Dominique

Dominique
Eugène Fromentin
19. yüzyılın belki de son romantik romanı olan bu eserde, kimi özellikleriyle Goethe’nin genç Werther’ine benzeyen bir karakterin hayatındaki çalkantılar, romantik duygulanımlar Eugéne Fromentin’in etkileyici diliyle anlatılır. Tıpkı Werther gibi imkânsız bir aşka tutulan Dominique’i de bekleyen türlü acılar, ızdıraplar vardır. Tüm bunlar yüzünden bir ölüme, bir intihara sürüklenmez ama geçmişinin defterinde yazılı olanlar, bir ömür boyu peşini bırakmayacaktır… O zaman müthiş bir vicdan azabı içinde kaldım. Haykırırcasına “Ben kalpsiz ve şerefsiz bir sefilim!” dedim. “Kendimi kurtarmanın yolunu bulamadım. Siz bana geldiğiniz hâlde ben sizi kaybediyorum Madeleine, artık size ihtiyacım kalmadı. Artık yardımınızı istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum… Bana bu kadar pahalıya mal olan bir yardımı istemiyorum. Ve bu kadar ağır ödediğim bir dostluğu -ki sizi öldürecektir- istemiyorum. Ben azap içinde olayım yahut olmayayım, bana ait bir mesele, derdimin çaresi gene benden gelecek. Çektiklerim yalnız beni alakadar edecek ve nasıl biterse bitsin ucu kimseye dokunmayacaktır.”

Eugéne Fromentin
Dominique

Madam George Sand’e:
Madam,
Okumuş olduğunuz küçük kitap işte budur. Onu, hiçbir değişiklik yapmadan, yani kalem tecrübesi kabilinden olan bu eserde göze çarpacak bütün acemilikleriyle neşrettiğime, çok müteessifim. Bu gibi hatalar bana çaresiz göründü. Ve onları tashih etmekten ümidimi keserek olduğu gibi ibka ettim. Eğer kitabım daha az kusurlu olsaydı onu size takdim etmek benim için büyük bir saadet olurdu. Dostlarınızın en hakiri sıfatıyla beni affederek şu hâliyle gene yüksek isminizin himayesine alacak mısınız? O isim ki vaktiyle de bana muhafızlık etmiştir ve o isim ki onun hakkında hayranlık beslediğim kadar da şükran ve hürmet duygularıyla mütehassisim.

    EUGÈNE FROMENTIN
    Paris, Teşrinisani 1862

DOMINIQUE

I
Şimdi okuyacağınız bu pek basit ve lüzumundan çok az roman tarzında olan hikâyeyi bana mahremane anlatan arkadaşım, “Şüphesiz…” dedi. “Şikâyet edecek bir şeyim yok çünkü Allah’a şükür, artık hiçbir şey değilim! Zaten hiçbir vakit bir şey olmadığım da tahmin edilebilir ve ben birçok ihtiras adamlarının sonunda benim gibi olmalarını temenni ederim. Artık iyice anladım ve rahat ettim. Birçok faraziyelere kapılmaktan elbet böylesi daha iyidir: Kendi kendimle anlaşmanın yolunu buldum. Bu ise muhale karşı kazanabileceğimiz zaferlerin en büyüğüdür. Hasılı herkes için faydasız olan ben, şimdi bazıları için faydalı oluyorum ve kendisinden beklenenlerden hiçbirini vermemekte olan hayatımdan, belki hiç beklenmeyen yalnız birini… kendini büyük görmemek ihtiyatlı ve şuurlu olmak meziyetini elde edebildim. O hâlde şikâyet edeceğim bir şey yok demektir. Hayatım arzularıma ve meziyetlerime göre biçilmiş bir kaftandır. O, bir köy hayatıdır ki bu da kendisine pek yakışmaz değildir. Geç büyüyen ağaçlar gibi ben onu tepesinden budadım; öyle çalımlı, güzel ve gösterişli değildir; bunun için uzaktan pek görünmezse de iyi kök tutar ve etrafına çok gölge verir. Şimdi üç kimse var ki ben varlığımı onlara borçluyum. Bunlar beni muayyen vazifelerle, pek ağır olmayan mesuliyetlerle ve hatasız, üzüntüsüz bağlarla bağlamışlardır. Vazifem basittir ve ben onun uhdesinden gelebilirim. Eğer bütün beşer hayatının gayesi didinmekten ziyade zürriyet sahibi olmak ise ve eğer saadet denilen şey arzularımızla o arzuları yerine getirecek kudretimizin muvazenet[1 - Muvazenet: Dengelilik, eşitlik. (e.n.)] ve muadeletinde[2 - Muadelet: Eşitlik, denklik, eş değerlik. (e.n.)] ise ben aklın gösterdiği yolların en kısasından yürüyorum, demek siz de mesut bir adam görmüş olduğunuzu iddia edebilirsiniz.”
Bu arkadaşım kendi iddia ettiği gibi şahsiyetsiz bir adam olmadığı gibi eyaletinin silik çehreleri arasına karışmadan evvel onların içinden bir şöhret mukaddemesiyle sivrilip çıkmış da olmakla beraber o gene kendisini “menfi kemiyetler” namını verdiği meçhul güruh arasına karıştırmak isterdi. Ona gençliğinden bahsedenlere ve oldukça keskin ışıklarla etrafını aydınlattığını söyleyenlere cevap olarak bunun âlemin, bir kuruntusundan ibaret olduğunu, hakikatte ise kendisinin hiçten başka bir şey olmadığını, bunun delili ise işte bugün kendisinin de herkese benzemekte olduğunu ve tam manasıyla haklı olan bu neticeyi efkârıumumiyeye karşı meşru bir nevi tazminat gibi telakki ederek iftihar ettiğini söylerdi. Bu münasebetle şunu da tekrar ederdi ki, pek az kimseye, kendisinde bir istisnaiyet olduğunu söylemek hakkı nasip olmuştur ve böyle yüksek bir kabiliyetle mümtaz olduğu sabit olmaksızın imtiyazlı rolü oynamak kadar gülünç, mazeret kabul etmez ve boş bir şey yoktur; kendisini cemaatten, akran ve emsalinden ayrı görmek isteyenlerin bu küstahça temennileri, ekseriya cemiyete karşı işlenmiş bir kumarbaz hilesi ve kendi hâllerindeki bütün mahviyetli kimselere karşı reva görülmüş affolunmaz bir hakarettir; hak etmediği bir şerefi benimsemek, başkalarına ait rütbe ve unvanları gasp ederek er geç günün birinde de şöhretin hazine-i umumiyesini böyle yağma ederken suçüstü yakalanmak tehlikesine düşmek demektir.
Belki de inzivaya çekilişini izah için böyle kendini küçültüyor yahut bizzat kendi elemlerine ve arkadaşlarının elemlerine rücû etmek ihtimalini bütün bütün kaldırmak için böyle söylüyordu. Acaba samimi mi idi? Bunu kendi kendime çok sordum. Hatta ara sıra, tekâmül meftunu olan, böyle bir adamın nasıl olup da bu kadar tam bir tevekkülle inhizamını[3 - İnhizam: bozulup dağılma, hezimete uğrama. (e.n.)] kabul etmiş olmasını şüpheli bulduğum bile oldu. Zaten en halis bir samimiyetin dahi ne çok dereceleri vardır! Dosdoğrusunu söylemeksizin doğru söylemenin ne kadar çok tarzları vardır! Eşyanın aslına bağlanmayıp onun fevkine çıkan hâletiruhiye, itiraf olunmayan şeylere uzaktan bakan kavrayıcı bir nazarın varlığını reddedebilir mi? Peki, kendinden oldukça emin hangi kalp vardır ki bizim elimizde olan tevekkül ile bize ancak zamanın getirdiği nisyan arasında hiçbir elem doğmayacağını söyleyebilsin?
Onun şimdiki hayatına, hiç olmazsa kendisinden bahsettiğim devredeki hayatına pek benzemeyen mazisi hakkındaki şu hüküm ne olursa olsun o, kendi kendine o derece istifasını vermiş ve öyle karanlık bir hâl almıştı ki bu hâli kendisine bütün bütün hak verdirecek gibi görünüyordu. Bunun için kendisini hemen hemen bir yabancı yerine koyarak ne söylediyse olduğu gibi kabul ettim. Kendi tabiri veçhile o, o kadar az kendisi olmuş ve bu sahifelerde kendinden başka o kadar çok kimselerin icabında tanınması mümkün bulunmuş idi ki, bu kadar müşabehetlere[4 - Müşabehet: İki şey arasında benzerlik, benzeşlik. (e.n.)] imkân veren bir adamın hayatında portresini çizip basmakta hiçbir mahzur görmüyorum. Kendi simalarını memnuniyetle onda bulacaklardan onu biraz ayırt eden bir şey varsa o da bence kimseyi kıskandırtmayacak bir istisnaiyetle onun sık sık kendini murakabe etmek gibi nadir bir cesarete malik olması ve daha nadir bir huşunetle kendinde bayağılık bulması idi. Nihayet kendisinin gerek hâlinden ve gerek mazisinden bahsetmek hususundaki ihmal ve lakaydisi de zikre değer ki böyleleri varsa bile pek azdır.
İlk olarak onu görüşümde mevsim sonbahardı. Tesadüf onu bana çok sevdiği ve ikide bir dilinden düşürmediği bir mevsimde tanıtmıştı. İhtimal ki bu mevsim, yaşanılan her mutedil hayatı hülasa ettiği için yahut asude ve tabii bir kadroya bürünerek sükût ve melal içinde o hayat sonuna erdiği için ondan sık sık bahsederdi. O zamandan beri kaç kere bana şöyle söylemiştir:
“Ben, önü alınması tamamıyla kabil olmayan birtakım uğursuz cereyanların bir misaliyim: Melankolik bir adam olmamak için yapmadığım kalmadı. Çünkü her yaşta ve bilhassa benim yaşımda melankolik olmak kadar gülünç bir şey olamaz. Fakat bazı kimselerin kafasında yağmur gibi, fikirleri üzerine daima dökülmeye hazır, bilmem nasıl sisli bir matem havası bulunuyor. Eylülün sisleri içinde doğanların vay hâline!”
Bu son sözü, hem şu çalımlı mecazi ifadesine hem de yaratılışının esasen kendisini pek mahcup eden o sakatlığına karşı gülümseyerek ilave ederdi.
O gün ben, onun oturduğu köyün civarında avlanıyordum. Oraya bir gün evvel gittimdi. Birkaç seneden beri köyde yerleşip kalmış olan dostum Doktor …’ın misafiri idim, başka bir tanıdığım da yoktu. Avlanmak için onunla ikimiz köyden çıkarken öteden Villeneuve’ün şarkını örten -üzüm bağlar ile mestur- bir tepede başka bir avcı göründü. Gezmeye çıkmış bir adam hâliyle ağır ağır yürüyordu. Yanında -üzüm kütüklerinin arasında dolaşıp aranan- iki büyük av köpeği vardı: Biri, tüyleri boz bir İspanyol köpeği, ötedeki de kısa tüylü siyah bir zağardı. Ondan sonra öğrendim ki, hemen her gün tekerrür eden av seferlerinde bu iki köpek onun münhasıren yanına aldığı iki arkadaşıdır ve bu av merakı, onun için açık havada yaşamak ve bilhassa yalnız yaşamak, ihtiyacı gibi daha derin bir meylin bahanesinden başka bir şey değildir.
Komşusunun mutat maiyetini uzaktan tanıyan doktor bana dönerek “O!” dedi. “İşte bizim Mösyö Dominique avlanıyor!”
Çok geçmeden onun ateş ettiğini duyduk. O zaman da doktor, “İşte Mösyö Dominique ateş ediyor!” dedi.
Avcı bizimle hemen hemen aynı arazide avlanıyor ve Villeneuve’ün etrafında, şarktan esen rüzgâr istikametine ve av hayvanlarının malum olan yerlerine göre zaten taayyün etmiş aynı manevra hattını tutuyordu. O gün akşama kadar gözümüzün önünde bulundu ve aramızda yüzlerce metre mesafe olduğu hâlde biz onun avlanmasını takip ettiğimiz gibi şüphesiz o da bizimkini takip edebiliyordu. Arazi düz, hava sakindi ve bu mevsimde ses öyle uzaklara gidiyordu ki gözümüzden kaybolduğu zamanlar bile tüfeğini her atışını pek sarih olarak duyduktan başka fazla uzaklaşan köpeklerini çevirmek veya onları bir araya getirmek için uzaktan uzağa bağırışlarını bile kaçırmıyorduk.
Bir ihtiyat mı yoksa doktorun bir aralık ağzından kaçırdığı bir sözden anladığıma göre üç kişilik avlardan pek hoşlanmadığı için mi, ne olursa olsan, doktorun Mösyö Dominique dediği bu zat yanımıza ancak akşama doğru yaklaştı. Ondan sonra aramızda teessüs eden karşılıklı dostluğun başlangıcı o gün hadis olmuş[5 - Hadis olmak: Baş göstermek, meydana gelmek. (e.n.)] adi bir vakadır denebilir. Birbirimizden yarım tüfek menzili bir mesafede bulunduğumuz bir anda benim köpeğimin önünden bir keklik havalandı. O, solda idi. Keklik de onun tarafına meyleder gibi göründü.
“Bu sizindir, ateş ediniz mösyö!” diye bağırdım. Tüfeğini omzuna koyuncaya kadar geçen fark edilmez bir tevakkuf anı içinde onun önce bize bakıp ne doktorun ne de benim ateş edecek kadar yakın olmadığımıza, sonra da bir an evvel kararını vermezse bunun hepimiz için kaybedilmiş bir parti olacağına hüküm verdikten sonra, hemen nişan alıp ateş ettiğini gördüm. Kuşçağız alabildiğine uçarken yıldırımla vurulmuş gibi düştü. Daha doğrusu şiddetle kendini yere attı ve üzüm bağının sertleşmiş zemini üzerinde, ağır bir hayvan cüssesi gürültüsü ile bir kere sıçradı.
Bu, renkçe zengin ve muhteşem kırmızı erkek bir keklikti. Gagası ve ayakları mercan gibi sert ve kırmızı; pençeleri horoz pençeleri gibi ve göğsü çok besili bir piliç göğsü gibi enli idi.
Mösyö Dominique bana doğru ileri gelerek “Mösyö…” dedi. “Sizin köpeğinizin durağında bulunan bir kuşa ateş ettiğim için affınızı rica ederim. Fakat bu havalide oldukça nadir olan böyle nefis bir parçayı kaçırmamak için size vekâlet etmeye mecbur kaldığımı zannediyorum. Hakçası o sizindir. Onu size takdim değil iade ediyorum.”
Tereddüdümü izale için nazikane birkaç söz daha ilave etti. Ben de Mösyö Dominique’in bu hediyesini ödenmesi zaruri bir nezaket borcu kabilinden olarak kabul ettim.
O zamanlar kırkını geçkin olmakla beraber bu adam hâlâ görünüşte genç, oldukça iri, esmer renkli, tavır ve edası biraz ihmalkâr olmakla beraber sakin siması, ağırbaşlı söz söyleyişi, ihtiyatlı duruşu, aşağı yukarı ciddi bir zarafet ibrazından hali değildi. Sırtındaki bluzu ve ayağındaki getrileriyle avcı bir kır adamı kılığında idi. Yalnız tüfeği onun refah içinde olduğunu göstermeye kâfi idi. Köpeklerinin boynunda gümüş kakmalı birer geniş tasma ve bu tasmaların üstünde birer marka görülüyordu. Doktorun elini samimiyetle sıktıktan sonra acele bizden ayrıldı. Dediğine göre hemen o akşam hasat işlerini bitirecek olan bağcılarını derleyip toplamaya gidiyormuş.
Birinciteşrinin[6 - Birinciteşrin: Ekim ayı. (e.n.)] ilk günlerinde idik. Bağ bozumu zamanı geçmek üzere idi. Kısmen mutat sükûnetine dalmış olan köyde, brikad namını alan üç grup bağ bozucudan başka kimse kalmamıştı. Bir de son üzümleri kesilen bağın ortasında koca bir direk ve bunun tepesinde bir kutlama sancağı görülüyordu. Bu direk, Mösyö Dominique’in brikad’larının sevinçle kaz mancasını yemeye hazırlandıklarına, yani işler bitince anane icabı verilmesi mutat olan ve muhtelif nefis yemekler arasında bir de kaz kızartması bulunan veda ziyafetine alametti.
Akşam oluyordu. Keskin kenarlı ufka inmek için güneşin ancak birkaç dakikalık bir mesafesi kalmıştı. O güneş, ışıklı ve gölgeli uzun hatlar çizerek -bağlar, tarlalar, bataklıklarla hazin bir surette bölünmüş olan ağaçsız, düz ve yer yer uzak bir bakışla denize kadar açılan- koca bir sahayı boylu boyunca aydınlatıyordu. Bir iki beyazımsı köy, çatıları düz kiliseleri, sakson çan kuleleriyle ovanın şişkin bir tarafına konmuş; -cılız ağaç kümeleri ve koskoca ot ve saman yığınlarıyla- birkaç ücra ve küçük çiftlik bu usandırıcı geniş peyzaja biraz hayat vermiş. İklimin, mevsimin ve şu gurup zamanının verdiği bambaşka bir güzelliği olmasa resmi alınmaya değer fukaralığı bütün bütün meydana çıkacak olan bir manzara…
Yalnız Villeneuve’ün karşı tarafında ve ovanın bir kıvrıntısı içinde başka yerlerden daha çokça bir ağaçlık, az çok gösterişli bir binanın etrafında, pek ufak bir park vücuda getirmiş gibi idi. Dar, yüksek ve gayrimuntazam seyrek pencereleri olan bina, arduvaz külahlı minimini kuleleriyle Flamandiya tarzında bir paviyondu. Civarında çiftlik evi işletme yeri gibi daha sonra yapılmış, fakat hepsi birbirinden mütevazı bir bina kümesi vardı. Ağaçların arasından yükselen mavi bir sis memleketin bu çukur yerinde istisnai olarak hiç olmazsa bir su akıntısı gibi bir şey mevcut olduğuna alametti; etrafı söğüt ağaçlarıyla çevrilmiş ıslak bir çayırdan çıkan batak bir yol paviyondan denize kadar dosdoğru uzanıyordu.
Çıplak üzüm bağları arasında tek başına kalan bu küçük yeşil adayı bana gösterirken doktor şöyle dedi:
“Şu gördüğünüz yer Trembles Şatosu ve Mösyö Dominique’in ikametgâhıdır.”
Bu esnada Mösyö Dominique, soluk soluğa arkasından gelen köpekleriyle boş tüfeğini omuzlamış, sükûnetle uzaklaşıyordu; fakat araba tekerleği izleriyle örtülü bağ yolunda henüz birkaç adım atmış bulunuyordu ki benim pek hoşuma giden bir tesadüfün şahidi olduk.
Şakrak sesleri duyulan iki çocuk ve yalnız kırmızı eşarbı ile ince bir kumaştan robu görünen taze bir kadın, avcıyı karşılamaya geliyorlardı. Çocuklar uzaktan sevinçli jestler yapıyor ve küçük bacaklarının yettiği hızla ona doğru koşuyorlardı. Anneleri daha yavaş geliyor ve eliyle erguvan rengindeki eşarbının bir ucunu sallıyordu. O sırada Mösyö Dominique’in de çocuklarını birer birer kucağına aldığını gördük.
Parlak renklerle canlanan bu grup, yeşil çoban yolunda biraz durakladı. Sakin kırların ortasında akşam güneşinin ateşiyle nurlanarak ve bitmek üzere olan günün güya bütün sükûnuna bürünerek ayakta duruyorlardı. Sonra, tamamlanan aile tekrar Trembles yolunu tuttu ve batan güneşin son ışığı bu mesut ev halkını evlerine girinceye kadar uğurladı.
Doktor birkaç kelime içinde bana Mösyö Dominique do Bray’in -memleketteki teklifsizliğin kabul ettiği dostluk ananesi icabından olarak ona kısaca Mösyö Dominique derlermiş- kim olduğunu anlattı: Mevkinin asil bir adamı, nahiyenin müdür ve belediye reisi. Bu itibar ve itimadı da şahsi tesirlerinden ziyade -çünkü bu tesirleri o ancak son senelerde icra etmektedir- ismine bağlı olan eski bir saygıya borçludur; kendisi çok sevilir, zavallıların imdadına koşmaya hazırdır ve herkesin sevgisine mazhardır, her ne kadar idaresi altında bulunanlara benzerliği yalnız bluzundan ibaret, o da giydiği zamanlar ise de.
Doktor şunları ilave etti:
“Sevimli bir adamdır. Yalnız biraz yabanidir. Çok iş yapar, az söyler. Onun hakkında nihayet size şunu söyleyebilirim ki nahiyenin ahalisi ne kadarsa onun iyiliğini görmüş olanlar da o kadardır.”
Bu kır gününü takip eden gece o kadar güzel ve o kadar berrak idi ki, insan kendini hâlâ yaz ortasında sanabilirdi. Ben o geceyi unutmayışımı, bilhassa hatıraların, hatta en az bariz olanlarını bile, hafızanın bütün hassas noktalarına perçinleyen bir nevi intibalar ahengine atfediyorum: Mehtap vardı. Göz kamaştırıcı bir mehtap… Villeneuve’ün tebeşirli yolu ve beyaz evleri, gündüz öğle vakti imiş gibi, aynı sarahatle fakat daha tatlı bir nur ile yıkanıyordu. Kasabayı baştan başa kateden büyük caddede kimseler yoktu. Kapıların önünden geçilirken içeride ailece gece yemeği yendiği, kanatları çoktan kapanmış pencerelerden şöyle böyle duyuluyordu. Sakinleri henüz uyumamış olan tek tük evlerin dam nefesliklerinden ve anahtar deliklerinden, nevumma kırmızı bir hat fışkırarak gecenin soğuk beyazlığına karışırdı. Yalnız bocurgatların tahtalarını havalandırmak için üzüm sıkılan yerler açık bırakıldığından baştan başa kasabada bir sıkılmış üzüm ıslaklığı duyulur, köpüren şarapların sıcak buharı kümeslerin ve ahırların kokusuna karışıyordu. İlk uykularından uyanarak gecenin rutubetli olacağını ilan eden horozların sesinden başka ortalıkta artık hiçbir ses seda kalmamıştı. Şark rüzgârının getirdiği ardıç kuşlarıyla şimalden cenuba göç eden göçmen kuşları, köyün havasından geçiyor ve gece yolcuları gibi bir düziye birbirlerine sesleniyorlardı.
Saat sekizle dokuz arasıydı. Ovanın bir ucunda şen, şakrak bir şamata gürledi. Derhâl çiftlikteki ve civardaki köpekler heyecanlanarak havlamaya başladılar; bu ses karşılıklı bir dans havası çalan gaydaların keskin ve mevzun çığlıklarıydı.
Doktor bana dönerek “Mösyö Dominique’lerde dans var.” dedi. “Bu geceden tezi yok. Kendisini ziyaret için bundan iyi fırsat olmaz. Gene siz bilirsiniz ama, sanırım kendisine teşekkür borçlusunuz. Bir mülk sahibi, bağ bozumu suvaresi verdi mi bilin ki bu gaydalı müsamereye aşağı yukarı herkes gelebilir.
Bu muhteşem gecenin füsunkâr tesiri altında bağların arasından geçerek Trembles yolunu tuttuk. Bu tesiri kendi şiarına göre müdrik olan doktor, ayın keskin parıltısıyla de husafa uğramamış olan tek tük yıldızlara bakarak astronomik hülyalara dalıp gitti. Böyle bir fikir adamının dalabileceği başka ne hülya olabilirdi ki!
Çiftliğin parmaklığı önünde, büyük ağaçlarla çevrilmiş harman yeri şeklindeki meydanlıkta, gecenin rutubetiyle yağmur yemiş gibi ıslak duran otların içinde dans ediyorlardı. Ay ışığı bu hazırlıksız baloyu öyle güzel aydınlatmıştı ki, başka ziyalardan vazgeçilebilirdi. Zaten dansçılar evin bağ bozucularıyla gayda sesine koşan bir iki civar delikanlısından ibaret gibiydi. Bilmem gaydayı çalan müzikacı bu işte maharet gösteriyor muydu? Fakat hiç değilse onu öyle coşkun bir aşk ile çalıyor, aletten uzun uzadıya öyle keskin sesler çıkarıyor ve gecenin sessizliği içinde yükselen bu cayırtılar öyle bir sertlikle havayı yırtıyordu ki, bunu yakından gördükten sonra sesinin o kadar uzaklardan bize gelmesine artık şaşmıyordum. Yarım fersahlık bir çevreden onun sesi duyulabileceği için nahiyenin bütün genç kızları mutlaka şimdi rüyalarında dans ediyorlardı. Delikanlılar yalnız ceketlerini çıkarmakla kalmışlar, kızlar başörtülerini değiştirmekle beraber havlı kumaştan önlüklerini yukarı kaldırmışlar, fakat hiçbiri ayaklarındaki tahta ayakkabılarını çıkarmamışlardı. Çünkü şüphesiz bu suretle daha muvazeneli ve sağlam olabilecekleri gibi bu altı kalın ağır ayakkabılarıyla o ağır sıçrayış pandomimasının (dedikleri gibi Overn ahalisi dansının) ölçülerini daha iyi belli edeceklerdi. O esnada hizmetçi kızlar, ellerinde bir mum, mutfakla yemek odası arasında gidip geliyorlar ve müzik biraz durup soluk almaya başlayınca angaryacıların üzüm ezdikleri bocurgat iniltileri de duyulmaya başlıyordu.
İşte biz Mösyö Dominique’i tasırhane denilen bu -keresteler, kalaslar, bocurgatlar ve hareket hâlinde çarklarla dolu- acayip laboratuvarda bulduk. Şuraya buraya konmuş iki üç lamba kocaman makineler ve yapı iskeleleri üst üste yığılı gibi duran bu geniş yeri ne kadar mümkünse o kadar az aydınlatıyordu. Tasır makinesinden geçmiş üzümler kesiliyor, yani makinelerin tazyiki altında ezilen mahsulün son usareleri alınmak üzere bunlar yeniden dört köşe bölümlere ayrılarak muntazam levhalar vücuda getiriliyordu. Artık pek zayıf damlalarla akan şıra, suyu çekilmiş bir çeşmenin son damlaları gibi, taş teknelere düşüyor ve yangın hortumlarına benzeyen bir deri hortum vasıtasıyla bunlar bir kilerin dibine iniyor, civarı pek sıcak olan bu kilerde üzüm suyunun tatlı çeşnisi şarap kokusuna tahavvül ediyordu.
Her yerden taze şarap sızıyor, ıslak duvarlardan ter gibi şarap fışkırıyordu. Başa vuran şarap buharları lambaların etrafında bir sis tabakası hasıl etmişti. Mösyö Dominique bağcılarının arasında bir el lambasını onlara tutarken bu alaca karanlıkta bizi de gördü. Hâlâ avcı kılığında idi ve kendisine hep “efendimiz” diye hitap etmeseler işçilerden hiçbir suretle ayırt edilemezdi.
Ziyaretimizin zamanını ve saatini uygunsuz seçtiğimiz için özür dilemek isteyen doktora “Hiç özür dilemeyiniz.” dedi. “Çünkü ben daha ziyade özür dileyecek bir vaziyetteyim.”
Ve zannederim elinde lamba bizi nezaketle ve teklifsizce kabul ederken tasırhanesinde gösterebileceği ikramlar için yegâne sıkıldığı şey böyle bir yerde rahatça oturmamızı temin edememesiydi.
Sonraları kendisiyle pek çok görüştüğüm bir adamı ilk defa olarak dinlemek fırsatını veren bu ilk mülakatımız hakkında söyleyecek bir sözüm yok. Yalnız hatırladığıma göre aramızda yegâne müşterek mevzular olan bağ bozumu, hasat, çiftçilik ve av gibi afaki şeylerden bahsettikten sonra, buradaki hayatın bütün sadelikleri ve kabalıklarının besbelli zaruri bir karşılığı olarak Paris birdenbire önümüze çıkıverdi.
Bu Paris ismi kendisini daima yerinden oynatan doktor “Ey gidi günler!” dedi.
Mösyö Dominique cevap verdi:
“Gene maziye tahassür!”
Ve bu sözler öyle bambaşka bir aksanla söylendi ki bana bizzat sözlerden ziyade bu ifade tarzının delalet ettiği manayı aramak arzusunu verdi.
Bağ bozucular yemeğe gidiyorlardı. Biz de o zaman çıktık. Vakit gecikmişti. Bizim için bir an evvel Villeneuve’e dönmek icap ediyordu. Mösyö Dominique bizi, sınırları parkın ağaçlarına müphem bir surette karışan bir bahçenin dolambaçlı yolundan geçirdi. Sonra evin bütün cephesini tutan çardaklı bir taraçadan geçtik ki bunun öbür ucundan deniz görünüyordu.
Gecenin ılık havasına karşı açık bırakılmış aydınlık bir odanın önünden geçerken o kırmızı eşarplı genç kadın gözüme ilişti: Bir çift ikiz karyolanın önünde oturmuş el işi ile meşguldü. Parmaklığın önünde ayrıldık. Çiftliğin sesleri oraya kadar gelmiyordu. O günkü avdan yorgun düşen köpekler, kulübelerinin önünde yere uzanmış, tasmaları boyunlarında uyuyorlarken ayın kuvvetli ışığı kendilerine sabah olduğu zannını vermiş gibi kuşlar leylak kümeleri içinde kıpırdanıyorlardı. Araya yemek gürültüsü girdiği için artık balodan hiçbir ses seda çıkmıyordu. Gerek Trembles’daki ev gerek civarı derin bir sessizliğe dalmış dinleniyor ve bu sessizlik gaydanın cayırtılarına bir deva gibi oluyordu.
Aradan pek az geçti. Bir akşam eve geldiğimiz vakit Mösyö Dominique dö Bray’in iki kartını bulduk. O gün bizi ziyarete gelmiş. Hatta ertesi gün de Trembles’dan bir davet tezkeresi geldi. Madam dö Bray namına yazılıp kocası tarafından imza edilmiş olan bu nazik rica mektubunda, komşuca verecekleri ailevi bir akşam yemeğinde bizi de görmekle mesut olacakları bildiriliyordu.
Hakikatte ilk sayılmak lazım gelen bu yeni mülakat ki bana Trembles Şatosu’na girmek vesilesini vermiştir, kayda şayan bir ehemmiyeti haiz olmadı ve eğer Dominique ailesi hakkında hemen bir iki söz ilavesine lüzum görmeseydim, bu ziyaretten belki de hiç bahsetmezdim. Aile üç şahıstan mürekkeptir. Bağlar arasında bir an için hayallerini sezmiş olduğum kimseler: Clémence dedikleri esmer bir küçük kız, sonra sarı bir oğlan, çabuk boy atan ince, narin bir çocuk. Bir çocuk ki Jean dö Bray’in yarı derebeyi, yarı köylü ismini kuvvet ve kudretinden ziyade ehliyet ve dirayetiyle taşımaya şimdiden namzet görünüyor.
Annelerine gelince: Bu kadın ve bu anne; şu iki kelimenin tam manasıyla şümulünü haiz mükemmel bir kadın ve mükemmel bir ana idi. Ne orta yaşlı, ağırbaşlı ne de bir genç kız hâlinde. Belki henüz pek taze, fakat iyi hazmedilmiş analık ve kadınlık mefhumları çifte rolünün verdiği bir olgunluk ve kibarlık var. Müphem bir simada çok güzel gözler, son derece tatlılık, besbelli yalnızlık hayatının verdiği bilmem nasıl bir korkaklık, fakat namütenahi bir letafet ve zarafet.
O yıl münasebetlerimiz pek ileriye gitmedi: Mösyö dö Bray’in benim de beraber bulunmamı arzu ettiği bir iki av partisi, karşılıklı birkaç ziyaret ki bana köyünün yollarını tanıttığı kadar kalbinin gizli yollarını açmamıştır. Nihayet bu mesut yuvanın daha fazla bir hususiyetine girmeksizin İkinciteşrinde[7 - İkinciteşrin: Kasım ayı. (e.n.)] Villeneuve’den ayrıldım: İşte o zamandan beri doktorla ben Trembles Şatosu sakinlerini böylece mesut yuva sakinleri diye anıyorduk.

II
Gözden ırak olmanın garip neticeleri oluyor. Mösyö Dominique’ten ayrı düştüğüm bu ilk yılda, bizi birbirimize hatırlatacak direkt bir hatıra olmaksızın bunu nefsimde tecrübe ettim.
Gözden ırak oluş birleştirir ve ayırır, ayırdığı kadar da yaklaştırır, hatırlatır ve unutturur; bazı pek kuvvetli bağları gevşetir, gerer, koparacağı noktaya kadar dener; sonra bazı sözde yıkılmaz, rabıtalar vardır ki onlarda da çaresi bulunmayacak sakatlıklar vücuda getirir; ebedî hatıraların ebedî vaatleri üzerine umursuzluk cihanları yığar. Sonra gözle seçilemeyecek bir tohumdan, belirsiz bir alakadan, bir “Adiyö, mösyö!”den -ki ertesi güne kadar da yaşamasına mahal yoktur- bütün bu hiçlerden bilmem nasıl örgüler yaparak öyle sağlam bir dokuma vücuda getirir ki onun üstünde iki erkekçe dostluk ömürlerinin sonuna kadar pekâlâ birleşebilir, çünkü bu gibi bağlar sonuna kadar devamlıdır.
Hislerimizin en temiz ve en canlı cevherleriyle haberimiz olmayarak o esrarengiz işçi tarafından terkip edilen dostluk bağları, benden ona, ondan bana intikal eden, tutulmaz, anlaşılmaz öyle bir tel hâline gelmiştir ki onun artık ne zamandan ne mesafeden ne de hiçbir şeyden korkusu yoktur. Zaman onu takviye eder, mesafe, koparmaksızın onu sonsuz uzatabilir. Bu gibi hâllerde güceniklik, kalbin ve fikrin derinliklerine bağlı olan bu göze görünmez telin biraz fazla sarsıntısından başka bir şey değildir ve o telin fazla gerginliği ızdırabı davet eder.
Bir yıl geçer. Birbirlerine “Tekrar görüşelim.” demeden ayrılınmıştır. Tekrar buluşulur. Bu esnada dostluk içimizde öyle terakkiler yapmıştır ki bütün engeller düşmüş, bütün ihtiyatlar unutulmuştur. Hayat ve nisyan bakımından büyük bir zaman demek olan bu on iki aylık ayrılışın bir günü yoktur ki, teşekkül hâlinde olan dostluk için faydasız olsun ve bu on iki aylık sükût birdenbire sizde karşılıklı açılıp dertleşmek ihtiyacını ve -daha şaşılacak şey- birbirinize itimat etmek hakkını verir.
İlk defa olarak Villeneuve’e ayak bastığımın tam senesi idi. Doktordan aldığım bir mektup beni gene oraya çekti. Doktor mektubunda, “Komşularda sizin sözünüz geçiyor. Sonbahar ise pek latif! Geliniz.” diyordu. Kendimi çok bekletmedim ve tatlı bir güneşin ılıklandırdığı bir bağ bozumu akşamı, aynı sesler arasında, haber vermeden Trembles Şatosu’nun taş merdivenlerini çıktığım zaman iyice gördüm ki bahsettiğim birleşme vukuya gelmiş ve çokbilmiş ayrılık, haberimiz olmadan bizim için çalışmıştır.
Ben beklenen bir misafirdim. Tekrar gelen ve gelmesi icap eden bir misafir… Eski bir âdet icabınca evin teklifsiz bir adamı olmuştum. Ben de kendimi orada dünyanın en rahat bir kimsesi gibi bulmuyor mu idim? Henüz başlayan bu samimiyet eskimiş mi, yoksa yeni mi idi? İşlerin gidişi beni onlarla o kadar uzun zaman birlikte yaşatmış, haklarındaki sezinişlerim öyle âdet hükmünü almıştı ki samimiyetimizin eskimiş veya yeni başlamış olduğunu bilmeye mahal yoktu.
Çok geçmeden hizmetçiler beni tanıdılar. Ben avluya girdiğim vakit artık köpekler havlamıyorlardı. Küçük Clémence ile Jean beni görmeye çabuk alıştılar ve tekrar gelişin tesirini tekerrür eden hadiselerin içtinabı gayrikabil cazibesini telakkide sona kalmadılar.
Gitgide beni yalnız ismimle çağırmaya başladılar. “Mösyö” formülünü bütün bütün hazfetmemekle beraber sık sık bunu ihmal ettikleri olurdu. Sonra bir gün geldi ki Mösyö Bray (Ben ona umumiyetle Mösyö Bray derdim.) konuşmalarımızın tonunu kendi mizacına uygun bulmadı. Kulağı tırmalayan bir falso gibi bu uygunsuzluğunu ikimiz de aynı zamanda fark ettik. Hakikat hâlde Trembles’da ne bulunduğumuz yer ne biz, hiçbir şey değişmiş görünmüyordu: Hayatın en küçük hadiselerine varıncaya kadar her şey… Zaman, mevsim, etrafımızdaki eşya ve bizzat kendimiz eskisinin o kadar aynı idi ki artık tarihi belli olmayan dostluğumuzun yıl dönümünü günü gününe her an kutlayan bir hâlimiz vardı.
Üzüm kesimleri, bağ bozumu, evvelkiler gibi, aynı danslar, aynı ziyafetler ve aynı müzikacı tarafından çalınan aynı gayda sesi ile yapıldı, bitti. Sonra çırçıplak bağları, çiviye asılı gaydası ve kilitlenen şarap mahzenleriyle ev her zamanki sessizliğine büründü.
Bir ay oluyordu ki kollar biraz dinlenmiş, tarlalar işsiz kalmış bulunuyordu. Ziraat tatili demek olan bu istirahat devri birinciteşrinden ikinciteşrine kadar, yani son hasat zamanıyla ilk ekim arasındadır ve son güzel günlerin bir hülasası demektir. Mevsimin hoş bir gevşekliği ile geciken sıcakları ilk soğuklara bağlar.
Günün birinde saban arabaları meydana çıktılar; fakat bağ bozumunun cümbüşlü, çayırlık dansları nerede, sabanının öküzlerini süren sığırtmacın sessiz monoloğu veya o büyük ebedî jesti ile saban izlerine tohumları atan ekincinin bu hareketi nerede!
Trembles arazisi güzel bir malikâne idi. Dominique, servetinin mühim bir kısmını oradan çıkarıyor ve zengin oluyordu. Dediği gibi bu işte kendine benzemeyen ve tam manasıyla bir idare ve hesap kadını olan Madam dö Bray’in yardımı ile bu araziyi bizzat açtırıp işletiyordu. Bu karışık arazi işletmesi mekanizmasında, daha az ehemmiyeti haiz, fakat aynı derece faal, bir ikinci yardımcısı vardı ki o da hizmetçileri arasında itibarı daha çok olan ve fiilen bir çiftlik kâhyası veya idare memuru vazifelerini yapan yaşlı hademesi idi. André denilen bu adamın adı ileride hikâyemize girecektir.
Memleketin bir çocuğu ve zannederim evin de bir çocuğu sıfatıyla bu ihtiyarın, efendisine karşı sadakati olduğu kadar da onunla nevumma teklifsizliği vardı. Gerek başkasına ondan bahsederken ve gerek kendisine hitap ederken daima “efendimiz” derdi. Efendisi de -umumi âdet hilafına- ona “sen” diye hitap ederdi. Çocukluğundan beri muhafaza ettiği bu itiyat genç şefle ihtiyar André arasında oldukça hazin aile ananelerinin devamını temin ediyordu. Bundan dolayı André, evin efendisinden ve hanımından sonra Trembles Malikânesi’nin en çok sözü geçen başlıca şahsiyeti idi. Oldukça mühim bir yekûn tutan ötekiler şatonun ve çiftliğin sayısız kıyısına bucağına taksim olunmuşlardı. Çok kere her yer bomboş gibi olurdu. Yalnız boş olmayan kümeslikte, bütün gün tavuk sürüleri eşelenmekle, büyük bahçede çiftliğin kızları ot dermekle meşgul olduğu gibi öğle güneşine maruz olan taraçada da Madam dö Bray, hava güzel oldukça -yaprakları dökülmekte olan- asma çardağının her gün biraz daha seyrekleşen gölgesinde, çocuklarıyla beraber bulunurdu. Hele bazı kere günler geçerdi de bu evde bir ses, bir hayat eseri duyulmazdı. Hâlbuki orada her biri işle ve bir hizmetle meşgul bu kadar insan vardı.
Her ne kadar Bray’ler iki üç nesilden beri, kazanılmış bir hak gibi, nahiyenin fasılasız belediye reisi olmakta iseler de Trembles’da belediye reisi yoktu. Arşivler Villeneuve’de bir yere konmuştu. En iptidai köylü evlerinden biri hem ilkokul hem de belediye evi işini görüyordu. Dominique, belediye meclisine riyaset ve uzaktan uzağa evlenme merasimini icra için ayda iki kere oraya uğrardı.
O gün gene hamailini cebine koyarak oraya gitmiş ve toplantı odasına girerken onu boynuna takmıştı (Besbelli o gün nikâh vardı.). Hazır bulunanlar üzerinde pek iyi bir tesir bırakan ufak bir hitabenin kanuni formalitelerine memnuniyetle riayet ederdi. O zaman kendisini aynı hafta içinde üst üste iki kere dinlemem nasip oldu. Bağ bozumları hiç şaşmaz, mutlaka izdivaçlarla biter. Senenin bu mevsimi, büyük perhizin uyanık geceleriyle delikanlıları daha müteşebbis yaptığı gibi kızların da kalbini daha ziyade yumuşatarak âşıkların sayısını en üst dereceye götürür.
İanelerin tevzisine gelince: Bütün bu işleri üzerine alan Madam dö Bray idi. Eczanenin anahtarları onun elinde idi. Çamaşır, odun, budanmış kuru asma dalları onun eliyle dağıtılır, kocasının imzasını taşıyan ekmek vesikaları hep onun eliyle yazılmış bulunurdu. Üstelik belediyenin resmî ianelerine, kendinden bir şeyler kattığı zamanlar bundan kimsenin haberi olmazdı ve yoksullar, veren eli asla görmeksizin bunun semeresini toplamış olurlardı. Zaten böyle bir komşuluk sayesinde hakiki yoksullar pek azdı. Denizin yakınlığı dolayısıyla muavenet-i umumiyeye oradan gelen yardımcı kaynaklar, bataklıkta biten otlar, pek darda kalanların getirip ineklerini otlattıkları umumi çayırlar, kışları mutedil olan çok yumuşak bir iklim… Bütün bunların neticesi olarak yıllar fazla müzayakalı[8 - Müzayaka: Sıkıntı, darlık, parasızlık. (e.n.)] olmaksızın geçiyor ve hiç kimse dünyaya Villeneuve’de geldiğinden dolayı talihinden müşteki bulunmuyordu.
Dominique’in umumi hayata iştirak hissesi aşağı yukarı şunlardan ibaretti: Küçücük bir nahiyeyi yani bütün büyük merkezlerden uzak, bataklıklarla muhat, mütemadiyen sahillerini kemiren ve her yıl birkaç posluk yerini alıp götüren bir denizin kenarına sıkışmış minimini bir nahiyeyi idare, yollara ve korutma ameliyelerine nezaret; mahsulleri iyi bir hâlde muhafaza icabında kendilerine hakem, hâkim veya müşavir olduğu birçok kimselerin menfaatlerini düşünmek; kavgaların önünü aldığı kadar davalara ve geçimsizliklere de mâni olmak; cürümleri önlemek; muhtaçlara elini uzatıp kesesini açmak; ziraat işlerinde iyi bir numune olmak; fakir halkı faydalı teşebbüslere teşvik için kendisi için zararlı olabilecekleri de tecrübe etmek; ilaçları önce kendi şahsında deneyen bir doktor gibi, her ihtimali göze aldırarak toprağını, varını yoğunu tecrübe sahasına koymak ve bütün bunları, dünyanın en basit bir işi kabilinden, hatta bir külfet gibi değil, mevkisinin, servetinin ve asaletinin icabı olan bir vazife gibi yapmak.
Çevresi iki fersahlık bir mesafeyi geçmeyen bu gizli faaliyet sahasının dar hududu içinden o, pek seyrek olarak uzaklaşırdı. Trembles’da az misafiri olurdu. Bunlar da av için departmanın öbür ucundan gelmiş birkaç sayfiye komşusu, doktor, bir de Villeneuve papazı idi ve bunlar için muntazaman her pazar akşamı sofra hazırdı.
Sabahleyin yataktan kalkıp da belediye işlerine ait evrakı sevk ettikten sonra kendi işlerine bakmak üzere bir iki saat vakti kalırsa gider, sabanlara bir göz atar yahut bir iş için uzaklara gitmesi icap ediyorsa atına biner.
Saat on birde Trembles Kilisesi’nin çanı yemek zamanını ilan ediyordu: Günün, aile erkânını eksiksiz bir araya toplayacağı ve çocukların ikisini de babalarının gözü önüne koyacağı ilk zamanı bu idi. İkisi de okumaya başlamışlardı. Oğlan çocuk için sanırım Dominique’in yüksek tasavvurları vardı. Kendi hayatının eksik taraflarını onun muvaffakiyetle tamamlaması baba için bir ihtiras hâlini almıştı. Bilhassa böyle bir çocuğun sadece okumaya başlaması mütevazı, bir başlangıçtı.
O sene av çoktu. Biz de öğleden sonraki zamanlarımızın çoğunu evde geçirir yahut -ve ekseriya sırf deniz kenarında gezmiş olmak için- bu çıplak kırlarda hızlı bir at yürüyüşü yapardık. Dikkat ederdim. Gülmek vesilelerini hiç vermeyen bu memlekette, sükût ile baltalanan bu uzun at gezintileri onu mutadından fazla ciddileştirirdi. Yan yana atbaşı beraber giderdik. Biraz müphem bir yarı uyku içinde o atının hiç değişmeyen yürüyüşünü yahut sahilden yuvarlanan büyük çakıl taşları üstünde sekmesini gözümün ucuyla takip ederken çok kere o benim orada bulunduğumu unutmuş gibi olurdu. Villeneuve halkı veya başka yerler ahalisinden olan bazı kimseler yolumuza çıkıp onu selamlarlardı. Ona kâh “belediye reisi efendi” kâh da “Mösyö Dominique” diyorlardı. Bu formülü adamların ikamet ettikleri yere, şato ile münasebetinin az veya çok olmasına yahut ücretsiz hizmetkârlar arasındaki mevki ve derecesine göre değişirdi.
Tarlaların arasından “Bonjur Mösyö Dominique!” diye haykıranlar olurdu. Bunlar sabanlarının izi üstünde iki büküm olmuş işçiler, çiftçilerdi. Bükülmüş bellerini iyi kötü doğrultur, güneşten kararmış yüzlerinde, inadına ağarmış kısa saçlarının kıvırcıklandığı, büyük alınlarını meydana çıkarırlardı. Bazı kere, manası bence hiç anlaşılmayan bir kelime, ellerinde doğduğu kimselerin hatırladıkları geçmiş zamana ait bir hadiseye işaretle ikide bir “Hatırlıyor musunuz?” deyişleri, evet, ne diyordum, bazı bir kelime, yüzünde bir tahavvül vücuda getirerek onu sıkıcı bir sessizlik içinde bırakmaya kâfi gelirdi.
Yaşlı bir koyun çobanı vardı. Namuslu bir adam, her gün aynı saatte sürüsünü falezin yani denize yakın sarp kayaların üstündeki tuzlu çimenliğe götürür, hayvanlarını otlatırdı. Hava ne türlü olursa olsun o -kulaklarının altına ilişik keçe külah şapkası, sırtını barındırdığı kül rengini andırır keçe yağmurluğu ve içi saman dolu kaba kunduralarıyla- sarp kayaların uçurumuna üç karış mesafede karakol neferi gibi dimdik dururdu.
Dominique yüzüme bakarak “Düşününüz ki…” dedi. “Ben bu adamı otuz beş senedir tanır ve hep bu vaziyette orada görürüm!”
Bu adam çok söylerdi. Konuşmak fırsatını seyrek bulan ve eline fırsat geçince ondan istifadeye kalkan bir kimse idi. Hemen her zaman atlarımızın önüne geçerek yolumuzu keser ve büyük bir saflıkla kendisini dinlemeye bizi mecbur ederdi. Onda da hem bütün ötekilerden fazla “hatırlıyor musunuz” merakı vardı: Sanki onun koyun çobanlığıyla geçen uzun hayatının hatıraları, karışıksız bir saadet tespihi teşkil etmişti.
Daha ilk günü farkında olmuştum: Bu tesadüflerden en çok hoşlanan her hâlde Dominique değildi. Aynı yerde aynı simanın nevumma her gün aynı saatte mülahazasızca gelip karşısına dikilmesi; ölmüş, unutulmuş, faydasız şeyleri mütemadiyen yenilemesi gezintilerinin tadını kaçıran hakiki bir tacizlik oluyordu. Bundan dolayı, kendisini bütün sevenlere karşı -onu ihtiyar çoban da çok seviyordu- nazik ve mültefit bulunan Dominique ona biraz da yaşlı ve geveze bir karga muamelesi eder ve başından savmak için “Âlâ! Âlâ! Jacques Baba! Artık yarın görüşürüz!” diye kısa keserek yolun başka tarafından geçmeye çalışırdı. Fakat Baba Jacques’ın ahmakça inadı bir derecede idi ki her ne pahasına olursa olsun felakete tahammül etmek ve ihtiyar çoban söylediği müddetçe durup hayvanlara soluk aldırmak icap ederdi.
Bir gün Jacques, mutadı veçhile yine falezi adımlarken ta uzaktan bizi görünce daracık yolda bir sınır taşı gibi dikilip durdu. Yolumuzu kesmişti. Geçmiş zamandan bahsetmek, birer birer tarihlerini hatırlamak için o gün keyfi pek yerinde idi: Mazinin tadı, sarhoşluk buharı gibi başına vurmuştu.
Harap olmuş yüzünün buruşuklarını, hayatından memnun bir inbisat ile bize göstererek “Günaydın Mösyö Dominique!” dedi. “Günaydın baylar! İşte güzel bir hava ki her zaman bulunmaz. Bir hava ki yirmi yıldır misli görülmemiştir. Hatırlıyor musunuz Mösyö Dominique, yirmi sene evvelini? Ah! O ne ateşli üzüm kesimleri ne bağ bozumları idi… Ve üzümler nasıl sünger gibi suyunu verir, nasıl şekerlenirdi! İnsan kesmeye, toplamaya yetişemezdi!”
Dominique sabırsızca dinliyor ve altındaki at, sineklerin hücumuna uğramış gibi, tek durmuyordu.[9 - Tek durmak: Uslu durmak, yaramazlık etmemek, sessiz kalmak. (e.n.)]
“Hani bir sene bütün ahali şatoya dolmuştu, biliyorsunuz… Ah! O ne kadar…”
Fakat Dominique’in atı birden ayrılarak Jacques Baba’nın sözünü kesti ve adamcağızı şaşkın bir hâlde bıraktı. Dominique bu sefer her şeye rağmen atını sürüp geçmişti. Dörtnala gidiyor ve atını sanki bir kötü huyundan vazgeçirmek veya ürkeklik ettiği için cezalandırmak istiyormuş gibi kırbaçlıyordu. O gün mümkün olduğu kadar uzun müddet süratli gidişini muhafaza etti ve akşama kadar hep dalgın durdu.
Dominique denizden pek hoşlanmazdı. Anlattığına göre hep denizin iniltileri içinde yetişip büyüdüğü için hatırası, yanık bir mersiye gibi, onda iyi bir tesir yapmıyordu. İnsanın yüzüne gülen başka gezinti yerleri olmadığı için biz çaresiz denizi tercih ediyorduk. Zaten bizim takip ettiğimiz yüksek sahilden iki tarafa bakılınca bir taraftan karaların, bir taraftan dalgaların ufuklara kadar açılan genişliği, dümdüz boşluğuyla cazip bir şey oluyordu. Sonra bir tarafta dalgaların daimî çalkantısı ile öbür tarafta ovanın hareketsizliği, birinde vapurların mütevali seyrüseferine karşı öbür tarafta evlerin yerine mıhlanmış olmaları, bir tarafta maceralı bir hayat, öbür tarafta sakin ve sabit bir yaşayış… Bütün bu tezatlar arasında öyle samimi bir uygunluk vardı ki her şeyden ziyade onun bundan mütehassis olması ve insana aynı zamanda ızdırap veren fikrî zevklere mahsus yakıcı bir hazzın gizlice tadını çıkarması icap ederdi.
Akşama doğru aheste bir yürüyüşle yeni kazılmış esmer topraklı tarlalar arasındaki taşlı yollardan eve dönerdik. Biz böyle giderken kanatlarında günün son ışıkları titreyen çayır kuşları, yerden uçarak kaçışırlardı. Gitgide sahillerin tuzlu havasından ayrılır, bağlara varırdık. Ovanın içinden daha ılık ve daha mülayim bir buhar yükselirdi. Çok geçmeden ulu ağaçların mavi gölgelerine girerdik. Çok kere Trembles Satosu’nun taş merdiveni önünde, ayağımız toprağa değdiği vakit, gün bitmiş, güneş batmış bulunurdu.
Gece hayatı bizi gene ailece antika mobilyalarla döşenmiş, büyük salonda bir araya getirirdi. Orada, çanının gürültülü sesi ta yukarı-ki odalara kadar yetişen büyük saat çaldıkça biteviye geçen zamanın saat başlarını ilan ederdi. Bu sesten kurtulmanın imkânı yoktu. Gece, uykumuzun içinde saatin çalmasıyla değil, hatta yalnız rakkasın ağır darbeleriyle ayılır, Dominique ve ben, ikimiz de hayatımızın bir saniyesinden öbür saniyesine geçerken bizi sanki bir günden öbür güne götüren bu sürekli darbeleri hiç konuşmadan dinlerdik.
Çocukların, gece tuvaletleri, lütfen, merhameten salonda yapılır ve biz onların beyaz havlulara sarılı, uykudan bitik bir hâlde gözleri kapalı, kolları sarkık analarının kucağında yataklarına götürüldüğüne şahit olurduk. Saat ona doğru herkes dağılırdı. Ben Villeneuve’e dönerdim. Yahut daha sonraları, yağmurlu gecelerde, fazla karanlık, yollar güç ve bozuk olursa beni şatoda alıkorlardı. Benim odam ikinci katta, küçük kuleye bitişik pavyonun köşesinde idi. Dominique, çocukluğunun ve gençliğinin büyük bir kısmını bu odada geçirmişti.
Pencereden bakılınca bütün ova, ta denize kadar bütün Villeneuve ayağının altında idi. Uykumun arasında rüzgârın ağaçlarda hışırtısını, çocukluğunda Dominique’i uyutan denizin uğultulu kabarışını duyardım. Ertesi gün her şey bir gün evvelkinin aynı olarak yeniden başlar; hayat aynı bollukla, işte ve eğlencede aynı dikkat ve itina ile tekerrür ederdi. Bu evde benim şahit olduğum belli başlı arızalar, itiyatların ahenk ve tenasübünü bozan mevsim arızaları idi. Mesela havanın güzel olacağına göre tertip edilmiş bazı işler, yağmurlu bir günle bozulmuş olabilirdi.
Böyle günlerde Dominique hususi odasına çıkardı. Böyle inceden inceye teferruata giriştiğimden dolayı okuyucunun ve hikâyeyi takip edecek olanların affını rica ederim. Fakat teferruat, beni götürdüğü gibi, dolambaçlı yollarla, okuyucuyu da yavaş yavaş, asilzade bir çiftçinin manasız hayatından insan vicdanına nüfuz etmesine bais olacak ve ihtimal ki o teferruatta daha az bayağı hususiyetler bulacaktır.
Ne diyordum? Evet, böyle günlerde Dominique odasına çıkar, yani hayatının yirmi beş otuz yıl gerisine dönerek orada birkaç saat mazisiyle baş başa kalırdı. Bu odada birkaç minyatür aile resminden başka kendinin de yağlı boya bir çocukluk portresi vardı: Pembe yüzü, kıvırcık koyu kumral saçlarıyla bugünkü hâlini andırır bir yeri kalmayan bir resim… Sonra bir yığın kâğıt arasında etiketli birkaç karton, biri eski biri yeni eserlere mahsus iki kitap dolabı ki yenisindeki seçme kitapların bir kısmı, hayatında fiilen en çok sevdiği şeyleri göstermektedir. Toz içinde kalmış küçük bir dolapta da mektep ve etüt kitapları vardı. Bunlara, mürekkep lekeleri ve çakı yaralarıyla delik deşik olmuş eski bir masa ve üstüne eli ile dünyanın her tarafına hayalî seyahat yolları çizilmiş yarım asırlık güzel bir cihan haritası ilave edin.
Mektep hayatına şehadet eden ve sanırım, insan ihtiyarlamaya başlayınca muhafaza ve hürmete layık görülen bu eşyadan başka bizzat kendine, ne olduğuna, ne düşündüğüne delalet eden şeyler de vardı ki karakterleri çocukça olduğu kadar acayip olmakla beraber onları da bildirmeliyim: Duvarların tahta kısımlarına, camlara tevdi edilmiş sayısız yazılardan bahsetmek istiyorum.
Bu yazılarda bilhassa tarihler, gün isimleri, senesi, senenin hangi ayı olduğu tasrih edilmiş bulunuyordu, bazı kere aynı işaretler seri hâlinde mütevali senelerde görülüyordu. Sanki birçok seneler günü gününe, belki de saati saatine, kim bilir hangi hadiseyi, mesela gerek bizzat aynı yere gittiğini ve gerek aynı meseleyi düşündüğünü tespite mecbur olmuştu. En az görülen şey imzası idi. Fakat bu şifreli yazıların imzasız olması sahibini sarahaten göstermeye hiç mâni değildi.
Bir tarafta bakarsınız iptidai bir geometri şeklinden başka bir şey yok. Onun altında şekil bir kere daha çizilmiş, fakat iki veya üç çizgi fazlasıyla, bu fazla çizgiler onun esasını değiştirmeden manasını tadile yarıyordu. Şekil böylece yeni ilavelerle tekerrür ederek yeni manalar iktisap ediyor ve aslındaki müselles veya daireyi şamil olmakla beraber büsbütün başka bir neticeye varıyordu. Delalet ettikleri manayı anlamak pek imkânsız olmayan bu şekillerin arasına bazı kısa maksimler ve birçok da mısralar karıştırılmıştı. Bunların hepsi de beşerin terakki sahasındaki ayniyetine ait, o zamanın doğurduğu hükümler ve düşüncelerdi. Çoğu kurşun kalemiyle yazılmıştı. Sanki şair korkmuş veya bunları duvara hakkedip ebedîleştirerek lüzumundan fazla yaşatmaya tenezzül etmemiş idi.
Pek nadir olarak bir ismin ilk harfleri birbirine dolaşmış olarak bulunuyor ve daima aynı majüskülün D harfi ile bağlandığı görülürdü. Bunun yanında, besbelli daha yeni zamanlara ait hatıralardan olacak, delaleti daha muayyen, hemen daima birkaç beyiti göze çarpardı. Sonra birdenbire daha vakarlı ve daha ezalı mistisizme avdet eder gibi -şüphesiz İngiliz şairi Longfellow’la tesadüfi bir karşılaşma neticesi olacak- “Ekselsiyor! Ekselsiyor! Ekselsiyor!”[10 - “Daha yükseğe! Daha yükseğe! Daha yükseğe!” (e.n.)] diye yazmış ve sonuna bitmez tükenmez taaccüp işaretleri koymuştu.
Nihayet izdivacına yakın olduğu tahmin edilebilen bir tarihten itibaren ya ihmalden yahut daha doğrusu kasten hiçbir şey yazmamaya karar verdiği sarahatle anlaşılıyordu. Hayatının artık son tekâmül devresi tamam olduğuna mı hükmetmişti? Yoksa ne zamandan beri tesisine çalıştığı gaye, kendi benliğine sahip olma gayesi için artık hiçbir korkusu kalmadığını haklı olarak düşündüğü için mi bundan vazgeçmişti? Pek vazıh olarak ötekilerden sonra gelen son bir yazı, tamamı tamamına ilk çocuğunun, yani oğlu Jean’ın doğum tarihine uygun geliyordu.
Fikirde büyük bir merkeziyet; kendini canlı ve şiddetli bir murakabe altında tutmak; yükselmek, daima yükselmek sevkitabiisi ile beraber kendini hiçbir zaman gözden kaçırmamak; her safhasında kendini tanımak iradesiyle hayatın sürükleyici değişiklikleri; sesini duyuran tabiat; kendi kendini hodkâmane besleyen bu genç kalbi yumuşatacak hisler; başka bir isimle dolanarak tezauf eden[11 - Tezauf: Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak. (e.n.)] bu isim, müzehher bir baharın çiçeği gibi ağzından dökülen mısralar, idealin yüksek şahikalarına fırlayan fevri hamleler; bu fırtınalı kalbinde, fırtınalı ve belki haris, hele şüphesiz vehmin ve hayalin azabı ile yoğurulmuş olan bu kalpteki sulh ve sükûn: İşte, eğer aldanmıyorsam, yazılmış hatıralardan daha manalı olan bu karmakarışık sicildeki dilsiz remz-ü işaretlerin ifade ettiği mana bu idi. Otuz yıllık bir hayatın hâlâ titreyen heyecanı bu daracık odada duyuluyordu ve Dominique orada, karşımda pencereye abanmış, belki de maziden gelen seslerin aksi tesiri altında biraz dalgın duruyordu. Acaba buraya ne için geliyordu? Kendi tabiri veçhile benliğinin gölgesini canlandırmak için mi yoksa onu unutmak için mi? Bunu bilmek bir mesele idi.
Bir gün kütüphanesinin karanlık bir köşesine konmuş ciltli kitaplardan birkaçını aldı. Beni karşısına oturttu ve mukaddimeye lüzum görmeden yavaşça okumaya başladı. Bunlar ümitsiz aşkların, yaralı kalplerin ve köy hayatının senelerden beri kaynağı kurumuş manzumeleri idi. Şiirler fena değildi. Serbest ve tabii olmakla beraber tertibi muntazam, fakat kitabın bütün hüsnüniyetine rağmen heyet-i mecmuasıyla az lirikti. Hisler ince, fakat bayağı, fikirler zayıftı. Dediğim gibi şekil itibarıyla emsali az bulunur bir kıymet olmasa -bir kıymet ki mevzunun inkârı kabil olmayan cılızlığıyla oldukça açık bir tezat teşkil ediyordu- evet, şiirlerin şekil itibarıyla kıymeti olmasa bunları, içinden gelen herhangi bir müzikle vezin ve ahenk yolunu tutturan ve dilinin ucuna kafiyeli sözler gelmekle kendini şair farz eden bir gencin şiir vadisinde yayılarak kalem tecrübesi nevinden karaladığı müptedice yazılara benzetmek doğru olurdu. Ne olursa olsun benim mütalaam bu merkezde idi ve şiirlerin sahibini hiç korumaya lüzum görmeden bu mütalaamı yazdığım gibi açıktan açığa Dominique’e de söyledim.
“Şair hakkında ne fazla ne eksik, doğru olarak tastamam hükmünüzü verdiniz.” dedi. “Fakat o şairin bizzat ben olduğumu söylemiş olsaydım bu hükmünüzü yüzüme karşı dobra dobra gene verecek mi idiniz?”
“Muhakkak.” dedim.
Dominique devam ederek “Çok iyi.” dedi. “Bundan anlaşılır ki siz benim kötü taraflarımı da tam layık olduğum derecede takdir ediyorsunuz. Orada bu kıratta iki kitap var. İkisi de benim eserim, istesem benim olduğunu söylemeyebilirim. Çünkü üstünde hiçbir isim yok. Fakat sizden zayıf taraflarımı gizleyecek değilim, er geç hepsini bilmeniz icap edecek, birçok başka şeylerde olduğu gibi, beceremediğim şu kalem tecrübelerinde de belki ben istifadeli dersler ve bir teselli bulmuşumdur. Yaptığım her şey, kendi hiçliğimi ispat etmek suretiyle bir şey, bir varlık olanları takdir edecek ölçüyü bana vermiş. Şu söylediğim sözlerde yarım bir tevazu vardır. Fakat benim, tevazuyla tekebbürü birbirine ne kadar karıştırdığımı bilseniz, aralarındaki farkı artık temyiz edemediğimden dolayı beni mazur görürsünüz.”
Dominique’in, ayrı ayrı, iki şahsiyeti vardı. Bunu anlamak güç değildi. Trembles Şatosu’nun sahibi olan kır adamının hayatında birçok feragatler olduğunu tahmin eden doktor da bir vecize olarak “Herkesin kendinde taşıdığı bir veya birkaç ölü vardır.” demişti. Fakat artık hayatta olmayan o, her kimse hayatından hiç olmazsa bir nişane vermiş midir? Vermişse ne dereceye kadar? Hangi tarihte? Ve bu adam o saklı cananı, şu bilinmemiş bir iki imzasız kitaptan başka hiçbir suretle açığa vermemiş midir?
Dominique’in hiç açmadığı ciltlerden aldım: Bu sefer, unvan bence malumdu. Muhterem ismi, okuyucularınsa hafızasında ileri gidip yerleşmeye vakit bulamamış olan müellifi, on beş yirmi sene evvelki politika edebiyatının, hatırı sayılır, orta derecelerde, bir muharriri idi. Sağ mı idi? Daha doğrusu hâlâ yaşıyor mu idi? Bunu bana bildirecek hiçbir yeni eserini görmemiştim. O, sayısı mahdut olan şu muhteriz muharrirlerden biri idi ki bunlar yalnız eserlerinin adı ile bilinirler, şahısları meçhuliyet karanlığından çıkmadan eserleri şöhretler arasına karışır ve yalnız yazılarıyla alakadar olan halkın haberi bile olmadan ortadan silinir veya her yerden el etek çekebilirler.
Kitapların adını ve müellifin ismini tekrar ederek Dominique’in yüzüne baktım. Kendisini keşfettiğimi anlayarak gülümsemeye başladı.
“Ama şairin gönlünü almak için müellifin hatırını hoş etmeye kalkışmayınız.” dedi. “Bu ikisi arasında hakiki fark şudur ki âlem bunların ikincisi ile meşgul oldu, fakat birincisine o şerefi bahşetmedi. Bunun hakkında susması doğru idi. Acaba ötekini o kadar pehpehlemesi yanlış değil mi idi?”
Durdu. Sonra devam ile “Benim isim değiştirmemin birçok sebepleri var.” dedi. “Nitekim daha evvel eserlerimi bütün bütün isimsiz çıkarmamın da daha ciddi sebepleri vardı. Bu sebeplerin hepsi şüphesiz edebî ihtiyat veya mahviyetkârlık mülahazalarından ileri gelmiş değildi. Görüyorsunuz ki pek iyi etmişim, çünkü eserlerimin üstündeki imza sahibinin sonunda bir bağcı ve nihayet nahiyesinin belediye reisi olduğunu kimse bilmez.”
“Peki, şimdi artık hiçbir şey yazmıyor musunuz?” diye sordum.
“Oh!” dedi. “Yazmak! Hayır, bu artık bitmiştir! Zaten yapacak hiçbir şeyim kalmadığı günden beri diyebilirim ki, hiçbir şey yapmaya vaktim de olmadı. Oğluma gelince: Onun hakkındaki mütalaam şudur. Eğer ben olmadığım gibi olmuş olsaydım şöyle düşünürdüm: Bray ailesi artık mahsulünü vermiş, vazifesi bitmiştir. Oğlum için istirahat etmekten başka yapacak bir iş yoktur. Fakat takdiriilahi böyle zuhur etmedi. Ruhlar değişti. Onun için daha mı iyi, yoksa daha mı fena oldu? Bilmem. Ben ona tekemmül etmemiş bir hayatın taslağını veriyorum ki, eğer aldanmıyorsam o, tamamlayacaktır.”
Bir saniye düşündükten sonra “Hiçbir şey bitmez.” dedi. “Her şey intikal eder, hatta ihtiraslar bile.”
Hayalat ile meskûn olan bu tehlikeli odadan çıkıp aşağı indiğimiz vakit, Dominique tıpkı eskisi gibi basit bir kır adamı olmuştu. Hâlbuki bana öyle geliyordu ki o odada etrafını alması icap eden birçok arzuların tesiri altında kalacaktır. Oysa o karısına ve çocuklarına tatlı bir iki sözden sonra tüfeğini alır, ıslıkla köpeklerini çağırır ve hava açıksa birlikte gidip ıslak kırlarda günümüzü tamamlardık.
Bu hayat böylece ikinciteşrine kadar kolay, teklifsiz, büyük bir sırdaşlıkla değil, fakat -hayatının içyüzü işe karışmadığı vakitler Dominique’in pek iyi idare etmesini bildiği- mutedil bir tevekkül ve emniyetle geçti. Kırları bir çocuk gibi seviyor ve bu hâlini saklamıyordu. Fakat kırları terennüm etmiş bir edebiyatçı gibi değil, orada ikamet eden bir adam gibi ondan bahsederdi.
Onun ağzından hiçbir vakit çıkmayan bazı kelimeler vardı. Tanıdığım kimseler içinde hiç kimseyi bilmiyorum ki onun kadar bazı düşüncelerden hayâ etsin. Şu itibar ile, şairane tabir olunan bazı hislerin itirafı, onun kudret ve tahammülünü aşan bir işkence mahiyetinde idi. Bir şekle bağlı olmakla beraber köy hayatına karşı öyle hakiki bir düşkünlüğü vardı ki bu vadide bile bile birçok hayalata kapılmaktan kendini alamaz ve köylüleri kötülükler içinde değilse cehalet ve eksiklikler içinde yoğurulmuş gördüğü hâlde dahi birçok hâllerini hoş görürdü. Şüphesiz onların ne ahlak ve âdetlerine, ne zevklerine ne de hurafelerinden hiçbirine iştirak etmezdi. Bununla beraber onlarla daimî bir temas hâlinde yaşardı. Kıyafetinin, kıyafeti gibi etvarının[12 - Etvar: Tavırlar, davranışlar. (e.n.)] da son derece sadeliği, şüphe götürmeyen amirlik sıfatını, icabında mazur gösterebilirdi. Villeneuve’de herkes onun doğduğunu, büyüdüğünü görmüş, birkaç sene ayrıldıktan sonra tekrar gelip memlekette yerleştiğine şahit olmuştu. İhtiyarlar vardı ki onların indinde, şimdi kırk beşlik olan Dominique, hâlâ bir çocuktur. Trembles Şatosu’nun yanından geçerken ikinci katta, sağda, onun eski odasını görenlerden hiçbiri kendisini onlardan ayıran his ve fikir âlemini hatırına bile getiremezdi.
Trembles’da Dominique’in kabul ettiği ziyaretlerden bahsetmiştim. Şahit olduğum bir hadise dolayısıyla bu bahse tekrar dönmeye mecburum. Mücbir sebep hadisenin onu şiddetle alakadar etmiş olmasıdır.
Dominique’in o yıl şatoda toplanan ve eski bir âdete göre Saint-Hubert Yortusu’nu kutlayacak olan dostları arasında en eski arkadaşlarından pek zengin biri bulunuyordu. Dediklerine göre on iki fersahlık mesafede bir şatoya çekilmiş, inziva hâlinde, ailesiz orada yaşıyormuş. Adı Orselli idi. Kumral saçları, hemen hemen tüysüz yüzü, ona zaman zaman gençlik tavırları vererek yaşını birkaç sene eksik tahmin ettirmekle beraber o Dominique’le aynı yaşta idi. Bu oğlanın çalımı güzel, kılığı kıyafeti pek düzgün, tavırları terbiyeli ve fettan olmakla beraber jestlerinde, sözlerinde, aksanında, eskiden beri kökleşip kalmış bilmem nasıl bir züppelik vardı ki her şeyden az çok bıkmış, usanmış hâliyle bazı meclislerde hakiki bir cazibe kaynağı olmaktan hali kalmazdı. Onda fazla bir usanç veya fazla bir kayıtsızlık yahut fazla bir tekellüf ve tesannüt[13 - Tesannüt: Dayanışma, omuzdaşlık. (e.n.)] vardı. Avı, atları severdi. Seyahate pek düşkün iken şimdi hiç yola çıkmıyordu. Paris’te doğmuş denecek derecede Parisli iken günün birinde Paris’i terk edip gittiği öğrenildi ve böyle bir inzivanın hakiki amili kimse tarafından tayin olunamaksızın akıl ermez bir tenhalık içinde Orsel’deki bostanlarının arasına gelip gömüldü. Bir sığınak veya unutma yeri gibi oraya çekilmiş, dışarı çıkmaz, hiç kimseyi kabul etmez, acayip bir tarzda yaşamaktadır. Büyük ihtiras değilse bile, içinde çeşit çeşit şiddetli arzular tahmin olunabilen böyle genç, zengin bir kimsenin, bilmem nasıl bir inat ile kendini hüznün, kederin karanlıklarına kaptırması, olsa olsa ancak meyusane ve mezbuhane[14 - Mezbuhane: Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. Çırpınarak, son ümit ve son kuvvetle. (e.n.)] bir hareket olarak izah edebilirdi.
Kulak dolgunluğu şöyle böyle malumat sahibi olmakla beraber pek az kültürü olduğu için kitaplara karşı istihfaf ile yüksekten bakar, hele onları yazmak zahmetine girenlere çok acırdı. “Ne için?” derdi. Pek kısa olan hayat, bu kadar kaygıya değmezdi. O zaman mantıktan ziyade fikre dayanarak ümitsizlerin manasız tezini -kendisine bunu söylemek hakkını verecek hiçbir şey yapmamış olduğu hâlde- onların tezini yürütürdü. Yalnızlığın tozları içinde biraz silinmiş ve ana çizgileri artık eskimeye başlamış olan bu karakterin en hassas tarafı büyük lükse, büyük zevklere ve hayatın suni alayişine karşı olan düşkünlüğü idi. Bu meylin onda iyi tatmin edilmemiş ve iyi sönmemiş olduğu anlaşılıyordu. Bütün şahsiyetine sinmiş soğuk ve kibar mahzunluğu gösteriyordu ki eğer pek amiyane olan birçok ihtiraslarının ümitsizliğinden hâlâ bir şey kalmış ise o da aynı zamanda hem kendinden istikrah etmesi hem de bütün manasıyla gün görmeye olan şiddetli iştiyakı şeklinde tezahür etmektedir. Trembles’da o her zaman hüsnükabul görürdü. Eski dostluğunun hatırı için Dominique onun aykırılıklarından çoğunu hoş görürdü. O da bu eski dostluğa bütün kalbini vermiş bulunuyordu.
Trembles’da kaldığı birkaç gün zarfında, herkesin kendi hakkındaki bakışına uygun bir surette kendini gösterdi: Yani sevimli bir arkadaş, güzel avcı, iyi bir misafir ve onun mutat olan ihtirazından bir iki kere inhirafı sayılmayacak olursa sıkıntılı adam cephesi hemen hemen hiç meydana çıkmadı.
Madam dö Bray onu evlendirmeye kalkıştı. Ne boş hayal! Çünkü bu gibi meselelerde onunla doğru dürüst münakaşa etmek kadar güç bir şey yoktu. Her zamanki cevabında kendisinin artık candan bir istekle evlenmek isteyeceği zamanı geçtiğini ve evlenmenin de hayatta tehlikeli ve belli başlı olan diğer akitler gibi, büyük bir heyecan hamlesi istediğini söylerdi.
“Baht işi bu bir kumardır.” derdi. “Bir kumar ki ancak angaje edilen hayallerin değeri, sayısı, hararetli oluşu ve samimiyeti ile çekilir; bir kumar ki eğlenceli olması için iki tarafın da mutlaka ortaya mühim şeyler koyması icap eder.”
İşsiz güçsüz, Orsel’e kapanması dostlarını müteaccip ve müteessir ettiği kendisine söylendi. Yeni olmayan bu mütalaaya karşı cevabı şu oldu:
“Herkes elinden geleni yapar.”
Biri “Doğrusu akıllıca bir söz.” deyince Orselli devam etti:
“Belki. Fakat herhâlde hiç kimse, kendi malikânesinde rahatça yaşamak ve hayatından memnun olmak deliliktir, diyemez.”
Madam dö Bray atıldı:
“Adamına göre.”
“Ne gibi adamına göre madam?”
Madam dö Bray elinde olmayarak iki çocuğuna ve kocasına bakarak cevap verdi:
“Evet, yalnızlığa verilecek kıymete ve her şeyden evvel az çok aile mefhumunun telakkisine tabi bir mesele.”
Dominique burada söze karışarak “Bilir misiniz ki?..” dedi. “Karım, çok münakaşa edilen, hem de kafalı adamlar tarafından münakaşa edilen içtimai bir hadiseyi, sosyal bir âdeti vicdan borcu ve mecburi bir mükellefiyet addeder. İddiasına göre erkek, istediği gibi hareket edebilecek bir hürriyete sahip değildir ve eğer bir başkasını mesut etmek elinde iken bundan kaçınırsa mesuldür.”
Madam dö Bray gene misafire hitap ederek “O hâlde siz hiç evlenmeyecek misiniz?” diye sordu.
Orselli çok daha ciddi bir tavırla “Olmayacak şey değil.” dedi. “Başkaları için daha az tehlikeli ve kendim için daha az korkulu o kadar şeyler varken ben hiçbirini yapmadım! Hayatım tehlikeye koymak: Bu hiçbir şey değil! Hürriyetini bahis mevzusu yapmak: Bu çok daha ağır bir şey! Fakat bir başkasının hürriyet ve saadetiyle izdivaç etmek: Birkaç sene evvel bunu iyi düşündüm. Neticesi şu oldu: Evlenmeyeceğim.”
Mugalatalarının[15 - Mugalata: Yanıltmak için söylenen söz; yanıltıcı söz. (e.n.)] ve iktidarsızlığının bir kısmını meydana çıkaran bu muhavereden sonra Mösyö Orselli hemen o akşam atına binerek, arkasında uşağı, Trembles’dan ayrıldı. Gece nurlu ve soğuktu.
Orsel istikametinde onun dörtnala gidişini gören Dominique “Zavallı Olivier!” dedi.
Birkaç gün sonra Orsel’den doludizgin gelen bir sai, Dominique’e siyah bal mumu ile mühürlü bir mektup getirdi. Sinirlerine mükemmelen hâkim olan belediye reisi bunu okuyunca allak bullak olmaktan kendini alamadı.
Olivier büyük bir kaza geçirmişti. Ne gibi bir kaza? Ya hazin bir şekilde, mühürlenmiş olan tezkerede izahat yoktu yahut Dominique herhangi bir hususi sebeple işi yarım yamalak anlatıyordu.
Hiç vakit geçirmeden seyahat arabasını hazırlattı, doktora haber göndererek birlikte çıkmak üzere hazır olmasını rica etti ve esrarengiz tezkeresin gelişi henüz bir saati bulamamıştı ki doktorla Mösyö Bray acele Orsel yolunu tutmuş bulunuyorlardı.
Onlar, epey sonra ve ancak ikinciteşrinin ortalarına doğru, hem de gece geldiler. Hastası hakkında bana ilk malumatı veren doktor o mesleğin adamlarına yakışan bir ketumiyetle hareket etti. Yalnız Olivier’nin tehlikeyi atlattığını, memleketten çıkıp gittiğini, nekahet devrinin uzun süreceğini ve galiba sıcak bir iklimde uzun müddet kalmaya mecbur olacağını öğrendim. Doktor kazanın üstelik bir neticesi olarak, bu yola gelmez münzeviyi şatosundaki korkunç yalnızlığından kurtaracağını, ona havasını, meskenini ve belki itiyatlarını değiştirteceğini ilave etti.
Arkadaşının sıhhi durumu hakkında candan bir alaka ile Dominique’e bazı şeyler sorduğum vakit kendisini çok bitik bir hâlde gördüm. Yüzünde en derin bir teessürün izleri belirmişti.
“Sizi aldatmanın bir faydası olmayacağını zannederim.” dedi. “Ayan beyan görülen ve maalesef önüne geçilmesi kabil olmayan bir felaket üzerine hakikat er geç meydana çıkacaktır.”
Ve bizzat Olivier’nin mektubunu bana uzattı.

Orsel, İkinciteşrin
18..
Azizim Dominique,
Şu satırları sana yazan hakikaten bir ölüdür! Hayatımın kimseye bir faydası yoktu -bunu lüzumu kadar, belki de fazlasıyla yüzüme vurdular- kimseye faydası yoktu ve bütün beni sevenleri küçük düşürmekten başka bir işe yaramıyordu. Ona bizzat nihayet vermem zamanı gelmişti. Bu fikir ki, bende yeni değildir, geçen gece senden ayrılırken beni gene meşgul etmeye başladı. Yolda onu olgunlaştırdım ve makul buldum. Kimseye dokunur bir yeri yoktu. Gece yarısı eve gelişimde ise bildiğin şu memlekette, bana fikrimi değiştirecek ve beni oyalayacak mahiyette hiçbir cazibe ile de karşılaşmadım. Fakat beceriksizliğim tuttu ve suratımın şeklini bozmaktan başka bir şey yapamadım. Ne olursa olsun ben Olivier’yi öldürdüm. Kalan kısmı ecel-i mevudunu beklesin.
Bir daha gelmemek üzere Orsel’i terk ediyorum. Benim en iyi dostum değil, yegâne dostum olduğunu unutmayacağım. Hareketimi mazur gösterecek bir şahidim varsa o da sensin. Allah’a ısmarladık. Mesut ol ve şayet oğluna benden bahsedecek olursan, günün birinde benim gibi olmaması için bahset.

    Olivier
Öğleye doğru yağmur yağmaya başladı. Dominique odasına çekildi. Ben de arkasından gittim. Benim bildiğime göre bu en eski ve bir tanecik dostu, bu yarı ölmüş gençlik arkadaşı onda, ortaya dökülmek için kati bir işaret bekleyen bazı hatıraları canlandırmıştı. Sırlarını bana açmasını ben ondan istemedim. Kendi açtı ve gözümün önündeki şifreli hatıraların sanki sözle tercümesini yapıyormuş gibi hiç saklamadan, fakat heyecansız değil, aşağıdaki hikâyeyi anlattı.

III
Kendi hakkımda söyleyeceklerim pek azdır. Beş on kelimelik bir şey… Bir aralık yurdundan ayrılan bir köy adamı, yazı yazmaya meraklı bir muharrir ki yazdıklarını beğenmediği için muharrirliğe tövbe ediyor. Doğduğu evin çatısı hayatının başlangıcında ne idiyse sonunda gene o. Şu basit hülasa ve facianın sizce şimdi malum olan burjuvakari sonu gene bu hikâyenin ibret bakımından en iyi ve belki macera bakımından da en ziyade romana benzer tarafıdır. Bundan ötesi kimseyi alakadar etmez ve yalnız benim hatıralarımı müteheyyiç eder. İnanınız bana, bunlara gizli bir mahiyet vermek istediğim için değil fakat bazı hususi sebeplerle, o cihetlerden mümkün olduğu kadar az bahsetmeye lüzum gördüğüm için. Bu sebeplerin de kendimi olduğumdan fazla ehemmiyetli göstermek endişesiyle hiçbir alakası yok.
Hikâyeye karışan birkaç kişi var ki onlardan da kendimden bahsettiğim kadar size bahsedeceğim; bunlardan biri eski bir dosttur. Tarifi güç, acı duymadan hakkında bir hüküm vermek daha güç: Acıklı veda mektubunu biraz evvel okuduğunuz adam… Kendisi için hoşa gidecek bir tarafı olmayan hayatı hakkında bizzat izahat vermesi kabil olamazdı. Size mahremane anlatacağım şu sergüzeşte onun hayatını karıştırmak bir bakıma o hayata hakkını vermek demektir.
Ötekinin hayatı açıktır. Kendisi için hiç ihtiraza mahal yoktur. Bulunduğu mevkiler onu devlet memuru hâline getirmiştir. Siz kendisini ya tanıyorsunuz yahut bir gün tanıyacaksınız. Aslının, neslisin belli başlı kimseler olmadığını size söylemekle en ufak bir meziyetine bile dokunmuş olmayacağımı zannederim.
Üçüncüye gelince: Kendisi ile temasımın gençliğim üzerindeki derin tesiri bariz olan bu zat şimdi öyle mesut ve emin şerait içinde nisyana karışmıştır ki sergüzeştini size anlatacak olan muhatabınızın hatıralarına ailece karıştırılmış olmasını hiçe sayabilir.
Kendi hesabıma, benim hiç ailem olmadığını söyleyebilirim. Bugün bana aile bağlarının tadını ve kuvvetini anlatan, çocuklarım olmuştur. Onların yaşında iken ben bunlardan bihaberdim. Anamın ancak beni emzirecek kadar ömrü vefa etmiş ve çok geçmeden ölmüş. Babam birkaç sene daha yaşadı; fakat sıhhat bakımından öyle zavallı bir yaşayış ki onu kaybetmeden çok zaman evvel onun varlığını hissetmez olmuştum ve nazarımda o, hakiki ölüşünden çok evvel ölmüştü. Bir hâl ki ben anamı da babamı da tanımadım desem caizdir. Hatta babam öldüğü için tek başıma kaldığım zaman beni muzdarip edecek hiçbir değişiklik bulmadım. Etrafımda zavallı bir isim gibi tekrar edilen öksüz kelimesine ne mana vereceğimi sarih olarak hiç bilmiyordum. Yalnız hizmetçilerimin ağlamalarına bakarak acınacak bir hâlde olduğumu anlıyordum.
Bu sadık adamlarımın arasında büyüdüm. Ceyssac adında bir halam da uzaktan beni gözetiyordu. Çok geçmeden o da geldi. Trembles’da yerleşti. Çünkü artık benim gerek servetim gerek terbiye ve tahsilim için behemehâl yanımda bulunması lazım geliyordu.
Beni yabani bir çocuk durumunda buldu. Yabani, kendi hâline bırakılmış, cahil mi cahil, boyun eğdirmek kolay, ikna etmek daha güç, kelimenin bütün manasıyla hayta ve haylaz, çalışma ve inzibat hakkında zerre kadar fikri yok, bir çocuk ki ilk defa olarak kendisine okumadan ve boş vakit geçirmemeden bahsolunduğu vakit ağzı açık kalmış ve hayatta başıboş kırlarda, bayırlarda koşmaktan başka bir şey olabileceğine şaşıp kalmıştır.
Filhakika benim de o zamana kadar bundan başka yaptığım hiçbir iş yoktu. Babamdan bana son kalan hatıralar şunlardı: Kendisini kemiren hastalık ara sıra aman verdikçe o çıkar, yaya olarak parkın dış duvarına varır, orada öğleüzeri, kalın bir kamış bastona yaslanarak kendisini bana bir ihtiyar gibi gösteren ağır bir yürüyüşle saatlerce gezinirdi. Bu esnada ben kırlarda dolaşır ve kuşlara ökse kurardım. Başka ders almadığım için babamdan ne gördümse ufak bir fark ile hemen tıpkısını ben de yapıyorum sanırdım.
O zamanki arkadaşlarıma gelince: Bunlar da ya çok tembel oldukları için mektepte okuyamayanlar yahut pek küçük oldukları için toprak işlerinde çalıştırılamayanlardı ve hepsi, istikbali mutlak bir kayıtsızlıkla karşılamak hususunda hâlleriyle bizzat beni teşvik eden birer numune idiler. Gariptir ki bana hoş gelen biricik terbiye ve beni isyan ettirmeyen yegâne malumat -ki emin olun, yegâne devamlı ve pozitif semere verenler de onlardır- bana gene o çocuklardan geliyordu. Görenekle ve pratik bir surette köy hayatının ufak tefek bilgileri ve cazibesi demek olan ilimleri farkında olmayarak elde ediyordum. Bu kabil bilgilerden menfaat görmek için aranılan bütün evsafı[16 - Evsaf: Vasıflar. (e.n.)] haizdim: Tam bir sıhhat, gürbüz bir vücut; köylü gözleri, yani mükemmel bir görüş, küçük yaştan beri en hafif sesleri almaya alışmış kulaklar, yorulmaz bacaklar, bunlarla beraber bol ve açık havada yapılan işlere karşı bir sevgi, görülen, işitilen, müşahede ve tetkik edilen şeylere karşı kaygı, okunan hikâyelerden çok zevk almayış, anlatılanları büyük bir merak ile dinleyiş! Kitapların en harikalısı beni masallarınki kadar alakadar etmezdi ve ben köylü hurafelerini yazılmış peri masallarına üstün tutardım.
On yaşında iken ben de bütün Villeneuve çocuklarına benzemiştim: Onlar ne biliyorlarsa ben de biliyor ve onlar gibi babalarının bildiğinin bir parça daha azını biliyordum. Fakat onlarla benim aramda o zaman pek belli olmayan, fakat sonra birdenbire taayyün eden bir fark vardı ki o da şu idi: İçinde beraber yaşadığımız hayat ve hadisattan benim öyle duygularım vardı ki bunların hepsi onlara yabancı görünüyordu.
Mesela… Şimdi şöyle bir düşününce olduğu gibi hatırlıyorum. Tuzakları yapmak, çit boyunca onları kurmak, kuşun gelişini gözlemek kuş avının bence en cazip tarafı değildi. İspatı da şu ki o mütemadi pusuda beklemelerin hatırımda kalan biraz canlı noktaları olmasıdır: Bazı yerlerin net olarak gözümün önüne gelişi, tamamı tamamına vaktini, saatini bilişim, hatta o zamandan beri hâlâ duyulmaktan hali kalmayan bazı seslere dikkat edişim gibi…
Aradan otuz beş yıl geçtiği hâlde şimdi mesela size desem ki bir akşam yeni sürülmüş bir tarladan tuzaklarımı alırken ortalık sakin, gökyüzü sincabi idi. Hava şöyle idi. Filan rüzgâr esiyordu. Eylülün sürü sürü kumruları sesli sesli kanat çırparak kırlardan geçiyorlardı veya ovanın her yanında bezleri yırtılmış yel değirmenleri bir türlü esmeyen rüzgârı bekliyorlardı, filan filan… Ne dersiniz? Çocukluğuma verirsiniz, değil mi? Nasıl oluyor da bu kadar az ehemmiyeti olan şeyler tastamam tarihiyle, günü ile saati ile zihnimde yer etmiş bulunuyor ve bunu benim gibi olgunluk devrini de geçirmiş bir adam söz arasında nasıl hatırlayıp yerli yerinde size söylüyor, bilemem. Yalnız binbir hadise içinde bunu zikretmekten maksadım şunu belirtmeye çalışmak; daha o zamanlar haricen benden bir şeyler yükseliyor ve içimde bilmem nasıl hususi bir hafıza teşekkül ediyordu ki vakıalara karşı pek hassas olmakla beraber bana garip bir kavrayış kabiliyeti, intibaları sezmek ferasetini veriyordu.
Ortada -bilhassa benim istikbalimi düşünenlere göre- müspet olarak bir şey varsa o da benim gördüğüm sözde çetin terbiyenin pek fena olması idi. Oyun ve eğlenceden başka bir şey düşünmüyor, senli benli teklifsiz görüştüğüm köylü arkadaşlarımla kol kola geziyordum. Böyle olmakla beraber hakikatte ben yalnızdım. Beni bekleyen istikbalime binbir cihetten uygunsuz şerait içinde soyca sopça yalnız, paye ve unvanca yalnızdım. Öyle kimselere bağlanıyordum ki onlar benim dostum, arkadaşım değil, ancak uşağım olabilirlerdi. Bu bağlılık haberim olmayarak öyle kökleşiyor ve Allah bilir, nasıl dayanıklı elyaf ile öyle bir muhitte pekleşiyordu ki bu yerleri terk etmek, hem hiç vakit kaybetmeden terk etmek lazımdı. Nihayet bende öyle itiyatlar yerleşiyordu ki, sonra anlayacağınız veçhile, mizacımda bir ikilik vücuda getiriyordu: Yarı köylü, yarı musiki heveskârı, kâh biri kâh öteki, çok kere ikisi bir arada, fakat hiçbiri ötekinden üstün değil.
Daha evvel de dedim ya, cehaletim son derece idi. Halam bunu fark edince acele Trembles’ya bir mürebbi getirtti: Ormesson Kolejinde genç bir müzakereci, olgun bir kafa, sade, dobra, kati, çok okumuş, her mesele hakkında bir fikri var, harekâtında çabuk -fakat hiçbir vakit hareketinin amillerini münakaşa ve tetkik etmeden değil- çok pratik ve zorunlu olarak çok haris. Hayata onun kadar az ideal ve çok itidal ile giren ve varidatı az olduğu nispette metaneti çok olan hiç kimse görmedim.
Evzası[17 - Evza: Hâller, durumlar. (e.n.)] serbest, gözü parlak, sözü tok, meclislerde göze çarpmayacak derecede tavrı, hareketi ve fikri zarif, benim karakterime pek az benzediği için çarpışmalarımızda beni pek üzen bir karakteri var; fakat derhâl ilave etmeliyim ki hakikaten iyi yürekli olan bu gencin duygularındaki doğruluk ve fikrindeki selamet her tecrübenin fevkinde idi. Eksiksiz olmamakla beraber fazla da açık vermeyen bu mizacın bir hassası da eksik taraflarını telafi edecek bazı galip tarafları olması ve bu suretle kendi kendisini tamamlayarak en ufak bir boşluğu kaldığı şüphesine meydan vermemesi idi. Tam yirmi dört yaşında olmasına rağmen yaşı otuzuna yakın tahmin edilebilirdi. Vaftiz adı Augustin idi. “Yeni bir emre kadar” ben onu bu isimle yâd edeceğim.
Bize gelip yerleştikten sonra benim yaşayış tarzım hemen değişti veya hiç olmazsa ikiye bölündü. Vakıa eski itiyatlarımdan katiyen vazgeçmedim, fakat yeni itiyatların zoru ile karşılandım. Şimdi benim kitaplarım, ders defterlerim ve çalışma saatlerim vardı. Bu suretle teneffüs zamanlarında müsaade edilen oyunlarımdan daha canlı bir zevk almaya başladım ve kendi tabirimle kırlara olan düşkünlüğüm şu teneffüs ihtiyacıyla daha ziyade arttı.
Trembles Şatosu aynıyla şimdi gördüğünüz hâlde idi. Daha mı kasvetli idi? Çocuklar etrafındaki şeyleri büyüttükleri gibi şenlendirmek için de öyle müsait bir mizaca maliktirler ki sonraları, zahirî hiçbir sebep olmaksızın ve sırf bakış eski bakış ve görüş olmadığı için her şey küçülür ve kasvetlenir. Kendisini tanımış olduğunuz André ki altmış yıldır evden çıkmamıştır, burada her şeyin aşağı yukarı bugünkü gibi cereyan etmiş olduğunu bana kaç kere söylemiştir. İsmimin markasını yazmak ve olur olmaz her şey için hatırlatıcı mühürler basmak merakına daha o zamanlar düştüğüme göre, eğer hatıralarımda zühulüm[18 - Zühul: İş çokluğu veya dalgınlık sebebiyle yanılma, geciktirme, ihmal etme. (e.n.)] olmasaydı, bunlar o hatıraları muntazam bir surette tertibe yarayabilirdi. Bu kabilden olarak göreceksiniz, öyle zamanlar olmuştur ki size bahsettiğim şu çocukluk devirlerimden beni ayıran uzun seneler nazarımda silinir. Ondan sonra yaşadığımı, daha ağır gailelere düştüğümü, muhtelif sevinç ve kederlere maruz kaldığımı ve beni daha çok ciddiyetle müteessir edecek sebepler olduğunu unuturum. Âlem gene o âlem olduğu için ben aynı hâlde yaşıyorum. İnsanın eski bir itiyada tekrar düşmesi gibi bir şey. Yahut müsaade edin de kendi hâlime biraz daha uygun bulduğum şu tasviri yapayım: Bu tamamen iltiyam bulmuş eski bir yaradır. Fakat hassasiyetini muhafaza etmiş bir yara ki apansız azar ve tabir caizse sizi bağırtır. Tasavvur ediniz: Geç başladığım koleje gitmeden evvel hiçbir gün olmamıştır ki şu aşağıda gördüğünüz köyü gözümden ayırmış olayım. O köy aynı yerde, aynı âdetlerle yaşıyor. Vaktiyle orada gördüklerimi tıpkı eskisi gibi ve bana onları tanıtıp sevdiren aynı mana ile buluyorum. Şunu bilin ki o devre ait hiçbir hatıram silinmemiş, hayır şöyle söyleyecektim: Silinmeye yüz tutmamıştır bile. Şimdi size bunları anlatırken bana çocukluğumu iade edecek derecede gençleştirmeye muhakkak tesiri olan bu hatıralarımda sadet haricine çıkarsam buna şaşmayınız. Bilhassa bazı isimler, hele yer isimleri var ki itidalimi muhafaza ederek onları telaffuza hiçbir zaman kadir olamamışımdır: İşte Trembles ismi de bu cümledendir.
Siz Trembles’yı benim bildiğim kadar bilmiş olsaydınız bile gene vaktiyle onda bulduğum tadı anlatmak benim için hiç kolay olmayacaktı. Bununla beraber onun, şu bildiğiniz mütevazı bahçesine varıncaya kadar her yeri, her şeyi tatlı idi. Bahçesinde ağaçlar vardı; bu taraflarda az bulunan şeylerden ve pek çok kuşları vardı ki ağaçları severler ve başka yerde barınamazlar. Orada tertip vardı ve tertipsizlik vardı. Taş merdivenlerin arkasında insanın zevkini okşayan kumlu yollar vardı ki demir parmaklıklara giderdi. Bu yolların az çok tantana ile yürünen ve başka bir devir kadınlarının merasim elbiselerini gösterebilecekleri gezinti yerlerinde ben daima bu zevki duymuşumdur. Sonra loş köşeler, sık yapraklardan güneşin pek geçemeyeceği nemli dört yol ağızları ve buraların bütün bir sene yeşil yosunlar biten süngerli toprakları, nihayet köşede bucakta yalnız bana penah[19 - Penah: Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta. (e.n.)] olan yerler, bütün bu yerlerde bir metrukiyet ve tarihî eskilik havası eser ve o zamanlardan beri üzerimde nahoş bir intiba bırakmayan bir anışla bana eski zamanları hatırlatırdı. Şimdi aklıma geliyor, yol kenarlarını tezyin eden şimşir fidanları vardı ki üstü iskemle gibi düz budandığı için oturur, bunların yaşlarını anlamak isterdim. Müthiş yaşlı şeyler! André’nin dediğine göre şatonun en eski taşlarından da yaşlı imişler. Onların dikildiğini ne babam ne büyükbabam ne de büyük babamın babası görmüş. Bu kadar yaşlı olan şu küçük fidanlara hususi bir merak ile yakından bakardım. Sonra, akşam olunca bir zaman gelirdi ki bütün koşup atlamalar dinerdi. O zaman taş merdivenin yukarısına çekilir, oradan bahçenin bir ucundaki parkın köşesindeki badem ağaçlarına bakardım. Eylül rüzgârıyla hepsinden evvel yaprakları dökülen bu ağaçlar, batan güneşin alevine karşı konmuş, garip bir tablo manzarasını teşkil ederlerdi. Parkta birçok beyaz ağaçlar, dişbudaklar, defneler vardı ki sonbaharda bunların dallarını, küme hâlinde, ardıç kuşları ve karatavuklar mesken edinirlerdi. Fakat daha uzaklardan göze ilişen, grup hâlinde büyük meşelerdi: En geç yeşerdiği gibi yaprakları da en geç dökülen meşeler ki -bütün korunun ölmüş gibi göründüğü, saksağanların yuva kurduğu, yüksek uçuşlu kuşların dallarda tünediği ve her kış muntazaman memlekete gelen ilk karga ve alacakargaların ağaçlara konduğu- birincikanuna[20 - Birincikanun: Aralık ayı. (e.n.)] kadar yapraklarının kolamsı rengini muhafaza ederler.
Her mevsim bize misafirlerini getirir ve onların her biri hemen meskenlerini seçerlerdi: Bahar kuşları, çiçekli ağaçları, sonbaharınkiler biraz daha yükseklerini, kışın gelenler çalılıkları, dayanıklı fundalıkları ve defneleri… Ara sıra kış ortasında ilk puslu havalar başladığı vakit bir sabah, daha nadir görülen kuşlardan biri, hızlı olmakla beraber, biraz acemice ve garip kanat çırpışlarıyla ormanın en ücra bir tarafında uçardı: Gece gelmiş bir çulluk dallara çarparak yükselir ve çıplak büyük bir ağacın sık dalları arasına sokulurken düz, uzun gagasıyla ancak bir saniye kendini gösterirdi. O bir daha meydana çıkmaz ve ertesi sene aynı yerde bir eşine tesadüf edildiği vakit gene o muhacir kuşun tekrar geldiği zehabı hasıl olurdu.
Orman kumruları kuku kuşlarıyla beraber mayısta gelirler ve bilhassa ılık gecelerin havasında bilmem nasıl bir taze hayat diriliği olduğu zamanlar, uzun fasılalarla yavaşça öterlerdi. Bülbüllere gelince: Onlar da bahçenin sınırında, sık yaprakların derinliklerinde, beyaz kiraz ağaçları içinde ve çiçekli kına ağaçlarında, demet ve koku yüklü leylaklarda, pek az uyuduğum o uzun gecelerde her yer ay ışığı ile yıkanırken ve bazı bazı sevinç yaşları gibi sakin, sıcak ve sessiz yağmur damlaları düşerken benim zevkim ve elemim için bütün gece onlar öter, havada kasvet olunca susarlardı. Sonra güneşle, daha tatlı esen rüzgârlarla ve yakın bir yazın beşaretiyle gene ötmeye başlarlar, en sonra, yumurtaları üstünde kuluçka olunca artık sesleri çıkmazdı. Bazı kere haziran sonunun yakıcı bir gününde, bol yapraklı, koca gövdeli bir ağaçta tek başına dolanıp uçan, yerini şaşırmış, kül renkli, sessiz, korkak, küçük bir kuş görürdüm: Bu, bizi artık terk eden ilkbahar misafirimizdi.
Dışarıda kemale ermek üzere olan otlar sararır, asma çubuklarının kurumuş eski dalları çatırdayarak dökülürken yeni tomurcuklar kendini gösterir, yeşil buğdaylar dalgalı ovada uzak sahalara kadar yayılır, aralarında yoncalar kırmızıya boyanır, sırma işlenmiş çevreler gibi kolzalar göz kamaştırırdı. Hesapsız bir böcekler âlemi: Kelebekler, yabani kuşlar kaçışır ve bu haziran güneşi altında işitilmedik bir inkişaf ile artarlardı. Bir taraftan kırlangıçlar havayı doldurur ve akşam olunca sağan denilen dağ kırlangıçlara keskin çığlıklarıyla birbirlerini kovalamaktan fariğ olurken yarasalar ortaya dökülür ve sıcak akşamların feyzi ile yeniden dirilmişe benzeyen bu acayip kuş sürüsü küçük çan kulelerinin etrafında gecelik dönmelerine başlarlardı.
Dışarıda ot biçme zamanı gelince köy tam manasıyla bir bayram hayatı yaşardı. İlk olarak tekmil koşum hayvanları çıkarılır, birlikte çalışmak üzere birçok çiftçiler bir araya toplanırdı. Otlar biçilip yüklenirken ben orada bulunur, sonra koskoca yükleriyle köye dönen arabaların üstünde ben de dönerdim. Koca bir karyolaya uzanmış çocuk gibi bu ot yığınının tepesinde, kesilmiş otları çiğneyerek yola çıkan arabanın ahenkli salıntısı içinde, ucu bucağı yokmuş gibi görünen ufuklara binnisbe daha yüksek bir mevkiden bakarak gider, tarlaların yeşile çalan kenarları üzerinden göz alabildiğine yayılıp uzanan denizi görürdüm. Kuşlar etrafımda daha yakından geçerdi. Bu bol hava, bu geniş saha bana bilmem nasıl baş döndürücü bir keyif verirdi ki bir an için hayat realitesini kaybederdim.
Otlar içeri alındıktan sonra çok geçmeden buğdaylar sararmaya başlardı. O zaman aynı iş, aynı başarış, fakat daha sıcak bir mevsimde, daha kızgın bir güneş altında tekerrür ederdi: Nöbetleşe esen şiddetli rüzgârlarla sakin havalar, ezici öğle sıcakları, şafaklar kadar güzel geceler, boralı günlerin sinirlere dokunan elektrikli bulutları…
Daha büyük bir bolluk içinde daha az neşe, güneşten kavrulmuş ve mahsul vermekten bıkmış bir toprağa düşen ot yığınları: İşte bizim için yaz. Sonbaharımızı bilirsiniz, mevsimlerin şahıdır. Sonra kış gelir, senenin bir devri onunla kapanırdı. O zaman odamda biraz daha fazla kalırdım. Daima uyanık olan gözlerim, birincikanunun sislerini ve her yere kardan daha kasvetli bir perde çeken kesif yağmurları hâlâ delmeye çalışırdı.
Ağaçlar hep yapraklarını döktüğü için nazarım parkı bütün büyüklüğüyle kucaklayabiliyordu. Kışın hafif sisli bir havası kadar hiçbir şey bu parkı büyütmezdi. Çünkü böyle havalarda pek mavileşen uzaklıklar, hakiki mesafe tahmininde gözü aldatırdı. Ortalıkta çıt yoktur, ses seda çıkmaz. Fakat pek az da olsa çıkanlar daha barizdir. Hele akşamları ve geceleri havada sesleri büyütüp aksettiren bir tannaniyet vardır. Bakarsınız, bir çalı kuşunun sesi, dilsiz ve boş vadilerde… Üstüne sessizlik sinen, rutubeti emen bu hailsiz vadilerde alabildiğine uzayıp gider. O zaman Trembles tarife sığmaz, cezbeli bir hâl alırdı.
Dört ay kışın burada, sizinle konuştuğum şu odada benim işim gücüm, senenin diğer sekiz ayında, rüya misali bana canlı bir hayat yaşatan kanatlı, ince bir dünyayı… manevi keşifler ve kokular dünyasını, ses ve hayal dünyasını, elimden kaçırmayacak bir surette zorla tutup tahşid etmekten[21 - Tahşid etmek: Yığmak, toplamak, biriktirmek. (e.n.)] ve ağdalaştırmaktan ibaretti.
Augustin beni zapt ve işgali altına alırdı. Mevsim de onun yardımcısı idi. O zaman ben ortaksız onun tasarrufuna geçer ve işsiz geçen o kadar günlerin acısını seve seve çekerdim. O günler hakikaten faydasız mı idi?
Talebesi ben, etrafımdaki şeylere karşı bu derece hassas iken bizzat kendisi pek az duygulu olan Augustin, saatlerinde yanıldığı gibi günlerini, aylarını da şaşıracak derecede mevsimlerin tevalisini[22 - Tevali: Art arda gelme, ardı arası kesilmeme, sürüp gitme. (e.n.)] mühimsemez, bütün varlığımı tatlı bir acı ile mütehassis eden bu kadar duygulara karşı o, vurdumduymaz, soğuk, metodik, korekt ve mizacının bende pek az olan itidaliyle, içimden geçenleri umurlamak şöyle dursun, hatta bunları hatırına bile getirmeyerek yanı başımda yaşar, giderdi.
Dışarı seyrek çıkar, odasını nadiren terk eder, sabahtan karanlık basıncaya kadar orada çalışır ve ancak geceleri hiç oturulmayan yaz akşamlarında, bilhassa gün ışığından artık mahrum kaldığı için kendine mola verirdi.
Çok okur, okuduğu şeylerden notlar alırdı: Ben onun aylarca yazı yazdığını görürdüm. Hep nesir yazardı ve çok kere bu muhavere şeklinde olurdu. Bir salnameden bir sürü ism-i haslar[23 - İsm-i has: Özel ad. (e.n.)] seçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. O isimlere birer yaş verir, her birinin simasını, karakterini tespit eder; orijinal, acayip gülünç taraflarını bulur ve muhtelif kombinezonlarla dramlarında, komedilerinde tahayyül ettiği şahıs da işte bu olurdu. Süratli yazardı. Mütenazır harflerinin ince ve kalınlıklarını belli eder ve yazısı göze pek net görünürdü. Yazarken kendi kendine dikte ediyormuş gibi yavaşça söylenirdi.
Ara sıra gülümsediği olurdu. Besbelli kaleminin ucundan daha sert bir mütalaa doğardı. Eşhasından[24 - Eşhas: Şahıslar. (e.n.)] birinin sıkı ve dürüst bir muhakeme yürüttüğü uzunca bir muhavereden sonra nefes alacak kadar bir müddet dururdu. Kalemi aldığı vakit “Hadi bakalım, şimdi buna ne cevap vereceğiz?” dediğini duyardım. Şayet bir aralık karşısındakine açılacağı tutarsa beni yanına çağırır, “Şunu bir dinleyin bakalım Mösyö Dominique.” derdi. Anlamış gibi durduğum pek az olurdu. Yüzlerini görmediğim, kendilerini hiç tanımadığım birtakım kimseler ne dereceye kadar beni alakadar edebilirdi?
Kendi hayatımla tamamıyla yabancı olan bütün bu karışık hayatlar bana, uydurma bir cemiyetin hiç içine girmek istemediğim değişiklikleri gibi geliyordu. Augustin meyus olmaz, “Merak etmeyin, ileride anlarsınız.” derdi.
Müphem bir surette fark ediyordum ki genç muallimimin en ziyade hoşlandığı şey bizzat hayat oyununun sahnesi, hislerin mekanizması hırsların, menfaatlerin, kötülüklerin çarpışması idi. Fakat tekrar ediyorum, Augustin’in dediği gibi, dünya bir satranç tahtası imiş, hayat bu tahta üzerinde iyi ve fena oynanan bir oyundan ibaretmiş ve bu oyunun kendine mahsus kaideleri varmış. Doğrusu bunlar bana vız geliyordu.
Augustin çok mektup yazardı. Ara sıra kendine de mektup gelirdi. Gelen mektupların birçoğu Paris damgasını taşımakta idi. Bu gibileri o, daha acele açar ve bir hamlede okurdu. O zaman hafif bir heyecan, renk vermemek âdeti olan yüzünü, bir müddet için canlandırırdı. Bu mektuplardan birini aldığı vakit ya birkaç saatten fazla sürmeyen bir yeis ve fütura düşer yahut haftalarca onu doludizgin koşturan bir cerbeze taşkınlığı gösterirdi.
Bir veya iki kere, onun, birtakım kâğıtları derleyip Paris adresine göndermek için, zarfa koyduktan sonra sıkı sıkı tembihlerle Villeneuve köy müvezzisine verdiğini gördüm. O zaman aşikâr bir sabırsızlıkla bunun cevabını beklerdi. O cevap da ya gelir ya gelmezdi. O zaman, yeni bir saban izine geçen çiftçi gibi, eline başka bir boş kâğıt alırdı.
Sabahları erken kalkar, tezgâh başına geçer gibi acele çalışma odasına koşar, dışarıda hava güzel mi yoksa yağmurlu mu anlamak için bir kere başını çevirip pencereden bakmaz ve geceleri çok geç yatardı. Eminim ki Trembles’dan ayrıldığı gün sorulmuş olsaydı, şatonun küçük kulelerinin tepesinde çırpınan ve havanın esişleriyle nöbet nöbet tesirlerini gösteren yelkovanların varlığından bile haberi olmadığı anlaşılırdı. Benim rüzgârdan meraklandığımı gördükçe “Bundan size ne?” derdi.
Sıhhatine dokunmayan ve kendisi için tabii bir eleman hâline gelen fevkalade faaliyetine, benim çalışmama, kendi çalışmalarına, her şeye yetişirdi. Beni kitaplara boğar, onları bana okutturur, tekrar okutturur, tercüme ettirir, analiz yaptırır, örneğini aldırır ve ben bu kelime tufanı içinde boğulup sersemlemedikçe biraz hava almak için olsun yakamı bırakmazdı. Bu suretle az zaman içinde, hem de pek sıkılmaksızın, benim gibi ileride ne olacağı belli olmayan, fakat her hâlde bir kolej tahsili yaptırılmak istenilen bir çocuğun önce bilmesi icap eden şeyleri hep öğrendim. Onun maksadı beni yüksek sınıflara çabuk hazırlayarak kolejdeki tahsil senelerimden tasarruf yapmaktı.
Böylelikle dört sene geçti. Dördüncü sene sonunda kolejin ikinci sınıfı için benim hazır olduğum kanaatine vardı. Şatodan ayrılmak zamanının yaklaşmakta olduğunu, takdiri kabil olmayan bir dehşet içinde görüyordum.
Hareketime takaddüm eden son günlerimi hiç unutamayacağım: Bu, âdeta marazi bir hassasiyet nöbeti gibi bir şey oldu ve zahiren bunu haklı gösterecek hiçbir sebep de yoktu. Hakiki bir felaket bundan beter bir netice veremezdi. Sonbahara ermiştik. Her şey aynı maksat için birleşiyor gibi idi. Bir tek misal size bu hususta bir fikir verebilir.
Kuvvetimin son bir tecrübesini yapmış olmak için Augustin bana Latince bir kompozisyon vermişti ki mevzusu İtalya’yı terk eden Anibal’ın hareketini tasvir idi. Asmaların gölgelediği taraçaya indim ve böyle açık havada, bahçenin kenarındaki küçük iskemlede mevzumu yazmaya başladım. Tarihin daha o zaman bile bana heyecan vermek kabiliyetini haiz tek tük mevzularından biri de bu idi. Sade bu değil Anibal ismine bağlı başka ne varsa bu meyanda Zama Harbi şahsi olarak daima bende heyecan uyandırmıştır. Bu benim için bir hailenin feci olan sonu idi ki hukuki cihetini araştırmaksızın yalnız kahramanlık tarafına bakıyordum. Buna dair okuduklarımı hep hatırladım; Anibal’ı gözümün önüne getirdim: Memleketinin düşmanı bir talii harple mücadele ederek askerî hezimetlerden ziyade ırkının mukadder musibetlerine boyun eğerek sahile inen, ancak istemeye istemeye o sahilden ayrılırken son bir ümitsizlik vedası yollayan o bedbaht kahramanı, tarihi değilse bile, hiç olmazsa bence lirik bir hakikat olarak telakki ettiğim bir tarzda iyi kötü ifadeye çalıştım.
Bana yazı masası işini gören taş, ılıktı. Elime yakın yerlerde küçük kertenkeleler tatlı bir güneşle ısınarak dolaşıyorlardı. Artık yeşil renklerini kaybeden ağaçlar, daha az sıcak günler, daha uzun gölgeler ve daha sakin bulutlar… Bunlarda hep güz mevsimine mahsus temkinli bir cazibe ile hezimetin, inhitatın ve hazin bir vedanın ifadesi vardı. Hafif bir rüzgârla çardaklar sarsılmadan asma dalları birer birer düşüyordu. Park sakindi. Kuşlar ötüyor ve sesleri kalbimin derinliklerine kadar bana heyecan veriyordu. İzahı muhal, zapt ve ızmarı[25 - Izmar: Kalpte gizlemek, saklamak. Belli etmemek. (e.n.)] daha muhal olan ani bir teessür, hemen taşmaya hazır bir dalga hâlinde, içimde kabararak beni karışık bir haz ve elem içinde bırakmıştı. Augustin taraçaya, indiği vakit gözlerimi yaş içinde buldu ve sordu:
“Ne oluyorsunuz? Anibal için mi ağlıyorsunuz?”
Cevap vermeksizin yazdıklarımı kendisine uzattım.
Bir nevi hayretle tekrar yüzüme baktı. Sonra bu acayip teessüre sebep olabilecek bir kimse olup olmadığını anlamak için etrafına bakındı. Parka, bahçeye, gökyüzüne, acele ve dalgın göz attı. Nihayet gene bana dönerek “Fakat ne oluyorsunuz?” diye tekrar etti. Sonra verdiğim kâğıdı okumaya başladı.
Bitirdiği vakit devam ile “Güzel!” dedi. “Fakat biraz gevşek. Böyle bir kompozisyon kolejin, orta kuvvette bir ikinci sınıfında size iyi bir derece kazandırabilirse de meram etseniz siz bundan daha iyisini yapabilirsiniz. Anibal fazla teessür gösteriyor; denizin öbür tarafında kendisini müsellah olarak bekleyen halka kâfi derecede itimadı yok. Zama Harbi’nin ne olacağını o biliyordu, diyeceksiniz; fakat o harbi kaybetmesinin suçu kendinde değildi. Eğer güneş arkadan gelseydi harbi kazanacaktı. Zaten Zama’dan sonra ona Antiyoküs kalıyordu. Antiyoküs’ün ihanetinden sonra da zehir. Son sözünü söylememiş bir kimse için hiçbir şey kaybolmuş değildir.”
Paris’ten henüz aldığı bir mektubu açık olarak elinde tutuyordu. Mutadından ziyade canlı idi. Neşe dolu azimkâr gözleri şiddetli bir uyanıklıkla parlıyordu. O gözler ki bakışları daima dikine olmakla beraber parıltısı az olurdu.
Benimle beraber taraçada birkaç adım atarken “Azizim Dominique!” dedi. “Kendime ait size vereceğim iyi bir haberim var. Bir haber ki sizin de hoşunuza gidecektir; çünkü bana dost olduğunuzu bilirim. Sizin koleje gideceğiniz gün ben de Paris’e gidiyorum. Ne zamandan beri buna hazırlanmakta idim. Oradaki hayatımı temin için bugün artık her şey hazırlanmıştır. Beni bekliyorlar. İspatı da işte şu mektup.”
Böyle diyerek elindeki mektubu bana gösteriyordu. Devam etti:
“Muvaffak olmak için şu zamanda ufak bir gayret kâfidir. Ben ise biliyorsunuz, o gayretin daha büyüklerini sarf ettim. Siz buna şahitsiniz. Çünkü beni çalışırken görürdünüz. Şimdi beni dinleyin azizim Dominique: Üç güne kadar siz kolejin ikinci sınıfında, yani bir adamdan biraz eksik, fakat bir çocuktan çok fazla olacaksınız. Yaşın ehemmiyeti yok. Siz on altı yaşındasınız. Merak ederseniz altı ay içinde on sekizinde olabilirsiniz. Trembles’dan çıkıp gidin ve bir daha burasını düşünmeyin. Zamanı gelinceye kadar, yani servetinizin hesaplarını görmek zamanı gelinceye kadar burasını hatır ve hayalinize getirmeyin! Siz köy hayatı için yaratılmış değilsiniz. Ne de bu inziva hayatı için ki böyle bir hayat sizi öldürür. Siz daima ya pek yukarı ya pek aşağı bakıyorsunuz. Pek yukarısı, azizim, mümkün olmayandır. Pek aşağısı da ölmüş yapraklardır. Hayat orada değildir. İnsan yüksekliğinde dosdoğru karşınıza bakınız: Hayatı göreceksiniz. Zekavetiniz var: Güzel bir miras. Sizi daima öne sürecek bir aile unvanınız var. Dağarcığında böyle bir ikramiyesi olan kolejliye her yol açıktır. Bir öğüt daha: Tahsil hayatınızda pek mesut olacağınızı ummayınız. Düşününüz ki itaat ve inkıyat, istikbal için hiçbir şey angaje etmez. Keza içten gelen dirayetli bir istekle kendiliğinden kabul edenlere göre disiplin de bir şey değildir. Mektep dostluklarına pek bel bağlamayınız, meğerki dostlarınızı tam bir bitaraflıkla bizzat kendiniz seçmiş olasınız. Muvaffakiyetli zamanlarınızda maruz kalacağınız kıskançlıklara gelince -ki sanırım böyle olacaktır- önceden kararınızı alarak bunu bir tecrübe ve çıraklık devresi sayınız. Şimdi hiçbir gününüz geçmesin ki o gün kendi kendinize şu sözü söylemiş olmayasınız: Kişi çalışmakla meramına erer ve hiçbir gece Paris’i düşünmeden uyumayınız. Paris sizi bekliyor ve orada sizinle tekrar görüşeceğiz.”
Mertçe bir otorite jesti ile elimi sıktı ve odasına çıkmak için bir sıçrayışta merdiven başını buldu.
Ben de bahçeye indim. İhtiyar André çiçek tarlalarını çapalamakla meşguldü. Büyük bir telaş içinde olduğumu hâlimden sezerek “Hayır ola Mösyö Dominique, ne haber?” diye sordu.
“Haber şu ki zavallı André’ciğim, üç güne kadar koleje giriyorum.” dedim ve parkın öbür ucuna giderek akşama kadar orada saklandım.

IV
Üç gün sonra Madam Ceyssac ve Augustin’in refakatinde Trembles’dan ayrıldım. Sabah çok erkendi. Bütün ev ayakta idi. Hizmetçiler etrafımızda dolanıyorlardı. André hayvanların başında duruyordu. Herkesi matem içinde bırakan geçen günkü acı haberden beri onu hiç bu kadar meyus bir hâlde görmemiştim. İspirlik[26 - İspir: At veya araba uşağı. (e.n.)] âdeti değilken arabacının yerine çıkıp oturdu ve açık bir tırısla hayvanlar yollandılar.
Pek iyi bildiğim Villeneuve’den geçerken eski küçük arkadaşlarımdan iki üçünü gördüm. Büyümüşler, birer delikanlı gibi olmuşlar. Bel, kürek omuzlarında tarla tarafına gidiyorlardı. Araba gürültüsünü duyunca başlarını çevirip baktılar ve bunun adi bir gezme gidişi olmadığını anlayınca hayırlı yolculuklar temenni eden şen selamlarla bizi uğurladılar.
Güneş doğuyordu. Bütün bütün kırlara, artık tanımadığım yerlere çıkmıştık. Baktım, yeni yeni simalar geçiyordu. Halamın gözleri benden ayrılmıyor ve şefkatle beni tetkik ediyordu. Augustin’in yüzünde parlayan bir sevinç vardı. Benim içimde melal olduğu kadar sıkıntı da vardı.
Ormesson’la aramızdaki on iki fersahlık mesafeyi almak için koca bir gün akşama kadar yürümek icap etti. Güneş batmak üzere idi ki araba kapısından ayrılmayan Augustin damdan düşer gibi halama şöyle dedi:
“İşte madam, Saint-Pierre’in kuleleri göründü.”
Buraları düzlük, soluk, tatsız ve ıslaktı. Ötesinde berisinde sivri çan kuleleri yükselen basık bir şehir, sazların arkasında belirmeye başladı. Çayırlardan sonra batak yerler, beyazımsı söğütlerden sonra sararmaya başlayan kavaklar geliyordu. Sağ tarafta bir nehrin bulanık suyu, çamurlu yamaçlar arasında, yuvarlanıp akıyordu. Kenarda ve suyun iki bölüm gösterdiği ağaç gövdeleri arasında kereste yüklü gemiler ve hiç yüzdürülmemiş gibi çamura batmış eski salapuryalar vardı. Çayırdan nehre doğru inen kazlar, vahşi çığlıklarla arabanın önünde koşuyorlardı. Uzaklarda, cedvel kenarlarındaki tarlalar arasında sıcak sislerin sardığı küçük çiftlikler hayal meyal görünüyor ve deniz rutubetine pek benzemeyen bir nemlik, sanki hava pek soğukmuş gibi, beni üşütüyordu.
Araba bir köprüye geldi. Hayvanlar küçük adımlarla bunu geçtiler. Sonra yolumuz uzun bir bulvara çıktı. Artık enikonu karanlık basmıştı. Hayvanlar daha sert bir kaldırım üstünde gitmeye başlayınca şehre girmiş olduğumuzu anladım. Hesabıma göre hareketimizden beri on iki saat geçmişti ve on iki fersahlık bir mesafe ile Trembles’dan uzaklaşmış bulunuyordum.
İçimden “Bitti!” dedim. “Hepsi bitti. Bir daha geri gitmenin imkânı yok.”
Ve bir hapishane kapısından girer gibi Madam Ceyssac’ın evine girdim. Büyük bir konak. Şehrin en tenha bir yerinde değil, fakat en ağırbaşlı bir yerinde, yüksek duvarlarının gölgesinde küflenen pek küçük bir bahçe ile manastıra bitişik, havasız, manzarasız büyük odalar, ses veren dehlizler, karanlık bir yuva içinde dönme bir taş merdiven ve bütün bu yerleri canlandırmaktan uzak pek az insan… Orada eski zaman âdetlerinin soğukluğu, taşra âdetlerinin müsamahasızlığı, ananelere hürmet, etikete riayet, her şeyde bolluk, büyük bir refah ve bir can sıkıntısı hissolunurdu. Üst kattan şehrin bir kısmı, yani isli çatılar, manastırın yatakhaneleri ve çan kuleleri görülürdü. Benim odam da işte bu katta idi.
Fena bir uyku uyudum; hiç uyumadım desem de caiz. Her yarım saatte veya çeyrek saatte bir, evin muhtelif saatleri, ayrı bir ahenk ile çalıyor. Hiçbiri Villeneuve saatinin paslı sesiyle kendini pek kolay tanıtan köy çıngırağına benzemiyordu. Sokaktan ayak sesleri geliyor, şiddetle çevrilen bir çocuk oyuncağı, bir kaynana zırıltısı, gürültünün uyuması demek caiz olan bu hususi şehir sükûneti içinde çınlıyor, bu sırada kulağıma acayip bir ses, terennüm eder gibi ağır, muttarit bir erkek sesi geliyordu. Bu ses her hecede biraz daha yükselerek “Saat bir, saat iki, saat üç, saat üçü çaldı.” diyordu.
Sabahleyin erkenden Augustin geldi. “Ben…” dedi. “Sizi hemen koleje kaydettirmek ve hakkınızdaki tasavvurlarımdan müdüre bahsetmek istiyorum.”
Biraz durdu ve mütevazıca ilave etti:
“Böyle bir tavsiye, öteden beri bana son derece itimadı olan ve gayretimi takdir eden bir kimseye karşı olmasaydı hiçbir değeri olmazdı.”
Mektebe gidişimiz dediği gibi oldu; fakat ben kendimde değildim. Koyun gibi götürüldüm, getirildim, avlulardan geçtim ve bu yeni ihtisaslara karşı tamamıyla bikayt, dershaneleri gördüm.
Daha o gün yolcu kıyafetine giren Augustin, meşin bir valize tıkılmış bütün bagajını kendi taşıyarak saat dörtte şehrin meydanına gitti. Paris’e gidecek olan araba koşulmuş, orada harekete hazır bulunuyordu.
Benimle birlikte kendisini uğurlamaya gelen halama dönerek “Madam…” dedi. “Dört senedir devamlı bir surette gösterdiğiniz şu alakadan dolayı size bir kere daha teşekkür ederim. Mösyö Dominique’e okuma hevesini ve bir insan zevkini verebilmek için elimden geleni yaptım. Paris’e gelecek olursa orada beni bulacağından ve ne zaman olursa olsun bugünkü gibi kendisi için fedakâr olacağımdan emindir.”
Hakiki bir teessürle boynuma sarılarak “Bana mektup yazınız.” dedi. “Bir o kadar da benim yazacağımı vadediyorum. Hadi bakalım, büyük bir gayret, iyi bir şans dilerim. Bunlar hep sizde olan şeyler.”
Arabanın üst kısmına çıkıp oturmasını müteakip ispir gemleri toparladı.
Yarı şen, yarı mahzun bir ifade ile bana bakarak “Allah’a ısmarladık!” dedi. İspirin kamçısı dört beygirin üstünde şakladı ve araba Paris yolunu tuttu.
Ertesi sabah saat sekizde ben kolejde bulunuyordum. Talebenin avluda başıma üşüşmelerine ve yeni gelenlere karşı pek de lütufkâr olmayan tetkik ve tecessüslerine meydan vermemek için içeriye en sonra giren ben oldum. Onun için karşımdaki sarı boyalı kapıya gözümü dikerek dosdoğru yürüdüm. Bu kapının üstünde “İkinci” diye yazılı idi. Eşiğinde, saçlarına kır karışmış, yüzü soluk ve yorgun; ne kaba ne aptal, ağırbaşlı bir adam duruyordu. Beni görünce “Hadi bakalım.” dedi. “Biraz daha çabuk.”
İntizama bu davet ve bir yabancı tarafından bana tevcih edilen bu ilk disiplin ihtarı benim, başımı kaldırıp kendisini tetkik etmeme sebep oldu. Onda bir titizlenme ve bir kayıtsızlık hâli vardı. Bana söylediğini unutmuştu bile. Augustin’in sözlerini hatırladım. Kafamın içinde bir stoyisizm ve bir azmüsebat şimşeği dolaştı. İçimden Hakkı var! dedim. Yarım dakika geciktim.
Ve hemen içeri girdim.
Muallim kürsüye çıktı ve dikte etmeye başladı. Bu, bir başlangıç kompozisyonu idi. İlk defa olarak izzetinefsim, rakip ihtiraslara karşı mücadeleye girmiş bulunuyordu. Yeni arkadaşlarımı gözden geçirdim ve kendimi yapayalnız buldum. Sınıf loştu, yağmur yağıyordu. Ufak camlı pencerelerden, rüzgârın salladığı ağaçları görüyordum. Fazla sıkışık olduğu için bunların dalları avlunun kararmış duvarlarına sürtünüyor, yağmurlu havaların ağaçlarda hasıl ettiği bu malum şamata, avluların sükûtu içinde nöbet nöbet bir mırıltı gibi dağılıyordu. Ben bu mırıltıyı içimde fazla acılık duymadan, raşeli[27 - Raşe: Titreyiş, ürkme. (e.n.)] ve cazibeli bir nevi melal içinde dinliyordum. Bir melal ki zaman zaman tatlılığı son haddi buluyordu.
Apansız profesör bana bakarak şöyle dedi:
“Siz çalışmıyorsunuz, öyle görüyorum, karışmam, sizin bileceğiniz bir iş…”
Sonra başka bir şeyle meşgul oldu. Artık kâğıdın üzerinde kalemlerin cızırtısından başka bir şey duymaz oldum.
Biraz sonra yanımdaki çocuk usulca bana bir pusula uzattı. Bu pusulada, söylenen diktenin bir parçasıyla beraber şu kelimeler yazılı idi:
“Elinizden gelirse bana yardım ediniz; ters bir mana çıkarmayayım.”
Hemen kendiminkinden kopya ederek kendisine iyi kötü bir tercüme sundum. Yalnız terimler yoktu. Üstelik bir sual işareti koydum ki manası “Cevap yazmadım. Siz tetkik ediniz.” demekti. Gülümseyerek bana teşekkür etti ve daha fazla incelemeyerek başka cümleye geçti. Birkaç dakika sonra yeni mesajını alıyordum. Bu mesajında “Siz yeni mi geldiniz?” diye soruyordu. Bu sualinden onun de yeni gelenlerden olduğunu anladım. Bu kimsesizlik arkadaşıma “Evet.” diye cevap verirken hakiki bir sevinç hareketi gösteriyordum.
Bu, aşağı yukarı ben yaşta bir çocuktu; fakat bünyesi daha narin, sarışın, ince; şehirde büyümüş çocuklara mahsus soluk ve bozuk bir renk, tatlımsı mavi ve güzel canlı gözler, mutena bir kıyafet, bizim taşra terzilerinde görmediğim hususi biçimde elbiseler…
Birlikte çıktık. Yalnız kaldığımız vakit bu yeni arkadaşım bana şöyle söyledi:
“Kolej bana dehşet veriyordu. Şimdi onunla alay ediyorum. Burada hiç arkadaşlık edemeyeceğim, elleri kirli bir sürü esnaf çocuğu var. Onlar bize kin bağlayacaklar, umurumda bile değil. Biz ikimiz işimizi başarırız. Siz onlara üstün gelince onlar da sizi sayarlar. Ne suretle olursa olsun işinize yaramaya çalışırım; yalnız tercüme işinde yaya kaldığım gündür. Latinceden hiç hoşlanmıyorum. Şu olgunluk imtihanı olmasa ömrümde bir kelime Latince öğrenmeyeceğim.”
Sonra isminin Olivier d’Orsel olduğunu, Paris’ten geldiğini, ailevi bazı sebeplerle Ormesson’da tahsil edeceğini, amcası ve iki kuzini ile karmelitlerde oturduğunu, Ormesson’dan birkaç fersah uzakta arazisi olduğunu ve Orsel isminin kendisine oradan geldiğini anlattı. Sonunda “Ne ise!” dedi. “Şöyle böyle bir ders geçti. Artık akşama kadar onu hatırımıza getirmeyelim.”
Birbirimizden ayrıldık. Narin iskarpinlerini gıcırdatarak, en az çamurlu taşlara basa basa, çevik, muvazeneli yürüyor; hafif İngiliz gemleri gibi dar bir kayışla tokalanmış paket hâlinde kitaplarını elinde sallıyordu.
Şu anlattığım ilk saatler ki o gün vücut bulmuş fakat bildiğiniz veçhile bugün hazin ve kati süratte ölmüş bir dostluğun vefatından sonra yâd edilmiş hatıralarıdır. Bunları bir tarafa koyacak olursak tahsil hayatımın bakiyesi bizi pek hikâyemizden alıkoymayacaktır. Eğer o günden sonra geçecek olan üç yıl, şu saatte bana bir alaka telkin ediyorsa bu alaka ayrı bir sahada ve mektepli hislerinden bütün bütün azadedir. Onun için mektepli denilen o manasız filiz hakkında sözü kısa kesmek üzere size gene dershane terimleri dairesinde ifade vererek diyeceğim ki ben mektebin iyi talebesindenim. Bu da bilerek, isteyerek değil, kendim de farkında olmayarak ve cezasını çekmeden, yani iddiakârlıkla kimseyi üzüp incitmeden, sanırım istikbalde benim için büyük başarılar sezip söyleyenler vardı. Kendime karşı beslediğim çok bariz ve çok samimi bir itimatsızlık tevazu ve mahviyet yerine geçiyor ve bizzat pek az mesele yaptığım üstünlüklerimi affettiriyordu. Hasılı şahsıma hiçbir kıymet atfetmemekliğim, kendini tetkike, noksanlarını görmeye ve değerinden bir santim fazlasını kendine vermemeye erkenden alışacak olan bir kafanın daha o zamandan umursuzluklarını ve çetinliklerini meydana çıkarıyordu.
Dedim ya, Madam Ceyssac’ın ikametgâhı neşeden mahrumdu. Ormesson’da ikamet ise ondan beterdi. Gözünüzün önüne küçücük bir şehir getiriniz: Sofu mu sofu, ihtiyar, mağmum, eyaletin ücra bir köşesine atılmış, hiç güzergâh değil, hiçbir işe yaramaz, hayat oradan her gün biraz çekilmekte ve her gün biraz kır hayatı onun yerini kaplamaktadır; sanayi hiç menzilesinde, ticaret ölü, varidatıyla darı darına geçinen bir burjuvazi, suratını asmış bir aristokrasi; sokaklar gündüz hareketsiz, geceleri caddeler ışıksız; yalnız kilise çanlarıyla ihlal edilen inatçı bir sükût ve her gece saat onda Saint-Pierre’in kocaman çanı -ahalisinin dörtte üçü zaten yorgunluktan ziyade can sıkıntısından uyumuş olan bir şehrin tepesinden- “artık ateşleri örtün” işaretini verir. İki tarafına çok güzel ve çok koyu karaağaç fidanları dikilmiş uzun bulvarları, haşin bir gölge ile onu sarar.
Mektebe gidip gelmek için günde dört kere buradan geçerdim. En kestirme değil, fakat zevkçe en uygun olan bu yol beni köyüme yaklaştırıyordu. Ben o eski yurdumu, güneşin battığı tarafta uzaktan, mevsimine göre şen veya hazin, yeşil veya karlı bir hâlde görür gibi olurdum. Ara sıra nehre kadar giderdim. Manzara orada değişmezdi: Nehrin sarımtırak suyu, oralara kadar varlığını hissettiren meddücezrin tesiriyle aksi istikamete daimî bir hareket hâlinde bulunurdu. Oraların nemli havasında kenevir, çam tahtaları ve katran kokuları duyardım. Bütün bu şeyler yeknesaktı, çirkindi ve hakikatte bana Trembles’yı unutturacak mahiyette değildi.
Memleketinin zekâ ve kabiliyetini haiz olan halamda eskiliklere karşı muhabbet, değişikliklerden korku, dedikoduya mucip olacak yeniliklere karşı nefret vardı. Dindar olmakla beraber monden, oldukça haşmetli, fakat pek sade, her şeyde, hatta ufak tefek garabetlerinde bile kusursuz olan bu kadın, dediğine göre aile faziletini teşkil eden iki prensibe göre hayatını tanzim etmişti: Dinî emirlere itaat, dünya kanunlarına hürmet. Bu iki vazifenin ifasında gösterdiği kolay iyilik bir derecede idi ki onun pek samimi olan dindarlığı, kendi muaşeret adabının sanki yeni bir şeklinden başka bir şey değildi. Onun salonu, artakalan öbür âdetleri gibi, açık bir sığınma yeri ve her gün biraz daha unutulmaya mahkûm eski hatıralarıyla irsî şefkatinin güya randevu mahalli idi. Orada o, bilhassa pazar akşamları, eski sosyetesinden hayatta olan birkaçını toplardı. Hepsi, devrilen monarşi devrine mensup ve kendisi gibi her yerden elini eteğini çekmiş kimselerdi. Hepsinin yakından gördüğü ihtilal -ki aralarında müşterek bir hikâye ve şikâyet mevzusu idi- aynı zamanda hepsini haddeden geçirerek bir kalıba sokmuştu. Filan iç kalada birlikte geçirdikleri müthiş kışları, odunsuz geçen zamanları, kışlanın yatak koğuşlarında yerde yattıklarını, çocuklara perdelerden elbise yaptıklarını gizli gizli gidip satın aldıkları kara ekmekleri tatlı tatlı yâd ederlerken vaktiyle kendilerine o kadar dehşet veren bu hâlleri şimdi gülümseyerek anmalarına şaşarlardı. Yaşlılığın müsamahakârlığı en azgın öfkeleri de yatıştırmıştı! Hayat, yaraları kapayarak, felaketleri tamir ederek, kederleri gidererek yahut daha yeni kederlerle unutturarak tabii cereyanına girmiş bulunuyordu. Gizli maksatlar için artık çalışılmıyor, şöyle böyle dedikodu yapılıyor ve bekleniyordu. Nihayet salonun bir köşesinde, çocuklara mahsus bir oyun masasının başında, istikbali, yani meçhulü temsil eden gençlik partisi, iskambil kâğıtlarını karıştırarak aralarında fısıldaşırlardı.
Koleje girip de Olivier ile tanıştığımız gün benim de bir arkadaşım olduğunu halama yetiştirmekte gecikmedim. Madam Ceyssac, biraz hayretle “Bir arkadaş mı?” dedi. “Belki de biraz acele ediyorsunuz azizim Dominique. Adını öğrendiniz mi? Kaç yaşında?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/fromentin-eugene/dominique-69428107/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Muvazenet: Dengelilik, eşitlik. (e.n.)

2
Muadelet: Eşitlik, denklik, eş değerlik. (e.n.)

3
İnhizam: bozulup dağılma, hezimete uğrama. (e.n.)

4
Müşabehet: İki şey arasında benzerlik, benzeşlik. (e.n.)

5
Hadis olmak: Baş göstermek, meydana gelmek. (e.n.)

6
Birinciteşrin: Ekim ayı. (e.n.)

7
İkinciteşrin: Kasım ayı. (e.n.)

8
Müzayaka: Sıkıntı, darlık, parasızlık. (e.n.)

9
Tek durmak: Uslu durmak, yaramazlık etmemek, sessiz kalmak. (e.n.)

10
“Daha yükseğe! Daha yükseğe! Daha yükseğe!” (e.n.)

11
Tezauf: Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak. (e.n.)

12
Etvar: Tavırlar, davranışlar. (e.n.)

13
Tesannüt: Dayanışma, omuzdaşlık. (e.n.)

14
Mezbuhane: Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. Çırpınarak, son ümit ve son kuvvetle. (e.n.)

15
Mugalata: Yanıltmak için söylenen söz; yanıltıcı söz. (e.n.)

16
Evsaf: Vasıflar. (e.n.)

17
Evza: Hâller, durumlar. (e.n.)

18
Zühul: İş çokluğu veya dalgınlık sebebiyle yanılma, geciktirme, ihmal etme. (e.n.)

19
Penah: Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta. (e.n.)

20
Birincikanun: Aralık ayı. (e.n.)

21
Tahşid etmek: Yığmak, toplamak, biriktirmek. (e.n.)

22
Tevali: Art arda gelme, ardı arası kesilmeme, sürüp gitme. (e.n.)

23
İsm-i has: Özel ad. (e.n.)

24
Eşhas: Şahıslar. (e.n.)

25
Izmar: Kalpte gizlemek, saklamak. Belli etmemek. (e.n.)

26
İspir: At veya araba uşağı. (e.n.)

27
Raşe: Titreyiş, ürkme. (e.n.)
Dominique Eugène Fromentin

Eugène Fromentin

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 19. yüzyılın belki de son romantik romanı olan bu eserde, kimi özellikleriyle Goethe’nin genç Werther’ine benzeyen bir karakterin hayatındaki çalkantılar, romantik duygulanımlar Eugéne Fromentin’in etkileyici diliyle anlatılır. Tıpkı Werther gibi imkânsız bir aşka tutulan Dominique’i de bekleyen türlü acılar, ızdıraplar vardır. Tüm bunlar yüzünden bir ölüme, bir intihara sürüklenmez ama geçmişinin defterinde yazılı olanlar, bir ömür boyu peşini bırakmayacaktır… O zaman müthiş bir vicdan azabı içinde kaldım. Haykırırcasına “Ben kalpsiz ve şerefsiz bir sefilim!” dedim. “Kendimi kurtarmanın yolunu bulamadım. Siz bana geldiğiniz hâlde ben sizi kaybediyorum Madeleine, artık size ihtiyacım kalmadı. Artık yardımınızı istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum… Bana bu kadar pahalıya mal olan bir yardımı istemiyorum. Ve bu kadar ağır ödediğim bir dostluğu -ki sizi öldürecektir- istemiyorum. Ben azap içinde olayım yahut olmayayım, bana ait bir mesele, derdimin çaresi gene benden gelecek. Çektiklerim yalnız beni alakadar edecek ve nasıl biterse bitsin ucu kimseye dokunmayacaktır.”

  • Добавить отзыв