Sırça Köşk
Sabahattin Ali
Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını artırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz.
Sabahattin Ali
Sırça Köşk
Portakal
Vapur Doğu Akdeniz limanlarından birine yaklaştığı zaman ortalık kararmaya başlamıştı. Güneşin biraz evvel battığı, denizle bulutların birbirine karıştığı yerde katmer katmer turuncu yığınlar, bunun karşısında, Toroslar’ın üzerinde ise karlı tepeleri saran al al tüller vardı. Vapur kısa, kalın bir şeydi. Kıçı pek suya batmış, burnu pek havaya kalkmış gibi yürüyordu. Elli beş yaşındaki makine, kendisiyle aynı yaşta olan tekneyi, sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titretiyordu.
Yarım asırdan beri fırçalanıp silinmekten yarı yarıya incelmiş ve aralarındaki zifti dökülmüş olan güverte tahtaları, sıcakta yan yatıp hızlı hızlı soluk alan sıska bir köpeğin kaburgaları gibi, kımıldayıp duruyordu.
Bir saatten beri dümen vardiyası tutan Vinççi İsmail, bacakları bir arşın kadar birbirinden ayrı, çıplak ayakları deve tabanı gibi sımsıkı güverteye, elleri dümene, gözleri limana yapışmış, hiç kımıldamadan duruyordu. Görenler onun sanki nefesi kesilmiş bir hâlde çok mühim bir hadiseyi, mesela karşıda taş evlerinin camları parlayan şehrin bir infilakla uçuvermesini yahut denizden büyük bir canavar çıkıp gemiyi birden yutuvermesini beklediğini sanırlardı.
Hâlbuki hiç de böyle büyük şeyler düşündüğü yoktu. O İstanbul’da, Beşiktaş’ın arka mahallelerinden birinde bıraktığı minimini bir şeyi, on beş gün evvel, bu son sefere çıkacakları gün doğan oğlunu düşünüyordu. Ona, geçen sene Şile taraflarından İstanbul’a motorla mangal kömürü getirirken boğulan babası Musa Kaptan’ın adını koymuştu. Şimdi kendi kendine, ağzını kımıldatmadan mırıldanıyordu:
“Musa Denizer!.. Musa Denizer!”
Çocuğunun hem adını hem soyadını birlikte söyledikçe oğlan gözünde büyüyordu. Limanın önünde yamyassı yatan ve üzerinde harap bir kale bulunan adacığa yaklaşmışlardı, burada dümeni sancak tarafına kırarken “Okutacağım keratanın oğlunu!” diye söylendi.
Kendisi okumamıştı ama tütünden aldığı karısı “tahsilli” idi. Hem birkaç sene mektebe gitmiş hem de öteki işçi kızlarla beraber okuyup yazmaya merak sardırmıştı. İsmail her seferden dönüşte bir Köroğlu[1 - Köroğlu: Burhan Cahit Morkaya’nın çıkardığı mizah dergisi. (e.n.)] alır, eve gidip yıkandıktan sonra onu karısına uzatır, kendisi mindere kurularak dinlerdi. Karısı Hayriye hiç kekelemeden, hafızlar gibi başını sallayarak önce resim altlarını, sonra destanları, sonra makaleleri, haberleri, tefrika romanları, acayip, hatta biraz yanık bir makamla okur, bu sırada İsmail de dudaklarının kenarında müphem bir çizgi, anlasın anlamasın, arada bir kahkaha atarak dinler, harp vaziyetine ait yerleri tekrarlatır, vapurda güverte yolcularından yahut izinden dönen neferlerden dinlediği mütalaaları birbirine karıştırıp anlatır, “Gidişat iyi değil gibi Hayriye!” der, susardı. Bu sükût, “Artık yemek yiyelim.” manasına idi ve karısı hemen yerinden fırlar, sofrayı hazırlamaya başlardı.
İsmail hiç kımıldamayan gözlerini artık iyice yaklaştıkları limana dikmiş dururken arkasından ayak sesleri duydu. Kalın, cızırtılı bir ses, “Ben göremedim yahu!” diyordu. Bu, gemi süvarisi idi.
İkinci kaptanın ince, titrek sesi, “Dürbünle iyi bakın! Bana var gibi geliyor!” dedi.
İkisi de kumanda köprüsünün ön tarafına geldiler, dürbünlerini gözlerine yerleştirerek limanı ve orada sıra sıra dizili duran kara mavnaları uzun uzadıya araştırdılar. Kısa boylu, kırmızı yüzlü, kır saçlı, küt burunlu biri olan süvari, tam kitapların tarif ettiği bir deniz kurdu idi. Sesi, ayazda kalmış gibi yırtık yırtık çıkıyor, gözlerinin uçlarından yanaklarına doğru yaşlar süzülüyordu. Gözlerinin altı da içi su dolu kesecikler gibi şişmiş ve yanaklarına doğru sarkmıştı. İkinci kaptan ise inadına uzun, sarı, sıska bir şeydi. Kasketini kulaklarına kadar geçirmiş, şubat ayında buralarda hava pek soğuk olmadığı hâlde, kaputunun yakasını kaldırmıştı.
Süvari, “Göremiyorum be!” diye söylendi.
“Biraz daha yaklaşalım, görürsünüz!”
“Biz yaklaştıkça da hava kararıyor…”
Sonra, somurtkan yüzünü hiç değiştirmeden kesik kesik güldü, eliyle ikinci kaptanın böğrünü dürttü:
“Patlama yahu!.. Limana varınca anlarız! Eğer bir şey varsa acenteden evvel gelirler!..”
Konuşarak İsmail’in önünden uzaklaştılar. Delikanlı arkalarından bir göz attı. “İnşallah aradığınız çıkmaz!” diye söylendi. Bugün bu üçüncü vardiyası idi. Hâlbuki onun asıl işi vinççilik olduğu için, gemi bir limandan ayrılınca öteki limana varıncaya kadar başaltı kamarasında yatıp uyumalıydı. Ama bu sefer tayfalardan üçünü birden sıtma tutmuş, kaptan da İskenderun’da başka tayfa almaya lüzum görmemişti. İsmail bunun suçunu süvaride buluyor, “Birazdan demir atınca geç vincin başına, artık gece yarısına kadar mı, sabaha kadar mı “Vira!.. Mayna!.. Vira!.. Mayna!.. Çek Allah’ın emrini!..” diye homurdanıyordu.
Ortalık adamakıllı kararmış, gemi de limana iyice yanaşmıştı. Rıhtımda tek tük ışıklar yanıyordu. İkinci kaptan tekrar kumanda köprüsünün ön tarafına gelerek demirin başında duran tayfalara emirler verdi. Demirin zinciri, istim seslerine karışan büyük bir gürültü ile sıçraya sıçraya geminin burnuna doğru gidip, delikten geçerek sulara gömülüyordu.
Vapur makinelerini istop edip olduğu yerde, suların akışına kapılarak ağır ağır dönerken, bir sürü kayık, sanki bir anda peyda oluvermişler gibi, geminin etrafını sardı. Fakat aşağıya uzatılan iskeleye yanaşmıyorlar, biraz açıkta duruyorlardı. Yalnız içinde bir polisle bir sivilin ayakta durduğu Sahil Sıhhiye İdaresi’nin kayığı ile acenteyi getiren kayık, küçücük bayraklarıyla kendilerine bir yol açmışlar, vapura yanaşmışlardı. Hemen bunların arkasından başka bir sandal daha geldi, pek şişman ve kırmızı yüzlü biri acele fakat alışkın hareketlerle iskelenin iplerine yapıştı, yuvarlanır gibi yukarı çıkmaya başladı. Kasketini gür kaşlarının üstüne eğerek aşağıyı seyreden süvari koluyla ikinciyi dürterek “Geldi!” dedi. “Sen burada kal!.. Buraya bırakılacak yirmi beş parça eşya var… Ben salona gidiyorum.”
Birinci mevki kamaraların kırmızı kadifeli küçücük salonu bir sürü insanla dolmuştu. Acente önündeki dar masaya eğilmiş, yolculara bilet kesiyor, vapurun kâtibiyle konşimentoları, ordinoları, birtakım başka listeleri elden geçiriyor, kamarota kahve söylüyordu. Vapura herhangi bir iş için gelenler, aradıklarıyla baş başa vermiş, konuşuyorlar; yüzleri yolculuktan kirlenmiş kamara müşterisi şık hanımlarla arsız çocukları etrafa meraklı gözlerle bakıyorlardı.
Salonun daracık kapısında yan dönüp şunu bunu iteleyerek güç hâlle içeri girebilen şişman, kırmızı yüzlü adam, süvariyi bir köşede yalnız başına oturmuş, pencereden dışarıyı süzer görünce biraz duraladı, demin onu kumanda köprüsünde görmüş, el sallamış ama öteki görmemezlikten gelmişti. Kendisi daracık yerlerden, yatak denkleri, sandıklar, girip çıkarken bir aralıkta sıkışıp kalan yolcular arasından yol bulup gelinceye kadar, kaptanın salona inip köşeye yerleştiğini görünce “Tuzağı kurmuş bekliyor, domuz herif!” diye homurdandı; sonra iri dudağını yalayıp ıslattı, yüzüne tatlı bir ifade vererek o tarafa yürüdü:
“Nasılsın Süvari Bey?”
Süvari hiç beklemediği eski bir dostu ile karşılaşmış gibi “Ooo!.. Merhaba Osman Yiğit… Ne var ne yok? Geç otur bakalım!” dedi.
Osman Yiğit kalbi hızla çarparak yaklaştı, kor üstüne oturuyormuş gibi, döner iskemleye şöyle bir ilişti, yutkundu, derin bir nefes aldıktan sonra “Ocağına düştük kaptan…” diye boşandı, “üç bin sandık portakalım var! Bir haftadır yolunu gözleriz!”
Kaptan altı şiş gözlerini yarı kapayarak salondakileri süzdü, dudaklarının arasından, “İskenderun’da fazla mal çıktı, iki gün bekledik… Ama gemi de yükünü aldı…” dedi.
Karşısındaki, cümlenin son kısmını duymamazlıktan geldi:
“Neyse selametle geldiniz ya!”
“Öyle, inşallah selametle de gideriz!”
“İnşallah, inşallah… Şu bizim üç bin sandığa da…”
Kaptan bu sözleri hiç duymamış gibi “Hep de havaleli mallar yükledik… Bakalım İstanbul’u nasıl bulacağız… Denizlerin kötü zamanı…” diye devam etti, sonra, daha ziyade kendi kendine mırıldanıyormuş gibi:
“Gemi de gemi değil ki… Hacı Davut vapuru… Dört seneden beri havuzlanmadı… Allah çoluğumuza çocuğumuza acıyor herhâlde…”
Osman Yiğit, yüzü büsbütün kızararak “Şu bizim portakallar…” diyecek oldu. Kaptan birden doğrularak “İnşallah gelecek sefere…” dedi.
“Aman Süvari Bey… Şaka etme Allah’ını seversen! Portakallar sandığa gireli on beş gün oluyor. On gündür de rıhtımda bekliyor, bu sabah mavnaya yüklettim, neredeyse gemiye yanaşmıştır!”
Süvari Bey gözlerinin kenarından süzülen yaşları elinin tersiyle sildi, yüzünü uzun uzun kaşıdı, sonra, “Osman Yiğit…” dedi, “hatırın için birkaç yüz sandık alırım, ama sintineye koyarım; başka yerim yok!”
“Yapma be kaptan, sintinede portakal gider mi? Sabaha varmadan çürür!”
“Orasına ben karışmam!”
Süvari bunları söyleyerek kalktı, salondan çıktı, yukarıya, kamarasına gitti.
Osman Yiğit başını iki yana sallayarak biraz bekledi, sonra o da acele adımlarla dışarı fırladı, kumanda köprüsünün merdivenini ıkına sıkına tırmandı. Yukarı varınca ikinci kaptanı orada dolaşır buldu. Onu bir kenara çekerek meseleyi anlattı, “Hadi kurbanın olayım, şu işi bir düzenine koy… Beni yakmasın…” diye sırtını sıvazladı.
İkinci kaptan, “Vallahi, ne bileyim!.. Bakalım bir kere…” diye süvarinin kamarasına girdi.
Ondan sonra belki yarım saat süren bir pazarlık başladı, ikinci kaptan bir içeri, bir dışarı gidip gelerek bu hayırlı işi yoluna koymaya uğraştı, nihayet navlunu altı kuruş olan portakal sandıklarının yetmişer kuruştan gemiye alınması kararlaştı. Osman Yiğit aşağıya inip acente ve vapur kâtibi ile muameleyi tamamladıktan sonra, sandık başına navlun farkı olan altmış dört kuruştan üç bin sandığın tutarı bin dokuz yüz yirmi lirayı ikinciye teslim etti.
Bu aralık mavna yanaşıp portakal sandıklarını gemiye vermeye başlamıştı. Vinç sabaha kadar işledi. Tayfa İsmail Denizer, yorgunlukla, İstanbullu olan karısından öğrendiği güzel konuşmayı bir yana bırakıp halis Rize şivesiyle etrafına küfürler ediyordu. Kumanda köprüsündeki genç mülazım kaptan, ne yapacağını bilemiyor, denize yuvarlanan iki sandık portakal için aşağıda kıyametler koparan Osman Yiğit’e şaşkın gözle bakıyordu. Sabahın kırağısı üzerlerine yağan güverte yolcuları, ıslak paltolarının yahut yorganlarının altında kımıldıyorlar, öksürüyorlardı. Bir nefer, kaputunu omzuna atmış, yağlı tahtalar üzerine uzanmış yatan bu erkekli, kadınlı, çocuklu kalabalığın üstünden aşarak ayakyoluna varabilmek için uğraşıyor, ak sakallı, sıska bir herif, yorganını sırtına sarmış cıgara içiyordu.
Ön tarafta bir gidip gelme oldu. Bir kampana çaldı, gemi demir alıyordu. Biraz sonra makineler homurdana homurdana işlemeye, bütün tekneyi o garip sıtma nöbetiyle titretmeye başladılar. Vapurun bir gün evvel pek havaya kalkmış gibi duran burnu, bu sefer iyiden iyiye sulara gömülerek cenupbatıya[2 - Cenupbatı: Güneybatı. (e.n.)] doğru yöneldi. Kısa, kalın bacadan çıkan kara dumanlar, güneşin doğmak üzere olduğu tarafa doğru kıvrım kıvrım uzanıyordu.
***
O gün öğleden sonra süvari ile ikinci kaptan, ellerinde dürbünleri ile ikide birde ufukları seyretmeye başladılar. Bu hâl ertesi gün, daha ertesi gün de devam etti. Ara sıra çarkçıbaşı da geliyor, o da cenupbatıya, cenuba bakıyordu. Hep birden bir şey arıyor, bir şey bekliyor gibiydiler. İki üç kelimelik cümlelerle konuşuyorlardı:
“Bir şey var mı?”
“Görünmüyor!”
“Gün batısı karanlık, bir imbat çıkacak gibi!”
“Zannetmem… Bugünlerde lodos beklenir!”
“Olsun da ne olursa olsun!”
“Ya adamakıllı kötü bir deniz yaparsa?”
“Eh, kısmette ne yazılı ise o olur!”
“Hadi hayırlısı!”
Üçüncü gün, ikindi vakti cenup tarafı karardı. Çarkçıbaşı yine üst güvertedeydi. Hemen kaptanın yanına koştu, “Hele şükür, lodos geliyor… Allah vere de fazla sert olmasa!” dedi. Bunları söylerken gülümsüyor, yüzünün kalın derisi, kısa kesilmiş kır saçlarının dibine kadar kırışıyordu. Yarım saat kadar sonra, deniz oynamaya, ılık fakat şiddetli bir rüzgâr direklerde ıslık çalmaya başladı. Geminin iskele tarafına vuran dalgalar yükselip güverte yolcularını ıslatıyordu. Ellerinde yastıkları, kilimleri, sepetleri, bavulları ile kuytu bir yer bulmaya uğraşan kalabalık, şuraya buraya koşuyordu. Bütün aralıklar ve ambarlar portakal sandıklarıyla dolduğu için yolcuların üstü örtülü bir yer bulabilmeleri pek zordu. Herkes, rüzgârdan, dalgalardan korunabilmek için aksi tarafa yığılıyor, bu yüzden gemi daha çok sancağa yatıyordu. Ortalık adamakıllı karanlıktı. Bir köşede kusan kadınlar, ağlayan çocuklar vardı. Kamara yolcuları da yemeklerini sofrada bırakmışlar, köşelerine çekilmişlerdi. Ara sıra koridorlarda iki tarafa tutuna tutuna sarhoş gibi yürüyen dağınık saçlı kadınlar görülüyordu.
Çarkçıbaşı ile ikinci kaptan, birinci mevki salonuna gelmişler, yolculara telaşla tavsiyelerde bulunuyorlar, güya kendi kendilerine söyleniyorlarmış gibi “Vaziyet fena… Ne halt edeceğiz bilmem… Gemi gemi değil ki!.. Yük de fazla… Hep havaleli şeyler…” diyerek âdeta panik havası yaratıyorlardı.
İkinci kaptan bir aralık “Çarkçı Bey!.. Avarya[3 - Avarya, bir deniz yolculuğunda geminin veya yükünün gördüğü zarar demektir. Burada ise eşyayı denize atmak manasında kullanılmıştır. (e.n.)] yapmazsak vaziyet tehlikeli galiba!” dedi.
Çarkçıbaşı: “Vallahi bilmem, kaptan… Ama bizim makine dairesinde bile ayakta durulmuyor… Süvari Bey’le avarya için konuşalım!”
Yolcuların yanında yapılan bu münakaşadan sonra ikisi beraber yukarıya, süvariye çıktılar. En havaleli mal olan portakalların denize atılmasına karar verildi. İkinci kaptanın nezareti altında iki yüz elli sandık bordadan aşağıya fırlatıldı, sonra gemi kâtibi avarya evrakını usulü dairesinde tanzim etti. Tüccar Osman Yiğit’in sigortadan üç bin sandık portakalın parasını alabilmesi için bu evrakın düzgün olması lazımdı.
Ertesi gün öğleye doğru hava sertliğini kaybetti, akşamüstü büsbütün sakinledi. Birkaç gün daha gürültüsüz patırtısız bir yolculuktan sonra, gece saat sekiz sularında, vapur İstanbul’a vardı. Sirkeci Rıhtımı’na yanaştı. Boşalan yolcuların telaşlı gidip gelmeleri arasında, tayfalar koşuşuyorlar, ambarları açıyorlardı. Bu aralık ufak tefek, çil yüzlü, incecik burunlu, yakası kürklü paltolu bir adam, dar merdivenden inmeye çalışanları itip arkalarına baktırarak vapura girdi, süvarinin kamarasına çıktı. İkinci kaptanla vapur kâtibi de oradalardı.
Çil yüzlü adam, “Geçmiş olsun Süvari Bey!” diye söze başladı. “Acenteden öğrendim, Osman Yiğit’in portakalları avarya olmuş. Neyse sağlık olsun… Muamele tamam mı?”
Kâtip, “Bizimki tamam!” diyerek bir deste kâğıt gösterdi. “Yarın acenteye gider, üst tarafını tamamlarız!”
Süvari, o kalın ve cızırtılı sesiyle “Halil Eğinli!” dedi. “Nasılsın? Senin malların ziyan olmasına canım sıkıldı doğrusu ama ne yaparsın, başka tüccarın malını atamazdım. En sonra Osman Yiğit’in portakallarını almıştım, en üstte onlar duruyordu. Şimdi sen portakalsız kaldın. Gelecek partiyi beklersin artık!”
Halil Eğinli, “Gemide başka portakal da var mı?” diye sordu.
“Birkaç bin sandık da Dörtyol malı var. İskenderun’dan aldık…”
Öteki, kurnaz kurnaz gülerek: “Canım başka, başka… Onu sormuyorum. Bizim için bir şey var mı diyorum!”
Kaptan, yine yüzü hiç değişmeden o kesik, kısa kahkahalarından birini attı:
“Kolay canım, senin vasıtan hazır mı?”
“Yanaştı bile!”
Kamaranın kapısını iyice kapattıktan sonra içeride esaslı bir pazarlık daha başladı. Denize atılmış göründüğü hâlde geminin deniz suyundan uzak yerlerinde rahat rahat bekleyen iki bin yedi yüz elli sandık portakal, Halil Eğinli’ye yeni baştan satıldı. İçinde seksen portakal bulunan sandıklardan her biri üç liradan hesap edildi. Aslında, ambalaj masrafı ile beraber tanesi doksan paraya mal olan portakalların sandığı, yüklendiği iskelede yüz seksen kuruş, meşru olan ve olmayan navlunla beraber İstanbul’da maliyeti iki yüz elli kuruştu. Ama böyle ufak farklar üzerinde fazla durulmadı. İki bin yedi yüz elli sandığın tutarı olan sekiz bin iki yüz elli lira Halil Eğinli’den peşin peşin alındı. Bir aya yakın süren bu seferin bütün geliri Osman Yiğit’in navlun farkı olarak verdiği bin dokuz yüz yirmi lira ile birlikte, on bin yüz yetmiş lira tutuyordu. Eh, lostromosuna, serdümenine kadar pay verilecek olduktan sonra, bu rakam pek göz kamaştıracak bir şey sayılmazdı.
Halil Eğinli gittikten sonra, ikinci kaptan, çarkçıbaşı, gemi kâtibi, başkamarot, bir de bu aralık vapura gelmiş olan acente memuru, süvarinin kamarasında toplandılar.
***
İsmail Denizer, sefere çıkacakları gün çocuğu olduğunu ileri sürerek vapur limana girer girmez ikinciden izin almıştı. Onun için şimdi Osman Yiğit’in denize atılmış görünüp Halil Eğinli’ye satılan portakallarını o boşaltmıyordu. Vincin başında daha çocuk denecek kadar küçük bir tayfa vardı.
Fakat İsmail Denizer de bir türlü gemiyi bırakıp gidemiyor, kâtibin yolunu gözlüyordu. Geçen sefer doğum masrafları için avans aldığından, artık para istemeye ne hakkı ne yüzü vardı ama eve de böyle büsbütün eli boş dönemezdi. Hiç olmazsa bir iki buçuk liralık koparmalıydı.
Kâtip de nedense ortalıkta görünmüyordu. Belki bir saate yakın bekledi, odasının kapısını açıp açıp içeri baktı, kimsecikler yoktu. Nihayet oradan geçen kamarotlardan birine sordu. Beyaz ceketli delikanlı, “Süvarinin kamarasında, ama yanına giremezsin, işleri var!” dedi. İsmail yarım saat kadar daha bekledi. Sonra korkak adımlarla yukarıya çıktı. Her merdivenden sonra beş on dakika bekliyor, daha ileri gitmeye cesaret edemiyordu. Nihayet kaptan köprüsüne kadar çıktı. Hemen merdiven başında, telgrafın yanında kazık gibi durdu kaldı. Süvarinin beş altı adım ilerideki kamarasından sesler geliyordu. İkinci kaptanın ince, titrek sesi, süvarinin boğuk, yırtık bağırışlarına karışıyordu; içeride oldukça ateşli bir münakaşa vardı. Ara sıra birisi masaya vuruyor, kapı aralanıyor, birisi dışarı çıkmak istiyor, sonra kolundan yakalanıp içeri çekiliyordu. İsmail biraz durduktan sonra, bir korkuya kapıldı, hemen geldiği gibi dönüp gitmek için merdivene ayağını attı. Fakat bu sırada kamaranın kapısı arkasına kadar açıldı. Geriden vuran sarı ışıkta kaptanın kısa, tıknaz vücudu göründü, İsmail bir ayağı merdivende, korkudan taş kesilmiş gibi kaldı. Kaptan ön tarafa, ona doğru yürüyordu. Birkaç adım daha atınca yanına geldi. Hırsla soluyor, homurdanıyordu. Islak gözleri karanlıkta daha küçülmüş gibiydi. Orada birisinin durduğunu görünce, kim olduğunu tanımadan koluna yapıştı. Boğulur gibi kısık bir sesle “Görmüyor musun köpoğlularını… Beni kafeslemeye bakıyorlar!” diye söylendi.
Bu aralık kapıda ikinci kaptanın sarı başı göründü, “Süvari Bey, bir dakika teşrif buyurun!” diyordu.
Süvari o tarafa dönüp bağırdı:
“Bırak efendim, ne halt ederseniz edin, ben yokum bu işte!”
Sonra tekrar İsmail’e döndü, yumruğuyla göğsünü döverek:
“Bütün mesuliyet benim… Hapse ben gireceğim… Benim çoluğum çocuğum sürünecek… Benim şerefim mevzubahis… Yine de doyuramıyorum gözlerini pezevenklerin…”
İkinci kaptan o tarafa geldi, süvariyi yumuşak bir hareketle kolundan tutarak “Asabileşme kaptanım, senin dediğin olsun!” diye kamaraya sürüklemeye çalıştı. Sonra orada duran İsmail’i görerek “Sen ne arıyorsun burada ulan!” diye bağırdı. Tokatlamak için üstüne yürürken birdenbire kendini topladı, elini cebine sokup bir on liralık çıkardı, tayfanın eline sıkıştırdı, “Haydi çek arabanı!” diye payladı.
İsmail çabuk çabuk merdivenden aşağı inerken süvari tekrar kamarasına girmiş, kapı kapanmıştı.
***
İsmail yolda bir hayli düşündü: Eve ne götürebilirdi? Cebindeki on lira ona bir hayli cesaret, cömertlik veriyordu.
Biraz daha yürüdükten sonra, Bahçekapı taraflarındaki manavların önünde yavaşladı. Portakallara uzun uzun baktı. Lohusa karısına en iyi hediye portakal olacaktı, bu mevsimde Akdeniz seferine çıkan gemilerin tayfaları uğradıkları limanlardan ucuz ucuz portakal alır getirirlerdi. Fakat kendisi vinç başından ayrılamadığı, yanında da on parası olmadığı için bir şey alamamıştı.
Bir manavın önünde durdu, en irilerinden tanesi yirmişer kuruşa on tane portakal aldı, mendiline koyup bağladı, oradan geçen bir gazeteciden de bir Köroğlu istedi, katlayıp cebine yerleştirdi, sonra biraz ilerideki bekleme yerine giderek Beşiktaş tramvayını gözlemeye başladı.
1944
Beyaz Bir Gemi
I
Ressam Tevfik Aravurgun, bir elinde sehpası, öbür elinde boya kutusu ile rıhtımda sağına soluna bakındı. Dün akşam Haliç üzerinde batmakta olan güneşin, arkadan vurarak yelkenlerini sırmalı gibi parlattığı yassı ve alçak kömür kayıkları şimdi kuşluk vaktinin göz kamaştırıcı aydınlığı içinde pek kirli suratlı, hırpani, asıl vaziyetlerine pek yakın bir görünüş alıvermişlerdi. Ressam Tevfik, dün akşam rıhtımda gezerken tasarladığı “Fındıklı’da Kömür Kayıkları” tablosunun, bütün cazibesini kaybettiğini ve “yelkenlerinde kızıl hareler oynaşan, gölgelerinde karanlık ummanların ruhu buğulanan” -Tevfik bir hayli de şairdi- bu taka bozması motorların, yüzüne vuran ustalıklı projektör ışıkları kesildiği, vücudunu tatlı bir sır gibi saklayan tül sırtından çekildiği zaman sarkmış etleri ve sarı yeşil çehresiyle perişan bir hâl alıveren bir eski dansöz gibi, karpuz kabuklarıyla kedi ölülerinin arasında ağır ağır çalkalandıklarını görünce, yüzünü buruşturdu. Bugün bir resim yapmaya karar vermişti, bir şeyler bulmalıydı. Ama öyle rastgele bir şey değil. Aslında çirkin ve iğrenç de olsa güzelleştirebileceği bir şey… Çünkü sanat, yeryüzünde ve insanların içinde olup bitenleri, çöplükle sarayı aynı hakikatten uzak ve güzelleştirici örtüye bürüyen ay ışığı gibi, tatlı bir yalan bulutunun arkasından göstermeye mecburdu, sanat eserinden faydalanabilecek durumda olanlar, her şeyden önce avunmak, oyalanmak istiyorlardı; sanatkârın ekmeği de işte bu tatlı rüya meraklılarına bağlıydı, yoksa kömür kayığında yüzükoyun yatan yırtık zıpkalı Bartın uşağına değil.
Ressam Tevfik Aravurgun alakasız ve bıkkın bakışlarını denizin kırışıksız çalkalanan yeşil yüzünde gezdirirken tam karşısında, birkaç yüz metre ileride, beyaz bir gemi gördü. Arkaya doğru yatık bacasından hafif dumanlar çıkan ve maden kısımları güneşte sapsarı parlayan bu ince uzun gemi, kemanbaş provasının zarif bastonunu Sarayburnu’na doğru uzatmış, kımıldamadan duruyor, bayrağını Kız Kulesi’nin önünde dalgalandırıyor, bu hâliyle, gagasını ileri doğru uzatıp kuyruğunu çırparak suların üstünde dinlenen beyaz bir martıya benziyordu. Ressam gözlerini kırpıştırarak o tarafa doğru baktı, sonra kararını vermiş gibi başını sallayıp sehpasını kurdu, boya kutusunu açtı, paletiyle fırçalarını eline aldı, pek öyle acele etmeden, sanki bu işi yarıda bırakacakmış gibi duraklaya duraklaya, beyaz geminin resmini yapmaya başladı.
Tepesine doğru yükselen güneş minimini gözlerini kamaştırıyor, henüz otuzuna gelmediği hâlde, esmer derisi, bumburuşuk olan yüzünü büsbütün kırıştırıyordu. Kısacık boyu sehpanın arkasında kayboluyor, ara sıra gemiye bakmak için başını çevirince boynunun derisi kıvrılıp katlanıyordu.
Bir saat kadar sonra resmi tamamladı, daha doğrusu, kendi kendine “Eh, yeter artık!” diye işi bıraktı. Elinin tersiyle alnının terlerini silerek bir iki adım geri çekildi. Hiç de fena olmamıştı. Günün resim yapmaya en uygunsuz olan bir saatinde çabucak çırpıştırdığı bu tablo bile, onun epeyce kabiliyetli bir sanatkâr olduğunu gösteriyordu. Yaptığı resme baktıkça bunu kendisi de fark eden Tevfik, Ah, Fransa’da birkaç sene daha kalabilseydim, insan altı ayda ne görür, ne öğrenir ki? diye zihninden geçirdi, eğilerek takımlarını toplamaya başladı, bu aralık yine kendi kendine söyleniyordu: “İstediğin kadar güzel resim yap… Anlayan, kıymetini bilen olmadıktan sonra…” Biraz durdu, kapalı dudaklarını birer çizgi gibi incelten garip bir gülümseme yüzünün buruşuklarını artırdı, o düşünmeye devam etti: Neysebunadaşükür…SekizseneAnadolu’daortamekteplerle öğretmen okullarında resim hocalığı etmekten anamız ağladı, bir yolunu bulup buraya kapağı atmasaydık, daha da ağlayacaktı…
Gözü karşıdaki beyaz gemiye takıldı ve düşünceleri hemen o tarafa kaydı:
Kimbilirhangigâvurunyatıdır?..Yaşamasınıbiliyorhergeleler…Elbette,dünyadaherşeyparaylaolur,paradaonlarda… Sanatınkıymetinideonlarbiliyor.Acababugemininsahibine milletten? Ya İngiliz ya Amerikalıdır. İngiliz ise boş ver, pinti oluyor herifler… Ama Amerikalı ise yaşadık…
Tevfik ileriden geçen bir sandala ellerini sallayarak seslendi. Kendisi de farkında olmadan birtakım kararlar vermiş olduğunu görünce gülümsedi… Eni iki, boyu üç karış büyüklüğündeki bu tabloyu geminin sahibine götürüp lütfen bu hediyeyi kabul etmesini isteyince, adam herhâlde pek mütehassis olacak, hele ressamın karşıdaki Akademi’nin hocalarından olduğunu öğrenince muhakkak kesenin ağzını açacaktı. Öyle ya, keyfi için hususi yatla seyahate çıkan zengin bir ecnebi için, gemisinin eşsiz İstanbul dekoru içinde yapılmış güzel bir tablosunu salonuna asmaktan ve dostlarına bu resmin yerli bir profesör tarafından yapıldığını söylemekten daha zevkli ne olabilirdi? Yapacak işleri olmadığı için dünyayı dolaşmaya çıkan aylakçı zenginlerin, memleketlerinin herhangi bir köşeciğinde saklanmayıp, sahilden her tarafı gezdiklerini ispat etmek ister gibi, her uğradıkları yerden vesika mahiyetinde bazı şeyler tedarik etmek âdetinde olduklarını biliyordu. Ama bu düşüncelere dalmış bir hâlde gemiye yaklaşıp bayrağın İngiliz olduğunu görünce, biraz ümitleri kırıldı. Deli gibi para yiyenlerin asıl Amerikalılar olduğu malumdu. “Neyse kalbini sağlam tut Tevfik!” diyerek elinde tablosuyla beyaz geminin merdivenini çıkmaya başladı. Kendisini yukarıda genç, güler yüzlü, lacivert elbiseli biri karşıladı, kırk yıllık ahbap gibi ona elini uzatarak, tuhaf bir Fransızca ile “Buyurun…” dedi, “deminden beri size bakıyordum, bizim yata geldiğinizi anladım. Dürbünle bakınca tablonuzu bile gördüm. Galiba bizim geminin resmini yapmışsınız, öyle değil mi?” Hem konuşuyor hem de ressamı geminin kırmızı kadife takımlı salonuna götürüyordu. Altı ayda öğrendiği yarım yamalak Fransızca ile karşısındakinin sözlerinin ancak bir kısmını anlayabilen Tevfik, buruşuk yüzünde anlayışlı görünmek isteyen şaşkın bir tebessümle genç kaptanın arkasından gidiyordu. Öteki sözüne devam ederek “Lord Cenapları pek müteessir olacaklar. Gemide bulunup sizi kendileri kabul etmeyi herhâlde pek isteyeceklerdi. Sanatınızı bizzat takdir etmek fırsatını kaçırdıklarına sahiden çok üzülecekler.” diyordu.
Ressam Tevfik Aravurgun’un yüreği birdenbire hızlı atmaya başladı, fena ihtimaller zihnini dolduruvermişti. Hapıyuttuk! diye düşünüyordu. HerifinnezaketinebakılırsaLordCenaplarıgemide yoklar bahanesiyle atlatılacağız. Ne yaman adamlar yahu… Beni daha uzaktan dürbünle dikiz edip atlatma planları hazırlamışlar. Ne yapalım, kısmet.
Bol bol hayaller kurup bunların her zaman boşa çıktığını görmeye alışmış bütün insanlar gibi, Ressam Tevfik de kaderine çabuk boyun eğenlerdendi. Bunun için, genç kaptan tabloyu eline alıp takdirkâr bakışlarla uzun uzun seyrettikten sonra “Ah, ne güzel, ne güzel… Bizimle bir öğle yemeği yemek lütfunda bulunursunuz, değil mi?” deyince âdeta sevindi, kaç günden beri doğru dürüst bir yemek yemediğini hesaplamaya çalışarak, “Neyse buna da şükür!” dedi. Hele geminin bol, güzel yemekleri ile karnı iyice doyup, biraz fazlaca kaçırdığı tatlı şarabın tesiriyle mahmur, koltuğun arkasına yaslanınca, bu alışverişten memnun bile olmaya başladı. Böyle lüks bir gemide bu kadar nazik bir ecnebi ile karşı karşıya ve sindire sindire yenen bu nefis yemek, küçük bir mukavva parçası üzerine bir saatte yapılan bir resme değerdi; imzasının bir İngiliz lordunun yatında dünyayı dolaşması da caba…
Genç kaptanla İstanbul’un güzellikleri, resim sanatının incelikleri üzerinde biraz konuştuktan sonra, -kaptan da pek o kadar iyi Fransızca bilmediği için, gitgide daha kolay anlaşmışlardı- Tevfik gitmek için doğruldu. Kaptan, “Bir dakika!” diyerek salondan çıktı, tekrar içeri gelince, yüzü hafif kızararak “Lord Cenapları hakikaten bedbaht olacaklar, bu centilmence alakanızı kendileri değerlendirmeyi muhakkak çok isterlerdi, kusura bakmayın, benim tarafımdan şunu kabul edin!” dedi ve ressama bir zarf uzattı. Kekeleyerek teşekkür kelimeleri mırıldanmaya çalışan Tevfik, kendisini merdiven başına kadar geçiren ve karaya dönebilmesi için geminin sandallarından birini veren kaptanın hararetle elini sıktı.
Kayıkta elini cebinden çıkarmıyor, parmaklarının arasında hışırdayan zarfı okşuyordu. Bunun içinde ne kadar para bulunduğunu hemen görmek için yanıp tutuştuğu hâlde, karşısında kendisine hiç bakmadan hızlı hızlı kürek çeken İngiliz gemiciden utanıyor, sonradan inkisara uğramamak için de herhangi bir tahminde bulunmaktan kaçıyordu. Rıhtıma yanaşıp kendini karaya atar atmaz, koşarak binanın köşesini döndü, elleri titreyerek zarfı çıkardı ve içini boşalttı. Bunlar beş tane irice banknottu. Bir hayli evirip çevirdikten, yazıları söktürmeye çalıştıktan sonra, üzerindeki 5 rakamına bakarak bunların beşer İngiliz lirası olduğuna hükmetti; ama yine de bir anlayanına sormaya karar verdi.
II
Ressam Tevfik Aravurgun’un yaptığı yat resmi ile buna karşılık aldığı 25 İngiliz lirasının hikâyesi birkaç saat içinde bütün Akademi’ye yayıldı, hatta bazı çabuk tesirler göstermekte de gecikmedi.
Mesela gencinden yaşlısından üç beş ressam hemen rıhtıma inerek aynı beyaz geminin, başka başka yerlerde ve birbirlerine göstermeden resmini yapmaya koyuldular. Ama daha başlangıçta, bütün ümitleri suya düştü: Ufak bir motor, beyaz gemiye yanaştı, gemi bacasından koyu dumanlar çıkardı, biraz sonra da burnunu Marmara’ya çevirerek aldı başını gitti.
Bu günden sonra birçok ressamların rahatı, hatta bazılarının uykusu kaçtı. Hepsi beyaz bir yat bekliyorlar, onun güzel bir resmini yapabilmek için yanıp tutuşuyorlardı. Gündüzleri kâh atölyelerinin kocaman pencerelerine yaklaşarak kâh rıhtıma inip güya biraz hava almak, başını dinlemek ister gibi dalgın dolaşarak hep ufku gözetliyorlar, kendilerine kimsenin bakmadığına emniyet getirince durup ellerini kaşlarının üstüne koyuyorlar ve engin denizde kara arayan kaybolmuş gemiciler gibi denizin yüzünde bir şeyler seçmeye çalışıyorlardı. Birçokları rüyalarında her çeşitten beyaz gemiler görüyorlardı. Bunlar, ister kocaman yolcu vapuru ister alçacık taka olsunlar, kaptanları ister bahriyeli kantosuna çıkmış bir kadın ister Hint racaları gibi giyinmiş kara sakallı bir adam kılığında bulunsunlar, nedense hep beyaz renkteydiler. Ama sahiden beyaz bir gemi İstanbul limanına girmeye tövbe etmiş gibiydi. Haftalar, aylar geçti, yata benzer bir şeyin Marmara’nın yahut Boğaz’ın mavi suları üzerinden süzülüp geldiği görülmedi. İkinci Dünya Harbi’nden az önceki sıralarda olduğu için, belki lordlarda pek gezip dolaşma hevesi yoktu. Ama buna rağmen, bazı tuttuğunu koparır, sebatlı ressamlar ümitlerini kesmiyorlar, günün birinde herhâlde beyaz bir yatın Sarayburnu’nu dönerek Kız Kulesi’nin önüne demirleyeceğine inanıyorlardı. Beklemekten bıkıp yorulan, o gün bu fırsatı kaçıracak, fakat sabredip ümit kesmeyen kazanacaktı. Ressam Tevfik Aravurgun bu sonunculardandı. Ne olursa olsun sonuna kadar dayanacak ve kendi bulduğu hazineyi kimseye kaptırmayacaktı. Ötekileri en mukaddes haklarına göz diken haydutlar gibi kinli bakışlarla süzüyor, “Hele bir tane gelsin, size zor kaptırırım!” diye kendi kendine söyleniyor, ara sıra da yumuşuyor ve arkadaşlarına gidip bir anlaşma şekli bulmak, mesela, “İlk gelen benim, ikincisi senin, üçüncüsü de filancanın olsun.” diyerek hiç olmazsa en tehlikeli birkaç rakiple uyuşmak istiyordu. Ama beyaz bir gemi, bir yat gelmiyor, gelmiyordu.
Bir eylül sabahı üç ressam rıhtımda birbirleriyle göz göze gelmekten kaçınarak dolaşıyorlardı. Tevfik bakışlarını bir denize, bir arkadaşlarına kaydırarak çabuk adımlar atıyor, nefsine küfür üstüne küfür yağdırıyordu. “Ne vardı liraları önüne gelene gösterecek? Sen İngiliz lirası görmedin de onlar pek mi gördüler sanki? İşte hiçbirisi kaç paralık banknot olduğunu bilemedi, sen sırrını meydana vurduğunla kaldın…”
Tam bu anda üç ressamdan biri, iki defa üst üste sergide mükâfat kazanmış sarışın bir genç, olduğu yerde mıhlanmış gibi durup gözlerini ileriye dikerek kendi kendine söylendi: “Yata bak ulan!”
Ortalık pek sessiz olduğu için mi, yoksa mırıldandığını sanan genç ressam heyecanından bağırıverdiği için mi, bilinmez, bu cümleyi ötekiler de duydular ve taş kesilmiş gibi, oldukları yerde durarak, gözlerini genç ressamın baktığı yere diktiler. Evet, beyaz bir gemi, bir yat, şurada birkaç yüz metre önlerinde duruyor, sağından solundan geçen şirket vapurlarının dalgasıyla hafif hafif sallanıyordu. Ne zaman gelmişti, ne zaman demir atmıştı, nasıl olup da farkına varmamışlardı? Hiçbiri bunlara cevap verecek hâlde değildi. Ama işte ortada bir gerçek vardı: Gemi, beyaz gemi, aylardan beri bekledikleri gemi karşıdaydı. Şaşkınlıkları geçer geçmez üçü de kuş olup atölyelerine uçmak istedikleri hâlde güya birbirlerine belli etmemek için ağır ağır içeri girdiler, merdivenleri teker teker, fakat sabırsızlıktan boğulacak gibi kalpleri çarparak çıktılar. Bir dakika sonra üçü de sehpalarının karşısına geçmişler, boyalarını ellerine almışlardı.
Bu işi başarmadaki sırrın, resmin güzelliğinden ziyade çabuk bitirilmesine bağlı bulunduğunu üçü de biliyorlardı. Bunun için Tevfik ilk olarak ve yarım saatten az bir zamanda tablosunu bitirdi. Zaten her üçünün de atölyesinde Kız Kulesi’yle Sarayburnu arasındaki manzarayı gösteren birer resim hazır duruyordu; yapılacak iş, bunun orta yerindeki boşluğa yatın tasvirini konduruvermekten ibaretti. Tevfik Aravurgun tablosunu yakaladığı gibi cadde tarafındaki kapıdan çıktı, biraz ileriden bir kayığa atladı ve bütün kuvvetiyle karşıdaki beyaz gemiye çekmesini söyledi. Daha kıyıdan otuz adım ayrılmamıştı ki, öteki iki ressamın da ayrı ayrı yerlerden sandala binip var hızlarıyla gemiye yaklaştıklarını gördü. Kayıkçıya, “Dayan amca, dayan!” diye gayret verecek oldu, fakat bu manasız yarışın ne demek olduğunu anlamayan adamcağızın ters bir bakışı lafını ağzına tıkadı. Öteki kayıklar gitgide yaklaşıyorlardı. Her ikisi de tablolarını tamamlamamış olacaklardı ki, şimdi kayıkta bile, dizlerinin üstüne koydukları mukavvalara fırçalarıyla bir şeyler ilave ediyorlar, şuralarını buralarını düzeltiyorlardı.
Geminin merdivenine üçü de hemen hemen aynı zamanda vardılar, kayıktan kayığa atlayarak, Tevfik önde olmak üzere, birbiri arkasından merdiveni çıktılar. Karşılarına ilk gelen oldukça temiz kıyafetli, mavi gözlü ve uzun burunlu tayfa Fransızca yahut İngilizce yerine tatlı bir Laz şivesiyle “Ne isteysunuz?” diye sorunca bir an duraladılar, fakat bundan bir mana çıkarmaya uğraşmadan nezaketle bazı şeyler öğrenmek istediler. Birinin sözünü öteki ağzından alarak “Yatın sahibi nerede efendim? Kendilerini görmek istiyoruz.” dediler, sonra daha çekingen, devam ettiler: “Gemilerinin resmini yaptık da kendilerine hediye edecektik!”
Daha konuşacaklardı, fakat tam tepelerinden gelen boğuk, buna rağmen kuvvetli bir ses onları ürküttü, başlarını o tarafa çevirince kaptan köprüsünün kenarına dayanmış, sarı dişli, en aşağı bir haftalık tıraşlı bir adamın, iri gözlerini döndüre döndüre kendilerine bağırdığını gördüler:
“Ne yatı ulan? Serseri misiniz nesiniz? Buraya alaya mı geldiniz? Şimdi o resimlerinizi başınıza geçiririm!” Sonra orada kımıldamadan duran uzun burunlu tayfaya döndü, “Ne bekliyorsun be? Atsana bunları dışarı!” dedi.
Kendisine meseleyi anlatmak isteyen ressamların yüzüne bile bakmadan kamarasına girdi, kapıyı vurdu.
Mavi gözlü tayfa yumuşak, fakat itiraz götürmez bir hareketle ressamları merdivene doğru sürüklerken “İyi etmedunuz…” dedi, “bizim kaptan asabidur, şakadan hazzetmez. Haydi güle güle.”
Ressam Tevfik Aravurgun son bir gayretle, sanki hiçbir şeyi denemeden bırakmamak için, tayfaya sordu: “Peki, bu yat kimin?”
Tayfanın yüzü kızardı, o da kızmaya başlamıştı, uzun burnunun ucu titreyerek “Bırak gevezeliği…” dedi, “işiniz yok mu sizin? Bu gemi kimsenin değil, devletin. Yatı nerden çıkardınız? Tahlisiye gemisi bu. On gündür vazifedeydik, İstanbul’a gelir gelmez nerden çık-tunuz? Haydi bakalum.”
Her üç ressam da kayıklarına binip döndüler. Biraz açılınca başlarını çevirip beyaz gemiye baktılar. Bunun sahiden yata benzer tarafı yoktu. Alçacık kıçı, sudan dimdik fırlayan yüksek burnu ile daha çok, büyücek bir römorköre benziyordu. Beyaz boyası yer yer kirlenmiş, sıyrılmıştı.
Ressamlar, arkadaşlarının alayına uğramamak için bugün başlarından geçeni gizli tutmaya karar verdiler. Ama çok düşündükleri ve aradan yıllar geçtiği hâlde, biçimsiz bir tahlisiye gemisini o gün kendilerine zarif, beyaz bir yat gibi gösteren şeyin ne olduğunu bir türlü anlayamadılar.
1945
Katil Osman
Hapishanenin dış avlusunda, Abaza Kemâl’in kahve ocağının dibinde oturmuş, birbiri üstüne cigara içiyordum. Yüksek kale duvarlarının dışından, limandan gelen sesler içime gariplik çöktürmüştü. Düdüğünü daha uzaklarda yanık yanık öttüren bir gemi şimdi yaklaşmış, demir atıyordu. Zincir gürültüsü arasında kavga eden kayıkçıların sesini duyar gibi oluyordum. Gönlüm dışarıdaydı. Başka zaman beni avutan şeylere bakmıyordum bile. Gardiyan Arif’in tavuğu, etrafında bir haftalık civcivleriyle, ayaklarımın altında dolaşıyor, yanımdaki sur duvarının ortasından fırlayan ve büyüyüp aşağıya doğru uzandıkça çiçek üstüne çiçek açan papatya dalı hafif rüzgârda sallanıyor, esrarkeş Tayyar Baba biraz ileride sırtını duvara dayayıp başını karnına sarkıtmış, Bayburt türküleri mırıldanıyordu. Ama ben bu candan ahbaplarımda teselli arayacak hâlde değildim. Gözüm sekiz arşın kalınlığındaki taş duvarları aşıyor, güverte kenarında eteklerini uçurarak vincin işlemesini seyreden kızları, merdivenden kocaman yatak denkleri indirmeye çalışan hamalları görüyordu. Yerimden fırlamak, gardiyanları, jandarmaları şöyle elimin tersiyle iterek çıkıp yürümek, bir sandala atlayıp gemiye varmak ve kaptana “Çek!” demek istiyordum. Gözümde tüten ne şehirler ne insanlar ne de kırlar ve ormanlardı. Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf oluyor.
Mürteci Yakup Hoca yanıma sokuldu, altına demir iskemlelerden birini çekerek “Nasılsınız bakalım?” diye sordu. Ben onun ne maksatla geldiğini tahmin ettiğim için hemen kahve ocağına seslendim: “Kemâl, Hoca’ya bir çay demle.”
Zavallı, Balıkesir taraflarında burnunu soktuğu bir tarikat meselesi yüzünden “mürtecidir” diye on sene yemişti. Menemen hadisesinden ürken devlet, böylelerine karşı o sıralarda pek sert davranıyordu. Dışarıdayken hâli vakti yerinde, iki karılı olduğunu söylediği hâlde, senelerden beri kendisini arayan soran yoktu. Şunun bunun yardımı, hapishane müdürünün himayesi, ara sıra yazdığı muskalar sayesinde şöyle böyle geçiniyor, fakat mahpuslar arasında laf taşıdığı, müdüre ispiyonculuk ettiği için herkesten hakaret görüyordu. Bunları fenalık olsun diye değil, hem çok meraklı hem de çok geveze olduğu için yaptığını sanıyorum. Çünkü onun nasıl bir an bile yalnız kalmaya dayanamayıp hemen birilerinin yanına sokulduğunu, söylenecek meraklı, mühim bir şey bulup etrafın alakasını kendi üzerine çekmek için, o minimini, bal rengi gözlerini kırpıştırarak nasıl kafasını patlatırcasına gayretler sarf ettiğini görmüştüm. Merakla dinleneceğine hükmettikten sonra, babasını ipe gönderecek sırları bile ortaya atmaktan kendini alamazdı. Yaz, kış sırtından çıkarmadığı soluk pembe pardösüsünün eteklerini savura savura bahçenin bir yanından bir yanına koşar, şurada üç kişiden beş laf, burada beş kişiden üç laf alıp vererek gününü doldururdu. Kendisini benimle yarı buçuk hemşehri saydığı için, sık sık yanıma gelir memleketteki tanıdıkların sözünü açar, Balyalı olan ikinci karısından bahseder, en sonunda taze bir çaya fit olur giderdi. Bugün hâlinde yapma bir ağırlık vardı. Sağ elinde çay fincanı, sol elinde dumanını suratıma üflediği köylü cigarası, “İşte bu insanların hâli böyledir!” demek isteyen manalı baş sallamaları ile ikide bir içini çekiyordu. Gülümseyerek sordum:
“Hayrola Hoca, ne havadislerin var bakalım?”
“Bizim Katil Osman yine dün akşam haltlar karıştırmış. Bu sefer iş ciddi. Berber Hüsamettin’i bıçaklamış. Diye diye en sonunda katil olacak.”
Bu Katil Osman’ın kim olduğunu önce birdenbire hatırlayamadım. Biraz düşündükten sonra, “Şu iki ay kadar önce tahliye edilen delikanlı mı? Hani Koca Reis yol kesmekten ceza verecekti az kalsın!” diye sordum.
“Keşke verseydi. En çoğu yedi sene alır, teşebbüs hâlinde kaldığı için iner, birkaç seneyle yakayı kurtarırdı. Bu işler de başına gelmezdi. Berber Hüsamettin ölürse on beş sene garanti. Berber de kurtulacağa benzemez, bıçağı karnından yemiş.”
Katil Osman’ı iyice hatırladım. Yirmi beş yaşlarında olduğu hâlde on yediden fazla göstermeyen, soluk, ince yüzlü, bembeyaz elli ve uzun parmaklı bir çocuktu. Yanıma hep ceketini toparlayıp ellerini göbeğinin üstünde kavuşturarak sokulur, bir şey söyleyecek olsam “Buyur ağabey!” diye başını uzatırdı. Memleketin şimdi hapiste bulunan namlı kabadayılarının yanında ağzını bile açmaz, hocasının bir sözünü kaçırmak istemeyen numunelik bir talebe gibi gözlerini dikip hep dinlerdi. Onun dışarıdaki hayatı hakkında duyduklarıma inanmak çok güçtü, ama herkes aynı şeyi söylüyor, ziyaret günleri gelen ihtiyar anası bile, oğlunu uzaktan görünce “Ocağımızı batırdın Osman, tez günde boyların devrilsin!” diye acı acı beddua ediyordu.
Anlattıklarına göre, bu yaşa gelen ve babası genç öldüğü için hâlleri hiç de iyi olmayan Osman, şimdiye kadar bir iş tutmuş değildi. Hangi ustanın yanına verdilerse üç beş gün durup kaçmış, terzilikte ilik açmaktan, kunduracılıkta iplik mumlamaktan ileri gidememişti. On yaşında mahalledeki memur çocuklarını dövmekten başlayarak, on ikisinde anasının üstüne yürümüş, on beşinde dayısına bıçak çekmiş, on altısından sonra da hiç olmazsa haftada bir karakolu, ayda bir hapishaneyi boylar olmuştu. Babadan kalma bir bağın baharda yaprağını, güzde üzümünü, kışın kökünü satıp rakıya yatırmış, anasının başını soktuğu iki göz evle arkasındaki bir buçuk dönüm bahçeyi de aynı yere yollamak için çok uğraşmış, fakat ihtiyar kadının “Cenazem çıkmadan bu eve başkası girmez!” diye müthiş bir inatla direnmesi ve tapuları Osman’ın dayısına verip saklatması yüzünden bu işi becerememişti. İhtiyar kadıncağızın küçücük bahçede yaz kış durmadan uğraşarak yetiştirdiği sebzelerle beş on erik, vişne ağacının meyvesi Osman’ın ne boğazına ne üstüne başına yetmediği için delikanlı işi haraççılığa vurmuştu: Nazı geçen, daha doğrusu şerrinden yılan esnafa musallat oluyor, bazen bir pabuççunun, bazen bir zerzevatçının yanına, kendisini isteyen olmadığı hâlde, çırak gibi girip beş on gün çalışıyor, kefal tutup balık yumurtası çıkaran balıkçılara güya yardım ediyor, böylece yerine göre bir çift yemeni yahut birkaç lira para alıyordu. Karadeniz’den bıldırcın akını başladı mı o da avcılarla beraber gider, yağmurlu günlerde çocukların bile eğilip yerden kuş topladığı bu ava katılırdı. Akşamları herhangi bir meyhaneye dalıp bir ahbap sofrasında kendine içki, yemek ısmarlatır, olmazsa aşçıya “Borcum olsun!” der, savuşurdu. Birçokları başlarını belaya sokmaktansa ona arada bir yemek yedirmek, pek asılırsa yarım lira borç vermekle yakalarını kurtarmaya bakıyorlardı. Çünkü bir yapıştığı insanı kolay kolay bırakmıyor, en olmayacak yerde suluca laf atarak, şakalar yaparak, azıcık ters muamele görse hemen parlayıp kavga çıkararak karşısındakini iyice bezdiriyordu. Hiçbir düğünden, hiçbir toplantıdan eksik olmaz, kapısını açık bulduğu yere babasının evi gibi girer, üç kadehte sapıtır, ondan sonra, ya terbiyesi yahut zavallılığı yüzünden kendisine mukabele edemeyecek birini seçer, balta olurdu. Kasabanın en kabadayıları bile onunla hır çıkarmaktan çekinirlerdi. Böyle bir çamura uymanın ayıplığı bir tarafa, Osman kavgada alt olacağını anlayınca işi hemen yaygaraya vurur, avaz avaz bağırır, ağlar, yedi mahalleyi başına toplardı. Her yerde, her vesileyle kavga çıkardığı, en küçük nizalarda[4 - Niza: Çekişme, bozuşma, kavga. (e.n.)] bile elini bıçağına atıp “Yakarım ulan, kanını içerim ulan, beni katil etme ulan!..” diye bağırıp palavralar savurduğu için, daha bir kişiyi bile yaralamadan adı Katil Osman olmuştu.
Ama yukarıda da söylediğim gibi, benim hapishanede gördüğüm mahcup oğlanla bu azılı serseriyi birleştirmek zordu. Hâlbuki o zaman da yine böyle bir edepsizlikten içeri düşmüştü: Bir akşamüzeri yolda evine giden bir mahallelisini çevirmiş, “Hadi gidelim de bana rakı ısmarla!” demiş, öteki “İşim var!” deyince “Öyleyse iki lira borç ver!” diye tutturmuş, adamdan yine yüz bulamayınca bıçağa sarılmış. Etraftan koşup gelenler polise teslim etmişler. Onu sık sık karşısında görmekten bıkan ağır ceza reisi bu sefer Osman’a iyi bir ders vermek istemiş, “gece vakti silahla yol kesmek” suçundan onu şöyle dört beş sene için içeri tıkmaya niyetlenmiş. Ama Osman o taş yürekli Koca Reis’in karşısında da o masum, mahcup hâliyle terbiyeli terbiyeli ağlayıp kendine acındırmış olacak ki, birkaç ayla yakayı kurtardı ve aldığı cezayı yatmışına saydıkları için hemen çıktı.
Yakup Hoca hep buna hayıflanıyor, “Reis, oğlana iyilik etmedi. Osman şu Yusuf makamında üç senecik yatsaydı aklını başına devşirip çıkardı. Şimdi berber ölürse on beşi yiyecek. Tuh…” diye söyleniyordu.
Vakit ikindiyi geçmişti. Hoca kollarını sıvayıp abdest almaya hazırlanıyordu. İlerideki hızarcılar, biçtikleri ceviz kütüğünün arkasında namaza durmuşlardı. Sur duvarlarının üstünde jandarmalar nöbet değiştiriyorlardı. Limandaki geminin vinç sesleri, denizde gidip gelen motorların gürültüsü kafamın uzak yerlerinde uğuldayıp duruyordu. Arka tarafımdaki demir parmaklıklı kapı gıcırdadı, başımı çevirince, Hopalı gardiyan Ali Faik’le beraber Katil Osman’ın avluya girdiklerini gördüm.
Osman’ın yüzü kâğıt gibiydi. Gözleri ufalmış ve kanlanmıştı, çenesiyle şakaklarındaki seyrek tüyler büyümüş gibiydi. Uzayıp incelmiş hissini veren çehresi, sivri burnu, yarı açık ağzında görünen ufak sarı dişleri ve etrafa şaşkın şaşkın bakan gözleri ile kedinin ağzına düşmüş canlı bir fareye benziyordu.
“Geçmiş olsun Osman, gel şöyle otur bakalım!” diye seslendim. “Ali Faik, gel sen de bir kahve iç.”
Osman, himayesine sığınacak birini bulmuş gibi, çabuk adımlarla sokuldu, Yakup Hoca’nın yanına bir iskemle çekip ilişti, ellerini masanın üstüne koyarak, korkak gözlerini yüzüme dikti. İnce parmaklı beyaz elleri titriyordu.
“Nasıl oldu, Osman?” diye sordum.
“Sorma ağabey, bir kazadır oldu işte.”
Kırık dökük kelimelerle vukuatını anlattı. İşine geldiği gibi değiştirdiğini fark ediyor, fakat ses çıkarmıyordum. Sanki Koca Reis’in karşısındaymış da yüreğini yumuşatmak istiyormuş gibi ağlamaklı bir sesle ve başını sağ omzuna düşürerek vızıldıyordu:
“Vallahi şaka olsun diye yaptım ağabey, bıçağın ucuyla şöyle dokunuverdim, karnı boşmuş, girivermiş!”
Bu sırada Yakup Hoca, Gardiyan Ali Faik’le konuşuyor, onu sorguya çekiyordu. Osman’ınkine pek uymayan hikâyesini tamamladıktan sonra gardiyan doğruldu, kahve fincanındaki son yudumu dikerek “Sen bu masalları bu sefer Koca Reis’e dinletemezsin, başka laflar düşün, hadi bakalım, koğuşa gidelim.” dedi.
Osman da kalktı, uzaklaşırken yanındakine “Vallahi billahi benim dediğim gibi oldu, Ali Faik!” diye izahat veriyordu.
Hemen o akşam birçoklarından dinlediğime göre, Osman’ın bu vukuatı da incir çekirdeği doldurmaz bir meseleden çıkmış: Kendisi gibi kopuk bir arkadaşıyla beş kadeh attıktan sonra kahveye gidip altmışaltı oynarlarken Berber Hüsamettin yanlarına gelmiş, oyuncuların kâğıtlarına bakarak “Koz çek, yirmiyi söyle.” diye karışmaya başlamış. Osman da “Ulan o kadar iyi biliyorsan gel sen de oyna, üç kol yapalım!” demiş, Hüsamettin istememiş, oynarsın, oynamazsın derken Osman, Bursa işi söğüt yaprağını çektiği gibi saplayıvermiş. Anlatanlar, “Osman’da adam vuracak hâl ne gezer, herhâlde sarhoşlukla elinin kararını bilemedi, fazla soktu. Bıçak bir karış girmiş.” diyorlardı. Osman yanında konuşulan bu sözleri ağzını açmadan dinliyor, ürkek gözlerini, koğuşta bağdaş kurup oturmuş olan eski mahpusların ayaklarında gezdiriyordu.
Bundan sonraki günlerde Osman’ın hâli hiç değişmedi. Bahçede çabuk adımlarla volta vuruyor, ikide bir kapıya koşup hastanedeki Hüsamettin’den haber soruyordu. Berber on iki gün yaşadı. Yarası pek ağır olmadığı için belki kurtulabilecekti. Fakat bu küçük vilayet merkezinin iki doktorlu hastanesinde buz makinesi yoktu. Hademelerin saatte bir kuyudan çektikleri suya batırarak hastanın karnına konan soğuk bezler nedense kâr etmedi, oğlan bıçağı yediğinin on ikinci günü karın zarı iltihabından gitti.
Bu haberi duyduğu zaman Osman’ın benzi büsbütün sarardı. Şaşkın şaşkın etrafındakilerin yüzüne baktı, hızlı nefesler alarak uzaklaştı, bir duvar dibine çöktü ve düşünmelere daldı.
Ama bu günden sonra Osman birdenbire değişti. Hep sinirli ve heyecanlıydı. O sessiz, ürkek hâli kaybolmuş, bana, hatta eskiden pek saydığı kabadayılara karşı tavırlarına bir aldırmazlık, bir sertlik gelmişti. Olur olmaz lafa karışıyor, terslenince cevap vermeye kalkışıyordu. Koğuş arkadaşlarıyla, yatak yeri yahut tayın bölüştürme meselesinden ufak tefek nizalar çıkarmaya başlamış, görüşme günü kapıya gelen anası ile para yüzünden, gardiyanların araya girmesine sebep olacak kadar büyük bir kavga etmişti. Başına gelen felaketi göz önünde tutunca onun bu hırçınlığını anlamak zor değildi. Kendisiyle oturup dertleşen, hâlini soran yoktu. Çocukluğundan beri elinden tutanı olmayan delikanlıyı bir gün karşıma alıp dilince konuşmaya başladım. Dışarıdaki hayatından, içki âlemlerinden, mahalle kavgalarından, denizden ve bıldırcın avından bahsettik. Söz döndü dolaştı, son vukuata dayandı. O zaman ben, Osman’ın ruhuna çöken büyük sıkıntıyı biraz hafifletmek için uzun teselli cümleleri sıraladım. Sesimde garip bir tevekkül edasıyla “Aldırma Osman…” dedim, “bunlar hep insan başına gelir. Bak, şu hapishanede yatan yedi yüz kişinin en az beş yüzünün boynunda can vebali var. Pişman olur, kendini ıslah edersen her şey unutulur.”
Bunları dinlerken Osman’ın yüzünü kaplayan sıkıntı ifadesi beni şaşırtmadı. Onun buz tutmuş insanlığını ısıtıp yumuşatmak kolay olmayacaktı elbette. Ama benim daha fazla şeyler söylememe meydan vermeden, Osman bir el işaretiyle sözümü kesti. Kimsenin duymasını istemiyormuş gibi ağzını yüzüme yanaştırarak “Bırak boş konuşmaları, ağabey!” dedi. “Bu kadar sene hiç yoktan adımız katil diye söylendi; artık önüne gelen benimle dalga geçiyordu. Gözüm kızıp birinin üstüne yürüsem, herifin kılı bile kıpırdamıyor, ‘Senin gibi lafla adam öldürenleri çok gördük!’ diyordu. Memleketin bir kabadayısının yüzüne bakacak hâlim kalmamıştı. Allah rahmet etsin, Hüsamettin’le görülecek bir hesabım yoktu, ama bu vukuat bana lazımdı.”
Osman, benim şaşkınlığıma aldırış bile etmeden yerinden kalktı, omzundan ağır bir yükü fırlatıp atmış bir adam gibi hafif adımlarla uzaklaştı.
Konuşmanın sonuna doğru usulca yanımıza sokulup bizi dinlemiş olan Yakup Hoca, öğrendiği şeylerden memnun, elini omzuma koydu ve filozofça mırıldandı:
“Bu dünya böyledir işte, kimi adam öldürdüğü için katil diye anılır kimi adı katile çıktı diye adam öldürür.”
1945
Böbrek
Niğde eski nüfus memuru Avni Akbulut, elinde yiyecek sepeti, arkasında hammal, Sirkeci’deki “Güzel Nevşehir” Otelinin daracık kapısından girdi. Burayı daha da darlaştırmak ister gibi bir kenara dizilmiş olan mermer masalarda taşra esnafı kılıklı birkaç adam çay içiyorlardı. Avni Akbulut, köşedeki camekânlı yere sokuldu, “Kâtip nerede?” diye, bitkin, yarı duyulur bir sesle sordu. İçine bir kişinin güç hâlle sığabildiği camekânda kocaman bir defterin üstüne eğilmiş, çıplak kafalı, gözlüklü, orta yaşlı bir adam “Buyurun, hoş geldiniz!” diye doğruldu. Avni Akbulut, oradaki bir iskemlenin üstüne dermansız bir hâlde oturmuş, alnından boncuk boncuk dökülen terleri siliyordu. Kilitleri tutmadığı, kayışları koptuğu için urganla sarılmış olan körüklü bavulu sırtından indirmeye çalışan hammal da ter içindeydi. Kâtip, karşısındakinin bitkin hâlini fark edince alakalandı.
“Geçmiş olsun, rahatsız mısınız?”
“Evet, dermanım yok… Yol da az değil… İstanbul’un sıcağı da yamanmış ha!”
Kâtip biraz düşündü, önünde hızlı hızlı soluyan adamı süzdü, sonra:
“Size tek yataklı oda vermeliydi ama hepsi dolu. Dur bakayım, on iki numarada bir yatak boş, yanınızda yatacak olan çok ağırbaşlı, Müslüman bir adamdır. Sabah çıktığını, geceleyin gelip yattığını bile duymazsınız. Yatak fiyatı da tabii ikramlıdır.”
Hasta hasta iki gün yolculuktan sonra şöyle bir uzanıp dinlenmekten başka şey düşünmeyen Avni, “Neresi olursa olsun, sen bana odayı göster!” dedi, hammalla hesabı kestikten, nüfus kâğıdını teslim ettikten sonra kâtibin arkasından merdivenleri çıkmaya başladı. Bereket oda birinci kattaydı. Siyah eteklikli, topukları yırtık siyah çoraplı, şipidik terlikli şişman bir kadın yerleri siliyordu. Kâtibin emri üzerine ellerini üstüne kurulayarak on iki numaranın kapısını açtı, yorganın ucunu kaldırıp bakarak “Daha temiz, buyurun!” dedi. Arkadan bavulu getiren bir garson, üstü mermerli komodinden sürahiyi alarak suyunu değiştirdi, sonra her üçü “Hoş geldiniz, istirahat buyurun!” diyerek çekildiler.
Kendini elbisesiyle yatağın üstüne atan Avni Akbulut hemen uyudu. Birtakım tıkırtılarla uyandığı zaman ilk gözüne çarpan şey, tavanda sönük bir ışıkla yanan, sinek pisliği içindeki elektrik lambasıydı. Desene,akşamolmuş, diye düşünerek başını yana çevirdi. Elli yaşlarında, kısa değirmi sakallı, kıyafetine bakılırsa Anadolulu bir adamın pabuçlarını çıkarıp, somyası gıcır gıcır eden karyolaya yerleştiğini gördü. Kendisi de biraz doğruldu. Onun uyandığını fark eden karşı yataktaki, sakalını sıvazlayarak “Safa geldiniz, yabancısınız herhâlde?” diye sordu.
“Safa bulduk, Niğdeliyim.”
“Dimeyin! Ben de Borluyum.”
“Çok güzel, kimlerdensiniz?”
Hemen ahbap oluverdiler. Değirmi sakallı sık sık Niğde’ye gidip geldiğini, orada birçok bildikleri olduğunu söyledi. Hatta kızını Niğdeli birine verdiğini anlatırken, “Nikâh için nüfus kayıtları çıkarttığımda sizi görmüş olacağım, bana hiç yabancı değilsiniz!” diye tanıdık bile çıktı. Ayak esnaflığı yapar, memleketten elma kurusu, fasulye, nohut getirir, buradan oraya da kıl çuval, kösele, mıh, nalça gönderirmiş. Elhamdülillah işi fena değilmiş, ama geçenlerde memleketten birkaç hısmı hasta olup İstanbul’a gelmişler, onları doktor doktor gezdirmekten işleri yüzüstü kalmış. Eloğlu birbirinin elinden ekmeğini almak için kurt gibi bekliyormuş. Doktorun da iyisini, helal süt emmişini buluncaya kadar hayli dolaşmışlar, hayli masarife girmişler. Maazallah insan bir soysuzunun eline düşerse malına mı, canına mı yanacağını bilemezmiş.
Lakırtı hastalık ve doktor meselesine dökülünce Avni Akbulut’un da dili açıldı. O da İstanbul’a derdine derman aramaya gelmişti. Üç seneden beri çektiği böbrek sancısından kurtulmak için almadığı ilaç kalmamış, bir yıl önce Kayseri Hastanesine varmış, röntgen yaptırmış, doktor böbrekteki taşı çıkarmadan olmaz, çok büyümüş, ilaçla düşecek gibi değil, demiş, Avni de çoluk çocuğuyla helalleşip bıçağın altına yatmış. Beş altı ay rahat etmiş ama hastalık bu sefer öteki böbrekte tepmiş. Yeniden röntgen yaptırınca, sağ böbrekte hem de iki taş birden görmüşler. Artık Kayseri doktorlarına inanamaz olmuş, İstanbul’a gelmiş.
“Bakalım şunların hocaları ne biçim imiş? Kayseri’nin operatörü kötü değildi ama işini sıkı tutsa öbür böbrekte yeniden tepmezdi. Demek hastalığın kökünü bulup çıkaramamış. Perhiz et diye tutturdu. Yemeden, içmeden vazgeçecek olduktan sonra karnımı deştirir miydim? Ağzına et koymayacaksın, dedi. Et girmeyen yemekte tat olur mu? Uzatmayalım, bizim hükûmet doktoru buradaki hocasına mektup verdi, git kendini göster, lüzum ise o seni ameliyat da eder, hastalığı kökünden alır, dedi. Biz de evimizin nafakasını kestik, buraya geldik. Ne yaparsın, can her şeyden üstün. Bu gideceğim doktor da profesörmüş.”
Deminden beri karşısındakinin sözlerini, “Bilirim bunların hepsini.” demek isteyen bir gülümseme ile dinleyen değirmi sakallı, profesör kelimesini duyunca âdeta hiddetlenmiş gibi kaşlarını çattı.
“Adı neymiş o profesörün?” diye sertçe sordu.
“Dirim Yurdu’nun sahibi Osman Bey.”
Öteki korkunç bir şey görüyormuş gibi gözleri büyümüş, yerinden fırladı, “Tatlı canına acıman yok mu senin?” diye bağırmaya başladı. “Kim verdi sana o kasabın adını. Herhâlde ortak olmalılar. Yanımda adını anma, içim fena oluyor. Daha bir buçuk ay önce aslanlar gibi kardeşimi öldürdü. Bıçağının altına yatanın sağ kalktığı görülmüş mü? Üstelik de soyguncunun başta gideni. Bin liranın yüzünü görmeden kan çıbanı bile deşmiyor.”
Avni onun sözünü kesecek oldu:
“Bizde o kadar para ne gezer, devletin hastanesine gideceğim, bu profesörün asıl vazifesi oradaymış.”
Öteki, cahil, tecrübesiz bir çocuğu düşüncesizce atacağı adımdan alıkoymak isteyen şefkatli bir baba gibi biraz üzüntülü, biraz hükmedici bir tavırla Avni’nin yanına sokuldu, “Daha beter ya…” dedi, “adamın iflahı işte o hastane dediğin yerde kesilir. Belli, senin bu doktor milletinden habarın yok… Aslan kardeşim, orada hastaya bakmazlar, acamı doktorlara ders gösterirler. Ellerine bir düştün mü yakanı kurtarabilirsen aşk olsun. Kesip biçecek insan lazım onlara… Adamın karnını bir yardılar mı, yandı fıkara gayrı… Hasta olan yerini de deşerler, hasta olmayan yerini de… Oranın usulü öyle… Yeni yetişen doktorlar bakacaklar, afat olan yer ile sağlam yeri ayırt etmesini öğrenecekler. O profesör dediğin, hastaya elini bile değmez, başına kum gibi üşüşen parmak kadar oğlanlara, kızlara ‘Kes şurayı, kes burayı!’ der, o zibidiler de çalarlar bıçağı. Allah yardımcın olsun. Dedim ya, sana o mektubu veren doktor dostun değil imiş. Hadi, diyelim o eloğlu, senin kendi canına acıman da yok mu?”
Avni Akbulut dili tutulmuş gibi karşısındakinin yüzüne baktı kaldı. Birkaç kere yutkundu, fakat müthiş bir korku, gurbet ellerde çoluğun çocuğun bıçağıyla doğranmak korkusu, bütün vücudunu bir ter ve titreme hâlinde sarmıştı. Boğazından ses çıkmıyordu. Değirmi sakallı yatak komşusu elini yavaşça omzuna koyarak “Üzülme canım…” dedi, “ama üzülme demek de boş laf, can pazarı bu. Velakin her şeyin çaresi bulunur. Doktorun da helal süt emmişi vardır elbette… Dedim ya, çok gezdik, dolaştık, çok masarif ettik ama şu doktorların iyisini, kötüsünü bilir olduk.”
Bir parça kendini toparlamaya çalışan Avni, acele bir yardım bekler gibi iki elini birden uzatarak:
“Kurbanın olayım, bildiğin bir insaniyetli doktor var mı? Hani şu böbrek işinden de anlayan bir doktor…”
Öteki, merhametli bir gülümseme ile başını sallayarak cevap verdi:
“Üzülme dedim ya! Müslüman’ın Müslüman’a yardım etmek borcu. Bu hasta hâlinde İstanbul gibi yere derman aramaya gelmişsin, seni yüzüstü bırakmak hemşehriliğe sığar mı? Bak dinle beni: Şu koskoca şehirde bir tane esaslı doktor gördüm, o da Sağlık Yurdu’nun sahibi İrfan Bey. Bıçağının dokunduğu yerde illet kalmıyor. Eli pek hafif. Dört yerinden karnını deştiği adamlar bir hafta sonra Haydarpaşa’ya, trene yürüye yürüye gidiyorlar. Hele böbrek, ciğer, yürek ameliyatında Avrupa’da bile üstüne yok diyorlar. Bir muayenehanesi var, içindeki aletleri İstanbul’un bir hastanesinde göremezsin, Alamanya’dan hususi gelmiş. O röntgenler, o aynalar, o camekân içindeki pırıl pırıl gümüş makaslar, bıçaklar, o süt gibi beyaz ameliyat masaları, canım, anlatmakla tükenecek gibi değil ki… Hastanesi deniz kenarında, padişah saraylarının bitişiğinde. Yatağından başını kaldırıp baksan selatin camilerinden yedisini birden görürsün, limana giren bütün ecnebi vapurları ayağının altında. Dedim ya, tarifi mümkünsüz.”
Avni Akbulut önce cankulağıyla dinlerken sonlara doğru mahzun bir tavırla başını sallamaya başlamıştı; karşısındaki belki de bunu fark ederek susunca ümitsiz bir sesle mırıldandı:
“Oraların fiyatı da ona göredir. Böyle lüküs yerler bizim için değil!”
Sağlık Yurdu ile sahibini fazlaca övdüğünü anlayan adam, üst dudağından ön dişleri dökülmüş ağzına doğru uzanan kır bıyıklarını sağa sola sıvazladı, kül rengi gözlerini bir an küçültüp düşündükten sonra “Yok canım…” dedi, “sana söyledim ya, helal süt emmiş adam! Ondaki insaniyeti kimsede bulamazsın. Hâlden anlar, paran çıkışmazsa derdini ameliyatsız da sağaltır. Bir de tatlı konuşmaları var, hani insanın illetini diliyle çekip alıyor desem hilafsız…”
Avni şüphe ile başını salladı:
“Benim derdim öyle tatlı dil ile ameliyatsız iyi olacak soyundan değil, bir böbrekte iki taş bu, bıçağı yimeden çıkar mı?”
Öteki güldü:
“Tabii çıkar, ilaçla eritiverince aşağıdan dökülür gider. Bu doktorda öyle ilaçlar var ki, İstanbul’un bir hastanesinde bulamazsın, Alamanya’dan hususi gelmiş!”
Avni hâlâ tereddüt eder gibiydi, fakat öteki durmadan doktorların vicdansızlığını, bunlar arasında Operatör İrfan’ın nasıl bir inci olduğunu, “Allah doktorları günahkâr kullarını cezalandırmaya yollamış, ama günahsız kullarını da yüzüstü komamış!” diyerek anlattı. “Tatlı canına acıman yok mu senin?” diye boyuna tekrarladı. Ertesi gün işini gücünü bırakıp onunla birlikte bu “helal süt emmiş” adama gitmeye de razı oldu. Gündüzki uykusuna rağmen hâlâ yol yorgunluğunu atamamış ve bu heyecanlı konuşmadan büsbütün harap düşmüş olan hasta, “Hayırlısı neyse o olsun.” diyerek yatağına uzandı, sabaha kadar inleyip oflayarak, hatta bazen birdenbire gelen keskin sancıların tesiriyle bağırıp yerinden fırlayarak döndü, durdu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sabahattin-ali/sirca-kosk-69428221/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Köroğlu: Burhan Cahit Morkaya’nın çıkardığı mizah dergisi. (e.n.)
2
Cenupbatı: Güneybatı. (e.n.)
3
Avarya, bir deniz yolculuğunda geminin veya yükünün gördüğü zarar demektir. Burada ise eşyayı denize atmak manasında kullanılmıştır. (e.n.)
4
Niza: Çekişme, bozuşma, kavga. (e.n.)