Katya
Lev Nikolayeviç Tolstoy
“Henüz cevaplanamamış ve kadın ruhuyla ilgili otuz yıl süren araştırmalarıma karşın benim de cevaplamayı başaramadığım çok önemli bir soru var: Kadın ne ister?” (S. Freud) Kim bilir, Freud belki de bu sözü Tolstoy’un unutulmuş kadın karakteri Katya için söylemiştir. Katya… Henüz hayatının baharında bir genç kız… Toy denebilecek kadar tecrübesiz… Daha evlendiği ilk dakikadan beri ruhunda meydana gelen değişimler, arzularının yönünü değiştirmeye başlıyor ve Tolstoy’un güçlü kalemiyle kadın ruhunun dehlizlerinde kısa bir yolculuk başlıyor… Bu kısa roman bittiğinde ise o soru hâlâ canlı olarak yerini koruyor: “Kadın ne ister?” "Filhakika ben mesut idim. Fakat bu saadetin bana hiçbir iş, hiçbir fedakârlık vesilesi vermediğini görerek eza duyuyordum. Çünkü içimdeki bütün o çalışma ve fedakârlık kudret ve kabiliyetlerinin erimekte olduğunu hissediyordum. Kocamı seviyordum ve görüyordum ki ben onun için her şeyim. Fakat istiyordum ki herkes bizim aşkımızı görsün, kıskansın, sevişmemize engel olmak istesin de öyle iken ben onu gene seveyim."
Lev Tolstoy
Katya
I
Annem sonbaharda ölmüştü. Biz onun matemini tutuyorduk. Bütün kışı köydeki sayfiyemizde, Maşa ve Sonya[1 - Maşa, Sonya isimleri Mari ve Sofi’ye aile içinde verilmiş değişik isimlerdir. (ç.n.)] ile üçümüz, yalnız başımıza geçirdik. Dadımız ve mürebbiyemiz Maşa, hep elinde büyüdüğümüz eski bir aile dostudur. Ona ait hatıralarım, sevgim gibi kendimi bildiğim, en eski zamanlara kadar uzanıp gider.
Sonya benim küçük kız kardeşimdi.
Kış, bizim Potrovski’deki köşkümüzde ne kadar kasvetli geçti! Hava öyle soğuk ve rüzgârlı idi ki rüzgârın attığı kar yığınları, her zaman buzlu ve donuk duran pencerelerin hizasını aşıyordu. Üstelik biz de aşağı yukarı bütün kış ne bir yere çıktık ne de gezebildik.
Bize pek gelen olmazdı. Gelenler de evimize ufak bir neşe veya canlılık getirmiyorlardı. Hepsinin yüzü küskündü. Birini uyandırmaktan korkuyorlarmış gibi sessiz konuşurlar, gülmezler, içlerini çekerler ve ikide bir bana bakınca ve hususiyle siyah robu içinde zavallı kardeşimi görünce ağlarlardı. Evin her tarafı sanki hâlâ ölü kokuyor ve korkunç bir ölüm havası her yere sinmiş bulunuyordu. Annemin odası kapalı dururdu. Ben geceleri yatmaya giderken bu soğuk ve boş odanın kapısına şöyle kaçamaklı bir göz atmaktan kendimi alıkoyamazdım: O zaman hem korkunç fenalıklar geçirir hem de mukavemet edemeyeceğim bir cazibe gözlerimi oraya çekerdi.
O sıralarda ben on yedimde idim. Öldüğü yıl annemin niyeti, beni sosyete hayatına karıştırmak için gidip artık şehirde oturmaktı. Annemin ölümü bana büyük bir acı oldu fakat itiraf etmeliyim ki bu acının yanında, şu gençliğim ve şu güzelliğimle -bilmem, herkes öyle söylüyor- köyün çorak ıssızlığı içinde, kendimi bir ikinci kışı daha geçirmeye mahkûm görmekten de az çok bir eza duyuyordum. Daha bu kış bile sonuna ermeden gam, keder, yalnızlık… Açıkçası can sıkıntısı ruhumu öyle kaplamıştı ki artık odamdan bile dışarı çıkmaz oldum. İçeride de ne piyanomun kapağını açar ne de elime bir kitap alırdım. Maşa beni bir işle oyalamak istedikçe “Canım istemiyor, yapamam.” diye cevap verirdim. İçimden bir ses, “Ne olacak?” derdi. “İş göreceğim de ne olacak sanki? Varlığımın en değerli çağı böyle geçip gittikten sonra neye yarar? Bana yazık değil mi?” Ve bu suallerin cevabı gözyaşlarından başka bir şey olmazdı.
Bu esnada bana zayıfladığımı ve çirkinleştiğimi söylüyorlardı. Fakat benim umurumda değildi. Ne için ve kimin için kendimle alakadar olacaktım? Bana öyle gelirdi ki ömrümün sonuna kadar bu çölde ve bu ızdırap içinde hiçbir yerden çağırılmaksızın kendi hâlimde ve kendi âlemimde hayatım geçecek. Bunu öyle benimsemiştim ki kendimi kurtarmak için ne kuvvet bulur ne de içimde bir istek duyardım.
Kış sonlarına doğru Maşa beni merak etmeye başladı ve ne olursa olsun yabancı bir memlekete götürmeye karar verdi. Fakat bunun için para lazımdı. Biz ise annemizin mirasından ne geldiğini pek bilmiyorduk ve işlerimize bakacak olan vasimizin her gün gelmesini bekliyorduk.
Nihayet Mart içinde vasimiz geldi.
Bir gün işsiz güçsüz, kafam bomboş, kalbimde hiçbir emel taşımayarak bir gölge gibi tenhalarda dolaşırken Maşa “Şükür Allah’a!” dedi. “Serj Mihaloviç haber göndermiş, akşama yemeğe gelecekmiş. Haydi bakalım Katyacığım, biraz kıpırdan! Seni bu hâlde görürse ne der? Hâlbuki bilirsin, ikinizi de ne kadar sever.”
Serj Mihaloviç bizim yakın komşumuz ve rahmetli babamızla aralarında yaş farkı çok olmakla beraber, bir baba dostu idi. Onun gelişi, köyden ayrılmamıza imkân vermek suretiyle hayat planlarımızda müsait bir değişiklik yapmasından başka ben bu adamı küçüklüğümden beri sevmeye ve saymaya öyle alışmıştım ki Maşa bana, onun geleceğini haber vererek harekete geçmemi tavsiye ettiği vakit, bundan daha başka bir değişiklik de çıkabileceğini ve bütün tanışlarım içinde onun karşısına perişan bir hâlde çıkmamın bence pek acı bir şey olacağını keşfetmemesi mümkün değildi. Zaten evin içinde Serj Mihaloviç’i sevmeyen yoktu. Maşa’dan ve vaftiz kızı olan Sonya’dan en son gelen arabacıya kadar herkes onu severdi. Fakat benim ona olan eski bağlılığımın bugün bütün bütün hususi bir cephesi vardı: Bir gün annem, bana koca olacak adamın, işte böyle bir kimse olması temennisinde bulunduğunu benim yanımda söylemişti. O zamanlar bu düşünceyi pek acayip hatta epeyce de yersiz bulmuştum; benim tasavvur ettiğim koca tamamıyla başka idi, benimki, ince, zayıf, soluk ve melankolik bir simanın halesi içinde görünen bir gençti. Serj Mihaloviç ise bilakis artık hiç de genç sayılamazdı; iri yarı, sağlam bünyeli ve anladığıma göre pek mültefit[2 - Mültefit: Güler yüz gösteren, hoş davranan. (e.n.)] bir mizaçta idi. Böyle olmakla beraber annemin o sözü aklımda yer etmiş, bende oldukça derin bir iz bırakmıştı. Ondan sonra altı yıl geçti. Ben o zaman daha on bir yaşında idim. Bana “sen” diye hitap ederdi. Beraber oynardık. Bana “Küçük Menekşe” adını takmıştı. O zamandan beri ya aklına eser de apansız beni almaya kalkışırsa diye ne vakit düşünecek olsam içime bir korku düşer, ürperirdim.
Maşa fazla olarak ıspanakla bir de tatlı yapmıştı. Yemek zamanından biraz evvel misafirimiz geldi. Küçük bir kızakla eve doğru yaklaştığı sırada ben pencereden bakıyordum. Tam köşeyi dönerken kendimi göstermemek ve onu zerre kadar beklediğim hissini vermemek için acele salona koştum. Fakat aralık odada önce gürültüler, çok geçmeden de onun gür sesini ve Maşa’nın ayak seslerini duyunca dayanamadım ve kendim karşılamaya gittim. Maşa’nın elinden tutmuş, yüksek bir tonla ve gülümseyerek konuşuyordu. Beni görünce durdu ve selamlamadan bir müddet gözüme baktı. Bu bakışından sıkıldım ve kızardığımı hissettim. Nihayet külfetsiz ve azimkâr sesi ile “O!” dedi. “Mümkün müdür ki bu siz olasınız Katya?”
Maşa’nın elini bırakmış, bana doğru geliyordu. Devam etti:
“Bu kadar değişmek mümkün olabiliyormuş demek! Ne kadar büyümüşsünüz! Dün bir menekşe idiniz! Bugün kocaman bir gül olmuşsunuz!”
Geniş elleriyle elimi tuttu ve samimi olarak öyle kuvvetle sıktı ki canımı acıttı. Ben elimi öpecek sanarak önünde eğilmiştim fakat o, tekrar elimi eline alarak şen ve metin bakışını gözümün içinden ayırmadı.
Altı yıldan beri onu görmemiştim. Çok değişmiş, yaşlanmış, kararmış ve iki tarafında, yüzüne pek yakışmayan, favoriler bırakmış fakat tavırları her zaman olduğu gibi sade ve tabii, bariz çizgileriyle eskisi gibi açık, namuslu, cevval gözleri gene öyle kıvılcımlı ve bir çocuk gülüşünü andıran tebessümü latif idi.
Beş dakika geçmeden basit bir ziyaretçi durumunu bırakarak hepimize karşı teklifsiz bir dost vaziyeti aldı. Hatta şu gelişinin kendilerinde uyandırdığı sevinci açıktan açığa izhar için hizmetine can atan adamlarımıza karşı da aynı vaziyeti göstermekten geri kalmadı.
Bir annenin ölümünden sonra, eve gelen ve asık suratlı olmayı lüzumlu sanan bir komşu hâli onda hiç yoktu. O, bilakis şen göründü, konuşurken annemizi hatırlatacak bir tek söz söylemedi. Bir derecede ki bu kayıtsızlığını biraz tuhaf hatta bizi bu kadar yakından tutan bir adam için oldukça münasebetsiz bulmaya başlıyordum. Fakat çok geçmeden anladım. Bu bir kayıtsızlık değil, bilakis kendisine müteşekkir kalmamı icap eden bir maksada mebni imiş.
Akşama doğru Maşa salonda, annemizin sağlığında oturduğumuz yerde, bize çay hazırladı. Sonya ile ben, onun yanına oturduk. İhtiyar Greguvar, bulduğu eski bir pipoyu, babamın piposunu, misafire getirdi. O da tıpkı eskiden olduğu gibi, enine boyuna gezinerek odayı arşınlamaya başladı.
Bir aralık apansız durarak “Bu evde…” dedi. “Ne müthiş değişiklikler olmuş! İnsan düşündükçe…”
Maşa semaverin kapağını kaparken içini çekerek “Evet!” diye cevap verdi ve hemen ağlamaya hazır bir hâlde Mihaloviç’e baktı. O, bana dönerek sordu:
“Siz şüphesiz babanızı hatırlarsınız, öyle değil mi?”
“Biraz…”
Başımın üstünden belirsiz bir nazar kaydırarak düşünceli bir tavırla ağır ağır “Ne olurdu…” dedi. “Şimdi sağ olaydı! Sizin için ne kadar iyi olurdu.”
Sonra daha ağır ilave etti:
“Babanızı çok severdim…”
O dakikada gözlerinin canlı bir alevle parladığını fark eder gibi oldum.
Maşa yüksek sesle “İşte şimdi de Allah anamızı elimizden aldı!” dedi. Sonra elindeki havluyu çaydanlığın üstüne atarak mendilini çıkardı ve ağlamaya başladı.
“Evet, bu evde müthiş değişiklikler olmuş!”
Serj Mihaloviç böyle söyleyerek başını öbür tarafa çevirdi. Biraz sonra bana dönerek ve sesini yükselterek “Katya Aleksandrovna!” dedi. “Haydi bana bir şey çalınız.”
Bunu benden, bu kadar sade ve dostça, emreder gibi istemesi hoşuma gitti; kalktım, yanına gittim.
Nota defterinde Beethoven’ın “Quasi Una Fantasia” sonatının aheste makamını bulup göstererek “İşte!” dedi. “Bana bunu çalınız, bakalım nasıl çalacaksınız.”
Böyle söyleyerek odanın bir tarafına çekildi, çayını, içmeye başladı.
Bilmem neden ona karşı ret cevabı vermek veya “pek beceremiyorum” diye bahane ederek kendimi naza çekmek benim için mümkün olmadı. Bilakis kuzu gibi muti,[3 - Muti: Boyun eğen. (e.n.)] piyanonun önüne oturdum. Onun musikiye vukufunu ve ne ince bir zevki olduğunu bildiğim için bana vereceği nottan endişe etmekle beraber elimden geldiği kadar çaldım. Bu aheste bestenin edasında öyle bir his vardı ki bana çaydan evvelki muhaveremizi[4 - Muhavere: Sohbet, konuşma (e.n.)] hatırlatıyordu. Bu intiba ile galiba imtihandan geçecek kadar iyi not aldım. Fakat “Scherzo” parçasını çalmamı istemedi. Yanıma gelerek “Onu iyi çalamazsınız.” dedi. “Burada, birinci parçada kalın. Bu parça fena olmadı. Görüyorum ki musikiden anlıyorsunuz.”
Çok mutedil olmakla beraber bu iltifat beni o kadar sevindirdi ki kızardığımı hissettim. Babamla eş olan bu baba dostunun vaktiyle bir çocuğa karşı yaptığı gibi değil, artık ciddi olarak, başa baş, benimle konuşması benim için yepyeni ve pek hoşuma giden bir şeydi.
Bana babamdan bahsetti. Birbirleriyle nasıl kafadar olduklarını, benim, kendi oyuncaklarım ve ders kitaplarımla meşgul olduğum sıralarda onların baş başa ne tatlı hayat sürdüklerini anlattı ve onun bu hikâyesi üzerine ben ilk defa olarak o zamana kadar pek bilemediğim, babacığımın ne sade ve ne iyi bir adam olduğunu anladım. Bana birçok şeyler daha sordu. Ne sevdiğimi, neler okuduğumu, neler yapmak istediğimi anlamak istedi ve bana öğütler verdi. Artık benim yanımda muzip, şakacı, takılmayı seven bir adam değil, ağırbaşlı, açık yürekli, dostça bir adam vardı ve ben bu adama karşı gayrı-iradi bir hürmet ve bir sempati hissediyordum. Bu his hoşuma gidiyor, bana tatlı geliyor ve ona söz söylerken bütün mevcudiyetimle kendimde, ne olduğunu temyiz edemediğim,[5 - Temyiz etmek: Ayırt etmek. (e.n.)] bir kaynaşma hasıl oluyordu. Ağzımdan çıkan her kelimeden ürküyor ve şimdiye kadar babamın kızı olmak sıfatıyla kazandığım teveccüh ve muhabbete sırf kendim, kendi şahsiyetimle layık olmak istiyordum!
Sonya’yı yatırdıktan sonra Maşa yanımıza geldi ve benim gevşek hâllerimden şikâyetlerde bulundu. Bunun üzerine benim hiçbir şey söylemeye hakkım olmadığı neticesine varılıyordu. Serj bana bakıp gülümseyerek ve şaka tehditleriyle başını sallayarak “Demek bana asıl söylenecek şeyi söylememiş!” dedi.
“Söylenecek ne var ki?” dedim. “Çok canım sıkılıyordu. Fakat bu da geçer.” (Doğrusu aranırsa şimdi bana öyle geliyor ki yalnız geçer değil, bir daha gelmemek üzere geçti bile.)
“Yalnızlığa tahammül etmesini bilmemek hiç iyi bir şey değil. Böylelikle evin bir hanım kızı olmanız mümkün müdür?”
Gülerek cevap verdim:
“Pekâlâ, mümkündür zannederim.”
“Hayır, hayır, olsanız bile kendini beğendirmekten başka bir şey düşünmeyen, bunun için yaşayan, işe yaramaz bir küçük hanım olursunuz; evde yalnız kalınca gene kendini bırakır, hiçbir şey beğenemez, ne yapsa gösteriştir, işin içinde kendisi yoktur.”
Bir şey söylemiş olmak için “Doğrusu hakkımdaki mütalaanıza diyecek yok!” dedim.
Biraz sustuktan sonra “Hayır, hayır!” diye devam etti. “Sizin tıpkı babanıza benzemeniz boşuna değildir; sizde mutlaka bir şey var!”
Ve kalbe emniyet veren dikkatli bakışı füsunkâr tesirini gene üzerimde göstermeye ve beni garip bir şaşkınlık içinde bırakmaya başladı.
Ancak o zaman farkında oldum ki ilk bakışta şen görünen bu çehrede, sükûnet ve rahattan başka bir şey okunmayan o bakışların altında, büyük bir düşüncenin gittikçe daha bariz olan engin ve gizli bir elemin derinliği vardır.
“Sizin…” diyordu. “Gene canınız sıkılmamalıdır ve sıkılamaz da! Bir kere müzik yaparsınız çünkü anlıyorsunuz, sonra kitaplarınız var, etüt edersiniz. Önünüzde bütün bir hayat var ki ileride ondan şikâyet etmemeniz için hazırlıklı bulunmanızın şimdi tam zamanıdır. Bir yıl daha geçerse belki çok geç kalınmış olur.”
Böyle, bir baba, bir amca gibi söylerken benim seviyemde kalmak için daimî bir gayret gösterdiğini anlıyordum. Beni kendinden bu kadar aşağı görmesi biraz gücüme gitmiyor değildi. Bir yandan da bu gayreti sırf benim için yapması ve bunun lüzumlu olduğunu sanması hoşuma gidiyordu.
Ondan sonra gitme zamanına kadar hep Maşa ile iş üzerine konuştular.
Gideceği zaman kalkıp yanıma geldi ve elimi eline alarak “E… Artık hoşça kalın sevgili Katia!” dedi.
Maşa “Bir daha ne zaman görüşeceğiz?” diye sorunca elim hâlâ elinde “İlkbahara!” dedi. “Şimdilik ben Danilovka’ya -bizim öteki malikâneye- gidiyorum. Bakalım orada ne olup ne bitiyor. Mümkün olduğu kadar orasını yoluna koyduktan sonra bazı işlerim için Moskova’ya geçeceğim. Bu yaz görüşebiliriz.”
Ben boynumu bükerek “Niçin bu kadar uzun zaman için gidiyorsunuz?” dedim. Mahzunluğum boşuna değildi. Onu artık her gün göreceğimi umuyordum. Şimdi eskisi gibi can sıkıntılarımla baş başa kalacağımı düşündükçe yüreğim darlanıyor, çatlayacak gibi oluyordu. Bu düşünce galiba gözlerimde okunuyor, sesimden de belli oluyordu.
Bana fazla sakin ve soğuk gelen bir tavırla “Hadi bakalım…” dedi. “Biraz daha meşgul olunuz ve dünyadan bıkmış gibi dertli olmayınız. İlkbaharda ben gene geleceğim. (elimi bırakarak yüzüme bakmadan) O zaman sizi muayeneden geçireceğim.”
Onu uğurlamak için orta odaya gelmiştik. Acele kürkünü giydi. Gözleri gene bana bakmaktan çekiniyormuş gibi idi. İçimden Boşuna zahmet ediyor, dedim. Şimdiden bakışı o kadar hoşuma gittiği hiç hatırına gelir mi, ne mümkün? Mükemmel, çok iyi bir adam. Fakat işte o kadar.
Bununla beraber o gece Maşa ile geç vakte kadar uyumadık, konuştuk. Onun üstüne değil, yazın neler yapacağımızı, kışı ne suretle geçireceğimizi tasarladık. Mühim mesele. Peki neden mühim oluyor? Kendi hesabıma bana öyle geliyor ki hayatta matlup[6 - Matlup: İstenilen, aranılan. (e.n.)] olan saadetti. Bundan daha basit ve bariz bir hakikat olamazdı. Bizim gamlı Pokrovski berhanemize[7 - Berhane: Büyük, harap, kullanışsız ev. (e.n.)] apansız gün doğmuş ve hayat dolmuş gibi ilerisi için kendime saadetten başka bir şey tasavvur etmeme imkân yoktu.
II
Şöyle böyle derken ilkbahar geldi. Benim eski can sıkıntılarım zail olmuştu. Ben onları meçhul ümitlerden, doyurulmamış arzulardan örülme düşünceli bahar hüzünleriyle trampa etmiştim.[8 - Trampa etmek: Bir şey verip yerine başka bir şey almak, değiş tokuş etmek. (e.n.)] Bununla beraber hayatım, kış başlangıcında sürdüğüm hayat değildi. Sonya ile müzikle, mütalaa ile meşgul olur, ikide bir bahçeye çıkar, orada uzun, pek uzun, saatlerce, tek başıma, bahçenin yollarında dolaşır yahut bir kanepeye oturur, dinlenirdim. Ne düşünürdüm, ne isterdim, neler umardım? Bunu Allah’tan başka kimse bilmez! Zaman zaman, hele mehtaplı gecelerde dirseklerimi pencereye dayayarak sabaha kadar, bütün gece öyle kaldığım olurdu. Bazı kere de Maşa’nın haberi olmadan gecelikle gene bahçeye iner, çiy düşmüş çimenlerin arasından havuz başına kadar kaçamak yapardım. Hele bir kere ekinli tarlalara kadar işi uzattım. Bazı geceyi parkın etrafında tur yapmakla geçirdiğim de olurdu.
O zaman zihnimi dolduran hülyaları şimdi hatırlamak, hele mahiyetini anlamak benim için kolay değildir. Hatta hatırlamaya muvaffak olsam bile o hülyaları yapan ben mi idim diye tereddüt ederek buna inanmasam yeri vardır; o hülyalar hakiki hayattan ve realiteden o kadar uzak ve o kadar cazip şeylerdi.
Mayısın sonlarında Serj Mihaloviç, vadettiği veçhile işleri için çıktığı seyahatten avdet etti.
İlk defa olarak bize gelişi, kendisini hiç beklemediğimiz bir akşamdı. Biz taraçada oturmuş, çay hazırlığı yapıyorduk. Bahçenin her tarafı yemyeşildi. Pokrovski’de bülbüller kuytu ağaçlıklara boğulmuş kayaların arasında yuva kurmuşlardı. Küme küme sık leylaklar, mine işlenmiş, beyaz ve menekşe rengindeki başlarını kaldırmış, hemen açmaya hazırlanıyor gibi idiler. Yolların iki tarafındaki ağaçların yaprakları batan güneşin tatlı ışıklarına karşı şeffaf görünüyor, akşamın bol jaleleriyle çimenler elmasa boğuluyor, serin bir gölge taraçayı kaplıyordu. Bahçenin arka tarafındaki avludan günün son şamataları ve ağıllarına giren sürülerin melemeleri gelirken zavallı şakacı Nikon, taraçanın dibindeki fıçı kerevetinin üstünden bir fıçı ile geçiyor ve hemen bir sulama hortumu başlığından fışkıran bol soğuk su şelalesi, boynu bükük ay çiçekleri etrafında yeni kazılmış toprağa siyah çemberler çiziyordu. Taraçada bizim önümüzde, bembeyaz bir örtü üstünde kaymak, reçel ve pasta tabakları arasında pırıl pırıl yanan bir semaver kaynarken etrafında ziya oyunları yaparak ışıldıyor, becerikli bir ev kadını olan Maşa, tombul elleriyle fincanları sudan geçirip kuruluyordu. Bana gelince; banyodan yeni çıktığım için iştahım yerinde idi. Çayı beklemeden çok taze ve koyu bir sütlü kaymağa ekmeğimi batırıp yiyordum. Sırtımda, kolları yırtmaçlı, bir keten buluz; başımda nemli saçlarımı örten bir ipek mendil vardı.
Önce Maşa onu pencereden gördü, uzaktan bağırarak “Ah! Serj Mihaloviç! Şimdi sizi anıyorduk.” dedi.
Ben hemen kalktım, gidip kıyafetimi değiştirecektim. Fakat tam kapıya vardığım sırada üstüme geldi, yakalandım.
Başıma, başımdaki mendile bakıp gülümseyerek “Hadi canım Katya!” dedi. “Köyde teşrifat aranmaz. Siz Greguvar’a karşı hiç bu kadar takayyüt göstermiyorsunuz, işte ben de sizin için bir Greguvar olmak isterim.”
Fakat aynı zamanda pek iyi anlıyordum ki Greguvar’ın bakabileceği bir surette bana bakmıyordu. Bu hâli beni sıktı. Uzaklaşarak “Ben şimdi gelirim.” dedim. Arkamdan gülerek “Ne zararı var?” diye sesleniyordu. “Sizi bir köylü kızı sanırlar.”
Giyinmek için acele merdivenden çıkarken Ne acayip bir bakışla bana baktı! diye içimden geçti. Kendi kendime, Ne ise, diyordum. Çok şükür akıbet geldi. Artık: daha neşeli oluruz!
Aynaya bir göz attıktan sonra şen şakrak aşağı indim ve telaşımı saklayarak soluk soluğa taraçaya geldim. O masanın yanında oturmuş, Maşa ile işlerimizi konuşuyordu. Beni görünce hemen gülümsedi ve konuşmasına devam etti. Dediğine göre işlerimiz pek yolunda imiş. Yazı köyde geçirmekten başka yapacak bir işimiz yokmuş, ondan sonra Sonya’nın tahsili için ya Petersburg’a ya da yabancı bir memlekete gidebilirmişiz.
“Yabancı illere…” dedi Maşa. “Siz de beraber gelseniz ne iyi olur. Çünkü biz kendi başımıza, bir ormana düşmüşüz gibi kayboluruz.”
Yarı şaka, yarı gerçek cevap verdi:
“Ah! Keşke mümkün olsa da sizinle beraber devriâlem seyahatine çıksam!”
“Ne var!” dedim. “Çıkalım, beraber dünyayı dolaşalım!”
Güldü ve başını salladı.
“Peki annem?” dedi. “Sonra işlerim? Bunları ne yapacağız? Olacak şey değil, bu bahsi bırakalım, siz bana anlatın bakalım, nasıl vakit geçirdiniz? Hâlâ canından bıkmış gibi misiniz? Ne mümkün!”
Ona, kendisi yokken meşgul olmanın ve can sıkıntısına düşmemenin yolunu bildiğimi söylediğim ve Maşa da sözümü tasdik ettiği zaman bir çocuğa hitap edercesine ve sanki hakikaten buna bir hak ve salahiyeti varmış gibi, teşvik edici sözler ve bakışlarla bana paye verdi. İyi denebilecek her ne yaptımsa onları ve bilhassa bütün teferruatıyla pek samimi olarak onun tenkit ve tayip edeceği[9 - Tayip etmek: Ayıplamak, kınamak. (e.n.)] her kusurlu hareketimi, bir papaza itirafta bulunur gibi ona anlatmak bana münasip göründü. Gece hâliyle her yer o kadar güzeldi ki çay gürültüsü ortadan kalktıktan sonra da biz taraçada kaldık ve ben muhabbetimizi öyle enteresan buldum ki etrafımızda ev hayatına ait bütün şamataların hissolunmayacak surette kesilerek uyuşukluğa düştüğünün farkında olamadım. Her tarafta çiçeklerden bariz kokular yükseliyor, çimenler bir çiy deryası içinde kalıyor; yanı başımızdaki leylak kümesine sığınmış olan bülbül şakırken bizim sesimizi duyup susuyordu. Yıldızlı gökyüzü tepemize, başımızın hizasına kadar inmiş gibi idi. Gecenin hululünü bana bildiren şey taraçanın tentesi altında bir yarasanın boğuk bir uçuşla birden geçişi ve beyaz elbiselerimden ürkerek etrafımda çırpınışı oldu. Ben hemen arkamı duvara verdim, az kaldı bir çığlık koparacaktım. Bereket versin yarasa, gene öyle boğuk uçuşu ile sığınağımızın altından kurtularak bahçenin karanlıklarına dalıp kayboldu.
Serj Mihaloviç muhavereyi keserek “Sizin bu Pokrovski’yi ne kadar seviyorum! Ömrünün sonuna kadar insanın bu taraçada durup dinleneceği geliyor.” dedi.
“Pekâlâ.” dedi Maşa. “Durup dinlensenize.”
“Ah, evet! Durup dinlenmek! Fakat hayat… O, durup dinlenmiyor!”
“Peki, niçin evlenmiyorsunuz? Siz mükemmel bir koca olursunuz.”
Gülümseyerek “Niçin mi?” dedi. “Ben artık evlenebilecekler arasında sayılmayalı çok oluyor.”
“Ne demek?” dedi Maşa. “Otuz altı yaşında yaşamaktan yorulduğunuzu mu iddia edeceksiniz?”
“Evet, şüphesiz! Yoruldum, hem o kadar yoruldum ki artık dinlenmekten başka bir şey istemiyorum. Evlenmek için arza şayan başka bir şey olmalı. (başı ile beni göstererek) İşte Katya’ya sorunuz. Gördünüz mü evlendirilecek kızı! Bize gelince; artık bizim rolümüz onların saadetinden nasip almaktır, başka bir şey değil!”
Sesinin titreyişinde gözümden kaçmayan gizli bir melankoli ve az çok bir gerginlik vardı. Bir müddet sustu. Ne ben ne de Maşa, hiçbir şey söylemiyorduk.
Nihayet masanın başına gelerek “Mesela tasavvur ediniz…” dedi. “Ben apansız akla yelken etmişim de, bilmem nasıl çılgın bir saika ile on yedi yaşında, Katya Aleksandrovna kadar körpe bir kızla evlenmişim! İşte size güzel bir misal; mevzumuza bu kadar uygun düşmesine memnun oldum… Daha iyisi bulunamazdı.”
Ben gülmeye başladım fakat ne için memnun olduğunu ve mevzuya bu kadar uygun düşenin ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum…
Bana dönüp şakacılığını takınarak “Şimdi bana siz, elinizi vicdanınıza koyarak doğrusunu söyleyin. Yaşlı bir adamla hayat birliği etmeniz sizin için büyük bir felaket olmaz mı? Bir adam ki ununu elemiş eleğini asmış, siz, Allah bilir, nasıl taze bir hevesle koşup uçarken o durduğu yerde kalmaktan başka bir şey istemez.” dedi.
Ne diyeceğimi bilemediğim için sesimi çıkarmıyor ve sıkıntılı bir zaman geçiriyordum.
Gülerek “Ben…” dedi. “Buraya sizi istemeye gelmedim fakat geceleri bahçenin yollarında gezinirken şayet kendinize böyle bir koca tahayyül ediyorsanız, sizin için bu bir büyük fenalık olmayacak mıdır?”
“O kadar büyük bir fenalık değil.” dedim.
“O kadar büyük bir iyilik de değil.” dedi.
“Evet.” dedim. “Ben aldanmış olabilirim.”
Gene sözümü kesti:
“Görüyor musunuz, ne güzel muhakeme ediyor! Böyle açık yürekli olması da hoşuma gidiyor. Aramızda bu sözlerin geçmiş olmasından memnunum. İlave edeyim ki dediğim şey benim için en büyük bir felaket olurdu.”
“Ne kadar bambaşkasınız!” dedi Maşa. “Hiç değişmemişsiniz.”
Böyle söyleyerek akşam yemeğinin hazırlanması emrini vermek için taraçayı terk etti.
Maşa gittikten sonra biz, ikimiz de sustuk. Etrafımızdaki her şeyde de bir sessizlik vardı. Yalnız bülbül tekrar ötmeye başladı; fakat akşamki gibi belirsiz ve kısa nağmelerle değil, geceye mahsus ağır, sakin şakımalar yapıyor, sesi bütün bahçeyi dolduruyor ve ötede fundaların içinden başka bir bülbül ilk defa olarak uzaklardan ona cevap veriyordu. O zaman yakındaki, durup dinliyor gibi susuyor ve biraz sonra titrek sesi eskisinden daha parlak ve daha tiz olarak havayı kamçılıyordu. O zaman bunların şakımaları gece âleminin sinesinde sükûnet ve selametle aksederken bu âlemin onlara ait olduğunu ve bizim yabancı kaldığımızı anlıyorduk. Bahçıvan portakal bahçesine yatmaya gidiyor ve koca çizmeleriyle adımlarının yolda çıkardığı gürültü gitgide uzaklaşıyordu. Dağa doğru bir iki kere keskin ıslık çaldığı duyuldu ve arkasından gene ortalık sükût içinde kaldı. O zaman yaprak bile kıpırdamıyor, kâinat sessiz bir uykuya dalmış görünüyordu. Bununla beraber apansız taraçanın tentesi şişti, rüzgâr çıktı ve burnumuza daha keskin bir çiçek kokusu dalgası geldi. Biz de konuşmuyorduk. Bu sükûttan sıkılıyor fakat ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ona baktım. Karanlıkta parlayan gözleri benim üzerimde idi. Mırıldanır gibi “Bu hayat ne tatlı şey!” dedi. Neden olduğunu bilmiyorum, onun bu sözleri üstüne ben içimi çektim.
“Ne var?” dedi. “Ne oldu?”
Tekrar ettim:
“Evet, bu hayat, ne tatlı şey!”
Gene sustuk. İçime sıkıntı bastı. Yaşlı olduğunu kendisiyle beraber benim de tasdik etmiş gibi görünmekliğimden müteessir olacağı aklımdan geçiyordu. Gönlünü almak istiyor fakat bunun için ne yapacağımı bilemiyordum. Birden ayağa kalkarak “Allah’a ısmarladık!” dedi. “Annem beni yemeğe bekler. Bugün kendisini hemen hiç görmedim gibi bir şey.”
“Size bir yeni sonat daha çalmak isterdim.”
“Başka vakit.”
Hâlinde bir soğukluk vardı. Yahut bana öyle geldi. Bir adım atarak basit bir jest ile “Allah’a ısmarladık!” dedi. Müteessir olduğunu o zaman iyice anladım ve buna sebep olduğum için pek üzüldüm. Maşa ile ikimiz onu merdiven başına kadar uğurladıktan sonra gözden kayboluncaya kadar gittiği yola baktık. Atının nal sesleri artık işitilmez olunca ben taraçaya çıktım. Dört köşesini dolaşarak uzun boylu gezindim. Sonra oturdum, bahçeyi seyre daldım ve gecenin seslerini, sessizliklerini saran nemli bir sis içinde uzun müddet kalarak gönlümün istediğini gördüm ve dinledim.
İkinci ve üçüncü olmak üzere birer kere daha geldi ve aramızda geçen muhaverenin bende bıraktığı sıkıntılı tesir, bir daha tekerrür etmemek üzere tamamen zail oldu.
Yazın haftada iki üç kere bizi görmeye geliyordu. Ona öyle alıştım ki arası biraz uzayacak olsa “Böyle yalnız yaşamak ne güç şey!” derdim. İçimden ona gücenir, beni ihmal ettiği için kendisini haksız bulurdum. Bana karşı yavaş yavaş dostça bir arkadaş hâlini aldı. Soruyor, anlıyor, bütün samimiyetimle gönlümü açmamı istiyor; nasihatlerde, teşviklerde bulunuyor, bazı tekdir ediyor ve icabında önüme set çekiyordu. Fakat benim seviyemde kalmak için ne kadar cehdetse gene anlıyordum ki onda, onun tanıdığım şahsiyetinin yanında, benim giremediğim ve yabancı kaldığım koca bir dünya vardır. O dünyaya beni kabul etmeye lüzum görmüyor ve her şeyden ziyade bu hâli ona karşı beslediğim hürmeti idame ettiği gibi aynı zamanda beni de ona çekiyordu. Gerek Maşa’dan ve gerek komşulardan öğrendiğime göre, bir taraftan, birlikte oturdukları ihtiyar anasına bakarken bir taraftan da ziraatla ve bizim vasilik işleriyle meşgul olduktan başka omzunda kibar sınıfı alakadar eden ve kendisi için birçok üzüntüleri mucip olan başka işleri de vardı. Fakat bütün bu vaziyeti nasıl kavrıyor, bu husustaki düşünceleri, planları, ümitleri nedir? Kendisinde çözmeye muvaffak olamadığım düğüm işte bu idi. Ne zaman sözü bu vadiye döküp işlerinden bahsetsem alnının çizgisi bir mana alarak derinleşir ve güya “İleri gitmeyelim, rica ederim; bunlardan size ne?” demek ister gibi araya başka laf karıştırırdı. Önceleri bu hâli gücüme giderdi, sonra öyle alıştım ki buluştukça yalnız bana ait şeylerden bahseder olduk ve gitgide bunu pek tabii bulmaya başladım.
İçyüzüme karşı böyle yakından alaka gösterirken dış yüzüme karşı tam bir kayıtsızlık ve hatta biraz istihfaf[10 - İstihfaf: Küçümseme. (e.n.)] göstermesine de önceleri tutulurdum amma gitgide bunu da bilakis hoş bulmaya başladım. Hiçbir vakit, ne gözleriyle ne sözleriyle beni güzel bulduğunu ima etmemişti. Böyle yapmak şöyle dursun başka biri, onun yanında, beni fena bulmadığını söyleyecek olsa kaşlarını çatar ve gülmeye başlardı. O zaman üstelik yüzümde bir kusur bulmaya kalkışır ve bana takılırdı. Bayram ve şenliklerde başımı düzelterek bana yeni moda elbiseler giydirip süslemek Maşa’nın merakı idi. O zaman o alayda daha ileri gider; zavallı dadı çok mahzun olurdu. İlk zamanlarda bu hâli beni de az çok haklı olarak sinirlendirdi. Serj Mihaloviç’in beni beğendiğini iyice aklına koyan Maşa, hoşuna giden bir kadının, işine elverecek bir şekilde kendini göstermesini neden dolayı tercih etmediğine bir türlü akıl erdiremiyordu. Fakat çok geçmeden ona karşı nasıl olmak lazım geleceğini ben anladım. O, benim koket olmadığıma inanmak istiyordu. Ben bunu anladıktan sonra üstümde başımda ve evzamda[11 - Evza: Hâller. Durumlar. (e.n.)] koketliğin ancak bir gölgesi kaldı ve onun yerine başka bir koketlik, küçük bir göz boyacılık, yani sadelik kaim oldu; bizzat kendim sadeliği benimseyemediğim hâlde.
Beni sevdiğini görüyordum. Fakat bir çocuk gibi mi yoksa bir kadın gibi mi sevdiğini o zamana kadar hiç araştırmamıştım. Ne olursa olsun onun sevgisinin bence bir kıymeti vardı. Beni dünyanın en iyi bir kızı addettiği için küçük sahtekârlığımla onun gözünü boyamaktan vazgeçemiyordum. Fakat onu aldatırken kendim de gittikçe daha iyi oluyordum. Ona maddi şahsiyetimin değil ruhumun iyi taraflarını göstermenin daha iyi ve daha münasip olacağını hissediyordum. Saçlarım, ellerim, yüzüm, evzam, iyi kötü ne olursa olsun, bana öyle geliyordu ki bir bakışta anlaşılacak ve onun tarafından numarası verilecekti. Çünkü onu ne kadar aldatmaya kalkışsam zevahirime[12 - Zevahir: Dış yüz. (e.n.)] bir şey ilave edemezdim. Ruhumu ise bilakis o hiç tanımıyordu: Çünkü seviyordu. Çünkü o ruh tam da o sıralarda yükselme ve inkişaf yolunda bulunuyordu. Nihayet çünkü bu işte onu kolayca aldatabilirdim ve aldatıyordum da! Bir kere bunları iyice anladıktan sonra ona karşı öyle keyfim yerine geldi ki! O sebepsiz didinişler, o, bana bir nevi nefes darlığı veren durup dinlenemeyişler tamamıyla zail oldu. O andan itibaren bana öyle geldi ki ister karşısında olayım ister yanında, oturmuş veya ayakta bulunayım, saçlarım düz veya kıvrılmış olsun, nasıl olsa bana bakmaktan zevk alıyor ve daima bakıyor, beni artık iyi anlıyor ve ben ondan ne kadar memnunsam o da benden o kadar memnundu. Mutadı hilafına, herkes gibi o da bana güzel olduğumu söylemiş olsaydı sanırım memnun olacağıma biraz da gücenirdim. Fakat buna mukabil, ağzımdan çıkan bir söz dolayısıyla dikkatle yüzüme bakarak ve tahassüslerini[13 - Tahassüs: Duygulanma, duygulanım. (e.n.)] saklamak için mizah tavrı almaya çalışarak “Evet, evet, sizde bir şey var! Sizde ben mertlik görüyorum, bunu size söylemeliyim.” dediği zaman sevincimden eteklerim zil çalıyor, saadetimden mest oluyordum.
Peki, kalbimi sevinç ve gurur ile dolduran bu mükâfatlara neden dolayı müstahak oluyordum? Çünkü ihtiyar Greguvar’ın bu küçük kızına karşı aşkını hoş görmeye başladığımı söylemişim… Çünkü gözlerimi yaşartacak derecede beni müteessir eden bir şiir veya romandan bahsetmişim… Nihayet çünkü Mozart’ı Şulof’tan daha iyi bulmuşum… İyinin ne olduğu ve neyin sevilmesi lazım geldiği hakkında müspet bir fikrim olmadığı hâlde müstesna bir insiyak ile iyiyi ve sevilmesi lazım gelen şeyleri keşfedişim, bana hayret mevzusu olurdu. Bundan evvelki zevklerimin ve itiyatlarımın çoğu onun hoşuna gitmezdi. O zaman kaşlarının belirsiz bir hareketi, bir bakışı, yapmak istediğim bir şeyi uygun bulmadığını yahut kendine has ve biraz istihfafkâr bir merhamet gülüşü vaktiyle tarafımdan sevilmiş olan şeyin artık sevilmemesi lazım geleceğini hemen bana anlatmaya kâfi gelirdi. Bana bir nasihat vermek aklından geçse ne söyleyeceğini ben daha evvel bilirdim. Bana bir şey soracağı vakit gözleriyle sorar ve bu bakışla ne düşündüğümü anlardı. O zamana ait bütün hislerim, fikirlerim benim değil onun hisleri, fikirleri idi ki birdenbire benim olur ve hayatıma nüfuz ederek nevüma[14 - Nevüma: Bir derece, bir suretle. (e.n.)] onu aydınlatırdı. Hiç farkında olmadığım hâlde yavaş yavaş her şeyi başka gözlerle görmeye başladım: Maşa’yı olduğu kadar başka adamlarımızı, Sonya’yı hatta kendimi ve kendi işlerimi eski gözlerimle görmüyordum. Vaktiyle sırf can sıkıntısına galebe için okuduğum kitaplar birdenbire bana hayatın en büyük bir zevki gibi geldiler. Sebebi de her zaman şu ki o kitapları, o ve ben, ikimiz aramızda münakaşa ederek beraber okuyoruz ve onları bana o getiriyor. Vaktiyle mesela Sonya’ya ait işlerim, ona verdiğim dersler, bana angarya gelir, bunları sırf vazife hissi ile zoraki yapardım. Şimdi ara sıra derslerimizde o hazır bulunduğu için Sonya’nın terakkisi benim en tatlı zevklerimden biri oldu. Bir müzik parçasını sonuna kadar geçmek benim için kabil olmazdı. Şimdi o dinleyecek, belki de takdir edecek diyerek bir parçayı kırk kere tekrarlamaktan bıkmıyorum. Zavallı Maşa’nın artık dinleyecek hâli kalmaz da kulağına pamuk tıkar; ben ise bunda can sıkacak bir şey bulmam. O eski sonatlar piyanonun dişlerinde, şimdi parmaklarımın altından, büsbütün başka bir mana ve şüphesiz daha yüksek bir mana ile çıkıyordu. Hatta Maşa ki pek iyi tanıdığım için kendimden hiç ayırt etmem, gözümde başka bir kıymet almıştı. Ancak şimdi Maşa’nın, hiçbir mecburiyeti olmadığı hâlde, bizim için bir ana, bir dost ve heveslerimize tabi bir esir gibi hizmet etmiş olmasının kıymetini ölçüyordum. Ne kadar feragat ve ne büyük bir fedakârlıkla bu kadıncağızın bize bağlanmış olduğunu ve ona karşı ne kadar büyük bir şükran borcu içinde bulunduğumu takdir ederek kendisini ona göre sevmeye başladım. Gene Serj’in telkinleriyle adamlarımıza, köylülerimize, çiftçilerimize, kadın hizmetçilerimize karşı da nokta-i nazarım başkalaştı. Söylemesi biraz komik olacak ama itiraf etmeliyim ki bu adamların arasında ben kendimi ömrümde görmediğim, tanımadığım kimselerden daha yabancı bulurdum; bir kere olsun hatırıma getirmemişimdir ki onlar da benim gibi insandırlar; onların da aşk, arzu, keder gibi hislere kabiliyetleri vardır. Şimdi yalnız onlar değil içinde doğup büyüdüğüm ve pek iyi bildiğim bahçemiz, ormanlarımız, tarlalarımız dahi benim için yepyeni birer mevzu oldular. Onlardaki tabii güzellikleri hayranlıkla görmeye başladım. “Hayatta hakiki olarak bir saadet vardır. O da başkaları için yaşamaktır.” diye ikide bir tekrar etmesi boşuna değilmiş. Bu benim tuhafıma gidiyor ve ne demek olduğunu anlamıyordum. Fakat haberim olmadan bu fikir bir kanaat hâlinde yavaş yavaş kalbimin derinliklerine işledi. Hasılı o, benim önüme yeni bir hayat açmıştı. Eskisini değiştirmeden ve yeni bir şey katmadan… Yalnız bendeki duyguların her birini inkişaf ettirerek açtığı sevinç dolu bir hayat! Çocukluğumdan beri her şey etrafımda bir nevi sükût perdesi ile örtülmüş gibi idi. Her şey sesini yükseltmek, ruhuma hitap etmek ve kalbimi saadetle doldurmak için onu bekliyormuş!
Bu yaz ikide bir odama çıkar, kendimi yatağıma atardım. Orada, eskiden baharda olduğu gibi istikbale ait ümit ve arzularla dolu bir üzüntü yerine kalbim başka bir hisle, duyduğum saadet hisleriyle bunalırdı. Gözüme uyku girmezdi; kalkar, gider, Maşa’nın karyolasına oturarak ona çok mesut olduğumu söylerdim. Bugün anlıyorum ki bunu ona söylemeye hiç lüzum yokmuş çünkü o, kendisi bunu pekâlâ görebilecek gibi imiş. Maşa, boynuma sarılarak bundan başka dünyada bir emeli olmadığını ve bu sebeple kendisi de pek mesut olduğunu söylerdi. Herkesin mesut olması bana o kadar tabii ve zaruri görünüyordu ki Maşa’ya inanmakta hiç tereddüt etmiyordum. Fakat Maşa bundan başka uykusunu düşünmeye mecburdu. Bunun için beni azarlar gibi yaparak yatağından kovardı ve uykuya dalardı. Ben ise bilakis uyumadan evvel saadetimi mucip olan sebepleri uzun uzadıya zihnimde evirir çevirirdim. Bazı kere Cenabıhakk’ın bana ihsan ettiği bu nimete şükranlarımı da iyi ödemek için kalkar, ikinci defa olarak kalbimin bütün coşkunluğu ile bir kere daha ibadet ederdim.
Odamda her şey sakin ve sakitti.[15 - Sakit: Susmuş, sessiz. (e.n.)] Yalnız Maşa’nın uykudaki muntazam nefes alışı ve yanı başındaki saatinin tıkırtısı duyuluyordu. Ben dönerek dualarımı okur, tapınır, boynumda asılı duran haçı öperdim. Kapılar ve pencerelerin kepenkleri kapalı olduğu hâlde kulağıma, bir taraftan bilmem nasıl bir sinek vızıltısı gelirdi. Canım hep bu odada kalmak ister ve vücudumu saran havasına ruhumun sindiğini hissettiğim için sabah olmasını, bu havanın dağılmasını gönlüm istemezdi. Sanki hülyalarım, düşüncelerim ve dualarım bu karanlıkta benimle beraber yaşayan, yatağımın etrafında uçuşan, başımın üstünde kanat açıp duran canlı bir cevher, bir madde, bir esans idi ve benim her düşüncem onun düşüncesi, her hissim de onun hissi idi. Aşkın ne olduğunu daha bilmiyordum. Onun daima böyle bir his olabileceğini ve bunun bir karşılık beklemeden verileceğini düşünürdüm.
III
Ekinlerin içeri alındığı sıralarda bir gün Maşa, Sonya, ben üçümüz yemekten sonra, yolun üst tarafındaki yerde, ıhlamurların gölgesinde ve her zaman oturduğumuz kanepede oturmaya gittik. Oradan korular, tarlalar görülebilirdi. Üç gün geçtiği hâlde Serj Mihaloviç bizi görmeye gelmemişti. Mahsulleri görmeye geleceğini bildiğimiz için bugün kendisini dört gözle bekliyorduk.
Filhakika saat ikiye doğru onun yüksekte bir çavdar tarlası arasından geçtiğini gördük. Maşa bana bakıp gülümseyerek onun sevdiği şeftalilerden getirmelerini hizmetçilere emrettikten sonra kendisi kanepenin üstünde uzandı, kestirmeye başladı. Ben bir ıhlamur dalı kopardım. Kabuğundan ve yapraklarından usaresi sızan bu dal ile Maşa’yı yelpazelerken bir taraftan da elimdeki kitabı okuyor ve ikide bir onun geleceği tarlalar arasındaki yola göz atıyordum. Sonya da yaşlı bir ıhlamur ağacının dibine oturmuş yeşilliklerden bebeğine beşik yapıyordu.
Hava çok sıcaktı. Hiç esmiyordu. Fırına girmişiz gibi pişiyorduk. Ufuklarda büyük bir çevre yapan bulutlar sabahleyin kararmıştı. Havada, beni her zaman sinirlendiren bir bora tehdidi vardı. Fakat öğleden sonra bu bulutlar dağılmış, güneş, tertemiz mavi bir gök ortasında parlamaya başlamıştı. Gök gürlemeleri yalnız bir tarafta ve gökle yerin birleştiği yerde, ağır bir bulutun derinliklerinde parıltılarla yuvarlanıyor, tarlaların tozuna karışan uzak bulutlarda şimşekler soluk zikzaklar yapıyordu. Hiç olmazsa bizim için o gün korkacak bir şey olmadığı belli idi. Bundan dolayı bahçenin arkasında ve görülebilen kısmında kâh yük arabalarının ağır ve uzun gıcırtıları, kâh karşılaşan boş talikaların[16 - Talika: Dört tekerlekli, üstü kapalı, yaylı bir tür at arabası. (e.n.)] gürültülü sarsıntıları duyuluyor, gömlekleri rüzgârdan uçan arabacıların acele adımları görülüyordu. Bunların kaldırdığı kalın toz tabakası ne uçup dağılıyor ne de yere iniyor, bilakis bahçenin temiz yeşillikleri ile etrafındaki çitlerin üstünde asılı gibi durup kalıyordu. Ötede zahire ambarının bulunduğu yerde başka sesler, başka tekerlek gıcırtıları işitiliyor ve yavaş yavaş avlunun yanına taşıtılan yaldızlı samanlar havada uçuşuyor, yerde yığınlar teşkil ediyor, çok geçmeden gözümün önünde birer çatı gibi yükselen beyzî şekiller peyda oluyor ve bunların etrafına karınca gibi üşüşen köylülerin hayaletleri seçiliyordu. Sonra, tozlu tarlaların arasında yeniden talikalar gelip gidiyor, yeniden sararmış ot yığınları geçiyor ve uzaklardan araba tekerleklerinin gıcırtıları, sesler ve türküler hep kulağıma kadar geliyordu.
Bizim bahçede pek sevdiğimiz bu köşecik müstesna olmak üzere, her tarafı toz ve sıcak bir buğu kaplamıştı. Bu sıcakta, bu toz deryası içinde ve kızgın bir güneşin alnında gene koca bir rençper kütlesi çalışıyor, gülüşüp şakalaşıyor, çene yarışı ediyor, durup dinlenmeden uğraşıyorlardı. Ben, etrafımı seyre dalmıştım. Kanepeye uzanmış olan Maşa, serin yeri bulmuş, mendilini yüzüne örtmüş, tatlı tatlı uyuyor, tabakta siyah, sulu kirazlar duruyordu. Ben bunlara bakıyor, temizlikten pırıl pırıl yanan hafif elbiselerimize bakıyor, billur sürahi içinde güneşin renkleriyle oynayan berrak suya bakıyor ve bunlara bakarken içimde garip bir haz duyuyordum. Ne yapmalıyım? diye düşündüm. Acaba kendimi bu derece mesut bulduğum için mücrim mi idim? Fakat insan hissettiği saadeti etrafına nasıl duyurmalı? Bu saadet ve bizzat kendisi tamamıyla nasıl bir başkasına ait olur ve kime?
Güneş, yolun iki tarafındaki yüksek ağaçların tepelerinden çekilmiş, tozlar yerlere inmişti. Köyün uzaklıkları, mailen gelen püskürme ziyalar altında daha temiz ve daha nurlu görünüyordu. Bulutlar hep dağılmıştı. Ağaçların öbür tarafında, ambarın yanında üç yeni ot yığınının sivri tepelerini ve köylülerin oradan indiklerini görüyordum. Hasılı o gün son defa olarak, tekerleklerinin gürültüsünü aksettirerek talikalar süratle geçiyor, kadınlar, bahçıvan tarakları omuzlarında, ipleri bellerinde, türkü söyleyerek evlerine giriyor, Serj Mihaloviç ise dağın eteğinde göründüğü hâlde, hâlâ gelmiyordu. Nihayet apansız, hiç beklemediğim bir tarafta, yolun öbür ucunda göründü. Şapkasını çıkarırken bakıp gülerek şen bir yüzle bana doğru gelmeye başladı. Fakat hâlâ uyumakta olan Maşa’yı görünce gözlerini kırpıştırıp dudaklarını ısırarak ve parmaklarının ucuna basarak yavaşladı. Hemen fark ettim: Pek sevdiğim neşeli hâli gene üstünde idi. Onun bu sebepsiz neşesine biz kendi aramızda “vahşi heyecan” namını veriyorduk. Bu hâlinde o, tam manasıyla paydosa dar kavuşmuş bir mektepli olurdu. Tepeden tırnağa bütün varlığından bir saadet havası uçardı. Yanıma geldi. Elimi sıkarken Maşa’yı uyandırmamak için sessizce “Bonjur, körpe menekşe.” dedi. “Nasılsınız? İyi değil mi? Ben de öyle fevkalade iyiyim.” Aynı suali ben de ona sormuşum gibi cevap veriyordu. “Bugün tam on üç yaşında bir çocuk oldum. Bir oyuncak atım olsa da binsem, ağaçlara tırmanıp çıksam diyorum. İçimden öyle geliyor.”
Gözünün içi gülüyordu. Gözlerine bakarak “Vahşi heyecan!” dedim. Fakat aynı zamanda hissediyordum ki bu vahşi heyecan bana da sirayet ediyordu. Gülmemeye çalışarak, aynı zamanda bana gözü ile işaret vererek “Evet!” dedi. “Fakat siz bu zavallı Maşa Karlovna’dan ne istiyorsunuz?”
Hiç farkında değildim. Meğerse ben ona bakarken, elimdeki ufak dalı sallıyor ve yapraklarıyla dadımın yüzündeki mendile dokunup yüzünü de okşuyormuşum. Gülmeye başladım.
“Şimdi…” dedim. “Uyanacak ve hiç uyumadığını söyleyecek ama onu ben mahsus yapmadım.”
Maşa’nın uyanmasını istemiyormuşum gibi bu sözleri fısıldayarak söylüyordum, gizli bir şey söylemek hoşuma gidiyordu. O da beni taklit ederek dudaklarını kıpırdatıyor ve güya bana, başkalarının işitmesini istemediği, gizli bir şeyler söylüyormuş hissini veriyordu. Sonra kiraz tabağını gördü. Belli etmeden oradan kiraz alır gibi yaptı. Sonya’ya doğru yürüdü ve ıhlamurun altında onun bebeğinin yerine oturdu. Sonya kızdı. Tam hırçınlık edeceği bir sırada küçük kızla hemen bir oyun icat etti: Kirazları kim daha evvel kapıp yiyecek diye kapışırlarken barıştılar ve gülüştüler.
“İster misiniz daha kiraz getirsinler mi?” dedim. “Yahut isterseniz biz kendimiz gidip koparalım; ne dersiniz?”
Serj tabağı aldı. Bebekleri içine koydu ve üçümüz oradan kirazlığa gittik. Sonya gülerek yolda onun arkasından koşup paltosunun eteğini çekiyor ve bebeklerini istiyordu. O, bebeklerini çocuğa verirken bana dönerek yalnız olduğumuz hâlde, gene fısıldarcasına fakat pek ciddi “Buyurun bakalım.” dedi. “Ben size nasıl Körpe Menekşe demeyeyim? Sıcağı, yorgunluğu göze alarak toz toprak içinde yanınıza gelince bana bir menekşe kokusu geliyor. Ama öyle olgun ve kuvvetli menekşelerden değil, henüz açılmış taze ve körpe bir menekşe ki rayihasında veda eden bir kışın ve yeni doğan baharın nefesleri vardır…”
Hemen sordum:
“Bu sene mahsul nasıl gidiyor? Siz bana onu söyleyin!”
Sözlerinin bende hasıl ettiği sevinçli heyecanı bu sualimle gizlemek istiyordum.
“Mükemmel!” dedi. “Bu millet her zaman her yerde emsalsizdir. İnsan onları yakından tanıdıkça daha ziyade seviyor.”
“Oh, evet! Demin siz gelmeden evvel oturduğum yerden onlara bakıyor ve nasıl çalıştıklarını görüyordum. Ne zahmetli işler başardıkları belli idi. Ben ise o zaman yerimde öyle rahattım ki…”
Sözümü kesti. Okşayıcı bir bakışla fakat pek ciddi olarak “Bu gibi hislerle oynamayınız Katya.” dedi. “Onların işleri mukaddes işlerdendir. Allah sizi böyle işlere karışmaktan korusun!”
“Onun için ben de bunu yalnız size söylüyorum.”
“Biliyorum… Peki, kiraz meselesi ne oldu?”
Kirazlık kapalı kalmış. Bahçıvanların hepsini işe göndermişler. Yalnız biri orada imiş. Sonya hemen anahtarı almaya koştu. Fakat Serj onun gelmesini beklemeden köşede asılı kuş ağlarına takılarak duvara çıktı ve öbür tarafa atladı. Bana “Şu aralıktan tabağı uzatır mısınız?” dedi.
“Hayır.” dedim. “Ben kendim koparmak istiyorum. Gideyim şu anahtarı bulayım. Sonya besbelli bulamıyor.”
Fakat aynı zamanda tek başına orada ne yapıyor, kime bakıyor, yalnızken ne hâlde bulunuyor diye içime bir merak düştü. Yahut bu da değil de sadece onu gözümden bir dakika bile ayırmak istemiyordum. Isırganlar arasında parmaklarımın ucuna basarak kirazlığı dolaştım. Karşı tarafta duvarlar daha alçaktı. Burada boş bir fıçı duruyordu. Üstüne çıktım. O zaman duvar göğsümün hizasına bile gelmiyordu. Hemen zıplayıp abandım. İçeri bir göz gezdirdim. Geniş, dişli yapraklarıyla yaşlı ağaçların, dalları basmış, olgun sulu kirazları aşağı doğru sarkıyordu. Ağaçların altından başımı uzatıp baktığım vakit yaşlı bir kiraz ağacının bükük dalları arasından Serj Mihaloviç’i gördüm. Kurumuş bir ağacın gövdesine oturmuş, besbelli ağaçtan kopardığı bir sakızı parmaklarının arasında, dalgın ovalıyordu. Bir aralık gözlerini açtı ve gülümseyerek bir şey söyledi. Bu tebessümü ve o sözleri şimdiye kadar tanıdığım şahsiyetine o kadar yabancı idi ki onu böyle gözetlediğim için kendimden utandım. Sözlerini işitecek kadar yakındım: “Katya!” dedi. İçimden Kabil değil! diyordum. O daha yavaş ve daha tatlı “Sevgili Katya!” diye tekrar etti. Fakat bu sefer o iki kelimeyi pek sarih olarak duymuştum. Yüreğim yerinden oynadı. Sevincimden öyle heyecanlandım ki düşmemek ve kendimi açığa vurmamak için ellerimle duvara tutunmaya mecbur oldum. Hareketimi hissederek dehşetle arkasına baktı. Beni görünce hemen gözlerini önüne eğdi ve kızardı. Bir çocuk gibi yüzü kıpkırmızı oldu. Bir şeyler söylemek istedi fakat söyleyemedi. Bunun için bütün bütün sıkıldı. Yüzü, eli mosmor oldu ve o sırada bana bakıp gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Yüzünde bir beşaşet[17 - Beşaşet: Güler yüzlülük. (e.n.)] ve saadet havası vardı. O zaman karşımdaki adam, artık iltifatlarıyla beni taltif eden ve bana bilmediğimi öğreten, o yaşlı amca değil, hayır katiyen o değildi. Şimdi karşımda, beni seven ve benden korkan, tam bana akran bir kimse vardı. Bir kimse ki ben de onu seviyor ve ondan korkuyordum. Birbirimize hiçbir şey söylemiyor ve yalnız bakışmakla kalıyorduk. Böyle bakışırken birdenbire onun çehresi değişti, kaşları çatıldı. Gözlerinin alevi söndü, tebessümleri silindi ve bana karşı eski soğuk ve babacan tavrını takındı. Sanki birbirimize bir fenalığımız dokunmuş gibi o kendini çekmiş ve benim de kendimi ağır tutmamı istemişti. Biraz sert “Çabuk ininiz oradan!” dedi. “Bir yerinizi inciteceksiniz, hem saçlarınızı da düzeltin, baksanıza bir kere neye dönmüşsünüz!”
Gücendim, öfkelendim, içimden Bu maskeye ne lüzum var? dedim. Beni üzmek mi istiyor? O anda onun üstündeki nüfuzumu tecrübe için onu bütün bütün telaşa düşürmek hevesine düştüm. Dayanamayacağım bir muziplikle “Hayır!” dedim. “Ben kendim koparmak istiyorum!”
Önümdeki dala tutunarak duvarın üstüne sıçradım ve bana yardıma gelmek için ona vakit kalmadan kirazlığa atladım. Gene kızardı. Heyecanını hiddet ve inkisar[18 - İnkisar: Gücenme, gönlü kırılma. (e.n.)] şeklinde göstererek “Ne yapıyorsunuz? Deli misiniz?” dedi. “Bir yeriniz sakatlanabilirdi. Peki, şimdi buradan nasıl çıkacaksınız?”
Eskisinden daha telaşlı idi. Fakat artık onun telaşı hoşuma gitmiyor, bilakis beni korkutuyordu. Telaşı bana da geçti. Kızardım ve ne diyeceğimi bilemediğim için yanından ayrıldım, kiraz toplamaya başladım. Fakat koyacak yerim yoktu. Kirazlar elimde kalıyordu. Kendi kendimi azarlıyor, yaptığıma pişman oluyor ve korkuyordum. Şu hareketimle onun teveccühünü ebediyen kaybetmiş olduğumu sanıyordum. İkimiz de hiçbir şey söylemeden duruyorduk ve bu sessizlikten ikimize de sıkıntı basıyordu. Sonya anahtarı almış, koşa koşa geldi ve bizi bu sıkıntıdan kurtardı. Bununla beraber ikimiz de birbirimizle konuşmamakta inat ediyor ve her ikimiz de tercihen Sonya’ya hitap ederek söz söylüyorduk. Maşa’nın yanına döndük. O, gene hiç gözünü kırpmadığını ve konuştuklarımızı hep işittiğini iddia ediyordu. Ben biraz derin nefes aldım. O da eskisi gibi himayekâr babacanlığını takındı. Fakat bu tecrübesinde o muvaffak olamadığı gibi bende de bir değişiklik yapamadı. Bende hâlâ üç gün evvelki konuşmamız canlı bir hatıra olarak yaşıyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lev-tolstoy/katya-69428110/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Maşa, Sonya isimleri Mari ve Sofi’ye aile içinde verilmiş değişik isimlerdir. (ç.n.)
2
Mültefit: Güler yüz gösteren, hoş davranan. (e.n.)
3
Muti: Boyun eğen. (e.n.)
4
Muhavere: Sohbet, konuşma (e.n.)
5
Temyiz etmek: Ayırt etmek. (e.n.)
6
Matlup: İstenilen, aranılan. (e.n.)
7
Berhane: Büyük, harap, kullanışsız ev. (e.n.)
8
Trampa etmek: Bir şey verip yerine başka bir şey almak, değiş tokuş etmek. (e.n.)
9
Tayip etmek: Ayıplamak, kınamak. (e.n.)
10
İstihfaf: Küçümseme. (e.n.)
11
Evza: Hâller. Durumlar. (e.n.)
12
Zevahir: Dış yüz. (e.n.)
13
Tahassüs: Duygulanma, duygulanım. (e.n.)
14
Nevüma: Bir derece, bir suretle. (e.n.)
15
Sakit: Susmuş, sessiz. (e.n.)
16
Talika: Dört tekerlekli, üstü kapalı, yaylı bir tür at arabası. (e.n.)
17
Beşaşet: Güler yüzlülük. (e.n.)
18
İnkisar: Gücenme, gönlü kırılma. (e.n.)