Utopia

Utopia
Thomas More
Thomas More’un Utopia’sı klasikler arasında yerini almış hâlen merakla okunan ve kitaplıklardan eksik olmayan eserlerden… Beş yüz yıl öncesinden günümüze ışık tutan Utopia, kimseyi diğerinden üstün görmeyen, sıradan insanların kurduğu, yönettiği ve yaşadığı bir devletin tasviridir. More aynı zamanda şahit olduğu olaylardan ve yaptığı vazifelerden yola çıkarak kurguladığı Utopia mefhumu üzerinden dönemin İngiltere yönetimine de eleştiriler getiriyor. "…Eğer bu şeytanlara karşı bir çözüm üretemezseniz adalet gibi görünen ama kendi içinde hiçbir uygunluğu olmayan zalimliğinizden özgüyle bahsetmeniz pek bir işe yaramayacaktır çünkü halkınızı kötü eğitir ve çocukluktan itibaren yanlış işlere teşvik ederseniz ve bunun sonucundan onları cezalandırırsanız hırsızları önce teşvik edip ardından idam ettiğiniz gerçeğinden başka ne sonuç çıkabilir ki…"

Thomas More
Utopia

Thomas More, İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçudur. Babası dönemin önemli bir yargıcı olan Sir John More’dur.
7 Şubat 1478’de, Londra’da doğdu. Sekiz yaşında girdiği St. Anthony Okulundan sonra, o yıllarda çocukların bilgi ve görgülerini daha iyi artıracaklarına inanılan başka ailelerin yanına verilmeleri geleneğine uygun olarak babası onu bir kardinalin evine verdi. Burada çağın önde gelenlerini yakından tanımanın yanında birçok alanda bilgisini geliştirme olanağı bulan More, on dört yaşındayken kardinal tarafından Oxford’a gönderildi. Grocyn, Colet, Linacre gibi devrin tanınmış hümanistlerinin öğrencisi olduğu bu okulda Latince ve Yunancasını ilerleten More, Yunanca eğitime düşman olan din adamları karşısında akademisyenlerle öğrencileri korumak amacıyla iki okulun adli işlerine bakan kuruma girdi. Oxford’da Yunanca ve felsefeyle ilgili çalışmalarını sürdürmek istemesine rağmen babasının onu kendi mesleğine yönlendirmek istemesi sonucu New Inn ve Lincoln’s Inn’de hukuk öğrenimini tamamlayıp yirmi üç yaşında baroya girdi. Bu tarihten itibaren, dört yıl boyunca, dönemin aynı zamanda bilgi merkezleri olan manastırlardan birinde, kendini yoğun çalışmalarına verdi. Bir süre sonra rahiplikten vazgeçerek kendini ailesine adadı. Çağının aile anlayışının çok ötesinde bir kavrayışa sahip olan More, kadınların da tıpkı erkekler gibi eğitilmesi ve toplumda onlarla eş değerde sorumluluklar alabilmesi taraftarıdır.
1517’de Kral’ın hizmetine girdi. Giriştiği başarılı bir diplomatik görev ardından şövalye unvanı verildi ve yardımcı veznedar ilan edildi. Kral’ın kişisel danışmanı olarak kariyeri parlamaya devam etti. 1525’de Lancaster Düklüğü’nün bakanı oldu. Kral VIII. Henry evlilikleriyle ilgili konularda ona yeterince yardım edemeyen Lortlar Kamarası Başkanı Kardinal Wolsey’i istifaya zorladıktan sonra yerine Thomas More’u Lortlar Kamarası başkanı ilan etti. Başlarda Kral’ın düşüncelerini paylaşan More, zamanla Kral’ın Protestanlığa artan ilgisi ve kiliseye olan negatif düşüncelerinden rahatsız oldu. Kişisel olarak Protestanlığı sevmiyor ve doğru bulmuyor, dönemin Katolik Kilisesi’ni benimsiyor ve önemsiyordu. Protestanlığı eleştiren kitaplarıyla Kral ile olan ilişkisini gerdikten sonra 1531’de Kral’a bağlılık yemini etmeyi reddetti. Daha sonra hastalığı bahane ederek 1532’de görevlerinden ayrıldı. 1533’te Anne Boleyn’ın İngiltere kraliçesi olarak ilan edildiği taç giydirme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çekti. Yalan davalar ve dedikodular başladı. Parlamentonun Anne Boleyn’ı İngiltere’nin kraliçesi olarak ilan edebileceğini kabul etmesine rağmen bağlılık yemini etmeyi reddetti, zira bu Papa’ya karşı bir davranış olurdu. Bu nedenle tutuklandı. Daha sonraları Kral’ı kilisenin başkanı olarak görmediği yönünde bir yalan da önüne işlemiş olduğu bir suç olarak getirildi. Ölüm cezasına çarptırıldı. 6 Temmuz 1535’de idam edildi.
Yasin Yorgancı, Hacettepe Üniversitesinde İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümünde öğrenim görmektedir. Serbest olarak birçok alanda çeviri yapmaktadır. Gençlik ve Spor Bakanlığının “Mültecilerin Spor Yoluyla Sosyalleşmesi” isimli Birleşmiş Milletlerden alınan kılavuzun tamamını Türkçeye çevirdi. Medya çevirisi ve alt yazı çevirisi teknolojileriyle ilgili, otomatik alt yazı çıkaran sistemler ve programlar üzerine çalışmalar yürüttü. Houze İstanbul şirketinde çevirmen ve dijital pazarlama asistanı olarak çalıştı. Hâlen Türkiye Çeviri Öğrencileri Birliğinde (TÜÇEB) genel koordinatörlük yapmaktadır ve Hacettepe Üniversitesinin Çeviri Topluluğunun yönetim kurulu üyesidir.

GİRİŞ
King’s Bench’in yargıçlarından biri olan Sir John More’un oğlu Sir Thomas More, 1478’de Londra şehrinin Milk Caddesi’nde doğdu. Daha önce Threadneedle Caddesi’ndeki St. Anthony’nin okulundaki eğitiminden sonra, çocukken Canterbury Başpiskoposu ve Yüksek Yargıç Kardinal John Morton’un evine yerleştirildi. Zengin ya da nüfuz sahibi kişiler ile iyi ailelerin oğullarının, patron ve müşteri ilişkisi içinde bu kadar bir arada bulunması alışılmadık bir durum değildi. Genç, patronunun üniformasını giyer ve mevkisini yükseltirdi. Patron ise daha sonra zenginliğini ya da nüfuzunu genç müşterisinin hayatında ilerlemesine yardımcı olmak için kullanırdı. Kardinal Morton daha önceki günlerde III. Richard’ın Kule’ye gönderdiği Ely piskoposuydu; daha sonra Richard’a düşman oldu ve 1486’da onu Canterbury başpiskoposu yapan VII.Henry’nin başdanışmanı oldu. Bundan dokuz ay sonra ise yüksek yargıç oldu. Kardinal Morton, masasında duran Utopia’dan kesitleri göstererek Thomas More’un hızlı zekâsıyla aydınlandığına atıfta bulunup bir keresinde, Kimbu kitabı bir kez denerse burada, masada bekleyen bu eserin sahibi olançocuğundikkatedeğerveenderbiradamolduğunugörecektir. demişti.
Thomas More, on dokuz yaşındayken patronu tarafından Canterbury College, Oxford’a gönderildi ve burada İtalya’dan İngiltere’ye Yunan araştırmalarını getiren ilk insanların yazılarındaki Yunanca stilleri öğrendi. (William Grocyn ve Thomas Linacre) Daha sonradan kendisini din adamı olmaya adayan Hekim Linacre aynı zamanda Doktorlar Kolejinin de kurucusuydu. 1499’da More, Londra’da, Lincoln’s Inn’de hukuk okumak için Oxford’dan ayrıldı ve ertesi yıl Başpiskopos Morton öldü. More’un katı karakteri, hukuk okurken, sert dokulu içlik giymesine, yastık yerine bir kütük kullanmasına ve cuma günleri kendini kırbaçlayarak nefsini köreltmeyi hedeflemesine neden olmuştu. Yirmi bir yaşında parlamentoya girdi ve baroya çağırıldıktan kısa bir süre sonra Londra şerifi oldu. 1503’te Avam Kamarasında VII. Henry’nin, kızı Margaret’ın evliliği nedeniyle para yardımı alması teklifine karşı çıktı ve o kadar yüksek bir enerjiyle karşı çıktı ki, meclis bu parayı bağışlamayı reddetmişti. Birileri gidip Kral’a sakalsız bir çocuğun tüm beklentilerini boşa çıkarttığını söylemişti. Böylelikle, VII. Henry’nin son yıllarında More, Kral’ın hoşnutsuzluğuna maruz kalmıştı ve ülkeyi terk etme düşüncesine kapılmıştı.
VII. Henry, More’un yaşı otuzun biraz üzerindeyken 1509 Nisan’ında öldü. More, VIII. Henry’nin saltanatının ilk yıllarında, adaletsiz olduğunu düşündüğü davalarda savunma yapmayı reddedip mahkemelerde düzenlemeler yapardı. Dullardan, yetimlerden veya yoksullardan hiçbir ücret almadığı da söylenirdi. Essex’teki New Hall’dan John Colt’un ikinci kızıyla evlenmeyi istiyordu ancak ablasının itibarı zedelenmesin diye ablası ile evlendi. 1513’te hâlâ Londra şerifi olan Thomas More’un, V. King Edward’ın Yaşamı ve Ölümü ve III. Richard’ın Soygununun Tarihi adlı kitabı yazdığı iddia edilir. More’un patronu Morton’un görüşleri, yazarının yirmi iki yıl sonra öldüğü 1557’ye kadar basılmadı. Daha sonra More’un el yazısıyla bastırıldı.
1515 yılında York Başpiskoposu Wolsey, X. Leo tarafından kardinal ilan edildi; VIII. Henry, onu yüksek yargıç yaptı ve o yıldan 1523’e kadar Kral ve Kardinal İngiltere’yi mutlak otorite ile yönetti, hiç parlamentoyu toplama çağrısı yapmadı. 1515 yılının Mayıs ayında, Thomas More -henüz şövalye değilken- Cuthbert Tunstal ve diğerleriyle birlikte Felemenklerde[1 - Kuzeybatı Avrupa’da Ren Irmağı deltasının çevresindeki “Çukur Ülkeler” olarak da adlandırılan (Alçak Ülkeler, Aşağı Ülkeler), şimdiki Hollanda ve Belçika’nın bulunduğu bölge. (ç.n.)] bir komiteye katıldı. V. Charles’ın büyükelçileriyle, o zaman sadece Avusturya Arşidükü ile görüşmek amacıyla ittifakın yenilenmesi üzerine görüşmelerde bulundu. Yaklaşık otuz yedi yaşındaki More, o büyükelçilikte İngiltere’den tam 6 ay uzakta vakit geçirdi ve Anvers’teyken, Anvers belediyesi sekreterliği görevini yürüten bilgili ve nazik genç bir adam olan Peter Giles ile dostluk kurdu.
Cuthbert Tunstal, yükselen bir kilise adamıydı, o yıl (1515) Chester başpiskoposu ve gelecek yılın Mayıs ayında (1516) yüksek yargıç olan Canterbury başpiskoposunun hukuk müşaviriydi. 1516’da tekrar Felemenklere gönderildi ve More sonra onunla birlikte Erasmus’la yakın arkadaşlık kurdukları Brüksel’e gitti.
More’un Utopia’sı Latince yazılmıştır ve iki bölümden oluşmaktadır; ikincisi yeri tanımlayan (Nusquama-HiçbirYer) 1515’in sonlarına yakın; ilk bölüm, giriş ise 1516’nın başlarında yazılmıştı. Kitap ilk olarak, Erasmus, Peter Giles ve More’un Flanders’daki diğer arkadaşlarının editörlüğünde, 1516’da Louvain’de basıldı. Daha sonra More tarafından revize edildi ve Kasım 1518’de Basle’de Frobenius tarafından basıldı. Paris ve Viyana’da yeniden basıldı ancak More’un yaşadığı süre boyunca İngiltere’de hiç basılmadı. Bu ülkedeki ilk basımı, Ralph Robinson tarafından VI. Edward’ın hükümdarlığında (1551) yapılan İngilizce tercümesiyle gerçekleşmişti. 1684 yılında, arkadaşı Lord William Russell’ın savunmasını yaptıktan, idamına katıldıktan, hafızasını toparladıktan ve II. James tarafından St.Clement’deki derslerinden mahrum bırakıldıktan kısa bir süre sonra Gilbert Burnet tarafından daha edebî bir dille tercüme edildi. Burnet, More’un kitabı yazmasına neden olan o doruklarında yaşadığı aynı mantıksızlık duygusuyla kendini Utopia’yı çevirmeye verdi. Burnet’ın çevirisi, bu ciltte verilen çeviridir.
Kitabın adı dilimize bir sıfat kazandırmıştır. (Biz uygulanamaz bir şemaya ütopik diyoruz.) Yine de eğlenceli bir kurgu perdesi altında, eser son derece ciddidir ve pratik önerilerle doludur. Bu, zamanının başlıca politik ve sosyal kötülüklerine kendi tarzında saldıran bilgili ve esprili bir İngiliz’in eseridir. Aslına bakarsak More, Kral Hazretlerinin bütün insanları sevindirecek şekilde Yüksek Adalet Divanı üyesi olarak seçtiği Cuthbert Tunstal ile birlikte Flanders’a nasıl gönderildiğinden; Charles’ın adamlarının onları Bruges’de nasıl karşıladığından; sonrasında talimat almak için Brüksel’e döndüklerinden ve dört aydır görmediği karısı ve çocuklarına duyduğu özlemi az da olsa yatıştırmasına sebep olan Peter Giles ailesini bulduğu Antwerp’e nasıl gittiğinden bahsediyor. Daha sonrasında, Amerigo Vespucci’ye daha yeni keşfedilmiş Yeni Dünya’ya olan son üç yolculuğunda eşlik eden, ki bu yolculukların kayıtları Utopia yazılmadan yalnızca dokuz yıl önce yayımlanmıştır, Raphael Hythloday’in hikâyeye girmesiyle hikâye gerçeklikten kurguya doğru kayıyor. Ayrıntı önerisinde tasarlanmış bir şekilde harika olan Utopia, Platon’un “Cumhuriyet”i okuyan ve Plutarkhos’un Lycurgus yönetimindeki Spartalı yaşamının anlatımını okuduktan sonra hayal dünyasını genişleten bir bilginin eseridir. Biraz esprili savurganlığın işlendiği ideal bir komünizm perdesinin altında asil bir İngiliz argümanı yatar. Bazen More, İngiltere’yi kastettiği zaman sanki Fransa’dan bahsediyormuş gibi yazar. Bazı yerlerde ise Hristiyan kralların iyi niyetine yönelik ironik bir övgü vardır ve bu da kitabın VIII. Henry’nin politikalarına bir saldırı olarak algılanıp yasaklanmasını önlemiştir. Erasmus, 1517 yılında bir arkadaşına yazdığı mektupta, eğer hâlâ okumadıysa gidip More’un Utopia kitabını alıp okumasını ve “tüm siyasi kötülüklerin gerçek kaynağını görmesini” istemişti. More’a yazdığı mektupta Erasmus, kitabı hakkında Antwerp’in belediye başkanı kitaptan öylesine memnun ki bunu bütün samimiyetiyle ifade ediyor. demişti.

RAPHAEL HYTHLODAY ’İN İNGİLİZ İMPARATORLUĞU’NUN EN İYİ ZAMANI HAKKINDAKİ SÖYLEMLERİ
VIII. Henry, İngiltere’nin fatih olmayan kralı, büyük bir hükümdarda olması gereken bütün erdemlerle donatılmış, Kastilya’nın en sakin prensi Prens Charles’la ufak tefek farklılıkları olan bir prens. Beni, Flanders’a aralarındaki meseleleri çözmek için elçi olarak gönderdi. Son zamanlarda Kral’ın böylesine büyük bir takdirle baktığı ve sonradan yüksek yargıç olarak atayacağı o eşsiz adam Cuthbert Tonstal’ın meslektaşı ve arkadaşıydım fakat kimseye o adam hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğim; bir arkadaşımın tanıklığından şüphelenileceğinden korktuğum için değil, daha ziyade öğretileri ve erdemleri benim onlara haklarını veremeyecek kadar büyük oldukları ve öylesine iyi bilindikleri için, övgülerime ihtiyaç duymuyorlardı. Tıpkı bir atasözü olan, “Güneşi fenerle gösteremezsin.” sözünün anlamı gibi bir şey bu. Prens tarafından bize eşlik etmeleri için atananlar, anlaşmaya göre bizimle Bruges’de buluştu; hepsi de değerli adamlardı. Bruges uç beyi onların başı ve aralarındaki en yetkili adamdı ama en bilge ve geri kalanı temsil eden kişi, Cassel-see Valisi George Temse idi: Hem sanat hem de doğa onu eşsiz kılmak için çabalıyordu âdeta. O, hukukta çok bilgiliydi ve büyük bir kapasiteye sahip olduğu için işler üzerinde uzun uzadıya uğraşarak onları çözmekte çok hünerliydi. Birkaç kez görüştükten sonra, bir anlaşmaya varamadık. Prens’in isteklerini öğrenmek için birkaç gün Brüksel’e gittiler ve yaptığımız iş bakımından bir sorun olmayacağı için ben de Antwerp’e doğru yola koyuldum. Ben oradayken, ziyaret edenlerin arasında, benim için diğerlerinden daha önemli bir tanesi vardı, Peter Giles, çok onurlu ve daha fazlasını hak etse de kasabasında iyi bir nama sahip, Antwerp doğumlu bir adam. Başka bir yerde daha bilgili ve daha iyi yetiştirilmiş bir genç bulabileceğimden emin değilim çünkü hem çok kıymetli hem de çok bilgili bir insan ve tüm insanlara karşı oldukça kibar, özellikle arkadaşlarına karşı çok nazik, o kadar samimiyet ve şefkatle dolu ki, belki de hiçbir yerde bir ya da iki kişiden fazlası bu adam gibi değildir. Her bakımdan o kadar mükemmel bir arkadaş ki olağanüstü derecede alçak gönüllü, içinde hiçbir kötülüğe yer yok ve hiçbir insan bu kadar ihtiyatlı bir sadeliğe sahip de değildir. Sohbeti o kadar keyifli ve neşeliydi ki, onun yanımda bulunması büyük ölçüde ülkeme, karıma ve çocuklarıma geri dönme özlemimi azaltıyordu, ki bu dört aylık yokluğu çok hızlandırmıştı ve nasıl geçtiğini anlamamama sebep olmuştu. Bir gün, ana kilise ve Antwerp’in en uğrak yeri olan St. Mary’s’teki ayinden eve dönerken onu kazara, gençliğinin baharını çoktan geçmiş bir yabancıyla konuşurken gördüm. Yüzü bronzlaşmıştı, uzun bir sakalı vardı ve paltosu dağınık bir şekilde duruyordu. Görünüşü ve hareketleriyle onun bir denizci olduğu sonucuna vardım. Peter, beni görür görmez gelip selamladı ve nezaketine tam karşılık verirken beni bir kenara çekip konuştuğu kişiyi işaret ederek “Şu adamı görüyor musun? Tam da onu sana getirmeyi düşünüyordum.” dedi. “Sizin açınızdan çok kıymetli biri olmalı.” dedim. “Gerçekten de kıymetli biri.” diye cevap verdi. “Eğer adamı tanıyorsanız çünkü bilinmeyen ulusların ve ülkelerin bu kadar ayrıntılı bir tasvirini verebilecek canlı kimseyi tanımıyorum, ki bunu yapabilmeyi çok arzuladığını biliyorum.” “O hâlde.” dedim. “Yanlış tahmin etmemişim çünkü ilk bakışta onu bir denizci sanmıştım.” “Ama çok yanılıyorsun.” dedi. “Çünkü o bir denizci değil, gezgin veya daha doğrusu bir filozof! Hythloday soyadını taşıyan bu Raphael, Latinceyi biraz bilir ancak Yunancada da çokça pratik yapmışlığı var, felsefeye çok fazla değer verdiği için bu konu üzerine çok düşmüş birisi. Hatta felsefe hakkında Romalıların, Seneca ve Cicero’da bulunanlar dışında bize değerli hiçbir şey bırakmadığını da iyi biliyordu. Doğuştan bir Portekizlidir ve dünyayı görmeye o kadar hevesli ki mallarını kardeşleri arasında paylaştırıp Amerigo Vespucci ile aynı tehlikeli yolculuğa çıktı. Şu anda yayımlanan dört yolculuğunun üçünde payı vardır ancak son seferinde onunla geri dönmedi ve Yeni Kastilya’ya son yolculuklarında vardıkları en uzak yerde, orada kalan yirmi dört kişiden biriydi. Bu yüzden onu orada terk etmek, seyahat etmeyi kendi ülkesine gömülmek için ülkesine dönmeye tercih edecek bir adamı pek de memnun etmedi çünkü sık sık, “Cennete giden yolun her yerde aynı olduğunu ve mezarı olmayan biri olarak cennetin hâlâ üzerinde durduğunu söylerdi.” Yine de eğer Tanrı ona çok lütufkâr olmasaydı, bu zihinsel güç ona çok pahalıya patlardı. Beş Castaliliyle birlikte birçok ülkeyi gezdikten sonra garip bir şansla Seylan’a ve oradan da çok memnun bir şekilde Portekiz gemilerini bulduğu Calicut’a gitti ve bütün insanoğlunun beklentisinin aksine memleketine geri döndü.” Peter bunu bana söylediğinde, konuşmasının çok mantıklı olacağını bildiği bir adamla beni tanıştırmaktaki nezaketinden dolayı ona teşekkür ettim ve bunun üzerine Raphael ile birbirimize sarıldık. Yabancıların ilk karşılaşmalarında alıştığımız o sohbetleri geçtikten sonra hep birlikte evime gittik ve bahçeye girip yeşil bir banka oturarak hoş bir sohbete koyulduk. Bize, Vespucci’nin yelken açtığı zaman, kendisi ve Yeni Kastilya’da geride kalan arkadaşlarının, ülkedeki yerel halkın sevgilerini son derece içtenlikle hissettiklerini, onlarla sık sık karşılaştıklarını ve onlara nazikçe davrandıklarını söyledi. Hatta onlarla birlikte herhangi bir tehlike olmadan yaşamakla kalmadılar, onlarla âdeta tanışıyormuşçasına konuştular, adını ve ülkesini unuttuğum bir prensin yüreğine o kadar girmişlerdi ki, hem onlara gerekli olan her şeyden bolca verdi, hem denizden geçerken tekneler ile hem de karada eğitim aldıklarında vagonlar ile seyahat rahatlığı sağladı. Onlara, çok sadık bir rehber gönderdi; onları görecek akılları olan diğer prenslere tanıtıp tavsiye edecekti. Günlerce süren yolculuktan sonra, hem mutlu bir şekilde yönetilen hem de iyi insanlarla dolu olan kasabalara, şehirlere ve eyaletlere ulaştılar. Ekvator’un altında ve güneş hareket ederken her iki tarafta, güneşin hiç kesilmeyen ısısıyla kavrulmuş muazzam çöller uzanıyordu; toprak solmuş, her şey kasvetli görünüyordu ve tüm yerler ya oldukça ıssızdı ya da vahşi hayvanlarla, yılanlarla ve hayvanlardan ne daha az vahşi ne de daha az acımasız olan birkaç kişiyle doluydu. Ancak ilerledikçe yeni bir manzarayla karşılaştılar, her şey daha bir ılımanlaşmıştı, hava biraz daha ılıktı, toprak daha yeşil ve hayvanlar bile daha az vahşiydi. Sonunda, olmayan milletler, yalnızca kendi aralarında ve komşuları ile karşılıklı fakat uzak ülkelere de hem deniz hem kara yoluyla ticaret yapan kasabalar ve şehirler vardı. Orada, pek çok ülkeyi her yönden görmenin kolaylığını buldular çünkü hiçbir gemi, kendisi ve arkadaşlarının pek hoş karşılanmadığı bir yolculuğa çıkmadı. Gördükleri ilk gemiler düztabanlıydı, yelkenleri sazdan ve hasırdan yapılmış, birbirine yakın dokunmuş, sadece bazıları deriden yapılmıştı ancak daha sonra yuvarlak omurga ve kanvas yelkenlerle yapılmış gemiler buldular, her yönden bizim gemilerimizdeki gibi denizciler hem astronomiyi hem de denizciliği öğrendiler. O zamana kadar tamamen cahil oldukları bir konu olan pusula kullanımını onlara göstererek çok işe yarar bir şey yaptılar. Daha önce büyük bir dikkatle ve sadece yaz aylarında yelken açarlardı ama şimdi tüm mevsimlerde aynı şekilde hareket ediyorlar, belki de sağlamlığından dolayı gemilerine çok fazla güveniyorlar. Öyle ki kendilerine çok faydalı olacağını düşündükleri bu keşfin, tedbirsizlik nedeniyle onlar adına büyük bir fitne sebebi olacağından korkmak için de sebepleri vardı. Ama bize gözlemlediği her şeyi söylemek çok uzun sürerdi, şimdiki amacımızdan çok uzaklaşmak olurdu. Uygar milletler arasında gözlemlediği bilge ve ihtiyatlı kurumlarla ilgili söylenmesi gereken her şey, belki daha uygun bir durumda bizim tarafımızdan ilişkilendirilebilinirdi. Bütün bunlarla ilgili olarak kendisine çok sayıda soru sorduk ve çok istekli bir şekilde cevapladı; canavarların peşine düşmedik, bundan daha yaygın bir şey yoktu çünkü her yerde açgözlü köpekler, kurtlar ve acımasız insan yiyiciler hakkında hikâyeler duyulabilirdi ancak iyi ve akıllıca yönetilen devletler bulmak o kadar kolay değildir. Bize bu yeni keşfedilen ülkelerde yanlış olan birçok şeyi anlattığı gibi, aralarında yaşadığımız bu ulusların hatalarını düzeltmek için yürütülecek yolda daha önce söz verdiğim gibi, başka bir zamanda daha ayrıntılı düşünülebilecek birkaç şeyi hesaba katmadı çünkü şu anda sadece Utopialıların davranış ve yasalarını, bize anlattığı ayrıntılarıyla anlatmak niyetindeyim ama bizi bu devletten bahsetmeye sevk eden o olayla başlayacağım. Raphael bizim kendi aramızda ve bu ülkelerde görülen hatalarla ilgili birçok yargısından, oralardaki ve bizdeki işe yarar kurumlardan, sanki bütün hayatını onlarla geçirmiş gibi şimdiye kadar karşılaştığı ülkelerin geleneklerinden ve yönetim şekillerinden bahsettikten sonra hayretler içinde kalan Peter, “Çok merak ediyorum Raphael, nasıl Kral’ın hizmetine girmedin? Çünkü eminim bunu senden daha çok hak eden kimse yoktur. Çünkü senin bilgeliğin öylesine etkileyici ki onları sadece tatmin etmezsin, aynı zamanda hem onlara vereceğin örneklerle hem tavsiyelerle hem de onlara getireceğin yararla sadece kendine değil bütün arkadaşlarına faydalı olursun.” dedi. Raphael ise devam etti, “Arkadaşlarıma gelince, benim edindiğim her şeyi onlar için zaten yapmış olduğumdan çok endişelenmeme gerek yok çünkü sadece sağlıklı değil, enerji dolu ve gençken, diğer insanların artık hiçbir şeyden zevk alamadığı yaşlanıncaya ve hasta olana kadar bırakamadığı şeyleri akrabalarım ve arkadaşlarım arasında dağıttım. Bence arkadaşlarım bununla yetinmeli ve onların iyiliği için kendimi herhangi bir krala boyun eğmemi beklememeli.” Peter, “Çok mantıklı!” dedi ve devam etti “Zaten senin herhangi bir kralın kölesi olmanı beklediğimi ima etmedim, sadece senin onlara yardım edip faydalı olabileceğini söyledim.” dedi. Raphael, “Kelimelerin farklı olması anlamı değiştirmiyor.” dedi. Peter, “Pekâlâ, sen istediğin gibi anlayabilirsin fakat ben hem kendine hem de arkadaşlarına bu kadar fazla yararlı olabileceğin başka bir yol göremiyorum, ayrıca çok da mutlu bir hayatın olur.” dedi. Raphael, “Mutlu bir hayat mı? Gerçekten mutlu hayat zekâma bu kadar sinsi bir şekilde mi gizlenmiş? Şimdi istediğim şekilde yaşayabiliyorum ve eminim ki çok az saray adamı bu şekilde yaşayabilir. Ayrıca böylesine gözde insanların kuyusunu kazacak, benimle veya başkalarıyla sorun yaşamakta herhangi bir sorun görmeyecek çok fazla insan var.” dedi. Bunun üzerine ben, “Raphael, zenginlik veya makam arzuladığını düşünmüyorum. Gerçekten bu erdemlere sahip bir insana yeryüzündeki herhangi bir insandan daha fazla değer veriyor ve daha fazla saygı duyuyorum. Ama yine de seninki gibi akıllı ve cömert bir aklın yapabileceği en iyi şeyi yapması gerekiyor. Sana huzursuzluk getirse bile kendini politikaya adarsan ve bunun getirisi olarak soylu bir prensin meclisinde yer alıp onun zekice hareket etmesini sağlarsın ki eminim böyle bir görev alsan layığıyla yerine getirirsin, sen de biliyorsun ki bir ülkeye gelecek iyilik de kötülük de bir prensin kararlarına bağlıdır. Politika konusunda çok da tecrüben olmadan böylesine bilgi sahibi olman veya çokça tecrübe edinmen seni herhangi bir kralın danışmanı yapmaya yeter.” dedim. Raphael, “Aslında hem benim hakkımda hem de olaylar hakkında vardığınız yargılar konusunda büyük oranda yanılıyorsunuz Bay More. Sizin düşündüğünüz kadar büyük bir kapasitem yok, olsa bile halk, onlara feda ettiğim sessizliğimi anlamayacak bile. Çünkü çoğu prens savaşıp ün kazanmak ister, barış zamanının getireceği ün onlara yetmez. Bu konular hakkında ne bir düşüncem var ne de böyle bir bilgi edinmek isterim. Prensler genelde hakkı olsun veya olmasın bir krallığı ele geçirmek ister, onları iyi bir şekilde yönetmek değil. Ayrıca prenslerin etrafındakiler yardıma muhtaç olmayacak kadar akıllı olduklarını veya herhangi bir şeye ihtiyaç duymayacak kadar yüce olduklarını düşünürler. Eğer dışarıdan bir yardım alırlarsa bu, ya prensin torpiliyle ya da kendi çıkarlarında kullanacakları şekilde olur. Hepimizin doğasında takdir edilmek ve kendimizi tatmin etmek duyguları var. Sonuçta kirpi bile yavrusunu pamuğum diye severmiş. Herkesin bir diğerini kıskandığı ve kendilerini çok yükseklerde gördüğü böyle bir sarayda bir kişi okuduğu ve gördüğü şeylerle ilgili herhangi bir öneride bulunmamalıdır çünkü diğerleri bu hareketi onların zekâsına karşı bir hakaret olarak algılayıp bu önerileri eğer çürütmezlerse çıkarlarına ulaşamayacaklarını düşünürler. Ve diğer önerilenler beğenilmezse önceden reddettikleri bu öneriye tekrardan gelirler çünkü bu ve benzeri şeyler atalarımızı da tatmin ederdi. Sanki herhangi birinin atalarından daha bilge gözükmesi büyük bir talihsizlikmiş gibi söylenecek her şeyin yeterli bir itirafı olarak bütün çıkarlarını böyle bir cevabın üzerine kurarlar. Fakat eski çağlardan kalan tüm güzel şeyleri isteyerek bıraksalar ve daha iyi şeyler önerseler bile bu geçmiş zamanlara saygı bahanesiyle inatla asıl benliklerini gizlerler. Ben böylesine kibirli, burnu havada, absürt şeyleri özellikle İngiltere olmak üzere birçok yerde gördüm.” dedi. Ben de “Siz hiç orada bulundunuz mu?” diye sordum. O da “Evet bulundum. Şu çok fazla yoksulun isyana katıldığı gerekçesiyle katledildiği Batı’daki isyan bastırıldıktan biraz zaman sonra birkaç ay orada kalmıştım.
O zaman o saygıdeğer Başrahibe, Canterbury Başpiskoposu, Kardinal ve İngiltere Yüksek Yargıcı John Morton’a çok mecbur kaldım; bir adam, bilgeliği ve erdemleri için taşıdığı yüce karaktere rağmen yeterince saygı görmeyen Peter, (Bay More onun kim olduğunu iyi bildiği için) boylu poslu, yaşına rağmen gayet dinç, gözleri korku yerine hürmet saçan, gayet kolay fakat ciddi bir üslupla sohbet eden bir adam. Bazen sert bir şekilde konuşarak işle ilgili gelenlerin dayanıklıklarını ölçmekten zevk alırdı fakat bunu yaparken terbiyesini bozmaz, böylelikle karşısındaki insanların ruh hâlini ve zekâ seviyelerini ölçerdi. Kendi sertliğine aynı sertlikle karşılık verip de küstahça davranmayanları politika işlerine uygun adamlar olarak düşünürdü. Hem çok kibirli hem de çok ağırbaşlı konuşurdu, iyi derecede hukuk bilirdi ve çok iyi zekâya sahip, anlaması çok kuvvetliydi. Ve doğa ananın onu donattığı bu yetenekleri çalışıp tecrübe kazanarak daha da ilerletmişti. Ben İngiltere’deyken Kral onun tavsiyelerine çok önem verirdi ve o da hükûmeti genel olarak desteklerdi. Çünkü gençliğinden beri bu politika işleriyle uğraşmış, birçok zorlukla mücadele etmiş ve sonucunda da bir kere kullanıldıktan sonra değerini kaybetmeyen çok büyük bir bilgi birikimine sahip olmuş. Bir gün onunla yemek yerken, masada bir darağacına bazen yirmi hırsızın birden asıldığı idam cezasından övgüyle bahseden bir İngiliz avukatla denk geldik. Ve bunun üzerine Kardinal, ‘Bunun nasıl meydana geldiğini bilmiyor sanırım çünkü çok az bir kısmı kaçsa bile hâlâ etrafta sağı solu soyan birçok hırsız var.’ dedi. Kardinal’in huzurunda rahatça konuşabilmenin rahatlığını hisseden ben, ‘Bu konuya bu kadar hayretle bakmak çok saçma geliyor bana. Çünkü böylesine ağır bir ceza ne toplum açısından ne de kendi içinde iyi bir sonuç doğurur. Böylesine bir çözüm çok etkili değil çünkü basit bir hırsızlık suçu bir insanın yaşamına bedel olmamalıdır. Bir ceza, ne kadar ağır olursa olsun yaşamını hırsızlık yapmadan sürdüremeyecek birisini bunu yapmamaya teşvik etmelidir. Bu konuyla ilgili sadece İngiltere değil, dünyanın birçok ülkesinde de üstatlar öğrencilerine şiddet yoluyla bir şeyler öğretmeye çalışmaktadırlar. Hırsızlara karşı uygulanan çok ağır cezalar var fakat her insana yaşayacağı, hayatını idame ettireceği yöntemler öğretmek ve çalmanın getirdiği ölümcül cezadan kaçındırmak çok daha iyidir.’ dedim. O da ‘Zaten bu konuda yeterince çalışma yapılıyor. Hâlâ aynı hataları devam ettirmeyecek kadar aptal olmayanlar için atölyeler, hayvan çiftlikleri var. Orada çalışıp hayatlarını idame ettirebilirler.’ dedi. Ben de ‘Bu sizin döneminizde işe yaramayabilir çünkü birçoğu, iç savaşlarda veya başka ülkeyle yürütülen savaşlarda, mesela son olarak Cornish isyanında ve zamanında Fransa ile yaptığınız savaşta krallarına ve ülkelerine hizmet ederken uzuvlarını kaybedip sakatlanmış insanlardır ve bu insanlar eskiden yaptığı işleri yürütemeyeceği gibi artık yenilerini de öğrenemeyecek kadar yaşlanmışlardır. Fakat savaşları tesadüfi şeyler olarak ele alıp arada sırada gerçekleştiğini düşünürsek her gün gerçekleşen olaylara bir göz atalım. Küçük dağları ben yarattım diyecek kadar kibirli olan soylularınız var ve bu soylular kazançlarını arttırmak için diğer insanların emeklerini sömürüyorlar. Aslında bu onların bencilliklerinin tek örneğidir çünkü diğer tüm şeylerde kendilerinin dilenmesine bile müsaade etmezler ama bunun yanında, hayatlarını kazanabilecekleri hiçbir sanat öğrenmemiş çok sayıda aylak arkadaşları var. Bunlar, ya efendileri ölür ölmez ya da kendileri hastalanınca anında kapı dışarı edilirler çünkü lortlarınız hastalara bakmaktansa aylak insanları beslemeye daha hevesliler ve çoğu zaman vâris, selefinin yaptığı kadar büyük bir aileyi bir arada tutamazlar. Şimdi bu şekilde bir hayattan kapı dışarı atılanların karınları boşsa hırsızlıktan başka ne yapabilirler? Çünkü kötü zamanlarında, yani hem sağlıkları iyi değilken hem de kıyafetleri yıpranmış bir vaziyetteyken yırtık pırtık ve korkunç göründüklerinde, kaliteli insanlar onları eğlendirmeyecek ve fakir insanlar bilerek bunu yapmaya cesaret edemeyecekler; bilecekler ki tembellik ve zevk içinde, kılıcı ve kalkanıyla dolaşmaya alışmış, tüm mahalleyi küstah bir şekilde küçümseyen bir adam ne kürek ve balta tutmak için uygundur ne de fakir bir adam bu kadar küçük bir işe ve ona verilecek düşük bir ücrete hizmet edecektir.’ dedim. Adam ise buna karşılık olarak, ‘Bu tür insanlara özellikle değer verilmelidir çünkü onların içinde fırsat bulduğumuz orduların gücü vardır çünkü doğmaları onlara tüccarlar ya da yağmacılar arasında bulunandan daha asil bir onur duygusu veriyor.’ dedi. Ben de ‘Savaşlar yüzünden hırsızlara değer vermeniz gerektiğini de söyleyebilirsiniz çünkü diğerine sahip olduğunuz sürece birini asla istemeyeceksiniz ve soyguncular bazen cesur bir asker olabileceklerini kanıtladıkları ve cesur askerlerin de hırsız olabilecekleri gibi bir gerçek olduğu için bu iki tür arasında gerçekten çok yakın bir ilişki vardır. Ancak sizde çok yaygın olan, çok sayıda hizmetçiyi bulundurma alışkanlığı bu millete özgü değil. Fransa’da yine de daha zararlı türden insanlar var çünkü bütün ülke hâlâ barış zamanında bile askerlerle dolu (Eğer böyle bir ulus devleti barış olarak adlandırılabilirse.) ve bunlar, o aylak hizmetlilere soylular hakkında edindiğiniz tutuma göre hareket ederler. Bu, kamu güvenliği için her zaman hazır olan iyi bir emektar asker topluluğuna sahip olması gerektiği gerçeğine uymayarak sözde devlet adamlarının bir özdeyişi hâline gelmiştir. Ham insanlara bağımlı olmayacaklarını düşünüyorlar ve bazen savaşmak için askerlerini boğaz kesme sanatı konusunda eğitebilirler ya da Sallust’ın gözlemlediği gibi, ‘Ellerini sürekli kullanmak için, çok uzun bir süre hareket ettirmeyebilirler.’ Ama Fransa bu tür hayvanları beslemenin ne kadar tehlikeli olduğunu öğrendi. Romalılar, Kartacalılar ve Suriyeliler gibi ayakta kalan ordular tarafından hem altüst edilen hem de oldukça harap edilen diğer birçok ulus ve şehrin kaderi diğerlerine çok şey öğretmelidir, Fransızların bu özdeyişinin aptallığı bundan bile açıkça ortaya çıkıyor çünkü eğitimli askerler çoğu zaman sizin ham adamlarınıza karşı kendilerini kanıtlamakta çok zorlanıyorlar, ki İngilizleri övdüğümü düşünebilirsiniz diye onlara karşı pek bir şey söylemeyeceğim. Her gün yaşanan tecrübeler gösteriyor ki, kasabalardaki işçiler ya da ülkedeki palyaçolar, bedenlerindeki bir talihsizlikten sakatlanmadıkları ya da aşırı istek yüzünden morallerini yitirmedikleri sürece, bu aylak beylerle savaşmaktan korkmadıklarını gösterirler; onlara iyi bir iş ve aş verdiğiniz takdirde bir sorun yoktur çünkü artık kolaylıkla güçsüzleşen ve kadınsı yaşam tarzlarıyla yumuşayan bu iyi biçimli ve güçlü adamlardan (Çünkü soylular onları şımartana kadar onlarla vakit geçirmeyi severler.) korkmanıza gerek kalmayacaktır. Ve savaş isteyip ganimet kazanmak istediğinizde bunu elde etmek için o kadar fazla adam bulundurmanız gerekmektedir ki bu adamlar barış zamanında da sizi rahatsız edecektir. Bu yüzden çok fazla adam bulundurmanız mantıksız hâle gelecektir. Ama bu hırsızlık gerekliliğinin sadece bundan kaynaklandığını düşünmüyorum; İngiltere’ye özgü başka bir nedeni var.’ dedim. Kardinal, ‘Nedir o?’ diye karşılık verdi. Ben de ‘Doğal olarak yumuşak olan ve kolayca düzenini koruyan koyunlarınızın semireceği otlaklarınızın artması, şimdi sadece köyleri değil, kasabaları da insanları ve insan olmayan varlıkları da yok ettiği söylenebilir çünkü herhangi bir toprağın koyunları normalden daha yumuşak ve daha kaliteli bir yün üretirse, orada çiftliklerinden aldıkları kiralardan yetinmeyen ve rahat yaşamaya alışmış soylular, seçkinler ve hatta o kutsal adamlara yarardan çok zararı vardır. Tarımın seyrini durdururlar, evleri ve kasabaları tahrip ederler, sadece kiliseleri ayırırlar ve koyunları saklayabilecekleri yerleri işgal ederler. Sanki ormanlar ve parklar toprağın çok az bir kısmını kaplıyormuşçasına bu değerli vatandaşlar en iyi yerleşim yerlerini yalnızlık abidelerine çevirir çünkü ülkesinin salgını olan doyumsuz bir sefil, binlerce dönümlük bir alanı kapatmaya karar verdiğinde, mal sahipleri ve kiracılar hileyle, zorla veya kötüye kullanım sebebiyle mülklerinden çıkarıldıkları zaman onları satmak zorunda kalırlar. Bu sayede hem erkek hem de kadın, evli veya evlenmemiş, yaşlı veya genç, fakir ama sayısız aileleri olan, -taşra işi birçok kişi gerektirdiği için- nereye gideceklerini bilmeden yaşam alanlarını değiştirmeye zorlanırlar ve onlara çok bir para getirmeyecek olan ev eşyalarını bir alıcıya verene kadar kalmak zorunda kalırlar. Bu edindikleri azıcık para da bittiğinde (Çünkü mutlaka harcanacak.), onlara yapacakları tek şey sadece çalmak ve böylece asılmak kalır. (Tanrı bilir ne kadar da adil (!)) Ya da gidip dilenmek olabilir mi? Ve eğer bunu yaparlarsa, isteyerek çalışacakları hâlde onları işe alacak birini bulamayacakları için boş bir serseri olarak hapse atılırlar çünkü ekilebilir alan kalmadığından ülkelerine hizmet edecekleri bir iş alanı da kalmamış olacak. Bir çoban sürüye bakabilir, bu sürünün sürülmesi ve yetişmesi için çok fazla oranda toprağa ihtiyaç duyabilir. Bu da birçok yerde mısırın fiyatını yükseltir. Yünün fiyatı da o kadar arttı ki, kumaş yapma işinde olan fakirler artık onu satın alamıyorlar ve bu da aynı şekilde çoğunu işsiz bırakıyor çünkü meralar arttığından beri Tanrı, sahiplerinin açgözlülüğünü, koyunlar arasındaki bir hastalıkla cezalandırdı ve bu da koyunların çoğunu telef etti. (Bu hastalık koyunların sahiplerinin başına gelseydi bize daha adil gözükebilirdi bu arada!) Ancak koyunların arttığını, fiyatlarının muhtemelen düşmeyeceğini varsayalım; tekel olarak satılamazlar çünkü birçok kişinin koyunu vardır ama yine de çok kişinin koyunları vardır ve bunlar o kadar zengindir ki, onları düşündüklerinden daha erken satmaya zorlanmazlar. Bu nedenle, fiyatı mümkün olduğunca yükseltinceye kadar asla satış yapmazlar. Aynı nedenle, diğer sığır türleri çok değerlidir çünkü birçok köyün yok olması ve tüm ülkenin emeğinin pek önemsenmemesi, besiciliği geçim kaynağı olarak görenlerin sayısını azaltmaktadır. Zenginler koyunda yaptıkları gibi sığır yetiştirmezler, onları düşük fiyatla yağsız satın alırlar ve yeteri kadar şişmanlattıktan sonra yüksek oranlarda tekrar satarlar. Bunun yaratacağı tüm olumsuzlukların henüz gözlemlendiğini sanmıyorum çünkü sığırları değerli olarak sattıkları için, eğer getirildikleri ülkelerden daha hızlı tüketilirlerse stoklar azalır ve bu ihtiyaçlar büyük bir kıtlıkla sonuçlanır. Bu şekilde dünyanın en mutlusu gibi görünen bu adanız, birkaç kişinin lanetli açgözlülüğünden çok zarar görebilir. Bunun yanında, mısırın fiyatının yükselmesi tüm insanların ailelerini de onlar kadar küçültmesine neden oluyor. O açgözlü insanlar tarafından kovulanlar, dilenmekten ya da hırsızlıktan başka ne yapabilir? Ve bu noktaya kadar büyük bir zekâya sahip bir adam, eskisinden çok daha erken yaşlanabilir. Lüks, aynı zamanda yoksulluğu ve sefaleti de beraberinde getirir; giyimde aşırı bir gösteriş, beslenmede ise büyük bir israf var ve bu sadece soyluların ailelerinde değil, aynı zamanda tüccarlar arasında, çiftçilerin kendi aralarında ve tüm insan kademeleri arasında bile hissedilebiliyor. Ayrıca birçok virane evleriniz var ve bilinenlerin yanı sıra tavernalar ve meyhaneler de iyi durumda değil; bu tür zararlara bir de kart oyunlarını, kumar oyunlarını, futbolu, tenisi ve paranın hızla akıp gittiği diğer şeyleri ekleyin; bütün bunlara aşırı fazla para ve zaman harcayanların asıl ihtiyaçları için sonuç olarak soymaktan başka çareleri de kalmıyor. Bütün bu hastalıklı düşüncelere son verip çok fazla toprağı elinde bulunduranların o topraklara köy inşa ettirin veya başkaları o topraklarına aynı işlemi yapabilsinler; malları tekelleştiren zenginlerin daha da zenginleşmesinin önüne geçin; insanların boş boş gezmelerine sebep olacak fırsatları kaldırın; çiftçiyi yeniden kalkındırın ve yün işlemeciliğini yeniden düzenleyin; böylelikle hırsızlık yapmaya mecbur kalanları, şu anda hizmetçi olan ama sonunda yine dilencilik yapacak olanlara iş ve çalışma imkânı vermiş olacaksınız. Eğer bu şeytanlara karşı bir çözüm üretemezseniz adalet gibi görünen ama kendi içinde hiçbir uygunluğu olmayan zalimliğinizden övgüyle bahsetmeniz pek bir işe yaramayacaktır çünkü halkınızı kötü eğitir ve çocukluktan itibaren yanlış işlere teşvik ederseniz ve bunun sonucunda çocukluklarında onlara öğretilen şeyleri yaptıkları için de onları cezalandırırsanız hırsızları önce sizin teşvik edip ardından idam ettiğiniz gerçeğinden başka ne sonuç çıkabilir ki?”
Ben bu şekilde konuşurken, orada bulunan yargıç da bir cevap hazırlamış ve tüm söylediklerimi resmî bir tartışma gibi devam ettirmeye karar vermişti yani her şey âdeta tarafların zihinlerinde bir mahkeme yürütülürmüşçesine cevaplanandan daha sadakatle tekrarlanan bir sohbet. Ve devam etti, “Bizlerin arasında durduğun süre boyunca duyduğun şeylerden pek düşünmeden iyi bir sonuç çıkarmışsın. Sana bütün her şeyi anlatacağım ve dediğin her şeye tek tek değineceğim; sonrasında bizim işimizle ilgili gözden kaçırdığın şeylerin seni nasıl yanlış düşündürdüğünü göstereceğim ve en sonunda bütün argümanlarının cevabını vermiş olacağım. Söz verdiğim gibi başlamam gerekirse…” dedi ve ardından Kardinal, “Bir dakika! Bu çok uzun süreceğe benziyor, o yüzden bu konuyu bugün değil de yarın konuşalım, tabii Raphael ve sen de müsaitseniz.” dedi. Ardından bana dönüp, “Ama Raphael… Çok merak ediyorum hırsızların idamla cezalandırılmaması gerektiğini hangi mantıkla söylüyorsun. Bunun cevabını verebilir misin? Veya daha iyi bir ceza yöntemin var mı? Çünkü ölüm cezası kaldırıldığında kimse hırsızlık yapmaktan korkmayacak. Hatta cezanın hafifliği karşısında suçu işlemeye daha da teşvik olacaklar.” dedi. Ben de karşılığında “Bir insanın çaldığı bir para yüzünden canından olmasını çok adaletsiz buluyorum çünkü dünyada candan değerli hiçbir şey yok. Hatta şu cümle durumu çok güzel özetlemektedir: Bir kişi çaldığı için değil, yasaları çiğnediği için cezalandırılmalıdır. Açıkça söylemeliyim ki aşırı cezalar yüksek oranda tahribatı da beraberinde getirir çünkü küçücük suçlar bile idam cezası vermeyi öngören veya bir adamın cüzdanını çalmakla canını almak arasında bir fark yokmuş gibi davranılan Stoacıların yasaları gibi bütün suçları eşit gören yasalara toplumda yer vermemeliyiz. Tanrı bizim öldürmememize hüküm vermiş, biz de bu kadar küçük bir para için insanları öldürüyoruz. Ama Tanrı’nın bu yasası karşısında bir kişi, ‘İnsanların yasaları buna izin veriyor.’ diye düşünürse, aynı sebeple bazen yasalar zinaya ve yalancı şahitliğe olanak sağlayabilir. Tanrı bizden hem kendimizin hem de başkalarının hayatlarını önleme hakkını aldığı için kanun yapıcı insanların Tanrı’nın herhangi bir örnek göstermediği adam öldürme suçunu kontrol edebilecekleri düşüncesi insanların kutsal hükümlerden uzaklaşmasına ve insan öldürmenin kanuna aykırı bir şey olmadığını düşünmesine sebep olacaktır. Bu, insanların yaptığı yasanın kutsal hükümlerin önüne geçmesi değil midir? Ve bu aynı kanun yapıcı insanlar tarafından bir kez onaylandığında, Tanrı’nın hükümlerinin önüne istedikleri bütün yasaları koyabilirler. Çok katı ve sert olmasına rağmen Musa’nın Kanunları’nda inatçı ve köleleştirici bir milletin boyunduruğu altında olan insanlar sadece parayla cezalandırılıyordu, ölüm cezasına çarptırılmıyorlardı; şimdi ise Tanrı’nın baba merhametini hissettirdiği bu yüzyılda Yahudilere verdiğinden daha mı fazla zalimlik hakkı veriyor bize? Bu sebeplerden dolayı ölüm cezasının yasalarla uyuşmadığını düşünüyorum ve bir hırsızla bir katilin aynı şekilde cezalandırılmasının açıkça İngiliz toplumuna karşı absürt ve hastalıklı bir tavır olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir hırsız, adam öldürdüğünde de hırsızlık yaptığında da aynı şekilde muamele göreceğinin farkına varırsa bu da onu doğal olarak soyacağı kişiyi öldürmesine teşvik eder. Madem cezalar aynı, bir hırsız için daha güvenli ve suçun ortaya çıkması daha zor hâle gelecektir. Bu yüzden hırsızları aşırı korkutmak, onları daha da zalim olmaya iter.”
“Ama ‘Daha iyi bir ceza verme yöntemi ne olabilir ki?’ sorusuna gelince; bence bunu bulmaya çalışmak, bundan daha kötü cezaları yürürlüğe koymaktan daha kolaydır. Neden çok uzun zaman önce ülke yönetimi konusunda çok iyi olan ve ceza bakımından gayet makul işler yapan Romalılar tarafından kullanılan yöntemden şüphe duyuyoruz ki? Suçlu buldukları insanları hayatları boyunca her yerlerinde zincir varken madenlerde ve taş ocaklarında çalışma cezasına çarpıyorlar. En sevdiğim cezalandırma yöntemini, Pers diyarına gittiğim bir yolculuğumda çok iyi yönetilen ve mantıklı insanlar olan Polileritlerde görmüştüm. Pers kralına yıllık haraç ödüyorlar ama diğer bütün yönlerden tamamen özgür bir ülkeler ve kendi kanunlarını koyabiliyorlar. Denizden çok uzakta, çok tepeli bir bölgeye yerleşmişler. Kendi ülkelerinin zengin üretimi sayesinde de diğer bütün ülkelerle ticaret yapabiliyorlar. Ülkedeki kafa yapısı, sınırları genişletmek gibi bir şeyi düşünmediği için Perslere ödedikleri yıllık haraç ve engin dağları, onları bütün işgallerden korumaktadır. Bu yüzden kendi aralarında bir çatışma da yok. İhtişamlı yaşamak yerine rahat bir şekilde yaşıyor ve meşhur bir ülke olarak anılmaktansa mutlu bir ülke olarak yaşamayı tercih ediyorlar çünkü komşuları haricindeki ülkelerde çoğunlukla isim olarak bilindiklerini zannetmiyorum. Aralarında hırsızlıktan suçlu bulunanlar, prensin çalınan mallar üzerinde hırsızdan daha fazla hakkı olmadığını düşündükleri için, diğer yerlerde olduğu gibi prense değil, sahibine tazminat ödemeye mahkûmdurlar. Ama çalınan mal çoktan elden çıkarıldıysa hırsızın malları sayılır ve çalınan malın bedeli hırsızın malları arasından ödenir, geri kalan karısına ve çocuklarına iade edilir. Hırsızların kendilerine ise topluma hizmet etme cezası verilir fakat ne mahkûm bir şekilde ne de vücudunda herhangi bir zincirle tutulur, tabii aşırı bir durum yoksa ortada. Özgür bir şekilde topluma hizmet etmek için hayatlarına devam ederler. Boş boş gezer veya mahkûm edildikleri işleri yapmazlarsa kırbaç cezasına çarptırılırlar. Fakat çok verimli bir şekilde çalışırlarsa çok iyi muamele görürler ve herhangi bir aşağılamaya maruz kalmazlar. Bütün işlerini gece yapmak zorundalar, onun dışında hiçbir şey yapmıyorlar. Sürekli iş yapma zorunluluğu dışında başka hiçbir zorlukları yok, hatta toplumun yararına farklı yerlerde çalıştıkları için gayet de eğlenceli geçiyor vakitleri. Bazı yerlerde, o insanların merhamet duyguları o kadar fazladır ki onlara bahşedilen her şey hayırsever bir amaçla verilmiştir ve bunun faydasını çoğu zaman hissederler. Ama diğer yerlerde kamu gelirlerinin bir kısmı onlar için kenara ayrılıyor, bakımları için sabit bir vergi veya belirli bir para alınıyor. Bazı yerlerde ise kamu yararına bir iş verilmiyor; işçi gerektiren özel iş sahibi insanlar pazar yerlerine gidip suçluları, özgür bir adamdan daha ucuza kiralayabiliyorlar. Satın alındıklarında işlerini aksatarak yaptıklarında ise satın alan kişi kırbaçlayarak işi tamamlatma hakkına da sahiptir. Bu sayede bu insanların çalışmaları için sürekli bir istihdam fırsatı oluşturuluyor ve geçim kaynaklarını kazanmanın yanı sıra topluma da yeniden kazandırılmış oluyorlar. Hepsinin belirli bir renge sahip tuhaf bir giyim alışkanlığı oluyor, saçları kulaklarının biraz üzerinde kesiliyor ve kulaklarından bir parça kesiliyor. Arkadaşları onlara yemek, içecek veya o belirli renkteki kıyafetleri verebilirler fakat para verdiklerinde hem verene hem de alana ölüm cezası verilir. Ayrıca onlardan herhangi bir sebeple para alan özgür bir adam da cezai yaptırımla karşı karşıya kalabilir. Ayrıca bir kölenin -böyle adlandırılıyorlar- silah kuşanması da ölüm cezasına çarptırılmasına sebep olabilir. Ülkedeki bu her bir ayrı grup, ayrı gözükmeleri için ayırt edici kıyafetlerle kolayca fark edilebilirler ve bu kıyafetleri çıkarmak, sınırları dışına çıkmak, başka bir sahibin kölesiyle konuşmak veya kaçmaya az da olsa teşebbüs etmek bile ölümlerine sebep olabilir. Başka birinin kaçmasına yardım ve yataklıkta bulunan bir köle ölüm cezasına çarptırılır veya özgür bir insanın, kölenin kaçmasına çalışması ise onun köle sınıfına düşürülmesine sebep olur. Bu kaçma teşebbüsünü ihbar eden özgür insanlar parayla, köleler ise özgürlüklerini kazanarak, yardım etseler de özür dileme hakkına sahip olarak ödüllendirilirler. Bu şekilde hatayı işlemektense hatadan dönmeye daha çok teşvik edilirler.
Bunlar, o toplumun hırsızlık suçuna karşı koydukları cezalardır ve açıkça görülebiliyor ki ılımlı olmaları onların yararına olmuştur. Çünkü hatalılar tamamen yok edilmiyor, tam tersi korunuyorlar fakat öyle bir muamele görüyorlar ki dürüst olmanın ve topluma verdikleri zararı karşılamak için geri kalan hayatlarını harcamanın gerekliliklerini hissetmiş oluyorlar. Önceki yaptıklarını tekrardan yapma tehlikeleri de yok ve seyyahlar onlardan o kadar az tehlike seziyorlar ki genelde onları yanlarına alıp yolculuklarında rehber olarak kullanıyorlar. Bundan daha iyi bir durumda olacakları veya soyacakları herhangi bir şey kalmadığı ve silah kuşanmaları da yasak olduğu için yeniden para kazanmak gayet mantıklı geliyor. Yakalandıklarında kesinlikle cezalandırılacaklarını da bildikleri için herhangi bir kaçma teşebbüsünde de bulunmuyorlar. Giydikleri kıyafet, insanların genelde giydiği kıyafetlerden de farklı olduğu için kolayca kaçamazlar. Diyelim ki soyunup kaçtılar, o zaman da kesilmiş kulakları onları hemen ele verecek. Onlardan gelebilecek tek tehlike, hükûmete karşı darbe yapmalarıdır fakat bunun başarılı olması için bir bölgedeki köleler yetmez, bütün bölgelerdeki kölelerin böyle bir şeye kalkışması gerekmektedir. Lakin bunun da imkânı yoktur çünkü bir kölenin başka bir bölgedeki köleyle konuşması ve görüşmesi yasaktır. Ayrıca darbe hazırlıklarının ve planlarının saklanması çok tehlikeli, ifşa edilmesi ise çok faydalı olacaktır. İyi hâl ve tavır göstererek, gelecekte huylarını değiştireceklerine dair kanıtlar sunarak özgürlüklerini kazanacaklarına inanıyorlar ve bazıları her yıl karakterlerini iyi yönde geliştiriyorlar. Bütün bunları göz önünde bulundurduğumda, acaba Yargıç Hazretlerinin bu kadar övgüyle bahsettiği sistemden daha yararlı olan bu sistem neden bizde de uygulanmıyor diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım.” dedim. Buna karşılık olarak Yargıç da “Bu, bütün ülkeyi tehlikeye atmadan kesinlikle İngiltere’de uygulanamaz.” dedi. Bunu söylerken, başını salladı, yüzünü buruşturdu ve sakinliğini korudu, âdeta Kardinal haricindeki herkes onun fikrindeymiş gibiydi. Kardinal, “Yeni bir cezalandırma sistemi kurmak, özellikle önceden hiç denenmemiş bir cezalandırma sistemi kurmak çok zordur fakat bir hırsıza ölüm cezası verildiğinde, yönetici bu cezayı erteleyebilir ve tövbe etmesini bekleyebilir. Eğer bu yöntem işe yararsa bu dediklerin uygulanabilir ama işe yaramazsa en kötü ihtimalle suçlunun idamına hükmedilebilir. Neden böyle bir gecikmeyi kabul etmenin adaletsiz, uygunsuz ya da tehlikeli olacağının düşünülmesini anlamıyorum; bence serserilere de aynı şekilde davranılmalı, bu insanlara karşı birçok kanunu yürürlüğe koymuş olsak da amacımızı elde edemedik.” dedi. Benzerlerini ben söylediğimde küçümseyerek bakmalarına karşın Kardinal bunları söylediğinde hepsi onaylayıp övdüler, en çok da serserilerle ilgili olana karşı yorum yaptılar çünkü bu onun gözleminin bir sonucuydu.
Sonrasını anlatmaya değip değmeyeceğinden emin değilim çünkü çok saçmaydı ama bu konuyla ilgili olduğu için, bir konudan bahsedeceğim, böylelikle bu konudan iyi bir sonuç çıkarılabilir. Aptal rolünü o kadar iyi yapan bir soytarı vardı ki neredeyse onu gerçekten aptal sanmıştık. Yüzündeki mimikleri o kadar soğuk ve anlamsızdı ki bizi çok güldürdü ama bazen çok şaşırtıcı bir şekilde öylesine hoş olmayan laflar ediyordu ki eski bir deyişi bize hatırlattı: Zarı çok kez atanlar bazen şanslı atışlar yaparlar. Orada bulunanlardan birisi, yaşlı ve sakatların yapabileceği kamu hizmetinin kalmayacağını söyleyip beni suçluları kollamakla, Kardinal’i ise serserileri kollamakla suçladığında Soytarı, “Bu cevabı bana bırakın çünkü görüşlerinden daha çok tiksindiğim, onlara ve zavallı şikâyetlerine sık sık kızdığım hiçbir insan yok ama hayat hikâyelerini anlattıkları zaman benden bir kuruş koparamadılar çünkü ya onlara hiçbir şey vermeye niyetim yoktu ya da bunu yapacak bir fikrim olduğunda, onlara verecek hiçbir şeyim yoktu, şimdi beni o kadar iyi tanıyorlar ki artık işlerini kaybetmeyecekler. Fakat imanlı bir rahip olmamdan fazlasını benden beklemedikleri için sorunsuz bir şekilde anlatmama izin verin. Ben olsam bütün bu dilencileri manastırlara yollardım. Erkekleri Benedik Tarikatı’na, kadınları ise rahibelerin yanına yollardım.” dedi. Kardinal yüzünde hafif bir gülümsemeyle bu fikri onayladı, geri kalanlar ise ağırlıklarından ödün vermeyerek bu fikri sevdiklerini gösterdiler. Ortamda bir tane de din adamı vardı. Rahibeler ve keşişler hakkında söylenen bu sözden epey keyif alan bu adam normalde suratsız biri olmasına karşın Soytarı ile laf atışmasına girdi ve “Biz keşişlerle ilgilenmeniz dışında bu fikir, sizi bütün dilencilerden kurtarmaz.” dedi. Soytarı ise “Bu çoktan yapıldı. Çünkü Kardinal çoktan serseriler hakkında, onları işe kazandırmayla ilgili fikri konusunda size imkân verdi ama bildiğim kadarıyla hiçbir serseri henüz sizden hoşlanmıyor.” dedi. Bu sözleri, Kardinal’in de kötü olarak algılamadığını görünce ortamdaki herkes tarafından kahkahayla karşılandı. Sadece rahibin kendisi, kolayca hayal edilebileceği üzere sinirlendi ve Soytarı’ya karşı bütün nefretini kusarcasına huysuz, iftiracı, gıybetçi, lanetlenmiş diyerek Kutsal Kitap’tan korkutucu ve lanetleyici ayetleri söyledi. Soytarı ise onu istediği kıvama getirdiğini düşünüp onun hakkında kafasına göre konuşmaya başladı ve “Sevgili Rahip, lütfen sinirlenmeyiniz. Çünkü kitapta da yazdığı gibi: Sabrederek ruhunun derinliklerine ulaş.” dedi. Bu lafların üzerine Rahip (Size onun sözleriyle aktarmam gerekirse.), “Sinirli değilim seni günahkâr. En azından bunu yaparken günah işlemiyorum çünkü bir Psalmist[2 - İncil ilahisi yazan kimse. (ç.n.)] şöyle diyor: Sinirlenin ama bunu yaparken günah işlemeyin.” dedi. Bunun üzerine Kardinal onu nazik bir şekilde uyarıp duygularına hâkim olmasını istedi. Rahip de “Hayır efendim. İyi bir niyetle konuşuyorum, ki böyle yapmam gerekiyor çünkü kutsal adamlar iyi niyetli olmalıdır. Tıpkı şu sözlerle söylendiği gibi: İyi niyetin beni benden aldı. Ve kilisemizde, Elyesa’nın[3 - Kur’an’da adı geçen bir peygamber. Eski Ahit’e göre İlyas Peygamber göğe yükselirken onun ruhundan pay isteyip düşen cübbesini alarak giydiğine ve kutsal güce ulaştığına inanılır. Bir rivayete göre mezarı Diyarbakır’ın Eğil ilçesindedir. (ç.n.)] iyi niyetinin etkilerini, Tanrı’nın evine giderken dalga geçen o alçak, haydut ve alaycı belki hisseder diye şarkılar söylüyoruz.” dedi. Bu laflar üzerine Kardinal, “Belki bunları iyi bir niyetle söylüyorsundur. Ama bana göre Soytarı ile böylesine garip bir çekişmeye girmemen senin için daha akıllıca olur.” dedi. Rahip ise “Hayır efendim. Bu söylediklerim mantıkla söylenen sözler değildi çünkü insanların en akıllısı Süleyman şöyle der: Bir aptala aptal gibi cevap verin. Ben de şu an bunu yapıyorum ve düştüğü o gaflet çukurunu gösteriyorum ki uykusundan kalksın. Çünkü Elyesa’nın tek bir kel adam olan alaycıları onun iyi niyetinin etkisini hissederse aralarında bu kadar çok kel adam bulunan bunca keşişin alaycısına ne olacak? Aynı şekilde, bizimle alay eden her şeyin aforoz edildiği bir fetvamız var.” dedi. Kardinal, bu konunun sonu olmadığını görünce, Soytarı’ya geri çekilmesi için işaret verdi, muhabbeti başka bir yöne çekti ve kısa süre sonra masadan kalktı; bizi başından savarak davaları dinlemeye gitti.
“Böylece Bay More, uzunluğundan pek de memnun olmadığım, benden anlatmamı yalvardığınız böyle sıkıcı bir hikâyem var. Hoş, siz de tek bir cümlesini kaçırmayacak kadar dikkatli dinliyordunuz. Hikâyeyi kısaltmış olabilirim ama sizin, benim önerdiklerim karşısında neler yaptıklarını görmenizi, Kardinal’in fikrimi aslında sevdiğini fakat sevmemiş gibi gözükmeyi tercih ettiğini, etrafındakilerin onun mimiklerinden yola çıkarak sadece onun sevdiği şeyleri alkışlayıp sevdiklerini anlayacağınız kadar büyük çoğunluğunu anlattım. Bu yüzden saray halkının bana veya söylediklerime vereceği değeri buradan çıkarabilirsiniz.”
Bunun üzerine ben, “Bu konuda bana mantıklı şeyler anlattınız çünkü söyledikleriniz akıllıca ve kolay bir şekilde birbiriyle örtüşüyor. Bu söylediklerinizle beni, kendi ülkemi yeniden tanımamı, o iyi Kardinal’i hafızamda yeniden canlandırmamı sağladınız ve çocukluğumdan beri nasıl bir ailede büyüdüğümü hatırlattınız; benim nezdimde diğer herkesten daha kıymetli olmanıza karşın hatırasına çok değer verdiğiniz için en değerlisi sizdiniz. Ama bütün bunların ardından fikrim değişmedi çünkü hâlâ saray mensubuna karşı olan düşüncelerinizi değiştirdiğiniz takdirde, yine sizin vereceğiniz bir karara bağlı olarak insanlığa büyük hizmette bulunabilirsiniz. İşte bu düşünce bütün iyi insanların hayat gayesi olarak düşünmesi gereken bir düşünce. Tıpkı dostunuz Platon’un da filozofların kral olduğu ya da kralların filozof olduğu bir ülkede insanların da mutlu yaşayacağını düşündüğü gibi. Ve filozoflar, krallara yardım etme vazifesini üstlerine almadıkları takdirde bu mutluluktan epey uzak olduğumuz açık.” dedim. Ardından o da, “O kadar da acımasız değiller fakat bunu isteyerek yapıyorlar. Çoğu zaten kitaplarıyla bunu gerçekleştiriyor, tabii gücü elinde tutanlar tavsiyelerine kulak verirse! Ama Platon doğru demiş, kralların filozof olması dışında tabii. Çünkü çocukluklarından beri kötü düşüncelerle büyümüş insanlar filozofların bilgeliğine asla ulaşamazlar. Platon da bu gerçeği Dionysus’ta tecrübe etti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/tomas-mor/utopia-69428098/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kuzeybatı Avrupa’da Ren Irmağı deltasının çevresindeki “Çukur Ülkeler” olarak da adlandırılan (Alçak Ülkeler, Aşağı Ülkeler), şimdiki Hollanda ve Belçika’nın bulunduğu bölge. (ç.n.)

2
İncil ilahisi yazan kimse. (ç.n.)

3
Kur’an’da adı geçen bir peygamber. Eski Ahit’e göre İlyas Peygamber göğe yükselirken onun ruhundan pay isteyip düşen cübbesini alarak giydiğine ve kutsal güce ulaştığına inanılır. Bir rivayete göre mezarı Diyarbakır’ın Eğil ilçesindedir. (ç.n.)
Utopia Томас Мор

Томас Мор

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Thomas More’un Utopia’sı klasikler arasında yerini almış hâlen merakla okunan ve kitaplıklardan eksik olmayan eserlerden… Beş yüz yıl öncesinden günümüze ışık tutan Utopia, kimseyi diğerinden üstün görmeyen, sıradan insanların kurduğu, yönettiği ve yaşadığı bir devletin tasviridir. More aynı zamanda şahit olduğu olaylardan ve yaptığı vazifelerden yola çıkarak kurguladığı Utopia mefhumu üzerinden dönemin İngiltere yönetimine de eleştiriler getiriyor. "…Eğer bu şeytanlara karşı bir çözüm üretemezseniz adalet gibi görünen ama kendi içinde hiçbir uygunluğu olmayan zalimliğinizden özgüyle bahsetmeniz pek bir işe yaramayacaktır çünkü halkınızı kötü eğitir ve çocukluktan itibaren yanlış işlere teşvik ederseniz ve bunun sonucundan onları cezalandırırsanız hırsızları önce teşvik edip ardından idam ettiğiniz gerçeğinden başka ne sonuç çıkabilir ki…"

  • Добавить отзыв