Biz

Biz
Yevgeni Zamyatin
Zamyatin’in vizyonuna göre 26. yüzyılda Utopia sakinleri bireyselliklerini o kadar kaybetmişlerdir ki, kimlikleri ancak sayılardan ibarettir. “Gardiyanlar” olarak adlandırılan siyasi polislerin kendilerini gözlem altında tutabilmesi için camdan evlerde otururlar (kitap televizyonun icadından önce yazılmıştır). Hepsi birbirine eş üniformalar giyerler ve insanlardan genellikle ya “numara”, ya da “ünif” (üniforma) olarak söz edilir. Sentetik besinlerle beslenirler ve en yaygın eğlence biçimi hoparlörlerden yayınlanan “Tek Devlet” marşı eşliğinde dörtlü gruplar halinde uygun adım yürümektir. “Seks saati” denen belirlenmiş zaman dilimlerinde bir saatliğine cam evlerinin perdelerini indirmelerine izin verilir. Doğal olarak evlilik kavramı olmasa da, cinsel yaşam tam olarak da keyfi değildir. Cinsellik amacıyla herkese pembe kuponları olan bir tür karne verilir ve belirlenmiş seks saatlerinden birini paylaşan kişiler de bu kuponu imzalar. Tek Devlet “Hayırsever” olarak anılan bir kişi tarafından yönetilmektedir. Hayırsever her yıl halk tarafından mutlaka oy birliği ile yeniden seçilir. Devletin yönetim ilkesine göre mutluluk ile özgürlük asla bir arada bulunamaz. Adem cennet bahçesinde mutlu iken özgürlüğü isteme hatasında bulunmuş ve bunun bedelini de cennetten kovularak ödemiştir. Tek Devlet ise özgürlüğü ortadan kaldırarak mutluluğu geri getirmiştir. Zamyatin’in romanı genel olarak bizim durumumuzla daha büyük paralellik gösterir. Uygulanan tüm eğitime ve Gardiyanlar’ın yakın takibine rağmen, insanlara özgü içgüdülerin çoğu hala varlığını korumaktadır. Hikâyenin anlatıcısı olan D-503 yetenekli bir mühendis olmakla birlikte pek de kendisiyle barışık olmayan bir kişiliktir ve hissettiği ilkel dürtülerden dolayı dehşete düşmektedir. D-503 yeraltı direniş hareketinin bir üyesi olan I-330’a âşık olur (tabii âşık olmak da bir suçtur) ve kadın bir süreliğine onu isyan hareketinin içine çekmekte başarılı olur. İsyan başladığında Hayırsever’in düşmanlarının oldukça kalabalık olduğu ve bunların devleti yıkmanın yanı sıra, evlerinin perdelerini indirir indirmez sigara içmek ve alkol kullanmak gibi suçlar da işledikleri ortaya çıkar. D-503 sonunda kendi aptallıklarının bedeli ödemekten kurtulur. Yetkililer son zamanlarda yaşanan kuralsızlıkların nedeninin bazı kişilerin yakalandığı ve hayal gücü olarak adlandırılan bir hastalıktan kaynaklandığını keşfettiklerini açıklarlar. Beynin hayal gücünden sorumlu bölgesi saptanmıştır ve hastalık x-ışını uygulaması ile tedavi edilebilmektedir. D-503 bu işlemden geçtikten sonra başından beri yapması gerektiğinin bilincinde olduğu şeyi yapmakta güçlük çekmez ve örgüt arkadaşlarını polise ihbar eder. I-330’a camdan bir fanusun altında basınçlı hava ile işkence uygulanmasını izlerken de hiçbir duygu belirtisi göstermez. George Orwel

Yevgeni Zamyatin
Biz

1. KAYIT

Bahisler:
İlan
Çizgilerin En Bilgesi
Şiir
Bugün Devlet Gazetesi’nde yayımlanan ilanı kelimesi kelimesine aktarıyorum:

120 gün sonra İNTEGRAL’in yapımı tamamlanmış olacak. İNTEGRAL’in dış uzaya yükseleceği o ihtişamlı, tarihî an yakındır. Bundan bin yıl önce kahraman atalarımız tüm yeryüzüne Tek Devlet’in egemenliği altına aldılar. Burada size daha şanlı bir görev düşüyor: Camdan, elektrikli, ateş yayan bu İNTEGRAL ile evrenin sonsuz denklemlerini bütünleştirmek. Öteki gezegenlerde yaşayan, belki de hâlâ özgürlük diye adlandırılan ilkel aşamadaki bilinmeyen varlıkları aklın hayırlı boyunduruğu altına alma işi size düşüyor. Eğer bizim onlara hatasız, matematiksel mutluluğu getireceğimizi anlamazlarsa o zaman onları zorla mutlu etmek bizim boynumuzun borcudur. Ama silahtan önce sözü deneyeceğiz.
Hayırsever adına Tek Devlet’in bütün numaralarına duyurulur:
Kendinde; Tek Devlet’in güzelliği ve yüceliği hakkında incelemeler, manifestolar, şiirler, kasideler ve başka yazılar yazabilme gücünü bulan herkes, yazmakla yükümlüdür.
Bu İNTEGRAL’in taşıyacağı ilk yük olacaktır.
Yaşasın Tek Devlet, yaşasın Numaralar, yaşasın Hayırsever!
Bunu yazıyor ve yanaklarımın yandığını hissediyorum. Evet: Evrenin devasa denklemini bütünleştirmek. Evet, onun yabanıl eğrisini düzlemek ve onu teğet geçen asimptota[1 - Matematikte sonuşmaz veya asimptot, belirli bir A eğrisine istenildiği kadar yaklaşabilen ikinci bir B eğrisine verilen addır. (ç.n.)] göre düz bir şekilde düzeltmek gerek. Çünkü Tek Devlet’in çizgisi düzdür. Mükemmel, ilahi, şaşmaz, bilge bir düz çizgidir; çizgilerin en bilgesidir.
Ben, İNTEGRAL’i inşa eden D-503, Tek Devlet’in matematikçilerinden sadece biriyim. Benim sayılara alışkın kalemim, ritimlerin ve asonansların müziğini yaratma gücünde değildir. Ben sadece ne gördüğümü, ne düşündüğümü, daha doğrusu bizim ne düşündüğümüzü (Evet, özellikle biz diyorum, hatta bu “BİZ” benim kayıtlarımın başlığı olsun.) yazmaya çalışacağım. Ne de olsa bu yazı bizim yaşamımızın, Tek Devlet’in mükemmel matematiksel yaşamının bir türevi olacak. Eğer öyleyse, sahiden de bu benim iradem dışında kendi kendine yazılan bir şiir olmayacak mı? Olacak, inanıyor ve biliyorum.
Bunu yazıyor ve yanaklarımın yandığını hissediyorum. Muhtemelen bu his, bir kadının henüz minicik, gözleri açılmamış bir canlının kalp atışlarını içinde ilk kez hissetmesine benziyordur. O benim, ama aynı zamanda ben değilim. Aylarca onu kendi özsuyumla, kanımla besledikten sonra acıyla kendi canımdan koparıp Tek Devlet’in ayakları önüne sermem gerekecek.
Ama ben hazırım, içimizden herkes gibi veya hemen hemen herkes gibi hazırım.

2. KAYIT

Bahisler:
Bale
Karesel Uyum
X
İlkbahar. Rüzgâr, Yeşil Duvar’ın ötesinden, görünmeyen vahşi ovalardan birtakım çiçeklerin ballı, sarı tozlarını getiriyor. Bu tatlı tozlar yüzünden dudaklar kuruyor ve her dakika kuruyan dudaklarının üzerinde dilini gezdiriyorsun. Karşılaşılan her kadının (ve tabii ki her erkeğin) dudakları tatlı olsa gerek. Bu durum mantıklı düşünmeye biraz engel oluyor.
Ama ya o gökyüzü! Tek bir bulutla bile bozulmamış o mavilik (Eğer şairleri o tuhaf, düzensiz, aptalca birbiriyle çarpışıp duran buhar kümelerinden ilham alabildilerse eski insanların zevkleri oldukça ilkelmiş demektir.)! Ben, daha doğrusu “biz” dersem yanılmış olmayacağıma eminim, sadece tertemiz, lekesiz gökyüzünü severiz. Böyle günlerde bütün evren, Yeşil Duvar ve diğer tüm yapılarımız sarsılmaz, ebedî camdan yontulur. Böyle günlerde nesnelerin en mavi derinliklerini, bu zamana kadar hiç fark edilmemiş müthiş denklemlerini görürsün ve bunları en sıradan, en gündelik nesnelerde bile fark edersin.
En azından bu sefer öyle olmuş olmalıydı. Bu sabah İNTEGRAL’in inşa edildiği hangardaydım ve birden üretim mekanizmasını gördüm: Regülatörün küreleri gözleri kapalı şekilde, coşkuyla fırıl fırıl dönüyor, ışıldayan manivelaları bir sağa bir sola eğiliyordu. Terazi; omuzlarını gururla sallıyor, planya makinesinin oyma kalemi sessiz bir müziğin ahengiyle inip çıkıyordu. Açık mavi güneşin ışığına boğulmuş bu devasa mekanik balenin bütün güzelliğini bir anda görüvermiştim.
Ve sonra kendi kendime sordum: “Neden güzel? Neden dans böylesine güzel?” Çünkü bu özgür olmayan bir hareket. Çünkü dansın bütün derin anlamı kesin, estetik bir boyun eğişin, ideal bir tutsaklığın altında yatıyor. Eğer atalarımızın kendilerini hayatlarının en ilham dolu anlarında (gizemli dinî törenler, askeri geçitler gibi) dansa teslim ettikleri doğruysa bu tek anlama gelir; tutsaklık en ilkel zamanlardan beri insana özgü doğal bir içgüdüdür ve bizler şimdi hayatımızda bunu sadece bilinçli olarak…
Daha sonra bitirmeliyim; iç iletişim ekranı sinyal verdi. Gözlerimi kaldırıp baktım: Tabii ki O-90. Yarım dakika sonra burada olacak; günlük yürüyüşümüz için.
Sevgili O! Bana her zaman ismiyle müsemma gibi gelmiştir: O, Annelik Oranı’ndan 10 cm. daha kısadır ve bundan dolayı her şeyi yuvarlak şekilde işlenmiş gibidir. O şeklindeki pembe ağzı söylediğim her kelimeyi karşılamak için açılır. Ve dahası bileklerindeki o yuvarlak, tombul boğumlar çocuklardaki boğumlara benzer.
İçeri girdiğinde zihnimdeki mantık çarkı alabildiğine uğulduyordu ve ben sakin sakin, henüz oluşturduğum; bizi, makineleri, dansı içeren formülümden bahsettim.
“Mucizevi değil mi?” diye sordum.
O-90, “Evet, mucizevi. İlkbahar.” dedi ve tatlı tatlı gülümsedi.
Buyur işte… Ne hoş değil mi? İlkbaharmış… İlkbahardan bahsediyor. Kadınlar… Neyse sustum.
Aşağıdayız. Bulvar dolu. Böyle havalarda, öğle yemeğinden sonraki kişisel saatlerimizi genellikle uzun yürüyüşlerde geçiririz. Her zaman olduğu gibi Müzik Fabrikası bütün trompetleriyle Tek Devlet Marşı’nı çalıyordu. Üzerinde her kadın ve erkek için kendilerine ait devlet numarasının bulunduğu altın rozeti, mavimsi üniflerinin[2 - Antik dildeki “uniforme” kelimesinden geliyor olabilir.] göğsüne takmış yüzlerce, binlerce Numara; dörtlü muntazam sıra hâlinde, coşkuyla tempo tutarak yürüyordu. Ve ben, biz dördümüz, bu kudretli akımın içindeki sayısız dalgadan sadece bir tanesiydik. Solumda O-90 (Eğer bunlar kıllı atalarımın biri tarafından bin yıl önce yazılsaydı muhtemelen ondan komik bir sözcükle “benimki” diye bahsederdi.), sağımda ise biri erkek diğeri kadın tanımadığım iki Numara vardı.
Mukaddes mavi gökyüzü, rozetlerin her birinin üzerinde minik güneşler, düşüncelerin çılgınlığıyla gölgelenmemiş yüzler… Anlarsınız ya, parıltılar… Hepsi biricik, ışıltılı, gülümseyen bir maddeden üretilmiş. Ve bakır ritimler: “Tra-ta-ta-tam! Tra-ta-ta-tam!” Bunlar güneşte parlayan, bakır basamaklar… Her basamakta daha da yükseğe, baş döndürücü maviliğe çıkıyorsunuz.
Ve işte sabah hangarda olduğu gibi tekrar gördüm; sanki hayatımda ilk defa görüyormuşum gibi her şeyi gördüm; değişmez ve dümdüz sokaklar, parıldayan kaldırım camları, saydam konutların ilahi paralelyüzleri, gri-mavi sıraların kare ahengi… Ve böylece sanki tüm nesil değil de ben -özellikle ben- eski Tanrı’yı ve eski yaşamı mağlup ettim, tüm her şeyi ben yarattım. Bir kule gibiyim, dirseğimi hareket ettirip duvarların, kubbelerin ve makinelerin parçalanıp etrafa saçılmasına sebep olmaktan korkuyorum.
Sonra aniden +’lı yüzyıldan -’li bir yüzyıla sıçrama oldu. Hatırladım (anlaşılan bu karşıtlığın yarattığı çağrışım)… Bir anda müzedeki tabloyu hatırladım: O zamanın, yirminci yüzyılın bir ana caddesi; insanların, tekerleklerin, hayvanların, afişlerin, ağaçların, boyaların, kuşların, renklerin sağır edecek kadar karmakarışık izdihamı… Yine de bunun gerçek olduğunu söylüyorlar, yani olabilirmiş. Ama bu bana o kadar gerçek dışı, o kadar aptalca geldi ki dayanamadım ve birden kahkahayı bastım.
O an bu kahkahanın yankısı sağ taraftan geldi. Döndüm; yabancı bir kadının yüzü; beyaz alışılmadık bir şekilde beyaz ve keskin dişleri gözlerime yansıdı.
“Affedersiniz.” dedi. “Ama etrafınıza yaratılışın yedinci günündeki mitolojik bir tanrının coşkusuyla bakıyordunuz. Bana, beni başkasının değil de kendinizin yarattığından eminmişsiniz gibi geldi. Hoşuma gitti…”
Tüm bunları söylerken gülmedi hatta bir miktar saygıyla konuştu diyebilirim (Belki de benim İNTEGRAL’i inşa eden kişi olduğumu öğrenmiştir.). Ama bilmiyorum -gözlerinde veya kaşlarında- benim hiçbir şekilde yakalayamadığım ve sayısal bir değer veremediğim tuhaf, sinir bozucu bir X vardı.
Nedense mahcup olmuştum. Lafları biraz geveleyerek gülüşümü mantıksal bir şekilde gerekçelendirmeye başladım: “Bunun, günümüz ile o zaman arasında geçilemez bir uçurum, bir karşıtlık olduğu büsbütün ortadadır…”
“Peki, neden geçilemez?” (Ne beyaz dişler ama!) “Uçurumun üstünde bir köprü kurulabilir. Sadece hayal edin. Toplar, taburlar, sıralar, tüm bunlar o zaman da vardı, o hâlde…”
“Ya, evet, öyle!” diye bağırdım. (Bu düşüncelerin şaşırtıcı kesişmesiydi: Benim yürüyüşe çıkmadan önce kaydettiklerimi neredeyse benim sözcüklerimin aynısıyla açıkladı.) “Köprü kurulabilir. Çünkü anlıyorsunuz ya, düşünceler bile aynıdır. Bunun sebebi hiç kimse ‘birey’ olmadığı, ‘onlardan biri’ olduğu içindir. Biz birbirimizin o kadar aynısıyız ki…”
“Emin misiniz?” dedi.
X’in sivri uçları gibi uçları sivri bir açıyla şakaklarına doğru kalkık duran kaşlarını gördüm. Sonra nedense yine mahcup oldum. Bir sağa, bir sola baktım ve…
Sağımda kırbaç gibi ince, keskin, esnek I-330 (Numarasını şimdi görüyorum.) duruyordu. Solumda bileklerindeki çocuk boğumlarıyla çevredeki herkesten tamamen farklı olan O; dörtlü sıramızın en ucunda ise benim tanımadığım, sanki S harfi gibi ikiye bükülmüş erkek bir numara vardı. Hepimiz farklıydık…
Görünüşe göre sağımdaki I-330 benim şaşkın bakışlarımı yakalamıştı, içini çekti ve “Evet… Çok yazık!” dedi.
Aslında bu “çok yazık” tam yerinde kullanılmıştı. Ancak yüzünde ve sesinde yine bir şey vardı…
Ben, benim için hiç normal olmayan bir sertlikle “Çok yazık denecek bir şey yok. Bilim ilerliyor, şimdi değilse bile elli yıl sonra, yüzyıl sonra…”
“Hatta herkesin burnu bile mi?..”
“Evet, burunlar da aynı olacak!” (Artık neredeyse bağırıyordum.) “Kıskançlık etmek için bir neden varsa ne olduğu önemli değil. Mesela ben düğme burunluyum ama diğerinin burnu ise…”
“Ancak sizin burnunuz, belki de eskiden dendiği gibi ‘klasik’ bile olabilir. Ama işte elleriniz… Hayır, hayır lütfen gösterin, ellerinizi gösterin!”
Ellerime bakılmasına katlanamıyorum, her yeri karışık kıllar içindeler ve kabalar; bir tür saçma kalıtım. Ellerimi uzattım ve olabildiğince yabancı bir sesle “Maymun ellerine benziyor.” dedim.
Önce ellerime, sonra yüzüme baktı.
“Evet bu oldukça ilginç bir kombinasyon.” dedi. Beni sanki bir tartıyla ölçer gibi gözleriyle taradı, kaşlarının köşelerindeki sivri uçlar bir kez daha görünüp kayboldu.
“O, benim üzerime kayıtlı.” dedi O-90, sevinçli sevinçli pembe ağzını açarak.
Sussaydı daha iyi olurdu, bunu söylemesinin kesinlikle hiçbir anlamı yoktu. Aslında sevgili O… Nasıl söylenir… Onun dilinin hızı yanlış hesaplanmış; dilin saniyedeki hızı, her zaman düşüncenin saniyedeki hızından biraz daha yavaş olmalıdır, bunu tersi kesinlikle olmamalıdır.
Bulvarın sonunda, Akülü Kule’nin çanı gürültülü bir şekilde 17.00’yi vurdu. Kişisel saat sona ermişti.
I-330, S şeklindeki erkek numarayla uzaklaştı. Adamın saygı uyandıran bir hâli vardı ve şu an fark ediyorum da yüzü sanki tanıdık gibiydi. Onunla şimdi hatırlamadığım bir yerlerde karşılaşmıştım.
I-330 vedalaşırken yine X şeklinde bana hafifçe gülümsedi:
“Yarından sonra 112 numaralı konferans salonuna gelin.”
Omuzlarımı silktim:
“Eğer özellikle o söylediğiniz salonda nöbetim olacaksa…”
Anlaşılmaz bir öz güvenle “Olacak.” dedi.
Bu kadın, üzerimde bölünmeyen irrasyonel sayılar denklemine tesadüfen sızmış gibi nahoş bir etki bırakmıştı. Ve ben, kısa süreliğine de olsa sevgili O ile baş başa kaldığım için sevinmiştim.
Onunla bulvarın dört caddesi boyunca el ele yürüdük. Köşede, onun sağa, benimse sola dönmem gerekiyordu.
O: “Bugün sana gelmeyi ve perdeleri kapamayı öyle çok isterdim ki… Özellikle bugün, şimdi…” dedi ve yuvarlak, kristalimsi mavi gözlerini ürkekçe kaldırıp bana baktı.
Komik. Ona ne diyebilirim ki? Daha dün bendeydi ve en yakın Seks Günü’müzün yarından sonra olduğunu en az benim kadar iyi biliyordu. Onun bu “aceleci düşünceleri”, motorun (bazen zararlı olan) erken ateşlemesiyle aynıydı.
Ayrılırken onun mucizevi, tek bir bulutla bile bozulmamış mavi gözlerini iki defa, hayır tam söyleyeyim, üç defa öptüm.

3. KAYIT

Bahisler:
Ceket
Duvar
Cetvel
Dün yazdığım her şeyi gözden geçirdim ve yeterince açık yazmadığımı fark ettim. Daha doğrusu her şey bizim içimizden biri için yeterince açıktı. Ancak belki de sizler, İNTEGRAL’in yazılarımı taşıyacağı meçhul kişiler, siz uygarlığın büyük kitabında ancak atalarımızın 900 yıl önce okudukları bu sayfaya kadar gelebildiniz. Belki de sizler; daha Saat Cetveli, Kişisel Saat, Annelik Oranı, Yeşil Duvar ve Hayırsever gibi temel kavramları bile bilmiyorsunuz. Tüm bunlardan bahsetmek benim için hem komik hem de zor. Tüm bunlar, bir yazarın diyelim ki bir XX. yüzyıl yazarının kendi romanında “ceket”, “apartman dairesi”, “eş” gibi kelimeleri açıklamasıyla aynı şey. Bununla birlikte, eğer yazarın romanı ilkel insanlar için çevrilmişse “ceket” kelimesi hakkında bir not düşmeden geçmek mantıklı olur mu? Eminim ki ilkel insanlar “cekete” bakar ve şöyle düşünürdü: “Bu ne işe yarar ki? Sadece yük.” Bana öyle geliyor ki size İki Yüzyıl Savaşı’ndan beri içimizden kimsenin Yeşil Duvar’ın ardına geçmediğini söylediğimde siz de aynen bu şekilde bakacaksınız.
Ancak değerli dostlarım, biraz düşünmek lazım, bu bize yardımcı oluyor. Ne de olsa bütün insanlık tarihi, bildiğimiz kadarıyla konargöçer yaşamdan yerleşik yaşama geçiş tarihidir. Sahiden, buradan bu yerleşik yaşam tarzıyla (bizimki) birlikte her şeyin en mükemmel noktasına (bizimki) ulaşıldığı sonucuna varmak gerekmiyor mu? Eğer insanlar dünyanın bir ucundan öbür ucuna dört döndülerse bu ancak ulusların, savaşların, ticaretin ve farklı Amerikaların keşfinin yapıldığı tarih öncesi zamanda yaşanmıştır. Ancak şimdi kimin buna ihtiyacı var?
Ben bu yerleşik düzene ulaşmanın emek isteyen ve uzun zaman alan bir iş olduğunu düşünüyorum. İki Yüzyıl Savaşı zamanında bütün yollar harap olmuştu ve üstlerinde otlar yeşermişti. İlk zamanlar birbirinden sık ormanlarla ayrılmış şehirlerde yaşamak oldukça rahatsızlık vericiydi. Ama bundan ne çıkar? İnsanoğlu, kuyruğunu ilk kaybettiği zamanlarda, muhtemelen onun yardımı olmadan sinekleri kovmayı bir anda öğrenememiştir. Şüphesiz kuyruğunu özlemiştir. Ancak şimdi kendinizi bir kuyrukla hayal edebiliyor musunuz? Veya kendinizi sokaklarda “ceketsiz”, çıplak hayal edebiliyor musunuz (Belki de şu an bile “ceket”le dolaşıyorsunuz.)? İşte burada da aynı durum söz konusu: Etrafı Yeşil Duvar’la çevrelenmemiş bir şehir ve Cetvel’in sayısal ayin kaftanını kuşanmamış bir hayat hayal edemiyorum.
Cetvel… Şimdi onun altın zeminindeki erguvani sayıları odamın duvarından sert ve sevecen bir şekilde gözlerimin içine bakıyorlar. Gayriihtiyari eskilerin “ikon” dediği şeyi düşünüyorum, şiirler veya dualar (ikisi de aynı şey) yazmak istiyorum. Ah, Tek Devlet’in kalbi ve nabzı olan Cetvel, neden seni, sana layık bir şekilde yüceltecek şiirleri yazma kudretinde bir şair değilim ki?
Biz hepimiz (ve belki siz de) bize kadar ulaşan kadim edebiyat eserlerinin en büyüğü olan “Demir Yollarının Çizelgesi” adlı yapıtı henüz çocukken ilkokulda okuduk. Ancak bu eseri bile Cetvel ile yan yana koyarsanız grafit ile elması yan yana koymuş olursunuz: İkisinin de içeriğinde C, yani karbon var. Ancak elmas nasıl ebedî, nasıl duru ve nasıl da parlaktır. “Çizelge”nin sayfalarını hızlı hızlı karıştırırken kimin nefesi kesilmez? Ancak Saat Cetveli hepimizi çelik bir figür, uzun bir epik şiirin altı tekerlekli efsanevi kahramanları hâline getirir. Biz, milyonlarca Numara, her sabah altı tekerimizin vermiş olduğu hassasiyetle aynı saatte ve aynı dakikada yekvücut uyanırız. Yekvücut olmuş milyonlarca Numara olarak aynı saatte işe başlar, aynı saatte işimizi bitiririz. Milyonlarca eli olan tek bir vücutta birleşerek Cetvel’in bizim için belirlediği saniyede, kaşıklarımızı ağzımıza götürürüz. Aynı saniyede yürüyüşe çıkarız ve konferans salonuna, Taylor serisinin egzersizlerinin yapıldığı salona gideriz. Oradan uyumaya gitmek için ayrılırız.
Son derece açık olacağım, mutluluk sorunu henüz bizde de kesin olarak çözülmüş değil, günde iki kere (16.00’dan 17.00’ye ve 21.00’den 22.00’ye kadar) güçlü tek organizma hücrelerine ayrılır. Bu saatler Cetvel tarafından belirlenmiş Kişisel Saat’lerdir. Bu saatlerde bazı kimselerin odasının perdelerini ahlaklı bir şekilde indirdiğini, bazılarının Marş’ın bakır basamaklarını tırmanıyormuşçasına ritmik adımlarla bulvarda yürüdüğünü, bazılarının ise -şu an benim yaptığım gibi- çalışma masasının başında oturduğunu görürsünüz. Ama ben -bırakalım bana idealist veya hayalperest desinler- eninde sonunda bu saatleri genel formülün içine yerleştirebileceğimize, 86.400 saniyenin Saat Cetveli’nde yerini alacağına canıgönülden inanıyorum.
İnsanların henüz özgür bir şekilde, yani organize edilmeden, ilkel durumda yaşadıkları zamanlar hakkında inanılmayacak kadar çok şey okumak ve duymak zorunda kaldım. Ama bana her zaman en inanılmaz gelen şu olmuştur: O zaman, her ne kadar ilkel bile olsa, egemen devlet, insanların bizim Cetvel’imize benzeyen önemli bir olgudan, zorunlu yürüyüşlerden ve düzenli yemek zamanlarından yoksun olarak kafalarına nasıl eserse öyle yatıp kalkmalarına nasıl izin vermiş? Hatta bazı tarihçiler, o zamanlar bütün gece boyunca sokak lambalarının yandığını ve sokaklarda gezildiğini söylüyor.
İşte buna hiç anlam veremiyorum. O insanların, her ne kadar akılları kıt bile olsa, bir şekilde bu hayat tarzının kendilerini yavaşça, günden güne yok eden cinsten toplu bir ölüm şekli olduğunu anlamaları gerekirdi. Devlet (veya insanlık) birini öldürmeyi yasaklamış ama yarım milyonu öldürmeyi yasaklamamış. Birini öldürmek, bir insanın ömrünü 50 yıla indirmek suç ama tüm insanlığın ömrünü 50 milyon yıla indirmek suç değil. Bu sahiden komik değil mi? Bizim on yaşındaki numaralarımızdan herhangi biri bu matematiksel ahlak problemini yarım dakikada çözebilir. Ancak onların bütün Kant’ları birleşip bunu çözememişler (Çünkü Kantlardan hiçbiri çıkarma, toplama, bölme ve çarpmaya dayanan bilimsel etik sistemi kurmayı akıl edememiş.).
Peki, devletin (Bir de kendisini devlet olarak adlandırma cesareti göstermiş!) cinsel yaşamı kontrol dışı bırakması tuhaf değil mi sahiden? Kim, ne zaman, ne kadar isterse… Kesinlikle bilimsel değil, vahşi hayvanlar gibi. Ve vahşi hayvanlar gibi rastgele çocuk doğurmuşlar. Bahçe tarımını, tavukçuluğu, balıkçılığı (Tüm bunları bildiklerine dair kesin verilere sahibiz.) bilip de bu mantık merdiveninin son basamağı olan “çocuk yetiştiriciliğine” ulaşamamak, bizim Annelik ve Babalık Standartları’mızı akıl edememek, komik değil mi?
O kadar komik, o kadar gerçek dışı ki bunları yazarken siz meçhul okurların beni kötü bir şakacı sanmanızdan korkuyorum. Bir düşünsenize, ben sadece sizinle alay etmek istiyormuşum ama bu saçmalığı böyle ciddi bir şekilde anlatıyormuşum…
Ancak birincisi, ben şaka konusunda yetenekli değilimdir; her şaka örtük bir işlev olarak bir yalan içerir. İkincisi, Tek Devlet Bilimi ilkellerin yaşamının tam da böyle olduğunu söylüyor ve Tek Devlet Bilimi yanılamaz. İnsanların özgürlük hâlinde, vahşi hayvanlar, maymunlar, sürüler gibi yaşadığı o zamanlar devlet mantığı olsaydı bir yerlerden çıkardı. Bizim zamanımızda bile hâlâ derinlerden bir yerden, karmaşık derinliklerden nadiren de olsa vahşi sürü yankıları duyuluyorsa onlardan ne beklenebilir ki?
Ne mutlu ki sadece nadiren duyuluyor. Ne mutlu ki bunlar bütün makinenin muhteşem ve ebedî işleyişi durdurulmadan kolayca tamir edilebilen basit arızalar. için Hayırsever’in usta ve ağır ellerine, Koruyucuların deneyimli gözlerine sahibiz; böylece eğilen cıvatayı sökülüp atabiliyoruz.
Bu arada şimdi hatırladım: Dünkü S gibi ikiye bükülmüş Numara’yı Korucular Bürosu’ndan çıkarken gördüğümü sanıyorum. S’ye benzeyen erkek numaraya karşı içgüdüsel saygı hissimin ve O garip I’nın yanındayken sıkılganlığımın nereden kaynaklandığını şimdi anlıyorum… İtiraf etmeliyim ki, bu I…
Uyku zamanı: 22.30. Yarın görüşürüz.

4. KAYIT

Bahisler:
Barometreli Yabani
Epilepsi
Keşke
Şimdiye kadar hayattaki her şey benim için açıktı. (Bendeki “açık” kelimesine olan tutku boşuna olmasa gerek.) Bugün ise… Anlamıyorum…
Birincisi: O kadının bana söylediği gibi 112 numaralı konferans salonunda gerçekten görev aldım. Bunun olasılığı 1500:10.000.000=3:20.000 olmasına rağmen (1500, salonların sayısı; 10.000.000, numaraların sayısı). İkincisi ise… Neyse, sırayla gitmek daha iyi olacak.
Konferans salonu: Devasa, boydan boya güneş ışığı içinde, camdan bir yarım küre. Asilce, pürüzsüz bir şekilde tıraş edilmiş kafaların oluşturduğu dairesel dizinler… Hafif bir yürek çarpıntısıyla etrafı süzdüm. Sanırım, bir yerlerde, O’nun orak şeklindeki tatlı pembe dudaklarının üniflerinin mavi dalgalarının üstünden parlayıp parlamadığını arıyordum. İşte alışılmadık beyazlıkta ve keskin dişler… Şeye benziyor… Hayır, hayır, o değil. Bugün saat 21.00’de O bana gelecek, bu yüzden onu burada görmeyi dilemem tamamen doğaldır.
İşte zil çaldı. Kalktık, Tek Devlet Marşı’nı okuduk. Sahnede altın rengi hoparlörüyle ve nüktedanlığıyla fonolektör duruyordu:
“Saygıdeğer Numaralar! Yakın bir zamanda arkeologlar XX. yüzyıla ait bir kitap buldular. Kitabın yazarı, eserinde ironik bir şekilde yabaniliği ve barometreyi anlatmış. Yabani, barometrenin ‘yağmur’u her gösterişinde gerçekten de yağmur yağdığını fark etmiş. Ve yabaninin canı yağmur yağmasını istediğinde gösterge ‘yağmur’un üstüne gelsin diye barometrenin içinden yeteri kadar cıva çıkarmanın yolunu buluyor (ekranda çömelmiş cıvayla uğraşan tüylü bir yabani ve gülüşmeler). Gülüyorsunuz ancak sizce de o devrin Avrupalısı kendisine gülünmeyi daha çok hak etmiyor mu? Aynı bu yabani gibi Avrupalı da ‘yağmuru’ istedi; ama büyük harflerle yağmuru, cebirsel yağmuru. Ancak o, ıslanmış bir tavuk gibi barometrenin önünde, öylece durdu. Yabaninin en azından cesareti, enerjisi ve ilkel de olsa mantığı vardı: O, sebep sonuç ilişkisini kurmayı başarabildi. Cıvayı boşaltıp bu yüce yolda ilk adımı atmayı başardı, bu yol ki…”
Bu arada (Tekrar ediyorum, hiçbir şeyi saklamadan yazıyorum.) ben bir süre için hoparlörden gelen canlandırıcı su akımının karşısında su geçirmez bir kâğıt gibi kalmıştım. Bir anda buraya boşuna gelmişim gibi hissettim (Neden “boşuna” olsun ki? Nasıl gelmeyebilirdim? Zaten görev verilmişti.). Her şey gözüme içi boş bir kabuk gibi göründü. Fonolektör asıl konuya; müziğimize, matematiksel kompozisyona (matematik: sebep, müzik: sonuç) yakın bir zamanda icat edilen müzikmetrenin tarifine geçtiğinde dikkatimi zar zor toparlayabildim.
“… Sadece bu kolu çevirerek, içinizden herhangi biri saatte üç sonat üretebilir. Atalarımız bunu yapmak için çok zorlanırlardı. Kendilerini ancak epilepsinin bilinmedik bir türü olan ‘ilham’ krizine soktukları zaman üretebilirlerdi. İşte size, onlarda bu olayın meydana gelişini gösteren eğlenceli bir örnek, Skriyabin’in müziği, yirminci yüzyıl. Bu siyah kutu (Sahnenin perdesi açıldı ve ortaya onlara ait çok eski bir alet çıktı.), ‘piyano’ veya ‘kral’[3 - Piyano, polifonik özelliklerinden dolayı Fransızcadan Rusçaya bu şekilde çevrilmiş ve bu adla anılmaya başlamıştır. (ç.n.)] olarak adlandırdıkları bu kutu kanıtlamaktadır ki atalarımızın müzikleri ne kadar…”
Cümlenin sonunu yine hatırlamıyorum, şundan dolayı olabilir… Neyse, doğrudan söyleyeyim: Çünkü I-330 ‘piyano’ kutusunun yanına geldi. Sanırım onun bir anda sahneye çıkışına bayağı şaşırdım.
Üzerinde eski çağdan kalma büyüleyici bir kostüm vardı: Vücudunu sımsıkı saran; açık omuzlarının ve göğsünün beyazlığını, nefesiyle dalgalanan sıcak gölgeyi ortaya çıkaran siyah bir elbise… Ve göz kamaştırıcı, neredeyse öfkeli dişler…
Isıracakmış gibi duran gülümsemesi buraya, aşağıya yönelikti. Oturdu, çalmaya başladı. Her şey o zamanki insanların yaşamına uygun olarak yabani, hummalı ve alacalıydı. Akılcı mekaniklikten iz bile yoktu. Ve tabii ki benim etrafımdaki herkes haklı olarak gülüyordu. Sadece birkaçı… Ve ben… Neden ben de onlardan biriyim?
Evet, epilepsi bir ruh hastalığı, acı… Yavaş, tatlı bir acı ısırık gibi ne kadar derinleşirse o kadar acı verici. Ve işte yavaş yavaş gelen güneş. Ama bu ne bizim güneşimiz ne de cam tuğlaların içinden görünen düzgün mavimsi kristal güneş. Hayır; bu yabani, yakan, yok eden, her şeyi kendinden kaçıran, paramparça eden güneş.
Yanımda oturan sola, bana döndü ve kıkırdadı. Nedense gayet net hatırlıyorum: Adamın dudaklarında mikroskobik bir tükürük baloncuğunun oluşup patladığını gördüm. Bu baloncuk beni kendime getirdi. Ben, yine benim.
Herkes gibi ben de sadece piyano tuşlarının saçma, telaşlı takırtılarını dinledim. Güldüm. Her şey daha kolay ve basit hâle geldi. Yetenekli fonolektör bize yabani çağı canlı canlı göstermişti. İşte her şey bu kadardı.
Ardından bizim günümüz müziğimizi büyük bir zevkle dinledim. (Aradaki farkı göstermek için en sonda çalınmıştı.) Durmadan birleşip ayrılan sonsuz dizilerin kristal, kromatik basamakları; Taylor ve Maclaurin’in toplayıcı uyum formülleri, Pisagor’un donu gibi tek tip, karesel temposu; dalgalanıp sönen hareketlerin hüzünlü melodisi; Frauenhofer çizgileriyle araları değişen canlı ritimler, evrenin tayf analizi… Nasıl bir yücelik! Nasıl bir sarsılmaz kurallar düzeni! Eskilerin yabani fanteziler dışında hiçbir şeyle sınırlandırılmamış, başına buyruk müziği ise ne kadar da zavallı…
Herkes, her zaman olduğu gibi dört kişiden oluşan düzgün sıralar hâlinde geniş kapılardan salonu terk etti. İkiye bükülmüş tanıdık bir figür bir an için önümde belirdi, onu saygıyla selamladım.
Bir saat sonra sevgili O’nun gelmesi gerekiyordu. Kendimi hoş ve yararlı bir şekilde heyecanlı hissettim. Eve varınca doğrudan büroya gittim, nöbetçinin eline pembe biletimi tutuşturdum ve perdeleri indirme hakkımı gösteren belgeyi aldım. Bu hak sadece seks günleri içindir. Yoksa bizler kendi içimizde; sanki pırıl pırıl havadan örülmüş, ebedî ışıkla yıkanmış şeffaf duvarlar ardında göz önünde yaşarız. Birbirimizden saklayacak hiçbir şeyimiz yoktur. Koruyucuların zor ve yüce emekleri bu durumu kolaylaştırır. Aksi takdirde meydana gelebilecek olayların sayısı az mı olurdu? Eskilerin o acınası hücre psikolojisini, özellikle bu şeffaflıktan uzak, garip konutlar yaratmış olabilir. “Benim (Alıntılıyorum!) evim, benim kalemdir.” bu sözü söylemek için ne çok düşünmek gerekmiştir ama!
Saat 22.00’de perdeleri indirdim ve aynı dakikada nefesi biraz kesilen O içeri girdi. Bana pembecik dudaklarını ve pembe biletini uzattı. Bileti koparıp attım ancak kendimi 22.15’in en son anına kadar O’nun pembe dudaklarından koparamadım.
Daha sonra ona “notlarımı” gösterdim ve -bence gayet iyi bir şekilde- karenin, küpün ve düz çizginin güzelliğinden bahsettim. Beni öyle büyüleyici bir pembelikle dinledi ki birden mavi gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Ve ikincisi, ve üçüncüsü… Tam o sırada açık olan sayfanın (7. sayfa) üstüne. Mürekkep dağıldı. İşte yeniden yazmak gerekecekti.
“Sevgili D, keşke siz sadece, keşke…”
Ee, bu “keşke” de ne? “Keşke” ne? Yine onun eski şarkısı: Çocuk. Veya belki de bu… Şey hakkında… Neyin hakkındaydı? Yeni bir şey… Güya… Neyse bu bayağı saçma olurdu.

5. KAYIT

Bahisler:
Kare
Dünyanın Hâkimleri
Hoş ve Faydalı Fonksiyon
Yine yanlış oldu. Benim meçhul okurlarım, yine sizinle beraberim ve sizinle konuşuyorum, sanki şeymişsiniz… Neyse, diyelim ki benim şair, zenci dudaklı eski dostum R-13 imişsiniz gibi konuşuyorum; bu arada evet herkes onu tanır. Oysaki siz Ay’da, Venüs’te, Mars’ta, Merkür’de olabilirsiniz, sizin kim ve nerede olduğunuzu kim bilir?
Bir kare hayal edin, canlı ve muhteşem bir kare. Karenin, kendisini ve yaşamını anlattığını farz edin. Aklına dört eşit açısının olduğunu söylemek her şeyden sonra gelir çünkü bu onun için o kadar sıradan ve doğaldır ki kare bunun farkına bile varmaz. İşte ben de sürekli bu karenin durumundayım. En azından şu pembe biletler ve onlarla ilgili her şey, benim için dört eşit açı meselesinin aynısı; ama tabii sizin için Newton’un binom teoreminden daha karışık olabilir.
İşte böyle. Eski bilgelerden biri nasıl olduysa -ki anlaşılan tesadüfen- akıllıca bir laf söylemiş: “Sevgi ve açlık dünyaya hükmediyor.” Dolayısıyla dünyaya hükmetmek için önce dünyanın hâkimlerine hükmetmek gerekir. Bizim atalarımız sonunda çok büyük bir bedel ödeyerek açlığa hükmettiler; şehirlerle köyler arasında gerçekleşen Büyük İki Yüzyıl Savaşı’ndan söz ediyorum. Boş dinî inançlarından olsa gerek, ilkel Hristiyanlar kendileri için ısrarla “ekmek”[4 - Bu kelime bizde yalnızca şiirsel metafor olarak kullanılagelmiştir. Bu maddenin kimyasal bileşimi hakkında bir bilgimiz yoktur.] sıkı sıkı yapışmışlar. Fakat Tek Devlet’in kuruluşundan 35 yıl önce bizim şimdi yediğimiz petrol bazlı gıdamız icat edildi. Doğru, yerküre nüfusunun sadece 0,2’si hayatta kaldı. Ama buna karşılık binlerce yıllık kirden arınan dünyanın yüzeyi nasıl da parlak bir hâle geldi. Ve yine buna karşılık bu sıfır virgül onda iki Tek Devlet’in saraylarında saadeti tattılar.
Ancak neşe ve kıskançlığın, mutluluk adı verilen kesrin pay ve paydası olduğu açık değil mi? Yaşamımızda kıskançlık için herhangi bir sebep kaldıysa İki Yüzyıl Savaşı’nda verilen sayısız kurbanın ne anlamı var? Aslında kıskançlık için sebep kaldı çünkü hâlâ düğme burunlar ve klasik burunlar kaldı… Çünkü herkesin sevgisini kazanmak istediği ve kimsenin sevgisini istemediği kişiler var.
Tek Devlet, açlığı hâkimiyeti altına alınca (Bu cebirsel olarak maddi refahın toplamıdır.) doğal olarak dünyanın diğer hâkimine, sevgiye karşı da saldırıya geçti. Sonunda bu felaket de mağlup edildi, daha doğrusu düzenlendi, matematiksel hâle getirildi ve neredeyse 300 yıl önce tarihî “Lex Sexualizm”imiz ilan edildi: “Her Numara, istediği her Numara üzerinde -cinsel bir obje olarak- hak sahibidir.”
Bundan ötesi teknik olarak devam etmektedir. Seks Bürosu sizi laboratuvarlarında titizlikle inceler, kanınızdaki cinsel hormonları kesin olarak tanımlar ve sizin için en uygun seks günü listesini hazırlar. Daha sonrasında siz günlerinizde hangi Numara’yı arzuladığınıza dair bir dilekçe düzenlersiniz ve gerekli bileti (pembe) alırsınız. İşte hepsi bu kadar.
Açıkça görülüyor ki kıskançlık için hiçbir sebebe yer yok; mutluluk kesrinin paydası sıfır olarak tanımlanmıştır, kesir görkemli bir sonsuzluğa dönüşmektedir. Eskiler için sayısız aptallaştırıcı trajedinin kaynağı olan uyku, fiziksel çalışma, beslenme, dışkılama ve diğer birçok şey, bizde organizmanın uyumlu, hoş ve faydalı fonksiyonu olarak tanımlanmıştır. Buradan mantığın yüce gücünün dokunduğu her şeyi tek seferde nasıl temizlediğini görmektesiniz. Ah, eğer siz, meçhul okurlar bu ilahi gücü kavrayabilseydiniz onun peşinden sonuna dek giderdiniz.
Tuhaf… Ben bugün insanlık tarihinin en yüksek zirveleri hakkında yazdım, sürekli düşüncenin temiz dağ havasını soludum ama içimde bulutlu, örümcekli bir X gibi dört sivri köşeli bir haç vardı. Veya tüm bunlar, benim uzun süredir gözümün önünde duran kıllı pençelerim yüzündendi. Onlar hakkında konuşmayı da onların kendisini de sevmiyorum, onlar yabani çağın kalıntıları. Acaba içimde gerçekten böyle bir kalıntı…
İçimde tüm bu yazdıklarımın üstünü karalama isteği uyandı çünkü yazılarım bahislerin sınırları dışına çıkıyorlar. Fakat sonra karalamamaya karar verdim. Bırakalım benim yazılarım hassas bir sismograf gibi en hafif beyin sarsıntılarını bile eğri çizsin. Ne de olsa böyle hafif sarsıntılar bazen daha kötülerini önden haber verebiliyor.
Gerçekten karalamam gerekseydi işte o zaman saçmalık olurdu. Doğanın tüm güçleri bizim tarafımızdan kontrol altına alınmıştır, hiçbir felaket gerçekleşemez.
Şimdi benim için tamamen açık bir şey var: İçimdeki tuhaf hissin sebebi tamamen, yazının başında bahsettiğim kare durumum yüzündendir. Benim içimde X yok (olamaz da), sadece herhangi bir X’in sizin, benim meçhul okurlarımın içinde olmasından korkuyorum. Ama sizin beni sert bir şekilde yargılamayacağınıza inanıyorum. Yazmanın benim için insanlık tarihi boyunca hiçbir yazar için olmadığı kadar zor olduğunu anlayacağınız inancındayım: Birileri çağdaşları için yazdı, diğerleri ise gelecek nesiller için; ancak kimse ataları veya onlar gibi yabani olan, uzak atalarına benzeyen varlıklar için yazmadı…

6. KAYIT

Bahisler:
Vaka
Kahrolası “Açık”
24 Saat
Tekrarlıyorum: Hiçbir şey saklamadan yazmayı kendime görev edindim. Bu yüzden ne kadar acı da olsa, aramızda bile hayatı sağlamlaştırma ve kristalize etme sürecinin henüz tamamlanmadığını, ideale birkaç basamak daha kaldığının apaçık ortada olduğunu kaydetmek gerekiyor. İdeal (bu açıktır) orada, henüz hiçbir şeyin olmadığı yerde, bizde ise… İşte bunu kim istemez ki: Bugünkü Devlet Gazetesi’nde, iki gün sonra Küp Meydanı’nda Adalet Bayramı yapılacağını okudum. Yine Numaralardan biri yüce Devlet Makinesi’nin işleyişini ihlal etmiş; yine umulmadık, hesaplanmadık bir olay meydana gelmiş olmalı.
Bunun dışında, benim de başıma bir olay geldi. Doğru, bu Kişisel Saat içerisinde, yani umulmadık olaylar için özel olarak ayrılmış zaman içerisinde oldu ama hâlâ…
Saat 16.00 civarı (tam olarak on altıya on kala) evdeydim. Birden telefon çaldı.
“D-503?” dedi bir kadın sesi.
“Evet.”
“Müsait misiniz?”
“Evet.”
“Ben I-330. Şimdi hemencecik size uğrayacağım ve Eski Ev’e gideceğiz. Anlaştık mı?”
I-330… Bu I benim asabımı bozuyor, itiyor ve neredeyse korkutuyor. Ama özellikle bu yüzden ona “evet” dedim.
5 dakika sonra aerodaydık. Gökyüzünün mavi mayıs mayolikası ve kendi altın aerosu içinde ne bizi geçerek ne de gerimizde kalarak arkamızdan uğuldayan hafif Güneş. Ancak ileride tuhaf, yaşlı Cupid’in yanakları gibi şişkin bir bulut leke gibi ağarıyor ve bir şekilde beni rahatsız ediyor. Ön pencere açık. Rüzgâr dudakları kurutuyor bu yüzden ister istemez dudaklarını sürekli yalıyor ve sürekli onları düşünüyorsun.
İşte bulanık yeşil lekeler görünür şekilde duvarın arkasında ortaya çıkmaya başladılar. Ardından hafif, istem dışı bir kalp durması, aşağı, sarp bir dağdan iner gibi daha da aşağı ve işte Eski Evde’yiz. Bu tuhaf, kırılgan, silik yapının tüm çevresi cam bir tabakayla kaplanmış. Aksi hâlde, şüphesiz çoktan çökmüş olurdu. Cam kapının yanında her yeri, özellikle de ağzı buruş buruş olmuş yaşlı bir kadın oturuyor. Kadın; kırışık, buruş buruş, dudakları çoktan içine çökmüş. Ağzı sanki kapanmış gibi ve konuşabileceğine inanmak mümkün değil. Ama yine de konuştu:
“Hayırdır canlarım, küçük evime mi bakmaya geldiniz?” Ve kırışıklıkları ışıldadı. (Herhâlde renkli ışın şeklinde ortaya çıktılar ve bu da “ışıldama” etkisi yarattı.)
“Evet, nine. Tekrar canımız istedi.” dedi I.
Kırışıklıkları ışıldadı:
“Ne Güneş ama? Ne, ne? Seni gidi afacan seni! Biliyor-um, biliyorum! Neyse, tamam, siz gidin, ben burada, güneşte dursam daha iyi.”
Hmm… Sanırım yol arkadaşım buraya çok sık gelen bir misafir. Üstümü şöyle bir silkelemek istedim ama galiba yine pürüzsüz mavi mayolika üzerindeki bulutun sırnaşık görüntüsü buna engel oluyor.
Geniş, karanlık merdivenden yukarı çıkarken I:
“Onu seviyorum, o yaşlı kadını.” dedi.
“Niçin?”
“Bilmiyorum, ağzı yüzünden olabilir. Veya hiçbir sebep yokken. Öylesine seviyorum.”
Omuzlarımı silktim. Biraz gülümseyerek veya belki de hiç gülümsemeyerek devam etti:
“Kendimi suçlu hissediyorum. “Öylesine bir sevginin var olmaması gerektiği, sebebi belli bir sevginin var olması gerektiği açık. Normali böyle olmalı.”
“Açık.” diye başladım. Bu kelimeyi söylerken kendimi durdurdum ve I’ya kaçamak bir bakış attım: Fark etti mi yoksa etmedi mi?
Aşağıda bir yerlere bakıyordu; gözleri inikti, perdeler gibi.
Hatırladım: Akşam 22 civarı, bulvardan geçerken parlak ışıkların, şeffaf hücrelerin arasında; kapalı perdelerin arkasında bir karanlık vardı. I’nın kapalı perdelerinin arkasında ne vardı? Bugün beni neden aradı ve tüm bunlar ne içindi?
Ağır, gıcırtılı, şeffaf olmayan kapıyı açtım. Karanlık, düzensiz binaya girdik. Yine o tuhaf “kral” denilen müzik aleti ve o zamanların müziği gibi yabani, düzenlenmemiş, delice renk ve desen cümbüşü. Yukarıda beyaz bir düzlük, koyu mavi duvarlar; eski kitapların kırmızı, yeşil, turuncu ciltleri, bronz sarı şamdanlar, Buda heykeli, epilepsinin berbat ettiği, hiçbir denklemin hattına oturtulamamış mobilyalar…
Bu kaosa zorlukla katlanabildim. Ancak görünüşe göre yol arkadaşımın daha sağlam bir bünyesi vardı.
“Bu, benim en sevdiğim…”dedi ve birden sanki her şeyin farkına varmış gibi ısırık şeklinde gülücük, beyaz keskin dişler belirdi: “Daha doğrusu, bütün dairelerin içinden en tuhaf olanı.”
“Ya da daha doğrusu; devletlerin içinden.” diye düzelttim. “Binlerce mikroskobik, ebediyen savaşan devletlerin içinden. Öylesine merhametsiz…”
“Evet, açık.” dedi çok ciddi bir şekilde I.
Küçük, çocuk yataklarının olduğu birkaç oda boyunca ilerledik (O çağda çocuklar da özel mülkiyetti.). Ve yine odalar, parıltılı aynalar, çirkin dolaplar, katlanılamayacak alacalı divanlar, devasa bir şömine, kırmızı ağaçtan yapılmış büyük yatak. Bizim şimdiki mükemmel, şeffaf, ebedî camımız; burada sadece acınası, kırılgan kareler yani sadece pencereler şeklindeydi.
“Bir düşünün ki burada “öylesine sevmişler”, yanmışlar, ıstırap çekmişler…” (Gözlerinin perdeleri tekrar indi.) “İnsan enerjisinin ne tuhaf ne hesapsız sarfı doğru değil mi?”
Benim içimdenmiş gibi benim düşüncelerimi söyledi. Ama gülümsemesinde hep o sinir bozucu X vardı. Orada, perdelerinin arkasında, bilmediğim, beni çileden çıkaran bir durum vardı. Onunla tartışmak, ona bağırmak (özellikle bağırmak) istiyordum ama uzlaşmak gerekiyordu, uzlaşmamak yasaktı.
Aynanın önünde durduk. O an sadece gözlerini görüyordum. Kafamda bir fikir doğdu: İnsan bu yabani, saçma daireler gibi yapılandırılmıştır; insan aklı şeffaf değildir ve içinde sadece “göz” denilen minik pencereleri vardır. Düşüncelerimi sezmiş gibi döndü: “İşte benim gözlerim?” demiş gibiydi. (Bunu tabii ki konuşmadan yaptı.)
Şimdi önümde kapkaranlık iki pencere ve içlerinde öylesine belirsiz, yabancı hayatlar vardı. Sadece şöminesinin içinde alev alev yanan ateşi ve bir şeylere benzeyen figürleri görüyordum.
Bu tabii ki doğaldır: Onun gözlerinde kendi yansımamı gördüm. Ama doğal olmayan bana benzemiyor olmasıydı. (Bunun iç karartıcı ortamın etkisi olduğu açıktı.) Kendimi yakalanmış ve bu yabani hücreye hapsedilmiş, eski yaşamın yabani kasırgasına kapılmış hissettim.
“Biliyor musunuz?” dedi I: “Bir dakikalığına yan odaya geçin.” Sesi içinde bir yerlerden, şöminenin alev alev yandığı karanlık pencere gözlerinden geliyordu.
Odadan çıktım, oturdum. Duvardaki rafın üzerimde duran eski şairlerden birinin (Sanırım Puşkin’di.) kalkık burunlu, asimetrik fizyonomisi resmen doğrudan yüzüme gülümsüyordu. Neden böyle oturuyorum, neden bu gülümsemeye itaatkâr biçimde katlanıyorum, tüm bunlar neden? Neden buradayım? Neden bu saçma durumdayım? Bu sinir bozucu, itici kadın; tuhaf oyun…
Yan odada dolabın kapısı tıklatıldı, ipek astar hışırdadı, oraya gitmemek için kendimi çok zor tuttum ve ona tam olarak hatırlayamadığım çok sert sözler söylemek istedim.
Ama o çoktan çıkmıştı. Kısa, açık sarı eski bir elbise, siyah bir şapka ve siyah çorap giymişti. Elbise ince ipekti ve açıkça görüyordum: Çoraplar çok uzundu, dizleri çok daha üstündeydi, boynu açıktı, gölgesi…
“Dinleyin, siz açıkça orijinal olmak istiyorsunuz ama acaba siz…”
“Açık.” diye sözümü kesti I: “Orijinal olmak, bir şekilde diğerlerinden ayrılmak demektir. O hâlde, orijinal olmak eşitliği ihlal etmektir. Eskilerin aptal dillerinde “basmakalıp olmak” diye adlandırdıkları bizde “görevini yerine getirmek” anlamına gelmektedir. Çünkü…”
“Evet, evet, evet! Tam da öyle.” -Kendimi tutamadım-”Ve size hiçbir şey, hiçbir şey…”
Kalkık burunlu şairin heykeline yanaştı ve gözlerinin vahşi ateşini perdelerle kapatıp, içeride, kendi pençelerinin ardından, bana bu sefer tam ciddi gelen (beni yumuşatmak için olabilir), çok akıllıca bir laf söyledi:
“Bir zamanlar insanların bu tip şeylere katlanıyor olmasını siz de şaşırtıcı bulmuyor musunuz? Üstelik sadece katlanmamış, bir de önlerinde eğilmişler. Ne köle bir ruh! Öyle değil mi?”
“Açık… Ben istiyorum ki…” (Şu kahrolası “açık”.)
“Evet, anlıyorum. Ama yine de işin özünde bu hâkimler, onların hükümdarlarından ellerinden geldiklerince daha başarılıydılar. Onları neden tecrit etmediler? Neden yok etmediler? Bizde…”
“Evet, bizde…” diye başladım. Birden kahkaha attı. Bu gülüşün çınlamasını, sertliğini, kırbaç gibi olan esnekliğini, eğriliğini gözlerimle gördüm.
Hatırlıyorum, tüm vücudum titremişti. İşte – bunu kavramak lazım- şunu hatırlamıyorum… Ne olursa olsun bir şey yapmak lazımdı. Mekanik bir şekilde altın rozetimi açtım ve saate baktım. 5’e on vardı.
“Gitme zamanının çoktan geldiğini fark etmediniz mi?” Bunu yapabileceğim en kibar şekilde söyledim.
“Ya sizden burada benimle kalmanızı isteseydim?”
“Dinleyin, siz… Siz ne söylediğinizin farkında mısınız? On dakika sonra kesinlikle konferans salonunda olmam lazım…”
“… Ve tüm Numaralar ayarlanan Sanat ve Bilim Kurslarına katılmakla yükümlüdür…”– I bunu benim sesimle söylemişti. Ardından perdelerini açtı. Gözlerini kaldırdı: Koyu perdelerinin içinde şömine alev alev yanıyordu:
“Tıp Bürosunda çalışan bir doktorum var, benim üzerime kayıtlı. Eğer istersem bize sizin hasta olduğunuzu gösteren bir belge verecektir. Ne dersiniz?”
Anlamıştım. Sonunda tüm bu oyunun nereye vardığını sonunda anlamıştım.
“Bu ne cüret! Biliyorsunuz musunuz, işin aslı, her şerefli Numara gibi, hemen Korucular Bürosuna gitmeliyim ve…”
“Ama işin aslı öyle değil…”(Keskin ısırık şeklinde gülücük belirdi.) “İnanılmaz ilgimi çekti; büroya gidecek misiniz gitmeyecek misiniz?”
“Siz kalıyor musunuz?” dedim ve kapının kolunu tuttum. Kapının kolu bakırdı ve benim sesimin de aynı bakır gibi olduğunu işittim.
“Bir dakika… Olur mu?”
Telefona yaklaştı. Numara’nın birini çağırdı; o kadar telaşlıydım ki kim olduğunu anımsamıyorum. Yüksek sesle söyledi:
“Sizi Eski Ev’de bekleyeceğim. Evet, evet, tek başıma…”
Soğuk bakır kolu çevirdim:
“Aero’yu almama izin verecek misiniz?”
“Ah, evet, tabii ki! Lütfen…”
Orada, girişte güneşin altında, yaşlı kadın bir bitki gibi uyukluyordu. Sımsıkı kapalı ağzının açılıp konuşmaya başlamasına tekrar şaşırdım:
“Ne o, sizinki orada tek mi kaldı?”
“Evet, tek.”
İhtiyarın ağzı tekrar kapandı. Başını salladı. Anlaşılan ihtiyarın zayıf beyni bile o kadının aptallığını ve riskli davranışlarını kavramıştı.
Tam 17’de dersteydim. Ve nedense birden ihtiyara yalan söylediğimi fark ettim: I orada tek başına değildi. Belki de bu -ihtiyarı istemsizce aldatmış olmak- beni rahatsız etti ve dersi dinlememe engel oldu. Evet, yalnız değildi ve mesele de buydu.
21.30’dan sonra boş zamanım vardı. Bugün Koruyucular Bürosu’na gitmem ve bir dilekçe yazmam mümkündü.
Ama bu aptal hikâyeden fazlasıyla yorulmuştum. Ve dilekçe için resmi süre iki gündü. Yarın veririm, tam 24 saat var diye düşündüm.

7. KAYIT

Bahisler:
Kirpik
Taylor
Banotu ve İnci Çiçeği
Gece… Yeşil, turuncu, mavi; kırmızı kral denilen müzik aleti; portakal gibi sarı renkte bir elbise görünüyordu. Ardından bakır Buda birden bakır göz kapaklarını kaldırdı ve Buda’dan su akmaya başladı. Sarı elbiseden de su akmaya başladı, suyun damlaları aynada süzüldü, büyük yataktan ve çocuk yataklarından su sızmaya başladı. Şimdi de ben, kendim ve ölesiye tatlı bir dehşet…
Uyandım: Loş, mavimsi ışık… Cam duvar, cam koltuk ve masa, hepsi parıldıyor. Bu ortam beni sakinleştirdi, kalbim gümbür gümbür atmıyor artık. Su, Buda… Bu saçmalık da ne? Açık ki hastayım. Önceden hiç rüya görmezdim. Eski zamanlarda rüya görmenin çok sıradan ve normal bir olay olduğunu söylüyorlar. Evet, ne de olsa onların tüm hayatları öyle korkunç bir dönme dolap gibiymiş ki… Yeşil, turuncu, Buda, su… Ama biz rüyaların ciddi bir psikolojik hastalık olduğunu biliyoruz. Ve benim beynim şimdiye kadar kronometrik olarak ayarlanmış, parlak, tek bir hatası bile olmayan mekanizmaya sahipti. Ancak şimdi… Evet, şimdi aynen şöyle: Ben, beynimde, sanki gözün içine kaçan incecik bir kirpik gibi, yabancı bir cisim hissediyorum. Gözüne kaçmış o kirpiği tüm bedeninle hissediyorsun, bir saniye bile unutmak mümkün olmuyor.
Yatağın baş ucunda; sağlam, kristal çan çaldı ve saat 07.00. Kalkma vakti. Sağımdaki ve solumdaki cam duvarlardan sanki kendimi, odamı, kıyafetlerimi ve binlerce kez tekrarlanan hareketlerimi görüyor gibiyim. Kendini devasa, güçlü ve tek bir şeyin parçası olarak görmek insanı canlandırıyor. Bu kesin bir güzellik; tek bir gereksiz jest, kıvrım, değişiklik yok.
Evet, Taylor kuşkusuz eski insanların en dâhisiydi. Onun, metodunu tüm yaşama, atılan her adıma, geçen her güne yayacak kadar düşünemediği doğru. Kendi sistemini bir saatten 24 saate kadar entegre etmeyi başaramadı. Ancak yine de eski insanlar Kant hakkında kütüphaneler dolusu yazabilirken on yüzyıl sonrasını görebilen kâhin Taylor’un zar zor farkına vardılar, hayret.
Kahvaltı bitti. Tek Devlet Marşı düzgün bir şekilde okundu. Dörtlü sıralar hâlinde, düzgün bir şekilde asansöre binildi. Motorların hafiften duyulan vızıltıları ve hızlıca aşağı, daha aşağı, daha da aşağı, hafiften bir kalp durması…
Ve sonra birden nedense tekrar o saçma rüya veya o rüyadan kaynaklanan belirsiz bir fonksiyon yaşadım. Ah! Evet, dün aeroda da yine böyle aşağı inmiştik. Mamafih her şey bitti: Nokta. Ve I ile birlikteyken ona böyle sert ve kararlı davranmam çok iyi oldu.
Yeraltı treniyle İNTEGRAL’in güneşin altında hareket edemeden duran, henüz ateşle yüceltilmemiş olan zarif bedeninin ışıldadığı yere doğru ilerledim. Gözlerimi kapatıp formülleri hayal ettim: İNTEGRAL’i dünyadan koparmak için gerekli olan başlangıç hızını aklımdan hesapladım. Saniyenin her atomunda İNTEGRAL’in kütlesi değişiyor (Patlayıcı yakıt sarf edilecek.). Denklem zihnimde ancak çok zor bir şekilde transendental büyüklüklerle ortaya çıktı.
Rüyadaymışçasına sabit sayısal dünyadayken birisi yanıma oturdu, hafiften dokundu ve: “Affedersiniz.” dedi.
Gözlerimi açtım ve önce (İNTEGRAL’in çağrışımlarından) büyük bir hızla uzaya doğru giden bir şey fark ettim: Bu bir kafaydı; yanlarında bulunan pembe kepçe kulakları sayesinde uçar gibi gidiyordu. Ardından, geriye doğru uzayan kafanın altında kambur sırtı ve ikiye bükülmüş bir S harfi…
Ve benim cebirsel dünyamın cam duvarlarından yine o hoş olmayan, bugün halletmem gereken kirpik…
“Hiç önemli değil, lütfen.” dedim ve yanımdakine doğru eğilip gülümsedim. Rozetinde S-4711 yazısı parlıyordu (Neden ilk andan beri bu numara ile S harfi arasında bir bağlantı kurduğum anlaşıldı. Bu bilincin kaydetmediği görsel bir etkiydi.). Ve gözleri parladı, iki keskin matkap ucu gibi hızlıca dönerek en derine inip benim bile kendime itiraf edemediğim şeyleri görecekti.
Birden kirpiğin ne olduğunu tamamen kavradım: S-4711 onlardan biriydi. Koruyuculardan biriydi. Şimdi her şeyden önce, bu işi daha da ertelemeden gidip ona her şey söylemeliydim.
“Dün Eski Ev’deydim, anlıyor musunuz…” Sesim o kadar tuhaf, basık, düzdü ki boğazımı temizlemeye çalıştım.
“Ya, demek öyle, çok iyi. O evi görmek insana son derece eğitici dersler için malzeme veriyor.”
“Hayır, yalnız değildim, anlıyor musunuz? I-330’a eşlik ediyordum ve işte…”
“I-330? Sizin adınıza sevindim. Çok ilginç, yetenekli bir kadın. Çok hayranı var.”
Öyleyse… O yürüyüş sırasında… Hatta S, I’nın üstüne kayıtlı bile olabilir mi? Hayır ona bu konuyu açmak uygun olmaz, düpedüz mantıksız.
“Evet, evet! Öyle, öyle! Çok.” Ağzımı daha da genişletip tuhaf bir şekilde gülümsedim. Bu gülücükten sonra kendimi çıplak ve ahmak hissettim.
Matkap uçları içimde en derine indi, ardından hızlıca dönerek tersine, gözlerime çıktılar; S benimkinin iki misli daha fazla gülümseyerek başıyla beni selamladı ve çıkışa yöneldi.
Gazetemin ardına saklandım (Herkes beni izliyor gibi geliyordu.) ve hızlıca kirpiği, matkap uçlarını, her şeyi unuttum çünkü okuduklarım beni çok endişelendirmişti. Kısa bir satır: “Güvenilir kaynaklara göre; Devlet’in kutlu boyunduruğundan kurtulmayı kendine amaç edinmiş belirsiz organizasyonun izlerine tekrar rastlandı.”
“Kurtuluş” mu? İnsan doğasında suç işleme içgüdüsünün ulaşabileceği seviye harikulade. Kasti söylüyorum: “Suç.” Özgürlük ve suçun arasındaki kopmaz bağ, şöyle ki, aeronun hareketi ve hızıyla arasındaki bağ ile aynıdır. Aeronun hızı = 0 hareket etmez, insanın özgürlüğü = 0 suç işlemez. Bu açıktır. İnsanı suçtan kurtarmanın tek yolu, özgürlükten kurtarmaktır. Ve biz bundan henüz kurtarılmıştık (Uzay ölçekli çağda tabii ki yüzyıllar “henüz”e eşittir.). Ta ki birden bu sefil, beyin yoksunu…
Hayır, anlamıyorum, ben neden dün hemen Koruyucular Bürosu’na gitmedim? Bugün 16.00’dan sonra mutlaka gideceğim.
16.10’da çıktım ve aynı anda köşede bu karşılaşmadan pembe bir coşkuya bürünmüş O’yu gördüm. Ne şans ama. “İşte onun yalın, kıvrak zekâsı. Beni anlaması ve desteklemesi tam yerinde olacaktır…” diye düşündüm. Lakin hayır, ben bu desteğe ihtiyaç duymuyorum. Buna kesin karar verdim.
Müzik Fabrikası’nın trompetlerinden günlük Marş düzenli bir şekilde gümbür gümbür çalıyordu. Bu günlük tekrarda ayna gibi pürüzsüz bir güzellik, büyüleyicilik var!
O elimi tuttu.
“Gezelim mi?” dedi. Yuvarlak mavi gözleri bana doğru genişçe açık ve ben hiçbir şeye takılmadan mavi pencerelerden içeri sızıyorum; içeride yabancı, beklenmedik hiçbir şey yok.
“Hayır, gezmeyelim, benim…” Ona nereye gitmem gerektiğini söyledim. Şaşkınlıkla ağzının pembe yuvarlağının ekşi bir şey tatmış gibi aşağı doğru çekilerek pembe bir yarım ay oluşturmasına baktım.
“Görünen o ki siz, kadın Numaralar, dermansız bir şekilde ön yargılar tarafından kemiriliyorsunuz. Siz kesinlikle soyut düşünebilme yeteneğine sahip değilsiniz. Kusuruma bakmayın ama bu düpedüz kalın kafalılık.”
“Demek casuslara gidiyorsun! Oysa ben senin için Botanik Müzesi’nden bir demet inci çiçeği aldım.”
“Neden oysa ben? Neden ‘oysa’? Tamamen kadınca bir durum.” Öfkeyle (kabul ediyorum) elindeki inci çiçeklerini aldım. “İşte o, inci çiçeğin, ee? Kokla, iyi değil mi? Hiç değilse bu kadarcık mantığın olsun. İnci çiçeği güzel kokuyor, bu kadar. Ancak sen sadece koku hakkında, koku kavramının kendisi hakkında; bu kötü veya iyi diye fikrinizi belirtemez misin? Be-lir-te-mez mi-sin? İnci çiçeğinin bir kokusu vardır. Banotunun da tamamen farklı, iğrenç bir kokusu vardır. İlkel devlette de casuslar vardı ve bizde de var… Evet casuslar. Bu kelimeden korkmuyorum. Lakin yine de şu açıktır: O zamanki casuslar banotuydular; şimdikiler ise inci çiçeği. Evet, evet inci çiçeği!”
Pembe yarım ay titriyordu. Şimdi anlıyorum; sadece bana öyle gelmişti fakat o an O’nun güldüğünden emindim. Daha yüksek sesle bağırdım:
“Evet, inci çiçeği. Bunda komik hiçbir şey yok, hiçbir şey.”
Yanımızdan yuvarlak pürüzsüz küre gibi kafalar yanımızdan geçiyordu, dönüp bana baktılar. O şefkatle elimi tuttu:
“Bugün öyle garipsin ki… Hasta mısın?”
Rüya-sarı-Buda… O an Tıp Bürosu’na gitmem gerektiğini açıkça anladım.
Büyük bir sevinçle “Evet, haklısın hastayım.” dedim. (Burada kesinlikle açıklanamaz bir çelişki var; sevinmek için bir sebep yoktu.)
“Öyleyse hemen şimdi doktora gitmelisin. Senin de anlayacağın gibi sağlıklı olmakla yükümlüsün; bunu sana açıklamaya çalışmak komik olurdu.”
“Evet, sevgili O, kesinlikle haklısın. Kesinlikle haklısın!”
Ne yapalım, Koruyucular Bürosu’na değil, Tıp Bürosu’na gitmem gerekti. Beni 17.00’ye kadar orada tuttular.
Akşam (Artık fark etmiyor, akşamları öteki Büro kapalıydı.), O bana geldi. Perdeler inik değildi. Eski bir problem kitabından sorular çözdük. Bunu yapmak bizi sakinleştiriyor ve düşüncelerimizi arındırıyor. O-90 çabasını gösterircesine kafasını sol omzuna doğru eğip sol yanağını diliyle şişirerek kitabın başında oturuyordu. Bu çocukça ve bir o kadar da büyüleyiciydi. Ve benim içimde her şey iyi, tam, sadeydi…
O gitti. Yalnızım. İki kere derin derin nefes aldım (Uyku öncesi bu çok faydalı oluyor.). Ve birden beklenmedik, hiç hoş olmayan bir şeyi hatırlatan bir koku… Hemen buldum; yatağımın içinde bir demet inci çiçeği saklanmıştı. Birden her şey derinlerden kalkıp, kasırga gibi fırıl fırıl dönmeye başladı. İnci çiçeklerini bana gizlice bırakmak O’nun tarafından yapılmış bir patavatsızlıktı. Evet, doğru; Koruyuculara gitmedim. Ama hasta olduğum için suçlu sayılamam ki.

8. KAYIT

Bahisler:
İrrasyonel Kök
R-13
Üçgen
Çok eskiden, √–1 başıma ilk kez geldiğinde, okul yıllarındaydım. Aklıma kazınmış gibi çok net hatırlıyorum: Aydınlık küre-salon, yüzlerce yuvarlak çocuk kafası ve matematik öğretmenimiz Plyapa. Ona Plyapa lakabını biz takmıştık, artık epey eskimişti ve dengesizdi. Nöbetçi arkasından fişi taktığı zaman hoparlöründen önce “plyaplya-plya-tşşş” sesleri gelirdi. Ardından ders başlardı. Bir keresinde Plyapa irrasyonel sayıları anlattı ve hatırlıyorum; ağladım, yumruklarımı masaya vurdum ve feryat ettim: “ √–1 istemiyorum, √–1 uzak tutun benden!” Bu irrasyonel kök; yabancı, bambaşka, tuhaf bir şey gibi içimde büyüdü. Beni yedi bitirdi. Onu tamamen kavramak, etkisiz hâle getirmek mümkün değildi çünkü akıl dışıydı.
Ve işte şimdi tekrar √–1… Kayıtlarımı tekrar gözden geçirdim ve anladım: Kendimi aldatmışım, sadece √–1 ’i görmemek için kendime yalan söylemişim. Hasta olduğum ve ötesi, hepsi yalan. Oraya gidebilirdim, biliyorum. Bir hafta önce, kara kara düşünmeden oraya gitmiş olabilirdim. Şimdi ise neden… Neden?
Ve işte bugün. Tam 16.10’da ışıltılı cam duvarın önünde durdum.
Karşımda Büro’nun tabelasının altın, güneşli, net parıltılı harfleri duruyordu. Camın ardından mavimsi üniflerin oluşturduğu uzun sıralar görünüyordu. Yüzler eski kiliselerdeki ikon kandilleri gibi belli belirsiz titreşiyordu. Onlar kahramanca bir görev yapmak için gelmişlerdi, onlar Tek Devlet’e bir sunak sunmak için sevdiklerine, arkadaşlarına, kendilerine ihanet etmeye gelmişlerdi. Ben… Ben ise onların yanına gitmeye, onlarla olmaya can atıyorum. Ama yapamıyorum; ayaklarım cam kaldırıma saplanmış gibi durdum. Aptal aptal baktım. Oraya ulaşacak gücüm yoktu…
“Hey, matematikçi, hayallere daldın!”
İrkildim. Siyah, gülücüklerle parıldayan gözleriyle ve kalın zenci dudaklarıyla bana bakıyordu. Eski dostum, şair R-13 ve yanında pembe O duruyordu.
Öfkeli bir şekilde başımı çevirdim (Sanırım eğer engel olmasalardı, sonunda √–1 ’i kendimden çıkaracak ve büroya gidecektim.).
“Hayallere dalmadım. Eğer sizin için sorun yoksa hayran hayran izliyorum.” dedim tamamen sert bir şekilde.
“Evet, kesinlikle! Canım, sen matematikçi değil, şair olmalıymışsın, şair! İstersen bize, şairlere katıl? Eğer istersen seni hemen yerleştiririm, ne dersin?”
Kelimeler kalın dudaklarından tükürükler sıçratıyordu, her “ş” bir fıskiye gibiydi. Özellikle “şairler” dediğinde…
“Ben bilgiye hizmet ettim ve bilgiye hizmet edeceğim.” dedim somurtarak. Şakayı hiç sevmem ve şakadan anlamam da ama R-13’ün aptalca şaka yapma gibi bir huyu var.
“Bilgi de neymiş! Senin bu bilgin korkaklıktır. Her neyse, doğru. Sen sadece sonsuzluğu bir duvarla çevrelemek istiyorsun. Duvarın ardına bakmaya ise korkuyorsun. Evet! Bak ve kapa gözlerini. Evet!”
“Duvarlar, bütün insanlığın temelidir…” diye başladım.
R fıskiye gibi fışkırdı, O pembe pembe, yuvarlacık güldü. Elimi “Gülün gülün, bana hiç fark etmez!” dermişçesine geçiştirir gibi salladım. Bununla uğraşacak zamanım yoktu. Bana √–1 ’i yiyip bitirecek, boğacak bir şey lazımdı.
“Biliyor musunuz, bana gidip oturalım, problem çözelim.” diye öneride bulundum (Dünkü sakin zamanı hatırladım, belki bugün de öyle olurdu.).
O, R’ye bir göz attı, yuvarlacık bana döndü, yanakları hafiften biletlerimizin sevecen, heyecanlı rengini aldı.
“Ama bugün ben… Bugün benim ona biletim var.” dedi R’yi işaret ederek. “Akşam o meşgul, işte böyle…”
R’nin ıslak, parlak dudakları safça şapırdadı:
“Önemli değil, onunla bana yarım saat yeter. Öyle değil mi O? Senin problem çözme önerine gelince; ben pek gönüllü değilim. Bana gidip sadece oturalım.”
Kendi kendimle, daha doğrusu sadece tuhaf bir tesadüf sonucu numarası benim numaram D-503 olan yeni, yabancı kişiyle baş başa kalmak ürkütücü geliyordu. Ve R’ye gittim. Onun net, düzenli biri olmadığı ve ayrıca komik, dar bir mantığa sahip olduğu doğru ama her şeye rağmen biz dostuz. Biz üç yıl önce tatlı, pembecik O’yu boşuna seçmedik. Bu seçim bizi okul yıllarımızdan daha kuvvetli bir şekilde birbirimize bağladı.
R’nin odasındaydık. Sanki her şey benim odamdakilerin tam olarak aynısıydı. Cetvel, camdan koltuklar, masa, dolap ve yatak… Ancak girer girmez R koltuklardan birini itti, açısal olarak diğeri de yerinden oynadı, her şey belirlenmiş boyutun dışına çıktı ve Öklid bağıntısına uymayan bir hâl aldı. R hep aynıdır, hep aynı. Taylor ve matematik konusunda her zaman sınıfın en kötü öğrencisiydi.
Yaşlı Plyapa’yı andık; onun cam bacaklarına küçük teşekkür notları yapıştırırdık (Plyapa’yı çok severdik.) Yasa öğreticiyi[5 - Tabii ki konusu olan eskilerin “Tanrı yasası” değil, “Tek Devlet yasası”sıydı.] yâd ettik. Yasa öğreticimizin sesi olağanüstü derecede gürdü. O konuşurken sanki hoparlörden rüzgâr eserdi. Biz çocuklar ise onun ardından tüm gücümüzle bağırarak metinleri tekrar ederdik. Atılgan bir çocuk olan R-13 bir gün yasa öğreticinin megafonuna çiğnenmiş kâğıt tıkıştırdı. Böylece metni okudukça çiğnenmiş kâğıtlar kurşun gibi etrafa sıçradı. R tabii ki yaptığı yaramazlık yüzünden fena hâlde cezalandırıldı. Ancak şimdi biz, tüm üçgenimiz -kabul ediyorum ben de- buna kahkahalarla gülüyoruz.
“Peki ya o da eskilerin öğretmenleri gibi canlı olsaydı?” dedi R. İşte “c” harfi; kalın, şapırdayan dudaklarından fıskiye gibi püskürdü.
Güneş tavandan ve duvarlardan sızıyor, iki yandan, yukarıdan ve aşağından yansıyordu. O, R-13’ün dizlerindeydi, güneşin minik damlaları mavi gözlerine vurmuştu. Ben de her nasılsa ferahladım, biraz daha düzeldim, √–1 uzaklaştı, kafamı karıştırmadı.
“Ee, senin İNTEGRAL ne âlemde? Başka gezegenlerin sakinlerini aydınlatmak için yakında uçuyoruz, değil mi? Hadi, acele et! Yoksa biz şairler, sana ve senin İNTEGRAL’ine öyle gelişigüzel yazılar yazacağız ki, uzaya yükseltemeyeceksin. Her gün 08.00’den 11.00’e kadar…” R kafasını salladı, ensesini kaşıdı. Ensesi âdeta dört köşeliydi, arkasından bakınca sanki kafasına bir valiz bağlanmış gibiydi (Eski “At Arabasında” adlı tabloyu anımsatıyordu.).
Kendime geldim:
“Sen de mi İNTEGRAL hakkında yazıyorsun? Söyle, neyinden bahsediyorsun? Mesela bugün ne yazdın?”
“Bugün hiçbir konu hakkında yazmadım. Başka bir şeyle meşguldüm…” K direkt bana fışkırdı.
“Ne ile?”
R yüzünü buruşturdu:
“Bir şeyle işte! Neyse, sorun yoksa, hükümle uğraştım. Bir hükmü şiirselleştirdim. Bizim şairlerimizden bir aptal… Bir de hiçbir şey yokmuş gibi iki yıl boyunca yanımda oturdu… Ve birden al işte sana: ‘Ben, dâhiyim, dâhi; yasadan daha üstünüm.’ diye pot kırdı… Neyse, ne yapalım!”
Kalın dudakları sarktı, gözlerindeki parlaklık söndü. Ayağa fırladı; döndü, duvarın ardında bir yere gözünü dikti. Sıkı sıkı kapatılmış valizini izledim ve “Şimdi valizinin içinden ne seçecek?” diye düşündüm.
Rahatsız, asimetrik bir sessizlik dakikası oldu. Ne olduğunu anlayamadım ama bir şey olmuştu.
Mahsus yüksek bir sesle “Ne mutlu, Nuh zamanından kalma her türlü Shakespearelerin ve Dostoyevskilerin zamanı geçti.” dedim.
R yüzünü bana döndü. Sözcükler önceden olduğu gibi ağzından fışkırdılar, püskürdüler ama bana gözlerinin neşeli ışıltısı artık yokmuş gibi geldi.
“Evet, sevgili matematikçi ne mutlu, ne mutlu, ne mutlu! Biz en mutlu aritmetik ortalamayız… Siz matematikçilerin dediği gibi; sıfırın sonsuzluğa; aptallığın Shakespeare’e olan integralini almak! İşte böyle…”
Neden bilmiyorum, sanki bir şey bana tamamen yersiz bir şekilde onun sesini hatırlattı. Âdeta onun ve R’nin arasında uzayan ince bir bağ var gibiydi (Nasıl olur?). √–1 tekrar kafamı karıştırmaya başladı. Rozetimi açtım: 17.00’ye 25 vardı. Pembe biletlerine 45 dakika kalmıştı.
“Gitme zamanı…” dedim ve O’yu öptüm, R’nin elini sıktım. Asansöre yöneldim.
Bulvarda, karşıdan karşıya geçerken etrafa baktım. Cam kütlesinin, aydınlık, güneş boğulmuş kimi yerlerinde gri-mavi, perdeleri indirilmiş hücreler vardı; düzenli Taylor mutluluğunun hücreleri… Gözlerimle R-13’ün 7. kattaki hücresini buldum. R perdeleri çoktan indirmişti.
Sevgili O… Sevgili R… Onda da (Neden -da bilmiyorum ama nasıl gerekiyorsa öyle yazmama izin verin.) onda da anlayamadığım bir şey vardı. Her şeye rağmen ben, R ve O bir üçgeniz, eşkenar olmasak da yine de bir üçgeniz. Eğer atalarımızın diliyle söyleyecek olursak (Benim meçhul okurlarım, bu dil belki size daha anlaşılır gelebilir.) biz bir aileyiz. Ve bazen böyle kısa da olsa basit, sağlam bir üçgeninin içinde kendini her şeye kapatıp dinlenmek iyi geliyor.

9. KAYIT

Bahisler:
Liturya
İki Heceli Vezin ve Tam Kafiye
Font El
Aydınlık bir tören günü… Böyle bir günde kendi zaaflarını, yanlışlarını, hastalıklarını unutuyorsun ve her şey yeni camımız gibi kristal, sarsılmaz ve ebedî bir hâl alıyor…
Küp Meydanı. Altmış altı adet güçlü, eş merkezli halka: Tribünler. Ve altmış altı adet sıra: Gökyüzünün veya belki de Tek Devlet’in ışıltılarını yansıtan yüzlerin sessiz lambaları olan gözler. Kadınların kan kırmızı çiçekler gibi al renkte dudakları. Etkinlik alanına yakın, ilk sıralarda oturan çocuk yüzlerinin tatlı, ışıl ışıl parıltıları… Derin, sert ve Gotik bir sessizlik…
Bize kadar ulaşan tasvirleri göz önünde bulundurursak eskiler de kendi “Tanrı’ya tapınma törenleri” sırasında buna benzer bir şey denemişler. Ancak onlar kendi tuhaf, meçhul tanrılarına tapmışlar, biz ise mantıklı ve tam olarak sureti belli olan bir şeye tapıyoruz. Onların tanrısı onlara ızdıraplı, ardı arkası kesilmeyen bir arayıştan başka bir şey vermemiş. Neden kendilerini sebepsiz bir şekilde kurban etmeleri gerektiğinden daha akıllıca bir fikir üretememiş. Biz de kendi tanrımıza, Tek Devlet’e kurban sunuyoruz; sakin, üzerinde etraflıca düşünülmüş, akla uygun bir kurban… Evet, bu Tek Devlet’e adanmış Liturya töreni; İki Yüzyıl Savaşı’nın cefa dolu günlerinin, yıllarının anıldığı tümün teke, toplumun bireye karşı zaferinin büyük bayramı.
İşte birey Küp’ün güneşe boğulmuş basamaklarında duruyor. Beyaz, yok, hayır, beyaz değil, renksiz cam bir yüz, cam dudaklar… Ve sadece gözler… Siyah, emen, yutan delikler… Onun hepi topu birkaç dakika uzağında olan dehşetli dünya. Üzerinde numaralı altın rozeti çoktan çıkartılmış. Elleri mor bir kurdeleyle bağlanmış (Eski bir gelenek: Görünüşe göre kadim çağda, tüm bunların Tek Devlet adı altında yapılmadığı zamanlarda, mahkûmlar kendilerinde direniş hakkı hissediyorlarmış ve bu yüzden elleri genellikle birbirlerine zincirle bağlanıyormuş.).
Ve her şeyin en üstünde, Küp’ün yukarısında, makinenin yanında, Hayırsever dediğimiz kişinin metalden yapılmış hareketsiz figürü duruyordu. Buradan, aşağıdan yüzü seçilmiyor: Sadece sert, heybetli, köşeli hatlara sahip olduğu görülüyor. Ama o eller… Böylesine bazen perspektif fotoğraflarda rastlanır: Ön plana oldukça yakından yerleştirilmiş eller devasa gözükür, tüm bakışları kendisine çeker, geri kalan her şeyi kapatır. Şimdiye kadar, sakince dizlerinin üzerinde durmakta olan bu ağır ellerin taştan olduğu ve dizlerin onların ağırlığına zar zor dayandığı anlaşılıyor…
Ve birden bu devasa ellerden biri yavaşça yukarı kalktı, yavaş, demirden bir jest yaptı; tribünden bir Numara, kalkan ele itaat ederek Küp’e yaklaştı. Bu payına, bayramı kendi şiirleriyle taçlandırma mutluluğu düşmüş Devlet Şairleri’nden biriydi. Çılgın cam gözleriyle, orada, basamaklarda, yaptığı deliliklerin mantıklı sonucunu bekleyen kişi için yazılmış, ilahi bakır vezinler tribünlerin üzerinde gürledi.
…Yangın. Evler vezinlerde sallandı, sıvı altınlar yukarıdan fışkırmasıyla çöktü. Yeşil ağaçlar kurudu, özsuları aktı, geriye sadece haçlara benzeyen yanmış iskeletler kaldı. Ancak Promethus ortaya çıktı (Bu, tabii ki, biziz.).
Makinelerde, çelikte ateşi kullandı
Ve kanun, kaosun boynuna zinciri taktı
Her şey yeni ve çelikten: Çelikten güneş, çelikten ağaçlar, çelikten insanlar ve birden bir deli ateşi zincirlerinden kurtardı ve özgürlüğe bıraktı. Ve şimdi her şey tekrar yok olacak.
Maalesef şiir konusunda hafızam kötüdür. Ancak bir şeyi hatırlıyorum; daha öğretici ve daha mükemmel imgeler seçmek mümkün değildi.
Tekrar ağır ve demir bir jest ve Küp’ün basamaklarında ikinci bir şair belirdi. Ben bile yerimden doğruldum: Olamaz! Hayır, onun kalın, zenci dudakları, bu o… Neden bana daha önce böyle yüksek bir görevi olduğunu söylemedi… Gri dudakları titriyordu. Anlıyorum: Hayırsever’in, bütün Koruyucuların karşısında… Ancak yine de böylesine heyecanlanmak…
Sert, hızlı, balta gibi keskin kafiyeler… Duyulmamış suçlar, tahkir edici dizeler üzerine yazılmış, Hayırsever’in … olarak adlandırıldığı… Hayır, hayır tekrarlamaya dilim varmaz.
Solgun R-13 hiç kimseye bakmadan (Ondan böylesine bir sıkılganlığı beklemezdim.) indi ve yerine oturdu. Saniyenin en küçük diferansiyelinde, onun yanında oturan bir yüz, bir an için gözüme görünüp kayboldu; esmer, sert, üçgen bir yüz… Benim gözlerim, binlerce göz, yukarıya, makineye döndü. Orada insan dünyasına ait olmayan bir elin, üçüncü demir jesti gerçekleşti. Ve görünmeyen bir rüzgârın sarsıntısıyla suçlu yavaşça bir basamak daha indi ve işte bir adım daha, hayatının son adımına indi. Kafası arkada, yüzü güneşe dönüktü, hayatının son çukurunda sırtüstü yattı.
Hayırsever makinenin etrafında kader gibi ağır, acımasız bir tur attı ve devasa elini manivelanın üzerine koydu… Ne bir çıt sesi vardı ne de bir nefes; tüm gözler o elin üzerindeydi. Yüz binlerce voltun bileşkesine sahip olmak ne ateşli ne sürükleyici kasırga gibi bir his olmalı. Ne büyük şans!
Ölçülemeyen bir saniye. Akımı veren el aşağı indi. Dayanılmaz keskinlikte bir ışın kılıcı parladı, makinenin borularında zar zor duyulan titreme gibi bir çatırtı koptu. Yayılan vücut, belli belirsiz ışıklı bir dumanın içinde, gözümüzün önünde eriyor, daha da eriyor, korkunç bir hızla çözünüyor ve henüz bir dakika önce kalpteki delice ve kırmızı bir şekilde fışkıran sıvıdan geriye saf suyun kimyasal birikintisi dışında hiçbir şey kalmıyor. Bunlar hepimizin bildiği basit konulardı: Evet, maddenin çözünmesi; evet, insan vücudundaki atomların parçalanması. Ama bu yine de her seferinde mucize gibi Hayırsever’in insanüstü gücünün bir göstergesi gibi gerçekleşiyor.
Yukarıda, on kadın numaranın kıpkırmızı olmuş yüzleri, heyecandan yarım açık ağızları, ellerinde rüzgârın titrettiği çiçeklerle, Hayırsever’in önünde duruyordu.[6 - Tabii ki bu çiçekler Botanik Müzesi’ndendi. Şahsen ben Yeşil Duvar’ın çok ardında olan, vahşi dünyaya ait olan her şey gibi, çiçeklerde de güzel bir şey göremiyorum. Güzel olan sadece akılcı ve faydalı olandır: makineler, çizmeler, formüller, besinler ve dahası.]
Eski bir geleneğe uygun olarak, on kadın, Hayırsever’in püsküren sıvıdan hâlâ ıslak olan ünifini çiçeklerle donattılar. Hayırsever, bir din adamının ulu adımlarıyla yavaşça aşağı indi, yavaşça tribünlerin arasından geçti ve onun arkasında yumuşak, beyaz kadın elleri yukarı kalktı ve milyonlarca kişinin narasının fırtınası koptu. Ardından bu naraların aynısı şu an bizim olduğumuz yerden görünmeyen Koruyucuların şerefine atıldı. Belki de onlar, Koruyucular, eski insanların hayallerinde oluşturduğu her insana doğumunda verilen şefkatli ve ürkütücü “koruyucu meleklerdir”.
Evet, bütün tören boyunca, eski inançlardan kalma, boran ve fırtına gibi arındırıcı birtakım şeyler vardı. Bu satırları okuyacak sizler, böyle anları bilir misiniz? Eğer bilmiyorsanız sizin adınıza üzülürüm…

10. KAYIT

Bahisler:
Mektup
Membran
Kıllı Ben
Dün, benim için kimyagerlerin çözeltilerini süzdükleri kâğıt gibiydi: Tüm artık, gereksiz malzemelerin üzerinde kaldığı bir kâğıt… Sabah olduğunda aşağıya tümüyle damıtılmış, duru bir şekilde indim.
Aşağıda, lobide, masanın arkasında oturan kontrolör kadın saate bakarak gelen Numaraları kaydediyordu. Kadının adı Ю… Neyse, numarasını söylememem en iyisi olacak çünkü hakkında kötü bir şeyler yazmaktan korkuyorum. Aslında özünde çok saygın, yaşlı bir kadın. Onda beğenmediğim tek şey yanaklarının balık solungaçları gibi biraz aşağı sarkmış olması (Gerçi şimdi bu çok önemli değil gibi geldi.).
Kalemini gıcırdattı ve numaramı sayfanın üzerinde bir mürekkep lekesinin yanında gördüm: “D-503”
Tam bu mürekkep lekesine onun dikkatini çekmek istediğim sırada, birden kafasını kaldırdı ve mürekkep gibi gülücüğünü yüzüme damlattı:
“İşte mektubunuz. Evet, alacaksınız azizim. Evet, evet alacaksınız.”
Onun tarafından okunan mektubun bir de Koruyucular Bürosu’ndan geçmesi gerektiğini (Bu tabii düzeni açıklamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum.) ve 12.00’den önce elimde olmayacağını biliyordum. Ancak bu gülüş karşısında mahcup olmuştum ve bir mürekkep damlası çözeltimi bulandırmıştı. Öylesine bulandırmıştı ki daha sonra İNTEGRAL’in inşaat alanında hiçbir şekilde zihnimi toparlayamadım ve hatta hiçbir zaman başıma gelmeyen bir olay yaşadım; hesaplamalarda yanıldım.
Saat 12.00’de tekrar pembemsi-kahverengi balık solungaçları, gülücük… Ve sonunda mektup ellerimdeydi. Neden bilmiyorum ama mektubu burada okumak yerine cüzdanıma soktum ve hızlıca odama gittim. Hemen açtım, çabucak gözden geçirdim ve oturdum… Bu, I-330’un üstüme yazıldığını ve bugün 21.00’de ona gitmem gerektiğini (Adresi de aşağıya yazılmıştı.) bildiren resmî bir ihbarnameydi.
Hayır! Her şeyden, ona karşı duygularımı kesin bir şekilde belli ettikten sonra bu olamazdı. Üstelik benim Koruyucular Bürosu’na gidip gitmediğimi bile bilmiyordu ki… Hasta olduğumu, hiç gidemeyeceğimi de bir yerlerden öğrenmiş olamazdı… Tüm bunlara rağmen…
Kafamın içinde bir dinamo fırıl fırıl dönüyor ve uğulduyordu. Buda-sarı-inci çiçekleri-pembe yarım ay… Ve evet işte, işte dahası, bugün O bana uğramak istiyordu. Ona I-330 hakkındaki bu ihbarnameyi göstermeli miydim? Benim bu konuda hiçbir suçum olmadığına, benim tamamen… İnanacak mıydı bilmiyorum (Sahiden nasıl inanacaktı ki?). Bildiğim şuydu ki zor, saçma ve tamamen mantık dışı bir konuşma gerçekleşecekti. Hayır, sadece bu kadar da değil. Neyse bırakalım da her şey mekanik bir şekilde çözülsün, ona sadece bu ihbarnamenin bir kopyasını yollayacağım.
Aceleyle ihbarnameyi cüzdanıma sıkıştırdım ve kendi korkunç, maymun gibi elimi gördüm. I’nın yürüyüş sırasında elimi nasıl tuttuğu ve ona baktığı hafızamda canlandı. Acaba gerçekten de o…
İşte saat 20.45 oldu. Beyaz bir gece. Her şey yeşilimsi bir camdan gibi. Ama bu değişik, kırılgan bir cam, bizim camımız değil, gerçek cam değil. Bu ince, cam bir kabuk ve kabuğun altında bir şey dönüyor, yayılıyor, vızıldıyor… Ve eğer şimdi konferans salonlarının kubbeleri sisler içinde havaya yükselip kaybolsa, yaşlı ay bugün sabah masanın arkasında kadın gibi mürekkep bir gülücük atarsa, bütün evlerin perdeleri bir anda iner, perdelerin ardında… Hiç şaşırmam.
Tuhaf bir his: Kaburgalarımı hissediyordum; sanki demir çubuklar gibi kalbimi sıkıştırıyorlardı ancak ona yer bırakmıyorlardı, çok sıkışıktılar. Altın sayılarla yazılmış I-330 yazısının asılı olduğu cam kapının önünde durdum. I’nın sırtı dönüktü, masada bir şeyler yazıyordu. İçeri girdim…
“İşte…” dedim ve ona pembe bileti uzattım. “Bugün ihbarnameyi aldım ve şimdi buradayım.”
“Ne kadar dakiksiniz! Bir dakika bekler misiniz? Oturun, şimdi bitiyorum.”
Gözlerini tekrar mektuba indirdi. Onun kapalı perdelerinin ardında ne vardı? Ne diyecekti, bir saniye sonra ne yapacaktı? O her şeyiyle oradan, vahşi, antik düşler ülkesinden geliyorken bunu bilmek, hesaplamak ne mümkündü?
Hiç konuşmadan onu izledim. Kaburgalarım demir çubuklar gibi, nefes alamıyordum… I konuşurken yüzü hızla dönen, ışıldayan bir çark gibi oluyordu. Hızından çarkın dişleri ayırt edilemiyordu. Ancak çark şimdi hareketsizdi. Ve ben acayip bir terkip fark ettim: Şakaklarına doğru kalkık, uzun, koyu kaşları ve burnundan ağzının kenarlarına doğru inen iki kırışıklık tepe noktaları yukarıya dönük alaycı, keskin iki ayrı üçgen oluşturuyor. Bu iki üçgen bir şekilde birbirlerine ters düşüyor; bütün yüzü o hoş olmayan, haç gibi sinir bozucu X ile damgalıyor gibiydi.
Çark dönmeye başladı, dişler birbirine karıştı…
“Tabii Koruyucular Bürosu’na gitmediniz değil mi?”
“Gitmedim… Yapamadım, hastaydım.”
“Anladım. Ben de öyle düşünmüştüm. Ne olduğu hiç önemli değil, herhangi bir durumun seni engellemesi gerekecekti.” Keskin dişleriyle gülümsedi. “Ancak işte şimdi benim elimdesiniz. Hatırlarsınız: 48 saat içinde Büro’ya haber vermeyen her Numara…”
Kalbim öyle atıyordu ki sanki demir çubuklar eğilmişti. Çocuk gibi, aptal bir çocuk gibi yakalanmıştım, aptalca sustum. Kapana kısılmış gibi bir duyguya kapıldım. Elimin ayağımın birbirine dolandığını hissettim.
Ayağa kalktı, tembel tembel gerindi. Düğmeye bastı ve tüm perdeler hafif bir çatırtıyla indiler. Dünyayla bağlantım kesilmişti; onunla baş başaydım.
I arkamda bir yerlerde, dolabın yanındaydı. Ünifi hışırdadı, yere düştü; kulak kesildim; her şeyimle kulak kesildim. Hatırladım… Hayır! Sadece saniyenin yüzde birinde zihnimde bir şey parladı…
Yakın bir zamanda yeni tür bir sokak membranının eğriliğini hesaplamam gerekmişti (Bu membranlar şimdi zarif bir şekilde gizlenerek her caddeye yerleştirildiler, gerçekleşen günlük konuşmaları Koruyucular Bürosu için kaydediyorlar.). Ve hatırladım: İçbükey, pembe titreşen bir zar; tuhaf bir varlık, tek bir organdan, kulaktan oluşmuş. Ben şimdi aynı o membran gibiyim.
İşte şimdi de göğsünün üstünde, yakasından bir düğme açıldı, daha aşağı indi. Cam gibi ipek kumaş omuzlarında, dizlerinde hışırdadı ve yere düştü. Mavimsi gri ipekten önce bir ayağının, sonra diğer ayağının kurtulduğunu görmekten daha çok duyuyorum.
Sıkıca gerilmiş membran titriyor ve sessizliği kaydediyor. Hayır, sert çekiçler sonu gelmeyen aralıklarla demir çubuklarıma darbeler indiriyor. Ve duyuyorum, görüyorum: Arkamda, bir saniyeliğine düşünüyor.
İşte dolabın kapakları, kapaklardan biri vuruldu ve yine ipek, ipek…
“Evet, şimdi.”
Döndüm. İnce, safran sarısı, eski tarz bir elbise giymişti. Bu hiçbir şey giymemesinden bin kat daha kötüydü. İnce kumaşın içinden iki sivri nokta küllerin ortasında pembe köz gibi yanan iki kömüre benziyordu. İki yumuşak hatlı, yuvarlak diz…
Alçak bir koltukta oturuyordu. Önünde duran dört köşeli sehpanın üzerinde zehir yeşili içecekle dolu bir şişe ve iki tane ayaklı küçük kadeh duruyordu. Ağzının kenarında tüp gibi ince kâğıda sarılmış, eskilerin içtiği tütün tütüyordu (Bu borunun adı neydi, şimdi hatırlayamıyorum.).
Membran daha fazla titredi. İçimdeki çekiç kızmış demirlere iyice kızarıncaya kadar vuruyordu. Her darbesini net bir şekilde duyuyordum… Yoksa o da mı duydu?
Ama o sakin sakin tüttürüyor, sakin sakin bana bakıyor ve külü özensizce pembe biletimin üzerine silkeliyordu.
Elimden geldiğince soğukkanlılıkla sordum:
“Dinleyin, madem öyle neden benim üzerime yazıldınız? Neden beni buraya gelmek zorunda bıraktınız?”
Hiç duymuyormuş gibiydi. Kadehi şişeden doldurdu ve bir yudum aldı:
“Muhteşem bir likör. İster misiniz?”
O an anladım: Alkol. Dün yaşananlar zihnimde bir yıldırım gibi çaktı: Hayırsever’in taş eli, dayanılmaz ışın kılıcı ve Küp’te, kafası geriye düşmüş, kolları ayrılmış bir beden. Ürperdim.
“Dinleyin.” dedim. “Sizin de bildiğiniz gibi, kendilerini nikotinle ve özellikle alkolle zehirleyen herkesi Tek Devlet amansızca…”
Şakaklarına doğru uzanan koyu kaşları hareket etti ve alaycı, keskin üçgen göründü:
“Birçok kişinin kendilerini mahvetmesine ve yozlaşmasına imkân tanımaktan daha mantıklı olan, birkaç kişiyi hızlıca ortadan kaldırmaktır, gibi gibi… Sonuna kadar doğru.”
“Evet, sonuna kadar.”
“Evet, bunun gibi çıplak, kel gerçekler grubunu salın sokağa… Hayır, hayal edin… Hiç değilse benim değişmez hayranımın -onun kim olduğunu siz de biliyorsunuz- üzerinden yalan elbisesini çıkarıp attığını ve halkın arasında gerçek görüntüsüyle kaldığını hayal edin… Oh!”
I güldü. Ancak ben yüzünün aşağısında, ağzının kenarlarından burnuna kadar uzayan iki kırışıklığın oluşturduğu kederli üçgeni açıkça gördüm. Neden bilmiyorum bu iki kırışıklık sayesinde ikiye bükülmüş, hafif kambur, kepçe kulaklı adamı I’yı kucakladığını anladım. Şimdi olduğu gibi…
Her neyse, ben o zamanki anormal hislerimi aktarmaya çalışıyorum. Şimdi bunları yazarken her şeyin olması gerektiği gibi yaşandığının son derece bilincindeyim. O adamın da her şerefli Numara gibi mutlu olmaya hakkı bulunduğunun, eğer böyle olmasaydı bunun adaletsizlik olacağının… Evet bu ortada.
I oldukça garip ve uzun bir şekilde güldü. Ardından dikkatli dikkatli baktı, bakışları bana nüfuz etti:
“En önemli olan ise sizinleyken son derece huzurluyum. Öyle tatlısınız ki sizin Büro’ya gidip benim likör içtiğimi ve tütün kullandığımı bildirmeyeceğinizden eminim. Ya hasta olacaksınız ya meşgul olacaksınız veya başka bir şey olacak. Ama daha da emin olduğum şudur ki şimdi benimle birlikte bu büyüleyici zehri içeceksiniz.”
Ne küstah ne alaycı bir ses tonuydu. Şimdi ondan tekrar nefret etmeye başladığımı çok net bir şekilde hissediyordum. Neden “şimdi, tekrar başlamak”? Ondan zaten her zaman nefret ettim.
Kadehteki bütün yeşil zehri bir anda içti, kalktı ve safran elbisesinin içinden görünen pembeliklerle birkaç adım attı, oturduğum koltuğun arkasında durdu.
Birden kollarını boynuma doladı ve dudakları dudaklarımdaydı… Hayır daha derin, daha dehşetli bir yerlere gidiyordu… Bunun benim için hiç beklenmedik bir olay olduğuna yemin ederim ve belki de sadece şey yüzünden… Ancak yine de yapamazdım -şimdi bunu çok iyi anlıyorum- bundan sonra olacakları ben istemiş olamazdım.
Dayanılmaz, tatlı dudaklar (Sanıyorum bu “likörün” tadıydı.)… Ağız dolusu yakıcı zehir içime akıyordu, daha da fazlası, daha da… Ayaklarım yerden kesilmişti ve yörüngesinden çıkmış bir gezegen gibi delirmişçesine dönerek aşağı iniyordum. Durmadan aşağı iniyordum ve hesaplanmamış bir yörüngeye doğru gidiyordum.
Bundan sonrasını ancak az çok yakın benzetmeler yoluyla, yaklaşık olarak tasvir edebilirim.
Daha önce böyle bir fikir hiç aklıma gelmemişti: Biz yeryüzünde her zaman, dünyanın rahminde gizlenmiş, fokur fokur kaynayan, kıpkırmızı ateş denizinin üzerinde yürüyoruz. Ama bunu hiçbir zaman düşünmüyoruz. Ya birden ayaklarımızın altındaki ince kabuk camdan oluverseydi ve biz birden görseydik…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/evgeniy-zamyatin/biz-69428095/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Matematikte sonuşmaz veya asimptot, belirli bir A eğrisine istenildiği kadar yaklaşabilen ikinci bir B eğrisine verilen addır. (ç.n.)

2
Antik dildeki “uniforme” kelimesinden geliyor olabilir.

3
Piyano, polifonik özelliklerinden dolayı Fransızcadan Rusçaya bu şekilde çevrilmiş ve bu adla anılmaya başlamıştır. (ç.n.)

4
Bu kelime bizde yalnızca şiirsel metafor olarak kullanılagelmiştir. Bu maddenin kimyasal bileşimi hakkında bir bilgimiz yoktur.

5
Tabii ki konusu olan eskilerin “Tanrı yasası” değil, “Tek Devlet yasası”sıydı.

6
Tabii ki bu çiçekler Botanik Müzesi’ndendi. Şahsen ben Yeşil Duvar’ın çok ardında olan, vahşi dünyaya ait olan her şey gibi, çiçeklerde de güzel bir şey göremiyorum. Güzel olan sadece akılcı ve faydalı olandır: makineler, çizmeler, formüller, besinler ve dahası.
Biz Евгений Замятин

Евгений Замятин

Тип: электронная книга

Жанр: Научная фантастика

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Zamyatin’in vizyonuna göre 26. yüzyılda Utopia sakinleri bireyselliklerini o kadar kaybetmişlerdir ki, kimlikleri ancak sayılardan ibarettir. “Gardiyanlar” olarak adlandırılan siyasi polislerin kendilerini gözlem altında tutabilmesi için camdan evlerde otururlar (kitap televizyonun icadından önce yazılmıştır). Hepsi birbirine eş üniformalar giyerler ve insanlardan genellikle ya “numara”, ya da “ünif” (üniforma) olarak söz edilir. Sentetik besinlerle beslenirler ve en yaygın eğlence biçimi hoparlörlerden yayınlanan “Tek Devlet” marşı eşliğinde dörtlü gruplar halinde uygun adım yürümektir. “Seks saati” denen belirlenmiş zaman dilimlerinde bir saatliğine cam evlerinin perdelerini indirmelerine izin verilir. Doğal olarak evlilik kavramı olmasa da, cinsel yaşam tam olarak da keyfi değildir. Cinsellik amacıyla herkese pembe kuponları olan bir tür karne verilir ve belirlenmiş seks saatlerinden birini paylaşan kişiler de bu kuponu imzalar. Tek Devlet “Hayırsever” olarak anılan bir kişi tarafından yönetilmektedir. Hayırsever her yıl halk tarafından mutlaka oy birliği ile yeniden seçilir. Devletin yönetim ilkesine göre mutluluk ile özgürlük asla bir arada bulunamaz. Adem cennet bahçesinde mutlu iken özgürlüğü isteme hatasında bulunmuş ve bunun bedelini de cennetten kovularak ödemiştir. Tek Devlet ise özgürlüğü ortadan kaldırarak mutluluğu geri getirmiştir. Zamyatin’in romanı genel olarak bizim durumumuzla daha büyük paralellik gösterir. Uygulanan tüm eğitime ve Gardiyanlar’ın yakın takibine rağmen, insanlara özgü içgüdülerin çoğu hala varlığını korumaktadır. Hikâyenin anlatıcısı olan D-503 yetenekli bir mühendis olmakla birlikte pek de kendisiyle barışık olmayan bir kişiliktir ve hissettiği ilkel dürtülerden dolayı dehşete düşmektedir. D-503 yeraltı direniş hareketinin bir üyesi olan I-330’a âşık olur (tabii âşık olmak da bir suçtur) ve kadın bir süreliğine onu isyan hareketinin içine çekmekte başarılı olur. İsyan başladığında Hayırsever’in düşmanlarının oldukça kalabalık olduğu ve bunların devleti yıkmanın yanı sıra, evlerinin perdelerini indirir indirmez sigara içmek ve alkol kullanmak gibi suçlar da işledikleri ortaya çıkar. D-503 sonunda kendi aptallıklarının bedeli ödemekten kurtulur. Yetkililer son zamanlarda yaşanan kuralsızlıkların nedeninin bazı kişilerin yakalandığı ve hayal gücü olarak adlandırılan bir hastalıktan kaynaklandığını keşfettiklerini açıklarlar. Beynin hayal gücünden sorumlu bölgesi saptanmıştır ve hastalık x-ışını uygulaması ile tedavi edilebilmektedir. D-503 bu işlemden geçtikten sonra başından beri yapması gerektiğinin bilincinde olduğu şeyi yapmakta güçlük çekmez ve örgüt arkadaşlarını polise ihbar eder. I-330’a camdan bir fanusun altında basınçlı hava ile işkence uygulanmasını izlerken de hiçbir duygu belirtisi göstermez. George Orwel

  • Добавить отзыв