1984
George Orwell
İngiliz edebiyatının ünlü ve başarılı yazarlarından biri olan George Orwell’in kaleme aldığı 1984, şüphesiz distopya eserlerinin en ünlüsü, geleceğe dair kâbus senaryolarının en başarılısıdır. Orwell’in Hayvan Çiftliği ve 1984 isimli eserlerinin başarısına kanıt olarak dönemin Sovyetler Birliği tarafından ve günümüzün Çin hükûmeti tarafından yasaklanmış olması gösterilebilir. Çünkü Orwell’in 1984’ünde, ciddi bir sistem eleştirisinin yanı sıra, okuyucuyu her daim sorgulamaya ve ısrarla düşünmeye sevk eden bir tarafı vardır. Elbette bu eserde sadece geçmiş sistemlerin işleyişini okumayacak, günümüzün sistemlerinden de pek çok benzerlik bulacaksınız. Modern dünya alışkanlıklarının ve koşulsuz biat etmenin en gerçekçi, en ikna edici yönüyle protesto edildiği 1984, başkahraman Winston’ın aydınlanması ve Parti tarafından sapkın düşünceler olarak adlandırılan fikirlere sahip olmasıyla gelişen olayları hikâye edinir. Geçmişi ve tarihi kendi istediği şekilde değiştirerek, yeri geldiğinde hiç yaşanmamış gibi varsayarak kontrol altına alan, bu şekilde geleceğe de istediği gibi yön veren Parti’nin baskısını, bireyselliğin yok edilişini ve devlet hegemonyasını şiddetle kendi üzerinizde de hissedecek, âdeta Büyük Birader sizi de izliyormuş hissine kapılacaksınız. Parti’nin iki amacı, tüm dünyayı fethetmek ve bağımsız düşünmeyi tamamen imkânsız kılmaktır. "Bu yüzden Parti’nin çözmek istediği iki büyük problem vardır. Bunlardan biri, insanların ne düşündüğünü rıza aramaksızın öğrenmenin yolunu bulmak, diğeri ise birkaç yüz milyon insanı önceden haber vermeden birkaç saniye içinde öldürmeyi başarmaktır."
George Orwell
1984
George Orwell Asıl adı Eric Arthur Blair olan Orwell 25 Haziran 1903 yılında Hindistan’da dünyaya gelmiştir. Aslen İngiliz asıllı olup 20. yüzyılın önemli İngiliz edebiyatçılarındandır. 1945 yılında yazmış olduğu Hayvan Çiftliği ve 1948 yılında yazmış olduğu Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli iki önemli eseriyle ünlenmiştir. 21 Ocak 1950 tarihinde Londra’da vefat etmiştir.
Eserleri:
Paris ve Londra'da Beş Parasız (1933)
Burma Günleri (1934)
Papazın Kızı (1935)
Zambak Solmasın (1936)
Wigan İskelesi Yolu (1937)
Katalonya'ya Selam (1938)
Boğulmamak İçin (1939)
Hayvan Çiftliği (Bir Peri Masalı) (1945)
Neden Yazıyorum (1946)
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1948)
Faşizm Kehanetleri (1930-1950)
Kitaplar ve Sigaralar (1938)
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp, Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
1. Binbir Gece Masalları
2. Alaeddin’in Sihirli Lambası
3. Denizci Sinbad
4. Ali Baba ve Kırk Haramiler
5. Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery
6. Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery
7. Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery
8. Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery
9. Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery
10. Beyaz Diş / Jack London
11. Üç Silahşorler / Alexander Dumas
12. On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne
13. Sokrates’in Savunması / Platon
14. Mutlu Prens / Oscar Wilde
15. Nar Evi / Oscar Wilde
16. Tavşan Peter / Beatrix Potter
17. Kadınlar Alayı / Jack London
18. Hayvan Çiftliği / George Orwell
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Parlak ve soğuk bir nisan gününde saatler on üçü gösteriyordu. Vahşi rüzgârdan biraz olsun kaçınmak için çenesini göğsüne gömen Winston Smith, Zafer Köşklerinin cam kapılarından çabucak sıyrılıvermeyi başarsa da tozla karışık hava akımının içeriye girmesine engel olamadı.
Kaynamış lahana ile kumaş parçalarından yapılma eski paspasların kokusuyla kaplı koridorun en uç kısmına bir iç mekân için fazla büyük olan bir poster asılmıştı. Posterde, bir metreden fazla genişliğe sahip devasa bir yüz tasvir edilmişti. Bu yüz, siyah ve gür bir bıyığa sahip, yüz hatları sert, yakışıklı, kırk beş yaşlarında bir adama aitti. Winston merdivene yöneldi. Asansörü kullanmaya çalışmak beyhude bir çabaydı. En iyi zamanlarda dahi nadiren çalışırdı ve o sırada gündüz saatlerinde olduklarından elektrik kesilmişti. Nefret Haftası hazırlıkları kapsamında gerçekleştirilen tasarruf tedbirlerinden biriydi bu. Bina yedi katlıydı ve sağ ayak bileğinin üst kısmında varis ülseri olan otuz dokuz yaşındaki Winston, yavaş yavaş yürümeye başladı, birkaç kez de dinlenmek için ara verdi. Asansör boşluğunun tam karşısına asılmış posterdeki devasa yüz, yürümeye her ara verdiğinde ona bakıyordu. Kişinin her hareketini gözleriyle takip edecek şekilde çizilmiş bir portreydi bu. Posterin altına da BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR yazılmıştı.
İçeriden duyulan tok ses, pik demiri üretimi ile ilgili bazı rakamları okuyordu. Bu ses, sağ taraftaki duvarın bir kısmını kaplayan ve mat bir aynayı andıran dikdörtgen şeklindeki metal levhadan geliyordu. Winston bir düğmeyi çevirince ses bir miktar azalır gibi olsa da kelimeler hâlâ net bir şekilde duyulabiliyordu. Bu aygıtın (adı tele-ekrandı) sesini azaltmak mümkün olsa da tamamen kapatabilmek söz konusu değildi. Pencereye doğru yürüdü, ufak tefek, narin bir adamdı. Vücudunun zayıflığı Parti üniforması olan mavi iş tulumunda daha bir belli oluyordu. Saç rengi çok açıktı, yüzünde doğal bir pembelik vardı. Derisi ise sert sabun, kör ustura ve yakın zamanda sona eren soğuk kıştan dolayı pürüzlüydü.
Pencere kapalı olduğu hâlde, dış dünya soğuk görünüyordu. Caddedeki küçük rüzgâr girdapları, toz ve kâğıt parçalarını sarmal hâline dönüştürüyordu. Güneş parlak, gökyüzü mavi olduğu hâlde hiçbir yerde renk yok gibiydi. Dört bir tarafa asılmış posterler hariç tabii. Siyah bıyıklı yüz, her bir köşeden gözlerini dikerek bakıyordu herkese. Posterlerden biri de tam evin karşısına asılmıştı. BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR yazıyordu üzerinde. Posterdeki koyu renkli gözler Winston’ın gözlerinin içine dik dik bakıyordu. Aşağı tarafta, caddede bir köşesi yırtılmış poster rüzgârın etkisiyle hareketlendiğinde İNGSOS isimli bir kelimeyi gösteriyordu. Gökyüzünün uzak bir köşesinde çatıların arasına doğru alçalan helikopter, sinek misali bir müddet havada asılı kaldıktan sonra kavisli bir hareketle ok gibi fırlayarak uzaklaşıyordu. Bu helikopter, evlerinin pencerelerinden insanları izleyen devriye polislerine aitti. Ancak devriye polisleri çok da önemli değildi. Asıl önemli olan Düşünce Polisi’ydi.
Bu arada Winston’ın arkasında bulunan tele-ekrandaki ses, pik demiri üretimi ve Dokuzuncu Üç Yıllık Plan’ın beklenenden daha büyük bir başarıyla hayata geçirilmesi ile ilgili bir şeyler gevelemeye devam ediyordu. Tele-ekran aynı anda ses alıp ses yayma özelliğine sahipti. Winston’ın çok alçak bir fısıltıdan daha yüksek olacak şekilde çıkardığı her ses, tele-ekran tarafından algılanabiliyordu. Dahası, metal levhanın görüş alanında olduğu müddetçe sadece duyulmakla kalmıyor aynı zamanda izleniyordu. Herhangi bir anda izlenip izlenmediğini anlamasının imkânı yoktu. Düşünce Polisi’nin herhangi bir hatta ne sıklıkla ya da hangi sistem aracılığıyla dâhil olduğu bir muammaydı. Herkesi her an izliyor olmaları bile ihtimal dâhilindeydi. En nihayetinde istedikleri zaman, istedikleri hatta bağlanabildikleri bilinen bir şeydi. Çıkardığınız her sesin duyulduğu ve karanlık haricinde yaptığınız her hareketin incelendiği varsayımıyla yaşamak zorundaydınız, dahası bu şekilde yaşama alışkanlığı bir içgüdüye dönüşmüştü.
Winston, sırtı tele-ekrana dönük vaziyette durmaya devam etti. Böylesi daha güvenliydi. Gerçi bir sırtın dahi bir şeyler açık edebileceğini çok iyi biliyordu. İş yeri olan Gerçek Bakanlığı, bir kilometre ötede, beyaz rengiyle kale misali yükseliyordu şehrin kasvetli silüetinin üzerine. Karşısındaki manzaranın, Okyanusya’nın en kalabalık üçüncü eyaleti olan Londra olduğunu, belli belirsiz bir hoşnutsuzlukla düşündü. Havaalanı Bir’in[1 - Bu isimlendirmede, Britanya’nın Okyanusya’nın bir hava üssü olmasına yapılan bir gönderme var. Orijinali: Airstrip One (ç.n.)] ana kenti Londra… Londra’nın her zaman böyle olup olmadığını anımsamak istercesine zorladı hafızasını. Kenarları kerestelerle desteklenen, camlarına kartonlardan yama yapılmış, çatılarına demir levhalar yerleştirilmiş, uyumsuz bahçe duvarları dört bir yana sarkan on dokuzuncu yüzyıldan kalma çürümüş evler silsilesiyle mi doluydu eskiden de? Peki ya sıva tozlarının havada uçuştuğu ve enkazların üzerlerini yakı otlarının kapladığı bombalanmış yerler de var mıydı acaba? Bombaların daha geniş bir alan açtığı yerlere dikilen tavuk kümesine benzeyen çirkin ahşap evler de var mıydı? Ancak bu çabası boşu boşunaydı çünkü hatırlayamıyordu. Çocukluğuna dair anımsayabildikleri havada asılıymış gibi duran bir dizi parlak tablodan ibaretti. Bunların çoğunu da anlamlandırmak mümkün değildi.
Gerçek Bakanlığı, -Yenikonuş’ta[2 - Yenikonuş, Okyanusya’nın resmî diliydi. Yapısı ve etimolojisi için Ek’e bakınız. (ç.n.)] Gerbak- görünürdeki herhangi bir nesneden şaşırtıcı bir şekilde farklıydı. Devasa bir piramit şeklindeki bu yapının beyaz betonu parlıyordu ve üç yüz metre yüksekliğiyle gökyüzüne uzanıyordu. Winston, yapının beyaz yüzeyine yazılmış Parti’nin üç sloganını bulunduğu yerden okuyabiliyordu:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK KUVVETTİR
Söylenildiğine göre Gerçek Bakanlığı’nın zemin seviyesinin üzerindeki üç bin odasının altında da kolları vardı. Benzer görüntü ve ölçülerde üç bina Londra’nın çeşitli yerlerine serpiştirilmişti. Bu da bu binaların civardaki tüm mimariyi gölgede bırakması anlamına geliyordu. Zafer Köşklerinin çatısından bu binaların dördünü de aynı anda görmek mümkündü. Bu binalar, Devlet aygıtının tamamını oluşturan dört bakanlığa ev sahipliği yapıyordu. Gerçek Bakanlığı haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlarla ilgiliydi. Savaş, Barış Bakanlığı’nın sorumluluğundaydı. Sevgi Bakanlığı’nın alanı, kanun ve nizamken Bolluk Bakanlığı, ekonomik meseleleri yönetmeye yetkiliydi. Bu bakanlıkların Yenikonuş’taki isimleri şu şekildeydi: Ger-bak, Barbak, Sevbak ve Bolbak.
Asıl ürkütücü olan Sevgi Bakanlığı’ydı. Binasında pencere namına bir şey yoktu. Winston, Sevgi Bakanlığı’ndan içeri adımını atmamış, yarım kilometre yakınında bile bulunmamıştı. Resmî bir iş dışında, bu bakanlığa girmek imkânsızdı. Öyle bir durumda dahi birbirine dolanmış dikenli tellerden oluşan bir labirentten, çelik kapılardan ve gizlenmiş makineli tüfek yuvalarından geçmek gerekiyordu. Bakanlığın dış bariyerlerine çıkan sokaklar bile goril suratlı, siyah üniformalı, coplu muhafızlarla doluydu.
Winston aniden döndü. Tele-ekrana dönükken yüzde bulunması tavsiye edilen sessiz iyimserlik ifadesini suratına yerleştirmişti. Odadan geçti ve küçük mutfağa girdi. Bakanlık’tan bu saatte ayrılarak kantinde yiyebileceği öğle yemeğini feda etmek zorunda kalmıştı. Mutfağında ise ertesi sabah kahvaltı için ayırmak zorunda olduğu koyu renkli bir ekmek parçası dışında hiçbir şey olmadığının farkındaydı. Üzerinde sade beyaz renkli bir etiketle ZAFER CİNİ yazan renksiz bir sıvıyı raftan indirdi. Mide bulandıran ağır kokusu, Çinlilerin pirinç ruhunu andırıyordu. Winston bir çay fincanı kadar koydu ve yaşayacağı şoka kendini hazırladıktan sonra ilaç yutar misali tek bir yudumla içti.
Yüzü o saniye kızardı ve gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. Bu madde kezzap gibiydi. Üstelik tek bir yudumda içmek, ense köküne plastik bir sopayla darbe almaya benziyordu. Ancak bir sonraki an midesindeki yanma yatıştı ve dünya daha neşeli bir yer gibi görünmeye başladı. ZAFER SİGARALARI markasını taşıyan buruşuk paketten çıkardığı sigarayı dikkatsizce dik tutunca içindeki tütün yere döküldü. Bir sonraki sigarasını başarıyla alabilmişti. Bir kez daha oturma odasına döndü ve tele-ekranın solunda duran küçük bir masaya oturdu. Masanın çekmecesinden bir kalemlik, bir şişe mürekkep ve arka kapağı kırmızı ön kapağı mermer desenli kalın, boş bir defter çıkardı.
Oturma odasındaki tele-ekran, nedense tuhaf bir konumdaydı. Normalde olduğu gibi tüm odaya hâkim olacak şekilde duvarın dibine yerleştirilmektense pencerenin karşısındaki daha uzun duvara yerleştirilmişti. Tele-ekranın bir tarafında Winston’ın o sırada oturmakta olduğu sığ bir girinti vardı. Burası bina inşa edilirken muhtemelen kitap rafları için dizayn edilmişti. Winston, bu girintiye sırtını iyice dayayarak oturduğunda tele-ekranın görüş alanından çıkmış oluyordu. Her ne kadar duyulması hâlâ mümkün olsa da oturduğu konumu koruduğu müddetçe görülmesi söz konusu değildi. O sırada yapmak üzere olduğu şeyi yapması için kendisini teşvik eden şeylerden biri de odanın olağan dışı yerleşimiydi. Onu buna teşvik eden diğer şey ise çekmeceden henüz çıkarmış olduğu defterdi. Bu, tuhaf denecek güzelliğe sahip bir defterdi. Yılların biraz sararttığı pürüzsüz kremsi kâğıdı, en az kırk yıldır üretilmeyen bir çeşitti. Ancak defterin çok daha eski olduğunu tahmin ediyordu. Bu defteri şehrin kenar semtlerinden birinde -hangi semt olduğunu hatırlayamıyordu- pis bir eskici dükkânının vitrininde görmüş, görür görmez ona sahip olmak için karşı konulamaz bir istek duymuştu. Parti üyelerinin sıradan dükkânlara -buna “serbest pazar alışverişi” deniliyordu- girmemesi gerekiyordu ancak bu kural, sıkı bir şekilde uygulanmıyordu. Bunun sebebiyse ayakkabı bağcığı ya da tıraş bıçağı gibi bazı şeyleri başka türlü elde etme imkânı olmamasıydı. Caddenin yukarısına ve aşağısına çabucak baktıktan sonra içeriye sıvışmış, iki buçuk dolar karşılığında defteri satın almıştı. O sırada defteri almak için bilinçli bir sebebi yoktu. Defteri evrak çantasında evine götürürken suçluluk duyuyordu. İçinde hiçbir şey yazılı olmasa da defter sahip olunması tehlikeli bir şeydi.
O sırada yapmak üzere olduğu şey günlük tutmaktı. Bu yasa dışı değildi aslında. (Hiçbir şey yasa dışı değildi çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.) Ancak yakalanması hâlinde idamla ya da yirmi beş yıl çalışma kampında cezalandırılması söz konusuydu. Winston, dolma kalemine uç taktı ve yağını almak için emdi. Kalem, arkaik bir araçtı ve imzalar için nadiren kullanılırdı. Bu kalemi gizlice ve güç bela bulabilmişti. Kalemi edinmesinin sebebi ise kremsi güzel kâğıdın mürekkep kalem ile çizilmek yerine, gerçek bir dolma kalemi hak ediyor olmasıydı. Aslında eliyle yazı yazmaya alışkın değildi. Kısa notlar dışında her şey genelde Konuşyaz ile dikte edilirdi ve bu aleti o anki amacı için kullanması hâliyle imkânsızdı. Kalemi mürekkebe batırdı ve birkaç saniyeliğine tereddüt etti. İçinden bir ürperti geçti. Bir kâğıda yazmak kati bir eylemdi çünkü. Biçimsiz harflerle şunları yazdı:
4 Nisan 1984.
Geriye yaslandı. Üzerine müthiş bir çaresizlik hissi çökmüştü. Öncelikle o yılın 1984 olduğundan emin değildi. İçinde bulundukları yıl, bu civarlardaydı. Çünkü otuz dokuz yaşında olduğundan emindi ve 1944 ya da 1945 yılında doğduğunu tahmin ediyordu. Ancak o günlerde bir iki yıllık tarihleri kesin olarak bilmek asla mümkün değildi.
Aniden bu günlüğü kim için yazdığını merak etti. Gelecek için, doğmamış olanlar için. Sayfanın üzerindeki şüpheli tarih, zihninin bir an için gelgitler yaşamasına sebep oldu. Sonra Yenikonuş’taki ÇİFTDÜŞÜN kelimesinin engeline takılarak kendine geldi. Üstlendiği şeyin büyüklüğünü ilk kez idrak ediyordu. Gelecekle nasıl iletişim kurabilirdi ki? Doğası gereği imkânsızdı bu. Gelecek ya o ana benzeyecekti -ki bu durumda kendisini dinlemezdi- ya da o zamankinden farklı olacaktı ki bu durumda yaşayacağı zorluğun bir anlamı olmayacaktı.
Bir müddet kâğıda aptal aptal bakarak öylece durdu. Tele-ekran cızırtılı askerî müzik çalmaya başlamıştı. Sadece kendini ifade etme gücünü kaybetmiş gibi görünmüyordu, asıl söylemek istediğini unutmuş olması da tuhaftı. Haftalar boyunca bu an için hazırlamıştı kendini ve bunu yapabilmek için cesaret dışında şeylere de ihtiyaç duyabileceği aklından bile geçmemişti. Asıl yazma kısmı kolaydı. Tek yapması gereken yıllardır zihninde aralıksız süregelen huzursuz monoloğu kâğıda geçirmekti. Ancak o sırada monolog dahi yok olmuş gibiydi. Dahası, varis ülseri dayanılmaz bir kaşıntıya sebep olmuştu. Kaşımaya cesaret edemedi çünkü ne zaman kaşısa iltihap kapıyordu. Zaman geçiyordu. Ancak önündeki kâğıdın boşluğundan, ayak bileğinin üzerindeki derinin kaşıntısından, müziğin kulak tırmalayan gürültüsünden ve cinin sebep olduğu çakırkeyiflikten başka hiçbir şeyin bilincinde değildi.
Aniden panikleyerek yazmaya başladı. Ne yazdığının pek de farkında değildi. Çocuksu el yazısı kâğıdın üzerinde dağınık bir şekilde önce büyük harfleri sonra noktalama işaretlerini ihmal ederek ilerliyordu:
4 Nisan 1984. Dün gece sinema. Hepsi savaş filmi. Akdeniz’in bir yerindeki mültecilerle dolu geminin bombalandığı film çok iyi. Helikopterin kovaladığı koca, şişko bir adamın yüzerek kaçmaya çalıştığı sırada vurulması izleyicileri etkiledi. Önce suda mutur[3 - Mutur, yunusgillerden bir tür memeli. (ç.n.)] gibi debelendiğini görüyorsunuz sonra helikopterdeki nişan dürbününden görüyorsunuz. Sonra delik deşik oldu ve etrafındaki su pembe bir renk aldı. Sanki içindeki deliklerden su alıyormuşçasına çabucak battı. Batarken izleyiciler, kahkahalarla güldüler. sonra çocuklarla dolu bir cankurtaran sandalının üzerinde helikopterin uçuştuğu görüldü. muhtemelen yahudi olan bir kadın kayığın ön kısmında kucağındaki üç yaşlarında küçük bir çocukla duruyordu. küçük çocuk korkudan çığlıklar atıyor ve başını kadının göğsüne gömmeye çalışarak saklanıyordu ve kadın kollarını çocuğa dolayarak onu sakinleştirmeye çalıştı hâlbuki kendisi de korkudan mosmor olmuştu, tüm bu süre boyunca çocuğun üzerini mümkün olduğunca kapatmaya çalışıyordu. sanki kollarının çocuğu mermilerden kurtarabileceğini sanıyor gibiydi. sonra helikopter yirmi kiloluk bir bombayı bırakınca dehşet bir parlama oldu ve sonra kayık kibrit misali alev aldı. sonra bir çocuğun kolunun fırlayıp havaya kadar yükseldiği müthiş bir çekim vardı muhtemelen içinde kamera olan bir helikopter gerçekleştirmiştir bu çekimi ve partililerin koltuklarından büyük alkış duyuldu ve sonra proleter bölümünden bir kadın aniden ortalığı velveleye verip bağırmaya başladı ve böyle bir şeyi çocukların yanında göstermemeleri gerektiğini söyledi bunları çocuklara göstermeye hakları olmadığını söyledi sonra polis onu dışarı onu dışarı attı ona bir şey olduğunu zannetmiyorum işçilerin ne dediğini kimse umursamaz tipik işçi davranışı onlar hiçbir zaman…
Winston yazmayı bıraktı, bunun sebeplerinden biri de kramp girmesiydi. Böylesi bir saçmalıklar selini kâğıda dökmesine neyin sebep olduğunu bilmiyordu. Ancak tuhaf olan şey, bunu yaparken oldukça farklı bir hatıranın zihninde netleşmiş olmasıydı, öyle ki bunu yazacak noktaya gelmişti. Aniden eve gelip günlüğüne bugün başlamaya karar vermesini sağlayan diğer olayı, o sırada anlamıştı. O olay, o sabah Bakanlık’ta yaşanmıştı. Tabii bu kadar muğlak bir şeye “olay” demek ayrı bir tartışma konusu. Saat neredeyse on birdi ve Winston, çalıştığı Kayıt Bölümü’ndeydi. İki Dakikalık Nefret’e hazırlanmak için bölmelerindeki sandalyelerini sürükleyip salonun ortasında büyük tele-ekranın karşısında kümeleniyorlardı. Winston, orta sıralardan birinde yerini alırken simaen tanıdığı ancak hiç konuşmadığı iki kişi, hiç beklenmedik bir şekilde odaya girdi. Onlardan biri, Winston’ın koridordan geçerken sık sık karşılaştığı bir kızdı. İsmini bilmiyor olsa da Kurgu Bölümü’nde çalıştığını biliyordu. Muhtemelen de roman yazma makinelerinden birinde mekanik bir iş yapıyordu. Bu sonuca, zaman zaman kızın ellerini yağlı hâlde gördüğü için varmıştı. Arada bir de İngiliz anahtarı taşıyordu. Öz güvenli bir görünüşe sahip, yirmi yedi yaşlarında gür saçlı, çilli, çevik ve atletik hareketleri olan bir kızdı. Seks Karşıtı Gençler Birliği’nin sembolü olan kırmızı ve ince bir kuşak takıyordu. Kuşağını, iş tulumunun etrafına birkaç kez sıkıca doladığı için şekilli kalçaları belli oluyordu. Winston, kızı gördüğü ilk andan itibaren ondan rahatsız olmuştu. Bunun sebebini ise iyi biliyordu. Çünkü kız, hokey sahalarının, soğuk banyoların ve toplulukla yapılan yürüyüşlerin kısacası berrak bir zihnin belirtilerini üzerinde taşımayı başarmıştı. Hemen hemen tüm kadınlardan rahatsız olurdu. Özellikle de genç ve güzel olanlarından. Parti’ye körü körüne bir yobazlıkla bağlı olanlar hep kadınlardı. Bilhassa genç kadınlar… Sloganları yalayıp yutanlar, amatör casuslar ve açık görüşlüleri ispiyonlayanlar, çoğunlukla kadınlardı. Ancak bu kız, hepsinden daha tehlikeli olduğu izlenimini vermişti. Koridorda karşılaştıkları zamanlardan birinde Winston’a içini kapkara bir dehşetle dolduran bakış atmıştı. Bu kızın Düşünce Polisi’nin bir ajanı olabileceği fikri dahi gelmişti aklına. Yine de bu çok olası değildi. Buna rağmen kız, ne zaman yakınlarında olsa korku ve düşmanlıkla karışık tuhaf bir huzursuzluk hissine kapılıyordu.
Diğer kişi ise O’Brien isimli İç Parti üyesi bir adamdı. Winston’ın ne olduğu hakkında pek bir fikir sahibi olamayacağı kadar önemli ve çok uzak bir görevi vardı. Siyah tulumlu bir İç Parti mensubunun yaklaşması, sandalyelerin etrafındaki insanların bir an için sessizliğe gömülmelerine sebep oldu. O’Brien iri yarı, yapılı bir adamdı. Boynu kalın, yüzü ise iri, gülünç ve haşindi. Ürkütücü görünüşüne rağmen davranışlarında etkileyici bir hava vardı. Gözlüklerini sık sık düzeltme huyu, sebebi anlaşılamayan tuhaf bir dinginlik ve kibarlık havası katıyordu. Bu hareketi on sekizinci yüzyıla ait bir asilzadenin enfiye kutusunu ikram etmesini çağrıştıran bir hareketti. Tabii eğer hâlâ bu kavramlarla düşünen biri kaldıysa… Winston, bu kadar yılda, O’Brien’ı olsa olsa on kez görmüştü. Ona kendini çok yakın hissediyordu. Bunun sebebi ise medeni davranışları ile dövüşçü fiziği arasındaki tezatın yarattığı çekicilik değildi sadece. Asıl sebebi, O’Brien’ın siyasi tutuculuğunun mükemmel olmadığına dair içinde barındırdığı gizli inancı, daha doğrusu ümidiydi. Yüzündeki bir detay, karşı koyamayacağı bir şekilde bu duruma işaret ediyordu. Yine de yüzündeki ifade açık fikirlilikten değil, zekâdan kaynaklanıyor olabilirdi. Her hâlükârda görünüşü, tele-ekranı aldatıp yalnız yakalamayı başardığınızda, konuşabileceğiniz biri olduğunu düşündürüyordu. Winston, bu tahminlerini teyit edebilecek en ufak bir harekette bulunmadı. Zaten bunu yapabileceği bir yol da yoktu. O sırada Winston kol saatine bakıyordu. Saatin neredeyse on bir olduğunu gördüğünden İki Dakikalık Nefret seansı bitinceye kadar Kayıtlar Bölümü’nde olma kararı almıştı muhtemelen. Winston’la aynı hizada, yakınlarda bir yere oturdu. Winston’ın bölmesinin yanındaki bölmede çalışan, açık kahverengi saçlı kadın oturuyordu aralarında. Siyah saçlı kız ise hemen arkalarındaydı.
Çok kısa bir süre sonra iğrenç, gıcırtılı bir ses, âdeta patlarcasına gelmeye başladı odanın ucundaki büyük tele-ekrandan. Devasa bir makine, yağlanmamış vaziyette çalışıyor gibiydi. İnsanın içini ürperten, tüylerini diken diken eden bir gürültüydü bu. Nefret başlamıştı.
Halkın düşmanı olan Emmanuel Goldstein’ın yüzü, çoğu zaman olduğu gibi ekranda parlamaya başladı. Bazı izleyiciler yuhalamaya başladılar. Kahverengi saçlı ufak tefek kadın, korku ve tiksintiyle karışık bir inleme sesi çıkardı. Goldstein, uzun zaman önce -ne kadar uzun zaman önce olduğunu kimse hatırlamıyordu- Parti’nin önemli liderlerinden biri olan ancak daha sonra yolundan dönmüş kalleşin tekiydi. Büyük Birader’le neredeyse aynı seviyede olan bir liderdi hem de. Daha sonra karşı devrim faaliyetlerinde bulunmaya başlamış ve ölüm cezasına çarptırılmıştı. Gizemli bir şekilde kaçıp ortadan kaybolmanın yolunu bulmuştu. İki Dakikalık Nefret seansının programları her gün değişse de Goldstein’ın başrolünü oynamadığı bir seans hiç olmamıştı. Kendisi baş haindi ve Parti’nin saflığını bozan ilk kişiydi. Ondan sonra Parti’ye karşı işlenen tüm suçlar, sabotaj faaliyetleri, döneklikler ve sapkınlıklar hep onun öğretilerinden doğan şeylerdi. Nasıl oluyorsa hâlâ hayattaydı ve entrika çevirmeye devam ediyordu. Belki de denizin ötesinde bir yerlerde, yabancı efendilerinden maaş alıyor, onların himayesinde korunuyordu. Belki de sık sık dedikoduları yapıldığı üzere, Okyanusya’da bir yerlerde saklanıyordu.
Winston’ın göğsü sıkışmaya başladı. Goldstein’ın yüzüne acı veren karmakarışık duygular olmadan bakamıyordu. Cılız bir Yahudi’nin suratıydı bu. Kabarık beyaz saçları ve küçük bir keçisakalı vardı. Bu yüz, zeki bir yüz olsa da nefret edilesi bir tarafı vardı. Uzun ince burnunun ucuna tüneyen gözlükleriyle bunak bir adamın şapşallığına sahipti. Yüzü, bir koyun yüzü gibiydi, aynı şekilde sesi de koyun sesini andırıyordu. Goldstein her zamanki gibi Parti’nin öğretilerine olan nefretini kusuyordu. Bu nefret hücumu, o kadar abartılı ve sapkındı ki aslını bir çocuk bile anlayabilirdi. Yine de kendisi kadar aklıselim olmayan herhangi birini kandırabileceğine dair huzursuz eden bir ikna gücüne sahipti. Büyük Birader’e hakaretler ediyor, Parti diktatörlüğünü kınıyordu. Avrasya ile derhâl barışılması talebinde bulunuyor, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplanma özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü savunuyordu. Devrim’e ihanet edildiğini haykırıyordu kendini paralayarak. Çok heceli, bir çeşit parodi olan bu hızlı konuşma, Parti hatipleri tarafından alışılagelmiş bir şekilde gerçekleştiriliyordu. Üstelik Yenikonuş’tan kelimeler de içeriyordu.
İşin aslı, herhangi bir Parti mensubunun günlük hayatta kullandığından çok daha fazla Yenikonuş kelimesi içeriyordu. Goldstein’ın sahte söylevinin gerçekliğinden şüpheye düşecek herhangi bir kimse kalmasın diye tele-ekranda beliren kafasının arkasında, Avrasya ordusunun askerleri uçsuz bucaksız sıralar hâlinde yürüyordu. Sert yüzlerinde ifade olmayan, Asyalı görünüşe sahip adamlardı bunlar. Ekranda bir görünüp bir kayboluyorlardı ve yerlerini onlara tıpatıp benzeyen başka adamlar alıyordu. Askerlerin tekdüze bir ritimle attıkları adımlar, Goldstein’ın meleyen sesinin arka planını oluşturuyordu.
Nefret seansının başlamasının üzerinden otuz saniye bile geçmeden odadaki insanların en az yarısında, kontrol edilemez öfke patlamaları baş gösterdi. Ekranda beliren kendinden memnun, koyunsu yüzle arkasındaki Avrasya ordusunun korkutucu kudretine dayanmak zordu. Ayrıca Goldstein’ın sadece düşüncesi dahi otomatik olarak korku ve öfke uyandırıyordu. Avrasya veya Doğu Asya’dan daha sabit bir nefret nesnesiydi. Ne de olsa Okyanusya, bu iki güçten biriyle savaş hâlindeyse diğeriyle barış hâlindeydi. Tuhaf olan şey ise Goldstein; her ne kadar herkesin nefret ettiği ve iğrendiği biri olsa da toplantılarda, tele-ekranda, gazetelerde, kitaplarda günde bin kez nefretle anılsa da teorileri çürütülüp tuzla buz edilip alay edilse de fikirleri herkes tarafından acınası saçmalıklar silsilesi olarak görülse de tüm bunlara rağmen etkisi azalıyor gibi görünmüyordu. Onun baştan çıkarmalarına hazır ve nazır taze şapşallar her daim mevcuttu. Onun talimatlarıyla hareket eden casuslar ve sabotajcıların Düşünce Polisi tarafından ifşa edilmediği gün yok gibiydi. Gölgeler içinde gizlenen devasa bir ordunun kumandanı, Devlet’i devirmeye kendilerini adamış komploculardan oluşan bir yeraltı örgütünün lideriydi. Bu oluşumun adının Kardeşlik olduğu düşünülüyordu. Ayrıca Goldstein’ın yazarı olduğu tüm sapkınlıkların özeti olan korkunç bir kitaptan bahsediliyordu fısıltılarla. Bu kitap el altından dağıtılıyordu bir yerlere. Bu, başlığı olmayan bir kitaptı. İnsanların kısaca “KİTAP” diye bahsettiği bir kitaptı. Ancak bu tür şeylerden sadece ne idiği belli olmayan dedikodular aracılığıyla haberdar olmak mümkündü. Ne Kardeşlik ne de KİTAP, herhangi bir Parti mensubunun mümkün olduğunca dile getirmediği konulardı.
Nefretin ikinci dakikası bir cinnete dönüştü. İnsanlar zaman zaman yerlerinden fırlıyor ve ekrandan gelen çıldırtıcı meleme sesini bastırmak için avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Açık kahverengi saçlı, ufak tefek kadın, kıpkırmızı olmuştu. Karaya vurmuş balık misali açılıp kapanıyordu ağzı. O’Brien’ın ablak yüzü bile kızarmıştı. Sandalyesinde dimdik oturuyordu. Kuvvetli göğsü, devasa bir dalgaya karşı duruyormuşçasına kabarıp iniyordu. Winston’ın arkasındaki siyah saçlı kız, “Domuz! Domuz! Domuz!” diye bağırıyordu. Aniden kaptığı ağır bir Yenikonuş sözlüğünü ekrana fırlattı. Sözlük Goldstein’ın burnuna değdikten sonra yere düştü. Ses aynı şekilde devam etti. Winston, kendine geldiği anda, diğerleriyle birlikte bağırıp sandalyesinin ayağını tekmelediğini fark etti. İki Dakikalık Nefret’e dair korkunç olan şey, hiç kimsenin rol yapmıyor olmasıydı. Tam tersine, buna dâhil olmaktan kaçınmak mümkün değildi. Nefret’in başladığı ilk otuz saniyeden itibaren kimsenin kendini zorlamasına gerek kalmıyordu. Korku ve intikamdan oluşan iğrenç bir kendinden geçme hâli, öldürme, işkence etme, insanların yüzlerini balyozla dağıtma arzusu, bu kadar insanı elektrik akımına yakalanmışçasına zapt ediyordu. İnsanların yüzünde, istemeseler de korkunç bir ifade beliriyordu. Çıldırmışçasına haykırıyorlardı. Yine de insanların hissettiği bu nefret duygusu, soyut ve hedefsizdi. Bu his, bir nesneden diğerine âdeta bir pürmüz alevi gibi yönlendirilebilirdi. Bu sebepten o sırada Winston’ın nefreti Goldstein’a değil, Büyük Birader’e, Parti’ye ve Düşünce Polisi’ne yönelmişti. İşte böyle zamanlarda kalbi, aşağılanan döneğin yani yalanlar dünyasında doğruluğun ve aklıselimin koruyucusu olan ekrandaki yüzün yanında olurdu. Yine de bir saniye sonra etrafındaki insanlara katılırdı ve Goldstein hakkında söylenen her şey, ona doğru gibi gelirdi. O anlarda Büyük Birader’e karşı duyduğu gizli nefret, bir hayranlığa dönüşürdü. Büyük Birader, yenilmez bir güç, korkusuz bir koruyucu olarak yükselir, âdeta koca bir kaya misali dururdu Asyalı insan yığınlarının karşısında. Goldstein ise tüm yalnızlığı, çaresizliği ve hatta varlığına dair duyulan şüpheye rağmen, sadece sesinin gücüyle dahi tüm medeniyeti yıkabilecek uğursuz bir büyücü gibi gelirdi.
Böyle zamanlarda nefreti, bilinçli bir şekilde başka bir istikamete yönlendirmek bile mümkündü. Winston, kâbus gören bir insanın başını yastıktan zorlayarak kaldırmaya çalışmasına benzer bir hareketle nefretini aniden ekrandaki yüzden uzaklaştırıp arkasında duran koyu saçlı kıza yönlendirmeyi başardı. Kanlı canlı, güzel imgeler geçmeye başladı zihninden. Copla ölümüne darbeler vuruyordu kıza. Onu çıplak bir şekilde, bir kazığa bağlayıp Aziz Sebastian misali oklar fırlatıyordu üzerine. Kıza tecavüz ediyor ve zevke geldiği anda boğazını kesiyordu. O kızdan neden nefret ettiğini, hiç olmadığı kadar iyi biliyordu artık. Ondan genç, güzel ve cinsiyetsiz olduğu için nefret ediyordu. Onunla yatmak istiyordu ancak bunu asla yapamayacaktı. Çünkü tatlı ve insanda koluyla sarma isteği uyandıran esnek beline, iffetin saldırgan bir sembolü olan kızıl bir kuşak bağlamıştı.
Nefret doruk noktasına ulaşmıştı artık. Goldstein’ın sesi gerçek bir koyun melemesine dönüşmüştü. Daha sonra koyunsu yüz, elindeki makineli tabancayla ilerler gibi görünen devasa ve korkunç bir Avrasya askerinin silüeti oldu. Görüntü sanki ekrandan fırlayacak gibiydi. O kadar ki en ön sıradaki insanlar sandalyelerinde geriye doğru çekildiler. Ancak aynı anda saldırgan figürün, Büyük Birader’in siyah saçlı ve siyah bıyıklı güçle dolu gizemli bir sakinliğe sahip yüzüne dönüştüğünü görmek, herkesin rahat bir nefes almasına sebep olmuştu. Büyük Birader’in yüzü ekranın tamamını kaplıyordu. Kimse Büyük Birader’in ne dediğini duymadı. Söyledikleri cesaret verici birkaç kelimeden ibaretti. Savaşın hırgürü arasında söylenen türde sözlerdi bunlar. Bu sözlerin ne olduklarını tek tek anlamak mümkün olmasa da Büyük Birader’in sadece konuşuyor olması dahi güven tazeliyordu. Büyük Birader’in yüzü, daha sonra tekrar kayboldu, Parti’nin üç sloganı büyük ve kalın harflerle ekranda görüldü.
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK KUVVETTİR
Ancak Büyük Birader’in yüzü ekranda birkaç saniye daha görünür gibi oldu. İnsanların gözlerinde yarattığı tesir, çok kuvvetliymiş de kolayca silinmiyormuş gibiydi sanki. Açık kahverengi saçlı, ufak tefek kadın önündeki sandalyeden öne doğru eğilerek kollarını açmıştı. Titrek bir mırıltıyla “Kurtarıcım benim!” sözlerine benzeyen bir şeyler söylüyordu. Daha sonra yüzünü ellerinin arasına aldı. Belli ki dua ediyordu.
Tam o sırada herkes derin, yavaş ve ritmik bir şekilde “B-B! … B-B!” diye defalarca slogan atmaya başladı. İlk “B” ile ikinci “B” arasında uzunca bir duraksama vardı. Ağır, mırıltılı bir ses çıkarıyorlardı. Tuhaf bir yabanilik vardı bu seste ve arka planda çıplak ayakların çıkardığı, tamtam seslerine benzer bir şeyler duyulur gibiydi. Bu sesler, yaklaşık otuz saniye kadar devam etti. Yoğun duygusallık anlarında duyulan bir nakarata aitti sesler. Büyük Birader’in bilgeliğine ve azametine övgüler dizen bir methiyeydi kısmen. Ancak asıl özelliği, ritmik gürültü aracılığı ile bilinci boğma ve kendi kendini hipnotize etme eylemi olmasıydı. Winston’ın iç organları üşür gibiydi. İki Dakikalık Nefret sırasında meydana gelen hezeyana dâhil olmaktan kendini alamasa da “B-B! … B-B!” şeklindeki ilkel insan haykırışı, içini her zaman dehşetle doldururdu. Tabii ki diğerleriyle birlikte slogan atıyordu o da. Aksini yapmak zaten imkânsızdı. Hislerini gizlemek, yüzünü kontrol etmek ve diğerlerinin yaptıklarını yapmak, içgüdüsel bir tepkiydi. Ancak gözlerinde birkaç saniyeliğine beliren bir ifade, kendisini eleverebilirdi. Ve her şey tam olarak o anda gerçekleşmişti. Tabii eğer gerçekleştiyse.
Bir an için O’Brien’la göz göze geldi. O’Brien, ayakta duruyordu ve kendine özgü o hareketiyle gözlüğünü burnuna yerleştirmekle meşguldü. Ancak saniyenin onda biri kadar bir süre boyunca göz göze geldiklerinde, -ki bu süre Winston’ın her şeyi anlamasına yetecek bir süreydi- evet, ANLAMIŞTI! O’Brien’ın da kendisiyle aynı şeyleri düşündüğünü anlamıştı. Yanlış anlaşılması mümkün olmayan bir mesaj iletilmişti. Sanki ikisinin de zihinleri açılmıştı ve düşüncelerini, gözleri aracılığıyla birbirlerine aktarıyorlardı. Sanki O’Brien, “Ben seninleyim.” der gibiydi. “Ne hissettiğini çok iyi anlıyorum. İçindeki küçümseme duygusunu, nefretini, iğrenmeni anlıyorum. Ama merak etme, ben senin tarafındayım!” İşte bu anlık düşünce parlaması kayboldu ve O’Brien’ın yüzü, diğer herkeste olduğu gibi gizemli bir hâl aldı.
Her şey bu kadardı ve Winston, bu şeyin olup olmadığından şüphe duymaya çoktan başlamıştı. Böyle olayları takip eden ikinci bir şey, hiç yaşanmıyordu. Zaten kendisinden başka birilerinin de Parti’nin düşmanı olduğuna dair içindeki inancı ya da umudu canlı tutma dışında bir işe yaradıkları da yoktu. Belki de yeraltı komplolarının varlığına dair dedikodular doğruydu. Belki de Kardeşlik gerçekten de vardı! Bitmez tükenmez tutuklamalara, itiraflara ve infazlara rağmen Kardeşlik’in sadece bir efsaneden ibaret olması da imkânsızdı. Bazı günlerde buna inanırdı. Bazı günlerde inanmazdı. Ortada hiçbir delil yoktu. Her türlü anlam çıkarılabilecek ya da tamamen anlamsız olan anlık şeyler vardı sadece. Kulak misafiri olduğu konuşmalardan parçalar, lavabo duvarlarındaki belli belirsiz karalamalar ve hatta iki yabancı bir araya geldiğinde, birbirlerini tanıdıklarının işareti olabilecek küçük el hareketleri vardı. Tüm bunlar sadece tahminden ibaretti. Her şeyin hayal gücünde yaşanıyor olması mümkündü. O’Brien’a bir kez daha bakmadan kendi bölmesine gitti. Anlık iletişimlerini devam ettirme fikri aklının ucundan bile geçmedi. İletişim teşebbüsünde nasıl bulunacağını bilse dahi bu inanılmaz tehlikeli olurdu. Bir ya da iki saniyeliğine kaçamak bir bakışları olmuştu ve her şey bundan ibaretti. Ancak insanın yaşamaya mahkûm olduğu yalnızlığın içinde bu bile hatırlamaya değer bir olaydı.
Winston, doğrulduktan sonra daha dik oturdu. Geğirdi. Midesine indirdiği cini kusacak gibi olmuştu.
Gözleri tekrar sayfaya odaklandı. Çaresizce hülyalara daldığı sırada, yazmaya da devam ettiğini fark etti. Otomatik bir hareketle yazıyordu. Üstelik eskiden olduğu gibi okunaksız ve biçimsiz de değildi el yazısı. Kalemi, pürüzsüz kâğıdın üzerinde keyifle kayıyordu. Büyük ve düzgün harflerle aynı şeyi defalarca yazmış ve sayfanın yarısını doldurmuştu:
BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN
BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN
BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN
BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN
BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN
Paniklemekten kendini alamadı. Bu durum ise oldukça saçmaydı çünkü defalarca yazdığı bu cümle, günlük tutma eyleminden daha tehlikeli değildi. Ancak bir an için yazdığı sayfaları yırtmayı ve bu girişimi tamamen bırakmayı düşündü.
Ancak bunu yapmadı. Çünkü bunu yapmanın faydasız olacağını biliyordu. BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN yazmış olması ya da bunu yazmaktan kaçınmasının arasında hiçbir fark yoktu. Düşünce Polisi, her türlü onu ele geçirecekti. Düşüncesuçu denilen suçu işlemişti ve kalemi kâğıda değdirmese dahi bu suçu işlemiş olacaktı. Ne de olsa Düşüncesuçu diğerlerini de içinde barındıran, esas suçtu. Düşüncesuçu, sonsuza kadar saklanabilecek bir şey değildi. Bir süreliğine, saklamayı başarmış da olsanız, yıllar boyunca kaçmanın yolunu da bulsanız önünde sonunda sizi ele geçirmeleri kaçınılmazdı.
Hep gece gelirlerdi. Tutuklamalar her zaman gece yapılırdı. Omzunuz kaba bir el tarafından sarsılır, uykunuzdan irkilerek ansızın uyandırılırdınız. Gözlerinize ışık tutulurdu ve sert yüzlü bir sürü insan, yatağınızın etrafına dizilirdi. Bu tür olayların çoğunda, ne mahkeme ne belge ne de tutuklama olurdu. İnsanlar, kısaca kaybolurlardı ve bu iş her zaman gece yapılırdı. İsminiz kayıtlardan silinir, yaptığınız şeylere dair tüm belgeler yok edilirdi. Tek seferlik varlığınız önce inkâr edilip sonra unutulurdu. Ortadan kaldırılır, imha edilirdiniz. Yaygın tabirle BUHARLAŞIRDINIZ. Bir an için bir tür histeriye yakalandı. Aceleci ve düzensiz bir el yazısıyla şunları yazmaya başladı. beni vuracaklar beni ensemden vurmaları umurumda değil büyük birader umurumda değil insanı hep ensesinden vuruyorlar umurumda değil büyük biradere lanet olsun. Arkasına yaslandı. Kendinden utanır gibi olmuştu, kalemi bıraktı. Bir sonraki saniye çılgınca bir ürperti geçti içinden. Kapı çalıyordu. Ne kadar da çabuk! Kapıdaki kişinin fazla ısrarcı olmadan gitme ihtimaline karşı beslediği beyhude ümitle kılını bile kıpırdatmadan oturdu. Ancak ümit ettiği gibi olmamıştı. Kapı bir kez daha çaldı. Olabilecek en kötü şey ertelemekti. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi küt küt atıyordu ancak yüzü, uzun süreli alışkanlığından kaynaklı olarak muhtemelen ifadesizdi. Ayağa kalktı ve ağır ağır kapıya yürüdü.
2
Elini kapı koluna koyduğu anda, günlüğü masanın üzerinde açık hâlde bıraktığını hatırladı. Odanın ucundan dahi okunması mümkün olacak şekilde, iri harflerle BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN yazıyordu sayfanın her yerinde. Bu akla hayale gelmez türden bir aptallıktı. Ancak paniklediği anda dahi mürekkep ıslakken sayfayı kapatarak kâğıdı lekelemek istemediğini fark etmişti.
Nefesini tutup kapıyı açtı. Sıcacık bir rahatlama dalgası kapladı derhâl içini. Renksiz, ezilmiş görünüşlü, seyrek saçlı, buruşuk yüzlü bir kadın vardı karşısında.
“Ah yoldaş!..” diye konuşmaya başladı sızlanmayı andıran korkunç sesiyle. “Geldiğini sanmıştım da… Bize bir gelip de mutfak lavabosuna baksan olmaz mı? Tıkanmış bir de…”
Kendisiyle aynı katta oturan komşularından birinin eşi olan, Bayan Parsons’dı bu kadın. (“Bayan” kelimesi, Parti’nin hoş karşılamadığı bir kelimeydi. Herkese “yoldaş” diye hitap etmek gerekiyordu. Ancak insanlar, bazı kadınlar söz konusu olduğunda bu kelimeyi içgüdüsel olarak kullanıyorlardı.) Otuz yaşlarında bir kadındı ancak olduğundan çok daha yaşlı gösteriyordu. Yüzündeki kırışıklıkların arasında toz olduğu izlenimine kapılmamak elde değildi. Winston onu koridor boyunca takip etti. Amatör tamir işleri, sürekli asap bozardı. Zafer Köşkleri eski evlerden oluşuyordu. 1930’lu yıllarda yapılmışlardı ve parça parça dökülmek üzerelerdi. Tavanları ve duvarları kaplayan sıvalar, yer yer dökülürdü. Ne zaman sert bir ayaz olsa borular patlardı. Kar yağdığında çatı akardı ve ısıtma sistemi genellikle yarı performansla çalıştırılırdı. Tabii ekonomik önlemlerden dolayı tamamen kapatılmadıysa… Kendi imkânlarınızla yapamayacağınız tamirat işleri için uzaktaki komitelerden izin almak gerekiyordu. Tek bir pencere panelini yaptırmanın iki yılı bulduğu oluyordu.
“Tom evde yok tabii…” dedi Bayan Parsons belli belirsiz bir şekilde.
Parsonsların evi, Winston’ın evinden daha büyük ve daha köhneydi. Eve dair her şeyin kocaman bir yaban hayvanı tarafından ziyaret edilmişçesine hırpalanmış, tepelenmiş bir görüntüsü vardı. Spor takımları, hokey sopaları, boks eldivenleri ve ters yüz edilmiş terli bir şort zeminde öylece duruyordu. Masanın üzerinde ise kirli tabaklardan oluşan bir dağınıklık ve sayfaları bükülmüş alıştırma defterleri vardı. Duvarlarda Gençlik Birliği’ne ve Casuslara ait kızıl kuşaklar asılmıştı. Bir de Büyük Birader’in tam boy posteri vardı. Tüm binada mevcut bulunan kaynamış lahana kokusu, burada da vardı. Ancak bu kokuya bir de kesif ter kokusu eklenmişti. Bu kokuyu ilk seferde alan kişi, nasıl olduğu bilinmez bir şekilde, kokunun o sırada orada olmayan birine ait olduğunu anlayabilirdi. Diğer odada ise tarak ve bir parça tuvalet kâğıdı ile birlikte tele-ekrandan gelen askerî müziğin ritmini tutturmaya çalışan biri vardı.
“Çocuklar…” dedi Bayan Parsons kapıya yarı endişeli bir bakış atarak. “Bugün dışarı çıkmadılar da… E hâliyle…”
Cümlelerini hep yarıda kesmek gibi bir huyu vardı. Mutfak lavabosu lahanadan bile kötü kokan, yeşil renkli pis suyla neredeyse ağzına kadar doluydu. Yere çöken Winston, borunun köşe eklemini incelemeye başladı. Ellerini kullanmaktan nefret ederdi. Öksürüğünü tetiklediği için de eğilmekten nefret ederdi. Bayan Parsons çaresizce baktı.
“Tabii Tom evde değil şu anda.” dedi. “Böyle şeyleri pek sever. Tom ellerini çok iyi kullanır.”
Parsons, Winston’ın Gerçek Bakanlığı’ndaki çalışma arkadaşıydı. Hafif tombul ancak hareketli bir adamdı. Şaşılası bir ahmaklığı vardı. Budalaca coşkuların bir parçasıydı. Parti’nin bekasına, Düşünce Polisi’nden bile daha fazla bağlı olan, sorgusuz sualsiz itaat eden, adanmış kölelerden sadece biriydi. Otuz beş yaşına geldiğinde, Gençlik Birliği’nden gönülsüzce ayrılmaya mecbur kalmıştı ve Gençlik Birliği’ne katılmadan önce de Casusların arasında yaş sınırını bir yıl aşacak şekilde kalmıştı. Bakanlık’ta zekâ gerektirmeyen düşük seviyeli bir işte çalışsa da Spor Komitesi, toplu doğa yürüyüşleri, kendiliğinden gösteriler, tutumluluk kampanyaları ve gönüllülük esasına dayalı işlerden sorumlu diğer komitelerin önde gelen isimlerinden biriydi. Son dört yıl boyunca her akşam, Topluluk Merkezi’nde mevcut bulunduğunu piposundan çektiği nefeslerin arasında, sessiz bir gururla anlatırdı. Bunaltıcı bir ter kokusu gayretlerinin bilinçsiz bir şahidi misali, gittiği her yerde onu takip ederdi. Kendisi bulunduğu yerden ayrılsa bile kokusu öylece kalırdı.
“İngiliz anahtarı var mı?” dedi Winston eklem borusunun üzerindeki vida somunuyla oyalanırken.
“İngiliz anahtarı mı?” dedi cılız bir sesle. “Bilmiyorum ki. Belki de çocuklar…”
Çocuklar hızlıca oturma odasına dalarken botlarla yere vurma sesi geldi. Bayan Parsons İngiliz anahtarını getirince, Winston suyu tahliye etti ve boruyu tıkayan insan saçını tiksinerek çıkardı. Ellerini musluktan akan soğuk su yardımıyla mümkün mertebe temizledikten sonra diğer odaya geçti.
Vahşi bir ses:
“Eller yukarı!” diye haykırdı.
Dokuz yaşlarında yakışıklı ve sert görünümlü bir çocuk, elindeki oyuncak tabancayla masanın arkasından çıkıp onu tehdit etmeye çalışmıştı. Kendisinden iki yaş kadar küçük kız kardeşi de aynı hareketi, bir tahta parçasıyla yapıyordu. İkisi de Casusların üniforması olan mavi şort ve gri gömlek giyiyordu. Boyunlarının etrafına kırmızı bir boyunluk takmışlardı. Winston ellerini başının üzerine doğru kaldırırken içinde bir huzursuzluk vardı. Çocuğun davranışları o kadar saldırgandı ki sadece oyun oynamıyordu.
“Sen bir hainsin!” diye bağırdı çocuk. “Sen bir düşünce suçlususun! Sen bir Avrasya casususun. Seni buharlaştıracağım, tuz madenlerine yollayacağım!”
Aniden Winston’ın etrafında koşuşturmaya başladılar. “Hain!” ve “Düşünce suçlusu!” diye bağırıyorlardı. Küçük kız, ağabeyinin her hareketini taklit ediyordu. Bu durumda, hafif bir ürkütücülük vardı. Büyüdüğünde insan yiyici olacak yavru kaplanların, oyun oynamasına benziyordu. Oğlan çocuğunun gözlerinde hesaplı bir gaddarlık vardı. Winston’a vurma isteğini açık seçik belli ediyordu ve bu isteğini hayata geçirebilecek büyüklüğe yakın olduğunun farkındaydı. Winston, çocuğun elinde gerçek bir tabanca olmamasının şans olduğunu düşündü.
Bayan Parsons’ın gözleri Winston’dan hızlıca çocuklara kaydı. Sonra bir kez daha Winston’a baktı. Oturma odasının aydınlığında fark ettiği üzere Bayan Parsons’ın yüzündeki kırışıklıklarda toz vardı.
“Çok gürültücü oluyorlar bazen.” dedi Bayan Parsons. “İdamı göremedikleri için üzüldüler. Ben onları götüremeyecek kadar meşgulüm. Tom da vakitlice dönemeyecek işten.”
“Neden idamı görmeye gidemiyoruz ki?” diye kükredi erkek çocuğu.
“İdamı görmek istiyorum! İdamı görmek istiyorum!” diye tutturdu küçük kız çocuğu atlayıp zıplarken.
Bazı Avrasyalı savaş suçlularının o akşam Park’ta asılacaklarını hatırladı Winston. Ayda bir gerçekleştirilen idamlar, popüler gösterilerdendi. Çocuklar, idamı görmeye götürülmek için yaygara koparırlardı hep. Bayan Parsons’tan müsaade isteyip kapıya yöneldi. Koridorda altı adım anca atmıştı ki ensesine aldığı darbenin müthiş acısını hissetti. Sanki kızgın bir tel saplanıyordu içine. Tam arkasını dönmüştü ki Bayan Parsons’ın oğlunu sürükleyerek evin içine sokmaya çalıştığını gördü. Bu arada çocuk sapanını cebine sokuyordu.
“Goldstein!” diye böğürdü çocuk kapı kapanırken. Ancak Winston’ı asıl korkutan, kadının gri yüzündeki çaresiz dehşet ifadesiydi.
Kendi dairesine döner dönmez, aceleyle tele-ekranın yanından geçip masaya oturdu. Hâlâ ensesini ovuyordu. Tele-ekrandan gelen müzik durmuştu. Kesik kesik konuşan askerî bir ses, İzlanda ve Faroe Adaları arasına demir atmış yüzen kalenin silah donanımını gaddarca bir zevk alırcasına okuyordu.
Zavallı kadıncağızın, o çocuklar yüzünden dehşet dolu bir hayat sürdüğünü düşündü. Belki bir belki iki yıl sonra herhangi bir sıra dışılık belirtisini tespit etmek üzere kadını gece gündüz izlemeye başlayacaklardı büyük ihtimalle. O günlerde, neredeyse tüm çocuklar korkunçtu. En kötüsü de Casuslar gibi topluluklar aracılığıyla çocukları, başa çıkılamaz minik canavarlara dönüştürüyor olmalarıydı. Yine de bu sistematik çaba, çocukların Parti disiplinine karşı herhangi bir itaatsizlik yapma eğiliminde bulunmalarına sebep olmuyordu. Tam tersine Parti’ye ve Parti’yle alakalı her şeye âdeta tapıyorlardı. Şarkılar, yürüyüş alayları, bayraklar, doğa yürüyüşleri, oyuncak silahlarla yapılan atış talimleri, sloganlar ve Büyük Birader’e tapınma, onlar için müthiş bir oyundu. Tüm vahşetlerini devlet düşmanlarına, yabancılara, hainlere, sabotajcılara ve düşünce suçlularına yöneltmişlerdi. Yaşı otuzu geçen herkesin, kendi çocuklarından korkmaları olağan bir şeydi. Times gazetesinde ufak bir ispiyoncunun, genelde “çocuk kahraman” tabiri kullanılırdı. Kulak misafiri oldukları uygunsuz durumları yetkililere ihbar ettiği bir yazıya, hemen hemen her hafta rastlanıyor olması da bu korkularını haklı çıkaran şeylerden biriydi.
Sapan mermisinin acısı geçmişti. Kalemi gönülsüzce eline aldı. Günlüğe yazabileceği başka bir şeyi olup olmadığını merak ediyordu. Bir kez daha O’Brien’ı düşünmeye başladı.
Yıllar önce… Ne kadar önceydi acaba? Muhtemelen yedi yıl olmalıydı, rüyasında zifirî karanlık bir odaya girdiğini görmüştü. Odadan geçerken yan tarafında oturan biri ona, “Karanlığın olmadığı yerde buluşacağız.” demişti sessizce, üstelik de rahatça. Bu cümle bir emir değildi. Sadece bir durum bildirimiydi. Durmadan yürümeye devam etti. Tuhaf olan şey ise rüya gördüğü sırada bu sözlerin, kendisini çok da etkilememiş olmasıydı. Bu ifadenin önemini, zaman geçtikçe yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. O’Brien’ı ilk görüşünün bu rüyadan önce mi sonra mı olduğunu hatırlayamıyordu. Bu sesin O’Brien’a ait olduğunu, ilk ne zaman fark ettiğini de bilmiyordu. Ancak önünde sonunda, sesin kime ait olduğunu çözmüştü. Rüyasındaki karanlıkta kendisiyle konuşan kişi, O’Brien’dı.
Winston, o sabahki anlık bakışmalarından sonra bile O’Brien’ın dost mu düşman mı olduğundan bir türlü emin olamamıştı. Dahası bu durum çok da önem arz etmiyor gibiydi. Aralarında bir anlaşma bağı vardı ve bu sevgiden ya da partizanlıktan daha önemliydi. “Karanlığın olmadığı yerde buluşacağız.” demişti. Winston, bunun ne anlama geldiğini bilemiyordu. Tek bildiği, öyle ya da böyle bunun gerçekleşecek olmasıydı.
Tele-ekrandan gelen ses durdu. Ruhsuz havada berrak ve güzel bir boru sesi süzülmeye başladı. Askerî ses gıcırdayarak devam etti:
“Dikkat! Dikkat! Malabar cephesinden yeni bir haber var. Güney Hindistan’daki kuvvetlerimiz görkemli bir zafer kazandı. Bu durumun savaşı bitirmede, önemli bir mesafe katedeceği söylenebilir. Bu habere göre…”
Kötü haberler geliyor, diye düşündü Winston. Avrasya ordusunun kanlı bir şekilde yok edilmesi tasviri ile birlikte açıklanan ölü ve esir sayısı sonrasında, kişi başına düşen çikolata payının otuz gramdan yirmi grama düşürüleceği ilan edildi.
Winston bir kez daha geğirdi. Cin, etkisini kaybetmeye başlamıştı, arkasından da bomboş bir his bırakmıştı. Tele-ekranda, “Yaşa sen Okyanusya” çalmaya başlaması, belki zaferi kutlamak belki de kaybedilen çikolata miktarını hafızalardan silmek içindi. Ancak sebebi her ne olursa olsun, ayağa kalkmak gerekiyordu. Ancak bulunduğu konumda görünmezdi.
“Yaşa sen Okyanusya” yerini daha hafif bir müziğe bıraktı. Winston pencereye doğru yürüdü ve tele-ekrana arkasını döndü. Gün, hâlâ soğuk ve berraktı. Uzaklarda bir yerlerde patlayan roket bombasının çıkardığı boğuk kükreme sesi yankılanmaya başladı. O sıralarda haftada yirmi otuz roket düşüyordu Londra’ya.
Caddedeki poster, rüzgârın etkisiyle açılıp kapandığında İNGSOS kelimesi bir görünüp bir kayboluyordu. İngsos. İngsos’un kutsal ilkeleri şu şekildeydi: Yenikonuş, çiftdüşün, geçmişin susturulabilirliği… Denizin dibindeki ormanlarda başıboş gezinir gibiydi. Kendisinin canavarın ta kendisi olduğu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi. Yapayalnızdı. Geçmiş ölüydü ve gelecek hayal edilemezdi. Şu anda hayatta olan ve kendisiyle aynı fikirleri taşıyan bir tane bile insan olduğundan emin değildi. Parti’nin tahakkümünün SONSUZA kadar sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi? Gerçek Bakanlığı’nın binasının beyaz yüzeyinde yazan üç slogan, bu sorusuna cevap verir gibiydi.
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK KUVVETTİR
Cebinden yirmi beş sent çıkardı. Aynı sloganlar, küçük ve net harflerle madenî paranın üzerine de işlenmişti. Paranın diğer yüzünde ise Büyük Birader’in başı vardı. Paranın üzerindeki gözler dahi bakan kişiyi takip eder gibiydi. Bu gözler bozuk paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üzerindeydi. Kısacası her yerdeydi. Gözler, her zaman takipteydi. Ses de insanın etrafını sarıyordu. Uyurken, uyanıkken, çalışırken, yemek yerken, içeride, dışarıda, banyoda, yatakta her yerdeydi. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküplük küçücük bir alan dışında, size ait olan hiçbir şey yoktu.
Güneş yerini değiştirmişti ve Gerçek Bakanlığı’nın çok sayıda penceresinin üzerine ışık vurmuyordu artık. Bu pencereler, bir kalenin mazgalları misali kasvetli görünüyorlardı. Piramit şeklindeki devasa yapının karşısında ümitsizliğe kapıldı. O kadar güçlüydü ki hücum etmek imkânsızdı. Bin tane roket bombası bile yıkmayı başaramazdı. Bu günlüğü kimin için yazdığını düşündü bir kez daha. Gelecek için, geçmiş için… Hayali bir çağ için… Karşısında duran şey ise ölüm değil, yok olmaydı. Günlük kül olacak, kendisi ise buharlaşacaktı. İçinde yazanları sadece Düşünce Polisi okuyacak. Okuduktan sonra da ortadan kaldıracaktı. Size dair tek bir izin, bir parça kâğıda isimsizce karalanmış birkaç sözün dahi fiziki olarak yaşamasının mümkün olmadığı bir dünyada, geleceğe nasıl seslenebilirsiniz ki?
Tele-ekranın saati on dördü vurdu. On dakika içinde çıkmak zorundaydı. On dört otuzda, işe dönmüş olmalıydı.
Nasıl olduysa saatin çalması, tuhaf bir şekilde onu yüreklendirmiş gibiydi. Kimsenin duymayacağı bir gerçeği söyleyen, yapayalnız bir hayaletti Winston. Ancak bu gerçeği söylemeye devam ettiği müddetçe, devamlılığı belirsiz bir şekilde de olsa kesilmemiş olacaktı. İnsanlığın mirasını taşımanın yolu, sesini duyurmaktan değil, aklını muhafaza etmekten geçiyordu. Tekrar masaya döndü. Kalemini mürekkebe batırdı ve şunları yazdı:
Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu bir zamana. İnsanların birbirlerinden ayrı olduğu ve tek başına yaşamadığı zamana, gerçeğin var olduğu ve ortadan kaldırılamayacağı bir zamana:
Tekdüzeliğin çağından, yalnızlığın çağından, Büyük Birader’in çağından, çiftdüşünün çağından selamlar!
Çoktan öldüğünü düşündü. Asıl şimdi, yani düşüncelerini belirgin bir şekilde ifade etmeye başladığı anda, kesin bir adım attığını hissediyordu. Her eylemin sonucu, eylemin ta kendisine dâhildi. Şöyle yazdı:
Düşüncesuçu ölüme sebep olmaz. Düşüncesuçu ölümün ta KENDİSİDİR.
Artık kendisini ölü bir adam olarak görüyordu ve önemli olan şey, mümkün olduğunca hayatta kalmaktı. Sağ elindeki iki parmağında mürekkep lekesi vardı ve kendisini ele verecek olan işte böyle detaylardı. Bakanlık’taki işgüzar bir yobaz -muhtemelen bir kadın, ufak tefek açık kumral saçlı kadın ya da Kurgu Bölümü’ndeki siyah saçlı kız gibi biri- öğle arasında neden yazma gereği duyduğunu merak edebilirdi. Neden eski usul bir kalem kullanma gereği duyduğunu, NE yazdığını sorgulayabilirlerdi. Daha sonra gerekli yerlere çıtlatabilirlerdi. Banyoya gitti ve koyu kahverengi pütürlü sabunla elindeki mürekkebi dikkatlice ovaladı. Bu sabun cildini zımparalıyor gibiydi ve bu sebepten o anki amacına oldukça uygundu.
Günlüğü çekmeceye kaldırdı. Onu saklama düşüncesi, oldukça yersizdi. Ancak bu şekilde, en azından onu bulup bulmadıklarını anlayabilirdi. Sayfa arasına yerleştirilmiş bir saç teli, çok belli olurdu. Bunun yerine, beyazımsı tozdan bir tutam aldı ve kapağın köşesine sürdü, eğer kitap hareket ettirilirse toz dökülmüş olacaktı.
3
Winston rüyasında annesini görüyordu.
Annesi ortadan kaybolduğunda on on bir yaşlarında olduğunu tahmin ediyordu. Annesi uzun boylu, endamlı, oldukça sessiz bir kadındı. Hareketleri yavaştı ve şahane sarı saçları vardı. Babasının ise esmer, zayıf, her zaman temiz ve koyu renkli kıyafetler giyen gözlüklü bir adam olduğunu güç bela hatırlıyordu. (Winston, babasının ince tabanlı ayakkabılarını özellikle hatırlıyordu.) Anne ve babası, belli ki ellilerdeki ilk büyük temizliklerden birinde yok edilmişlerdi.
O sırada annesi, kucağındaki küçük kız kardeşiyle beraber altındaki derin ve karanlık bir yerde oturmaktaydı. Kız kardeşine dair hatırladığı çok az şey vardı. Minicik zayıf bir bebekti. Her zaman sessizdi ve kocaman dikkatli gözleri vardı. İkisi de Winston’a bakıyordu. Yer altında bir yerlerdeydiler. Bu yer, kuyunun dibi de olabilirdi, derin bir mezar da… Ancak her hâlükârda kendisinden oldukça aşağıdaydılar ve gittikçe daha da derinlere batıyorlardı. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar ve kararmaya devam eden sulardan Winston’a bakıyorlardı. Salonda hâlâ hava olduğundan birbirlerini görebiliyorlardı. Ancak bu süre boyunca, yeşil sularda batmaya devam ediyorlardı ve iyice batıp gözden kaybolmaları an meselesiydi. Onlar ölümün derinliklerine doğru gömülürken Winston, ışıklı ve hava alan bir yerdeydi. Onların aşağıda olmasının sebebi, Winston’ın yukarıda olmasıydı. Hem Winston hem de annesi ve kardeşi bunu biliyorlardı ve Winston, bunu bildiklerini yüzlerinden okuyabiliyordu. Yüzlerinde ya da kalplerinde sitem yoktu. Winston’ın hayatta kalabilmesinin yolunun, onların ölmesinden geçtiğini biliyorlardı ve bu durumun hayatın akışında kaçınılmaz bir şey olduğunun farkındalardı.
Ne olduğunu hatırlayamıyordu. Ancak rüyasında annesinin ve kız kardeşinin yaşamının kendi yaşamı için bir şekilde feda edilmiş olduğunu biliyordu. İçinde rüyalara özgü sahnelerin olduğu ancak kişinin zihinsel yaşamının devamı niteliğini taşıyan, görüldüğü sırada bazı gerçeklerin ve fikirlerin farkına varılan, fark edilenlerin uyandıktan sonra dahi yeni ve değerli gibi geldiği o rüyalardan biriydi. O sırada Winston’ı aniden sarsan şey, annesinin yaklaşık otuz yıl önceki ölümüydü. Annesini artık söz konusu olmayan trajik ve hüzünlü bir şekilde kaybetmişti. Ona trajedi gibi gelen annesinin vefatının hâlâ mahremiyet, sevgi ve dostluk gibi kavramların olduğu ve aile üyelerinin sebebe ihtiyaç duymadan da birbirlerinin yanında bulunduğu o antik zamanlarda gerçekleşmiş olmasıydı. Annesinin hatırası, yüreğini paramparça etmişti çünkü kendisini severken öldüğünü biliyordu. Hâlbuki o sıralarda, aynı şekilde sevgisine karşılık veremeyecek kadar küçük ve bencildi Winston. Nasıl olduğunu hatırlayamasa da annesi, mahrem ve değişmez sadakat kavramı için feda etmişti kendini. Böyle şeyler artık söz konusu değildi. İçinde yaşadığı zamanlarda korku, nefret ve acı vardı. Duyguların yüceliği, derin ya da karmaşık hüzünler yoktu. Tüm bunları metrelerce derinlerden daha da derinlere batan annesi ile kız kardeşinin, yeşil suların arasından kendisine bakan iri gözlerinde görüyor gibiydi sanki.
Aniden kendini, eğik güneş ışınlarının zemini yaldızladığı bir yaz akşamında, kısa ve esnek bir çimenliğin üzerinde buluverdi. Etrafındaki manzarayı o kadar sık rüyalarında görüyordu ki bu yeri, gerçek dünyada görüp görmediğini merak etti. Bu yere, uyanık düşüncelerinde Altın Ülke adını verirdi. Tavşanların yemlendiği eski bir çayırdı burası ve içinden bir patika geçmekteydi. Yer yer köstebek yuvaları vardı. Arazinin karşı tarafındaki eski püskü çitlerin arasında hafif esintinin etkisiyle zarifçe sallanıyordu karaağaç dalları. Yaprakları ise tıpkı bir kadının saçı misali uçuşuyordu. Her ne kadar görüş alanının dışında olsa da yakınlarda bir yerlerde berrak, yavaş hareket eden, söğüt ağaçlarının altındaki gölet kısımlarında balıkların yüzdüğü bir dere vardı.
Siyah saçlı kız, çayırdan geçerek ona doğru geliyordu. Bir hamlede, sanki tek bir hareketle çıkardığı kıyafetlerini öylece bir kenara attı. Vücudu beyaz ve pürüzsüz olsa da Winston’da hiçbir arzu uyandırmıyordu. İşin aslı, kıza doğru düzgün bakmamıştı bile. O sırada kendisini hayrete düşüren şey, kıyafetlerini kenara fırlatırken yaptığı harekete duyduğu hayranlıktı. Bütünüyle bir kültürü, bir düşünce sisteminin tamamını zarafet ve umursamazlığıyla yok etmiş gibiydi. Sanki Büyük Birader, Parti ve Düşünce Polisi kolunun muazzam bir tek hareketiyle yokluğa doğru savrulabilir gibi geliyordu. Bu da antik zamanlara ait bir hareketti. Winston, dudaklarında “Shakespeare” kelimesiyle uyandı.
Tele-ekrandan yükselen kulak tırmalayıcı düdük sesi, aynı tonda otuz saniye devam etti. Saat sıfır yedi on beşti ve ofis çalışanları için kalkma vaktiydi. Winston vücudunu yataktan zorla çıkardı. Çıplaktı. Çünkü bir Dış Parti üyesi, yılda sadece üç bin giysi kuponu alabiliyordu ve bir pijama takımı altı yüz kupondu. Sandalyenin üzerinde duran, rengi soluk atletini ve şortunu aldı. Fiziksel Hareketler, üç dakika içinde başlayacaktı. Kısa süre sonra, kendisini neredeyse her sabah uyandıktan sonra esir alan, o vahşi öksürük nöbetine kapılarak iki büklüm oldu. Bu öksürük nöbeti, ciğerlerini öylesine boşaltmıştı ki tekrar nefes alabilmek için uzanması ve defalarca derin derin nefes alması gerekti. Öksürüğün etkisiyle damarları şişmişti ve varis ülseri kaşınmaya başlamıştı.
“Otuz ile kırk yaş aralığındakiler toplaşın!” diye âdeta havladı delici bir kadın sesi. “Otuz ile kırk yaş aralığındakiler toplaşın! Yerlerinizi alın lütfen. Otuz ile kırk yaş aralığındakiler!”
Winston, cılız ancak kaslı, tunik ve spor ayakkabıları giymiş, genç sayılacak bir kadının belirdiği tele-ekranın karşısında hazır ola geçti.
“Kollar bükülsün ve uzatılsın!” dedi çabucak. “Benimle aynı anda yapın. BİR, iki, üç, dört! BİR, iki, üç, dört! Hadi bakalım yoldaşlar, canlanın biraz. BİR, iki, üç, dört! BİR, iki, üç, dört!”
Öksürük nöbetinin sebep olduğu acı, Winston’ın gördüğü rüyanın etkisini tam olarak ortadan kaldırmamıştı. Egzersizin ritmik hareketleri ise her nedense rüyayı canlandırıyordu. Kollarını mekanik bir şekilde ileri geri hareket ettirip yüzüne Fiziksel Hareketler sırasında uygun olduğu düşünülen, sert keyif ifadesini yerleştirmişken, bir yandan da erken çocukluk yaşlarının karanlık dönemini hatırlamak için zihnini zorluyordu. Müthiş zordu bunu yapmak. Ellili yılların sonlarının öncesi solup gitmişti. İnsanların başvurabilecekleri haricî kayıtların olmaması, kendi yaşamlarının ana hatlarının dahi kaybolmasına sebep oluyordu. Büyük ihtimalle gerçekleşmemiş büyük olayları hatırlar oluyordunuz. Bazı hadiselerin detaylarını, etrafındaki ortama dair hiçbir şey anımsamadan biliyordunuz. Hiçbir şeyle ilişkilendiremeyeceğiniz uzun ve boş dönemler oluyordu. O zamanlar her şey farklıydı. Ülkelerin isimleri ve haritadaki şekilleri farklıydı. Örneğin Havaalanı Bir’in adı, İngiltere ya da Britanya’ydı. Gerçi Londra’nın adının her zaman Londra olduğundan fazlasıyla emindi.
Winston, ülkesinin savaş hâlinde olmadığı bir zamanı hatırlayamıyordu. Ancak belli ki çocukluk zamanlarında nispeten uzun barış aralıkları vardı. Çünkü hatırladığı ilk şeylerden biri, o zamanlarda gerçekleşmiş bir hava saldırısının herkesi şaşkına çevirmiş olmasıydı. Belki de Colchester’a atom bombasının düştüğü zaman olabilirdi. Saldırıyı tam olarak hatırlayamasa da babasının elinden tutup kendisini aceleyle aşağılarda, toprağın derinlerinde bulunan bir yere sarmal bir merdivenden defalarca döndükten sonra götürmüş olmasıydı. Sarmal merdiven ayaklarının altında çınlıyordu ve ayakları o kadar yorulmuştu ki durup dinlenebilmek için sızlanmaya başladı. Annesi, kendine has yavaş ve hülyalı hareketiyle arkalarından geliyordu, aralarında fazlasıyla mesafe vardı. Küçük kız kardeşini taşıyordu. Belki de bir yığın battaniye de olabilirdi. Kız kardeşinin, o zamanlar doğup doğmadığını hatırlayamıyordu. En sonunda bir metro istasyonu olduğunu anladığı, gürültülü ve kalabalık bir yere çıktılar.
Bazı insanlar, taş zeminde oturuyorlardı. Diğerleri ise sıkı sıkıya toplaşmış hâlde, metal ranzaların üzerine yığılmışlardı. Winston, annesi ve babasıyla beraber ancak yere oturabilmişti. Hemen yanlarındaki yaşlı adam ve yaşlı kadın, bir ranzanın üzerine yan yana oturmuşlardı. Yaşlı adamın üzerinde, koyu renkli, düzgün bir takım elbise vardı. Beyaz saçlarının üzerinden geriye ittirdiği siyah renkli kumaş bir şapka takmıştı. Yüzü kırmızıydı ancak mavi gözleri yaşlarla doluydu. Leş gibi cin kokuyordu. Sanki teninden, ter yerine cin içkisi çıkıyor gibiydi. Gözlerinden dökülen yaşların, saf cin olduğunu düşünmek de mümkündü. Her ne kadar çakırkeyif olsa da bunun altında gerçek ve dayanılmaz bir acı vardı. Winston, asla affedilemeyecek ve düzeltilemeyecek bir şeyin, henüz yaşanmış olduğunu çocuk aklıyla anlayabiliyordu. Sanki bunun ne olduğunu biliyor gibiydi üstelik. Adamın sevdiği biri, belki küçük bir torunu ölmüştü. Adam birkaç dakikada bir şu sözleri tekrarlıyordu:
“Onlara güvenmeyecektik. Ben sana demedim mi hanım? Onlara güvenirsen böyle olur işte. Ben hep dedim ya. O alçaklara güvenmeyecektik.”
Ancak Winston, hangi alçaklara güvenmemeleri gerektiğini hatırlayamıyordu.
O zamandan beri savaş neredeyse aralıksız devam etmişti. Gerçi bu, aynı savaş olmayabilirdi. Çocukluk zamanlarında, birkaç ay boyunca Londra’da gerçekleşen karışık sokak çatışmaları yaşanmıştı ve bunların bazılarını çok net hatırlayabiliyordu. Ancak tarihin izini takip etmek, herhangi bir zamanda, kimin kimle savaştığını anlayabilmek kesinlikle imkânsızdı. Çünkü ne yazılı kayıtlar ne de sözlü ifadeler, o sırada söz konusu olan ittifakın dışında herhangi bir ittifaktan bahsediyordu. Örneğin içinde bulunduğu zamanda yani 1984’te -tabii gerçekten 1984’se- Okyanusya, Avrasya ile savaşıyordu ve Doğu Asya ile ittifak hâlindeydi. Ne resmî ne de gayriresmî hiçbir beyan, bu üç gücün herhangi bir zaman diliminde başka şekillerde ittifak kurmuş olmasından bahsediyordu. Aslında Winston, sadece dört yıl önce Okyanusya ile Doğu Asya’nın savaş hâlinde olup Avrasya’yla müttefik olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak bu, zihninin yeterince kontrol edilmemesinden kaynaklı, sahip olduğu gizli bir bilgi parçasından ibaretti sadece. Resmî olarak ortaklıklar asla değişmemişti. Okyanusya, Avrasya ile savaş hâlindeydi. Bu da demek oluyordu ki Okyanusya, her zaman Avrasya ile savaşmıştı. O sırada düşman olan, mutlak kötülüğü temsil ederdi ve bu düşmanlarla, ne geçmişte ne de gelecekte uzlaşmak söz konusu olabilirdi.
Kollarını acıyla geriye doğru zorladığı sırada -elleri kalçalarının üzerindeydi, vücut döndürme hareketi yapıyorlardı. Bu hareket güya sırt kaslarına iyi geliyordu- asıl korkunç olansa bininci kez düşündüğü üzere, tüm bunların doğru olma ihtimaliydi. Eğer Parti elini geriye doğru atıp şu veya bu olayın ASLA GERÇEKLEŞMEDİĞİNİ söylüyorsa bu, işkence ve ölümden kesinlikle çok daha dehşet verici bir şeydi.
Parti, Okyanusya’nın Avrasya ile asla ittifak kurmadığını söylemişti. Fakat o, Winston Smith, Okyanusya’nın sadece dört yıl öncesine kadar Avrasya ile ittifak hâlinde olduğunu biliyordu. Fakat bu bilgi nerede mevcuttu ki? Sadece onun bilincindeydi ki o bilinç, kısa bir süre içinde zaten yok edilecekti. Eğer diğer herkes, Parti’nin dayattığı yalanı kabul ediyorsa, eğer tüm kayıtlar aynı hikâyeyi anlatıyorsa o zaman yalan, tarihe geçer ve hakikate dönüşür. Parti sloganı “Geçmişi kontrol eden, geleceği kontrol eder. Şimdiyi kontrol eden, geçmişi kontrol eder.” şeklindeydi. Yine de geçmiş, tabiatı gereği değiştirilmeye müsait olsa da hiç değiştirilmemişti. O sırada hakikat olan her neyse, ezelden ebediyete hakikatti. Her şey oldukça basitti aslında. Tek gereken, kendi zihninize karşı kazanmanız gereken bitmez tükenmez zafer silsileleriydi. “Gerçeklik kontrolü” diyorlardı buna. Yenikonuş’taysa “çiftdüşün”.
“Rahat!” diye havladı eğitmen, biraz daha neşeliydi.
Winston, kollarını yana indirerek serbest bıraktıktan sonra, ciğerlerini yavaş yavaş havayla doldurmaya başladı. Zihni, çiftdüşün âleminin labirentlerine kaydı. Bilmek ve bilmemek, hakikatin tamamının farkında olup aynı zamanda özenle inşa edilmiş yalanlar söylemek. Birbirini yalanlayan iki düşünceyi aynı anda benimsemek ve bu iki fikre birden inanmanın tezat olduğunu bilmek, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlak iddiasında bulunurken ahlakı inkâr etmek… Hem demokrasinin imkânsız olduğuna inanmak hem de Parti’nin demokrasi muhafızı olduğuna inanmak, unutulması gerekenleri unutmak, daha sonra gerektiği zamanlarda hafızaya getirmek, sonra o şeyi derhâl unutmak… Ancak hepsinden de önemlisi, bir yönteme aynı yöntemin ta kendisini uygulamak. En büyük incelik işte buydu. Bilinçsizliği, bilinçle teşvik etmek. Sonra da bir kez daha, henüz gerçekleştirdiğiniz hipnotize etme eyleminin bilincinde olmamak. “Çiftdüşün” kelimesini anlamak için dahi çiftdüşünmenin gerekmesi.
Eğitmen, bir kez daha hazır olmaları çağrısında bulundu. “Hadi şimdi kimler ayak parmaklarına dokunabiliyor görelim bakalım.” dedi hevesle. “Kalçalarınız üzerinden eğilin lütfen yoldaşlarım. BİR iki! BİR iki!..”
Winston, topuklarından kalçalarına kadar acı çekmesine sebep olan ve sık sık öksürük nöbetiyle neticelenen bu egzersizden nefret ediyordu. Daldığı derin düşüncelerin getirdiği hafif keyif hâli, ortadan kaybolmuştu. Geçmişin sadece değiştirilmediğini, aslında yok edildiğini düşündü. Kendi zihniniz dışında müracaat edebileceğiniz hiçbir kayıt yokken en bariz gerçeği bile nasıl ortaya koyabilirsiniz ki? Büyük Birader’den ilk kez ne zaman bahsedildiğini hatırlamak için hafızasını yokladı. Altmışlarda olabileceğini düşünse de bunu kesin olarak bilmenin bir yolu yoktu. Parti tarihi Büyük Birader’in, ilk günlerinden itibaren Devrim’in koruyucusu ve lideri olduğunu iddia ediyordu. Kahramanlıkları, acayip silindir şapkalar takan kapitalistlerin pırıl pırıl motorlu araçları ya da cam kenarlı at arabalarıyla Londra caddelerinde fink atmaya devam ettiği, kırklı ve otuzlu yılların görkemli dünyasına dek geri götürülmüştü. Bu efsanenin, ne kadarının gerçek ne kadarının uydurulmuş olduğunu bilmeye imkân yoktu. İngsos kelimesini 1960 yılından önce duymuş olduğunu sanmıyordu. Ancak Eskikonuş’ta “İngiliz Sosyalizmi” şeklindeki hâlinin olabilmesi mümkündü. Her şey sisler arasında kaybolmuştu. Bazen bir yalanı gerçekten de kesinkes fark edebiliyordunuz. Örneğin Parti’nin tarih kitaplarının iddia ettiğinin aksine, uçakların Parti tarafından icat edildiği doğru değildi. Çocukluğunun ilk zamanlarında dahi hatırlıyordu uçakları. Ancak hiçbir şey kanıtlayamazdı. Hiçbir delil yoktu. Tarihî bir gerçeği, ayan beyan yalanlayan bir delil niteliği taşıyan belgeye, hayatı boyunca belki de ilk kez ulaşmıştı. Ve o olayda…
“Smith!” diye bağırdı ekrandan gelen şirret ses. “6079 Smith W! Evet, SEN! Daha fazla eğil lütfen. Daha iyisini yapabilirsin. Denemiyorsun bile. Daha fazla eğil lütfen! Ha şöyle yoldaş! Şimdi rahat. Tüm ekip beni izlesin.”
Winston’ın vücudu, aniden sıcak sıcak terlemeye başladı. Ancak yüzü, hâlâ ifadesiz kalmaya devam etti. Korkunu asla belli etme! Kızgınlığını asla gösterme! Tek bir göz kırpması dahi seni ele verebilir. Eğitmenin, zarifçe olduğu söylenemese bile dikkate şayan bir beceri ve verimlilikle, ellerini başının üzerine kaldırıp eğilerek, parmak eklemlerini ayak parmaklarının altına yerleştirişini seyrededurdu Winston.
“ÜÇ, yoldaşlar! Sizin de işte böyle yaptığınızı görmek istiyorum. Beni tekrar izleyin. Ben otuz dokuz yaşındayım ve dört çocuğum var. Şimdi bakın.” Kadın tekrar eğildi. “Gördüğünüz gibi dizlerim bükülmedi. Eğer isterseniz sizler de yapabilirsiniz.” dedi ayağa kalkarken. “Kırk beş yaşın altındaki herkes, ayak parmaklarına dokunabilir. Hepimiz ön cephede savaşma ayrıcalığına sahip olmasak bile en azından zinde kalabiliriz. Malabar cephesindeki askerlerimizi hatırlayın! Yüzen Kale’deki denizcileri hatırlayın! Nelere dayanmak zorunda olduklarını düşünün. Şimdi tekrar deneyin. Çok daha iyi yoldaş, çok daha iyi!” dedi teşvik edercesine. Winston, dizlerini bükmeden keskin bir hamle ile ayak parmaklarına yıllar sonra ilk kez dokunmayı başardı.
4
Yakınlarındaki tele-ekranın dahi mâni olamayacağı derin ve bilinç dışı bir iç çekme ile başladı güne. Winston, Konuşyaz’ı kendine doğru çekti, ağız kısmındaki tozları üfledi ve gözlüğünü taktı. Sonra masasının sağ tarafındaki basınçlı tüpten düşmüş olan, dört ufak kâğıt rulosunu açıp birbirine iliştirdi.
Bölmesinin duvarlarında üç delik vardı. Konuşyaz’ın sağ tarafında yazılı mesajlar için küçük bir basınçlı boru, sol tarafında gazeteler için daha geniş bir basınçlı boru ve yan duvarda, Winston’ın koluyla ulaşabileceği mesafede tel kafesle korunan geniş dikdörtgen bir boşluk vardı. Sonuncusu atık kâğıtlar içindi. Benzer boşluklar, binanın her yerindeki on binlerce odanın her birinde mevcuttu. Dahası bu boşluklara, her bir koridorda kısa aralıklarla rastlamak mümkündü. Her nedense “hafıza deliği” şeklindeki takma isimlerle de biliniyorlardı. Herhangi bir belgenin imha edileceği bilindiğinde ya da yerde atık kâğıt görüldüğünde bunları en yakın hafıza deliğine atmak, âdeta mekanik bir hareketti. Sıcak hava akımı, deliğe atılan kâğıtları binanın girintilerinden birinde gizlenen devasa ocaklara sürüklerdi.
Winston, elindeki dört kâğıt parçasını inceledi. Kâğıtların hepsi bir iki satırlık kısaltılmış jargonla yazılan mesajlar içeriyordu. Bu yazılar, Yenikonuş’ta olmasalar bile Yenikonuş’tan çok sayıda kelime içeriyorlardı. Mesajlar, Bakanlık’ın iç işleyişiyle alakalıydı ve şu şekildeydi:
times17.3.84 bb konuşma afrika hatabilgi düzelt
times 19.12.83 3 yp 83’ün 4. çeyrek tahmini yanlış basım, güncel baskı incele
times 14.2.84 bolbak çikolata hataçıklama düzelt
times 3.12.83 bb günlük emir çiftartıiyisiz yokkişiden bahs hepsi yeniyaz arşiv önce üstyetkili göster.
Winston, belli belirsiz bir memnuniyet hâliyle dördüncü mesajı kenara ayırdı. Çünkü bu, karmaşık olan ve sorumluluk gerektiren bir işti, en sona ayrılmalıydı. Diğer üçü, rutin meselelerdi. Her ne kadar ikinci mesajın, sayısal verileri titizlikle incelenmeyi gerektirmesi kuvvetle muhtemel olsa da…
Winston, tele-ekrandaki “eski sayıları” tuşlayarak Times’ın gerekli sayılarını istedi. Talep ettiği basımlar, birkaç dakikalık bir gecikme sonrasında basınçlı borulardan kayıverdi. Aldığı mesajlar, bir sebepten değiştirilmesi ya da resmî tabirle düzeltilmesi gerektiği düşünülen yazılar ya da haberlerle ilgiliydi. Örneğin Times gazetesinin 17 Mart tarihli sayısında Büyük Birader’in bir önceki günkü konuşmasında yer alan, Güney Hindistan cephesinin sakin kalacağı ancak Avrasya’nın kısa süre sonra Kuzey Afrika’da saldırı harekâtı başlatacağı tahmini vardı. Ancak Avrasya Yüksek Komutanlığı saldırı harekâtını Güney Hindistan’da başlatmış ve Kuzey Afrika’ya dokunmamıştı. Dolayısıyla Büyük Birader’in o konuşmasındaki paragrafı, gerçekleşen şeyi tahmin etmiş gibi yazmak icap ediyordu. Aynı şekilde Times’ın 19 Aralık tarihli sayısında, 1983’ün son çeyreği olmanın yanında Dokuzuncu Üç Yıllık Plan’ın altıncı çeyreği olan dönemle ilgili olarak bazı tüketim mallarının üretimine yönelik resmî tahminler yer alıyordu. Bugün yayımlanan sayı ise gerçek üretim rakamlarını içeriyordu ve buna göre tahminler fazlasıyla yanlıştı. Winston’ın görevi, asıl rakamları sonradan yayımlananlara göre düzeltmekti. Üçüncü mesaj ise bir iki dakika içinde düzeltilebilecek basit bir hatadan bahsediyordu. Kısa bir süre önce, yani şubat ayında Bolluk Bakanlığı, 1984 yılında çikolata payının azaltılmayacağına dair söz vermişti. (Resmî ifadeye göre “koşulsuz vaatte” bulunmuştu.) İşin aslı, Winston’ın da çok iyi bildiği üzere çikolata payı o haftanın sonunda, otuz gramdan yirmi grama düşürülecekti. Bunun için yapması gereken tek şey; orijinal vaadi, çikolata paylarını, nisan civarında düşürmek gerekebileceği şeklinde değiştirmekti.
Winston, bu mesajların her birini hallettikten sonra Konuşyaz aracılığıyla kâğıda döktüğü doğru hâllerini, Times gazetesinin ilgili sayılarına yerleştirip basınçlı borudan içeri attı. Daha sonra, neredeyse bilinç dışı bir hareketle orijinal mesajları ve kâğıda döktüğü kendi notlarını buruşturduktan sonra alevler tarafından yutulmak üzere hafıza deliklerinden içeri attı.
Basınçlı boruların çıktığı görünmez labirentlerde, ne olduğunu detaylarıyla bilmese de ana hatlarıyla biliyordu. Times gazetesinin, herhangi bir sayısına ait gerekli düzeltmeler yapılıp dizgilendikten sonra orijinal baskı imha ediliyor ve düzenlenmiş baskı arşivleniyordu. Bu sürekli değiştirme işlemi, sadece gazeteler için söz konusu değildi. Kitaplar, dönemsel mecmualar, broşürler, posterler, el ilanları, filmler, ses bantları, çizgi filmler, fotoğraflar… Kısacası siyasi ya da ideolojik önem taşıyan her türlü edebî çalışma ve belge, bu duruma maruz kalıyordu. Geçmişe ait her gün, neredeyse her dakika bugüne uyarlanıyordu. Böylece Parti’nin yaptığı her bir tahminin doğru olduğu, belgelerle ispat ediliyordu. O zamanın şartlarıyla çelişen herhangi bir haber ya da fikir beyanının kayıtlarda yer almasına asla izin verilmiyordu. Gerektiği hâllerde tüm tarih yeniden yazılıyor, kazınarak temizleniyordu. Tıpkı üzerindeki yazı silinip tekrar yazılabilen bir palimpsest gibi… Bu iş yapıldıktan sonra herhangi bir oynamanın gerçekleşmiş olduğunu kanıtlamak, hiçbir şekilde mümkün değildi. Kayıtlar Bölümü’nün en büyük kısmı, Winston’ın çalıştığından çok daha büyük bir kısmı, tek görevi hükümsüz kılınan ve yok edilmesi gereken tüm kitapların, gazetelerin ve diğer belgelerin izini sürmek olan insanlarla doluydu. Siyasi ittifak değişiklikleri ya da Büyük Birader’in yanlış çıkan kehanetlerinden dolayı defalarca yeniden yazılmış Times basımları, orijinal tarihleriyle arşivlerde yerini alırdı ve bu basımla çelişecek bir tane daha kopyayı bulmak mümkün olmazdı. Kitaplar da aynı şekilde yeniden toplanarak yeniden yazılır ve herhangi bir değişiklik yapıldığı, hiçbir şekilde kabul edilmeden yeniden dağıtılırdı. Winston’ın aldığı ve işini bitirir bitirmez yok ettiği yazılı emirler dahi herhangi bir sahtecilik eyleminin yapıldığını, ne belirtir ne de ima ederdi. Notlarda, hataların, yanlış basımların ya da yanlış aktarmaların gerçekleştiği ifade edilirdi ve doğruluk adına düzeltilmeleri gerektiği belirtilirdi.
Winston, Bolluk Bakanlığı’nın verilerini yeniden düzenlerken yaptıkları şeyin sahtecilik bile olmadığını düşündü. Bir saçmalığı başka bir saçmalıkla değiştirmekten ibaretti hepsi. Uğraşmak zorunda olduğu metinlerin çoğunun gerçek dünya ile hiçbir alakası yoktu, düpedüz yalan içerenlerin dahi hiçbir şeyle alakası yoktu. Asıl metinlerdeki istatistikler de düzeltilen hâllerindeki gibi fanteziden ibaretti. Çoğu zaman tüm bunları kendi aklınızdan uydurmanız gerekiyordu. Örneğin Varlık Bakanlığı, içinde bulundukları çeyreklik için üretilecek olan bot miktarını yüz kırk beş milyon çift olarak tahmin etmişti. Ancak asıl üretim, altmış iki milyon çiftti. Winston ise asıl tahmini elli yedi milyon olarak yazmıştı ki beklenen rakamların dahi üzerine çıkılmış olsun. Zaten altmış altmış iki milyon, gerçeğe, elli yedi milyondan ya da yüz kırk beş milyondan daha yakın değildi ki. Muhtemelen hiç bot üretilmemişti. Hatta kaç bot üretildiğini kimsenin bilmiyor ya da umursamıyor olması çok daha muhtemeldi. Tek bilinen, kâğıt üzerinde astronomik sayılarda bot üretildiğinin yazmasıydı ancak işin aslı belki de Okyanusya’nın nüfusunun yarısı yalın ayak dolaşıyordu. Benzer bir durum büyük, küçük tüm kayıtlar için söz konusuydu. Her şey puslu bir dünyada yavaşça kayboluyordu ve içinde bulundukları tarihi dahi tahmin etmek mümkün değildi.
Winston salona göz attı. Karşı taraftaki bölmede; Tillotson ismindeki ufak tefek, titiz görünümlü kirli sakallı adam, katladığı gazeteyi dizlerinin üzerine koymuş ve ağzını Konuşyaz’ın ağızlığına yakın tutmuş vaziyette harıl harıl çalışıyordu. Söylediği şeyleri kendisi ve tele-ekran arasında bir sır olarak tutmak ister gibi bir hâli vardı. Gözlüklerinin ardındaki saldırganca bakışla Winston’ın bulunduğu yöne baktı.
Winston, Tillotson’ı pek tanımıyordu. Ne iş yaptığına dair hiçbir fikri yoktu. Kayıtlar Bölümü çalışanları, yaptıkları işler hakkında kolay kolay konuşmazlardı. Uzun ve penceresiz salonda iki sıra hâlindeki bölmelerden, bitmez tükenmez kâğıt hışırtılarıyla beraber Konuşyaz’a bir şeyler söyleyenlerin mırıltıları gelirdi. Winston’ın her gün koridorlarda oradan oraya koşuşturduklarını ve İki Dakikalık Nefret sırasında el hareketleriyle öfkelerini belli ettiğini gördüğü hâlde, isimlerini dahi bilmediği çok sayıda kişi vardı. Yan bölmede oturan açık kumral saçlı, ufak tefek kadının her gün buharlaştırıldıkları için hiçbir zaman var olmamış insanların izini sürdüğü ve bu isimleri Basın’dan sildiğini biliyordu. Bu iş, bir anlamda kadın için uygundu. Ne de olsa kendi kocası da birkaç yıl kadar önce buharlaştırılmıştı. Birkaç bölme ötesinde, yumuşak başlı, hülyalı, kendi hâlinde, Ampleforth adında bir adamcağız vardı. Kulakları aşırı kıllıydı, kafiyeler ve ritimler onun için çocuk oyuncağı gibiydi. İdeolojik olarak saldırgan kabul edilmeye başlanmış ancak bir sebepten antolojilerde yer alması gereken şiirlerin çarpıtılmış -nihai metinler deniliyordu bunlara – hâllerini yazmaktan sorumluydu. Ve bu salon, elli civarındaki çalışanıyla devasa Kayıtlar Bölümü’nün tek bir alt birimini, bir tane hücresini meydana getirmekteydi. İleride, üstte ve aşağıda yığınla insan, akılalmaz çokluktaki işleri yapmakla meşguldü. Kendi redaktörleri ve matbaa uzmanları olan kocaman basımevleri, sahte fotoğraflar hazırlamak için gereken ayrıntılı donanımlara sahip stüdyolar vardı. Mühendisleri, yapımcıları ve ses taklit etme yeteneklerinden dolayı özellikle seçilmiş oyunculardan oluşan tele-programlar vardı. Toplanması gereken kitapları ve dönemsel yayınları tespit etmekte görevli kaynakça kâtipleri ordusu vardı. Düzeltilmiş dokümanların tutulduğu devasa depolar ve orijinal yayınların imha edildiği gizli ocaklar vardı. Bir de tüm bu işlemleri koordine eden, hangi tarihî içeriğin muhafaza edilmesi, hangisinin yalanlanması ya da hangisinin ortadan kaldırılması gerektiği konusunda çalışma planı hazırlayan, nerede oldukları bilinmeyen ve anonim kalan idari beyinler vardı.
Ne var ki Kayıtlar Bölümü, asıl görevi tarihi yeniden yaratmak olan bir Gerçek Bakanlığı dairesiydi. Gerçek Bakanlığı’nın asıl işi Okyanusya vatandaşlarına gazeteler, filmler, ders kitapları, tele-ekran programları, oyunlar, romanlar kısacası heykelden slogana, lirik şiirden biyolojik eserlere, heceleme kitabından Yenikonuş sözlüğüne akla gelebilecek her türlü bilgi, eğitim ve eğlence içeriğini tedarik etmekti. Üstelik Bakanlık, sadece Parti’nin çeşit çeşit işlerinden sorumlu değildi. Aynı operasyonu proletaryanın kullanımı için daha düşük seviyelerde de yapması gerekiyordu. Proletarya edebiyatı, müziği, tiyatrosu ve genel olarak eğlencelerinden sorumlu apayrı bir bölümler silsilesi daha vardı. İşte bu birimlerde spor, suç, astroloji dışında neredeyse hiçbir şey içermeyen çöp gazeteler, beş sentlik sansasyonel romancıklar, seks sahneleriyle dolu ucuz filmler ve mısrayazar isimli bir çeşit kaleydoskop aracılığıyla mekanik bir şekilde hazırlanan duygusal şarkılar üretilirdi. Yenikonuş’ta Pornoböl ismiyle anılan ve en adi türde pornoları üretmekle sorumlu koca bir alt birim vardı. Bu içerikler üretildikten sonra mühürlü paketlerle dağıtılırlardı ve yapımından sorumlu olanlar dışında hiçbir Parti üyesinin bakmasına izin verilmezdi.
Winston çalışırken basınçlı borulardan mesajlar gelmeye devam ederdi. Ancak bunlar basit konular hakkındaydı ve İki Dakikalık Nefret için ara vermeden önce hepsini elden çıkarmıştı. Nefret sona erince bölmesine döndü, raftan Yenikonuş sözlüğünü aldı, Konuşyaz’ı kenara itti, gözlüğünü temizledi ve o sabahki asıl işine girişti.
Winston’ın hayattaki en büyük keyfi, işiydi. İşinin çoğu yorucu bir rutindi ancak oldukça zor ve karmaşık olan bir matematik problemi misali, kendinizi derinliklerinde kaybedebileceğiniz kısımları da vardı. İngsos hakkındaki kendi bilgileriniz ve Parti’nin ne söylemenizi istediğine dair tahminleriniz dışında, size hiçbir şeyin yardımcı olamayacağı, hassas sahtekârlık işleriydi bunlar. Winston bu tür işlerde iyiydi. Tamamen Yenikonuş’ta yazılmış olan Times’ın, ana içeriklerini yeniden düzeltme işinin kendisine emanet edildiği zamanlar oluyordu. Erken saatlerde kenara koyduğu o mesajı açtı. Mesaj şu şekildeydi:
times 3.12.83 bb günlük emir çiftartıiyisiz yokkişiden bahs hepsi yeniyaz arşivönce üstyetkili göster.
Eskikonuş’a -standart İngilizceye- şu şekilde çevrilebilirdi:
Times’ın 3 Aralık 1983 sayısında yayımlanan Büyük Birader’in günlük emri, fazlasıyla yetersiz bulundu ve var olmayan insanlardan bahsettiği görüldü. Onu baştan sona yeniden yaz ve arşivlemeden önce yüksek yetkiliye sun.
Winston can sıkıcı bu yazıyı tekrar okudu. Anladığı kadarıyla Büyük Birader’in günlük emri, Yüzen Kale’deki denizcilere sigara ve farklı yardımlarda bulunan FFCC isimli bir organizasyonun övgüsünü içeriyordu çoğunlukla. İç Parti’nin önde gelen üyelerinden, Yoldaş Withers isimli birinden özellikle bahsediliyordu ve kendisine İkinci Dereceden Faydalılık nişanı verilmişti.
Üç ay sonrasında FFCC, aniden ve hiçbir sebep verilmeden lağvedilmişti. Withers ve iş arkadaşlarının artık itibarsızlaştıklarını varsaymak mümkündü. Ancak konuyla ilgili, ne basında ne de tele-ekranda herhangi bir haber görmek söz konusu değildi. Bu ise olağan bir şeydi çünkü siyasi suçlular mahkemeye çıkarılmaz hatta alenen ayıplanmazlardı. Binlerce insanın herkesin önünde yargılandığı ve düşünce suçlularının iğrenç suçlarını itiraf etmenin akabinde infaz edildiği özel gösterileri de içeren büyük temizlik hareketleri, birkaç yılda bir tekrarlanırdı. Ancak Parti’nin tadını kaçıran insanların ortadan kaybolup bir daha izine rastlanmamaları, bundan çok daha sık yaşanan bir şeydi.
Winston, bir ataşla hafifçe burnunu kaşıdı. Karşısındaki bölmede bulunan Yoldaş Tillotson, gizli bir havayla Konuşyaz’ının üzerine eğilmiş vaziyetteydi hâlâ. Bir an için başını kaldırdı ve gözlüğün ardından saldırgan bir bakış attı. Winston, Yoldaş Tillotson’ın da kendisiyle aynı işi yapıp yapmadığını merak etti. Bu kesinlikle mümkündü. Böylesine hassas bir iş, tek kişiye emanet edilemezdi. Fakat bu işi birden fazla kişiye devretmek ise sahtecilik eyleminin yapılıyor olduğunu açıkça kabul etmek anlamına gelirdi. Bir düzine kadar kişinin o anda Büyük Birader’in aslında ne dediğini içeren rakip yazılar üzerinde çalışıyor olması, kuvvetle muhtemeldi. Daha sonra İç Parti’deki bir usta beyin, bu versiyonlardan birini seçip yeniden düzenleyecek, gerekli karşılaştırma işlemlerini de içeren karmaşık süreçleri başlatacak ve nihayet kalıcı kayıtlara geçmesini sağlayarak “gerçek” hâline gelmesini sağlayacaktı.
Winston, Withers’ın itibarsızlaştırılma sebebini bilmiyordu. Bunun sebebi yolsuzluk ya da yetersizlik olabilirdi. Belki de Büyük Birader, fazla popüler bir astından kurtulmak istemişti sadece. Withers ya da ona yakın bir ismin yerleşik inanca aykırı eğilimleri olduğu tespit edilmiş de olabilirdi. Ya da belki -en muhtemel olanı da buydu-Withers, temizlikler ve buharlaştırmalar, Devlet’in işleyişinin gerekli parçaları olduğu için itibarsızlaştırılmıştı. Ona dair tek ipucu “yok-kişilerden bahs” ifadesindeydi. Bu da Withers’ın çoktan öldüğünü gösteriyordu. Tutuklanan herkes için bu varsayım doğru değildi. Bazen idamlarından birkaç yıl öncesine kadar salıverilip özgür kaldıkları da oluyordu. Uzun zamandır ölü olduğuna inanılan birinin, hayalet misali tekrar ortaya çıkıp sonsuza dek ortadan kaybolmadan önce herkesin önünde gerçekleşen bir mahkemede yaptığı tanıklıkla yüzlerce kişiyi itham ettiği de sık sık oluyordu. Withers ise çoktan YOKKİŞİ olmuştu. Var olmuyordu. Hiç var olmamıştı. Winston, Büyük Birader’in konuşmasındaki eğilimi değiştirmenin yeterli olduğuna hükmetti. Asıl konuyla tamamen alakasız bir şey olması daha iyiydi.
Konuşmayı, hainlerin ve düşünce suçlularının olağan kınanmasına çevirebilirdi. Ancak bu biraz fazla belli etmek olurdu. Cephede kazanılan bir galibiyet ya da zafer, Dokuzuncu Üç Yıllık planda gerçekleşen fazla üretim ise, kayıtları bir hayli karıştırmakla sonuçlanabilirdi. İhtiyaç duyulan katıksız bir fantezi üretmekti. Aniden, sanki hazır olda bekliyormuşçasına Yoldaş Ogilvy isimli birinin görüntüsü belirdi aklında. Kendisi yakın zamanda, kahramanca can vermişti savaşta. Büyük Birader’in Günlük Emir’de, yaşamı ve ölümü izinden gidilmeye değer bir örnek teşkil eden düşük dereceli mütevazı bir Parti üyesini andığı da olurdu zaman zaman. O gün, Yoldaş Ogilvy’i yâd edecekti. Yoldaş Ogilvy isimli bir kimsenin olmadığı doğruydu ancak birkaç satır yazı ve bir çift sahte fotoğraf, kısa sürede onu hayata getirecekti.
Winston bir müddet düşündükten sonra Konuşyaz’ı kendine çekip Büyük Birader’in alışıldık tarzında dikte etmeye başladı: Askerî ve çokbilmiş bir konuşma tarzıydı bu. Önce bir soru sorup sonra bu soruyu derhâl cevaplama hilesini kullandığı için (Bu gerçekten ne öğreniyoruz yoldaşlar? Öğrendiğimiz ders, ki bu İngsos’un temel ilkelerinden biridir aynı zamanda… vs. vs.) taklit etmesi kolaydı.
Yoldaş Ogilvy, üç yaşındayken davul, yarı otomatik tabanca ve helikopter dışında hiçbir oyuncakla oynamak istememişti. Altı yaşındayken, olması gerekenden bir yıl önce, kuralların özel durumdan dolayı esnetilmesi sebebiyle, Casuslara katılmıştı. Dokuz yaşına geldiğinde birlik lideriydi. On birinde kulak misafiri olduğu bir konuşma sonrasında, suç eğilimi olduğunu düşündüğü amcasını Düşünce Polisi’ne ihbar etmişti. On yedi yaşında Seks Karşıtı Birliği’nin bölge idarecisi olmuştu. On dokuzunda Barış Bakanlığı’nın kullandığı bir el bombası tasarlamıştı ve bu bomba daha ilk denemesinde otuz bir Avrasya askerini bir çırpıda öldürmüştü. Yirmi üç yaşına geldiğinde ise askerî harekât sırasında vefat etmişti. Hint Okyanusu üzerinde taşıdığı önemli belgelerle birlikte uçarken düşman uçakları tarafından kovalanmıştı ve makineli tabancasını ağırlık olarak yanına aldıktan sonra taşıdığı belgelerle birlikte helikopterden derin sulara atlamıştı. Büyük Birader, bu sonu kıskanmamanın mümkün olmadığını söylüyordu. Büyük Birader, Yoldaş Ogilvy’nin yaşamının saflığına ve kararlılığına dair birkaç güzel şey söylemişti. İçkiden sakınan ve sigaradan uzak duran biriydi. Her gün jimnastik salonunda geçirdiği bir saat dışında hiçbir eğlencesi yoktu. Bekârlık yemini etmişti. Çünkü evliliğin ve aile sorumluluğunun kendisini görevine yirmi dört saat adamasına engel olacağını düşünüyordu. İngsos’un ilkeleri dışında konuşacak hiçbir şeyi yoktu. Hayattaki tek gayesi düşman Avrasya’yı yenmek, casusları, sabotajcıları, düşünce suçlularını kısacası hainleri yakalamaktı.
Winston, Yoldaş Ogilvy’i, Yararlılık Nişanı ile ödüllendirmek konusunda bir müddet düşündü. Ancak söz konusu olabilecek referans gösterme işleminden dolayı bunu yapmama kararı aldı.
Karşı bölmedeki rakibine bir kez daha baktı. İçinden bir ses Tillotson’ın da kendisiyle aynı işi yaptığını söylüyordu. En nihayetinde kimin çalışmasının kabul edildiğini bilmenin bir yolu olmasa da kendisinin kabul edileceğine derinden emindi. Bir saat öncesinde bir düşünce bile olmayan Yoldaş Ogilvy, artık bir gerçekti. Ölü adamları yaratmanın mümkün olması ancak yaşayanlar için aynı durumun söz konusu olmaması ona tuhaf geldi. O gün var olmayan Yoldaş Ogilvy, artık geçmişte yaşıyordu ve sahtecilik eylemi unutulur unutulmaz Charlemagne veya Julius Caesar gerçekliğinde, aynı delillere dayanılarak yaşamış olacaktı.
5
Yer altındaki basık tavanlı yemekhanede, öğle yemeği almak için girdikleri sırada yavaş yavaş ilerliyorlardı. İçerisi çoktan hıncahınç dolmuştu ve kulakları sağır eden bir gürültü hâkimdi. Tezgâhın üzerindeki ocaktan yayılan yahni buharı, ekşi ve metalik kokusuyla Zafer Cini’nin keskinliğini pek bastıramıyordu. Salonun uzak bir köşesinde ufak bir bar vardı. Duvara açılmış bir delikten ibaretti daha doğrusu ve buradan on sent karşılığında küçük bir kadeh cin satın alınabiliyordu.
“Ben de seni arıyordum.” dedi Winston’ın arkasından gelen bir ses.
Winston arkasını döndü. Ses, Araştırma Bölümü’nde çalışan arkadaşı Syme’a aitti. Belki “arkadaş” kelimesi tam olarak doğru bir kelime değildi aralarındaki ilişkiyi tanımlamak için. O günlerde arkadaşınız olmazdı. Yoldaşlarınız olurdu. Ancak bazı yoldaşlarla kurulan münasebet, diğerlerinkinden daha keyifliydi. Syme, bir filologdu. Yenikonuş’ta uzmanlaşmıştı. Yenikonuş sözlüğünün on birinci baskısı üzerinde çalışan, çok sayıda uzmandan sadece biriydi. Ufak tefek bir adamcağızdı. Fiziksel olarak Winston’dan daha küçüktü. Siyah saçları ve iri, pörtlek gözleri vardı. Hüzünlü ve alaycı bakışlarıyla konuştuğu insanın yüzüne yakından bakardı.
“Sende tıraş bıçağı var mı diye soracaktım.” dedi.
“Hiç yok!” dedi Winston bir miktar suçluluk duygusu barındıran bir acelecilikle. “Her yeri arayıp taradım. Artık hiçbir yerde yok.”
İnsanlar sürekli tıraş bıçağı olup olmadığını soruyorlardı. Aslında elinde iki tane kullanılmamış sakladığı tıraş bıçağı vardı. Geçtiğimiz aylarda tıraş bıçağı kıtlığı yaşanmıştı. Parti dükkânlarının bazı temel ürünleri tedarik edememesi, hemen hemen her zaman yaşanan bir durumdu. Bazen düğme, bazen örgü ipliği bazen ayakkabı bağcığı… O sıralarda tıraş bıçağı bulmak imkânsızdı. Aranılan şeyleri “serbest pazarda” gizli gizli yapılan alışverişlerle belki bulabilirdiniz.
“Altı haftadır aynı usturayı kullanıyorum.” şeklinde doğru olmayan bir ifadeyi sözlerine ekledi.
Sıra bir kez daha bir adım ilerledi. Durdukları sırada, arkasını dönüp Syme’a baktı. Tezgâhın ucundaki yığında bulunan, metalden yapılma yağlı tepsilerden birer tane aldılar.
“Dünkü esir infazını görmeye gittin mi?” diye sordu Syme.
“Çalışıyordum.” dedi Winston kayıtsızca. “Sinemada görürüm herhâlde.”
“Gerçeği gibi olmaz ya…” dedi Syme.
Alaycı gözleri, Winston’ın yüzünde gezindi. Gözleri, “Seni tanıyorum!” der gibiydi. “Senin ciğerini bilirim ben. Esir infazını izlemeye neden gitmediğini çok iyi biliyorum.” Syme’ın zehirli bir gelenekçiliği vardı. Düşman köylerine yapılan helikopter saldırılarını, düşünce suçlularının mahkemedeki itiraflarını ya da Sevgi Bakanlığı’nın mahzenlerindeki infazlardan rahatsız edici kötücül bir memnuniyetle bahsederdi. Onunla konuşmak demek, bu tür konulardan kaçınmak ve onu meşgul etmek için mümkünse yetkin olduğu ve hakkında ilginç bilgilere sahip olduğu Yenikonuş’un teknik detaylarından bahsetmeye yönlendirmek demekti. İri ve kara gözlerinin hesap sorarcasına incelemesinden kaçınmak için Winston kafasını hafifçe yana döndü.
“Ne infazdı ama!” dedi Syme yâd edercesine. “Bence ayaklarını bağlamaları, keyfini biraz kaçırıyor. Ben asılırken havaya tekmeler savurmalarını görmeyi seviyorum. Hepsinden de önemlisi, en sonunda dillerinin dışarı çıkması. Mavi, parlak mavi oluyor dilleri. Beni en çok cezbeden detay bu.”
“Sıradaki lütfen!” diye bağırdı elinde kepçe tutan beyaz önlüklü proleter.
Winston ve Syme, tepsilerini ocağın altına ittiler. İkisi de standart öğle yemeği aldı. Metal bir maşrapada servis edilen pembe gri yahni, iri bir dilim ekmek, bir dilim peynir ve bir bardak sütsüz Zafer Kahvesi ile bir tablet tatlandırıcı.
“Tele-ekranın altında boş bir masa var.” dedi Syme. “Hadi giderken birer tane cin alalım.”
Cin, kulpsuz porselen bardaklarda verildi. Kalabalık arasında, ite kaka ilerlediler ve masanın metal yüzeyine tepsilerini bıraktılar. Masanın bir köşesine bırakılmış yahni kalıntılarının iğrenç sıvısı, kusmuğu andırıyordu. Winston cin bardağını aldı, kendini toplamak için bir an durdu. Sonra yağ tadı veren sıvıyı mideye indirdi. Gözlerinde biriken yaşları göz kırparak tahliye ettiği sırada birden, çok aç olduğunu fark etti. Yahniyi kaşık kaşık yemeye başladı. Yahnideki cıvık ve pembe küp küp şeyleri mideye indirdi. İkisi de metal maşrapadaki yahnilerini bitirinceye dek, tek kelime etmediler.
Winston’ın sol tarafında, biraz arkasındaki masada oturan bir kişi, dur durak bilmeden konuşuyordu. Bir ördeğin vaklamasını andıran bu ses, salondaki hengâmeyi delip geçiyordu.
“Sözlük nasıl gidiyor?” diye sordu Winston. Gürültüyü bastırmak için sesini yükseltmişti.
“Ağır gidiyor.” dedi Syme. “Sıfatlardayım. Muazzam.”
Yenikonuş’tan konu açılması, aniden neşelendirmişti Syme’ı. Metal kabı köşeye itti. Narin ellerinden birine ekmeği, diğerine peyniri aldı. Bağırmadan konuşmayı başarmak için masaya doğru eğildi.
“On birinci baskı, nihai baskı.” dedi. “Dili en son hâline getiriyoruz. Kimse başka bir dil konuşmadığında alacağı hâl yani. Tamamladığımızda senin gibi insanlar, baştan sona yeniden öğrenmek zorunda kalacaklar. Asıl işimizin yeni kelimeler icat etmek olduğunu düşünüyorsundur muhtemelen. Hiç alakası yok! Biz her gün; kelimelerin onlarcasını, yüzlercesini yok ediyoruz. Dili kemiğine kadar kesiyoruz. On birinci baskı, 2050 yılından önce geçerliliğini yitiren hiçbir kelimeyi içermeyecek.”
Ekmeğini iştahla ısırıp birkaç yudum içki içtikten sonra ukalaca bir tutkuyla konuşmaya devam etti. Zayıf ve esmer yüzü canlanmış, gözlerindeki alaycı ifade kaybolarak yerini neredeyse hülyalı denilebilecek bakışlara bırakmıştı.
“Kelimeleri yıkmak güzel şey. Tabii en büyük israf, fiillerde ve sıfatlarda. Ama başımızdan atmamız gereken yüzlerce isim de var. Sadece eş anlamlılar değil, bir de zıt anlamlılar var. Bir kelimenin tam olarak zıddı olan, başka bir kelimenin izahı nedir? Bir kelime kendisinin de zıddını zaten içeriyor. Örneğin ‘iyi’ kelimesini ele alalım. Eğer ‘iyi’ şeklinde bir kelime varsa ‘kötü’ kelimesine ne gerek var? ‘İyisiz’ de aynı şekilde iş görür. Çünkü ‘iyi’ kelimesinin tam karşıtı fakat ‘kötü’ için bu durum söz konusu değil. Ya da diyelim ki ‘iyi’ kelimesinin daha kuvvetli bir hâlini istiyoruz… ‘Mükemmel’ ve ‘muhteşem’ gibi çok sayıda belirsiz ve faydasız kelimeye sahip olmanın mantığı nedir? ‘Artıiyi’ bu anlamı karşılıyor ya da daha kuvvetli bir şey istiyorsak ‘çifteartıiyi’ diyebiliriz. Tabii bu hâllerini çoktan kullanıyoruz. Ancak Yenikonuş’un en son hâlinde, başka bir şey olmayacak. İyilik ve kötülük kavramlarının hepsini, sadece altı kelimede karşılayacağız. İşin aslı, tek kelime olacak. Buradaki güzelliği görebiliyor musun Winston? Tabii bu aslında B. B.’nin fikri.” diye ekledi en sonunda.
Büyük Birader’in adının zikredilmesiyle Winston’ın yüzünden coşkulu bir ifade hızlıca belirdikten sonra kayboldu. Ancak Syme, yine de şevk eksikliği fark etti.
“Yenikonuş’u yeterince takdir etmiyorsun Winston.” dedi neredeyse üzülerek. “Yenikonuş’ta yazarken bile hâlâ Eskikonuş’ta düşünüyorsun. Times’a yazdığın o yazıları arada okuyorum. Yeterince iyi yazıların. Ama yine de çeviri oldukları çok belli. Tüm belirsizliğine ve faydasız nüanslarına rağmen içten içe Eskikonuş’a bağlı kalmayı tercih ediyorsun. Kelimeleri yok etmedeki güzelliği kavrayamıyorsun. Dünyada kelime hazinesi her yıl daralan tek dilin, Yenikonuş olduğunu biliyor muydun?”
Winston bunu elbette biliyordu. Sadece gülümsemekle yetindi ve gülümsemesinin içten olmasını ümit etti. Ne de olsa konuşmaya cesaret edememişti. Syme, koyu renkli ekmekten bir dilim daha ısırdı, hemencecik çiğnedikten sonra sözlerine devam etti.
“Yenikonuş’un tüm amacının düşünce alanını kısıtlamak olduğunun farkında değil misin? En nihayetinde Düşüncesuçunu tamamen imkânsız hâle getireceğiz çünkü bunu ifade edebilecek kelime olmayacak. İhtiyaç duyulabilecek tüm kavramlar, tek bir kelime ile ifade edilebilecek. Bu kelimelerin anlamı, keskin bir şekilde tanımlandığı için de ikincil anlamları yok olup unutulacak. On birinci basımda bile bu seviyeden çok da uzakta değiliz. Ancak bu süreç, sen ve ben öldükten sonra da yıllarca devam edecek. Her yıl kelime sayısı azaldıkça azalıyor ve bilincin alanı daha bir kısıtlanıyor. Bu; sadece bir öz disiplin, gerçek denetimi meselesi. Ancak en nihayetinde bu kadarına bile gerek kalmayacak. Dil mükemmelleştiğinde, devrim tamamlanmış olacak. Yenikonuş İngsos, İngsos Yenikonuş’tur.” dedi ve sözlerine devam ederken tavırlarında gizemli bir memnuniyet hâli vardı. “2050 yılına gelindiğinde şu an yaptığımız konuşmayı anlayabilecek tek bir insan evladının dahi yaşamayacak olmasını hiç düşündün mü Winston?”
“Ama…” diyerek şüpheyle konuşmaya başlayan Winston, sözlerine devam etmedi.
“Proletarya hariç.” kelimeleri dilinin ucuna kadar gelse de kendini toparladı. Bu yorumun, bir şekilde geleneğe aykırı gelip gelmeyeceğinden emin değildi. Ancak söylemek istediğini Syme sezinlemişti.
“Proletarya, insan değil.” dedi umursamazca. “2050 yılına gelindiğinde hatta daha erken de olabilir, Eskikonuş’a dair bilinen her şey, yok olmuş olacak. Geçmişe ait tüm edebiyat, imha edilecek. Chaucer, Shakespeare, Milton, Byron… Sadece Yenikonuş’taki versiyonlarıyla var olacaklar. Sadece farklı bir şeye dönüştürülmeyecek, eskiden olduklarının zıddına dönüştürülecekler. Parti edebiyatı bile değişecek. Sloganlar bile değişecek. ‘Özgürlük köleliktir’ sloganı, özgürlük kavramı yok edildiğinde nasıl mümkün olabilir? Tüm düşünce iklimi farklı olacak. Aslına bakarsan şimdiki anlamıyla düşünce, var olmayacak. Gelenekselliğin anlamı düşünmemek, düşünmeye ihtiyaç duymamak. Geleneksellik bilinçsizliktir.”
Winston’ın zihninde, Syme’ın bir gün buharlaştırılacağına dair, keskin bir kanaat belirdi aniden. Çok akıllıydı. Her şeyi çok net görebiliyordu ve çok net ifade edebiliyordu. Parti böyle insanlardan hoşlanmazdı. Bir gün ortadan kaybolacaktı. Âdeta alnında yazıyordu bu.
Winston ekmeğini ve peynirini bitirdi. Kahvesini içmek için sandalyesinde biraz yana döndü. Sol tarafındaki masada oturan tiz sesli adam, hâlâ dur durak bilmeden konuşmaya devam ediyordu. Muhtemelen adamın sekreteri olan ve sırtı Winston’a dönük oturan genç kadın, adamı dinliyor ve söylediği her şeye hevesle katılıyor gibi görünüyordu. Winston, kadının genç ancak oldukça şapşal kadınsı sesiyle “Çok haklısınız. Size o kadar çok katılıyorum ki…” dediğini yakalıyordu arada bir. Ancak diğer ses, konuşmasına bir saniye dahi ara vermiyordu. Kız konuşmayı bıraktığında dahi. Winston adamı simaen tanıyordu. Adama dair tek bildiği, Kurgu Departmanı’nda önemli bir göreve sahip olduğuydu. Otuz yaşlarında, boynu kaslı bir adamdı. Geniş ağzı pek hareketliydi. Oturma açısından dolayı kafasını hafifçe geriye atmıştı. Işık gözlüğüne çarptığı için Winston, bir çift göz yerine iki boş disk görüyordu. Adamın sular seller misali ağzından dökülen sözcüklerden tek bir tanesini ayırt etmenin neredeyse imkânsız oluşu, bir miktar korkutucuydu. Winston, sadece bir kez, “Goldsteinizm’in tamamen ve nihai yıkımı”
şeklindeki bir ifadeyi yakalayabilmişti. Bu kelimeler ağzından hızlıca ve tek bir kalıp hâlinde bir anda püskürüvermişti. Geri kalanı ise sadece gürültüden, vakvaklamalardan ibaretti. Yine de adamın söyledikleri tam olarak duyulmasa bile genel içeriği konusunda şüpheye düşmek, pek mümkün değildi. Muhtemelen Goldstein’ı kınıyor, düşünce suçluları ve sabotajcılara karşı daha sıkı tedbirler alınması gerektiğini söylüyordu. Avrasya ordusunun gaddarlığına karşı ateş püskürüyor, Büyük Birader’i öve öve bitiremiyor ya da Malabar Cephesi’ndeki yiğitlerin kahramanlıklarıyla iftihar ediyor olabilirdi, hiç önemi yoktu söylediklerinin. Ağzından çıkan her kelimenin, katıksız geleneksellik ve İngsos barındırdığı kesindi. Winston, gözsüz yüzdeki çenenin ani hareketlerini seyre dalmışken bu kişinin gerçek bir insan değil, bir çeşit kukla olduğu fikrine kapıldı. Konuşma adamın beyninden değil, gırtlağından geliyordu. Ağzından dökülenler, her ne kadar kelimelerden oluşsa da gerçek anlamda bir konuşma söz konusu değildi. Bilinçsizce çıkarılan seslerdi. Tıpkı bir ördeğin vakvaklaması gibi…
Syme bir an için sessizliğe gömülmüştü. Kaşığının sapını, masanın kenarına dökülmüş yahninin üzerinde gezdiriyordu. Diğer masadaki ses, hızlı hızlı vakvaklamaya devam etti. Etrafı çevreleyen velveleye rağmen kolayca duyulabiliyordu.
“Yenikonuş’ta bir kelime var, bilmiyorum duydun mu?” dedi Syme. “ÖRDEKKONUŞ, anlamı ördek gibi vaklamak. İki zıt anlamı birden barındıran, o ilginç kelimelerden biri. Karşıt bir kimse için kullanıldığında, taciz anlamına geliyor. Hemfikir olunan biri için kullanıldığında övgü anlamı taşıyor.”
Winston, Syme’ın buharlaştırılacağına bir kez daha ikna oldu. Her ne kadar Syme’ın kendisini küçümsediğinden, az biraz hoşlanmadığından ve lüzum görmesi hâlinde kendisini düşünce suçlusu olarak ihbar edebileceğinden emin olsa da bu düşünce üzülür gibi olmasına sebep oldu. Syme’da yanlış olan bir ayrıntı vardı. Bir eksiği vardı: Ketumluk, mesafe, kurtarıcısı olabilecek bir çeşit aptallık… Gelenekçi olmadığı söylenemezdi. İngsos’un ilkelerine inanıyor, Büyük Birader’e tapıyor, zaferler karşısında coşku duyuyor, yoldan çıkmışlardan nefret ediyordu. Üstelik bu duyguları sadece içtenlikle yaşamıyor, amansız bir tutkuyla hissediyor, olan bitenleri günü gününe takip ediyordu ki bu durum, Parti’nin sıradan bir üyesinin kenarından bile geçemeyeceği bir düzeydi. Yine de onda belli belirsiz bir itibarsızlık havası vardı hep. Söylenmemesi daha iyi olacak şeyleri söylüyor, çok kitap okuyordu. Ressamların ve müzisyenlerin musallat olduğu, Kestane Ağacı Kafe’ye uğruyordu sık sık. Kestane Ağacı Kafe aleyhine herhangi bir kanun, yazısız bir kanun dahi yoktu. Ancak bir sebepten bu kafe uğursuzdu. Parti’nin eski ve itibarını kaybetmiş liderleri, en nihayetinde temizlenmeden önce sık sık orada toplanırlardı. Goldstein’ın dahi yıllar önce zaman zaman orada görüldüğü rivayet edilirdi. Syme’ın kaderinin ne olacağını öngörmek çok zor değildi. Yine de Syme, kendine ait o kavrayışıyla Winston’ın gizli fikirlerini sadece üç saniyeliğine dahi fark edecek olursa onu derhâl Düşünce Polisi’ne ihbar edecek olması, çok iyi bildiği bir şeydi. Diğer kişiler de muhtemelen aynısını yapardı. Ancak Syme bunu herkesten daha çok yapardı. Tutku bile yeterli değildi. Geleneksellik bilinçsizlikti.
Syme kafasını kaldırdı: “Parsons da geliyor.” dedi.
Ses tonundaki bir detay, “Lanet olası aptal.” şeklinde bir ekleme yapar gibiydi. Winston’ın Zafer Köşklerindeki yan komşusu Parsons, onlara doğru yaklaşıyordu. Toplu, orta boylu ve sarı saçlıydı. Kurbağayı andıran bir suratı vardı. Henüz otuz beş yaşında olduğu hâlde, boynu ve göbeği çoktan yağ bağlamıştı. Ancak hareketleri çevik ve çocuksuydu. İri bir çocuk görüntüsüne sahipti âdeta. Her ne kadar iş tulumu giyiyor olsa da onu, Casuslar örgütünün kıyafeti olan mavi şort, gri gömlek ve kırmızı boyunluk ile düşünmemek imkânsız gibiydi. Onu gözünde canlandıran bir kimse, toparlak dizler ve tombul kollarından dirseklerine kadar çevrilmiş gömlek kolu imgesini de beraberinde görürdü. Parsons’ın toplu doğa gezisi ya da fiziksel aktiviteleri bahane edip de şortuna geri döndüğü de bilinen bir şeydi. Winston ve Syme’ı neşeli bir şekilde selamladıktan sonra masadaki yerini aldı. Kesif bir ter kokusu yaymaya başladı. Boncuk boncuk terlerle doluydu pembe yüzü. Kan ter içinde kalmıştı. Halk Merkezi’nde masa tenisi oynayıp oynamadığını, raketin ıslaklığından kolayca anlamak mümkündü. Syme, kelimelerle dolu kâğıt parçasını cebinden çıkardı ve parmaklarına yerleştirdiği mürekkepli kalemle çalışmaya başladı.
“Şuna bak hele yemek saatinde bile çalışıyor.” dedi Parsons, Winston’ı dürterek. “Bakıyorum da pek bir gayretliyiz. Ne yapıyorsun öyle evladım? Fazla zekâ gerektiren bir şeydir herhâlde. Beni aşar. Smith, evladım seni neden aradığımı biliyor musun? Bana vermeyi unuttuğun aylık vardı ya…”
“Hangi aylıktı o?” dedi Winston mekanik bir hareketle para yoklamaya başlarken. Herkesin maaşının çeyreği, gönüllü üyelikler için bir kenara ayrılmalıydı. Ancak bu üyeliklerin sayısı o kadar fazlaydı ki takip etmesi zordu.
“Nefret Haftası için. Her evden toplanıyor ya. Ben bizim binanın veznedarıyım. Muazzam bir gösteri hazırlamak için var gücümüzle çalışıyoruz. Eğer Zafer Köşkleri, caddedeki en çok bayrağa sahip olmazsa kabahat bende değil. İki dolar vereceğini söylemiştin.”
Winston’ın verdiği buruş buruş, pis iki banknotu alan Parsons küçük bir not defterine, eğitimsiz insanlara özgü düzenli el yazısıyla kayıt düştü.
“Bu arada duyduğuma göre…” dedi Parsons. “Benim haylaz, dün sana sapanla bir şey atmış. Onu güzelce payladım. Bir daha yaparsa sapanını elinden alacağımı da söyledim.”
“Sanırım infaza gidemediği için biraz canı sıkkındı.” dedi Winston.
“Yani çocuğun doğru yolda olduğunu gösterir bu değil mi? İkisi de birbirinden yaramaz kerataların. Ama gayretlerine diyecek söz yok. Tek düşündükleri Casuslar ve bir de savaş tabii ki. Benim küçük kızın geçen cumartesi ne yaptığını biliyor musun? Birliği, Berkhamsted yoluna doğru doğa gezisine çıkmıştı. İki kız arkadaşıyla birlikte yoldan ayrılıp tüm gün boyunca tuhaf bir adamın izini sürmüşler. İki saat boyunca ayrılmamışlar adamın dibinden. Ormanın tam içinden geçmişler ve Amersham’a vardıklarında da adamı devriyelere teslim etmişler.”
“Peki neden yapmışlar böyle bir şeyi?” dedi Winston şaşırmış hâlde.
“Benim kız paraşütle falan düşürülmüş olabilecek bir düşman casusu olduğundan eminmiş. Ama mesele şu delikanlı. Kızımı onun peşine düşüren şey neydi? Tuhaf görünümlü ayakkabılar giydiğini fark etmiş. Daha önce kimsenin öyle ayakkabı giydiğini görmemiş. Yani yabancı olma ihtimali çok kuvvetli. Yedi yaşındaki bir afacana göre çok zeki değil mi?”
“Peki adama ne oldu?”
“E orasını ben bilemem tabii. Ama eğer…” Parsons tüfekle nişan alır gibi bir hareket yapıp diliyle “tık” sesi çıkardı.
“İyiymiş.” dedi Syme ilgisizce. Kafasını kâğıt parçasından kaldırmamıştı.
“Tabii riske girmeyi göze alamayız.” dedi Winston görev bilinciyle.
“Demek istediğim savaş hâlindeyiz.” dedi Parsons.
Sanki bu sözleri teyit edercesine borazan sesi gelmeye başladı üzerlerindeki tele-ekrandan. Ancak bu kez askerî bir zafer ilanı değildi söz konusu olan. Sadece Bolluk Bakanlığı’nın bir açıklamasıydı.
Genç ve coşkulu bir ses:
“Yoldaşlar!” diye haykırdı. “Dikkat dikkat yoldaşlar. Size muhteşem haberlerimiz var. Üretim savaşını kazanmış bulunmaktayız! Her türden tüketim mamulü üretimi rakamları açıklandı. Buna göre yaşam standardı geçtiğimiz yıl için en az yüzde yirmi arttı. Bu sabah, Okyanusya’nın dört bir tarafında zapt edilemeyen, kendiliğinden gelişen gösteriler gerçekleşti. İşçiler fabrikalarından ve ofislerinden dışarı çıkarak ellerinde bayraklarla Büyük Birader’in bilge liderliği ile bize bahşettiği yeni ve mutlu yaşamdan ötürü minnetlerini sundular. Açıklanan rakamlar şu şekilde: Gıda ürünleri…”
“Yeni ve mutlu yaşamımız” ifadesi birkaç kez tekrar edildi. Bolluk Bakanlığı, bu ifadeyi son zamanlarda pek bir sever olmuştu. Borazan tarafından dikkati çekilen Parsons, aval aval bakan bir ciddiyetle belli etmemeye çalıştığı sıkılganlıkla dinliyordu. Açıklanan verileri takip edemiyordu. Ancak memnuniyet verici olduklarının farkındaydı. Yarısı yanmış tütünle dolu kocaman pis bir pipo çıkardı. Kişi başına düşen tütün payı haftada yüz grama düşürüldüğünden, bir pipoyu ağzına kadar doldurmak, nadiren mümkün oluyordu. Winston, dikkatle yatay vaziyette tuttuğu Zafer Sigarası’ndan içiyordu. Yeni pay dağıtımı, yarın sabah başlayacaktı ve sadece dört sigarası kalmıştı. O an için kulağını uzak seslere kapamış, tele-ekrandan dökülenlere dikkat kesilmişti. Haftalık çikolata payını yirmi grama yükselten Büyük Birader’e teşekkür etmek için insanların sokağa döküldüğü anlaşılıyordu. Daha dün, haftalık çikolata payı, yirmi grama DÜŞÜRÜLDÜ diye düşündü. Aradan sadece yirmi dört saat geçmişken bunu yutmaları mümkün olabilir miydi acaba? Evet, bunu yuttular. Parsons bir hayvanın aptallığıyla kolayca yuttu mesela. Diğer masadaki gözlüksüz adam, fanatik bir tutkuyla yuttu. Çikolata payının daha geçen hafta otuz gram olduğunu söylemeye cüret eden herhangi bir kimsenin izini sürmek, o kişiyi ihbar etmek ve buharlaştırmak için duyduğu hararetli arzuyla yuttu. Syme bile, çiftdüşünü de içeren karmaşık bir şekilde yuttu. “Peki o zaman hafızaya sahip TEK KİŞİ ben miyim?” diye düşündü Winston.
Muhteşem istatistiki bilgiler, bir bir dökülüverdi tele-ekrandan. Geçen yıla kıyasla daha çok gıda, daha çok giysi, daha çok ev, daha çok mobilya, daha çok tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi, daha çok helikopter, daha çok kitap, daha çok bebek… Hastalık, suç ve delilik dışında, her şeyden daha çok vardı kısaca. Her geçen yıl, her geçen dakika, her şey ve herkes hızla yükseklere tırmanıyordu. Syme’ın bir müddet önce yaptığına benzer bir şekilde, masaya dökülmüş soluk renkli yahni suyuyla şekiller çizmeye başladı Winston. Yaşamın fiziksel dokusu üzerine düşünüyordu üzülerek. Hep böyle miydi her şey? Yemeğin tadı hep böyle miydi? Yemekhaneye göz gezdirdi. Basık tavanlı, kalabalık bir yerdi burası. Sayısız insan temasından dolayı duvarları lekeliydi. Metal masalar ve sandalyeler yıpranmıştı. İnsanlar, o kadar tıkış tıkış oturuyorlardı ki dirsekleri birbirlerine değiyordu. Kaşıklar bükülmüş, tepsiler yamulmuştu. Kaplar kaba sabaydı. Tüm yüzeyler yapış yapıştı. Her köşede pislik vardı. Kalitesiz cin, kalitesiz kahve, tatsız yahni ve kirli kıyafetlerin karışımından oluşan ekşi, kötü bir koku sinmişti her yere. Midenizde ya da teninizde, hak ettiğiniz bir şeyin sizden gasbedildiğini hissettiren bir çeşit itiraz vardı. Herhangi bir şeyin büyük oranda farklı olduğuna dair, herhangi bir hatırası olmadığı doğruydu. Hayal meyal değil de net bir şekilde hatırlayabildiği hiçbir dönemde, yeterince yiyecek yoktu. Delik deşik olmayan çorabı ya da iç çamaşırı olmayan kimse yoktu. Mobilyalar çürük çarık, eski püsküydü. İç mekânlar yeterince ısıtılmıyordu. Metro trenleri hep tıklım tıklımdı. Evler, yıkık döküktü, ekmek ise kahverengi. Çay nadir bulunan bir şeydi, kahvenin ise tadı berbattı. Sigaralar yetersizdi. Yapay cin dışında, hiçbir şeyi ucuza ve bolca almak mümkün değildi. Bir de kişi yaşlandıkça her şey daha kötüye gidiyordu hâliyle. Eğer bir insan, rahatsızlıktan, pislikten, kıtlıktan, bitmek bilmez kışlardan, çoraplarının yapış yapışlığından, hiç çalışmayan asansörlerden, soğuk sudan, pürüzlü sabundan, ele alındığı anda parçalanan sigaralardan, kötü ve tuhaf tatlı yiyeceklerden rahatsız oluyorsa bu, bir şeylerin doğal akışında seyretmediğinin delili değil miydi? Eğer bir şekilde atalarından miras kalan bir hatıra yoksa insanın bu durumları dayanılmaz bulmasının açıklaması neydi?
Bir kez daha kantine şöyle bir göz gezdirdi. Neredeyse herkes çirkindi ve mavi tulumdan oluşan üniformalarını giymeseler dahi çirkin olacaklardı. Odanın en uç tarafında böceği andıran ufak tefek bir adam, tek başına oturmuş kahvesini içerken etrafına kuşku dolu bakışlar fırlatıyordu. Eğer insanlar etraftakilere bakmasalar Parti’nin ideal fiziksel vücut olarak belirlediği tipe, uzun boylu kaslı gençlere, iri göğüslü kızlara, sarışın, capcanlı, bronz tenli, dertsiz tasasız kişilerin varlığına değil sayıca çok olduklarına inanmaları ne kadar da kolay olurdu diye düşündü Winston. İşin aslı Havaalanı Bir’deki insanların çoğu, Winston’ın gördüğü kadarıyla ufak tefek, esmer ve çirkindi. Böceğimsi tiplerin Bakanlık’ta nasıl bu kadar çok olabildiği merak konusuydu. Gencecik yaşlarında şişmanlayan ufak tefek, bodur bacaklı, çevik hareketli, ifadesiz tombul yüzlerinde küçücük gözleri olan adamlar, Parti’nin egemenliğinde en çok yeşeren tipler gibi görünüyorlardı.
Bolluk Bakanlığı’nın açıklamaları, ikinci bir borazan sesini takiben sona erdi ve yerini gıcırtılı bir müziğe bıraktı. İstatistik bombardımanı sonrasında belli belirsiz bir şevkle hareketlenen Parsons piposunu ağzından çıkardı.
“Bolluk Bakanlığı bu sene iyi iş çıkarmış doğrusu.” dedi kafasını anlarmış gibi sallayarak. “Bu arada Smith delikanlı, bana ödünç verebileceğin tıraş bıçağın var mıdır acaba?”
“Bir tane bile yok.” dedi Winston. “Ben de altı haftadır aynı usturayı kullanıyorum.”
“Ben yine de sana sorayım dedim delikanlı.”
“Üzgünüm.” dedi Winston.
Yan masadan gelen vakvaklama sesi, Bakanlık açıklaması sırasında geçici olarak kesilmişti. Ancak tekrar başladı. Hiç olmadığı kadar gürültülüydü. Winston, bir tutam saçı ve kırışıklıklarının arasındaki toz kalıntılarıyla Bayan Parsons’ı düşünürken buldu kendini. O çocuklar, iki yıl içinde kadını Düşünce Polisi’ne ihbar edeceklerdi. Bayan Parsons buharlaştırılacaktı. Syme buharlaştırılacaktı. Winston buharlaştırılacaktı. O’Brien buharlaştırılacaktı. Öte yandan Parsons, asla buharlaştırılmayacaktı. Ördek sesli gözsüz yaratık, asla buharlaştırılmayacaktı. Bakanlık’ın labirent misali koridorlarında hızlı ve çevik hareketlerle yürüyen, böceğimsi, ufak tefek adam da asla buharlaştırılmayacaktı. Ve Kurgu Bölümü’nde çalışan siyah saçlı kız… O da asla buharlaştırılmayacaktı. Kimin hayatta kalıp kimin helak olacağını içgüdüsel bir şekilde biliyor gibiydi. Her ne kadar hayatta kalmayı sağlayan şeyin ne olduğunu bilmek kolay olmasa da.
O sırada daldığı derin düşüncelerinden şiddetli bir sarsılmayla çıkıverdi. Yan masadaki kız, hafifçe dönmüş kendisine bakıyordu. Siyah saçlı kızdı bu. Kendisine yandan, tuhaf bir şekilde bakıyordu. Winston’la göz göze geldikleri anda başını çevirdi kız.
Winston’ın sırtından terler dökülmeye başladı. Ürkütücü bir dehşetin sancısı geçiverdi içinden. Bu his, geldiği çabuklukla gitse de arkasında iç gıcıklayıcı bir huzursuzluk bırakmıştı. Kız ona neden bakıyordu? Neden onu takip ediyordu? Ne yazık ki masasına oturduğunda, kızın orada olup olmadığını ya da sonradan gelip gelmediğini hatırlayamıyordu. Ancak ne olursa olsun dün, İki Dakikalık Nefret sırasında hemen arkasına oturmuştu ve bunu yapması için belli bir sebep yoktu. Muhtemelen asıl amacı, kendisini dinlemek ve yeterince hızlı bağırıp bağırmadığını görmekti.
Evvelki düşüncesi makul gelmeye başladı. Kız, muhtemelen Düşünce Polisi’nin resmî bir üyesi değildi. Ancak asıl büyük tehlike, amatör casuslardan geliyordu zaten. Kızın kendisine ne kadar süre baktığını bilemiyordu. Belki de beş dakika kadar bakmış olabilirdi. Dahası, bu süre içinde yüz ifadelerini mükemmel bir şekilde kontrol edemiyor olması da söz konusuydu. Herkesin içinde ya da bir tele-ekranın görüş alanı sınırlarında düşüncelerinizin serbestçe gezinmesine izin vermek, çok ama çok tehlikeliydi. En ufak şey dahi sizi ele verebilirdi. Gergin bir tik, kaygılandığınızı belli eden bilinçsiz bir bakış ya da kendi kendine söylenme alışkanlığınız… Normal olmayan ya da saklayacak bir şeyleriniz olduğuna işaret eden herhangi bir şey olabilirdi bu. Kısacası yüzünüzde uygunsuz kabul edilen herhangi bir ifade -örneğin bir zafer ilanı olduğunda kuşkuyla bakmak- cezaya yol açabilecek bir suçtu. Bunun için Yenikonuş’ta bir kelime bile vardı. Bu duruma, YÜZSUÇU adı veriliyordu.
Kız, bir kez daha Winston’a arkasını döndü. Belki de kendisini gerçekten takip etmiyordu. İki gün üst üste kendisine yakın oturması sadece tesadüf olabilirdi. Sönmüş sigarasını dikkatle masanın kenarına yerleştirdi. Eğer içindeki tütünü muhafaza etmeyi başarırsa işten sonra devam edecekti içmeye. Yan masadaki kişi, muhtemelen Düşünce Polisi’nin bir casusuydu. Muhtemelen üç gün içinde Sevgi Bakanlığı’nın mahzenlerinden birinde olacaktı. Ancak tüm bunlara rağmen bir sigara izmaritini ziyan etmeyecekti. Syme, çalıştığı kâğıdı katladıktan sonra cebine koydu. Parsons bir kez daha konuşmaya başladı.
“Peki ben sana…” dedi piposunun dibinden kıkırdamaya başlayarak. “Benim iki haylazın, Büyük Birader’in posterine sosis saran, ihtiyar bir pazarcı kadının eteklerini ateşe verdiğini anlatmış mıydım? Kadına sinsice arkasından yaklaşıp kibritle eteğini tutuşturmuşlar. Kadını feci yakmışlar bildiğim kadarıyla. Bak sen şu kerataların yaptığına! Nasıl da gayretliler! Casuslarda birinci kalite eğitim veriliyor bu günlerde. Benim zamanımdan bile daha iyi… Bu aralar ne vermişler biliyor musun? Anahtar deliklerinden dinleyebilmek için kulak borazanları! Benim kız geçen gece getirdi, bir tane de oturma odasında denedi. Kulağını deliğe yaklaştırdığından iki kat daha iyi duyabiliyormuş söylediğine göre. Tabii bu sadece bir oyuncak. Ama yine de onlara doğru fikirler aşılıyor, değil mi ya?”
O sırada tele-ekrandan delici bir düdük sesi gelmeye başladı. İşe geri dönülmesi gerektiğinin sinyaliydi bu. Üçü birden asansör kapma mücadelesi için derhâl ayağa fırladılar. Winston’ın sigarasındaki tütünün geri kalan kısmı döküldü.
6
Winston günlüğüne yazmaya devam etti:
Üç yıl önceydi. Büyük bir tren istasyonunun yakınındaki ara sokaktaydım, karanlık bir akşamdı. Açık bir kapının önünde, zar zor ışık veren bir sokak lambasının altında duruyordu. Genç bir yüzü vardı. Ağır boyalar sürünmüştü. Beni asıl cezbeden bu boyaydı, âdeta bir maskeyi andıran beyazlığıydı. Parlak kırmızı dudakları vardı. Parti kadınları yüzlerine boya sürmezler. Sokakta başka kimse yoktu. Tele-ekran da yoktu. İki dolar dedi. Ben…
O sırada devam etmek çok zordu. Kapattığı gözlerine parmaklarını bastırdı. Gözlerinin önünde canlanmaya devam eden bir imgeyi sıkarak çıkarmak ister gibiydi bu hareketiyle. Avazı çıktığı kadar küfür etmek ya da kafasını duvarlara vurmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu. Masaya tekme atmak, mürekkep şişesini pencereden aşağı fırlatmak ya da kendisine işkence eden bu hatırayı zihninden söküp atabileceği şiddetli, gürültülü ya da acı veren bir şey yapmak isterdi.
Kişinin en büyük düşmanı, kendi sinir sistemi diye düşündü. İçinizdeki gerginlik her an kendini görünebilir bir belirti aracılığıyla ifade edebiliyordu ne de olsa. Birkaç hafta önce caddede yürürken yanından geçtiği bir adamı düşündü. Oldukça sıradan görünümlü bir adamdı bu. Otuz beş kırk yaşları arasında, uzunca bir Parti üyesiydi. Elinde bir evrak çantası vardı. Adamın yüzünün sol kısmı bir çeşit kasılma ile şekil değiştirdiğinde aralarında birkaç metrelik bir mesafe vardı. Birbirlerinin yanlarından geçerlerken aynı şey bir kez daha yaşandı. Sadece bir seğirme, bir titremeydi bu. Fotoğraf makinesi obtüratörünün açılıp kapanma hızına benzer bir çabuklukta gerçekleşmişti. Ancak bunun alışkanlık üzere yapıldığı aşikârdı. O anda, “Zavallının işi bitik.” diye düşündüğünü anımsadı. Daha korkunç olanı ise bu yaptığı şeyin muhtemelen bilincinde bile olmamasıydı. En ölümcül tehlike ise uykuda konuşmaktı. Anladığı kadarıyla bundan korunmanın bir yolu yoktu.
Derin bir nefes aldı ve yazmaya devam etti.
Onunla birlikte açık kapıdan içeri girdim, arka avludan geçerek bir bodrum mutfağına indim. Duvara yaslanmış bir yatak vardı, masanın üzerinde ise oldukça sönük ışık verecek şekilde ayarlanmış bir lamba. O…
Winston’ın dişleri gıcırdamaya başladı. Tükürmek istiyordu. Bodrumdaki kadınla aynı anda Katharine’i yani karısını düşünmeye başladı. Winston evliydi. Bir zamanlar evliydi yani. Muhtemelen hâlâ da evli olması mümkündü çünkü bildiği kadarıyla karısı ölmemişti. Bodrum mutfağındaki sıcak ve ağır kokuyu bir kez daha teneffüs eder gibi hissetti kendini. Böcekler, kirli çamaşırlar ve ucuz ancak cezbedici parfümün kokusunun karışımıydı bu koku. Ucuz parfüm cezbediciydi çünkü Parti kadınlarının hiçbiri asla parfüm kullanmazdı. Sadece proletarya parfüm kullanırdı. Onun zihninde parfüm, gayrimeşru ilişki ile iç içeydi.
O kadının yanına gidişi, iki yıl gibi bir süre boyunca işlediği ilk suçtu. Fahişelerle düşüp kalkmak yasaktı. Tabii bu, ara sıra ihlal etmeye cesaret edebileceğiniz o suçlardan biriydi. Her ne kadar tehlikeli olsa da ölüm kalım meselesi değildi. Fahişeyle yakalanmak demek, zorunlu çalışma kampında beş yıldan fazla bir şey değildi. Tabii başka suç işlemediyseniz… Üstelik iş üstünde yakalanmamayı başarırsanız yeterince kolaydı da. Şehrin kenar mahalleleri, kendini satmaya hazır kadınlarla dolup taşıyordu. Bazıları, proleterlerin içmelerinin yasak olduğu bir şişe cinle dahi satın alınabilirdi. Parti, fu-huşu üstü kapalı olarak destekler gibiydi. Çünkü bazı içgüdüleri tamamen bastırmak mümkün değildi. Hovardalık o kadar da önemli değildi. Tabii gizli saklı, neşesizce yapılıyorsa ve hakir görülen aşağılık sınıftan bir kadınla gerçekleştiriliyorsa… Asıl affedilmez suç, Parti üyelerinin birbirleriyle düşüp kalkmasıydı. Her ne kadar bu büyük temizlikler sırasında zanlıların itiraf ettiği suçlardan biri olsa da böyle bir şeyin gerçekten yaşanıyor olduğunu tahayyül etmek zordu.
Parti’nin amacı, erkekler ve kadınlar arasında kontrol edemeyeceği bağlılıklar oluşmasını engellemek değildi sadece. Asli ve ilan edilmemiş hedefi, cinsellikten alınabilecek tüm hazzı ortadan kaldırmaktı. Erotizm, evlilik içinde ya da dışında aşktan daha tehlikeli görünen bir şeydi. Parti mensupları arasındaki tüm evlilikler, bu iş için tayin edilmiş bir komite tarafından onaylanmak zorundaydı. Gerçi bu ilke, her ne kadar açıkça ifade edilmese de birbirlerini fiziksel olarak çekici bulduğu izlenimini veren çiftlerin evlenme talepleri her zaman reddediliyordu. Evliliğin muteber kabul edilen tek amacı, Parti’ye hizmet edecek çocuklar peyda edilmesiydi. Cinsel ilişkiye, tıpkı bir lavman misali hafifçe rahatsızlık veren, küçük çaplı bir işlem gözüyle bakılıyordu. Her ne kadar bu durum da açık açık ilan edilmese de çocukluklarından itibaren her Parti üyesinin yüzüne vuruluyordu. Seks Karşıtı Küçükler Birliği gibi organizasyonlar, her iki cinsiyet için de tamamen bekârlığı savunuyordu. Tüm çocuklar, yapay döllenme ile -Yenikonuş’ta YAPDÖL deniliyordu- dünyaya getirilip devlet kurumlarında yetiştirilmelilerdi. Winston, bu konuda tamamen ciddi olunmadığının da farkındaydı. Ancak yine de Parti’nin genel ideolojisine uygundu. Parti, cinsellik dürtüsünü yok etmek, bunu başaramasa bile bu dürtüyü çarpıtmak ya da kirletmek istiyordu. Winston bunun sebebini bilemese de bu durumu doğal karşılıyordu. Kadınlar söz konusu olduğunda, Parti’nin çabaları takdire şayandı.
Bir kez daha Katharine’i düşündü. Ayrılmalarının üzerinden dokuz on… Neredeyse on bir yıl geçmişti. Onu bu kadar az düşünmesi tuhaftı. Evli olduğunu günlerce unuttuğu zamanlar oluyordu. Sadece on beş ay sürmüştü birliktelikleri. Parti boşanmaya izin vermiyordu. Çocuk olmadığı takdirde ayrılmaya teşvik ediyordu.
Katharine, uzun boylu sarışın bir kızdı. Dimdik dururdu. Hareketleri etkileyiciydi. Arkasında kocaman bir boşluk olduğu anlaşılıncaya dek, soylu olduğu söylenebilecek çarpıcı ve keskin bir yüzü vardı. Evliliğin ta en başında karısının, karşısına çıkmış en aptal, en yabani, en boş zihne sahip kişi olduğuna hükmetmişti. Muhtemelen onu, çoğu insandan daha yakın tanıyor olmasından dolayı böyleydi. Slogan olmayan tek bir düşünce yoktu o kafasında. Parti’nin yutturamayacağı tek bir budalalık da yoktu. Winston ona, “insan ses bandı” adını vermişti. Yine de tek bir şey olmasaydı onunla yaşamaya dayanabilirdi. O şey de cinsellikti.
Ona dokunur dokunmaz irkilir, kaskatı kesilirdi. Ona sarılmak, tahta bir kuklaya sarılmaktan farksızdı. Tuhaf olansa Katharine, sarılırken bile tüm gücüyle itiyor gibiydi onu. Kaslarının sertliği, böyle bir izlenime sebep oluyordu. Gözleri kapalı hâlde öylece uzanırdı. Direnmez ya da eşlik etmezdi. Sadece TESLİM olurdu. Bu fevkalade utanç vericiydi. Bir müddet sonra korkunç gelmeye başladı. Ancak bu duruma rağmen eğer bekâr kalmaya söz verselerdi, onunla yaşamaya yine tahammül edebilirdi. İşin tuhafı, bunu reddeden tarafın Katharine olmasıydı. Çocuk sahibi olmak için bunu yapmaya mecbur olduklarını söylüyordu. Böylece bu performans; imkânsız olmadığı zamanlarda her hafta, düzenli bir şekilde devam etti. Dahası akşam yapılması ve unutulmaması gereken bir şeymiş gibi sabahtan hatırlatırdı Winston’a. Katharine bu işe iki isim vermişti. Bunlardan biri, “bebek yapmak” diğeri ise “Parti’ye karşı vazifemiz” -evet, tam olarak bu ifadeyi kullanmıştı- şeklindeydi. Kısa süre sonra belirlenen gün geldiğinde, muazzam bir dehşete kapılmaya başladı Winston. Ancak şanslarına çocukları olmadı ve en sonunda Katharine denemeye çalışmaktan vazgeçti. Kısa süre sonra da ayrıldılar.
Winston sessizce iç çekti. Sonra tekrar kalemini aldı ve yazmaya başladı:
Kendini yatağa attı ve hiçbir ön sevişme olmadan olabilecek en hoyrat ve en korkunç şekilde eteğini kaldırdı.
Kendini orada, loş lamba ışığında ayakta dururken gördü Winston. Burnunda böceklerin ve ucuz parfümün kokusu, kalbindeyse Katharine’in bembeyaz vücudunun Parti’nin hipnotize edici etkisi karşısında donuşu düşüncesiyle iç içe geçmiş yenilgi ve kırgınlık vardı. Neden hep böyle olmak zorundaydı ki? Neden birkaç yılda bir yaşadığı iğrenç ilişkiler yerine, bir kız arkadaşı ya da eşi olamıyordu ki? Ama gerçek bir aşk yaşamak neredeyse düşünülemez bir hadiseydi. Tüm Parti kadınları birbirine benziyordu. Tıpkı Parti’ye olan sadakatleri gibi iffet kavramı da içlerine işlenmişti. Erken yaşlarda şartlandırma, oyunlar, Casuslar ve Gençlik Birliği’nde kafalarına kazınan saçmalıklar, dersler, yürüyüşler, şarkılar, sloganlar ve savaş şarkıları aracılığıyla yok edilmişti içlerindeki doğal his. Aklı, kendisine istisnaların olabileceğini telkin etse de kalbi buna inanmadı. Tam da Parti’nin istediği gibi onları elde etmek mümkün değildi. Sevilmekten dahi daha çok istediği şey, hayatında bir kez olsun iffet duvarını yerle bir etmekti. Başarıyla tamamlanan bir cinsellik eylemi, isyan hareketiydi. Şehvet düşüncesiydi. Bu duyguyu Katharine’de uyandırmayı başarabilse bile baştan çıkarma gibi olacaktı. Katharine kendi karısı olduğu hâlde.
Ancak hikâyenin geri kalanı yazılmalıydı. Şunları yazdı:
Lambayı yaktım. Onu ışıkta görünce…
Gaz yağı lambasının cılız ışığı, karanlık çöktükten sonra çok parlak görünüyordu. Kadını doğru düzgün ilk kez görebiliyordu. Ona doğru birkaç adım attıktan sonra, şehvet ve dehşetle durdu. Oraya gelerek aldığı riskin fazlasıyla, acı verircesine farkındaydı. Devriyelerin oradan çıkarken kendisini görmesi fazlasıyla mümkündü. Hatta o sırada kapıda bile bekliyor olabilirlerdi. Eğer yapmaya geldiği şeyi yapmadan ayrılırsa!..
Bunların yazılması, itiraf edilmesi gerekiyordu. Lambanın ışığında, aniden fark ettiği üzere kadın YAŞLIYDI. Yüzüne sürdüğü boya katmanı, o kadar kalındı ki kartondan maske misali çatlayabilirdi. Saçlarında beyazlar vardı. Ancak asıl ürkütücü olan detay, ağzı hafifçe açıldığında boşluğun karanlığı dışında hiçbir şey görülmemesiydi. Kadının hiç dişi yoktu.
Kargacık burgacık el yazısıyla şunları döktürdü:
Onu ışıkta gördüğümde yaşlı olduğunu anladım. Ama yine de devam ettim.
Bir kez daha parmaklarını göz kapaklarına bastırdı. En nihayetinde yazmıştı ama hiçbir farkı yoktu. Terapi işe yaramamıştı. Avazı çıktığı kadar küfretme isteği, hiç olmadığı kadar güçlüydü.
7
Eğer bir umut varsa… diye yazdı Winston. O umut proletarya.
Eğer bir umut varsa o umut proletaryada olmalıydı. Çünkü Parti’yi yıkabilecek güç, Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan bu insan yığınlarından gelebilirdi ancak. Parti’yi içeriden yıkmak mümkün değildi. Düşmanların -tabii eğer düşmanları varsa- bir araya gelmek şöyle dursun, birbirlerini tanıma imkânları bile yoktu. Eğer efsanevi “Kardeşlik” söylenildiği gibi var olsa bile üyelerinin iki ya da üç kişiden fazla olacak şekilde toplanabilmeleri, akılalmaz bir şeydi. Gözlerdeki bir bakış, ses tonundaki bir değişme hatta bir fısıltı dahi isyan anlamına geliyordu. Ancak işçi sınıfı, bir şekilde kendi güçlerinin farkına varabilseler komplolarla uğraşmalarına gerek yoktu. Sadece ayaklanıp silkelenmeleri gerekiyordu. Eğer isterlerse Parti’yi yarın sabaha kadar darmaduman ederlerdi. Elbette bunu yapmaları gerektiğini önünde sonunda illaki anlayacaklardı. Ama şimdilik…
Bir keresinde, kalabalık bir caddede yürürken yüzlerce kadının çığlık çığlığa bağırdıklarını duydu. Gürültü, biraz ilerideki bir ara sokaktan geliyordu. Muazzam bir öfke ve çaresizlik haykırışıydı bu. Boğuk ve yüksek sesli bir “Ah-a-a-a-ah!” şeklinde tıpkı bir çan sesinin yankılanması gibi devam ediyordu. Kalbi küt küt atmaya başladı. “İşte başladı!” diye düşündü. Bu bir isyandı. Proletarya nihayet zincirlerini kırmayı başarmıştı. Gürültünün geldiği yere ulaştığında, iki yüz ya da üç yüz kadar kadının bir sokak pazarının tezgâhları arasında gezindiğini gördü. Batan bir geminin talihsiz yolcularında olabilecek türden bir çaresizlik vardı yüzlerinde. Ancak o sırada, bu çaresizlik hâlinin yerini kavgalar almıştı. Meğer tezgâhlardan birinde teneke tavalar satılıyormuş. Adi, ince malzemeden yapılmışlardı. Ancak her türlü yemek pişirme tenceresine ulaşmak çok zordu. O sırada da beklenmeyen bir arz gerçekleşmişti belli ki. Diğerleri tarafından itilip kakılan başarılı kadınlar, aldıkları tavalarla oradan ayrılmaya çalışırken diğerleri tezgâhın etrafında feryat figan bağırıyorlardı. Tezgâhtarı, adam kayırmakla ve bir yerlerde tava depolamakla suçluyorlardı. Yeniden çığlıklar kopmaya başladı. İki şişman kadın, bir tavayı çekiştiriyor ve birbirlerinin elinden kapmaya çalışıyorlardı. İkisi de aynı anda kuvvetle çekince tavanın tutacağı kırıldı. Winston, o kadınları tiksinerek seyretti. Yine de birkaç saniyeliğine de olsa yüzlerce gırtlaktan yükselen haykırışın muazzam bir korkutuculuğu vardı. Önemli bir şey için neden böyle haykırmazlardı ki sanki?
Şunları yazdı:
Bilinçleninceye dek asla isyan etmeyecekler, ancak isyan etmedikleri sürecede bilinçlenemeyecekler.
Bu, Parti’nin ders kitaplarından fırlamış bir cümle gibi gelmişti ona. Parti, tabii ki proletaryayı esaretten kurtarmıştı. Devrim’den önce kapitalistlerin zulmü altında inim inim inliyorlardı. Aç bırakılmış, dayak yemişlerdi. Kadınlar kömür madenlerinde çalışmaya zorlanmışlardı. (Kadınlar hâlâ kömür madenlerinde çalışıyorlardı hâlbuki.) Çocuklar, altı yaşında fabrikalara satılıyorlardı. Ancak Parti, çiftdüşün yaklaşımının sonucu olarak proletaryanın tıpkı hayvanlar gibi birkaç basit kuralı hayata geçirmek suretiyle zapturapt altına alınması gereken alt bir grup olduğu iddiasındaydı. İşin aslı, proleterler hakkında bilinen çok az şey vardı. Çok bir şey bilmeye de gerek yoktu. Çok çalışmaya ve üremeye devam ettikleri müddetçe, ne yaptıklarının bir önemi yoktu. Arjantin düzlüklerindeki sürü hayvanları misali kendi hâllerine bırakılmışlardı. Onlara doğal gelen, âdeta atalarından miras aldıkları ilkel bir yaşam biçimine dönmüşlerdi. Dünyaya gelir, sefalet içinde, kenar mahallelerde büyür, on iki yaşında çalışmaya başlar, kısa süren bir güzellik ve arzulanabilirliğin ardından yirmi yaşında evlenir, otuz yaşında orta yaşlı olur ve çoğu altmış yaşında ölürdü. Ağır işçilik, ev ve çocuk bakımı, komşularla ufak tefek kavgalar, filmler, futbol, bira ve en önemlisi kumarla doluydu zihinlerinin ufku. Onları kontrol altında tutmak, hiç de zor değildi. Aralarında dolaşan birkaç Düşünce Polisi casusu, sahte dedikodular yayar ve tehlikeli olduğuna kanaat getirilen kişileri tespit edip ortadan kaldırırlardı. Ancak onlara Parti ideolojisini benimsetmek için hiçbir çaba harcanmıyordu. Proletaryanın kuvvetli politik hislere sahip olması, istenen bir şey değildi. Onlardan tek beklenen, çalışma saatleri uzatıldığında ya da payları azaltıldığında sorun çıkarmadan kabul etmelerini sağlayacak ilkel vatanperverlikti. Bir şeylerden rahatsız olsalar bile bazı genel fikirlere sahip olmadıklarından bu rahatsızlık, hiçbir sonuca varmıyordu. Bu sebepten ufak tefek hoşnutsuzluklardan fazlası olmuyordu. Daha büyük kötülükler dikkatlerinden kaçıyordu hep. Proletaryanın çoğunun evinde tele-ekran bile yoktu. Sivil polisler bile onlara pek karışmıyordu. Londra’ya büyük bir suç dalgası hâkimdi. Hırsızlar, yankesiciler, fahişeler, uyuşturucu satıcıları ve her türden dolandırıcılardan oluşan kendi içinde apayrı bir dünya vardı. Ancak tüm bunlar, proletaryanın kendi içinde olduğundan pek bir önemi yoktu. Tüm ahlaki meselelerde atalarından miras kalan yasalara göre hareket etmelerine müsaade ediliyordu. Parti’nin cinsel saflık anlayışı, onlara dayatılmıyordu. Önüne gelenle düşüp kalkmanın cezası yoktu. Boşanmalara izin veriliyordu. Öyle ki dinî inanca bile ihtiyaç duymaları ya da istemeleri hâlinde müsaade ediliyordu. Onlardan şüphe duymaya gerek bile yoktu. Parti sloganının da dediği gibi “Proleterler ve hayvanlar özgürdür.”
Winston, eğildi ve varis ülserini dikkatlice kaşımaya başladı. Yeniden kaşınmaya başlamıştı. Dönüp dolaşıp gelinen nokta, Devrim’den önce hayatın nasıl olduğu konusunda fikir sahibi olmanın imkânsızlığıydı. Bayan Parsons’dan ödünç aldığı, çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını çekmeceden çıkardı ve şu paragrafı günlüğüne geçirdi:
Eski günlerde -yazıyordu- şanlı Devrim’den önce Londra, bugün gördüğümüz güzel şehir değildi. Karanlık, kirli, sefil bir yerdi. Kimsenin doğru düzgün yiyeceği yoktu. Sayıları yüz binleri bulan yoksulların ayaklarında ayakkabıları yoktu. Altında uyuyabilecekleri bir çatıları bile yoktu. Sizin yaşlarınızda çocuklar, günde on iki saat, zalim efendileri için çalışmak zorundalardı. Bu adamlar, çocuklar yavaş çalışırsa onları döverlerdi. Yiyecek olarak sadece ekmek kırıntıları ve su verilirdi onlara. Ancak bu korkunç fakirliğin içinde, zengin adamların yaşadığı birkaç güzel ev vardı. Bu adamların kendilerine ait otuz hizmetkârı vardı. Bu adamlara kapitalist denilirdi. Şişman, çirkin, fesat yüzlü adamlardı. Diğer sayfada göreceğiniz gibi. Gördüğünüz üzere upuzun siyah bir ceket giymiş. Buna redingot adı verilir. Şömine borusu şeklinde tuhaf ve parlak bir şapkası var. Buna silindir şapka denir. İşte bu kapitalistlerin üniformasıydı ve onların dışında kimsenin bu şekilde giyinmesine müsaade edilmiyordu. Kapitalistler, dünyadaki her şeyin sahibiydi ve herkes onların kölesiydi. Tüm araziler, evler, fabrikalar ve para onlara aitti. Eğer biri onlara itaatsizlik edecek olursa hapse atılırdı ya da işi elinden alınır ve açlığa terk edilirdi. Sıradan bir insan bir kapitalistle konuştuğunda ezilip büzülür, karşısında eğilir, şapkasını çıkarır ve ona, “Efendim!” diye hitap ederdi. Baş Kapitalist’in adı Kral’dı ve…
Ancak yazının geri kalanını biliyordu. Geniş kollu kıyafetler giyen piskoposlar, kürk kaftanlar içindeki yargıçlar, boyunduruğa bağlı suçlular, ayakları bağlanan mahkûmlar, dokuz kuyruklu kırbaçlar, Belediye Başkanı’nın verdiği ziyafet yemeği, Papa’nın ayağını öpmeler… Bir de JUS PRIMAE NOCTIS[4 - Latince, ilk gece hakkı. (ç.n.)] isminde bir şey vardı ki bu muhtemelen çocuk kitabında yer almazdı. Buna göre kanun gereği her bir kapitalistin, fabrikalarında çalışan istediği kadınla birlikte olabilme hakkı vardı.
Peki bunların ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu bilmenin bir yolu var mıydı? Ortalama bir insanın, Devrim öncesine kıyasla artık daha iyi durumda olduğu iddiası doğru olabilirdi. Bunun aksine işaret eden tek delilse kendi varlığınızdaki sessiz isyandı. Yaşadığınız koşulların dayanılmaz olduğunu ve bir şeylerin başka bir zamanda farklı olduğunu hissettiren o içgüdüydü. Winston, modern yaşamın ayırt edici özelliğinin zalim ve güvensiz olması olmadığını birden fark ediverdi. Modern yaşamın en belirgin özelliği; yavanlık, renksizlik ve kayıtsızlıktı. Etrafına bakan bir kişi, yaşamın tele-ekrandan dalga dalga yayılan yalanlara benzemediğini kolayca görebilirdi. Dahası yaşam, Parti’nin ulaşmaya çalıştığı hedeflerle de alakalı değildi. Yaşamın büyük bir kısmı, bir Parti üyesi için bile tarafsız ve siyasetsiz bir alandan oluşuyordu. Yaşam, felaket işlerde çalışıp didinmek, metroda yer kapmak, yıpranmış bir çorabı onarmak, bir tanecik sakarin tableti dilenmek, bir sigara izmaritini değerlendirmek demekti. Parti’nin belirlediği ideal ise devasa, ürkütücü ve şaşaalıydı. Beton ve çelikten, dev gibi makinelerden ve korkunç silahlardan oluşan bir dünyaydı bu. Savaşçılardan ve tutuculardan oluşan bir millet, mükemmel bir birlik içinde yürüyordu ileriye doğru. Herkes aynı düşünceleri düşünüyor, aynı sloganları haykırıyor, sürekli çalışıyordu. Savaşlar, zaferler ve kıyımlar ara vermeden devam ediyordu. Hepsi aynı yüze sahip üç yüz milyon insan… Gerçek ise delik ayakkabılarla oradan oraya sürüklenen aç insanların, her zaman lahana ve pis tuvalet kokan on dokuzuncu yüzyıldan kalma derme çatma evlerde yaşadığı çürüyen, renksiz şehirlerdi. Londra gözlerinin önüne geldi. Kocaman ve harabe… Milyonlarca çöplüğün şehri… Bu imgeye bir de buruş buruş yüzü ve bir tutam saçıyla tıkanmış lavaboyla çaresiz bir şekilde cebelleşen Bayan Parsons’ın görüntüsü karıştı.
Bir kez daha eğilip ayak bileğini kaşıdı. Tele-ekranlar, o dönem yaşayan insanların elli yıl öncesine nazaran daha çok gıdaya, daha çok giysiye, daha iyi evlere, daha iyi eğlenme imkânlarına sahip olduklarını ve daha uzun yaşayıp daha az çalıştıkları, daha iyi, daha sağlıklı, daha güçlü, daha mutlu, daha akıllı, daha eğitimli olduklarını kanıtlayan istatistiklerle kulak tırmalamaya gece gündüz demeden devam ediyorlardı. Ancak bunların tek birini kanıtlamanın ya da çürütmenin bir yolu yoktu. Örneğin Parti’nin iddiasına göre yetişkin proletarya erkeklerinin yüzde kırkı okuma yazma biliyordu. Devrim’den önce bu rakam, yüzde on beşti. Başka bir Parti iddiasına göre bebek ölüm oranı, binde yüz altmıştı. Devrim’den önce ise binde üç yüz… Ve bunlar gibi bir sürü istatistik vardı. İki bilinmeyenli bir denklem gibiydi. Tarih kitaplarındaki her şeyin, tek bir kez sorgulanmadan kabul edilenler de dâhil olmak üzere hayal ürünü olması mümkündü. JUS PRIMAE NOCTIS isminde bir kanun, kapitalist isminde bir canlı ya da silindir şapka diye bilinen şeyler, belki de hiç olmamıştı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzhordzh-oruell/1984-69428137/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Bu isimlendirmede, Britanya’nın Okyanusya’nın bir hava üssü olmasına yapılan bir gönderme var. Orijinali: Airstrip One (ç.n.)
2
Yenikonuş, Okyanusya’nın resmî diliydi. Yapısı ve etimolojisi için Ek’e bakınız. (ç.n.)
3
Mutur, yunusgillerden bir tür memeli. (ç.n.)
4
Latince, ilk gece hakkı. (ç.n.)