vurursun baş!
Elinde yok halâs imkânı, mâdâm’el-hayât uğraş…
O, mutlak, sedd-i râhındır, aşılmaz… Muktedirsen aş![408 - Pervasızca uzanmış yatmış olan şu taş, senin en son yatacağın bir sedirdir. Yumuşak yatağından çıkıp bir gün ona baş vuracaksın. Yaşadığın müddetçe uğraşsan da, onun elinden kurtuluş imkânı yoktur. Hayat yolunda yürüyüp gitmene mâni ve aşılmaz bir settir. Bak, aşabilirsen aş.]
Musallâ: Müncemid bir mevcidir eşk-i yetîmânın;
Musallâ: Âhıdır, berceste, mâtem-zâr-ı dünyânın;
Musallâ: Minber-i teblîğidir dünyâda, ukbânın;
Musallâ: Ders-i ibrettir, durur pîşinde irfânın.[409 - Musalla: Öksüzlerin donmuş gözyaşı dalgasıdır. Musalla: Dünya mâtem-hanesinin kalbinden fırlamış bir ahtır; Musalla; Allah’ın insana minber-i tebliğidir. Musalla: Ehl-i irfân önünde bir ibret dersidir.]
Bu minberden iner nâsûta en müthiş hakîkatler,
Bu yerden yükselir lâhûta en hâlis kanâatler.
Civârından geçer zulmette bî-pâyan hayâletler:
Kefen-ber-dûş geçmişler, kalan üryan sefâletler.[410 - Bu minberden nâsut âlemine en müthiş hakîkatler iner. Buradan lâhut âlemine en yüksek kanaatler yükselir. Karanlıklarda onun civârında, sayılmakla bitmez hayaletler geçer. Çıplak sefâletler kefenleri omzunda olarak geçmişler.]
Babam, kardeşlerim, evlâdım, annem… Belki bunlardan
Muazzez bildiğim kıymetli birçok yâr-i cân el'ân,
Bu taştan atfeder, zanneylerim, dünyâya son im'ân…
Benim rûhum bu heykelden duyar hâmûş bin efgân![411 - Babam, kardeşlerim, çocuklarım ve annem, belki de bence bunlardan muazzez olan birçok can dostu, bu taştan dünyaya son bir nazar atfediyor sanırım. Ruhum, bu ölüm heykelinden binlerce sessiz figan duyar.]
Serîr-i saltanatlar devrilir, altüst olur dünyâ;
Müşeyyed bürc ü bârûlar düşer bir bir, bu taş hâlâ,
Zamânın dest-i tahrîbiyle, durmuş, eyler istihzâ;
Bütün mevcûda hâkim bir adem timsâlidir gûyâ.[412 - Saltanat tahttan devrilir; dünya altüst olur; müstahkem burçlar ve bârûlar birer birer düşer de bu taş, zamanın tahripçi eliyle âdeta alay eder. O, sanki bütün mevcudata hâkim bir yokluk timsalidir.]
Namaz kılındı; dua bitti. Kârban, yoluna
Düzüldü taht-ı memâtın girip birer koluna.
Yarım saat henüz olmuştu. Yolcular durdu;
Demek ki; komşusu dünyânın âhiret yurdu.
Cenâze indi omuzdan yavaş yavaş, sonra,
Sokuldu servilerin ortasında bir çukura.
Atıldı üstüne üç beş kürek kemikli çamur,
Kabardı toprağın altında bir çıban, bir ur!
Evet, çıban, ki yatan duymuyorsa dehşetini,
Dönün de arkadakinden sorun fecâatini;
Sükûn içinde uyurken şu bir yığın toprak,
İlel'ebed o küçük rûh çırpınıp duracak!..

İstiğrâk
Tasavvur et ki muzlim bir şeb-i ecrâm-ı nâ-peydâ:
Yatar heybetli âgûşunda dûrâdûr bir feyfâ;
Düşen gümrâh için yol bulma yok emvâc-ı zulmetten;
Gidilmez… Her adım attıkça bir girdâb olur rehzen;
O rîkistâna batmış, çalkanan seyyâh-ı âvâre,
Nasıl müştâk ise bir nûra, bir necm-i rehâkâre,
Sana ey lem'a-i ümmîd ben de öyle müştâkım;
Görün bir kerre, zîrâ pek karanlık oldu âfâkım![413 - Karanlık ve yıldızsız bir gece tasavvur et ki onun heybetli kucağında uzaklara kadar yayılmış bir çöl yatmaktadır. İçine düşmüş ve yolunu kaybetmiş bir âvâre için, karanlık dalgalarından yol bulmak imkânı yok. Her adım attıkça önüme bir girdap çıkıyor ve yolu kesiyor. O kumluğa düşüp de çalkanan şaşkın bir seyyah, nasıl bir nura ve kurtarıcı bir yıldıza muhtaçsa, ey ümit ziyası, ben de sana öyle müştâkım. Bir kerecik olsun görün! Zira ufuklarım pek karanlıklaştı.]
Geçir pîş-i hayâlinden ki cûşâcûş bir umman:
Nişandır yükselen her mevc-i tûfan-hîzi bir dağdan;
Ölüm var, kurtuluş yok, sâhil-i imdâd uzaklarda;
Demâdem rûh titrer korkudan donmuş dudaklarda.
O coşkun unsurun savletleriyle uğraşan kimse,
Nasıl eyler tehâlük bir kenâr-ı tesliyet görse,
Muhât-ı lücce-i ye's olduğum bir böyle hâlimde,
Senin tayfın da aynıyle o sâhildir hayâlimde[414 - Coşmuş, tufanlar koparan dalgaları dağlardan nişane olmuş bir ummanı hayalinin önünden geçir! Öyle bir umman ki, ölmek muhakkak, kurtuluş muhâl, imdat edilecek sahil ise pek uzak. Korkudan donmuş dudaklarda ruh titreyip durmakta. O coşkun suların saldırışlarıyla uğraşan kimse, bir teselli kenarı görünce nasıl tehalükle oraya atılmak isterse ümitsizlik dalgalarıyla ihata edilmiş olduğum şu âlemde senin tayfın hayalime aynıyla o sahil gibi görünür.]
Düşün âvâre bir mâder ki: Evlâdından olsun dûr;
Tahayyül eyle yâhut bir yetîm-i hânümân-mehcûr;
O bedbahtın nasıl evlâdı hiç gitmezse yâdından;
Nasıl çıkmazsa mâder, öksüzün bir dem fuâdından;
Benim yâdım da, ey ârâm-ı can, yâd-ı güzînindir.
Ne yapsam çünkü manzûrum, senin feyz-i mübînindir:
Çemen emvâc-ı nûrundur, fidanlar yâl ü bâlindir;
Sulardan akseden sûret cemâl-i lâyezâlindir.[415 - Evlâdından ayrı kalmış âvâre bir ana düşün, yahut hânûmânından ayrılmış bir öksüz tahayyül et. O talihsiz ananın hatırından evlât hâtırası nasıl çıkmazsa, öksüzün kalbinden de anasının yâdı nasıl ayrılmazsa, ey ruhumun medar-ı aramı, senin hâtıran da benim hatırım da öylece durmaktadır. Çünkü ne yapsam gördüğüm senin apâşikâr olan feyzindir. Çimenler, nurunun dalgaları, fidanlar boyunun bosunun timsali, sularda akisler yapan suret de zeval bulmaz olan cemalindir.]
Hırâm-ı nâzenînindir o raksan mevceler cûda;
Mutarrâ nükhetindir gizlenen ezhâr-ı hoş-bûda.
Leyâlin sînesinde hâba dalmış nâzenîn eshâr,
Eder gîsûna yaslanmış cebîn-i pâkini ihtâr.
Nigâhından saçılmış lem'alardır pîş-i hayrette
Yüzen ecrâm-ı nûrânûr bahr-i sermediyyette.
Zemin lebrîz-i âsârın; semâ pâmâl-i envârın:
Avâlim hep merâyâ-yı nazar pîrâ-yı dîdarın.[416 - Derede oynaşan dalgacıklar nazlı salınışın, güzel kokulu çiçekler de gizlenen taze taze rayihandır. Gecelerin koynunda uyumakta olan nazlı seherler, saçlarına yaslanmış pak ve parlak alnını hatırlatır. Ebediyet denizinde yüzen nurlu yıldızlar, hayret önünde senin bakışından saçılmış lem'alardır. Zemin, eserlerinle dolu, sema nurlarının altında. Bütün âlemler, didarının nazar süsleyen birer aynasıdır.]
***
Çekilmek istemiş de subh-dem bir câ-yı tenhâya,
Oturmuş sâhil-i deryâya, dalmıştım temâşâya.
Henüz âfâk açılmıştı: Semâ mahmûr idi hattâ
Nümâyân olmamıştı hâb-gâhından güneş hâlâ…
Derin bir samte müstağrak, leb-i deryâda hiç ses yok…
Sabâ durgun, sular durgun, bütün eşyâda durgunluk!
O ferş-i nîlgûn üstünde, tıfl-i nâzenin-vâri,
Uyurken dâye-i bîdâr-ı subhun tıfl-ı envârı;
Güneş, pîşinde dağlar perde-dâr olmuş, harîminden
Görünmüş, sonra şehrâhında yükselmişti tedrîcen.
Teâlî eyleyince bir zaman bâlâ-yı kudrette,
Ziyâlar mevc mevc oldu o pehnâ-yı rükûdette.
Bu cûşişler o dalgın havz-ı sîmîni uyandırdı;
Sabâ enfâs-ı sevdâ-perveriyle dalgalandırdı.
Açıklardan gelen emvâc-ı peyderpeyle, sâhilden
Demâdem oldu vecd-efzâ, hazin bir nağme, bir şîven.
Kulak verdim o âhenge; meğer âheng-i şi'rinmiş!
O cûşiş-zâr olan kulzüm, senin ummân-ı fikrinmiş,
Güneş: Rûhun imiş; bir huzme şeklinde inen nûru
O menbâdan hurûşan sânihanmış doğrudan doğru.
Tecellî etti artık, anladım: Sensin bütün dünyâ…
Bu senlikte fakat ey yâr-i gâib, ben neyim âyâ?[417 - Sabah vakti tenha bir yere çekilmek istemiş, deniz kenarında oturup etrafı seyre dalmıştım. Ufuklar yeni açılmış, sema mahmûrdu. Güneş de yattığı yerden henüz görünmemişti. Leb-i deryada hiç ses yoktu. Her yer derin bir sükûta dalmıştı. Sabâ ile sular durgundu. Hülâsa her şeyde durgunluk vardı. O, mavi yatak, yani denizin sathı üstünde uyanık sabah dadısının nur çocuğu, bir tıfl-ı nâzenin gibi uyurken güneş, dağların perdedarlık ettiği hariminden görünmüş ve derece derece yolunda yükselmişti. Sema-yı kudrete doğru yükseldikçe o râkit genişlikte ziyalar dalga dalga oldu. Bu coşma hareketleri o gümüş havuzu uyandırdı. Sabâ da sevdalı nefesiyle o sath-ı sükûnu dalgalandırdı. Açıklardan ve birbiri arkasından gelen dalgalarla sahilden hazin bir nağme, müessir bir şiven vecd ve istiğrakımı artırdı. O âhengi dinledim, meğer şiirin âhengi, o coşup kabaran deniz de fikrinin ummanı imiş. Güneş ruhun, onun demet şeklindeki şuaları, güneş kadar parlak olan sânihatınmış. Dünyanın senden ibaret olduğu artık nazarımda tecelli etti. Fakat ey görünmeyen sevgili; bu umumî senlikte acabâ ben miyim?]

Âmin Alayı
«Gözüm ki kâne boyandı, şarâbı neyleyeyim?
Şarâbı neyleyeyim?
Ciğer ki odlâre yandı, kebâbı neyleyeyim?
Kebâbı neyleyeyim?
Ne yâre yâradı cismim, ne bâna, bilmem hiç!
İlâhî, ben bu bir avuç türâbı neyleyeyim?
Türâbı neyleyeyim?
Âmin – Âmin!»[418 - Hüzzâm makaâmında bir ilâhî.]
En önde, rahlesi âgûş-i ihtirâmında,[419 - Âguş-i ihtirâm: İhtirâm, saygı kucağı.]
Ağır ağır yürüyen bir dokuz yaşında melek;
Beş on adım geriden, pîş-i ihtişâmında,[420 - Pîş-i ihtişamında: İhtişamın önünde.]
Şafak ziyâları hattâ ufûl edip gidecek
Kadar lâtif, iki mâsûmu bir açık payton
Vakâr u nâz ile çekmekte; arkasında bunun,
Küçük adımlı yaman bir tabur ki hayli uzun!
O rûhtan daha sâfî olan yüreklerden,
Zaman zaman bir ilâhî terâne yükseliyor;
Bu cûş-i saffetin aksiyle tâ meleklerden
Zemîne doğru bir «âmin!» sadâsıdır geliyor.
Muhîti her birinin bir sabâh-ı nûrânûr,
Bütün bu kâfile efrâdı, pür-sürûd-i sürûr,[421 - Pür-sürûd-i sürûr: Sevinç cıvıltısı içinde.]
Yarıp önünde duran halkı muttasıl gidiyor!
Bu bir ketîbe-i ma'sûmedir ki, ey millet:[422 - Ketîbe-i ma'sûme : Mâsûm kafile, kalabalık.]
Selâma durmalısın şanlı rehgüzârında;
Bu bir cenâh ki: Âtîde bir ufak hareket
Yapıp cihanları oynatmak iktidârında!
Gelir de sâye-i imdâd-ı Hak'ta bir gün, bu
Girer diyâr-ı meâlîye doğrudan doğru.
Bu ancak işte, eğer varsa, şanlı bir ordu!
Evet, ilerlemek isterse kârbân-ı şebâb,[423 - Kârbân-ı şebap : Gençlik kafilesi.]
Yolunda durmaya gelmez. O, çünkü durmayarak,
Sabâh-ı sermed-i âtîye eylemekte şitâb;[424 - Âtinin sermedî hayatına koşuyor.]
O, çünkü isteyemez hâle katlanıp durmak!
Onun kudûmü için nâzenîn-i istikbâl
Açarda sîne, o olmaz mı per-güşâ-yi visâl?
Durur mu artık onun karşısında, mâzî, hâl?
Fakat o zemzemeler uçtu hep dudaklardan…
Sürûd-i neşve bu âlemde pek süreksizdir!
Ağır ağır geçiyorken alay sokaklardan,
Gelir de caddenin ağzında mıhlanır, dikilir,
Mehîb manzara bir anlı şanlı gerdûne;
İçinde pudralı üç kanlı çehre! Neyse yine,
Yol açtı bir iri ses mevkibin geçip önüne:
– Siz, ey heyâkil-i bî-rûhu devr-i mâzînin,[425 - Mazinin cansız heykelleri.]
Dikilmeyin yoluna kârbân-ı âtînin;[426 - Kârbân-ı âti: İstikbâl kafilesi.]
Nedir tarîkını kesmekte böyle isti'câl?[427 - istical: Acele etmek.]
Durun, ilerlesin Allah için, şu istikbâl.

Hasbihâl
«Mâ medâ fâte, ve’l-müemmelü gaybun Felekes-sâatü’lleti ente fîhâ»[428 - Geçen dem fevt olup gitmiştir, istikbalse gaiptir; Kişi ancak zaman-ı bî-sebat-ı hâle sâhiptir.]
Büyük bir şâirin düstûr-i hikmettir şu ihtârı;
Velev duymuş da olsan yolsuz olmaz şimdi tekrârı:
«Geçen geçmiştir artık; ân-ı müstakbelse mübhemdir;
Hayâtından nasîbin: Bir şu geçmek isteyen demdir.»
Evet, mâzîye ric'at eylemek bir kerre imkânsız;
Ümîdin sonra istikbâl için sağlam mı? Pek cansız!
Bu günlük iş bugün lâzım yapılmak, yoksa ferdâya
Bırakmışsan… O ferdâlar olur peyveste ukbâya!
Benim on beş yıl evvelden kalan işler durur hâlâ;
Yarın bir başlayıp yapsam demiştim, bak, demin hattâ!
Müsevvifler için dünyâda mahvolmak tâbîîdir.[429 - «Heleke’l-müsevvifûn.» (Bugünün işini yarına bırakanlar helâk olur.) Hadîs-i Şerif.]
Bu bir kânûn-i fıtrattır ki yok te'vîli: Kat’îdir.[430 - Büyük bir şairin ihtarı olan yukarıdaki beyit büyük bir hikmet düstûrudur. Onu evvelce duymuş da olsan şimdi tekrar edilmesi yersiz olmaz :Evet. Geçen, artık geçmiştir, gelecek zaman ise meçhul ve müphemdir. Hayatından nasîbin ancak hal, yani şu geçmek üzere olan demdir. Maziye dönmek mümkün olmadığı gibi istikbal ümidi de cansızdır. Onun için bugünkü iş bugün yapılmalıdır. Yarına bırakırsan o (yarın)lar mahşere kadar sürer.Benim on beş yıl evvelinden beri yapacağım işler hâlâ durmaktadır ki, onlar için, az önce «yarın başlayıp yapsam» demiştim. Müsevvifler, yani bugünün işini yarına bırakanlar için mahvolmak tabiî bir şeydir. Bu, bir yaradılış kanunudur, hem de hiç tevil götürmez.]
Sakın ey nûr-i dîdem, geçmesin beyhûde eyyâmın;
Çalış hâlin müsâidken… Bilinmez çünkü encâmın.
Diyorlar: «Ömrü insânın yetişmez kesb-i irfâna…»
Bu söz lâkin değildir her nazardan pek hakîmâne.
Muhakkaktır ya insalar için bir gâye-i âmâl;
Edenler ömrünün sâtini hakkıyle isti’mâl,
Zafer yâb olmasın isterse varsın asl-ı maksûda,
Düşer bir maksad idrâk eyleyip bir zıll-i memdûda.
Evet, her türlü ma’nâsıyla irfan durdurur azmi…
Fakat, insanlığın ma’nâsı olsun öğrenilmez mi?
Cibillîdir taharrî-i hakîkat hırsı âdemde,
Onun mahsûlüdür meşhûd olan âsâr âlemde.
Atâlet fıtratın ahkâmına mâdem ki isyândır;
Çalışsın, durmasın her kim ki da’vâsında insândır.
Zuhûr etmekle her ma’lûma karşı bir alay meçhûl?
Neden olsun o ma’lûmâtı idrâk eyleyen medhûl?
Evet ma’lûm olanlar olmayan şeylerle bir nisbet
Edilmiş olsa, gâyet az çıkar evvelkiler elbet;
Fakat câhille âlim büsbütün nisbet kabûl etmez:
O bir kördür, bu lâkin doğru yoldan hiç udûl etmez.
Diyor Kur’an: “Bilenler, bilmeyenler bir değil. Heyhât
Nasıl yeksân olur zulmetle nûr, ahyâ ile emvât!”
Bu hikmetler bedîhîdir senin indinde elbette;
Fakat, çok sevdiğimdendir ki, tekrâr eyledim işte.
Sadedden gâliba ayrılmıştım… Söz neydi ihtâr et!
Dalarsam nûr-i dîdem, böyle bâzen, durma bîdâr et!
Usandın sen de gerçek hikmetimden, hasbihâlimden;
Beş on söz kaldı lâkin dinle nazm-ı bî-meâlimden;
Diyorlar: “İ’tirâf-ı cehl iken tahsîlin encâmı,
Nedir beyhûde itâb eylemek şehbâl-i ikdâmı?”
Evet, lâkin varıp ser-hadd-i ma’lûmâta bir insan,
O gâyetten demek lâzım ki: “Yok irfân için imkân!”
Hakîkî i’tirâf altında parlar zılli irfânın;
Budur insanlığın ma’nâsı en son zevki vicdânın.

Bebek Yâhut Hakk-ı Karâr
Bizim Cemîle Ferîde'yle bir sabah gelerek,
«Unutma beybaba, akşam birer hotozlu bebek,
Getir, kuzum…» dediler. Ben de kızların keyfi
Kırılmasın diye reddetmedim şu teklîfi.
Kiraz dudaklı, üzüm gözlü, inci dişli, iki
Edâlı yosma getirdim. Aman o akşamki
Sevinme hâlini bir görmeliydi yavruların!
Durup oturmadılar hiç, dedim: «Yatın da yarın,
Bütün gün oynayınız…» Nerde! Kim yatar? O gece,
-Yemekte sızmaya me'lûf olan- Ferîde'mce,
Kabul olunmayacak söz olursa, yatmaktı.
Yatar mı hiç? O nasıl hisli bir yumurcaktı.
Ferîde'nin yaşı beş yok; Cemîle'ninki yedi;
Şu var ki, abla hanım pek hanım tavırlı idi.
Büyük kız oynadı bir parça, sonradan yattı;
Küçük sabaha kadar hep bebeğni hoplattı.
Ne ninniden alıyormuş, ne öyle hoppaladan…
«Işıl ışıl bakıyor â! Bebek değil, afacan!»
Sabaha karşı tükenmiş mecâli yavrucuğun:
Mışıl mışıl uyuyor… Değmeyin aman uyusun.
Benim bulunmadığım bir zamanda kız uyanır;
Bebeği uyutmak için evde üç saat kapanır.
– Aman da pek yaramaz, uyku sıçramış başına.
Bakın beşik de getirdim, bakın yatar mı şuna?
Yatar mısın seni maymun? Kapar mısın gözünü!
Acık da dinlesen olmaz mı annenin sözünü;
Kapandı işte gözün… Oh, şimdi artık, yat!
Bebek ne yaptı bilinmez ki, sonradan, pat pat,
Dayak sadâları akseylemiş öbür odaya.
Güzel güzel uyumuş olsa kız da dövmez ya.
***
Gelince akşama, baktım, Ferîde pek düşkün.
Durur mu ablası? Ben sormadan atıldı:
– Bugün
Ne yaptı, beybaba, bilsen… Zavallıcık bebeğe?
– Ne yaptı?
– Dövdü bir âlâ, sonunda kırdı.
– Niye?
– Bilir miyim, ona sor… Kız, getir bebeğni hadi!
Ferîde kaçtı yanımdan, getirmek istemedi.
Çiçek çıkarmışa dönmüş, getirdiler ki, yüzü;
Birer kafes gibi kalmış o kuş bakışlı gözü.
Başında saçtan eser yok, ayak topal, kollar
Omuzdan oynamıyor, kim bilir ne illeti var?
O kanlı canlı bebek şimdi işte bir kötürüm…
– Bu ölmüş artık ayol, göm götür de, hem ne ölüm!
***
Ferîde kaldı bebeksiz, Cemîle'ninki fakat,
Güzel güzel duruyor; olmuyor ne kör, ne sakat.
Günün birinde beraberce oynuyorlarken,
Alıp Ferîde hazin bir niyâz tavrı hemen:
– Bebeğni ver, acıcık oynayım, kuzum abla!
Demez mi? Kız ne diyor?.. Gâlibâ: «İnâyet ola!»
Verir miyim sana ben hiç bebeğmi, yağma mı var?
– Hasislik etme, kızım, ver!
– Alırsa sonra kırar.
– Nasıl kırar a canım? Etme oynasın, veriver!
– Olur mu beybaba?
– Elbet olur.
– Kırarsa eğer?
– Yarın sabah sana ben başka bir bebek alırım.
Bizim müdâheleden sonra “Oyna al bakalım!..”
Deyip Ferîde’ye kerhen uzattı kız bebeği,
Ferîde’nin yüzü gülmüştü, baktım, iy’den iyi.
Sevindi, oynadı, lâkin bu müsteâr sürûr
Süreksiz oldu…
– Ver artık!
– Acık daha, ne olur?
– Bakındı beybaba?
– Kız, ver de sonradan yine al,
Mal olmaz insana, âdet değil emânet mal
Tekerrür etti birazdan şu yolda aynı niyâz:
– Bebeğni ver yine olmaz mı? Oynayım.
– Olmaz!..
Ben ilitimâsı dirîğ etmedim ikinci sefer.
– Çok oldu beybaba, ya! Sonra her zaman ister!
– Demin de aldı, hemen verdi, içlenir, yapma!
Sen ablasın ne kadar olsa…
– Başka vermem ama,
Çabuk verirsen eğer al da oyna kız, haydi…
Ferîde’nin bu sefer keyfi pek yolundaydı.
Epeyce dandiniler yaptı, hayli hoplattı;
Bebek kolunda, hasırlarda bir zaman yattı.
Fakat ne çâre! Gelip çattı vakt-i istirdâd,
Kızın nazarları beyhûde etti istimdât.
Cemîle istedi ısrâr edip emânetini,
Çocuk da verdi, fakat görmeliydi hiddetini!
Büyük kızın eziyordu gurûr-ı ma’sûmu,
Bebek elinde gezerken, şu tıfl-ı mahrûmu.
Ağır gelir ona elbette karşıdan bakmak.
Sokuldu bak yine, hiç şüphe yok ki: Yalvaracak,
“Bebeğni ver” diye, lâkin ben eylemem ibrâm.
Hayır, değil bu edâ, bir edâ-yı istirhâm:
“Bebeğmi ver!” demesin mi üçüncüsünde kıza?
Meğer hukuk da bilirmiş bakın şu saygısıza!..

Yemişçi İhtiyar
Sinîn-i ömr-i şedâid-güzîni olmalıdır,
Cebîn-i pâkine pîrin bu çîn-i ye’si veren.
Elinde tartısı, dûşunda mülk-i seyyârı;
Yürür… Önünde mezâr, arkasında bin şîven!..
Zaman olur ki, uzaklarda bir serâb-ı muzî
Nümâyişiyle, gözünden geçer hayâl-i vatan;
Sönük nigâhını bîdâr ederdi belki ümîd,
Hayâle olsa müsâid bu meşy-i tâb-efgen!
Çeker şu bârı hayâtında hep hayâtı için;
Bilinse âh, şu bâr-ı hayâtı çekme neden?..

İtirâf
Safahât’ımda, evet, şi'r arayan hiç bulamaz;
Yalınız, bir yeri hakkında: «Hâzîn işte bu!» der.
– Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya?
– Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!

Safahat
İkinci Kitap
Süleymâniye Kürsüsünde
Kardeşim Fatîn Hoca’ya
Köprü’den çok geçerim; hem ne kadar geçtimse,
Beni sevk etmedi bir kerrecik olsun ye’se,
Ne Haliç’in o yosun çehreli miskin suları;
Ne onun hilkate küsmüş gibi durgun kenarı!
Herkesin hissi bir olmaz. Meselâ karşıdaki
Sâhilin, başbaşa vermiş, düşünen, pis, eski,
Ağlamış yüzlü, sakîl evleri durdukça, sizin
İçinizden acı şeyler geçecek hep… Lâkin,
Bak benim öyle değil… Siz de biraz şâir olun:
Meselâ, geçtiğiniz yalpa yapan tahta yolun
Cedd-i merhûmu aceb sal mı demekten ne çıkar?[431 - Dinî, Felsefî Musâhabeler, sayfa: 121.]
Geliniz farz edelim biz bunu: Sâbih bulvar!
Köprüler asma köprü imiş Avrupa âfâkında…
Varsın olsun, o da bir şey mi? Bizim Şark’ın da,
Böyle daldırma olur… Hem açınız âsârı,
Köprünün nerde görülmüş, hani, tahte’l-bahrı?
Anladım: Ben ne kadar şi’re özensem de, demek,
Seni ey sevgili kâri’, bu telakkî, pek pek,
Azıcık güldürecek… Yoksa öbür yanda hazîn
Bin hakîkat sırıtırken kıyısından denizin,
Diyeceksin ki: “Hayâlin yeri yoktur… Boşuna!”
Ya şu timsâl-i İlâhî de mi gitmez hoşuna?
Öyle ta'zîb-i nigâh eyleme bedbîn olarak,[432 - Ta'zib-i nigâh eyleme: Gözlerini yorma, bakışlarını işkenceye uğratma.]
Bırak etrâfı da, karşında duran ma'bede bak:[433 - Yeni Câmi]
Başka bir sâhile gehvâre-i emvâcından,[434 - Gehvâre-i emvaç: Dalgalar beşiği.]
Böyle şeh-dâne çıkarmış mı yakınlarda zaman?..[435 - Şeh-dâne: Büyük ve kıymetli inci.]
Ne seher-pâre-i sân'at ki ezelden mahmûr…
Leb-i deryâdan uçan bir ebedî hande-i nûr![436 - Leb-ı derya: Deniz kıyısı; Hande-i nûr: Nûr gülümsemesi.]
Sanki ummân-ı bekânın ezelî bir mevci[437 - Umman-ı bekâ: Bekâ, ebediyet okyanusu.]
Yükselirken göğe, donmuş da kesilmiş inci!…
Bu güher-pârenin eb'âd-ı semâvîsinde,[438 - Eb'ad-ı semâvîsinde: Semâvî eb'adında, sema gibi sonsuz uzaklıklarında.]
Yorulan dîdelerin hâke neden insin de,
Levse dalsın yeniden? Etme, yazıktır, olmaz,
Garba tevcîh ediver, gel onu sen şimdi biraz:
Dur da Ma'bûd’una yükselmek için ilme basan[439 - Süleymaniye Camii’nin temellerinden bir kısmını da medreseler teşkil eder.]
Ma'bedin hâlini gör, işte serâpâ îman!…[440 - Serapa iman: Baştan başa iman]
Yüce dağlar gibi âfâka döşerken sâye,
O, bekâdan daha câzip kesilen âbideye
Bir nazar, zevk-i bedîîni yeter tatmîne…
Durma öyleyse urûc et o ziya âlemine.[441 - Uruc et: Yüksel.]
O ziyâ âlemi bilmez ki karanlık ne demek;
O semâvî yuva kirlenmedi, kirlenmeyecek!
Onu i'lâ eden etmiş ebediyyen i'lâ…[442 - İ'lâ eden: Yükselten.]
Etse dünyâları tûfan gibi levs istilâ.
Bu, semâlarda yüzen şâhikanın pâk eteği,
Karşıdan seyredecektir o taşan mezbeleyi.
Yerin altında sinen zelzeleler fışkırsın;
Yerin üstünde ne bulduysa devirsin, kırsın;[443 - Kitabın 1928 den önceki ilk baskılarında, bu ve sonraki mısralar farklıdır:Yerin üstünde duran velveleler haykırsın;Hakkı son sadme-i kahrıyla devirsin butlan;]
Hakkı son sadme-i kahrıyla bitirsin isyan;[444 - Sadme-i kahr: Kahır çarpması.]
Edebin şimdiki mânâsına densin «hezeyan»;
Kalmasın, hâsılı, altüst olarak hissiyât,
Ne yüreklerde şehâmet, ne şehâmette hayât;
Yine kürsî-i mehîbinde Süleymâniyye,
Kalacak, doğruluğun yerdeki tek yurdu diye.
Yıkılır bir gün olur medreseler, ma'bedler;
En temiz yerleri en kirli ayaklar çiğner;
Beşeriyyet yeni bir din tanıyıp ilhâdı,[445 - İlhad: Dinsizlik.]
Beşerin hâfızasından silinir Hakk’ın adı;
Gömülür hufre-i târîhe meâlî… Lâkin[446 - Hufre-i tarih: Tarih çukuru, tarih mezarı; Meâli: Yüksek hâtıralar]
Yine tek bir taşı düşmez şu Hudâ lânesinin;[447 - Hudâ İanesi: Allah evi.]
Yine insanlığa nâ-mahrem olan bîgâne,
Bu harîmin ebediyyen giremez sînesine;
Yine yâdındaki Mevlâ’yı şu dört tane minâr,
Kalbe merbût birer dil gibi eyler ikrâr;
Yine mâzîye gömülmez bu muazzam çehre:
Leş değildir ki atılsın, o, umûmî kabre!
Şimdi ey sevgili kâri', azıcık vaktin eğer
Varsa -memnun olacaksın- beni tâkîb ediver.
Gireriz koynuna, düşsek bile şâyed yorgun,
Karşıdan baktığımız heykel-i nûrânûrun .
Göreceksin: O harîmin ebedî zıllinde,
San'atın rûhunu seyyâl bulut şeklinde[448 - Seyyal: Akıp giden.]
“Gördüğüm var.” deme! Gel bir de berâber görelim.
Nereden? Haydi şadırvan kapısından girelim:
Bir musanna’ kemer; üstünde kurulmuş Tevhîd;
Daha üstünde bir âyet ki: Hudâ’dan te’yîd,
Emr-i mevkût-ı salâtın bize kat’iyyetine.
Şöyle bir baktı mı insan, kapının hey’etine,
Evvelâ her iki yandan oluyor çehre-nümûn:
Mütenâzır iki mihrâb, iki âzâde sütûn.
Sonra göz yükseliyor doğru yarım kubbelere,
Ki dayanmış biri sağdan, biri soldan kemere.
İstalaktitle donanmış o hazîn sîneleri,
Okşayıp nûr-i nazar, geçti mi artık ileri.
Geliyor kısmen açılmış iki heybetli kanat,
Ki teârîci, telâfîfi ne müdhiş san’at!
Sanki Mevlâ, mütefekkir, kocaman bir beyni,
Açıvermiş bize, göstermek için her yerini.
Görüyor şimdi nazar girdi mi derhâl içeri:
Aynı eb’âd ile tesbît edilen kubbbeleri.
Avlunun sâha-i üryânına bin sâye-i nûr
Döşeyen bunca kemerlerle sütunlarda, vakûr
Bir tenâzur yoruyor görmek için irkileni.
Yalınız iç kapının üstüne yükseltileni,
-Mutlaka medhali göstermek için olmalı ki-
Bir siyâk üzre atılmış, sıralanmış öteki
Kubbelerden daha yüksek, daha vâsi’ duruyor.
Aynı heybetli kanatlar göze tekrar vuruyor.
Aşar aşmaz eşiğinden bu musanna’ bâbın,
Şu yarım kubbe -ki pîrâyesidir mihrâbın-
Çarpıyor çeşm-i temâşâya, asıl kubbe değil.
Buna eş lâzım, evet, olmamak olmaz kâbil.
Yoksa ihmâl edilir şey mi tenâzur burada?
İşte tam ondaki eb’âda nazîr eb’âda,
Semt-i re’sinde duran aynı da mâlik, hele bak!
“Bu yarım kubbeler elbette açık durmayacak,
Mutlaka birleşecektir” diye beş hatve kadar
Atıverdin mi, görür kubbeyi hayretle nazar…
Ki dayanmış sanacaksın o yarım kubbelere,
Ama pek doğru değil… Karşıki dört yekpâre
Gıranittir taşıyan başları üstünde onu,
Kahramanlar ki, asırlar bükemez bir kolunu!
Mâ’bedin şimdiki târîfe bakarsak, az çok:
Müstatîl olması îcâb edecek. Öyle mi? Yok!
Şu, sütunlar ana dîvârına bağlanmak için,
Ara yerlerden atılmış müteaddit kemerin
Konarak sırtına şâhin gibi durmakta olan
Kubbeler yok mu ya? Onlar buna vermez meydan.
Nerden îcâb ediyor sonra bu âvâre zehâb?
O kadar ince tutulmuş ki tenâzurda hesâb:
Hâricen kubbenin üstünden inen hatt-ı mümâs:
Ediyor her iki cânibde tamâmiyle temâs,
Tarafeynindeki san’atlı yarım kubbelere.
Artık ey sevgili kâri', gel otur orta yere,
Cephe dîvârına bak, camlara bak, minbere bak!
Sonra mihrâb ile mahfillere, kürsîlere bak.
İşte her cephede, her yerde demâdem görünen,
Lâkin esrâra bürünmüş gibi mübhem görünen,
Seni bîtâb-ı telâkkî bırakan âyâtın,
Kalarak mülhem-i âvâresi hissiyyâtın,
Dalgalansın da, denizler gibi, kalbinde celâl;
Görmesin dîdelerin reng-i sivâ, reng-i zılâl![449 - Sivâ: Allahtan başkası; Zılâl: Gölgeler.]
Vecde gel, vahdete dal, âlem-i kesretten uzak…[450 - Âlem-i kesret: Çokluk âlemi.]
Yalınız Sâni’i gör, san'atı, masnûu bırak![451 - Sâni: Yaratan; Masnu': Yaratılan.]
Ben de bir yer bularak şöylece tenhâ dalayım.
Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temâşâ kalayım![452 - Mahv-ı temaşa: Temaşa içinde, seyir içinde kendinden geçmek.]
Mâbedin cephe cidârındaki loş pencereler,
Güneşin sırtına bir ince tül atmış, esmer,
Mütemâdî sağıyor dâhile bir gölgeli nûr.
O inen perde-i seyyâl arasından manzûr,[453 - Perde-i seyyal: Seyyal, su gibi akıcı bir perde.]
Koca bir mahşer-i îmân ki ezelden medhûş…[454 - Mahşer-i iman: îman mahşeri, bir mahşer ki orada yalnız imanlar toplanmış.]
Sîneler vecd ile pür-cûş, dudaklar hâmûş!
Diz çöküp mermerin üstünde yalın kat hasıra,
Bekliyor hepsi münâcâtı: Onun şimdi sıra.
Esiyor cevv-i mehîbinde bu vahdet-zârın,[455 - Vahdet-zâr: Birlik âlemi.]
Ebedî nefha-i rahmet ki, o binlerce yığın,[456 - Nefha-i rahmet: Rahmet nefesi.]
Gölge şeklindeki eşbâha taayyün veriyor:[457 - Taayyün veriyor: Şekil ve suret veriyor.]
Tepeden tırnağa zerrât-ı vücûd ürperiyor.[458 - Zerrat-ı vücut: Vücudun zerreleri.]
İnliyor nâle-i gayret der ü dîvârından,
Dâr duydukça gelen sayhayı deyyârından.[459 - Deyyâr: Evin içinde oturan; dâr: Ev.]
Rûhlar yanmada bî-tâb-ı tecellî kalarak,[460 - Bitâb-ı tecelli: Tecelliden bitap, yorgun kalan.]
Dîdeler nâ-mütenâhî, ebedî müstağrak.
Âkıbet, başladı mahfilde hazin bir feryâd;
Yeniden coştu eninlerle o bî-hûş eb'âd.
Bir de baktım ki: O saftan uzanmış kollar,
Varacak sanki yarıp boşluğu Mevlâ'ya kadar!
Şimdi üç bin kişinin sîne-i mâsûmundan
Kopan «âmîn» sadâsıyle icâbet-lerzan!
Sonra, bir okşanarak titreyen ellerle cibâh,[461 - Cibâh: Cepheler, alınlar.]
Döndü kürsîye o âvâre cemâat nâgâh.
Kimdi kürsîdeki? Bir bilmediğim pîr ammâ,[462 - 1928 baskısındaki bir matbaa hatası yüzünden, bu mısradaki «bilmediğim» kelimesi, «bildiğim» veya «bildiğimizi şeklinde, yanlış olarak yeni harfli 9. baskıya kadar devâm etmiştir.]
Hiç de bîgâne değil kalbe o câzib sîmâ.
Bembeyaz lihye-i pâkiyle, beyaz destârı,[463 - Lihye-i pak: Tertemiz sakal.]
O mehib alnı, o pek mûnis olan dîdârı,
Her taraftan kuşatıp, bedri saran hâle gibi,
Ne şehâmet, ne melâhat veriyor, yâ Rabbi!
Hele gözler iki mihrâk-ı semâvîdir ki:
Bir şuâiyle alevlendiriyor idrâki.
Âh o gözlerden inen huzme-i nûrâ-nûrun,[464 - Huzme: Demet.]
Bağlı her târ-ı füsunkârına bin rûh-i zebun![465 - Târ: Tel.]
– Beni kürsîde görüp, va'zedecek sanmayınız;
Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız!
Dînin ahkâmını zâten fukahânız söyler,[466 - Fukahâ: Din bilginleri, dinin fıkhını bilen ulema, bilginler.]
Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,
Bana siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyleyeyim;
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim,
Şark-ı Aksâ'dan alın, Mağrib-i Aksâ'ya kadar,[467 - Şark-ı Aksa: Uzak Doğu; Magrib-i Aksa: Uzak Batı. Fas.]
Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var![468 - İlk baskılarda bu beytin yerinde şu mısralar vardır:Şarktan başlayarak Mağrib-i Aksâ'ya kadar,Asya'nın, Avrupa'nın, Afrika'nın nerde ki varMüslüman sâkin olan bir yeri, mutlak gittim;Hepsinin hâlini, mâzîsini tetkîk ettim.]
Beni yormuştu bu yıllarca süren yolculuğun
Daha başlangıcı… Lâkin, gebereydim yorgun,
O zaman belki devâm eyleyemezdim yoluma;
Yoksa ârâm edemezdim. Bana zîrâ «Durma,[469 - Âram etmek: Durmak, dinlenmek.]
Yürü, azminde devam et…» diye vermezdi aman,
Bir sadâ benliğimin fışkırıp a'mâkından.[470 - A'mak: Derinlikler.]
O sadâ işte benim gayret-i dîniyyemdir,
Coşuvermez mi, içim sanki yanardağ kesilir;
Yeniden davranırım, eğlenemem bir yerde.
Ne cihan kaygusu derman bu devâsız derde;
Ne de can, sonra filân duygusu engel, heyhat!
Can, cihan, hepsi de boş, «gâye»dedir varsa hayat.
Bir zamanlar yine İstanbul'a gelmiştim ben.
Hâle baktıkça fakat, ümmetin âtîsinden
Pek derin ye'se düşüp Rusya'ya geçtim tekrar.
Geçmeseydim edeceklerdi ya zâten icbâr!
Sığmıyor en büyük endâzeye işler artık;
Saltanat nâmına, din nâmına bin maskaralık…
Ne felâket, ne rezâletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
Bir siyâset ki didiklerdi, eminim Karakuş!
Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pîr,
Haydi Mâbeyn-i Hümâyû’na!.. Ya bâlâ, ya vezîr!
Ümmetin hâline baktım ki: Yürekler yarası!
Ne bir ekmek yedirir iş, ne de ekmek parası.
Kışla yok, dâire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem… Her ne sorarsan, hep yok!
Kalmamış terbiye askerde. Nasıl kalsın ki?
Birinin ömrü mülâzımlıkta geçerken öteki,
Daha mektepte iken tayy-ı merâtible ferîk![471 - Tayy-i merâtib: Mertebeleri, rütbeleri aşarak.]
Bir müşirlik mi var? Allâhu veliyy’üt-tevfîk!
Hele ilmiyye bayâğdan da aşâğ bir turşu!
Bâb-ı Fetvâ denilen dâire ümmî koğuşu.
Ana karnından icâzetlidir, ecdâda çeker;
Yürüsün, bir de sarık, al sana kâdîasker!
Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, âdî;
Ne Hudâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,
Güç okur, hiç yazamaz, bir sürü hırsız çetesi…
Hani, can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!
Belki üç beş kişi olsun bulur, irşâd ederim,
Diye etrâfa bakındımsa da, endîşelerim
İnkılâb eyledi bir nâmütenâhî ye'se,[472 - İnkılâb eyledi: Döndü, çevrildi.]
Görünüp sûret-i haktan kimi söylettimse.
Ekseriyyet kafasız; varsa biraz beyni olan:
«Bu hükûmet şu ahâlîye biçilmiş kaftan!
Kime dert anlatacaksın? Hadi anlat şimdi…
Ben mi kaldım, neme lâzım!» diyerek yan çizdi.
Hüsn-i zanneylediğim bir iki fâzıl hocanın,
İstedim fikrini açmak; dedim: «Artık uyanın!
Memleket mahvoluyor, din de berâber gidiyor;
Size Kur'an, bakınız sâde uzaktan mı diyor?»
– Memleket mahvolacak, olmayacak… Baştakiler,
Düşünürler ona, mevcût ise, bir çare eğer.
Gelelim dîne: Ne mümkün çalışıp kurtarmak?
Bedee’d-dînu garîben… sözü elbet çıkacak…»[473 - «Din garib olarak başladı ve başladığı gibi olacak…» meâlindeki hadîs-i şerif.]
Dediler. Yoklayayım şimdi avâmın da biraz,
Nedir efkârı, dedim. Hey gidi vurdum duymaz!
Öyle dalgın ki, meğer sûrunu İsrâfil'in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!
Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nâsiye bir seng-i mezar![474 - Seng-i mezar: Mezar taşı.]
Duymamış kaygı denen duyguyu vicdânında.
Okunur her birinin cephe-i hüsrânında,
«Ne gelenden haberim var, ne gidenden haberim;
Serserî-gûne gelelden beri sersem gezerim!»
Eskiden kalma bu söz, sanki o cansız beyinin,
Doğmadan rahmet-i Mevlâ’ya göçüp gittiğinin,
Dest-i kudretle yazılmış ezelî hâtırası!
«Geliyor rûhun için Fâtiha çekmek sırası;
Yazık ey millet-i merhûme!» dedikten sonra;
Atladım Rusya'ya gitmekte olan bir vapura.
O zaman Rusya'da hâkimdi yaman bir tazyik…
Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik?
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
Medenî Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu?
Süngü, kurşun gibi kestirme ölümlerle ölen;
Yâhut işkenceler altında ecelsiz gömülen:
Ne soluk var, ne ışık var, ne otur var, ne durak,
İki üç yüz kulaç altında zemînin, çıplak,
Aç, susuz işletilen kanları donmuş canlar,
Size milyonla desem, fazlası yok, eksiği var!
Bilmiyorlar ki bu şiddetlerin olmaz hükmü:
Göz yılar önce, fakat, sonra kanıksar ölümü.
Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,
Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele![475 - Hazele: Aşağılık gürûhu.]
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak;
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!
Hangi mâsûmun olur hûnu bu dünyâda heder?[476 - Hûn: Kan.]
Yoksa kânûn-i İlâhî’yi de yırtar mı beşer?
Evvelâ gizlice bir matbaa te'sis ettim;
Beş on öksüz bularak basmacılık öğrettim
Kalemim çokça pürüzlüydü, fakat çâresi ne?
Sonra, bilmem kimin üslûbu!.. Avâmın nesine!
Dilimin döndüğü şîveyle bütün gün yazdım;
Okuyanlar o kadar çoktu ki, hiç ummazdım.
Usta, âsârını verdikçe çocuklar bastı;
Altı ay geçti, bizim matbaanın çıktı adı.
Göğsü imanlı beş on tâne fedâî gelerek,
Dediler: «Sen ne basarsan, onu tevzî edecek
Vâsıtan işte biziz, korkulacak şey yoktur…
Para lâzımsa da bildir ki verenler bulunur.»
Bir cerîdeyle hemen başlayıverdim va'za.
Zaten en başlıca yol halkı budur îkâza.
Medeniyyetteki insanlar için matbûât,
Şimdi kürsîlerin en yükseği. Lâkin, heyhât,
Sizde hiç böyle değil, belki tamâmen aksi:
En fena bir cereyan gösteriyor en iyisi.
Müslüman unsuru az çok uyanıktır orada;
Biz de ancak bunu tezyîd ediyorduk arada.
Parasızlıktı bidâyette işin korkulusu;
Ağniyâ altını bezletti etekler dolusu…[477 - Ağniyâ: Zenginler; Bezletti: Bol bol verdi.]
Açtık oldukça güzel medreseler, mektepler;
Okuyup yazmayı tâmîme çalıştık yer yer,[478 - Tamim: Umumîleştirmek.]
Tatar'ın yüzde bugün altmışı hakkîyle okur;
Ruslar'ın halbuki nisbetleri gâyet dûndur.
Ağniyâ, zannederim, sizde de az çok olacak…
Şu kadar var ki, çürük tahtaya basmazlar ayak!
Fukarânız kılıyor, aklına geldikçe, namaz;
Ağniyânızda da, hiç yoksa, zekât olsa biraz.
Şöyle dursun bu temennîye kulak vermeleri,
Sadr-ı âzam paşanız fitre alır, sunsa biri!
Sonra zenginlerimiz: «Haydi gidin, fen getirin.»
Diye, her isteyenin şahsına bilmem kaç bin
Ruble tahsîs ile sevkeylediler Avrupa'ya;
Pek fedâkâr idi hemşehrilerim doğrusu ya.
Bu giden kâfileden birçoğu cidden tahsîl
Ederek döndü. Fakat geldi ki üç beş de sefîl,
Hepsinin nâmını telvîse bihakkın yetti…
Gönderenler ne peşîmân oluyorlar şimdi!
Hiç unutmam ki, cömerdin biri, hem zengin adam,
Beni yüzdürdü nihâyette şu sözlerle: «İmam,[479 - Bu mısra ilk baskılarda:«En cömerd zengin iken şöyle cevap verdi bana:» şeklinde iken, son baskıda bu şekle sokulmuştur. «Yüz dürdü» ifâdesi «Yüz dürmek: Surat asmak» tabiriyle ilgili olmalı.]
Günde on kerre gelip istediniz, hep verdim.
Yine vermezsem eğer millet için, nâ-merdim.
Yalınız, ehline gitsin bu emekler… Olur a,
İş bizim Avrupa yârânına benzer sonra!
Hâli ıslâh edecekler, diyerek kaç senedir,
Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir?
Geldi bir tânesi akşam, hezeyanlar kustu!
Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu.
Bir selâmet yolu varmış… O da neymiş? Mutlak,
Dîni kökten kazımak. Sonra, evet, Ruslaşmak!
O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız
Şu tutundukları gâyet kaba, pek mânâsız
Örtüden sıyrılacak… Sonra da erkeklerden,
Analık ilmini tahsîl edecekmiş… Zâten,
Müslümanlar o sebepten bu sefâlette imiş :
Ki kadın «sosyete» bilmezmiş, esârette imiş!..
Din için, millet için iş görecek alçağa bak;
Dîni pâmâl edecek, milleti Ruslaştıracak!
Bunu Moskof da yapar, şimdi rızâ gösterelim;
Başka bir mârifetin varsa haber ver görelim!
Al okut, «Avrupa tahsîli…» desinler, gönder,
Servetinden bölerek nâ-mütenâhî para ver;
Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğin!
Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin!
Sâde bir fuhşumuz eksikti, evet, Ruslardan…
Onu ikmâl ediverdik mi, bizimdir meydan!
Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne…
Acırım tükrüğe billâhi, tükürsem yüzüne.
Demiş olsaydı eğer: «Kızlara mektep lâzım…
Şu kadar vermelisin» kahrolayım kaçmazdım,
Elverir sardığımız bunları halkın başına…
Ben mezârımda huzur istiyorum, anladın a!
Biraz insâfa gelin, öyle ya artık ne demek?
Zengin olduk diye, lânet satın almak mı gerek?»
İşte biz böyle didinmekte, çalışmakta iken,
Bir sabah üç tanıdık, seslenerek pencereden,
Dediler: «Şimdi hükûmet basacak matbaanı…
Durmanın vakti değildir. Hadi kaldır tabanı!»
Bir işâretle çocuklar çekilip tâ geriye,
Daldılar hepsi birer sesleri çıkmaz deliğe,
Onların nevbeti geçmiş, sıra gelmişti bana:
Yolu tuttum yalınız doğruca Türkistan'a.
Gece gündüz yürüdüm bulmak için Taşkent'i;
Geçtiğim yerleri ta'dâda mahal yok şimdi.[480 - Ta'dâda mahal yok: Saymağa lüzum yok.]
Uzanıp sonra Buhârâ'ya, Semerkand'e kadar;
Eski dünyâda bakındım ki ne âlemler var?
Sormayın gördüğüm âlemleri, hiç söylemeyim:
Yâdı temkînimi sarsar da kan ağlar yüreğim.[481 - Temkin: Metanet.]
O Buhârâ! O mübârek, o muazzam toprak!
Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!
İbn-i Sinâ’ları yüzlerce doğurmuş iklîm,
Tek çocuk vermiyor âgûşuna ilmin, ne akîm![482 - Akîm: Kısır.]
O rasad-hâne-i dünya, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
Ay tutulmuş, «Kovalım şeytanı kalkın!» diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!
Bu havâlîde cehâlet ne kadar çoksa, nifak
Daha salgın, daha dehşetli… Umûmen ahlâk
—«Pek bozuk!» az gelecek – nâmütenâhî düşkün!
Öyle murdârını görmekte ki insan fuhşun;
Bırakın, söylenemez: Mevkiimiz câmi'dir;
Başka yer olsa da tafsîle hayâ mâni'dir.
Ya taassupları? Hiç sorma, nasıl maskaraca?
O uzun hırkasının yenleri yerlerde, hoca.
Hem bakarsın eşi yok dîne teaddîsinde,[483 - Teaddî: Tecavüz.]
Hem ne söylersen olur dîni hemen rencîde!
Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid'at;
Şer'i tağyîr ile, terzîl ise: -hâşâ- sünnet!
Ne Hudâ'dan sıkılırlar, ne de Peygamber'den.
Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden
Çekecek memleketin hâli ne olmaz? Düşünün!
Sayısız medrese var gerçi Buhârâ'da bugün…
Okunandan ne haber? On para etmez fenler,
Ne bu dünyâda soran var, ne de ukbâda geçer!
Üdebâ doğrusu pek çok, kimi görsen: Şâir.
Yalınız, şi'rine mevzû iki şeyden biridir:
Koca millet! Edebiyyâtı ya oğlan, ya karı…
Nefs-i emmâre hizasında henüz duyguları![484 - Nefs-i emmâre: İnsana her şeyi buyuran, her arzusunu yaptırmak isteyen, her tecavüzü ve her ihtirası teşvik eden nefis.]
Sonra tenkîde giriş: Hepsi tasavvufla dolu:
Var mı sôfiyyede bilmem ki ibâhiyye kolu?[485 - İbâhiyye: Her şeyi mubah gören ve her yasağı yapma mesleği.]
İçilir, türlü şenâatler olur, bî-pervâ;
Hâfızın ortada dîvânı kitâb’ül-fetvâ ![486 - Kitabü’l-fetvâ: Fetva kitabı.]
«Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!»
Urefâ mesleği; âlâ, hem ucuz hem de şeker!
Şu kadar var ki şebâbında ufak bir gayret
Başlamış… Bir gün olup parlayacaktır elbet.
O zaman işte şu toprak yeniden işlenerek,
Bu filizler gibi binlerce fidan besleyecek!
Çin'de, Mançurya'da din bir görenek, başka değil.
Müslüman unsuru gayet geri, gayet câhil.
Acabâ meyl-i teâlî ne demek onlarca?
«Böyle gördük dedemizden!» sesi milyonlarca
Kafadan aynı tehevvürle bakarsın, çıkıyor!
Arş-ı âmâli bu ses tâ temelinden yıkıyor[487 - Arş-ı amal: Emeller, ümitler tahtı.]
Görenek hem yalınız Çin'de mi salgın? Nerde!
Hep musâb, âlem-i İslâm o devâsız derde.[488 - Musab: Musibete uğramış, malûl.]
Getirin Mağrib-i Aksâ'daki bir Müslümanı;
Bir de Çin sûrunun altında uzanmış yatanı;
Dinleyin her birinin rûhunu: Mutlak gelecek,
«Böyle gördük dedemizden!» sesi titrek titrek!
«Böyle gördük dedemizden!» sözü dînen merdûd;
Acabâ sâha-i tatbîki neden nâ-mahdût?[489 - Nâmahdud: Hudutsuz.]
Çünkü biz bilmiyoruz dîni. Evet, bilseydik,
Çâre yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik.
«Böyle gördük dedemizden!» diye izmihlâli
Boylayan bir sürü milletlerin olsun hâli
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur'ânın,[490 - Muhkem: Sağlam.]
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mânânın:
Ya açar nazm-ı celîlin, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler, geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkîyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!
Bu havâlîdekiler pek yaya kalmış dince;
Öyle Kur'ân okuyorlar ki: Sanırsın Çince!
Bütün âdetleri âyîn-i mecûsîye karîb,[491 - Ayin-i mecûsîye karîb: Mecûsîlerin âyinine yakın.]
Bir şehâdet getirirler, o da oldukça garîb.
Yalınız, hepsi de hürmetle anar nâmınızı.
Hiç unutmam, sarılıp hırkama bir Çinli kızı,
Ne diyor anlamadım, söyledi birçok şeyler;
Sonra me'yûs olarak ağladı… Bîçâre, meğer,
Bana Sultân'ı sorarmış da, «nasıldır?» dermiş;
Yol yakın olsa imiş, gelmeyi isterlermiş!
Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvîre zafer-yâb olamam, hayrettir!
Şu kadar söyleyeyim: Dîn-i mübînin orada,
Rûh-i feyyâzı yayılmış, yalınız şekli Buda.
Siz gidin, safvet-i İslâm’ı Japonlarda görün!
O küçük boylu, büyük milletin efrâdı bugün,
Müslümanlıktaki erkânı siyânette ferîd;
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhîd.
Doğruluk, ahde vefâ, va'de sadâkat, şefkat;
Âcizin hakkını i'lâya samîmî gayret;
En ufak şeyle kanâat, çoğa kudret varken;
Yine ifrât ile vermek, veren eller darken;
Kimsenin ırzına, nâmûsuna yan bakmayarak,
Yedi kat ellerin evlâdını kardeş tanımak;
«Öleceksin!» denilen noktada merdâne sebat;
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat,[492 - Terk-i hayat: Hayatı terk etmek, canı feda etmek.]
İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmeyerek,[493 - İhtirasat-ı hususiye: Şahsî ihtiraslar.]
Nef'-i şahsîyi umûmunkine kurbân etmek…[494 - Nef-i şahsî: Şahsî menfaat.]
Daha bunlar gibi çok nâdire gördüm orada.
Âdemin en temiz ahfâdına mâlik bir ada.
Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle…
O da sâhiplerinin lâhik olan izniyle.
Dikilip sâhile binlerce basîret, im'ân;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!
Garb’ın eşyâsı, eğer kıymeti hâizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!
Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.
Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde…
«Togo» nun umduğunuz tavrı mı vardır? Nerde!
«Gidelim!» der, götürür! Sonra gelip tâ yanıma;
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.
Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada;
Sâde Osmanlı'ların gayreti lâzım arada.
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulemâ, vahy-i Îlâhî’yi mi bilmem, bekler?
Hind'i baştan başa gezmekti murâdım, lâkin,
Nerde olsam, beni tâkibi yüzünden polisin,
Tâkatim bitti de vazgeçmede muztar kaldım;
Kaldım ammâ yine her mahfile az çok daldım.
Besliyormuş bereket versin, o iklîm-i kadîm,
«Rahmetullâh»a, muâdil daha yüzlerce hakîm,
Rûh-i edyânı görür, hikmet-i Kur'ânı bilir[495 - Ruh-i edyân: Dinlerin ruhu.]
Ulemâ var ki: Huzûrunda bugün Garp eğilir.
Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de:
Bunların birçoğu tahsil eder İngiltere’de;
Sonra dindaşlarının rûhu olur, kalbi olur;
Çünkü azminden, ölüm çıksa, o dönmez, sokulur.
Öyle, maymun gibi, taklîde özenmek bilmez;
Hiss-i milliyyeti sağlamdır onun, eksilmez.[496 - Hiss-i milliyet: Millî duygu.]
Garb'ın almışsa herif, ilmini almış yalınız,
Bakıyorsun: Eli san'atlı fakat, tırnaksız!
Fuhşu yok, içkisi yok, himmeti yüksek, gözü tok;
Şer'-i ma'sûma olan hürmeti bizlerden çok.[497 - Son mısralar, ilk baskılarda şöyledir:Öyle maymun gibi taklîd-i zevahir tanımaz.Dîni irfanı yeter; başka mefahir tanımaz.Beyni var, şapkası yok; san'atı var, tırnağı yok;Şer'-i ma'sûma olan hürmeti benden bile çok.]
Böyle evlât okutan milletin istikbâli,
Haklıdır almaya âgûşuna istiklâli.
Yarın olmazsa, öbür gün olacaktır mutlak…
Uzak olmuş ne çıkar ? Var ya bir âtî, ona bak!
Haydarâbâd'a giderken, beni teşyîe gelen
Mîzebânın ne hazin çıktı şu ses kalbinden:
«Âh biz hayra yarar unsur-i îman değiliz…
Hind'in İslâm’ını pek Türk'e kıyâs etmeyiniz.
Onların ruh-i şehâmetle coşan kanları var;
Bizde yok öyle samîmî asabiyyet, o damar.
Bu ağır zillete ukbâya kadar mahkûmuz…
Duymuyor çektiği hüsranları zîrâ çoğumuz!
Varsa ümmîdimiz: Osmanlıların şevketidir,
Onu bir kerre işitsek… Bu saâdet yetişir.»
Beni ağlattı herif. Lâkin onun genç oğlu,
Dedi: «Yok, öyle değil; sîne-i millette dolu,
Galeyân emrine âmâde, hamiyyetli yürek;
Şu kadar var ki henüz kendini göstermeyecek.
Geçiyor şimdi esâretle deyip eyyâmı,
Müslümanlar gibi mâzîsi büyük bir kavmi,
Ebedî zillete mahkûm edemem doğrusu ben.
Daha bîçâre miyiz yoksa Mecûsîlerden?
Diyeceksin ki: Asırlarca sefîlâne hayat,
Söndürür meyl-i meâliyi nihayet… Heyhât![498 - Meyl-i meali: Yüce duygulara meyil.]
Göz yumulmakla kör olmaz; külün altında ateş,
Ne kadar kalsa bunalmaz; hele bir aç, hele eş!
Şunu öğretti ki İngiltere tahsîli bana:
Milletin, memleketin böyle sefîl olmasına
Bir sebep varsa, havâssın geriden bakmasıdır…
Yoksa, Şark'ın bu zekî unsuru her feyzi alır.
Müslümanlık gibi, mâhiyyeti cidden yüksek,
Sonra, vicdanları bir nefhada tehyîç edecek,
Dîn-i fıtrîdeki bir milleti irşâda ne var?
Daha yüksek mi aceb Şark'ı ezen fıtratlar,
Kâbiliyyetçe? Hayır, ben buna aslâ kanmam.
Adam ister, yalınız etmeye bir kavmi adam!
«Doğru yol işte budur, gel!» diye sen bir yürü de,
O zaman bak ne koşanlar göreceksin sürüde!
Evvelâ beynine bir fikr-i nezîh aşlayarak;
Hangi bir Müslümanın göğsüne tuttumsa kulak;
Şunu duydum ki: Onun hiç sesi çıkmaz, kalbi,
En temiz his ile vurmakta çocuk kalbi gibi.
Sîneler gayzını fâş etmeye dursun varsın;
Vakti gelsin, o zaman var mı yürek, anlarsın!»
Haydarâbâd'a yetiştim ki, bütün Hindistan,
«Verdi Kânûn-i Esasîyi nihâyet Sultan!»
Diye birdenbire çalkandı. İnan, kâbil mi?
Hiç o binlerce havâtır kemirirken içimi,[499 - Kanûn-i Esâsî: Anayasa; Havâtır: Hatıralar.]
Bir cılız «belki!» nasıl hepsini tenkîl etsin?
Ansızın başladı beynimde ümîdin, ye'sin,
Doğduğumdan beri hiç görmediğim bir harbi…
O ne müthiş helecanlardı, aman yâ Rabbi?
«Verdi Kânûn-i Esâsî…» Bu, çıkar rü'yâ mı?
Yok canım öyle değil: Milletin istirhâmı,
Şekl-i tehdîd alıvermiş, o da muztar kalmış…
Hangi millet acabâ? Her ne işitsen yanlış.
Cûşa geldikçe fakat aynı terâneyle cihan,
Görür oldum dönen işlerde yedu’llâhı nihan.[500 - Yedu’llah: Allahın kudret eli; Nihan: Gizli.]
Bu ne şâhın işi, yâ Rab, ne sipâhın kârı…
Bu senin kudretinin havsala-çâk esrârı![501 - Havsala-çâk: Anlayışı parçalayan.]
Yurdumun gülmeyen evlâdını artık güldür…
Ağladım sonra çocuklar gibi hüngür hüngür.
Azıcık rûhuma, a'sâbıma geldikte sükûn…
Döndü vaz'iyyeti birdenbire, baktım, yolumun;
Bir gün evvel yetişip dalmak için sînenize,
Boyladım sâhili, sâhilden açıldım denize.
Gemi enginde iken bende de engindi hayâl,
Kevser içmiş sofunun hâline benzer bir hâl!
Ömrü haybetle cehennemde geçen hâne-harâp,
Verseler cenneti şaşkın gibi çekmez ya azâp;
Ben de rûhumdaki zulmetleri artık koğdum;
En büyük hasmım olan ye'si nihâyet boğdum.
Bahr-i Umman’da henüz çalkanıyormuş tekne…
Attı hülyâ beni tâ Marmara sahillerine!
Görüyordum, iki üç bin mil açıktan bakarak,
Şu sizin kapkara İstanbul'u kardan daha ak.
Parlıyor alnı uzaktan ayın on dördü gibi:
Gülüyor: İşvesinin câzibeler müncezibi.
Ne gezer şimdi o zillet, o sefâlet? Heyhât!
Bu ne müthiş azamettir, o ne müthiş dârât!
Sayısız mektep açılmış; kadın, erkek okuyor;
İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.
Gece gündüz basıyor millete nâfi' âsâr;[502 - Nâfi' âsâr: Faydalı eserler.]
Âdetâ matbaalar bir uyumaz hizmetkâr.
Mülkü baştan başa i'mâr edecek şirketler;
Halkın irşâdına hâdim yeni cem'iyyetler,
Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;
Gemiler sâhile boydan boya servet taşıyor…
Hasır üstünde bu rü'yâları görmekte iken,
İki mel'un gözün altında ayıldım birden:
Müslüman düşmanı bir Rus tanırım çoktandır…
Nerde görsem, kaçarım, çiftelidir çünkü katır!
Hele Osmanlıların nâmı anıldıkça biter;
Ne eyer kâbil olur sırtına vurmak, ne semer!
Rusya'dayken beni gördükçe gelir, derdi: «İmam,
Oku sen yoksa işin… Öldü sizin hasta adam!
Çıkmıyor vâris-i meşrûu da bizden başka…»
Beni kaç kerreler ağlattı bu hınzırca şaka!
Yine lâhavle deyip geçmede kaldım muztar;
Çünkü altüst olacak bunca tasavvurlar var…
İşte hülyâlarımın canlı yerindeyken, of,
Nüksedip karşıma çıkmaz mı o illet Moskof!
Gözlerim çoktan açık olması, derdim: Kâbûs…
İyi amma nereden bitti bu kurnaz câsûs?
Ayak üstünde dikilmiş gözümün tâ içine
Bakıyor, hem de o şimşek gibi gözlerle yine!
– Çelebim, gel bakalım, gel!.. Dikilip durma, çay iç!
Hasta canlandı, ne dersin? Bunu ummazdın a hiç…
Kahraman milleti gördün ya: Biraz silkindi,
Leş yiyen kargaların sesleri birden dindi!
Eski sevdâları kâbilse, unutsun Ruslar…
– Ne dedin? Anlamadım! Hey gidi hülyâcı Tatar!
Kahraman milleti gördün… dediğin Türkler mi?
Sana söylersem eğer, şimdi düşündüklerimi,
Ebediyyen bu hayâlâta vedâ eylersin.
– Ya senin votkacılardan mı hayır beklersin?
– Hasta canlandı, o iş bitti! diyorsun; heyhât!
Olamaz böyle sefîl ümmet için hakk-ı hayât.
Duyulan nağme-i hürriyet onun son nefesi;
Yaşamaz yoksa, emin ol ki, bu barbar çetesi,
Medenî Avrupa’nın dâmen-i irfânında;
Asya’nın belki o kumluk Arabistan’ında,
Lâşe hâlindeki bir devlete vardır medfen…
Anlıyordum ki: Herif çatlayacak ye’sinden.
İntikâmın olamaz böyle müsâid sırası,
Diye, nerdeyse bulup hasmımın artık yarası,
Başladım deşmeye. Lâkin bu cedel başlayalı,
Dinliyormuş bizi şâhin gibi bir Afganlı.
Vâkıâ Rusça konuştuk, yine külhâni, fakat,
Seslerin tavrına çoktandır edermiş dikkat.
Çay semâverlerinin hepsini birden yıkarak,
Rus’u gırtlaklayıvermez mi? «Aman, etme bırak!»
Demeden, şaşkını yağmur gibi ıslattı hacı!
Ne tuhaftır ki: Zuhûr etmedi bir dâvâcı.
Etse zâten ne çıkar? Hak zıpırındır; yalınız
Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü cılız!
Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı, pazar
Nâ’radan çalkanıyor! Öyle ya… Hürriyyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… Doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hülyâ ile, gözler kızgın.
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehrin ahâlîsini takmış peşine;
Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli;
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrâfını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak…
– Yaşasın!
– Kim yaşasın?
– Ömrü olan.
– Şak! şak! şak!
Ne devâirde hükûmet, ne ahâlîde bir iş!
Ne sanâyi', ne maârif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir: Zâbıta yok, râbıta yok;
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok.
«Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı…»
Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı!
İlmi tazyîk ile tâlim, o da bir istibdâd…
Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen âzâd!
Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan…
Sahneden sahneye koşmakta bütün şâkirdan.
Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.[503 - Muzmer: İnsanın içinde gizlediği şey.]
Dalkavuk devri değil eski kasâid yerine,[504 - Kasâid: Kasideler.]
Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!
Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,
Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete,
İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!
Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hâzır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor!
Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa'ya…
Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya!
Hakka tefvîz ile üç tane yetişmiş kızını;[505 - Hakka tefvîz: Allah’a havâle.]
Taşıyanlar bile varmış buradan baldızını,
Analık ilmi için Paris'e, yüksünmeyerek…
Yük ağır, ecri de nisbetle azîm olsa gerek!
Şüphesiz yıktı o hulyâları meşhûdâtım…
Ama ben kendimi bir müddet için aldattım:
Galeyandır… Galeyan geldi mi kalmaz mantık…
Su bulanmazsa durulmaz… Hele sabret azıcık…
İyi, lâkin ne kadar beklemiş olsan, işler,
Eskisinden daha berbat, iyileşmek ne gezer!
Vatanın tâkati yoktur yeniden ihmâle:
Dolu dizgin gidiyor, baksana, izmihlâle!
Ey cemâat, uyanın, el verir artık uyku!
Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu?
Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,
Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin.
Söyletip başka memâlikteki mahkûmîni;
Hâkimiyyet ne imiş, öğreniniz kıymetini.
Yoksa, onsuz ne şu dünyâ kalır İslâm'a, ne din…
Kuşatır millet-i mahkûmeyi hüsrân-ı mübin.[506 - Hüsran-ı mübîn: Apaçık hüsrân.]
Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm'ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…[507 - Haybet: Mahrum ve meyûs olma.]
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez…
Son siyasetse bu! Hiç böyle siyâset yürümez![508 - Bu mısraın ilk baskılardaki şekli : Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez!]
Sizi bir âile efradı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.
Siz bu dâvada iken yoksa, iyâzen-billâh,
Ecnebîler olacak sâhibi mülkün nâgâh.
Diye dursun atalar: «Kal'a içinden alınır.»
Yok ki hiçbir işiten… Millet-i merhûme sağır!
Bir değil mahvedilen devlet-i İslâmiyye…
Girdiler aynı siyâsetle bütün makbereye.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
Bırakın eski hükûmetleri meydandakiler
Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer.
İşte Fas, işte Tunus, işte Cezâyir, gitti!
İşte İrân'ı da taksim ediyorlar şimdi.
Bu da gâyetle tabîi, koşanındır meydan;
Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan.
Müslüman, fırka belâsıyle zebun bir kavmi,
Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?
Ey cemâat, yeter Allah için olsun, uyanın!..
Sesi pek müthiş öter sonra kulaklarda çanın!..
Arzı oynattı yerinden yıkılırken İran…
Belki bir kıl bile ürpermedi sizden, bu ne kan!
Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber'den?
Ki uzaklardaki bir mü'mini incitse diken,
Kalb-i pâkinde duyarmış o musîbetten acı.
Sizden elbette olur rûh-i Nebî dâvâcı.
Ey cemâat, uyanın! Yoksa, hemen gün batacak.
Uyanın! Korkuyorum; leyl-i nedâmet çatacak!
Ne vapurlarla trenler sizi bîdâr etti!
Ne de toplar bu derin uykuya bir kâr etti!
Sizi kim kaldıracak, sûru mu İsrâfîl'in ?
Etmeyin!.. Memleketin hâli fenâlaştı… Gelin!
Gelin, Allah için olsun ki, zaman buhranlı;
Perdenin arkası -Mevlâ bilir ammâ- kanlı!
Siz ki son lem'a-i ümmîdisiniz İslâm'ın,[509 - Lem’a-i ümmid: Ümit pırıltısı.]
Dayanın gayzına artık medenî akvâmın!
Şimdilik sulha sebep ordunuzun kuvvetidir;
Bir de vaz'iyyet-i mülkiyyenizin kıymetidir.
Bu tezebzüble o kuvvet de fakat sarsılacak…
Çünkü isyanları bastırmaya me'mur ancak!
Ordu mâdâm ki efrâdını milletten alır;
Milletin keşmekeşinden nasıl âzâde kalır?
Öyledir, memleketin hâli düzelmezse eğer,
Kışlalar evlere, asker de ahâlîye döner!
Durmasın sonra kazan kaldıradursun ordu;
Düşmanın safları çiğner bu mukaddes yurdu!
Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer!
Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerîmin yâdı;
İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı.
Öyle meşbû-i şehâdet ki bu öksüz toprak:
Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!
Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,
Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil!
Hem vatan gitti mi, yoktur size bir başka vatan;
Çünkü mîrasyedi sâil, kovulur her kapıdan!
Göçebeyken koca bir devlete kurmuş bünyâd,
Çerge hâlinde mi görsün siz kalkıp ecdâd?
«Çerge hâlinde…» dedim… Korkarım ondan da tebâh:
Yurdunuz bir çökecek olsa, iyâzen billâh,[510 - Bu mısraın ilk baskılardaki şekli: Saltanat devrilecek olsa, iyâzen billâh.]
Öyle iğrenç olacak âkıbetin manzarası,
Ki tasavvur bile vicdanlar için yüz karası…
Azıcık bilmek için kadrini istiklâlin,
Bakınız çehre-i meş'ûmuna izmihlâlin:
Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş, yer yer,
Bin sefîl ordu ki efrâdı: Bütün âileler.
Hepsi aç, bir paralar yok, kadın, erkek çıplak,
Sokağın ortası ev, kaldırımın sırtı yatak!
Geziyor çiğneyerek bunları yüzlerce köpek;
Satılık cevher-i nâmus arıyor: Kâr edecek!
Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara!.
Kimi câmi'lerin artık kocaman bir opera;
Kiminin göğsüne haç, boynuna takmışlar çan,
Kimi olmuş balo vermek için âlâ meydan!
Vuruyor bando şu karşımda duran minberde;
O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde,
Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor;
İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor!
Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu…
Eski sâhipleri mülkün kapamışlar da yolu,
El açıp yalvarıyorlar yeni sâhiplerine![511 - Bir zamandan beri için için ağlayan cemaat bu levhanın karşısında feryadını zaptedemedi. Mabedin içi bir mahşer hâlini aldı. O hay ü huy arasında ihtiyarın ne söylediği bir müddet işitilemedi. Nihâyet, o da beş on dakika beklemeğe mecbur oldu.]
...............................................................
...............................................................
...............................................................
Bu sizin ağlamanız benzedi bir dîğerine:
Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra,
Tırmanır bir kayanın sırtına etrâfa bakar;
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya biçâreyi hüngür hüngür!
Karşıdan vâlide sultan bunu pek haklı görür,
Der ki: «Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;
Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi olsun ağla!»
Bırakın mâtemi yahu! Bırakın feryâdı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Gözyaşından ne çıkarmış? Neye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz!
Ye'se hiç düşmeyecek zerrece îmânı olan;
Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.
Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası
Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.
Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı,
Bilmemiz lâzım olur halkı da elbet cismi.
Bir cemâat ki dimâğında dönen hissiyyât,
Cismin âsâbına gelmez, durur âheng-i hayat;
Felcin a'râzını göstermeye başlar âzâ.
Böyle bir bünye için vermeli her hükme rızâ.
Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın:
«Medeniyyette teâlîsi umûmen Şark'ın,
Yalınız bir yolu tâkîb ederek kâbildir;
Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir.
Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,
Aynı izden sağa yahut sola hiç sapmamalı.
Garb'ın efkârını mâl etmeli Şark'ın beyni;
Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; yâni:
İçtimaî, edebî, hâsılı her mes'elede,
Garb'ı taklîd edemezsek, ne desek beyhûde.
Bir de din kaydını kaldırmalı, zîrâ, o belâ,
Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ!»
Gelelim şimdi, ne merkezde avâmın hissi…
Şüphe yoktur ki tamâmıyle bu fikrin aksi:
Görenek neyse, onun hükmüne münkâd olarak,
Garb'ın efkârını, âsârını düşman tanımak;
Yenilik nâmına vahy inse kabûl eylememek.
Şöyle dursun o teceddüd ki, dışardan gelecek,
Kendi milliyyetinin kendi muhîtinde doğan,
Yerli, hem haklı teceddütlere hattâ udvan![512 - Udvan: Düşmanlık.]
Müşterek hissi budur işte avâmın sizde.
Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış izde,
Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına.
Hiç o gitsin de dönüp bakmayarak arkasına,
Nâsın efkârı -ki efkâr-ı umûmiyye odur-
Gitmesin kendi yolundan… Bu nasıl kâbil olur?
Açılıp gitgide artık iki hizbin arası,
Pek tabîî olarak geldi nizâın sırası.
Yıldırımlar gibi indikçe «beyin»den şiddet,
Bir yanardağ gibi fışkırdı «yürek»ten nefret.
Öyle müthiş ki husûmet; mütefekkir tabaka,
Her ne söylerse fenâ gelmede artık halka;
Hem onun zıddını yapmak ebedî mu’tâdı.
Bir felâket bu gidiş … Lâkin işin berbâdı:
Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan,
Geldi efkâr-ı umûmiyyeye mühlik bir zan:
«Bu fesâdın başı hep fen okumaktır» dediler;
Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer.
Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün?
Çünkü, efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;
Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,[513 - Fünûn Fenler.]
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn,
Asr-ı hâzırda geçen fenlere sâhip denecek,
Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?
Mütefennin tanılan üç kişinin kıymeti de,
Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde.
Kim mesâîsini bir gâyeye vardırdı, hani?
Gösterin pâye-i tahkîke teâlî eden?[514 - Pâye-i tahkik: Tahkik payesi, bir ilme hakim olduktan sonra o ilme yeni ufuklar açacak olgunluğa varmak.]
Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık;
Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık.
Bu hakîkatleri lâkin kim okur, kim dinler?
Sivrilen züppelerin hepsi beş on söz beller,
Düşünür «Dîni nasıl yıkmalı bunlarla?» diye.
Böyle bir maksat için çok bile i'dâdiyye!
Üdebânız hele gâyetle bayağ mahlûkât…
Halkı irşâdedecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi, Garb'ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar!
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şi'r-i şebab?
Serserî: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylesof hepsi, fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allâh’a söver… Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
O benim en ebedî hasmım olan Rusya bile,
Hakkı teslîm edelim! Hiç de değildir böyle.
Mütefenninleri tâ keşfe kadar tırmanıyor;
Edebiyyâtı anıldıkça zemin çalkanıyor.
Kudretim yetse eğer, on yedisinden yukarı,
Üdebâ nâmına kim varsa, huduttan dışarı
Atarım taktırarak boynuna bah-nâmesini;
Okuyan yaftayı elbette çıkarmaz sesini.
Sonra bir tarz-ı telâfî bulurum: -gerçi garip-
Konturat akdederek Rusya'dan on, on beş edip
Getirir, yazdırırım millet için birçok eser!
Gâlibâ bahsi değiştirdi bu müz'ic sözler…
Nerde kaldıktı? Evet, ortada bir pis uçurum
Var ki, günden güne dehşetleniyor, korkuyorum,
-Kapatılmazsa, gelip bir yere şâyet efkâr-
Olmasın millet-i merhûmeye bir kanlı mezâr.
Hem o hüsrân-ı müebbetteki mes'ûliyyet,
Mütefekkirlere râci' kalacaktır elbet.
Başı boş kaldı mı, zîrâ şaşırıp ber-mûtât,
Bulamaz kendiliğinden yolu aslâ efrât.
Yalınız gösterilen yol tutacak yolsa gider;
Hissidir çünkü onun azmine dâim rehber.
Mütefekkirlerimiz anlamıyorlar sanırım,
Ki çemenzâr-ı terakkîde atılmış her adım,
Değişir büsbütün, akvâma, cemââte göre;
Başka bir kavmin izinden yürümek, çok kerre,
Âdetâ mühlik olur; sonra ne var, her millet,
Gözetir seyr-i tekâmülde birer ayrı cihet.
Bir de hâtırlamıyorlar ki, umûmen beşerin,
Dâimâ koştuğu son maksada yükselmek için;
Tutacak silsile akvâma değildir hep bir;
Belki her millet için ancak, o «mâhiyyet»tir,
Ki kopar kendisinin rûh-i umûmîsinden.
Şimdi, bir kavmin içinden mütefekkir geçinen
Zümre evvelce bu «mâhiyyet»i takdîr ederek,
Sonra kaç safhası mevcûd ise tenvîr ederek,
Çekecek oldu mu önden o İlâhî feneri;
Arkasından da cemâat yürür artık ileri.
Rûhudur çünkü karanlıkta elinden yedecek,
Yolcu şaşkın mı ki dursun, mütemâdî gidecek.
Mütefekkirleriniz dîni de hiç anlamamış;
Rûh-i İslâm'ı telâkkîleri gâyet yanlış.
Sanıyorlar ki: Terakkîye tahammül edemez;
Asrın âsâr-ı kemâliyle tekâmül edemez.
Bilmiyorlar ki: Ulûmun ezelî dâyesidir,
Beşerin bir gün olup yükselecek pâyesidir.
Mündemiç sîne-i sâfında bütün insanlık…[515 - Mündemiç: İçinde mevcut.]
Bunu teslîm eder insâfı olanlar azıcık.
Müslüman unsuru gayet mütedennî, doğru,[516 - Mütedenni: Geri.]
Şu kadar var ki değildir bu, onun mahzûru.
«Müslümanlık» denilen rûh-i İlâhî, arasak,
«Müslümanız» diyen insan yığınından ne uzak!
Dîni tedkîk edeceksek, dönelim haydi geri;
Alalım neş'et-i İslâm'a yakın bir devri:
O ne dehşetli terakkî, o ne müthiş sür'at!
Öyle bir hârika gösterdi mi insâniyyet?
Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan;
Vahşetin, gılzetin a'mâkına daldıkça dalan;
Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine,
Bunda bir neşve duyan hiss-i nedâmet yerine!
Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını,
Sonra hâlik tanıyan bir sürü vahşî yığını,
Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik
Bir terakkî ile dünyâya kesilmiş mâlik?
Nasıl olmuş da, o fâzıl medeniyyet, o kemâl,
Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhâl?
Nasıl olmuş da zuhûr eyliyebilmiş Sıddîk!
Nereden gelmiş o Haydar'daki irfân-ı amîk?
Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da, Ömer,
Sonra bir adle sarılmış ki: Değil kâr-ı beşer?
Hâil olsaydı terakkiye eğer Şer'-i mübîn,
Devr-i mes'ûd kudûmiuyle giren asr-ı güzîn,
En büyük bir medeniyyetle mi eylerdi zuhûr?
Mündemiç olmasa rûhunda onun nâ-mahsûr[517 - Nâ-mahsur: Hudutsuz, pek çok.]

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mehmet-akif-ersoy/safahat-69428233/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Tasannu: Sanat taslamak, sanat diye bir takım yapmacıklar yapmak.

2
Aczimin giryesidir: Aczimin gözyaşıdır. Âsâr: Eserler.

3
Hak ve hakikati inkâr eden sefil fikirler yerde sürünürken bu dehşetli iman heykeli, devirleri yarıp yükselmiş.

4
Geçmiş zamanlar, bunun etrafında karanlık sapıklık bulutları gibi bir an bile durmadan uzaklaşır.

5
Gelecek demler de hakikat aydınlığı saçan seher vakitleri gibi gelir; üzerinden kucak kucak sermedî nurlar serper, gider.

6
Her minaresi cüretli ve ümitli bir âşığın uzanmış kolu gibidir ki ilâhiyet âleminin ezelî ve nazlı maşukunu kucaklamak ister.

7
O pencereler birer gözdür ki esrar perdesi sıyrılmış ve her biri nazarlardan gizli bir cemalin temaşasına müstağrak olmuştur.

8
Bu mukaddes mabedin üstünde bölük bölük ruhlar uçuşmakta, bu yüksek kubbenin altında dalga dalga nurlar parlamaktadır.

9
Sanki sabahın mahmurluk hâli, gövdelenmiş yahut Hakkın tecellisi Tûr-i Sina hey'etinde gökten yere inmiştir.

10
Bütün tabiat, karanlık perdesiyle örtünüp uykuya dalmışken o, gecenin nuranî kalbi gibi uyanık durmaktadır.

11
Evet, bir kalbdir, hem de bir âşığın coşkun ve taşkın kalbidir ki içinden binlerce zikir iniltisi yükselmektedir.

12
İslâm’ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun cephesinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yüksekliklerini canlandıran nuranî bir âbide olmuş.

13
İslâm’ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun cephesinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yüksekliklerini canlandıran nuranî bir âbide olmuş.

14
Şu sessiz, sadasız duvarlar, asırlardan beri bâtılın hücumlarına usanmadan göğüs gerip durmuşken nasıl olur da nurun timsali sayılmaz?

15
Bu bir mabet değil, ibadetlerin Mabuda yükselmiş şeklidir. Bu bir manzara değil, nazarların didar-ı Hakka varmış kafilesidir.

16
Gökyüzünden inmemiş olmakla beraber, mertebece semâvîdir ki; Allah’ın feyizli bir cilvesini ihtiva etmektedir.

17
Sabahı pek severim, yâr-i canımdır; safa nurlarının etrafa serpildiği en güzel zamandır.

18
Semanın eli, daha gecenin örtüsünü açmamıştı, sabah rüzgârı da henüz sâkin uykusundan uyanmamıştı.

19
Minarede Esselât okuyan müezzinin mahmur ve hazin sesi ruhumun fezasında akisler yaptı.

20
İçimde istiğrak dalgaları coştu. Artık ezanı beklemeden karanlığı kucaklamış olan sokaklardan mânevi bir coşkunluk içinde geçtim. Önümde bir meydan göründü. Fatih'e gelmiştim. Camiye baktım ki her vakitki gibi uyanık, cemaat bekliyor.

21
Onun nurlu göğsüne sokuldum ve maksureciklerden birine oturdum.

22
Kubbeye asılı olan yıldız dizisi ve ziya kafilesi kandilleri görünce,

23
Çocukluk zamanlarımı hatırladım. Orada ve o saatte bilseniz neler düşündüm.

24
Sekiz yaşında bir çocuktum. Babam: «Bu gece, sizinle camiye gitsek. Fakat namazda uslu oturmanız şartıyla. Yaramazlık ederseniz işte ev!» der ve benimle kardeşimi alıp camiye götürürdü, içeriye girince kendisi namaza durur, hâliyle beni salıverirdi. Babamın takayyüdünden kurtulunca hasırlar üstünde ne âşıkâne koşardım!

25
Hayal, otuz sene evvelki hâli gözümün önüne getirdi de, elli beş yaşlarında, güçlü kuvvetli, fakat sakalı fazla ağarmış beyaz sarıklı ve mehabetli bir adamla yanında küçük bir kız ve pek yaramaz bir oğlanı görmeye başladım. Bu afacanın başındaki fesin püskülü yoktu, ibiğinde mavi bir boncuk bağlı, fesin üzerinde yeşil bir sarık sarılı idi. Bu sarık, her an bozulur, sonra bir dolanır, daha sonra bayrak gibi dalgalanırdı.

26
Yerinde oturamaz, koşar dururdu. Nihayet dua edilir, namaz biter, o muhterem zat çocukları alırdı. Dönerken oğlan önde fener tutar, eve gelince yorgun düşer, rahat ve derin bir uykuya dalardı.

27
Bu lâtif hâtıralar aslına çekilmeye, hakikatin katı çehresi karşımda görünmeye başladı. Zaten hayal ile meşgul olmaya da vakit kalmamıştı.

28
Sağım, solum, önüm, arkam huzu' ve huşû içindeki insan gölgeleriyle dolmuştu. Birdenbire bir sadanın yükselmesi o huzu' ve huşû âlemini yerinden oynattı; ortalığı mahşere döndürdü. Saflardan velveleli sıradağlar teşekkül etti ve her birinden göğüs tırmalayan birer yalvarma inlemesi ve hüzünlü birer niyaz duyuldu ki muhakkak o inilti rahmetin kalbini sızlatmıştır.

29
Sonra o sıradağlar, Allah’ın huzur-i izzetinde eğildi, daha sonra da korku ile secde toprağına kapandı.

30
Lûtf-i İlâhî, her birini inayetiyle kaldırınca o dağlar semaya doğru el açtılar ve duaya başladılar.

31
O anda yüreklerden öyle dehşetli bir feryat koptu ki ruhum o dehşeti ebede kadar yâd edecektir.

32
Arşa kadar yükselen o yanıp yakılma, o vicdan saflığının cûş ve hurûşu ne oldu bilmiyorum, inleyen o hüzünlü sesler, bir aralık kesildi. Evet, Erham-errâhimin'in rahmet denizi coştu, kalblere semadan itminan ruhu indi.

33
Nezle-i sadriyye : Göğüs nezlesi.

34
Çıplak bir yoksulluk âbidesi.

35
Akciğerin ucu.

36
O mel'un hastalığın üçüncü devredeki izleri.

37
Bütün ârâzlar, içe doğru nefes almak ve dışa doğru nefes vermeğe ait bütün belirtileriyle.

38
Hufre-i nisyan : Unutma çukuru.

39
Sa'y-i beliğ: Canlı ve kuvvetli çalışma.

40
Sâil-i âvâre : Âvare dilenci.

41
Lemha-i lebriz-i elem: Elem taşan bir bakış.

42
Girye-i matem: Mâtem gözyaşları.

43
Gureba: Garip olanlar, kimsesiz olanlar.

44
Ey ilâhiyet nurunun gölgesi âlemler olan, Allah; o gölge bile zuhurunun esrarı kadar karanlık ve meçhul!

45
Çevresi alanında göklerle yerlerin nokta kadar kaldığı celâl ve azametin kürsisi, idrâk ve şuurun ümidini muvaffakiyetsizlikle neticelendirir, yâni âciz bırakır. İlâhî; bu ne dehşet ve ne heybettir!

46
Serseri hayalimin dönüp dolaşmasına âlemlerin genişliği yetişmiyormuş gibi, bazan şevke gelir ve seni bulmak için lâhut âlemine kadar yükseleyim der. Lâkin böyle bir mi'raca nasıl zafer bulabilir ki daha nâsut âlemlerinde çalkalanıp dururken cebbar ve muktedir bir el göğsüne dayanır da dehşet ve hakaret içinde şu süfli toprağa serilir. Bu düşmenin tozları hâlâ yerden kalkmaktadır.

47
Böyle olan yalnız benim hayalim mi? Semalar kadar yüksek binlerce fikir, seni arayıp bulmak hususunda kuvvetten düşmüş, ah etmekte ve inlemektedir!

48
İlâhî: ruhlar (Sümme radednâhü esfele sâfilîn) yani «Biz insanı en güzel bir suretle yarattık, sonra onu esfel-i sâfilîne attık» cilvesinin dehşeti içinde iken cesetler senin yakınlarında nasıl dolanabilsin?

49
Akıllara hayret veren kudret ve sanatındaki esrara yükselmek bize yasak edilmiş. Nasıl edilmez? Sanatının eserleri, daha meçhuliyet perdesiyle örtülü bulunuyor.

50
Bir zerreyi anlıyamıyan fikirler, ezeliyet güneşinden nasıl haberdar olabilir?

51
Ey sonsuzluk, zatına nisbetle mahdut ve mütenahi olan Rabbim; varlık namına her ne varsa hepsi de kaza ve kaderinin muhit-i dairesiyle çevrilmiştir.

52
Vasıfların daha mukaddemesi bütün uzaklıklara sığmaz, zincirleme devam eden feyizlerini adetler sayıp tüketemez.

53
Şüûn ve harekâtın, ucu bucağı olmayan bir ummandır ki asırlar onun bir dalgasıdır. O dalgaların her biri de kıyısı bulunmayan bir eserler denizi.

54
Ey samediyyet arşı üzerinde hüküm süren mâlik-ül-mülk… Ezeliyet de, ebediyet de fermanına mahkûmdur.

55
Ey bütün mevcudatı yoktan ve örneksiz olarak yaratan; o acip ve hayret verici yaratışın bize nasıl müphem kalmaz ki bir şeyi yoktan var etmek şöyle dursun, var olan bir zerreyi bile – binlerce tahrip edici el çıksa da – yok etmek kabil değil. İlâhî, bu nasıl bir âlem ki garibelerle dolu!

56
Melekût âleminin hududu ezelle başlıyor, ceberût âleminin sonu da ebed genişliklerinde kayboluyor.

57
Seyir ve cevelânına hiçbir şeyin tahakküm edemediği hükmün, şu sonu gelmeyen boşluğu bir an içinde dolaşır.

58
Ey Fâtır-i Mutlak, bir an diyerek ve bilmeyerek seni zaman ile kayıt altına almaya kalkmışım.

59
İnsan, bakî olan Cenab-ı Hakkı ne kadar tenzih eylemiş olsa fâniliği icabı olarak yine kendisine benzetiyor.

60
Fikir, bağımsızlığa nasıl yol bulabilir ki ruhu düşünürken cesedi tasavvur ediyor?

61
İlâhî; ruhlar, harimin fezasının ağır yürüyen bir yolcusu, nâtıkalar, azîm esrarının dili tutulmuş bir hatibidir.

62
Eğer bu yaratılıştan maksat, seni hakkıyla tanımak ve bilmekse o dehşetli gayeye varabilen olmuş mudur?

63
Senin nazarında bu âlem, üzerinde milyarlarla oyun oynanan, her perdesi meşiyet-i llâhiyen tarafından tertibedilmiş, eşhası yed-i kudretinin âvâre oyuncağı olmuş bir sahne midir?

64
Canilere, katillere cüret veren ve onları meydana süren sensin.

65
Zulmeti ve nuru halk eden, takvaya ve fücura ilham veren de başkası değil, ancak sensin.

66
Zalimde tecavüze olan meyil nedendir, mazlûm niçin ondan nefret etmektedir? Akıllı kimseler bu ciddî hareketleri nereden gördü, câhiller de hayatın edeplerini neden öğrenmedi?

67
Bütün gördüklerim bir fâilin icbar ve izhariyle zuhura gelmiştir. Yâ Rabbi; kulun «cebrî» değilim. Fakat olsam, ne suçum vardı?

68
Âleme bir tiyatro sahnesi demek doğrudur, lâkin oynanan oyunların hepsi hakikattir.

69
O oyunlar, öyle vakalardır ki seyri hüzün verir, âhengi ah çekmek ve inlemekten ibarettir.

70
Çünkü felâkete uğramış ve sefalete düşmüş bunca yaratık feryat etmekte, fezanın içi vaveylâ sadalariyle akisler yapmaktadır.

71
İlâhî, senden bir sükûn emri inip de yüreklerdeki bu tazallûm sesleri hâlâ dinmiyecek mi?

72
Her an celâlinle kahrediyorsun. İradene kurban olayım, cemalinin lûtf-i tecellisi yok mu?

73
İlâhî, çektiğimiz bu belâlar sendense, söyle, kimden kime şikâyet edelim?

74
«Allah’a yaptığı işlerden sual olunmaz» buyurmuşsun. Bu habere binlerce sual ve istizah kurban edilse de insan, ef’alindeki hallolunmaz muammalara, dehşetle bakmaktan kurtulamıyor!

75
Koskoca bir millet, müstebit bir şahsa esir olmayı, senin mekrinle mi devlet sanıyor?

76
Bir tecavüz ve zulüm kılıcı, dünyayı yakıp yıkmaya ve dünyadakileri kesip biçmeye senin emrinle mi kalkışıyor?

77
Kahrın zalimlere o kadar meydan verdi ki vicdanlar ümitsizliğe düşecek ve hâşâ «Âdil-i Mutlak yok!» diyecek.

78
Yerden göklere kıvılcım saçan binlerce yanık ah yükseliyor. Gökler ise o iniltileri tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.

79
Arzın bir tarafında binlerce mazlûmun yuvası yanmada, bir tarafında ise milyonlarca zekâ şulesi sönmede!

80
Felâkete uğramış bir ana evlâdını kara toprağa gömmüş ve eli böğründe kalmış, inleyip duruyor.

81
Öte taraftan bir sürü talihsiz, bir dilim ekmek için ırzını kaybettiğine ağlıyor.

82
Başka bir cihette binlerce öksüz, boynu bükük durmakta, öte yanda yuvası bozulmuş aileler başını sokacak bir yer aramakta!

83
Mazlûm şikâyet ediyor, zalim, yaptıklarına karşı pişman. Kâtil, öldürdüğünün kanına bulanmış bir hâlde!

84
Hastayı, felâketliyi, çıplağı, sefili, inmeliyi, iş göremez olmuşu, miskini, zelili, gaddarı, cefa görmüşü, mahkûmu, esiri, hulâsa sonu gelmeyen birçok dertliyi göstermekle şöhret alan dünya sahnesi, İlâhî, sana kanlı bir temaşa gelmiyor mu?

85
Lâkin bu sefil insanlardan bazılarının kalbinde yıldız gibi parlayan bir ümit var ki o büyük ümit, iman cevheridir. O cevheri havi olmayan paslı yürek de göğüste bir yüktür.

86
İman sahibi olan kimse şu birkaç günlük dünyanın fevkinde beka sabahının ne parlak âlemleri bulunduğunu bilir.

87
Onun için hayatın her saniyesi ona faraza binlerce belâ arz etse de onları candan, gönülden kabul ederek çeker.

88
Âhiretteki mânevi zevkleri düşündükçe dünya elemlerine nasıl olsa tahammül eder.

89
Lâkin… Bir dinsizi kim teselli edebilir? Onun düşünce ufuklarına mükâfat ferdası, yani âhiretin nimet-i uzmâsı sığmaz.

90
Onun inanışına göre gökler ve yer koca bir boşluktan ibarettir. Onlarda feryadını dinleyecek bir kerem kulağı yoktur!

91
Kendisi rastgele şu boş âleme düşmüş, etrafına binlerce musibet gelmiş toplanmıştır.

92
Hayatı, devri onlarla boğuşarak geçecek, nihayet hüsran içinde ölüp gidecektir!

93
Onun varlıktan nasibi, ancak inleyerek ölmektir. Bu düşüncede olanlar da insanların en serseri garipleridir.

94
Yâ Rabbi, merhametinle mü’minlerin imdâdına yetiş, lâkin dinsizlere daha çok acı!

95
Çünkü onlar, körlük gecesinin karanlığında yolunu kaybetmiş, kılavuz olacak bir hidayet yıldızı bulamadıkları için bunalmış sapıklardır.

96
Onları bu dalalet gecesine süren sensin. Karşılarına bir hidayet sabahı doğarsa yine senden doğacaktır.

97
Muvahhidin mü’min olan kalbi de senindir, mülhidin münkir olan fikri de senindir. Zaten tevhid ile ilhad nedir, menşeleri bir değil midir?

98
Öyle ise ara yerdeki bu ayrılık neden? İnsanların fikirlerindeki bu ayrılığın sebebi ne?

99
Yâ Rabbî, bir gün gelip de bu esrar perdesi açılacak mı, yoksa ebedî bir gece gibi karanlıkta mı kalacak?

100
Celâl ve azametinin âhengi her zerreden duyulur ve her dil o âhengi bir türlü nağme ile okurken, ey âlemler ulûhiyeti nurunun gölgesi bulunan Allah, cilvelerindeki sırlar nasıl karanlıkta ve meçhul kalmaktadır?

101
Buhayre: Göl.

102
Dümû-i istimdad: Yardım dileyen gözyaşları.

103
Pür sürûd-i şebab: Gençlik cıvıltıları içinde.

104
Âşiyan-ı nura şitab: Bir nur yuvasına doğru koşmak.

105
Reh-güzarında: Yolunun üstünde.

106
Dûş-i ıztırârında: Mecburiyet altında.

107
Şeyh Sa'di diyor ki: «Bir gece biz kervanla yavaş yavaş giderken yolumuz bir çöle uğradı.

108
O vahşî çölü çabucak geçmek için bütün yolcular, rahatlarını feda ederek gidiyorlardı. Fakat bende yürümeye takat kalmadığı, uyku da fazla bastırdığı için düşüp kalmışım.

109
Bir kervan konak yerine varıncaya kadar ister istemez yürümeye mecburdur. Serseri bir piyadeyi bekler mi?

110
Bir de uyandım ki başucumda duran deveci şöyle diyordu: «Hey zavallı yolcu; kalk, kervan epeyce uzaklaştı. Benim de uykum var amma bu çöl, istirahat yeri olur mu? Burada bin türlü tehlike ve korku var. Durmayıp giden, meram-ı menziline vâsıl olur. Bu çöller geçilmeden kurtuluş ümidi yoktur. Yolcular; yürür; gider, senin gibi uyku derdine düşenler ise kendi kendine ve tehlikeye maruz bir hâlde kalır.»

111
Ey okuyucu; naklettiğim vaka hiçbir şey değil, diyecek olursan haklısın. Lâkin insaf ederek düşün ki bugün başka yapılacak hikmetli hareket var mı?

112
Sa'di diyor ki: Bir maksada varmak istiyorsan tuttuğun yollar; bitmez, tükenmez olsa da yükünü bağla, durmadan yürü, yollarda kalmaktan sakın. Azim ve teşebbüs sahibi bir kimse için uzak ve yakın nedir?

113
Himmet sarf edilince hangi zorluk kolaylaşmaz? Hangi dehşetli hâl, insandan çekinip korkmaz?

114
İkdam ve sebat sahiplerinin eserlerine bak da ibret al ki cidden erkek olanların dağlar söken azmine dağlar da dayanmaz.

115
İşittiğin sesler uyutucu ninni değil, sa'y ve gayret âlemlerinin yer yer kabaran velvelesidir.

116
İnsanlar, coşkun bir nehir gibi istikbale akıp gitmektedir. O coşkun nehrin akışındaki âhenge uymadan bir engine düşüp boğulmamak kabil değildir.

117
Uyanmazsan maksudun olan menzile varamazsın. Bak ki uyanık olanlardan yollarda bir eser var mı?

118
Menzil-i maksut denilen istirahat yeri; istikbaldir. Kervan insan kavimleri, çöl mazi, tembellik de yolun mâniasıdır.

119
Durma ki mazi, dehşetli bir dikenliktir. Yürü ki istikbal, korkusuz ve mübarek bir topraktır.

120
Evet, birçok meşakkate katlanmak gerektir. Bu doğrudur, serseri bir seyyahı yolların dehşeti korkutur. Lâkin korkuyu bırakmak azim ve teşebbüsü kuvvetlendirmek icabeder.

121
Yükünü bağlamış da ileri gitmişsen kurtulursun.

122
Madem ki hayat çölüne düşmüşsün, onun son konağına kadar gitmen lâzımdır.

123
O çöle düşmemek elinden gelmemiş, ey miskin, bari bu çöller ölmeden mezarın olmasın.

124
Yolda durmak ve ilerlememek fikrince intihar etmek değilse gökyüzünden bir meleğin sana döşek indirmesini bekliyorsun demektir.

125
Allah (Leyse lil-insani illâ mâ seâ) yani «insan, ancak elde etmeye çalıştığı şeyi bulur» diyorken miskinlikten ne beklediğini anlamıyorum.

126
Davran da kervanın arkasından koş. Bir dakikan bile boş geçse mahvolursun, İlerlemiş ve menzil almış olanlar da belki senden yorgun ve senden mecalsizdir. Belki değil, elbette öyledir. Sen ne tahayyül etmiştin?

127
Yaratılış temaşahanesi dikkatle gözden geçirilirse bir zerrenin bile çalışmaya yabancı olduğu görülemez.

128
Hilkatin gökleri ve yeri, hattâ bütün mevcudat için daimî bir çalışmadan kurtuluş yoktur.

129
Yer çalışsın, gökler çalışsın da sen sıkılmazsan otur. Bunlara karşı çalışmamak için bir bahane bulabilir misin? Yaradılmışların çalışması bir şey mi? Yaradan bile boş durmuyor, türlü türlü şuûn ile tecelli ediyor. Sen halktan sıkılmak bilmiyorsan, hey Allah’ın kulu, bari Allah’tan olsun utan da boş durma.

130
Ömür, yazda yiyim; kışta giyim derdine harcanıp son buldu.

131
Sâil: (Sad ile, savlet'ten) Saldırıcı, saldıran.

132
Şeyh Sâdi, doksan senelik ömrüne şu sözlerle nihayet veriyor: Yaşamak için uğraşılmak lâzım gelen dünya, ne acayip bir âlem!
Sâdi gibi fazilet asrında bu hakîkatleri işitmek, gerçekten korkunç oluyor.
Hazret, o hikemiyatı, o hüneri ve fikrindeki fevkalbeşer hürriyetiyle yaşamak çareleri denilen kayda bağlanırsa dünyada kimse hürriyetin adını anmasın!
İnsan yokluğun gizli perdesinden sıyrılıp varlık sahnesinde göründüğünde hayat denilen facia devrini bitirinceye kadar ne öldürücü tehlikeler geçirmeye mahkûm.
Ölüm ona bir kere hücum eder sanma. Her gün o düşmanla bin ker karşılaşır ve çarpışır.
Serseri insan, şu tozlu sahaya yani dünyaya ayak basınca ve etrafına binlerce belâ üşüşünce rahat etmenin çarelerini toplamaya meydan mı bulur? Geçinmek ve yaşamak için dünya ile uğraşmaya mecbur olur.
Yazın çalışırken güneşin ateşi beyninde kaynar, kışın uğraşırken üstüne yağan karlar buz tutar.
Dehşetle bakan gözlerinin önünde denizler köpürdükçe, coşkun dalgaların uğultusu kafasında öttükçe kıyıdan uzaklaşmak ister, enginlerin daha saldırıcı olduğunu bilmez.
Dağlar sonu gelmeyen zincirleme sıralanmalarıyla, ormanlar dünyayı tutan iniltileriyle, çöller vahşî hayvanları ve serap dalgalarıyla onu attığı azim ve teşebbüs adımlarında ümitsizliğe düşürür.
Başının üstündeki semanın heybeti yıldızları, ayağının altındaki arzın acayip nakışları zavallıyı her nefesinde dehşete uğratır ve yok olmak hevesine düşürür!
Lâkin bu heves, başka bir hevesin mağlûbudur ki o tabiî bulunan yaşamak hırsıdır.
Hayatın her anı, bir azap derdi olsa da insan bir türlü ölüme razı olmaz. Ömür bin türlü meşakkatle yüklü olsa da beşer yaşamaktan memnundur.
Dünyada kalabilmesi için ne lazımsa âciz kuvvetlerini onun elde edilmesine sarf eder. Çalışma denilen kılıcı elinden bırakmaz, üstüne saldıran zaruret ve ihtiyaç ile boğuşur.
Soğuklarda ısınmasını, bir dam çatarak altında barınmasını ister. Yiyeceğe, giyeceğe, yakacağa ve daha bin türlü şeylere ihtiyacı vardır.
Zavallı insan, bu dünya pazarında her gün bir kâr için dövünüp dolaşmaktadır ki bu kadar uğraşmadan maksat, yaşamaktan ibarettir.
Yaşamaktan da elbet bir maksat olacaktır. Lâkin bunu bulmak ve anlamak için düşünmeye vakti yoktur. Zira olanca vakti yaşamak için uğraşmaya sarf edilmektedir.
İnsanın insanlığı ruhu ile kaim olduğu hâlde birçok kimselerde o ruh, bedenin emellerine hâdim olmaktadır. Eğer ruhu yükseltmeye nöbet gelmiş olsaydı hayattan gaye ne olduğu anlaşılırdı.
Benim yaradılıştan anladığım bir şey varsa şudur : Dünyayı yaratan Allah hilkat mübhem bir düğüm gibi kalsın diye insanları hayat ihtiyaçlarına daldırmış, ezhan-ı beşeri başka taraflara çevirmiştir.
Ömrün şimşek gibi süratli geçişi, geçinmenin hadsiz, hesapsız ihtiyacı, Hâlik’ın maksadı ne olduğunu dünyaya göstermektedir.
Kimden kime şikâyet edeceğimizi biz de şaşırdık.

133
Sülfiyet rüzgârı, içinden ve kenarından fırtına koparıyor. Ulviyet ruhu da hariminden ve civarından kaçıyor.

134
Sarsılan ve titreyen toprağından binlerce ümitsizlik iniltisi çıkmakta, gece karanlığı saçan fezasından kabir zulmetleri inerken sessiz duran, fakat kalben inleyen her taşından gizli gizli feryatlar duyulmakta!

135
Bozulmuş aile yuvaları, sanki mezarlarından çıkmış da çatlamış duvarlarından tezallûm için ağız açmış!

136
Sönük sönük titreyen kandilinden etrafa matem isleri yağıyor, sahasını kaplıyan tozlar içinden sönüp gitmiş ocaklar yükseliyor!

137
İçerisine bir kere giren, iğreti hayatına nâdim olur, sallanarak çıkan ise artık dünya işlerine yabancı bir serseri hâlini alır.

138
Buraya devam edenlerin yüzsuyu, artık şaraplar gibi zemine dökülmüş, emel ve arzuları kırık bir kadeh gibi süprüntü tenekesine atılmış.

139
İnsanlık ruhu şarap dalgaları arasında boğulmuş, mel'anet ve

140
Şu ayyaşın hayalinde ne mazi ne de gelecek düşüncesi vardır. Mecalsiz elinde yakıcı bir zehir tutarak, en genç çağında ölümünü bekler.

141
Sararmış alnında derin bir çizgi arasında ömrünün acılığı teressüm etmiş! Alnının, meali olmayan kara yazısından ancak o anlaşılıyor. Bir de taş kesilmiş dilsiz bakışlarında ebedî bir unutkanlık hissediliyor!

142
Kabristanın dehşetli sahasına bakıp geçme. Birazcık olsun dur da sukûtî iniltisine kulak ver. Bak ki, kalbi heybetli simasına benziyor mu? Hayatın coşkun seline kapılmış olanlar, yorgun düşüp bir gün gelirler, bunun kucağına can atarlar.

143
Ey mezarlık, ne acayip bir âlemsin. Fıtratın ne kadar da yüksek! İnsanlığın en seçme evlâdı sende gizlenmiştir. Korku ve ümitsizliğin feryadı, senden imdat ister. Sen bir yığın göz nurusun, yahut milletin coşan gözyaşlarıyla yoğrulmuşsun!

144
Sen şanlı bir tarihsin ki milletin mazisi sende gömülüdür, ibret sende, hikmet sende, istilâ devri hatırında olduğu için devlet de sendedir. Mâdem ki hürriyet ve hamaset sendedir, bence yaşamak zillettir, şeref izzet sendedir.

145
Ey yoklukla varlığın sınır başı olan salâh iklimi; kimsesizlerin başlarında ebedî bir saye ve şefkatli bir kanat olmasan o biçareler nereden bir ferah ve inşirah bulabilirler. Uzun ve koyu gölgende öyle bir kurtuluş rengi var ki, uzun uzadıya olan gecene yüz bin sabah feda olsun.

146
Senin cevherin toprak değil, başka bir maden. Üzerine basıp geçenler, toprağının her zerresi binlerce beynin hülâsası olduğunu bilmezler. Ey marifet zemini, senin mayan o kadar feyizli ki, her beden senin gölgeliğinden çıkarken ruh olur.

147
Ey mezarlık, senin derununda binlerce ay yüzlü gizlenmiştir, çürümüş toprağından bütün göz nuru fışkırmaktadır. Her otun, nazlı güzellerin boy ve boslarından nişandır. Servilerin Allah’a yükselmiş derunî birer ah, çukurların da Mevlâ’dan inmiş emin ve tecavüzden mâsûm bir uyku yeridir.

148
Ey gece odası, ey yokluk bucağı, ey Hakk’ın perde perde azamet ve kibriyası; bütün ümitler sendedir, bekâ sahası senden doğar. Dikili taşların her parçası, lâhutî manalı binlerce şiir okumakta, taşlarındaki neşideler ebediyeti ruha tanıttırmak. Ey semâvî toprak; benden sana binlerce selâm ve ihtirâm.

149
Hayatın istekleri ruhumu sıkınca ölüler mahallesi, yani mezarlık biricik seyir yerim olur. Yaşayışın gürültülü muhitinde daimî bir ferah yoktur, ikinci hayatın zemin-i pâkinde ne hırs ve mezellet bulaşıklığı vardır, ne de harim-i hâkinde geçinmenin hây ü huyu mevcuttur. Bu huzur ve sükûn kâinatın sessiz fezasını görünce, perîşân ömrümün acılığını bir an için olsa bile hayalimden atarım; mâsivâ tâbir edilen şu âlemden uzaklaşırım. Şu mâsivâ denilen düğüm üstüne düğüm olmuş bağlar kırılıp açılmadan ruh bir dem bile rahat edemez. Fakat o düğümün kırılması için böyle bir zemin ve bir kalb-i âhenin ister.

150
Geçen sabah Eyyûb'a doğru gidiyordum. Şehrin surundan çıkıp birkaç adım atınca nazarımda ufuk değişti, önümden eski cihan çekildi, karşımda geniş bir mezarlık göründü ki, koca bir ebediyet denizi idi. Taştan mezarları da o denizin donmuş dalgaları demekti! Onun kenarında durmadım. En derin yerine girdim. Taşlardan birine dayanıp oturdum. Sağ ve sol, sükût örtüsüne bürünmüştü. Ağaçlar ve zemin sükût içinde idi. O yükselip donmuş dalgalar ve koca deniz, derin bir uykuya dalmış, her taraf sessizlik içinde kalmıştı. Muhitinin yüzündeki perde yavaş yavaş açıldı ve ondaki azamet heybeti ruhunun harimini doldurdu.

151
Fakat “Ellezi halâka’l-mevte vel-hayate…” (O, ölümü ve hayatı yarattı.) diyen bu lâhûtî beste nereden aksediyor? Sessizliğin tam ortasında bu feryat nedir? Kelâm, Allah’ın; amma okuyan kimdi? O ilâhî terane zaman zaman yükseliyordu ki onun cezbesiyle o sakin âlem inlemeye başladı. Sakin serviler, heyecanlı bir cemaat-i kübra kesildi ve her birinden aynı sada işitildi. Kabirler inledi, taşlar fasih bir lisan hâlini aldı. Üzerlerindeki yazılar da taşlarla ağız birliği etti. Allah’ın nefhasiyle dirilmiş olan bu heyûla mahşerini görünce hayale daldım. O geniş kabristan, dehşete uğrayan gözüme kıyamet âlemi göründü. Zamanı hiçe saymış olan ecdadımızın, kefenleri omuzlarında olarak teşkil eyledikleri cesetler kervanının huzur-i ilâhiden akın akın geçtiğini, korku ve ümit muhitinden kalkıp hayret makamında durduğunu gördüm. Kudret-i Rabbâniye karşısında mahlûkatın secdeye kapandığını görmek ne dehşetli imiş.

152
Kıyametten numune bu here ü merce hâkim olan âlem-i ulvî hatibi nihâyet göründü. Uzakta bir kabrin ayak ucuna oturmuş bir kadınla bir çocuk gördüm ki o kabri ziyarete gelmişlerdi. Çocuk «Tebareke» sûresini vecde tutulmuşçasına ezber okuyor, anası da göz yaşlarıyla onu dinliyordu, İlâhî; kelâm-ı celilin zemini titretirken o sakin ve sâkit kabir, nasıl bir manzara teşkil ediyordu. Çocuk hayatı, kabir de ölümü tasvîr eden bir levha idi. Şu canlı levhaya bak da kudret-i îlâhiyenin izhar eylediği tezadı seyret.

153
Biraz geçince o sesler sustu. Demin coşkun bir mahşer hâlini alan manzara gölgelenerek silindi. Kadınla çocuk âlemlerine çekildiler. Mezarlık da daimî sessizliğine gömüldü.

154
Şarkımızın kemal ruhu olan Şeyh Sadi, bize şöyle bir hakîkat dersi veriyor.

155
Vaktiyle beş on kervan halkı çölde yola koyulmuştuk. Gündüz yürümüş, geceleyin bir menzile gelmiştik.

156
Bir de baktım ki bir adam hüsrân ve haybet içinde koşup gidiyor. Meğerse o dehşetli çölde evlâdını kaybetmiş.

157
Zavallı adam, çadırların hepsine birer birer uğramış ve evlâdını sormuş. Bir taş bile görse belki oğludur diye gidip bakmış.

158
Biçare baba, onu nerede bulacaksın? Derken, ciğer-pâresinin elinden tutmuş olduğunu gördüm.

159
Sevinç içinde ve sürûru gözlerinden yaş şeklinde akarak bize doğru geliyordu.

160
Geldi ve deveciye: «Evlâdımı buldum, fakat nasıl buldum bilir misin?

161
Karşımda her ne gördümse geçmedim. «Odur!» diyerek yanına gittim.

162
Binlerce heyûla tahminimi aldatsa da azmimde fütura düşmedim, bulmak ümidini terk etmedim. Dedim: Mâdem ki dünyadadır, elbet bulacağım.

163
Âdeta kumlarda yüzdüm, karanlıkların derinliklerine daldım. Ebedî bir ruh kesilip ne boğuldum, ne bunaldım. Nihâyet Allah’ın tevfikı inayet etti de gözümün nuru evlâdımı karşımda gördüm.

164
Sadi bize bir irfân mesleği gösteriyor. Dikkatle bakacak olursak bize de görünüyor ki:

165
Bir maksat uğrunda koşan kimse, iptida azim ve teşebbüsünü sağlam tutmuşsa elbette gönlünün istediğini ergeç bulacaktır. Zira Hakkın şüûnatına tecelli-gâh olan bu âlemde tevfik-i ilâhî taharriye, taharri de o tevfike âşıktır. Azmin de emel, ayrılmaz bir karinidir. Emel, azim ve taharri ile birlikte olsun da tevfik zuhur eylemesin, bunun imkânı var mıdır?

166
Bazen iki üç muvaffakiyetsizlik, ümit yolunu kapatır, insan o vakit azim ve teşebbüsünü şiddetlendirmelidir. Ümitsizliğin sonu yoktur. Ona bir kere düşecek olursan bir daha altından kalkamayacağın büyük bir zarara düşersin. Şu biçare baba da ümitsizliğe düşüp o karanlık gecede evlâdını aramaktan vazgeçmiş olaydı, evlâdı candan, babası da canandan olurdu.

167
Mürde şuâ’ât: Ölü ışıklar.

168
Ma'bed-i fersûde: Eski mâbet.

169
Eşhâs: Şahıslar, kimseler.

170
Sütre-i yelda: Uzun gecenin örtüsü: Üryan: Çıplak

171
Sefilân-ı beşer: İnsan sefilleri.

172
Nûş eyleyerek: İçerek.

173
Hatm-i enfâs: Nefesleri tüketmek.

174
Sâmia: İşitme; Lâmise: Dokunma.

175
Haşyet: Korku, ürperme.

176
Yâr-i kadim: Eski dost.

177
Perde-i zulmet: Karanlık perdesi; Nâgâh: Ansızın.

178
Göz öyle çıplak bir sefalet sahnesi gördü ki.

179
Ezânî Saatle, güneş battıktan üç saat sonra.

180
Sen küçük bir cisim olduğunu sanırsın ama, en büyük âlem senin içinde gizlidir.

181
Ey insan; sen hâlâ kendini tanımıyorsun da, «ben hakir bir varlıktan ibaretim…» diyorsun. Fakat mahiyetinin meleklerden yüksek bulunduğunu, âlemlerin sende gizlenmiş, cihanların sende dürülüp bükülmüş olduğunu bilsen…

182
Allah’ın feyzi; yerlerden, göklerden taşıp dururken senin kalbin, Cenabı Hakkın münevver bir tecelligâhı olur.

183
Bünyen küçük ama ilâhî sanatın gayesisin. Bu itibarla sonun bulunmaz ve nihâyetin gelmez.

184
Kudret-i ilâhiye edebiyatının en güzel bir beyti, Hakîm-i fıtratın anlaşılmaz bir sırrı olmuşsun.

185
Tabiat senin esirin, bütün eşya senin musahharındır. Dünya ise hükümlerinin münkad ve mahkûmudur.

186
Çevik ve atik irfânın bulutlardan yıldırım avlar. Ayırd edici idrakin yerin altından madenler bulur, çıkarır.

187
Denizler yatağın, dalgalar nazlı beşiğin olmaktadır. Dağların yüksekliği bir şey mi? Senin kanatların gökleri ölçmektedir.

188
Hava, hükmünü bir demde dünyanın her tarafına götürmek için akıp giden bir vasıtandır.

189
Mâni'ler, müzâhimler; ikdamına karşı duramaz. Sen azim ve teşebbüs denilen savaş alanına girdikçe hücum edenler dayanamaz.

190
Karanlıklarda gezsen hikmetli düşüncen öyle bir kandilin olur ki, her parlayışı sermedi bir ziya teşkil eder.

191
Susuz çöllerde dolaşsan kılavuzun sa'yinin ilhamıdır ki her adımında gölgelik vahalar gösterir.

192
Zindanlar, menfalar ve makteller, ilerlemene engel olamaz. Demir eller yolunu tutmak istese bile dinlemezsin, yürür gidersin.

193
Göklerden inen kaderin müeyyidesi imişsin gibi zulüm ve istibdat burçlarını rahatça bir tedbirin yıkıverir.

194
Aramaktan üşenmez, bulmak arzusundan usanmazsın. Yükseklerden daha yükseklere çıktıkça, başka bir istikbale atılsam dersin.

195
En şanlı günlerinde, en mesut hâllerinde bile hayalinde uzak bir gelecek bulunmaktadır.

196
İştiyakın o istikbaldir ki vicdânının maşuku odur. Ruhun o mukaddes neşenin durup dinlenmez bir soydaşıdır.

197
O şevkin sevkiyle yürüyüp gidişin mecburidir. Terakkiye olan meylin, yaradılışında sâri bir ruh hâlindedir.

198
Hilkatin bütün esrarını bilmek, hiçten ibaret olan bu gayb âleminden kurtulmak istersin.

199
Mead, mebde ve halini teşkil eden üç tane muammâ, gelecek devirler gibi karşında durur.

200
Onları halletmek şevkiyle durmaz, koşarsın. Bir şemme olsun hakîkati duymadan oturmazsın.

201
Bütün sırlar isterse zulmet perdeleri arkasında saklansın, düştüğün mahrumiyet gecesi ruhunu ümitsizliğe düşürmez.

202
Emelin, önünde meş'ale çektikçe, bir kılavuz da yoldaşın oldukça karanlıkların içine dalmaktan çekinmezsin.

203
Bütün masnuatın mahiyetleri bir gün sana tecelli ediverse, aramaktan vazgeçer, oturur musun? Hayır…

204
O vakit o masnuatın sâniine sıra gelir. O en heybetli mahiyet sabır ve ârâmını tutuşturup yakar.

205
Hulâsa senin için bir lâhza durup dinlenmek yok. Daimî bir ilerleyişe tâbisin. Çünkü ne hâle razı olursun, ne de istikbale kanaat edersin.

206
Karşında böyle bir terakki mahalli dururken nasıl olur da,
«Ben hakir bir varlıktan ibaretim.» dersin?

207
Meleklerinkinden çok büyük bir tazime mazhar olmuş, Allah’ın tekliflerine emanetgâh ittihaz edilmiş bir cevhersin.

208
Hayatın pek ağır binlerce yükü arkandan eksik olmazken, korkular, ölümler de bir yandan saldırırken müthiş bir temkinle o şiddetli hâllere tahammül eder, yolundan kalmazsın, daima ve süratle gidersin.

209
Yaradılışın bir nüsha-i kübrası olduğun anlaşıldı. Artık düşün de hükmünü kendin ver ki yapacağın işler nasıl olmalıdır?

210
Kadrin meleklerden muazzezken hayvanlar seninle eşit olmasın.

211
Nevha-i mâtem: Mâtem iniltisi.

212
Nâle-serâ: inleyen, feryâd eden.

213
Tanîn: Tın tın öten ses. Tınlama.

214
Neva-yi beşaret: Müjde sesi, Peyam-ı vedâd: Dostluk haberi.

215
Sine-çâk: Sine yırtan; Enin: İnilti.

216
Mütevâlî leyal-i dûra-dûr: Birbirini takibeden davâmlı geceler.

217
Âfâk-ı târ-ı ömr: Ömrün karanlık ufukları.

218
Hande-i ümmid: Ümit gülümsemesi.

219
Perde-puş-i melal: Usanç ile baştan başa örtülü.

220
Hakîkat-i yeldâ: Uzun bir geceye benzeyen hakîkat.

221
Yeldâ-yı bî-tenâhî: Sonsuz, uzun gece.

222
Şedâid-i eyyâm: Günlerin şiddeti.

223
Sütre-i bîtâb: Mukavemetsiz sütresi, örtüsü.

224
Emvâc-ı berf ü bârân: Kar ve yağmur dalgaları.

225
Sâil; Dilenci,

226
Hâil: Engel.

227
Vâpesîn nefes: Son nefes.

228
Nâle-i tezallûm: Tezallûm, şikâyet iniltisi.

229
Nâzende: Nazlı, hoş. Sürûd-i ümid: Ümit sevinci.

230
Sakbe: Delik.

231
Cûş-i merhamet: Merhamet coşkunluğu.

232
Bu manzumeyi Mithat Cemal ile beraber yazmıştık. Bu birinci parça onun, aşağıda gelecek ikinci parça benimdir.

233
Bütün dünya mülkü, bir damla kanın yere dökülmesine değmez.

234
Ey alnı kanlı müstebit; zulmünü temsil eden ağır gürzünü süs olsun diye altın yaldızlı duvarına as!

235
Çadırının kurulduğu yeri al kanlı kefenlerle donat! Matem sığınağı olan meşalelerini can yakmakla parlat!

236
Ey alnının kara yazısı, binlerce kabrin kitabesi olan zalim; mezar çukurlarının karanlık ağızları, kin ve kahır dişlerine benzeyen kemikleri, ebede kadar senin zulümlerini hatırlasın ve hatırlatsın.

237
Ey binlerce hakîkati bir hayale feda eden; ey demir pençeleriyle milletin mezarını kazıp hayat nurunun ufuklarını karmakarışık bir hâle getiren ve gecelerin şiddetli karanlıklarını ruha karıştıran, ey fikir nurlarını topraklara bulayıp ölü kemikleri gibi dağıtan; ey mâtemli âile yuvalarını yıkan! Başındaki devlet tacı, kudurmuş bir at gibi olan zulmünün ayakları altında çiğnenmiş olanların mezarlarında açmış bir gül goncası mıdır?

238
Fikir âlemlerini şöhretin tutmakla beraber o iştiharı hükümetinin taç ve tahtı sayesinde hâsıl olmuş sanma. O şöhret, Sadi gibi İran büyüklerinin, üstünde çimenler bitmiş, mezarları sayesindedir.

239
Evet, Sadi ve emsalinin kabirleri bir avuç topraktan ibaret kalmış, senin tahtın ise senin düşünüşüne göre göklerin bile sığınacağı bir cihandır. Lâkin bence o mübarek mezara senin tahtın ve tacın fedadır.

240
Kabre çekilmek suretiyle şikâyeti kesilmiş olanların son feryadına senin gürültülü, patırtılı saltanatın değmez.

241
Korkunç hükümdarlığın benim temaşa nazarıma karşı güldürücü görünür.

242
Feleğin binlerce devlet ve milleti yok etmiş olan pençesi hiçbir şahsı ebedî bırakmaz.

243
Mazi denilen şey, mezarların öte tarafı ve milletlerin ziyaretçisiz kalmış bir türbesidir.

244
O mezarların karanlık diplerine bakacak olsan orada çürümüş cesetler yerine milletler görünür.

245
Dârâ'ların dökülmüş alın saçlarına, ecdâdının çökmüş mezarlarına ibret gözüyle bak da düşün ki bir avuç toprak için bu kadar istibdat çoktur.

246
İklimler almış olan büyük Napolyon'un kazandığı şey; bir çukurdur, onun en son tahtı mâtemli kabridir ki, orada nedimleri akrepler, enisleri yılanlardır.

247
Vatanın sahası, bütün mâtemhanelerle dolmuş, orada senin yüksek sarayına yer kalmamıştır.

248
Senden evvelkilerin emîrleri, dünyayı itaate mecbur etmişken bugün toprak dolan ağızları feryada bile muktedir değil. O halde sendeki bu azamet ve gurur velvelesi nedendir?

249
Halkın, zalimliğinden dolayı Allah’a sığındığı kimselerin devletin başında kalması doğru değildir.

250
Ey Şah; bu dehşetli patırdın İran'ı daima inletecek sanma. Sana «muzaffersin!» diyen seslere aldanma ki onlar hulûskâr birer haindir.

251
Galebe ettiklerinin kim olduğunu düşün. Onlar milletin efradı değil mi? Adâlet istiyen bir kavmi vurmak ve ezmek sence gâlibiyet mi sayılıyor?

252
İnsanlıktan bir parça olsun nasîbin yok mu ki, milletten yükselen feryatlara aldırmıyorsun?

253
Emin ol ki, bunca mazlumun yüreklerinden kopup fışkıran ahlar, bir gün Allah’ın lanetini tepene indirecektir.

254
İçinde bulunduğun zulüm sarayını pek sağlam sanıyorsun, lâkin Kahhar-ı Mutlak’ın heybetiyle ne kadar müstahkem ve burc ü bârûlu sığınaklar, temelinden devrilmiş ve toprakla bir olmuştur.

255
Bütün İran bir mezarlığa dönmüşken, senin birçok memleket yıkıp da yaptırdığın saray harap olmayacak mı?

256
Evet, İran'ı öldürdün ve bir kabristana döndürdün, milletin ümit yakasını yırttın, kefen hâline getirdin.

257
«Bütün dünya için bir damla kan dökülmesi çoktur.» denilmişken sen şu mâsum ümmetin kanlarından seller akıttın.

258
Temkin ve ihtiyat perdesini yüzünden attın; nasıl bir yaratılışın olduğunu dünyaya anlattın.

259
İslâm’ın ümidi, gayesi, hürriyet liva’ül-hamdi iken öyle bir mukaddes sancak, istibdadının ayakları altında kaldı.

260
Ta Rusya'dan Kazak'lar getirip seyitleri çiğnettin ve Yezid'in ruhunu şadettin.

261
Beytullâh olan birçok camiyi şehametinle bastırdın, şecaatinle de birçok ricâlullahı (Tanrı erlerini) astırdın.

262
Ne Allah'tan korktun, ne Peygamberden utandın. Dinin yüksek kâ'besini devirdin ve toprakla bir ettin.

263
Milletin hamaset sahibi olanlarını tutturup öldürttün ve şu hareketinle bütün Şark'ı ağlattın, bütün Garb'ı güldürdün.

264
Hayır, hayır… Zalimane icraatına karşı gülen yok. İran toprağının mazlum sergisi olduğunu gören Garb'ın da vicdânı sızlıyor.

265
Sâdi, Hâfız, Firdevsî, Râzî, Gazalî, Kütbüddin, Sa'düddin, Kadı Beyzavî gibi zevatı yetiştirmiş; Örfî’nin ve daha birçok irfân güneşinin ziyasından aydınlanmış olan İran, bugün bir haydut fırkasının cehliyle mağdur ve makhur bir hâlde… Allah’ın bundaki gizli esrarı nedir bilmiyorum.

266
Hayır bunları Mabud’a isnad etmekte de mâna yoktur. Hâşâ, Cenabı Hak bir caniye yataklık etmez.

267
Ey şehametli Iran Şahı; öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, zulme kimsenin tahammülü yoktur. «Ben yapacağımı yapayım, kimse aldırmaz!» diyorsan aldanıyorsun.

268
Artık bu istibdâda nihâyet ver ki istikbal karanlık derler ama bunun gizli kapaklı yeri yok. Harekâtının sonu izmihlâl olacaktır.

269
Mezbûhane: Son, fakat ümitsiz bir gayretle.

270
Bâr-ı meş'um: Uğursuz yük.

271
Zıll-i mevhum: Mevhum gölge.

272
Hayme: Çadır.

273
Lerzan: Titriyerek.

274
Nekbet: Felâket.

275
Semâ-peymâ: Göklerde yüzen, Râyât: Bayraklar.

276
Âba: Babalar, atalar.

277
Müstahîl: Mümkün ve kabil olmayan, imkânsız.

278
Kâbus-ı hûnî: Kanlı kâbus.

279
Gamz eden: Belirten.

280
İntibâh: Uyanıklık.

281
Ferş-i râh: Yol yaygısı.

282
Müeyyed: Destekli.

283
Serir-ârâ-yı ikbâl: İkbal tahtına yerleşen.

284
Füsûl: Fasıllar, mevsimler.

285
Leyal: Geceler; Yelda: Uzun.

286
Nigâh-ı sîmîn: Gümüş gibi bakış.

287
Tarassut etmek: Gözetlemek.

288
Safha-i mînâ: Mavi safha; semt-i re's: Gökte tam tepe.

289
Sirac-ı ezel: Ezelî kandil, çerağ.

290
Sahne-i deycur: Karanlık sahne.

291
Lems: Temas, değme.

292
Nevâ-sâz: Ses veren.

293
Cezbe-fezâ: Cezbe verici.

294
Şekl-i mûhiş: Korkutan, dehşet veren şekil.

295
Refik-i ömrü: Hayat arkadaşı, kocası.

296
Âşiyan-i lâl: Sessiz yuva.

297
Seyl-i dümu': Gözyaşı seli.

298
Subh: Sabah.

299
Hürriyetin ilânını bildiren top sesleri.

300
Zade-i hûr: Huri yavrusu.

301
Seher-pâre: Seher parçası. Perran: Uçan.

302
Dûş-i nâz: Nazlı sırt. Sehâbe-i nûr: Nur bulutu.

303
Hâk-dân: Yeryüzü.

304
Dûra-dûr: Uzun uzadıya.

305
Hâle-dâr : Hâle içine alınmış.

306
Etfal: Çocuklar.

307
Mevkib-i şâdi: Sevinç alayı.

308
Ahrâr: «Hür» ün çoğulu, serbest adamlar.

309
Lücce-i etfal: Çocuk dalgası.

310
Dür-dâne-i ismet: İsmet incisi.

311
Ukde: Düğüm

312
Sıyânet-i Hak: Hakkın sıyaneti, Allah’ın koruması.

313
Necm-i sâhir: Uyumayan yıldız.

314
Beşûş: Gülümser yüzlü.

315
An-karib: Yakında.

316
Râyet-i ikbali ser-nigûn olsun: İkbal bayrağı yerlerde sürünsün.

317
Raiyyetiz : Tebaayız. Vedîa-tullah: Allah’ın emaneti.

318
Tehevvür: Son derece hiddet, deliren öfke.

319
Savaik: Saikanın çoğulu, yıldırımlar.

320
Ra'd-i kaza: Kazanın gök gürlemesi, ilâhî hikmetin gök gürültüsü gibi tahakkuk etmesi.

321
Münhani: İğri

322
Şerik-i haybet: Ziyan ortağı.

323
Girye-i hüsran: Hüsran gözyaşları.

324
Zalûm ü cehul: Fazla zalim ve fazla cahil.

325
Görür büruc-i semanın bütün sitâreleri: Gökyüzündeki burçların bütün yıldızları görür.

326
Zalâm: Karanlık.

327
Zefir-i hâr: Sıcak soluk.

328
Lihye-i beyzâ-yı târumâr: Dağılmış beyaz sakal.

329
Tûde tûde: Yığın yığın.

330
Hıyat-ı nur: Nur iplikleri.

331
Emaret: Emîrlik, Devlet Reisi Dairesi.

332
Güneşin doğuş vaktindeki farklılıklar sebebiyle dünya üzerinde ezansız zaman yoktur.

333
Yüz binlerce kalbin mestane bir vecd içinde yerden semalara yükselip Allah’ın lâmekân vahdetini ararken bir sayhanın vicdanları dehşet içinde bırakmadığı bir zaman yoktur. O sayha, «Allahu ekber» diyen lâhûtî bir sadadır ki canları sarsar ve kâinatı inletir. Çünkü Cenabı Hakkın bir gül-bankidir.

334
O lâhûtî sada coşup da yerden yükselince esrar-ı kudret, azamet ve kibriyasıyla göklerden iner. Bütün mahlûkat, Hakkı ezber olarak yâd ederken artık o nurların nurundan apaşikâr feyiz alır. Çünkü seherden ve karanlık geceden görünen, cânanın tecellisidir.

335
Seher vaktinde bütün kâinat tatlı bir uyku içinde iken bu ruhanî nağme, ufukları dalgalandırır da etrafın sâkit kalbinde hazin bir enin peyda eder. Her taraf karanlıktır, fakat o karanlık, aydınlık bir zulmettir. Çünkü gökyüzü uyanıktır… Her yıldız da Allah’ın cemaline bir penceredir.

336
Ruhu yıpratan geçinme kaydına mahkûm olan biçareler, gündüzleri bu merhametli hâtırayı duyunca, âhirette didar-ı ilâhî temaşasına nail olmuş kadar mest olur. O neşvenin verdiği bir haz ile hayat yükünü taşımaktan, yorulmak şöyle dursun, yılgınlık eseri bile göstermeden en ağır yükleri sürükler ve taşır.

337
Güneş, batıya çekilmiş, gökyüzü esmerleşmiş, ufuk gül rengine boyanmış, zaman durgunluk içinde, zemin bir iğbirara gömülmüş, dünya susmuş, can manevî bir hüzne tutulmuş, her yerde bir gariplik görünüyor, sessizlik de gittikçe artıyor. Cihan bu hâle müstağrak iken feza birdenbire ilâhî bir gülbank ile dolar, yani akşam ezanı okunur. O sevdâvî tenhalık Allah’ın tekbir ve tehliliyle dolar.

338
Vakta ki zemine gecenin istilâsı iner. O istilânın eli, dünyaya yokluk şeklinde karanlık bir gölge serer. Gözler medhûş ve müstağrak bir hâlde yere ve göğe bakarken (Allahu ekber) nidası Mevlâ canibine yükselir de o karanlık gölge altındaki hilkat sahası, Sina'daki tecelli makamına döner.

339
Yâ Rabbi; uzaklıklar, senin hâtıranla akis vermeden bir an hâli kalmıyor: Bu ne müthiş bir saltanat, fakat ne kadar rahat bir istibdattır ki, ezanlar, teşbihler ve evrad, hepsi o istibdâda birer hürmettir. Hayır… istibdat değil, sen merhametin ruhusun, bu seslerin hepsi de senden adâlet ve inayet dilemektedir. Eğer evvelce adâlet göstermeseydin feryada kabiliyeti verir miydin?

340
Tabiatın ruhu, karanlığın kalbi içinde uyuyor. Yıldızlar bile feza içinde gözünü yumup yavaş yavaş uyumak istiyor. Seher, göklerin altında henüz yüzünü açmıyor. Hayat iniltisi, gecenin yatağında dinmiş, bütün safhalar ve sahalar sükûn ve sükût ridasına bürünmüş.

341
Muhitimin sakin bir vecde dalmış olduğunu görünce ben de o hâli temaşaya dalmıştım. Bu mahmûr levha, nazarımı mest ediyorken ufukta ve uzaktan uzağa bir ses yükseldi. O anda yeryüzünün her yerine yayıldı, sır vermeyen gecenin bütün sırları arasına sokuldu. Uyuyan âlemi uyandırdı ve kararını aldı, karanlıklar içinde birçok âlem meydana çıkardı. Uzaklıklar, o sesi tekrarladılar da gecenin göğsünden uzun bir feryat duyuldu.

342
O feryat, ümmetin ahı olup yerden semaya çıktı, yine o feryat rahmet ruhu olup semadan yere indi. Heybetli minareler, deminden ve alaca karanlık içinde birer heyûlayı andırıyordu. Fakat şimdi hayalimde gece semâ'hanesinin birer nâyı olmuştu. O taş yüreklerden bu kadar müessir nağmeler çıkması hakîkaten garip idi. Biraz sonra o neylerin hepsi hemdem oldular da sükûnetin ruhunda büyük bir kıyamet koptu. Şu camit âlemde tehlil sadası coşunca minareler bana İsrafil'in sûru gibi geldi. Gecenin eli muhitime ölüm örtüsü çekmişken, karşımdaki evlerde hayat ziyaları uyandı. Sonra âlemler ve sabahın ruhu uyandı, daha sonra da yokluk uykusundan bedenler bidar oldu. Bende de karanlıkları yakan bir gece çerağı uyandı ki Allah’ın feyziyle ebede kadar kalbimi parlatacaktır. Allah’ın nuru sönmedikçe o meşale için ben zeval tasavvur edemem.

343
Eyvah! Güzel sevgilimin yurdu ıssız kalmış, her köşesi hazin bir mezara dönmüş, içindeki nağmeler uçmuş da sessiz bir yuva hâlinde kalmış.

344
Bütün emel ve arzularım orada gömülü duruyor, sanki mahşer kıyamını bekliyor.

345
İlâhî, o pak ve nezih saha, neden böyle bir yığın toprak olmuş yatıyor?

346
İlâhî; neden burayı aydınlatan güzellik ziyası sönmüş? İlâhî; ne için buraya bir firkat gölgesi uzanmış? İlâhî; harim-i canan üstüne bu kat kat ayrılık perdesi çekilmesinin sebebi ne?

347
Lâkin şu görünen hayal kimin ki boyu bosu tıpkı canana benziyor? Dağınık, siyah saçlarının altındaki parlak alnı, karanlıklar içinde mahmûr bir sabahı, yahut gözbebeğindeki rüyet nurunu, yahut bahar bulutu arasında ve yağmur şeklinde akıcı incileri, yahut kalbimde her zaman coşan hâtırayı veyahut beden kaydından âzâde bir ruhu andırıyor.

348
Ey yârimin, nazarı aldatan hayali; bir an olsun karar etmez misin? Karşımda parıldayıp söndün de şevk serabına döndün.

349
Her yer derin bir sessizlik içinde. «Cânan, Cânan!» diye seslendim, cevap alamadığım için yoruldum. Sesimin aksini olsun işitmeye kanaat ettiğim hâlde onu da duyamadım. Dağlar, dereler, bütün etraf sağır ve dilsiz bir hâlde!

350
Ey sevdiğimin sevimli yurdu; bu şimdiki hâlin bana pek dokundu. Göğsünü aç ki oradaki hâtıralardan ben bugün bir şemmeye olsun razıyım.

351
Bir vakit o hâtıra rayihalarının sahibi, sabahlara kadar yanımda beklerdi. Ümidime beka şarabı verir, ruhumu safa sarhoşu ederdi. Heyhât ve eyvah ki, o nesim kadar saf olan cânan, nazlı nazlı semalara gitti.

352
Bozulmuş ve perîşân olmuş yuva; söyle ki canan, artık sana inmiyor mu? Ey ebedî mâtem; haber ver ki sahanda nevhalar dinmiyor mu?

353
Ey semada seyredip giden bulut, onun nazlı yürüyüşü hatırında mı? Ey rüzgârın dokunup geçmesine karşı inleyerek şiir okuyan fidanlar! Canan; revan bir şiir olup da salına salına bu gölgelikten geçmiyor mu?

354
Ey şefkatli güzel; meydana çık da ömrüm gibi birdenbire geçip git! Yahut feza dâhilinde bir görün de ufuklarımı nurlara gark eyle! İçimde binlerce can nevhaları coştuğu hâlde dehşetler içinde olarak bu garip yurda geldim. Feryadımı dinliyecek duygulu bir kulak yok mu? Yâ Rabbi; bu nasıl susmuş bir cihan ki, sualime karşı «Yok!» diye bir akis de vermiyor.

355
O apaçık nur, nihâyet gözlerden gizlendi. Arkasından ufuklara gömülmüş bir hayal kaldı.

356
Kemalin izinde zevalin yürümesi tabiî bir hâldir. Fezada yükselen yıldızlar da batar. Fakat bu emel yıldızı, göz kamaştıran bir şimşek gibiydi ki, gurubuyla ufukları gece rengine boyadı.

357
Nâsut âlemine tenezzül etmedi de lâhûta yükseldi. Yüksekliğin ednâ kademesi ılliyyin oldu.

358
Hayali, hazin hâtıramda duruyor; ruhu semalarda dolaşıyor; vücudu ise mezar döşeğine gurub etmiş yatıyor.

359
O, yekpare bir nur idi. Tahallül etti de bârika gören ve harika gösteren bir nazar oldu.

360
O bir celâl ve azamet semâsı idi ki bir kabir onu kucakladı. Artık görünüşte zemin, arş ile beraber olursa çok mu?

361
Kitab-ı ledün, mezar taşının kitabesi, nur-i yakîn de kabrinin üstünde asılı kandili, Allaha doğru yükselen tehlil cümlesi, merkadinin direği, arş-ı a'lâdan inen rahmet ve mağfiretler, meşhedinin kemeridir.

362
Nesimin nazlı eli kabrinin toprağını süpürmekte, inci yağdıran bulut, mezarının fezasında şakilik etmektedir. Yıldızlar türbesine uyanık birer türbedar, bahar da lâhdine ter ü taze yeşil bir örtü olmuştur.

363
Bir konca gibi açılmadan solan ve kuruyan yanağına (Yâ-sin) teranesi seher vakitlerinde bülbül nevhasıdır.

364
Bu servilikte duyulan inilti, rüzgâr değil, üstünde uçuşan meleklerin kanat sesleridir.

365
Geceler, o lâtif hayalin harîm-i ismeti, şafak ise o parlak güneşinin gurubu hâtırasıdır.

366
Kendisi yükselerek lâmekânda oturmakta ise de benim nazarımda bütün mekânlar o ruhun tenezzüh etmekte olduğu bir mesire hâlindedir.

367
Ey aslına avdet eden nur; her tarafta bana görünüyorsun. Gölgelerle örtülü bulunsan da bir an bile lem'andan uzak değilim. Şulen ruhumda ebediyen karar etmektedir.

368
Güzelliğin seherde dalgalanmada, alnının ziyası, ayın safhasında parlamaktadır. Gece, haremsarayının sahnına perde olmakta, güzel rayihanın bir şemmesi taze gül yapraklarından duyulmaktadır.

369
Rüzgârları harekete getiren nağmendir; fezadaki bu cûş ü hurûş nevası sendendir. Hayalin beni seherde uyanık bulunduruyor. Ey hatırasıyla ruhum dopdolu olan; bana göre bu kâinat senden ibarettir.

370
Ey ilâhî şu'lenin lem'ası; ey ebediyet sabahı karargâhı olan; parlayışın sona ermesin ve nurların eksilmesin. Ben senin bekânı böyle istiyorum.

371
Yanan ve parlayan nurun sönmek ihtimali ve sönmek sözünün anlamı yoktur. «Ateşin zevali yoktur» demiyorum, fakat nurun öyle hâli yoktur; o, yokluğa gidip karar etmez.

372
Ey düşüncesiyle kaldığım, yâni daima düşündüğüm yâr; artık aramızda koskoca bir cihan var. Sen gökte didar-ı ilâhî safası ile müferrahsin. Bense yerde ayrılık azabı içindeyim. Onun için bütün nağmeler, kulağıma feryat olarak geli-yor.

373
Evet, kulağıma, üflenen neyin demi feryat, akan derenin şırıltısı feryat, esen rüzgârın sesi feryat gibi geliyor. Sen gökleri neş'edar-ı ferhunde-zâr ederken bana yerde olan yadigârın ancak feryattan ibaret.

374
Derler ki: Emevî hükümdarlarından Hişam bin Abdülmelik devrinde Şam civârında üç sene kuraklıktan ekin olmamış; çöldeki bedevîler can kaydına düşmüş. Her çadır bir mezar hâlini almış, altında iskelet şekline girmiş birkaç canlı cenaze uzanmış. Bu âfetin sürüp gittiğini gören kabile şeyhleri bir köyde toplanmışlar ve şöyle konuşmuşlardır: «– Mâdemki bu halkın şeyhleri ve reisleriyiz, kalkın Hişâm'a gidelim ve lûtfuna iltica edelim. Halife'miz, hâlimizi bilse merhamet etmek ihtimali vardır. Ak sakallı bir bölük ihtiyar, bulundukları hâli Emîr'e anlatır da o, halkı merhamete lâyık görmez mi? Sultansa da taştan bir insan değil ya.»

375
Buna karar verilince bazıları: «– Aramızda Dirvâs da bulunsun. Daha çocuktur amma ondaki talakat kimsede yoktur.» derler. Dirvâs da şeyhler heyetine katılır.

376
Bu heyet Şam'a girince: «– Beş on kabile şeyhi geldi» diye Hişâm'a haber verirler. O da: «– Şimdi saraya gelsinler» emrini verir.

377
Heyetle beraber çocuk da huzura girer. Evvelâ dua eder, sonra söze başlayacak olur.

378
Lâkin ak sakallı ihtiyarlar dururken bir çocuğun söz söylemesi hükümdara garip gelir. «– Çocuk sen sus! Büyükler dururken çocuk söz söyler mi?» diye onu tekdir eder. Dirvâs da: «– Bu tekdir neden icabetti, yaş, zekâ mikyası mıdır? Sen Dirvâs'ı çocuk mu sanıyorsun? Bir kere dinle de beğenmezsen sustur» cevabını verdikten sonra sözüne devâm eder ve der ki:

379
«– Üç yıl süren kuraklar ve sıcaklar, bizi de kavurdu ve yaktı. Binlerce çadır kapandı. Çöl mahşer hâlini aldı. Evvelce şehirdekileri besleyen kabileler halkı köy köy dolaşıp dileniyorlar. Hâtem-i Tâî gibilere cömertlik gösteren Urban, bugün bir ekmek parasına can veriyor. Çıplakları giydiren de bugün çıplaktır; kadın ve erkek gömleksizdir.

380
«Açlık, ölümün yardımcısı oldu. Çöl baştan başa cansız cesetlerle dolmuştur. Her tarafta açlık feryadı geliyor, fakat bir taraftan yardım sadası işitilmiyor. Gençler ihtiyarlara, ihtiyarlar ise seyyar mezara döndü. Analarda bir damla süt yok ki evlâdını emzirsin de uyutsun. Gâliba Cenabı Hak bize gazap etti ki çöl halkı üç senedir yandığı hâlde gökten bir damla su inmiyor. Dualarımız neticesinde yağmur yağmak değil, kırağı bile düşmüyor. Onun için sana ilticaya ve hakkımızda merhametini ricaya geldik. Ey âdil Emîr; sendeki haşmet ve debdebenin çok fazla olduğunu görüyoruz. Biz ise aç ve çıplak bir alay sefiliz. Demek ki bir yanda pek fazla bir servet var, öbür yanda ise hiçbir şey yok. O hâlde biraz denkleşmek lâzım. Sen bu serveti nereden buldun? Bunlar halkın mı? Halik’ın mı, senin mi?

381
«Eğer Allahın ise biz de onun kullarıyız. Bir pay istemekte elbette haklıyız. Yok, halkın ise başkasının haklarını ayak altına alma da sâhiplerine ver. Böyle de değil, kendi malınsa, şimdi sana pek fazla olduğu için fukaraya sadaka olarak ver.»

382
Bu sözler Hişâm'ı cevaptan âciz bırakmış, mecliste olanlara: «—Cevap bulabilirseniz söyleyin. Ben diyecek söz bulamıyorum. Bu çocuğun dehasına hayret, istediği verilsin.» demiş.

383
Harîm-i kâtil: Kâtilin ortağı, yardımcısı.

384
Heyâkil-i san'at: Sanat heykelleri, (âbideleri).

385
Nesl-i cebîn: Cebin (korkak) nesil.

386
Gîrûdâr-ı maişet: Maişet mücadelesi; Kedd-i yemin: El emeği.

387
Ağuş-i iltica: Sığınılacak kucak.

388
Binâ : Eskiden medreselerde okunan Arapça bir ders kitabı.

389
Arap harfleriyle güzel yazı çeşitleri.

390
Tatlîk: Boşamak.

391
Ahrâr-ı izâm: Büyük hürriyetseverler.

392
Asr-ı ulûm: İlimler asrı, ilimler devri.

393
Bahr-i Ahmer: Kızıldeniz.

394
Fâni zindegânî: Fânî hayat; Hayat-ı câvidanî: Ebedî hayat; Telâkî-gâh: Buluşma yeri; Menzil-i ârâm: Huzur ve sükûnet yurdu.

395
Ömr-ü sâni: İkinci ömür; Abes: Boş, beyhude.

396
Te'min-i istikbâl: İstikbal sağlamak; Âlâm: Elemler.

397
İmrâr etmek: Geçirmek, Eyyam: Günler.

398
Mâmelek: Bütün mülk.

399
Perde-pûş-i zulmet-i evham: Vehim karanlıklarıyla örtülmüş.

400
Müberrât: İyilikler.

401
Kapkaranlık gecenin gizliyen kalbinde saklanmış.

402
Muhtefi: Saklanmış, göze görünmez.

403
Etfal: Çocuklar.

404
Emvac: Dalgalar.

405
Hilkatin içini, özünü sızlatan beşer iniltisi.

406
Tahta-pâre-i câmid: Donmuş tahta parçası; İğbirar-ı samut: Sessiz iğbirar infial.

407
Mahmil: Fil, deve vs. nin sırtına konan ve içine insan binen, küçük kulübeye benzer binek.

408
Pervasızca uzanmış yatmış olan şu taş, senin en son yatacağın bir sedirdir. Yumuşak yatağından çıkıp bir gün ona baş vuracaksın. Yaşadığın müddetçe uğraşsan da, onun elinden kurtuluş imkânı yoktur. Hayat yolunda yürüyüp gitmene mâni ve aşılmaz bir settir. Bak, aşabilirsen aş.

409
Musalla: Öksüzlerin donmuş gözyaşı dalgasıdır. Musalla: Dünya mâtem-hanesinin kalbinden fırlamış bir ahtır; Musalla; Allah’ın insana minber-i tebliğidir. Musalla: Ehl-i irfân önünde bir ibret dersidir.

410
Bu minberden nâsut âlemine en müthiş hakîkatler iner. Buradan lâhut âlemine en yüksek kanaatler yükselir. Karanlıklarda onun civârında, sayılmakla bitmez hayaletler geçer. Çıplak sefâletler kefenleri omzunda olarak geçmişler.

411
Babam, kardeşlerim, çocuklarım ve annem, belki de bence bunlardan muazzez olan birçok can dostu, bu taştan dünyaya son bir nazar atfediyor sanırım. Ruhum, bu ölüm heykelinden binlerce sessiz figan duyar.

412
Saltanat tahttan devrilir; dünya altüst olur; müstahkem burçlar ve bârûlar birer birer düşer de bu taş, zamanın tahripçi eliyle âdeta alay eder. O, sanki bütün mevcudata hâkim bir yokluk timsalidir.

413
Karanlık ve yıldızsız bir gece tasavvur et ki onun heybetli kucağında uzaklara kadar yayılmış bir çöl yatmaktadır. İçine düşmüş ve yolunu kaybetmiş bir âvâre için, karanlık dalgalarından yol bulmak imkânı yok. Her adım attıkça önüme bir girdap çıkıyor ve yolu kesiyor. O kumluğa düşüp de çalkanan şaşkın bir seyyah, nasıl bir nura ve kurtarıcı bir yıldıza muhtaçsa, ey ümit ziyası, ben de sana öyle müştâkım. Bir kerecik olsun görün! Zira ufuklarım pek karanlıklaştı.

414
Coşmuş, tufanlar koparan dalgaları dağlardan nişane olmuş bir ummanı hayalinin önünden geçir! Öyle bir umman ki, ölmek muhakkak, kurtuluş muhâl, imdat edilecek sahil ise pek uzak. Korkudan donmuş dudaklarda ruh titreyip durmakta. O coşkun suların saldırışlarıyla uğraşan kimse, bir teselli kenarı görünce nasıl tehalükle oraya atılmak isterse ümitsizlik dalgalarıyla ihata edilmiş olduğum şu âlemde senin tayfın hayalime aynıyla o sahil gibi görünür.

415
Evlâdından ayrı kalmış âvâre bir ana düşün, yahut hânûmânından ayrılmış bir öksüz tahayyül et. O talihsiz ananın hatırından evlât hâtırası nasıl çıkmazsa, öksüzün kalbinden de anasının yâdı nasıl ayrılmazsa, ey ruhumun medar-ı aramı, senin hâtıran da benim hatırım da öylece durmaktadır. Çünkü ne yapsam gördüğüm senin apâşikâr olan feyzindir. Çimenler, nurunun dalgaları, fidanlar boyunun bosunun timsali, sularda akisler yapan suret de zeval bulmaz olan cemalindir.

416
Derede oynaşan dalgacıklar nazlı salınışın, güzel kokulu çiçekler de gizlenen taze taze rayihandır. Gecelerin koynunda uyumakta olan nazlı seherler, saçlarına yaslanmış pak ve parlak alnını hatırlatır. Ebediyet denizinde yüzen nurlu yıldızlar, hayret önünde senin bakışından saçılmış lem'alardır. Zemin, eserlerinle dolu, sema nurlarının altında. Bütün âlemler, didarının nazar süsleyen birer aynasıdır.

417
Sabah vakti tenha bir yere çekilmek istemiş, deniz kenarında oturup etrafı seyre dalmıştım. Ufuklar yeni açılmış, sema mahmûrdu. Güneş de yattığı yerden henüz görünmemişti. Leb-i deryada hiç ses yoktu. Her yer derin bir sükûta dalmıştı. Sabâ ile sular durgundu. Hülâsa her şeyde durgunluk vardı. O, mavi yatak, yani denizin sathı üstünde uyanık sabah dadısının nur çocuğu, bir tıfl-ı nâzenin gibi uyurken güneş, dağların perdedarlık ettiği hariminden görünmüş ve derece derece yolunda yükselmişti. Sema-yı kudrete doğru yükseldikçe o râkit genişlikte ziyalar dalga dalga oldu. Bu coşma hareketleri o gümüş havuzu uyandırdı. Sabâ da sevdalı nefesiyle o sath-ı sükûnu dalgalandırdı. Açıklardan ve birbiri arkasından gelen dalgalarla sahilden hazin bir nağme, müessir bir şiven vecd ve istiğrakımı artırdı. O âhengi dinledim, meğer şiirin âhengi, o coşup kabaran deniz de fikrinin ummanı imiş. Güneş ruhun, onun demet şeklindeki şuaları, güneş kadar parlak olan sânihatınmış. Dünyanın senden ibaret olduğu artık nazarımda tecelli etti. Fakat ey görünmeyen sevgili; bu umumî senlikte acabâ ben miyim?

418
Hüzzâm makaâmında bir ilâhî.

419
Âguş-i ihtirâm: İhtirâm, saygı kucağı.

420
Pîş-i ihtişamında: İhtişamın önünde.

421
Pür-sürûd-i sürûr: Sevinç cıvıltısı içinde.

422
Ketîbe-i ma'sûme : Mâsûm kafile, kalabalık.

423
Kârbân-ı şebap : Gençlik kafilesi.

424
Âtinin sermedî hayatına koşuyor.

425
Mazinin cansız heykelleri.

426
Kârbân-ı âti: İstikbâl kafilesi.

427
istical: Acele etmek.

428
Geçen dem fevt olup gitmiştir, istikbalse gaiptir; Kişi ancak zaman-ı bî-sebat-ı hâle sâhiptir.

429
«Heleke’l-müsevvifûn.» (Bugünün işini yarına bırakanlar helâk olur.) Hadîs-i Şerif.

430
Büyük bir şairin ihtarı olan yukarıdaki beyit büyük bir hikmet düstûrudur. Onu evvelce duymuş da olsan şimdi tekrar edilmesi yersiz olmaz :
Evet. Geçen, artık geçmiştir, gelecek zaman ise meçhul ve müphemdir. Hayatından nasîbin ancak hal, yani şu geçmek üzere olan demdir. Maziye dönmek mümkün olmadığı gibi istikbal ümidi de cansızdır. Onun için bugünkü iş bugün yapılmalıdır. Yarına bırakırsan o (yarın)lar mahşere kadar sürer.
Benim on beş yıl evvelinden beri yapacağım işler hâlâ durmaktadır ki, onlar için, az önce «yarın başlayıp yapsam» demiştim. Müsevvifler, yani bugünün işini yarına bırakanlar için mahvolmak tabiî bir şeydir. Bu, bir yaradılış kanunudur, hem de hiç tevil götürmez.

431
Dinî, Felsefî Musâhabeler, sayfa: 121.

432
Ta'zib-i nigâh eyleme: Gözlerini yorma, bakışlarını işkenceye uğratma.

433
Yeni Câmi

434
Gehvâre-i emvaç: Dalgalar beşiği.

435
Şeh-dâne: Büyük ve kıymetli inci.

436
Leb-ı derya: Deniz kıyısı; Hande-i nûr: Nûr gülümsemesi.

437
Umman-ı bekâ: Bekâ, ebediyet okyanusu.

438
Eb'ad-ı semâvîsinde: Semâvî eb'adında, sema gibi sonsuz uzaklıklarında.

439
Süleymaniye Camii’nin temellerinden bir kısmını da medreseler teşkil eder.

440
Serapa iman: Baştan başa iman

441
Uruc et: Yüksel.

442
İ'lâ eden: Yükselten.

443
Kitabın 1928 den önceki ilk baskılarında, bu ve sonraki mısralar farklıdır:
Yerin üstünde duran velveleler haykırsın;
Hakkı son sadme-i kahrıyla devirsin butlan;

444
Sadme-i kahr: Kahır çarpması.

445
İlhad: Dinsizlik.

446
Hufre-i tarih: Tarih çukuru, tarih mezarı; Meâli: Yüksek hâtıralar

447
Hudâ İanesi: Allah evi.

448
Seyyal: Akıp giden.

449
Sivâ: Allahtan başkası; Zılâl: Gölgeler.

450
Âlem-i kesret: Çokluk âlemi.

451
Sâni: Yaratan; Masnu': Yaratılan.

452
Mahv-ı temaşa: Temaşa içinde, seyir içinde kendinden geçmek.

453
Perde-i seyyal: Seyyal, su gibi akıcı bir perde.

454
Mahşer-i iman: îman mahşeri, bir mahşer ki orada yalnız imanlar toplanmış.

455
Vahdet-zâr: Birlik âlemi.

456
Nefha-i rahmet: Rahmet nefesi.

457
Taayyün veriyor: Şekil ve suret veriyor.

458
Zerrat-ı vücut: Vücudun zerreleri.

459
Deyyâr: Evin içinde oturan; dâr: Ev.

460
Bitâb-ı tecelli: Tecelliden bitap, yorgun kalan.

461
Cibâh: Cepheler, alınlar.

462
1928 baskısındaki bir matbaa hatası yüzünden, bu mısradaki «bilmediğim» kelimesi, «bildiğim» veya «bildiğimizi şeklinde, yanlış olarak yeni harfli 9. baskıya kadar devâm etmiştir.

463
Lihye-i pak: Tertemiz sakal.

464
Huzme: Demet.

465
Târ: Tel.

466
Fukahâ: Din bilginleri, dinin fıkhını bilen ulema, bilginler.

467
Şark-ı Aksa: Uzak Doğu; Magrib-i Aksa: Uzak Batı. Fas.

468
İlk baskılarda bu beytin yerinde şu mısralar vardır:
Şarktan başlayarak Mağrib-i Aksâ'ya kadar,
Asya'nın, Avrupa'nın, Afrika'nın nerde ki var
Müslüman sâkin olan bir yeri, mutlak gittim;
Hepsinin hâlini, mâzîsini tetkîk ettim.

469
Âram etmek: Durmak, dinlenmek.

470
A'mak: Derinlikler.

471
Tayy-i merâtib: Mertebeleri, rütbeleri aşarak.

472
İnkılâb eyledi: Döndü, çevrildi.

473
«Din garib olarak başladı ve başladığı gibi olacak…» meâlindeki hadîs-i şerif.

474
Seng-i mezar: Mezar taşı.

475
Hazele: Aşağılık gürûhu.

476
Hûn: Kan.

477
Ağniyâ: Zenginler; Bezletti: Bol bol verdi.

478
Tamim: Umumîleştirmek.

479
Bu mısra ilk baskılarda:
«En cömerd zengin iken şöyle cevap verdi bana:» şeklinde iken, son baskıda bu şekle sokulmuştur. «Yüz dürdü» ifâdesi «Yüz dürmek: Surat asmak» tabiriyle ilgili olmalı.

480
Ta'dâda mahal yok: Saymağa lüzum yok.

481
Temkin: Metanet.

482
Akîm: Kısır.

483
Teaddî: Tecavüz.

484
Nefs-i emmâre: İnsana her şeyi buyuran, her arzusunu yaptırmak isteyen, her tecavüzü ve her ihtirası teşvik eden nefis.

485
İbâhiyye: Her şeyi mubah gören ve her yasağı yapma mesleği.

486
Kitabü’l-fetvâ: Fetva kitabı.

487
Arş-ı amal: Emeller, ümitler tahtı.

488
Musab: Musibete uğramış, malûl.

489
Nâmahdud: Hudutsuz.

490
Muhkem: Sağlam.

491
Ayin-i mecûsîye karîb: Mecûsîlerin âyinine yakın.

492
Terk-i hayat: Hayatı terk etmek, canı feda etmek.

493
İhtirasat-ı hususiye: Şahsî ihtiraslar.

494
Nef-i şahsî: Şahsî menfaat.

495
Ruh-i edyân: Dinlerin ruhu.

496
Hiss-i milliyet: Millî duygu.

497
Son mısralar, ilk baskılarda şöyledir:
Öyle maymun gibi taklîd-i zevahir tanımaz.
Dîni irfanı yeter; başka mefahir tanımaz.
Beyni var, şapkası yok; san'atı var, tırnağı yok;
Şer'-i ma'sûma olan hürmeti benden bile çok.

498
Meyl-i meali: Yüce duygulara meyil.

499
Kanûn-i Esâsî: Anayasa; Havâtır: Hatıralar.

500
Yedu’llah: Allahın kudret eli; Nihan: Gizli.

501
Havsala-çâk: Anlayışı parçalayan.

502
Nâfi' âsâr: Faydalı eserler.

503
Muzmer: İnsanın içinde gizlediği şey.

504
Kasâid: Kasideler.

505
Hakka tefvîz: Allah’a havâle.

506
Hüsran-ı mübîn: Apaçık hüsrân.

507
Haybet: Mahrum ve meyûs olma.

508
Bu mısraın ilk baskılardaki şekli : Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez!

509
Lem’a-i ümmid: Ümit pırıltısı.

510
Bu mısraın ilk baskılardaki şekli: Saltanat devrilecek olsa, iyâzen billâh.

511
Bir zamandan beri için için ağlayan cemaat bu levhanın karşısında feryadını zaptedemedi. Mabedin içi bir mahşer hâlini aldı. O hay ü huy arasında ihtiyarın ne söylediği bir müddet işitilemedi. Nihâyet, o da beş on dakika beklemeğe mecbur oldu.

512
Udvan: Düşmanlık.

513
Fünûn Fenler.

514
Pâye-i tahkik: Tahkik payesi, bir ilme hakim olduktan sonra o ilme yeni ufuklar açacak olgunluğa varmak.

515
Mündemiç: İçinde mevcut.

516
Mütedenni: Geri.

517
Nâ-mahsur: Hudutsuz, pek çok.
Safahat Mehmet Akif Ersoy

Mehmet Akif Ersoy

Тип: электронная книга

Жанр: Стихи и поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Akif, şiirle düşünmeyi edebiyatımıza sokan hemen hemen tek şairdir. Bir toplumun, bir ömür başından geçenleri şiirle anlatması da diyebiliriz Safahat’a. Türk milleti, Akif’te, şiir ölçüleri içinde düşünmüş, ağlamış, haykırmış ve umutsuzluğa batmış, umutla çırpınmış adeta. Şiir, cemiyetle sonuna kadar içli dışlı olmuştur.

  • Добавить отзыв