Olesya
Aleksandr Kuprin
Olesya, Aleksandr Kuprin’in ustaca kaleme aldığı doludizgin bir aşk hikâyesidir. Eserin başkahramanı Olesya, büyükannesiyle ormanda yaşayan medeniyet görmemiş ama temiz kalpli ve iyi niyetli bir genç kızdır. Olesya’nın ayrıca geleceği görme ve büyücülük gibi aileden yadigâr olduğunu söylediği özel yetenekleri de vardır. Sevgili Olesya ömründe tek bir kez âşık olur. Fakat bu aşkın neticesini, özel büyücülük yetenekleri sayesinde görüp başına gelecek felaketlerden ötürü büyük bir korkuya kapılır. Yine de aşkını yaşamaktan kendini alıkoyamaz ve atıldığı bu aşk macerasında çok güzel şeyler yaşayacağı gibi çok kötü durumlarla da karşılaşır… Oldukça zor bir durumdayım. Ona o kadar alışmıştım ki bu alışkanlık kılcal damarlarıma kadar işlemişti. Olesya’yı her gün görmek, onun o tatlı sesini ve şen şakrak gülüşünü duymak, nazik hoş okşamalarını hissetmek benim için artık mutat ve mutlak bir gereklilik hâline gelmişti. Bazı uğursuzlukların birbirimizle buluşmamızı engellediği çok nadir günlerde ise kendimi kaybolmuş, hayattaki en değerli şeyim elimden alınmış gibi hissediyordum. Olesya dışındaki her türlü meşguliyet benim için gereksiz ve sıkıcı olmuştu. Tüm varlığımla kendimi ormana atmak, bir an önce Olesya’nın alıştığım tatlı, aydınlık ve sıcak yüzünü görmek istiyordum.
Aleksandr Kuprin
Olesya
Aleksandr İvanoviç Kuprin, Penza Valiliğinde hükûmet yetkilisi olan İvan İvanoviç Kuprin’in oğlu olarak 1870 yılında Penza’nın Narovchat kentinde doğdu. Babası Rus’tu, annesi 19. yüzyılda servetinin çoğunu kaybetmiş soylu bir Volga Tatar ailesindendi. Ayrıca Aleksandr’ın iki kız kardeşi de vardı.
Aleksandr Kuprin en çok The Duel, The Pit romanları ile Moloch, Olesya, Junior Captain Rybnikov, Emerald ve 1965’te bir film hâline getirilen Garnet Bracelet ile tanınmış; araştırma-inceleme, edebiyat, politik akımlar ve ideolojiler kategorilerinde eserler vermiş Rus yazardır.
Başlıca eserleri; Devrim Öyküleri, Gambrinus, Janeta, Janeta – Dört Sokağın Prensesi, Olesya olarak sayılabilir.
Aleksandr Kuprin, 25 Ağustos 1938’de yemek borusu kanseri nedeniyle hayata gözlerini yumdu ve vefatından iki gün sonra Leningrad'daki Volkovo mezarlığına defnedildi.
Doç. Dr. Hüseyin Polat, Arap Dili ve Edebiyatı alanında lisans eğitimini tamamladı. Arap Dili Eğitimi, Arap Edebiyatı ve Türkçenin yabancılara öğretimi konularında akademik düzeyde bilimsel çalışmalar yaptı. Türkçe, Rusça ve Arapçanın öğretimi alanlarının yanı sıra tarih konularında da birçok telif eser yazdı. Ayrıca edebiyat ve tarih alanlarında birçok Rusça ve Arapça eseri tercüme ederek Türkçeye kazandırmıştır.
Telif ve tercüme eserlerinden bazıları şunlardır:
Anadili Türkçe Olanlara Arapça Öğretimi
Anadili Türkçe Olanlara Rusça Öğretimi
Anadili Rusça Olanlara Türkçe Öğretimi
Yabancalar İçin Rusça Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri Temel Düzey (A1-A2)
Yabancılar İçin Lehçe (Polonya Dili) Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri Temel Düzey (A1-A2)
Yabancılar İçin Arapça Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri B1-B2
Mangışlak’taki Türkmenler ve Kırgızlar
Günahkâr
Kuruluşundan XII. Yüzyılın İkinci Yarısına Kadar Bağdat ve Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevz
1
Hizmetçim, aşçım ve av arkadaşım Ormancı Yarmola yakacak odunların altında eğilmiş bir şekilde girdi odaya. Odunları pat diye yere bıraktı. Üşümüş parmaklarını üflemeye başladı. Sobanın kapağının önüne çömelerek:
“Dışarıda bir rüzgâr, bir rüzgâr var beyim!.. Sobayı iyice yakmalı. İzninizle beyim, kibriti alabilir miyim?” dedi.
“Yani, yarın tavşan avına gitmeyelim mi? Ne dersin Yarmola?”
“Hayır, hayır. Mümkün değil. Dışarıdaki kasırgayı duyuyorsunuz. Tavşan yatıyordur şimdi. Ses seda yoktur. Yarın hiçbir tavşan izi göremezsiniz.”
Kader beni, altı aylığına Palesye civarındaki Volın vilayetindeki bu uzak köye atmıştı. Poles… Buradaki tek uğraşım ve eğlencem işte şu av işiydi. İtiraf etmeliyim ki bana köye gitmeyi teklif ettiklerinde burasının bu kadar dayanılmaz sıkıcı olacağını aklımın ucundan geçirmemiştim. Hatta buraya büyük bir zevkle gelmiştim. “Palesye! Doğanın koynundaki el değmemiş bakir yerler! Sıradan âdetlerin bulunduğu yer! Bakir doğa!” diye düşünüyordum buraya gelirken vagonda yol aldığım sırada. Garip gelenekleri ve göreneklere sahip yabancı olduğum insanlar! Kendilerine özgü dilleri olan insanlar! Şimdi oralarda ne kadar da çoktur şiir gibi masallar ve efsaneler! Hatta bu arada küçük bir gazetede iki katil ve bir intihar olayını anlatan küçük bir hikâye yayınlatmıştım bile. Bu nedenle teorik olarak bir yazar için gelenekleri gözlemlemenin ne kadar yararlı olacağının farkındaydım. Her şeyi olduğu gibi anlatmak ve yine anlatmak istiyordum.
Ancak maalesef Perebrod köylülerinin kendilerine has bazı özellikleri, insanlarla iletişim kurmaktan kaçınmadaki inatlarıyla karşılaştım. Ya da bu işi beceremeyen kişi bendim. Nitekim buranın sakinleriyle olan iletişimim sadece beni gördüklerinde söyledikleri selamlama ifadelerinden ibaretti. Beni gördükleri zaman, daha uzaktayken ciddi bir suratla büyük bir ihtimalle “Tanrı’nın selametiyle” anlamına gelen “Gay Bug” diyorlardı. Kendileriyle konuşmaya çalıştığımda ise ya bana şaşkın ifadelerle bakıyorlardı ya da çok basit soruları bile anlamazlıktan geliyorlardı ve ellerimi öpmek için saldırıyorlardı. Bu el öpme işi, eski bir gelenekti. Ta Polonya serfliğinden kalmıştı.
Yanımda getirmiş olduğum tüm kitapları defalarca okumuştum. Can sıkıntısından -ilk başlarda hoşuma gitmese de- yerel bürokratların temsilcileriyle tanışmayı denedim. Mesela on beş fit uzaklıktaki rahiple tanışmayı istedim. Ayrıca onun yanında yaşayan kilise piyanistiyle tanışmayı denedim. Sonra köyün emekli başçavuşuna ait olan komşu malikânenin kalem müdürüyle tanışmayı arzu ettim. Ancak nafile.
Bir süre sonra kendime bir meşguliyet bulmak için Perebrod köyünün sakinlerini tedavi işiyle uğraşmaya başladım. Kullanabileceğim kadar Hint yağı, karbolik asit, borik asit ve tentürdiyodum vardı. İlginçtir, o kadar kıt tıp bilgime rağmen bazen hastalıklara tam bir teşhis koyabilecek kadar ilerletmiştim işi. Çünkü hastalarımın hepsinin de hastalık semptomları aynıydı. Sürekli “Karnımın tam ortası ağrıyor.” ve “Hiçbir şey yiyip içemiyorum.” diyorlardı.
Mesela muayene için yaşlı bir kadın geliyor, işaret parmağıyla utanarak burnunu sildikten sonra koynundan bir çift yumurta çıkarıyordu. Yumurtaları çıkardığı anda da onun kahverengi tenini görüyordum. Yumurtaları masanın üzerine bıraktıktan sonra öpücükler kondurmak için ellerimi yakalamaya çalışıyordu. Ben ise kendisini ikna edip ellerimi saklamak için mücadele veriyordum. “Peki, peki. Tamam anneciğim. Yeter. Ben rahip değilim ki! Gerek yok.” diyordum.
“Neren ağrıyor?”
“Karnımın orta yeri ağrıyor beyim. İşte şu tam ortası. Bir şey yiyip içemiyorum.”
“Ne kadar zamandır böylesin?”
“Biliyor muyum ki.” diye cevap veriyordu benim soruma.
“Burası sürekli yanıyor. Ne bir şey yiyebiliyor ne bir şey içebiliyorum.”
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım hastalığın daha açık bir semptomunu öğrenemiyordum.
“Dert etmeyin, aldırmayın.” dedi bir defasında astsubay bana. “Onlar kendi kendilerine iyileşirler zaten. Köpeklerde olduğu gibi yaralar kendiliğinden kurur. Size şu kadarını söyleyeyim. Ben sadece nişadır kullanıyorum. Adamın birisi geliyor bana. ‘Neyin var?’ diye soruyorum. ‘Hastayım.’ diyor. Ben de o anda burnuna nişadır ispirtosu şişesini dayıyorum. ‘Kokla, kokla.’ diyorum. Kokluyor. ‘Tekrar kokla, daha çok çek içine.’ diyorum. Kokluyor. ‘Peki, şimdi rahatladın mı?’ diye soruyorum. ‘Sanki biraz daha iyi oldum.’ diye cevap veriyor. ‘Hadi, selametle git.’ diyorum.”
Aslında bu el öpme işinden iğreniyordum. Çünkü bazıları oldukları yerde ayaklarıma kapanıp var güçleriyle çizmelerimi öpmeye çalışıyorlardı. Bu davranışın altında minnettarlık duygusu söz konusu değildi. Buradaki şey, yüzlerce yıldır köleliğe ve zorbalığa maruz kalmanın getirdiği ruhlara işlemiş olan iğrenç bir alışkanlıktı. Ben sadece köyün başçavuşu ile astsubayın kalem müdürünün, kocaman kızıl patilerini mutlaka yapılması gerekiyormuş gibi bu adamların dudaklarına uzatmalarına şaşırıyordum.
İşte bu nedenle tek tesellim sadece ava çıkmak kalmıştı. Ancak ocak ayının sonunda hava öyle bir bozdu ki ava çıkmak imkânsız hâle geldi. Her gün gündüzleri korkunç bir rüzgâr esiyor, geceleri ise yerdeki karın üzerinde tavşanın hiçbir iz bırakmadan geçip gittiği kar yüzeyindeki buz tabakası oluşuyordu. Eli kolu bağlı bir şekilde evin içinde kilitlenmiş gibi oturup rüzgârın ulumasını dinlerken çok ama çok hüzünleniyordum. Belki de bu nedenle olsa gerek, bu defa büyük bir hevesle Ormancı Yarmola’ya okuma yazma dersi işi gibi masum bir işle uğraşır buldum kendimi.
Okuma yazma dersi fikri, bu arada tamamen kendiliğinden meydana gelmişti. Bir defasında mektup yazıyordum. Birden arkamda birisinin durduğunu hissettim. Kafamı çevirdiğimde bu kişinin Yar-mola olduğunu fark ettim. Yarmola, hep yaptığı gibi o yumuşak sandaletlerini giydiği için yanıma sessiz sedasız gelivermişti.
“Buyur Yarmola, bir şey mi vardı?” diye sordum.
“Şey… Nasıl yazıyorsunuz, şaşırıyorum ben. Ah ben de böyle yazabilsem! Hayır, hayır. Sizin gibi tamamen.” diye utanarak acelece söylemişti benim gülümsediğimi görünce. “Sadece adımı soyadımı yazabilsem yeter.”
“Adını soyadını yazsan ne olacak?” diye sordum şaşırarak. (Yar-mola, Perebrod’da yaşayan en fakir ve en tembel adam olarak bilinmektedir. Aldığı maaşı ve çiftçilikten gelen tüm parasını içkiye harcar. Etrafta onun öküzlerinden daha kötü bir öküz bulmak da mümkün değil. Bana kalırsa onun bu durumu göz önüne alınırsa ne okumaya ne de yazmaya ihtiyacı var.) Bu nedenle emin olmak için tekrar sordum. “Adını soyadını yazmayı neden öğrenmek istiyorsun?”
“Siz de görüyorsunuz ya efendim.” diye cevap verdi Yarmola son derece nazik bir sesle. “Köyümüzde okuma yazma bilen tek bir kişi bile yok. Bir kâğıt filan imzalamak gerekirse ya da ilçede bir işim olursa veya bunun gibi bir şey olduğunda işte yardım edecek kimsemiz yoktur. Yaşlılar sadece parmak basıyorlar. Ancak parmak bastıkları kâğıtta ne yazdığını bilmiyorlar. Eğer aramızdan birisi imza atmayı bilmiş olsa bu hepimiz için iyi olur, diye düşünüyorum.”
Bu kadar kötü bir üne sahip kaçak bir avcının, pervasız serserinin ve köy heyetinin, düşüncesini kale almadığı birisinin kendi köyünü ilgilendiren böyle bir toplumsal konuyla ilgilenmesi nedense beni duygulandırmıştı. Bu yüzden ders vermeyi kendisine bizzat ben teklif ettim. Benim için bu o kadar zor bir iş de değildi. Altı üstü onun gibi bilinçli birisine okuma yazma öğretecektim! Yarmola, kendi ormanındaki her bir patikayı, neredeyse her bir ağacı adı gibi bilen, ormanın neresinde olursa olsun gece gündüz yolunu kolayca bulabilen, o civarlardaki tüm kurtların, tavşanların ve tilkilerin izlerini bulabilen işte bu Yarmola, nedense “m” ve “a” harflerinin yan yana gelince niçin “ma” sesini oluşturduğunu anlayamıyordu. Havsalası almıyordu. Böyle basit, sıradan bir problemi çözmek için on dakika, belki daha fazla düşünüyordu. Ancak onun kara yağız sıska yüzü, düşük kara gözleri, sert kara sakalı ve pala bıyıkları zihinsel gerginliğini son derece belirgin bir şekilde ifade ediyordu.
“Hadi, şimdi söyle bakalım Yarmola, ‘ma’. Sadece ‘ma’ de yeter.” diyordum ısrarla kendisine. “Kâğıda bakma, bana bak. İşte böyle. Hadi, söyle bakalım ‘ma’ ”
Bunun üzerine Yarmola, derin bir nefes aldı. Sonra işaret çubuğunu masanın üzerine bırakıp üzgün ve emin bir sesle:
“Hayır, hayır, yapamıyorum.” dedi.
“Ne demek yapamıyorum? Çok basit bir şey bu. Sadece ‘ma’ diyeceksin. Bak işte tekrar ediyorum.”
“Hayır, hayır. Yapamıyorum efendim. Unuttum ne söyleyeceğimi.”
Bu dehşet verici anlamama inadı için uygulanan bütün yöntemler ve teknikler çökmüştü artık. Ancak Yarmola’nın aydınlamaya olan bu gayreti kırılmamıştı.
“Şu adımı soyadımı yazabilseydim bir!..” diye yalvarıyordu bana utanarak. “Başka hiçbir şey istemiyorum.”
Sonunda bu kadar zeki birisine okuma yazmayı öğretmekten vazgeçip, sadece otomatik olarak imza atmayı öğretmeye karar verdim. Bu uygulamam beni son derece şaşırttı. Çünkü bu taktik Yarmola’da çok daha etkili olmuştu. Nitekim ikinci ayın sonunda nihayet adını yazmayı, zar zor da olsa yazabilmeyi başarmıştık. Soyadını yazma işine gelince… Bu zor sorunu kökünden çözmek için soyadını yazmayı öğrenmekten tamamen vazgeçtik.
Yarmola, akşamları sobayı yakma işini bitirdikten sonra, ders için kendisini çağırmamı büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu.
“Hadi Yarmola! Başlayalım dersimize.” diyordum.
Yan yan geliyordu masanın yanına. Masaya dirseklerini yasladıktan sonra tüy kalemi, aşırı derece sertleşmekten artık bükülmeyen parmaklarının arasına alıyordu. Daha sonra da kaşlarını yukarı doğru kaldırıp bana meraklı gözlerle bakıyordu.
“Yazmaya başlayayım mı?”
“Başla.”
Yarmola kendinden emin bir şekilde ilk harf olan “П” harfini çizmeye başlıyordu. (Bu harfe şöyle bir ad koymuştuk: İki dik direk ve üstlerine bir çapraz direk.) Sonra bana meraklı gözlerle bakıyordu.
“Ne oldu? Neden yazmıyorsun? Unuttun mu?”
“Unuttum.” diyordu kızgın bir şekilde sallayarak başını Yarmola.
“Ne adamsın be Yarmola! Hadi koy oraya bir tekerlek.”
“Haa! Tekerlek, tekerlek tabii! Evet, anladım, anladım.” diyerek canlanıyordu Yarmola. Sonra büyük bir gayretle yukarı doğru uzatılmış simgeyi çizmeye çalışıyordu kâğıda. Gerçi çizdiği harf, daha çok Hazar Denizi’ni andırıyordu. Bu zor işi bitirdikten sonra da bir süre kafasını bir sağa bir sola çevirerek ve gözlerini şaşılaştırarak çizdiği harfe hayranlıkla bakıp, başarısının tadını çıkarıyordu.
“Neden durdun? Hadi devam etsene.”
“Biraz vakit verin efendi. Başlıyorum hemen şimdi.”
İki dakika kadar düşündükten sonra başlıyordu sormaya, çekingen bir ses tonuyla:
“Aynı şu birincisi gibi değil mi?”
“Aynen. Yaz, yaz.”
İşte böyle böyle, sonunda son harfimiz olan “K” harfine kadar geldik. (Sertleştirme ünlüsünü öğrenmeyi ders programımızdan çıkardık.) “K” harfini dik bir çubuk ve kuyruklarını yan tarafa eğen iki çubuk olarak simgelemiştik.
“Ne dersiniz beyim?..” diye söze başladı Yarmola ödevini yapıp, bitirip başarısına büyük bir gururla baktıktan sonra. “Sizce eğer beş altı ay daha ders çalışma imkânım olsaydı bütün harfleri çok iyi öğrenirdim herhâlde, değil mi?”
2
Yarmola, sobadaki kömürü karıştırarak sobanın kapağının yanına dizlerinin üzerine çömeldi. Bense yaşadığım odanın içinde çapraz bir şekilde volta atıp duruyordum. On iki odalı devasa binanın sadece eski bir divanıydı meşgul ettiğim yer. Diğer odalar kilitliydi. Bu kilitli odalarda ise büyük bir gururla küflenmekte olan Damasko (Golden Tile) mobilyaları, garip bronzlar ve on sekizinci yüzyıldan kalma portreler bulunmaktaydı.
Duvarların dışındaki rüzgâr, yaşlı çıplak bir şeytan gibi çıldırıyordu. Rüzgâr kükredikçe iğrenç kahkaha, ciyaklama ve homurdanma sesleri duyuluyordu. Akşama doğru kar fırtınası daha da şiddetlenmişti. Dışarıda birileri büyük bir kızgınlıkla pencerenin camına bir avuç sert kartopu atıyordu. Yakınlardaki orman da durmadan kindar ve fena bir tehditle homurdanıp uğulduyordu.
Rüzgâr boş odalara, sobanın ulamakta olan borularına ve zangır zangır titreyen yarı harabe hâldeki evin içlerine saldırıyordu. Dökülmeye yüz tutmuş olan bu ev, birden gayriihtiyari bir endişeyle duyduğum garip seslerle canlanıveriyordu. İşte şimdi de beyaz renkteki salonun içlerine üflüyordu kesik kesik derin ve hüzünlü bir şekilde. insanların ağır ve sessiz adımlarının altında kalarak, çoktan çürümüş olan döşeme tahtaları hareketlenerek gıcırdıyordu. Sanki odamın yan tarafındaki koridorda birisi, dikkatli ve ısrarlı bir şekilde kapının koluna basıyor, sonra da kızarak birden evin dört bir yanına koşuşturuyor gibime geliyordu. Bütün kapıları ve panjurları delice sallayarak ya da boruların içine girip kâh acıklı bir şekilde sızlanarak, insanın canını sıkacak ve aralıksız bir şekilde, acıklı, cırtlak ve en tiz sesiyle en yukarılara çıkıyor; kâh bir hayvan hırlamasıyla aşağılara iniyordu. Odama nereden düştüğünü sadece Allah’ın bildiği bu feci misafir, bazen de aniden bastıran bir soğuklukla sırtımda geziniyor ya da yeşil kâğıtla kaplı abajurun içinde yanmakta olan lambanın alevlerini dalgalandırıyordu.
Sonunda tuhaf ve belirsiz bir tedirginlik kapladı içimi. Fırtınalı bir gecede rüzgârların oluşturduğu kar yığınları ve ormanın içinde kaybolmuş, şehir hayatından, toplumdan, kadın kahkahasından ve insan seslerinden uzakta, ücra bir köyün ortasındaki köhne bir evde tek başıma olduğumu düşünmeye başladım kendi kendime… Ve bu fırtınalı gecede ölüm gelip kapımı çalana kadar onlarca yıl sürüp, uzadıkça uzayacakmış, dışarıdaki rüzgâr durmadan kükreyecekmiş, yoksul yeşili abajurun içindeki lamba silik bir şekilde yanıp duracakmış, odamda endişe içinde volta atıp duracakmışım gibi gelmeye başladı. Bana yabancı bir yaratık olan suskun ve dalgın Yarmola ise yiyecek yemeği bulunmayan evindeki ailesine, ortalığı darmadağın eden fırtınaya, beni yiyip bitiren adı konmamış can sıkıntıma, yani dünyadaki her şeye karşı vurdumduymazlığını koruyacaktı sanki. Muhtemelen sobanın yanında, yine aynı şekilde oturup duracaktı.
Birden içimden bu eziyete dönüşen sessizliği bir insan sesiyle yırtmak geldi ve şöyle sordum:
“Sence nereden çıktı bugün bu rüzgâr Yarmola?”
“Rüzgâr mı?” diye sordu Yarmola zar zor kaldırarak başını. “Beyim yoksa bilmiyor mu?”
“Bilmiyorum tabii ki! Nereden bileyim?”
“Sahiden bilmiyor musunuz?” diyerek canlandı birden Yarmola. “Öyleyse size söyleyeyim nedenini.” dedi gizemli bir ses tonuyla. “Söyleyeyim size: İşte bütün bunları başımıza dolayan şu cadı, eğlenen cadı!”
“Cadı mı, yani büyücü mü demek istiyorsun?”
“Evet, evet büyücü.”
Açgözlü bir şekilde saldırdım Yarmola’ya. “Neden bilmeliyim?” diye düşünmüştüm kendi kendime. “Onun ağzının içinden vampirlerin, gömülü hazinelerin olduğu büyücülükle ilgili ilginç bir hikâye alabilir miyim?” diye düşünüyordum.
“Peki, söyle bakalım. Sizin buralarda, Palesye’de var mıdır cadılar?” diye sordum.
“Bilmem ki… Belki de vardır.” dedi Yarmola yine eski vurdumduymaz edasıyla eğilerek sobaya doğru. “Yaşlıların dediklerine göre bir zamanlar varmış böyle şeyler… Belki de doğru değildir söyledikleri…”
Birden hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü Yarmola’nın karakteristik özelliği, konuşmamakta ısrarcı olmasıydı. Bu nedenle bu ilginç konu hakkında, ondan bir şey çıkaramayacağımı anlamıştım. Ancak Yarmola beni şaşırtarak birden konuşmaya başladı alelade bir şekilde. Sanki benimle konuşmuyor, uğuldayan sobayla konuşuyordu:
“Bundan yaklaşık beş yıl önce filan buralarda bir cadı vardı. Ancak köyün gençleri kovdular onu köyden.”
“Nereye kovdular onu gençler?”
“Nereye mi? Tabii ki ormana! Başka nereye olacak? O lanetli fıçısından bir yontuk bile kalmasın diye köydeki ahşap evini de yıkıp darmadağın ettiler. Kendisini de yaka paça edip kovdular.”
“Neden? Ne yapmıştı ki?”
“Çok zarar veriyordu bize. Herkesle kavga ediyordu. Ahşap evinin altına iksir döküyordu. Örme büyüsü yapıyordu… Bir defasında bir gencimizden bir zlot -on beş kapeyk- istemişti. Genç de kendisine şöyle demişti:
‘Param yok benim. Rahat bırak beni.’
‘Peki, tamam.’ demişti o da. ‘Görürsün sen bana para vermemenin ne demek olduğunu…’ Peki, sonra ne oldu dersiniz beyim? O günden itibaren bu gencin çocukları kendilerini hastalıktan alamaz oldular. Sürekli hasta olup duruyorlardı. Sonunda da öldüler. İşte bundan sonra gençler, cadıyı kovdular. Kör olasıca gözleri!”
“Tabii ki! Peki, şimdi nerelerdedir bu cadı?” diye sormaya devam ettim büyük bir merakla.
“Cadı mı?” diye sordu Yarmola o kendine özgü yavaş sesiyle. “Nereden bileyim ben…”
“Peki, köyde ondan geriye hiçbir yakını da mı kalmadı?”
“Hayır, kalmadı. Zaten yabancı birisiydi. Ne vahşi bir kasaptı ne de Çingene’ydi… Köyümüze gelip yerleştiğinde ben henüz küçücük bir oğlandım. Ha, yanında bir de kız vardı. Ya kızıydı ya da torunu. Her ikisini de kovdular.”
“Peki, artık onun yanına gidip gelen yok mu? Mesela fal baktırmak ya da büyü yaptırmak için filan…”
“Kadınlar koşuyorlar yanına.” diyerek küçümseyerek kaçırdı ağzından Yarmola.
“Ya, öyle demek! Demek ki hâlâ meşhur birisi. Peki, nerede yaşıyor tam olarak?”
“Bilmiyorum… Milletin söylediğine göre Bisov Kut taraflarında bir yerde yaşıyormuş. Biliyorsunuz, İrinovski Yolu’nun arkasında kalan şu bataklık. İşte bu bataklıkta ikamet ediyormuş kancık.”
“Cadı benim evden sadece yirmi otuz fit uzaklıkta yaşıyormuş… Üstelik gerçek, canlı bir cadı. Palesye cadısı!” Aklıma gelen bu fikir, birden ilgimi çekti ve heyecanlandırdı beni.
“Bak hele Yarmola!” diye yöneldim ormancıya. “Bununla, bu cadıyla nasıl tanışabilirim sence?”
“Tuu!” diye tükürdü Yarmola kızarak. “Bir bu hayırsever eksikti!”
“İstesen de istemesen de bu cadının yanına gideceğim mutlaka. Şu havalar biraz ısınır ısınmaz gideceğim oraya. Tabii sen de bana yolu göstereceksin, değil mi?”
Bu son sözüm, Yarmola’ya o kadar etki etmişti ki yerinden fırladı.
“Ben mi?” diye haykırdı kızarak. “Hayır, hayır asla! Ne olursa olsun gitmem.”
“Yok canım, saçmalama. Gideceksin.”
“Hayır beyim. Gitmeyeceğim. Neye mal olursa olsun gidemem. Ben oraya gideceğim ha?” diye haykırdı yeni bir şaşkınlığa kapılarak. “Cadının kümesine gideceğim ha? Tanrı canımı alsa bile gitmem. Size de tavsiye etmem hiç beyim.”
“Sen bilirsin… Ben yine de gideceğim. Cadıyı görmek benim için çok ilginç olacaktır.”
“İlginç bir şey yoktur bu işte.” diye homurdandı Yarmola var gücüyle vurup kapatarak sobanın kapağını.
Bir saat sonra çayımızı içtik. Semaveri kapının sundurmasına koyup evine gidecekken kendisine şöyle sordum:
“Şu cadının adı neydi?”
“Manuyliha.” dedi Yarmola kaba ve kasvetli bir ifadeyle.
Yarmola aslında kendi hislerini hiçbir zaman belli etmiyordu. Ancak beni çok sevdiğini biliyordum. Birlikte ava gittiğimiz için seviyordu. Kendisiyle yalın bir şekilde konuştuğum için seviyordu. Onun sürekli aç olan ailesi için kendisine ara sıra yardım ettiğim için seviyordu. Hepsinden de önemlisi kendisine ayyaş muamelesi yapılmasına katlanamayan Yarmola’yı bu yüzden suçlamayan yeryüzündeki tek kişi ben olduğum içindi. Bu nedenle benim cadıyla tanışmadaki kararlılığım, onun moralini altüst etmişti. İşte bu kızgınlığını da evin sundurmasına çıkarken burnunu daha hızlı çekmesiyle ve tüm gücüyle köpeğin, Riyabçik’in böğrünü tekmeleyerek ifade ediyordu. Riyabçik çaresiz bir çığlık atıp kenara çekildi. Ancak hiç sızlanmadan hemen Yarmola’nın peşine takıldı.
3
Yaklaşık üç gün sonra hava ısındı. Bir sabah erkenden Yarmola odama girip şöyle dedi dilinin ucuyla:
“Silahları temizlemek lazım beyim.”
“Hayırdır?” diye sordum kendisine gerinerek yorganın altında.
“Geceleyin ortalıkta çok tavşan gezinmiştir muhtemelen. Şimdi çok iz vardır etrafta. Ne dersiniz, gidelim mi Panovka köyüne?”
Gördüğüm kadarıyla Yarmola, ormana gitmek için can atıyordu. Ancak bu tutku dolu isteğini sahte kayıtsızlığıyla gizlemeye çalışıyordu. Gerçekten de bir de baktım ki barut gazlarının aşındırdığı namlu demiri, birkaç teneke yamayla süslenmiş olsa da hiçbir su çulluğunun kendisinden kurtulamadığı teklisi masanın üzerinde duruyordu bile.
Ormana girer girmez rast geldik tavşan izine. Yan yana iki iz, arka tarafta arka arkaya iki iz. Demek ki tavşan yola çıkmış, iki yüz sajen -dört yüz otuz metre kadar- gittikten sonra yoldan devasa bir sıçrayışla atlayarak genç çam ormanına girmiş.
“Evet, şimdi onun etrafından dolaşacağız.” dedi Yarmola. Şöyle bir görseydi, bir atışta yere yatırırdı onu. “Beyim, siz devam edin gitmeye…” Yarmola daha sonra sadece kendisinin bildiği beni göndereceği yeri düşünmeye başladı. “Siz eski hana varıncaya kadar gidin. Ben ise Zamlın’ın etrafından onun önünü kesmeye çalışacağım. Köpek onu kovmaya başlar başlamaz, karga gibi gaklayıp haber veririm size.”
Ve bundan sonra tamamen kayboldu Yarmola. Gür çalılığın içinde sanki yer yarılmış, yerin içine girmişti. Etrafımı dinlemeye başladım. Ancak bu kaçak avcının hareketine dair hiçbir ses duyamadım. Ayağındaki hasır postallarıyla basarak kırdığı hiçbir dal sesi de duyulmuyordu.
Yavaş adımlarla ilerleyerek yani eski hana, içinde kimsenin yaşamadığı şu virane ahşap eve ulaştım. Sonra ormanın kenarında, sadece bedeni kalmış ulu ve çıplak bir çam ağacının altında beklemeye başladım. Kışın rüzgârsız bir gününde, ormanları kaplayan bir sessizlik vardı her tarafta. Ağaçların dallarına yapışan katı kar topakları, onları aşağı doğru sarkıtıyordu. Bu da çam ağaçlarına bayram sevincini andıran o harika yılbaşı ağacı görüntüsünün yanı sıra soğuk bir hava veriyordu. Bir süre sonra ağaçların üst dallarından birisi çıtırdayarak kırılıyordu. Kırılan dalın diğer dallara vura vura düşme sesi ise çok net bir şekilde duyuluyordu. Kar, güneşi görünce pembeleşiyor, gölgede kalınca da mavileşiyordu. İçimi büyüleyici ve soğuk bir sessizlik kaplamaya başlamıştı. O anı yaşadığım zamanın, ne kadar yavaş ve sessiz bir şekilde akıp gittiğini düşünüyorum.
Ancak birden uzaklarda, çok uzaklarda Riyabçik’in havlama sesini duydum. Bu ses vahşi bir hayvanı arayan karakteristik ince, boğuk ve kızgın, cıyaklamaya kadar varan bir köpek havlamasıydı. İşte aynı anda Yarmola’nın, köpeğin peşinden sert ve bağıran sesini de duymaya başladım: “Hadi, ööldür, ööldür onu.” Kelimenin ilk hecesi uzun tiz ve falsoluydu. İkinci hecesi ise dalgalı bas notasıylaydı. (Bu Palesye avcılığına ait olan çığlık fiilinin “ubivat” fiilinden türemiş olduğunu, ben çok daha sonraları fark etmiştim.)
Bana öyle geliyordu ki uluma sesinin geldiği tarafa bakıldığında, köpek benim sol tarafımdan koşuşturuyordu. Ben de av hayvanını yakalayabilmek için alelacele bir şekilde tarlanın içinden geçtim. Ancak henüz yirmi adım atmışken kütüğün arkasından kocaman bir gri tavşan fırladı. Sanki hiç acelesi yok gibiydi. Uzun kulaklarını arkaya yaslayarak, kesik ve yüksek sıçrayışlarla yolun karşısına geçip büyümekte olan ormanın içinden kayboldu. Riyabçik ise hemen peşinden fırladı. Beni görünce de kuyruğunu sallamaya başladı. Dişleriyle yerdeki kardan çabucak biraz ısırık aldıktan sonra tekrar başladı tavşanı kovalamaya.
Yarmola birden sessizce çıktı çalıların gerisinden.
“Beyim, hayırdır kesemediniz mi yolunu?” diye seslendi diliyle “çı, çı, çı” yaparak.
“Uzaktaydım çünkü… Yaklaşık iki yüz adım uzaktaydım.”
“Neyse, sorun değil. Elimizden kaçamaz o! Siz, İrinov yoluna çıkın. Tavşan şimdi oraya gelecektir.”
Ben İrinov yoluna doğru gitmeye başladım. Gerçekten de iki dakika sonra filan bir de duydum ki köpek yine koşuşturuyor yakınlarımda bir yerde. Kendimi kaptırdığım avcı heyecanıyla ve elimde ateş etmeye hazır tuttuğum tüfekle dalları kıra kıra, sert darbelerine aldırış etmeden gür çalılığın içine doğru koşmaya başladım. O kadar çok koşmuştum ki nefes nefese kalmıştım. Tam bu sırada köpeğin havlama sesleri kesilmişti. Sessizce ilerlemeye devam ettim. Şöyle dümdüz gidersem İrinov yolunda Yarmola’yla mutlaka karşılaşırım sanıyordum. Ancak çok geçmeden anladım ki çalıları ve kütükleri eğe eğe koşarken yolu hiç aklıma getirmemiş ve kaybolmuştum. Yarmola’yı çağırmaya başladım. Ancak cevap vermiyordu.
Bu sırada gayriihtiyari olarak ileri doğru gittikçe gidiyordum. Ormanlık alan seyrekleşiyor, zemin yumuşuyor ve topak topak olmaya başlıyordu. Ayağımı bastığım izlerim hemencecik kararıyor ve içlerine su doluyordu. Hatta birkaç defa dizlerime kadar batmıştım. Bu nedenle yumuşak bir halıyı andıran yoğun yosunların kapladığı tümseklerin üzerinden atlaya atlaya gitmek zorunda kalıyordum.
Bir süre sonra çalılık tamamen bitti. Şimdi karşımda kefenin altından başlarını çıkarmakta olan seyrek tümseklerin bulunduğu karla kaplı, büyük ve yuvarlak bir bataklık vardı. Bataklığın tam karşısında, ağaçların arasında ise bir ahşap evin beyaz duvarları göz kırpıyordu. “Herhâlde İrinov Ormanı’nın bekçisinin evidir.” diye düşünmüştüm. “En iyisi şu kulübeye gidip yolu sorayım.”
Ancak ahşap eve kadar gitmek o kadar da kolay değildi. Çünkü bataklığa her dakika daha çok sıkışıyordum. Çizmelerim su geçirmeye başlamıştı. Her adım atışımda yüksek sesle vıcık vıcık ediyorlardı. Sonunda dayanılmaz bir hâl aldılar. Ben de onları çıkarıp elime aldım.
Nihayet bu bataklığı geçmeyi başarabilmiştim. Küçük bir tepeye çıkmıştım. Artık ahşap evi daha iyi seçebiliyordum. Bu sıradan bir ahşap ev değildi. Masallarda geçen tavuk ayakları üzerinde duran cadı kulübesiydi. Nitekim kulübenin taban kısmının yerle teması yoktu. Büyük bir ihtimalle ilkbaharda tüm İrinov Ormanı’nı kaplayan taşkınlar ve seller dikkate alınarak kazıklar üzerine inşa edilmişti. Ancak zamanla evin bir tarafı çökmüştü. Bu durum da kulübeye ayağı aksak ve kasvetli bir görüntü veriyordu. Pencerelerinde cam yoktu. Camların yerinde dışarıdan kambur şeklinde şişmiş olan pasaklı paçavralar vardı.
Sürgüye basıp kapıyı açtım. Ahşap evin içerisi çok karanlıktı. Zaten uzun süre kara baktığım için gözlerimin önünde mor daireler uçuşuyordu. Bu nedenle ahşap evde kimse olup olmadığını uzun süre seçememiştim.
“Ey ahali! Kimse yok mu evde?” diye sordum yüksek sesle.
Sobanın yanında bir şeyler kımıldıyordu. Daha da yakına gidince yerde oturmakta olan yaşlı bir kadını gördüm. Yaşlı kadının önünde ise kocaman bir yığın tavuk tüyü vardı. Yaşlı kadın, her bir tüyü tek tek alıyor ve yumuşak tüylü kısmını sıyırıp sepete, sert kıkırdak kısmını ise yere atıyordu.
“Evet, İrinov Cadısı Manuyliha işte bu.” diye bir şimşek çaktı kafamda biraz daha dikkatlice bakınca yaşlı kadına. Bu cadı; halk destanlarının anlattığı, tarif ettiği, pis cadının karakteristik özelliklerini taşımaktaydı çehresinde. İçe çökmüş sıska yanaklar; aşağı doğru sallanan uzun, sivri, sarkık çene; aşağı doğru asılı duran burun; bir şeyler çiğniyor gibi durmadan hareket eden içine batmış dişsiz bir ağız; ara sıra parlayarak benzeri görülmemiş uğursuz kuşların gözleri gibi bakan oldukça kısa, soğuk, yuvarlak, kırmızı kaşlı mavi şişkin gözler.
“Selam büyükanne!” dedim mümkün olan en nazik bir ifadeyle. “Manuyliha sensin değil mi?”
Soruma cevap olarak, yaşlı kadının göğsü hırıldayıp gürledi. Sonra da o dişsiz ıslak ağzından, bazen yaşlı karganın boğulurcasına çıkarmış olduğu gaklama sesine benzeyen bazen de kesilmekte olan güçlü bir çıbana dönüşen tuhaf sesler çıkmaya başladı.
“İyi niyetli insanlar önceleri bana sanırım Manuyliha diyorlardı… Ancak şimdilerde ördek diye onurlandırıyorlar.” Rutin işini yapmaya ara vermeyerek düşmanca bir tavırla “Bir şey mi istemiştin?” diye sordu.
“Kayboldum da büyükanneciğim. İçecek süt var mı sende acaba?”
“Süt müt yok!” dedi yaşlı kadın öfkeyle keserek sözümü. “Sizin gibiler çoktur ormanda gezinen… Herkese süt yetiştiremezsin, herkesi doyuramazsın ki!”
“Yapma be anneciğim. Hiç de şefkatli karşılamıyorsun misafiri.”
“Haklısın, anneciğim. Hiç de şefkatli karşılamıyorum sizi. Maalesef sizin için özel turşu yedeklemiyoruz. Yorulduysan eğer, otur şuraya. Seni bu ahşap evden kimse kovmaz merak etme. Biliyor musun bir atasözümüz şöyle der: ‘Oturmaya, düğünümüzde oynamaya gelin bizim höyüğümüze, yemek işini ise birlikte düşünelim.’ İşte böyle anneciğim.”
Bu deyiş, beni bir defa daha inandırdı ki yaşlı kadın gerçekten de bu dünyanın yabancısı. Çünkü buranın halkı, kuzeyli gevezelerin ukala bir şekilde söyledikleri ifadelerdeki bu keskin ve beliğ anlamları kavrayamazlar. Bu arada yaşlı kadın otomatiğe bağladığı işine devam ederken bir yandan da kendi kendine belli belirsiz, zar zor duyulan bir şeyler geveliyordu. Ben ise birbiriyle ilişki kuramadığım, sadece son söylediği sözleri yakalayabiliyordum. “Manuyliha Teyze dediğin işte böyle… Ne olduğum bile belli değil… Gençlik günlerim gideli çok oldu… Ayaklarını sürte sürte giden, tam bir saksağan gibi vır vır konuşan yaşlı bir karıyım ben artık.”
Bir süre sessizce dinledikten sonra, aniden karşımdakinin çıldırmış bir kadın olduğunu düşünmeye başladım. Bu da bende derin bir korku hissi uyandırdı.
Her şeye rağmen etrafa göz atma imkânım oldu. Kulübenin büyük bir bölümünü dökülmekte olan ocak kaplıyordu. Ön köşede hiçbir eşya yoktu. Duvarlarda ise mor köpekli, yeşil bıyıklı sıradan avcılarının ve kimsenin tanımadığı general portrelerinin üzerine kuru ot demetleri, buruşuk kök bağları ve kap kacak asılıydı. Burada ne bir baykuş ne de bir kara kedi çarptı gözüme. Ancak ocağın üzerinden iri yarı iki adet benekli sığırcık, şaşkın ve kuşkulu bir şekilde bakıp duruyordu bana.
“Büyükanneciğim, en azından içecek suyunuz da mı bulunmaz sizin?” diye sordum sesimi biraz yükselterek.
“Bak işte şurada leğende.” dedi yaşlı kadın kafasını sallayarak.
Su, pas tutmuş bataklığı andırmaktaydı. Yaşlı kadına teşekkür ettikten sonra -ki bu teşekkürüme aldırış bile etmemişti- kendisine ana yola nasıl gideceğimi sordum.
Yaşlı kadın, birden kafasını kaldırıp cansız tavuk gözleriyle dikkatlice süzmeye başladı beni. Sonra çabucak homurdandı:
“Hadi, hadi yoluna git! Aferin, aferin sana. Buralarda oyalanma. Misafir, davet edildiğinde değerlidir… Hadi git, git babacığım.”
Bu sözlerden sonra gerçekten de gitmekten başka yapacak bir şeyim kalmadığını hissediyordum. Ancak bu kaba yaşlı kadını birazcık olsun yumuşatabilmek için birden aklıma son silahımı kullanmak geldi. Cebimden gıcır gıcır bir çeyreklik çıkarıp Manuyliha’ya uzattım. Yanılmadım da hani. Çünkü yaşlı kadın parayı görür görmez canlandı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Düğüm düğüm olmuş titrek parmaklı, kambur elini parayı almak için uzattı.
“Hayıır, hayıır. Öyle kolay değil Manuyliha anneciğim! Öylesine vermem sana.” dedim parayı saklayıp kızdırarak. “Hadi bir falıma bak bakayım!”
Cadının kırışık kahverengi suratı buruşuvermişti. Sanırım falıma bakıp bakmama konusunda biraz kararsız kalmıştı. Gözlerini de parayı sakladığım yumruğumdan alamıyordu. Ancak para hırsı galip geldi.
“Hadi, gel gel. Öyleyse gel şuraya.” dedi mırıldanarak oturduğu yerden zar zor kalkıp. “Aslında artık kimseye fal açmıyorum canım benim. Unutmuşum fal açmayı çoktandır… Yaşlandım, yaşlandım. Gözler görmüyor ki… Ancak senin hatırını kırmak olmaz.”
Duvarlara tutuna tutuna, kamburlaşmış bedenini her adımda titrete titrete masaya yaklaştı. Zamana yenik düşerek, sararıp şişmiş olan kâğıt destesini çıkardı. Kâğıt destesini karıştırdıktan sonra önüme doğru açtı.
“Çek şuradan bir kart sol elinle. Çek bakayım… Tüm samimiyetinle çek.”
Yaşlı kadın, parmaklarını tükürükledikten sonra alacağı paranın karşılığını vermek için çabalamaya başladı. Sanki keçeleşmiş hamurdan yapılmış gibi olan kâğıtlar, masaya öyle bir sesle düşüyordu ki sekiz köşeli yıldız şeklini alıyordu. Son kâğıt ters bir şekilde düşüp, papazın üzerini kapatınca Manuyliha elini uzatıp:
“Parayı görelim, beyim… Mutluluklar senin olacak, zenginlik seni bulacak…” dedi şakırdayarak tipik dilenci Çingene sesi tonuyla.
Hazırlamış olduğum parayı uzattım kendisine. Yaşlı kadın, maymun hızıyla kavradığı parayı ağzının içine alarak yanaklarının arasında kaybetti.
“Uzun bir yolculuktan sonra kısmetin açılacak.” diye başladı konuşmaya bilindik tekerlemeyle. “Kare kızı, resmî bir kurumda önemli bir görüşme yapacaksın demektir. Sinek papazı, yakında beklenmedik bir haber alacağına işarettir. Başın biraz ağrıyacak ancak sonunda yine yüklü miktarda para geçecek eline. Büyük bir arkadaş grubuna katılacak, sarhoş bir hayat yaşayacaksın… Bu sarhoşluk berduşluk derecesinde olmasa da hatırı sarılır derecede içki müptelası olacaksın. Çok uzun bir ömür süreceksin, eğer altmış yaşına geldiğinde ölümle karşılaşmazsan tabii…”
Yaşlı kadın birden duraksadı. Kafasını kaldırıp sanki bir şey dinliyormuş gibi kulak kabartmaya başladı. Kendisiyle birlikte ben de kulak kesildim. Bir kadın sesi; tiz, güçlü ve enerjik bir şekilde şarkı söyleyen bir kadın sesi yaklaşıyordu ahşap eve:
Bir açıyor, çiçek bir açmıyor
Eğiliyor, ahududu dalı eğiliyor
Ne gerçek ne rüya bu
Eğiliyor, başım eğiliyor.
“Tamam, yeter bu kadar. Git hadi git artık.” Endişeli bir şekilde koşuşturmaya başladı yaşlı kadın, eliyle itip uzaklaştırarak beni masadan. “Fazla oyalandın bu yabancı evde. Git hadi yoluna…”
Yaşlı kadın paltomun kolundan tutup beni ahşap evin kapısına kadar götürüyordu sürüklercesine. Yüzünü vahşi bir endişe kaplamıştı.
Şarkı söylemekte olan o ses, birden ahşap evin dibindeymişçesine gelmeye başladı. Kapının demir mandalı gürültülü bir şekilde çatırdadı. Birden ardına kadar açılan kapıdan giren ışıkta, etrafına gülücükler dağıtan babayiğit bir kız görünmeye başladı. İçinden kırmızı boyunlu ve pırıl pırıl parlayan gözleri olan, küçücük üç başın uzandığı çizgili önlüğünü iki eliyle sıkı bir şekilde tutuyordu.
“Baksana büyükanneciğim. Gene takıldılar peşime şu ispinoz kuşları.” diye haykırdı gülerek yüksek sesle. “Ne kadar da komikler… Karınları da aç hani. Aksilik, yanımda onlara verecek ekmek de yoktu.”
Ancak bu genç kız beni görür görmez sustu ve yanakları al al oldu. Yağlı kara kaşları mutsuz bir şekilde hareket etmeye başladı. Gözleri ise soru soran ifadelerle yaşlı kadına yöneldi.
“Geçerken uğramış şu bey… Yolu bulmaya çalışıyormuş.” diye açıklık getirdi yaşlı kadın duruma. “Hadi, babacığım hadi.” dedi kararsız bir şekilde, dönerek bana doğru. “Biraz daha beklersen akşama kalıp üşürsün yoksa. Suyunu içtin, laklak yaptın, artık haddini de bilmelisin. Sana yârenlik yapacak değiliz…”
“Bir dakika güzelim.” dedim genç kıza. “Gösteriver bana İrinov yolunu lütfen. Yoksa yüzlerce yıl harcasam da sizin bu bataklığınızdan çıkamayacağım bir türlü.”
Yalvarırcasına söylediğim bu sözler, genç kızı etkileyerek yumuşatmış olacak ki ispinoz kuşlarını ocağın üzerine, sığırcık kuşlarının yanına dikkatlice yerleştirdikten sonra çıkarmış olduğu abasını tezgâhın yanına bırakıp sessizce çıktı ahşap evden.
Ben de peşine takıldım.
“Bu kuşların hepsi de evcil mi?” diye sordum genç kıza arkasından yakalamaya çalışırken.
“Evcil, evcil.” diye kesik kesik cevap verdi yüzüme dahi bakmadan. “İşte, bakın.” dedi çitin yanına gelince durarak. “İşte orada, çamların arasında gözüken yolu görüyor musunuz? Görüyor musunuz?”
“Görüyorum, görüyorum…”
“İşte bu yoldan dosdoğru gidin. Meşe kütüğüne kadar devam edin. Oraya gelince sola dönün. Sonra orman boyunca dümdüz gitmeye devam edin. İrinov yolu karşınıza çıkacaktır.”
Genç kız bana yolu göstererek, tarif etmek için kolunu uzattığında gayriihtiyari olarak kendisine bakıp durmuştum. Alın kısımlarının üst tarafından, çenelerinin alt kısımlarına kadar olan kısımları çirkin bir eşarpla kapatan ve hepsinin yüzünde de aynı korkunç ifade olan yerli kızlara hiç mi hiç benzemiyordu. Henüz tanışamadığım bu genç kız; yirmi yirmi beş yaşlarında, uzun, esmer güzeli bir kızdı. Zayıf ve düzgün bir fiziğe sahipti. Geniş beyaz gömlek, rahat ve güzel bir şekilde sarmıştı genç ve diri göğsünü. Yüzünde doğal bir güzellik vardı. Kendisini bir defa gören, bir daha unutamazdı. Ancak ona hemencecik alışmak da kolay değildi. Onu tasvir etmek bile zordu. Her şeyin sırrı ise gözlere kurnazlık, saflık ve baskın karakter veren ve üst kısmında ortasından ikiye kırılmış olan kaşların bulunduğu çakmak çakmak parlayan şu kocaman kara gözlerde, koyu pembe ciltli dudakların bilerek eğilmiş olan kıvrımlarında saklıydı. Dudaklarının alt kısmı biraz daha dolgun ve dışa doğru çıkıktı. Bu da kendisine kararlı ve kaprisli bir görünüm veriyordu.
“Bu ıssız yerde tek başınıza yaşamaktan korkmuyor musunuz, acaba?” diye sordum, çite yaklaşınca.
Genç kız aldırış etmeden salladı omuzlarını.
“Neden korkacakmışız? Kurtlar buralara kadar gelemez.”
“Sadece kurtlar değil ki korkulacaklar… Karlar altında kalabilirsiniz, sonra yangın çıkabilir mesela… Her şey olabilir şu hayatta. Siz burada yapayalnızsınız. Yardımınıza hemencecik koşacak kimseleri bulamazsınız.”
“Çok şükür ki böyle bir şey yok!” diyerek küçümser bir tavırla salladı elini. “Bir de şu yaşlı kadınla beni rahat bıraksalar çok daha iyi olurdu ya…”
“Hayırdır?”
“Çok bilirseniz çabuk yaşlanırsınız.” diyerek kestirip attı beni genç kız. “Sahi, siz kimsiniz?” diye sordu endişeli bir şekilde.
Bu genç kızla yaşlı kadının, hükûmetin adamlarından birilerinin baskısından korkmuş olduklarını tahmin etmem zor olmamıştı. Bu nedenle kendisini sakinleştirmeye başladım hemen.
“Yo, yo! Lütfen, endişelenme hemen öyle. Ben ne başçavuş ne kelem müdürü ne de vergi memuruyum. Yani, ben herhangi bir bürokrat filan değilim.”
“Gerçekten mi? Doğru mu söylüyorsunuz?”
“Sana yemin ederim. Allah’a yemin olsun ki tamamen yabancı birisiyim ben. Buraya birkaç aylığına ziyarete gelmiştim sadece. Sonra da çekip gideceğim. Eğer istemezsen burada olduğumu ve sizinle görüştüğümü kimseye söylemem bile. Bana inanıyor musun?”
Genç kızın yüzü biraz berraklaşmaya başlamıştı.
“Peki. Mademki yalan söylemeyip doğru söylüyorsunuz, söyleyin bakalım buraya bizim hakkımızda bir şeyler duyduğunuz için mi geldiniz yoksa öylesine kendi kendinize mi uğradınız?”
“Şey, aslında ben de bilmiyorum sana nasıl anlatacağımı. Duymasına duydum da… Doğrusunu söylemek gerekirse bir gün buraya, sizi ziyarete gelmeyi planlamıştım. Ancak bugün tamamen tesadüf oldu, kaybolduğum için geldim. Peki, söyle bakayım şimdi. Neden korkuyorsunuz insanlardan? İnsanlar size ne gibi kötülükler yapıyor ki?”
Genç kız, bana şüpheli şüpheli ürkek bir şekilde bakmaya başladı. Ancak vicdanım rahattı. Bu nedenle bu dik bakışlara gözümü kırpmadan sabrediyordum. Bir süre sonra heyecanlı heyecanlı anlatmaya başladı:
“Çok çekiyoruz şu resmî makamlardan… Hani sıradan memurlar neyse de müdürler var ya müdürler… Başçavuş geliyor, alıyor. Emniyet müdürü geliyor, alıyor. Üstelik rüşvet almadan önce kadıncağızı taciz ediyorlar. ‘Seni gidi cadı, seni gidi iblis, seni gidi köle…’ diyorlar. Aah! Aah! Daha neler neler söylüyorlar!”
“Sana dokunmuyorlar, değil mi?” diye çıktı ağzımdan patavatsızca bir soru.
Genç kız, mağrur bir öz güvenle salladı kafasını aşağı yukarı ve kısık gözlerinde pis bir kutlama ışığı çakıverdi…
“Dokunmuyorlar. Bir defasında kadastro memurlarından birisi dokunmaya kalkıştı. Canı okşanmak çekmiş zahir… Öyle bir okşadım ki kendisini, hâlâ unutamıyor nasıl okşadığımı.”
Bu gülünç ve gülünç olduğu kadar kendi çapında gurur verici olan sözlerde öyle vahşi bir özgürlük hissediliyordu ki kendime şöyle düşünmekten alamamıştım: “Hani Palesye Ormanı’nda büyüdüğün her hâlinde belli oluyor. Seninle şaka yapmak bile tehlikeli.”
“Biz dokunmuyoruz ki kimseye!” diye devam etti sözlerine, biraz daha fazlaca güvenerek bana. “Bizim insanlara da ihtiyacımız yok zaten. Sadece yılda bir defa iniyorum şehre, o da sabun ve tuz almak için… Ha bir de büyükanneme çay almak için. Çayı çok seviyor da. Yoksa kimsenin yüzünü görmek bile istemiyoruz.”
“Evet, evet. Gördüğüm kadarıyla insanların yokluğundan şikâyetçi değilsiniz hiç… Peki, daha sonra birkaç dakikalığına yanınıza uğramama izin var mı?”
Genç kız gülmeye başladı. Tuhaf ve hiç beklenmedik şekilde çehresi değişti o güzel yüzünün! Biraz önceki kabalığından eser bile kalmadı. Birden utangaç, daha berrak ve çocuksu hâl aldı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/aleksandr-kuprin/olesya-69428119/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.