Devlet

Devlet
Platon
Adil insan kimdir? Adil yönetici nasıl olmalı, nasıl yetiştirilmelidir? Dünyadaki en adil ve mutluluk veren yönetim şekli hangisidir? MÖ 340'larda yazılan bu eserin temel soruları bunlardır. Atina'da daha önce görülen hükûmetlerle ve mevcut hükûmet biçimlerini karşılaştırır Platon. İdeal kentin, devletin ve birçok toplumsal birimin yönetimine dair potansiyel biçimleri göz önünde bulundurarak teorilerini hem bireye hem de ideal şehir devletine uygular. Devlet, şüphesiz ki Platon'un asırlar boyunca kılavuz olan, en iyi bilinen eseridir. Demokrasi ile tiranlık arasındaki ince çizgiyi, mağara alegorisini, ruhun ölümsüzlüğünü, şiirin yapısı ve toplum için değeri hakkındaki fikirlerini Sokrates ve arkadaşları arasındaki diyaloglar ile aktarıyor. Balliol Koleji Başkanı Benjamin Jowett'in analizlerinin de yer aldığı bu eserde, tartışılan konuların pek çoğu hâlen güncelliğini koruyor. Belki de görüşlerin asırlar öncesinden şimdiye taşınmasının bir sebebi de bu… "…Bir devlet, anladığıma göre insanların ihtiyaçlarından doğar. Hiç kimse kendi kendine yeterli değildir ve hepimizin ihtiyaçları vardır. Devlet için başka bir çıkış noktası düşünülebilir mi? Öyleyse pek çok ihtiyacımız olduğu için, bir kişi bir amaç için birini, başka amaç için başka birini tutar. Ve bu yardımcılar bir araya getirilip bir yapı oluşturulduğunda buna devlet denir."

Platon
Devlet

ÖN SÖZ
İnsanın bir türlü vazgeçemediği tutkuları vardır. Bunların başında yüzyıllardır edebiyatın konusu olarak da gördüğümüz, geleceği öngörme arzusu gelir. Gerek insanlara doğru ve gerçekleştirilmesi gerekli olan düzenler, gerekse insanların kaçınması ve engellemesi gereken düzenler gösterilerek insanlığın gelecekte varabileceği en üst noktaya varması amacıyla miladın da öncesinden beri pek çok Ütopya ve Distopya yazılmıştır. Günümüzde sık sık bahsi geçenler arasında, kronolojik olarak ilk sırada Devlet gelir. Gerek diğer ütopyalara ve distopyalara gerekse tarihsel süreç içerisindeki siyasi düzenlere ışık tutmasıyla çağlar boyunca insanların başvurduğu sağlam bir referans olmuştur. Tıpkı düşünen her insanın sorguladığı gibi Devlet de mutluluk arayışıyla başlar: İyi insanlar mı daha mutludur yoksa kötü insanlar mı? İnsan, bu soruyu düşünürken hayatını oluşturan unsurları göz önüne alır ve hangisinin daha fazla etkisi olduğunu bulur. Kendi isteklerini gerçekleştirdikçe mi, diğer insanlara ve sosyal hayata uyum sağladıkça mı mutlu olunur? Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “ait olma”, “kendini gerçekleştirme”nin bir ön koşulu olarak daha alt basamaklarda yer alır. Bu bağlamda, hayatta sağlam şekilde var olmanın bir koşulunu topluma uyum sağlamak olarak görebiliriz. Devlet’te pek çok yerde insanların farklı yaradılışlarından ve bireysel farklılıklarından söz edilse de öncelik her zaman toplumun refahı olup bunun korunması yolunda düzenlemeler tartışılır. Çünkü Durkheim’a göre de toplum, bireyden değil; birey, toplumdan oluşur. Fakat bu noktada bir Ütopya olarak değerlendirilen Devlet ile bir Distopya olan Cesur Yeni Dünya arasında bir fark kalmaz. İkisinde de sonunda kişilerin mutlulukları göz ardı edilip toplumun refahı sağlandığı için insanlar artık kendi mutluluklarının ne olduğunu kaybederler. Devlet’te yanlış olarak bahsedilen üç yönetim biçiminde ve doğru olduğu savunulan yönetim şekillerinde Devletin birliği ön plandadır ve artık son nokta olan tiranlıkta yalnızca bir kişinin mutluluğu söz konusudur; tiranın. Bir Ütopya olarak Devlet’te bahsedilen “ideal” düzenlemeler gerçekleştirilse bile sonunda varılacak nokta yine bir Distopya olacaktır.
Devlet bugüne kadar dilimize defalarca kez çevrilmiş olmasına rağmen bu çeviriyi özel kılan başka bir yan vardır: Orijinal İngilizce metnin çevirmeni Benjamin Jowett’in yaptığı detaylı analiz. Jowett, Oxford Üniversitesine bağlı Balliol Kolejinde öğrenimini tamamladıktan sonra hayatını oradaki görevine adadı. Üniversitedeki reformist kişiliğinin yanı sıra pek çok filozof yetiştirdi. Felsefe ve teolojiyle ilgilendi, Platon’un diyalogları üzerine dersler verip onları tercüme etti. Yayımladıkları üzerine tekrar tekrar uğraşıp yeni baskılar çıkardı. Devlet çevirisi ve analizlerine vefatından otuz yıl önce başladı ve bu eser ancak vefatından sonra, 1894’te yayımlandı. Bu baskının ilk kısmında da Jowett’in analizlerine yer verilerek yüzyıllarca üzerine pek çok söz söylenen Devlet’e çok geniş bir pencereden bakılması hedeflenmiştir. Bu heybetli eseri üç kez tekrar yazabilmesi, onun hayatını bu işe adadığının göstergesidir. Devlet üzerine yaptığı çalışmalardan hiçbir zaman emekli olmamıştır. İkinci baskı ile birinci baskı arasındaki farklar da göz ardı edilemeyecek kadar büyük olsa da üçüncü baskıda tamamen yeni bir eser ortaya çıkmıştır. Yunancadan yaptığı çeviride izlediği “Önemli olan sözcükler değil verdikleri histir.” ilkesi doğrultusunda bu çeviri de orijinal metindeki esas ruh korunarak ortaya konmuştur. İngiliz okuyucularına yol göstermek için derin Yunanca bilgisiyle metnin arasına serpiştirdiği örtülü anlamlar bu çeviride siz değerli okuyuculara da aktarılmıştır. Hayatının hiç de hafife alınmayacak kadar büyük bir bölümünü adadığı Platon’un sözlerini aktarırken söz sahibi bir konuşmacı edasıyla kaleme aldığı bu satırlar, kitaba bir çeviriden çok orijinal metin havası kazandırmıştır. Tıpkı milattan önce dördüncü yüzyıldaki Yunan okuyucularda bıraktığı etki gibi İngiliz okuyucularının da Platon’un konuşma tarzını biliyormuşçasına içeriği tamamen anlamasını sağlamıştır. İşte bu özellikler Jowett’in çevirisine özgürlük, zarafet, sadelik ve ihtişam kazandırmıştır. (Goodwin, 1893) Çeviriden önce gelen analizler ve açıklamalarla, bir okuyucunun aklına gelebilecek çıkarımlar ve varılabilecek sonuçlara geniş bir ışık tutulmuştur.

    Necla Beyza ÖZKİŞİ

    2021
    İstanbul
Platon, MÖ 428 yılında Atina’da doğdu. Soylu bir aileden gelmesinin de etkisiyle pek çok farklı konuda kendisini geliştirme imkânı bulmuştur. Sokrates’le tanıştıktan sonra felsefeyle ilgilenmiş ve hocasının vefatından sonra diğer öğrencilerle birlikte çeşitli yerleri ziyaret etmiştir. Kırk yaşında İtalya’dan döndükten sonra Akademi’yi kurarak dersler vermeye başlamıştır. Sokrates’ten farklı olarak sokaktaki sıradan insanlara değil de ne istediğini bilen seçkin insanlara ders vermek istemiştir. Akademisindeki amacı da öğrencilerini filozof birer devlet yöneticisi olarak yetiştirmektir. Bu yüzden siyaset ve ahlakı öğretirken bunları matematikle de ilişkilendirmiştir. Platon’a göre idealar dünyasıyla gölgeler dünyasını birbirine bağlayan bilim geometriydi ve bu yüzden Akademi’nin kapısına “Geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin.’’ ifadesini yazdırdığı söylenir.
Benjamin Jowett, 15 Nisan 1817’de Londra’da doğdu. Balliol Kolejinde lisans eğitimini 1839’da, yüksek lisans eğitimini 1842’de tamamladı. 1845’te rahip oldu. Yazları Alman bilim insanlarıyla seyahatlere çıkardı. Özellikle Hegel’in felsefe tarihiyle ilgili makaleleriyle ilgilenirdi. Daha sonra politik ekonomi dersleri verirken Platon’u araştırmaya başladı. Ama asıl ilgi alanı teolojiydi. Pavlus’un Mektupları hakkında yazdığı yorumları tutucu rahiplerden çok tepki toplasa da aynı yıl Oxford Üniversitesine Kral tarafından Yunan profesörü olarak atandı. Daha sonra Platon’un Devlet’i ve diğer eski Yunan filozofları üzerine dersler vermeye başladı. On yıl boyunca dinde şüphe içerisindeydi ve sonunda On the Interpretation of Scripture başlıklı yazısıyla İngiltere Kilisesi tarafından sapkınlıkla suçlandı ama dava daha sonra düşürüldü. 1860 ile 1870 arasında üniversitede ve eğitim sisteminde pek çok reform gerçekleştirdi. Önceliği her zaman araştırma değil öğretimdi. 1871’de meşhur dört ciltlik çevirisi Platon Diyalogları’nı yayımladı. Daha sonra 1875’te gözden geçirilmiş hâliyle beş cilt olarak tekrar yayımladı. 1892’de üçüncü bir baskı daha gerçekleştirdi ama Devlet üzerinde çalışmaya 30 yıl boyunca devam etti. Bu çalışması vefatından sonra yayımlandı. 1 Ekim 1893’te vefat etti.
N. Beyza Özkişi, 1998’de İstanbul’da doğdu. 2016’da Yıldız Teknik Üniversitesinde İngilizce Öğretmenliği bölümüne girdi. Ortaokul yıllarından beri karşılaştırmalı olarak öğrendiği İngilizce ve İtalyancayla üniversite yıllarında çeşitli akademik ve edebî çeviriler yaptı. Dil ve edebiyat üzerine çalışmalarını devam ettirmek üzere 2020 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans öğrenimine devam etmektedir.

GİRİŞ VE ANALİZ

Devlet, Platon’un Yasalar’dan sonra en uzun ve -şüphesiz en değerli- çalışmasıdır. Philebos ve Sofist kitaplarında da modern metafiziğe, Devlet’tekine yakın bir yaklaşımda bulunmaktaydı; Politicus, yani Devlet Adamı kusursuzdu; devletin yapısı ve kurumları, Yasalar’da birer sanat eseri olarak ifade edilmekteydi; Şölen ve Protagoras seçkinler içindi. Fakat Platon’un diğer Diyaloglar’ının hiçbirinde aynı geniş bakış açısı ve aynı kusursuz biçim söz konusu değildir; hiçbiri Devlet’tekine denk bir dünya bilgisine sahip değildir ve eski ya da yeni, bu çağ ya da bir başkasındaki görüşleri içermemektedir. Platon’un hiçbir eserinde bundan daha derin bir iğneleme, daha muhteşem bir mizah ve imgelem ya da daha tesirli bir güç yoktur. Diğer yazılarının hiçbirinde hayatı ve onun yorumlamasını birlikte dokumaya, siyaset ve felsefeyi birbiriyle ilişkilendirmeye teşebbüs etmemiştir. Devlet, diğer Diyaloglar’ın da etrafında toplanabileceği bir merkezdir; Devlet’te felsefe, antik düşünürlerin hiçbir zaman ulaşamadığı doruk noktasına varır. (Özellikle de V, VI ve VII. kitaplarda.) Her ne kadar ikisi de doğrunun dış hatlarını ya da içeriğini tam anlamıyla çizebilmiş olmasa da diğer Yunanlar arasında Platon, Bacon’ın modernlerin arasında olduğu gibi, bir bilgi yöntemi tasarlayan ve bunu ifade eden ilk kişidir. Platon ve Bacon’ın ikisi de bilimin henüz yapılmamış olan ayrımıyla hoşnut olmak zorundaydılar. Platon, tüm dünyanın gördüğü en büyük metafizik dehasıydı ve onda, diğer bütün düşünürlerden de fazla, gelecekle ilgili bilginin tohumları da mevcuttu. Çağlar sonra bile düşüncenin ilerlemesine büyük katkısı bulunan mantık ve psikoloji bilimleri, Sokrates ve Platon’un analizlerine çok şey borçludur. Tanım teorileri, çelişki yasası, bir grup içinde tartışmanın mantıksızlığı, öz ve bir fikir veya gereken rastlantılarının, araçlar ve amaçların, sebepler ve koşulların arasındaki ayrım; ayrıca zihnin akılcı, şehvet düşkünü ve hiddetli bölümlerinin farkı ya da gerekli veya gereksiz zevk ve arzuların ayrımı; bunlar ve daha başka düşünce modelleri Devlet’te mevcuttur. Büyük ihtimalle de mucitleri Platon’dur. Yazılarında karışıklık eksik olmamasına rağmen (Ör. Devlet); tarihteki en büyük mantıksal düşüncelerin ve de bütün felsefe yazarlarını aklını kaçırma durumuna getiren düşüncenin, yani kelimeler ve nesneler arasındaki fark düşüncesinin, en çok onun gayretiyle üzerinde durulmuştur. (Devlet; Polit.; Cratylus) Ama hiçbir zaman doğruyu doğrusal bir şekilde ele almazdı, -mantık hâlâ metafizikte saklıydı- ve bütün doğruları, bütün varlığı ‘tasarladığını’ düşündüğü bilim, Aristo’nun keşfettiği düşünülen uslamlama teorisine hiç benzemiyordu (Soph. Elenchi 33. 18).
Şunu da unutmamalıyız ki Devlet, Atina’nın ve onun politik, fiziksel felsefesinin ideal tarihini içerdiği düşünülen büyük bir çalışmanın üçüncü parçasıdır. Critias’ın parçaları; Truva ve Arthur’un hikâyelerinden sonra gelen dünyaca ünlü bir kurgunun doğuşuna ışık tutmuştur. Ayrıca, on altıncı yüzyılın ilk denizcilerine ilham olmuştur. Atlantis Adası halkına karşı Atinalıların savaşını konu alan bu mistik hikâyenin, Solon’un yarım kalan şiirinde geçiyor olması gerek. Bu hikâye, Antik Yunan yazıtları ve Homeros’un şiirleri ile yakın ilişkidedir. Perslerin ve Yunanların arasındaki çatışmayı yansıtan bir Özgürlük mücadelesi (Tim. 25 C) olarak anlatılırdı. Timeos’un girişinde, Critias’ın bölümlerinde ve Yasalar’ın üçüncü kitabında da Platon’un bu ileri savını nasıl ele aldığını görebiliriz. Niçin o harika fikirden vazgeçildiği konusunda yalnızca tahminde bulunabiliriz. Belki Platon, bu kurmaca tarih içindeki tutarsızlığa karşı hassaslaşmıştır ya da belki artık ilgisini çekmiyordur ya da belki de yılların deneyimi engel olmuştur bitirmesine. Bizler kendimizi, eğer ki bu hayalî anlatı bitirilseydi Platon’u Helenik bağımsızlığa (Yasalar III. 698) karşı bir sempati sergilerken Maraton kasabası ve Salamis üstünde bir zafer marşı söylerken bulabileceğimiz hayaliyle mutlu edebiliriz. Belki orada, Atina İmparatorluğunun büyüklüğünü seyrederken Heredot’un taklidini yaparak -“Atinalıların Yunanistan’daki diğer devletleri büyüklük olarak geçmesine yol açan bu ifade özgürlüğü ne kadar da cesur!” diye haykırırdı- ya da belki de Atina’nın eski düzeninin zaferine, Apollon ve Athena’nın lütfuna atıfta bulunurdu. (Critias, Giriş)
Yine, Çiçero’nun De Republica’sı, St. Augustine’in Tanrı’nın Şehri kitabı, Thomas More’un Ütopya’sı ve daha nice aynı şekilde yazılmış hayalî devletlerin hepsi Devlet’in içinde görülebildiği için Platon, epeyce büyük bir hayran kitlesinin şefi (ἀρχηγός) ya da lideri olarak kabul edilebilir. Aristo’nun ya da Aristocuların ona Siyaset bilimindeki borçlarının büyüklüğü pek göze çarpmadı. Bunun dile getirilmesi çok daha önemli çünkü Aristo’nun kendisi bunu dile getirmemişti. Bu iki filozof, aslında düşündüklerinden daha çok birbirlerine benziyorlardı ve muhtemelen, Aristo’nun yazılarındaki bazı Platonsal parçalar hâlâ fark edilmedi bile. İngiliz felsefesinde de birçok benzeşim fark edilebilir. Sadece Cambridge Platoncularında değil, Berkeley ve Coleridge gibi büyük ve özgün yazarlarda da Platon’un fikirlerine rastlanabilir. Ortada, zihnin hayal bile edemeyeceği deneyimlerden daha üstün bir doğru var: Bizim neslimizin hevesle ortaya koymuş olduğu ve daha da yer kazanmakta olan bir inanç. Rönesansla birlikte yeni fikirler ortaya koyan Yunan yazarların üstünde Platon’un tartışılmaz bir etkisi olmuştur. Platon’un Devlet’i aynı zamanda eğitim alanındaki ilk bilimsel tez olma özelliğini taşır. Milton, Locke, Rousseau, Jean Paul ve Goethe’nin yazıları da onun torunları sayılır. Dante ve Bunyan gibi, Platon da ölümden sonraki hayatı tasvir eder; Bacon gibi, bilginin ahengi karşısında büyülenmiştir; ilk kilisede teoloji ve siyaset edebiyatının uyanışı hakkında araştırmalar yapmıştır. Onun sözleri başka çağlarda ‘ikinci el’ (Semp. 215 D) olarak kullanıldığında bile, yüce doğalarının yansımalarını içlerinde gören insanları mest eder. O, felsefede, siyasette ve edebiyatta idealizmin babasıdır. Çağdaş düşünürler ve devlet adamlarının, bilginin bütünlüğü, hukukun üstünlüğü ve cinsiyetlerin eşitliği gibi fikirlerinin çoğu onun hayallerinin öngörüsüdür.
İlk olarak, adaletli ve alnı açık Kephalos’un ele aldığı, daha sonra da Sokrates ve Polemarkhos’un ele aldığı, Thrasymachus’un çizdiği ve Sokrates’in bir kısmını açıkladığı karikatürlerde geçen, Glaukon ve Adeimantos tarafından soyutlaştırılmış ve Sokrates tarafından üretilen ideal devlette tekrar tüm hatlarıyla görülebilen adaletin arayışıdır Devlet’in ana konusu. Yöneticilerin ilk görevi, Eski Yunan tarzıyla betimlenmiş; sadece yüksek bir seviyede ahlak ve din, öte yandan sadece basit düzeyde müzik ve jimnastik, erkeğe yakışır şekilde bir şiir ve de bireyle devlet arasındaki büyük uyumu içeren bir eğitim olmalıdır. Hâl böyle olunca biz de hiçbir vatandaşın bir şeyin ‘mutlak sahibi’ olmadığı, ‘evlenmenin ya da boşanmanın’ var olmadığı, ‘yöneticilerin filozoflar, filozofların yöneticiler’ olduğu, daha başka ve oldukça yüksek dereceli, dinî ve ahlaki bilgilerin yanında fen ve sanat bilgilerinin de öğretildiği, sırf gençlik yıllarını kapsayan değil hayat boyu süren bir eğitimin sürdürüldüğü yüce bir devlet fikrini düşünmeye itiliyoruz. Böyle bir devletin bu dünyada gerçekleştirilmesi çok zor ve yapılsa bile çabuk bozulur. Asker kökenli ve onuruna düşkün bir hükûmet ancak bu ideali başarabilir. Fakat sonrasında, bu sistem bozularak demokrasiye dönüşür, pek mümkün gelmese de demokrasinin, sonunda diktatörlüğe dönüşme ihtimali vardır. ‘Yaşam çarkı tam bir turu tamamladığında’ yeni bir hayat başlamaz insanlar için. En iyisinden en kötüsüne geçeriz ve tam orada her şey biter. Konumuz sonra hemen değişir ve Devlet’in önceki bölümlerinde daha az tartışılan şiir ve felsefe konuları gün yüzüne çıkar, bunlar hakkında nihayetinde bir çözüme varılır. Şiirin, gerçeklikten üç kez uzaklaştırılarak oluşturulmuş bir taklit olduğu ve diğer coşkulu ozanlarla birlikte Homer’in de bir taklitçi olarak hüküm giydirilip sürgüne mahkûm edildiği kanısına varılır. Ve devlet fikri, sonrasındaki yaşamın gösterilmesiyle desteklenir.
Kitabın bölümlere ayrılması, benzerlerinde olduğu gibi büyük ihtimalle Platon’dan sonra gerçekleşmiştir. Aslında bölümler beş tanedir; (1) Kitap 1 ve Kitap 2’nin “Glaukon ve Adeimantos’un zekâsına hep hayran kaldım.” cümlesiyle başlayan paragrafa kadarki kısmında, ilk bölümde popüler ve sofistike adalet fikirleri çürütülür ve bitişinde de bazı önceki Diyaloglar’daki gibi, hiçbir net sonuca varılmamış olunur. Bu şekilde, genel yargıya bağlı olarak bir adalet tanımlanmaya çalışılır ve şu soruya bir cevap aranır: Bütün o kalıplardan sıyrıldığı zaman, adalet nedir? İkinci bölüm (2), ikinci kitabın kalan kısmıyla birlikte, ilk devletin ve ilk eğitimin kurgusuyla ilgili olan üçüncü ve dördüncü kitabın tamamını içerir. Üçüncü bölüm (3) beşinci, altıncı ve yedinci kitapları kapsar. Bu bölümde ana konu adaletten ziyade felsefedir. İkinci devlet, bu bölümde komünizm ilkelerine göre kurulur ve filozoflar tarafından yönetilir. Doğruyu düşünme eylemi de sosyal ve siyasi erdemler seviyesindedir. Sekizinci ve dokuzuncu kitaplarda (4) devletlerdeki ve ona denk gelen bireylerdeki çarpıklıklar başarılı şekilde incelenir. Hazzın doğası ve diktatörlük ilkesi, birey bazında çözümlenir. Onuncu kitap ise (5) artık her şeyin sonuca vardığı yerdir. Şiirle felsefe arasındaki ilişkiler nihayet belirlenir. Vatandaşların hayattaki mutlulukları da artık garantilenmiş durumdadır ve şiirle felsefenin görüşleriyle taçlandırılır.
Ya da daha genel olarak iki parçaya bölünebilir; ilk kısım (I-IV. kitaplar), Eski Yunan’a ait din ve ahlak fikirlerine örtüşür şekilde bir devlet tanımı içerir, ikinci kısımda ise (V-X. kitaplar) Eski Yunan kafa yapısına sahip devlet, felsefenin ideal krallığına dönüşür. Bu krallığa göre bütün hükûmetler çarpıktır. Bu iki görüş birbirine tamamen zıttır ve bu zıtlık, sadece dâhi Platon tarafından aydınlatılır. Devlet, tıpkı Phaidros gibi (Phaidros’un giriş kısmında görebilirsiniz.) kusurludur. Felsefenin ulu ışığı, sonunda sönüp cennete giden bir Eski Yunan tapınağının nizamını delip geçer. (592 B) Bu noksanlığın, planın büyüklüğü yüzünden mi yoksa yazarın ortaya döktüğü unsurların, zihnindeki uyumsuz uyumu yüzünden ya da çalışmanın farklı zamanlarda birleştirilmesi yüzünden mi olduğu soruları da İlyada ve Odesa’nınki gibi sorulmaya değer ama yanıtı bulunamayan sorulardır. Platon zamanında düzgün bir yayın şekli yoktu ve hiçbir yazarın da yazıtını değiştirmeye ya da ona eklemeye gönlü elvermezdi. Zaten yazdıklarından da sadece birkaç arkadaşı haberdar olurdu. Çalışmalarını bir süre kenara bıraktığını ya da zaman zaman bir başka eserine çalışmaya geçtiğini düşünmek hiç de saçma olmaz. Hatta verilen bu aralar, kısa yazılardan ziyade uzun olanlarda daha çok gerçekleşmiştir. İçeriklerine bakarak Platon’un yazılarını kronolojik olarak sıralamaya çalıştığımızda, her bir Diyalog’un bir kerede yazılmamış olması zorlayıcı bir etkendir. Bu durumun, Devlet ya da Yasalar gibi uzun yazılarda karşımıza çıkması daha mantıklı olurdu. Öte yandan, belki de Devlet’teki bu uyuşmazlıklar, filozofun birbirine yakıştırmaya çalıştığı uyumsuz ögelerden doğuyor olabilir. Ya da belki bizim gözümüze görünen bu uyumsuzluk, filozofa bu kadar bariz gelmemiştir. Yıllar boyunca büyük yazarların kendi kendilerine farkına varamadıkları bir yargı bu. Yazılarında bir bağlantı olması gerektiğinin ya da eserlerinde kendilerinden sonrakilere görünen sistemsel boşlukların farkına bir şekilde varamadılar. Edebiyat ve felsefenin ilk zamanlarında, tahmin yolları pek eskimiş ve de kelimelerin anlamları tam olarak tanımlanmış olsa da dil ve düşüncenin ilk denemelerinin içinde, şimdikinden daha çok tutarsızlık meydana çıkıyordu. Tutarlılık ise zamanla gelişen ve insan zihninin bazı muhteşem yaratılarının hepsinin ihtiyaç duyduğu bir şeydi. Bu şekilde değerlendirilen bazı Platon Diyaloglar’ı, bizim çağdaş fikirlerimize göre, biraz yarım yamalak görünüyor ama bu yarım yamalaklık kesinlikle hepsinin farklı kişiler tarafından ya da farklı zamanlarda yazıldığına işaret etmez. Devlet’in kesinti olmadan ve sürekli bir uğraşma ile yazılmış olduğu gerçeği, eserin içindeki her bir bölümde bir şekilde ispatlanabilir durumda.
İkinci başlık, “Adalete İlişkin”den ne Devlet ne Aristo ne de diğer eski filozoflar alıntılar yapmıştır. Platon’un diğer Diyaloglar’ının ikinci adları gibi daha sonraki zamanlara ait olduğu düşünülebilir. Morgenstern ve bazıları, sözde amaç olan adaletin tanımının mı yoksa devletin yapısının mı kitabın asıl amacı olduğunu sorgulamışlardır. Yanıt ise ikisinin birden olduğudur. Yani ikisi de doğrudur. Devletin düzeni adalettir ve devlet de insan toplumunda adaletin gözle görünen, somut örneğidir. Biri ruhken diğeri vücuttur. Eski Yunan’daki devlet fikrinde de tıpkı ideal insan fikrindeki gibi, adil kafa adil vücutta bulunur. Hegelci söyleyişe göre devlet, adaletin idea olması fikrine dayanır. Ya da Hristiyan dilinde olduğu gibi, Tanrı’nın krallığı içimizdedir ve bir Kiliseye ya da görünür bir krallığa dönüşür; “ebedî cennetler içinde, insan eliyle yapılmamış bir ev” şeklinde dünyevi bir yapıya benzetilebilir. Yahut Platon gibi açıklamak gerekirse adalet ve devlet birer eğriliktir ve bu eğrilik yapının her yerinde görülebilir. Devletin oluşumu tamamlandığında, adalet olgusu tamamen göz ardı edilmiyor fakat eser boyunca -birey ruhunun içsel kuralları veya sonunda öbür tarafta vuku bulan ödül-ceza sistemi gibi- farklı adlar altında geçiyor. Erdemler, alışverişteki ortak dürüstlüğün karanlıkta kaldığı bir adalete dayalı. Adalet ise dünyadaki ahenk olarak tanımlanabilen doğruluk inancına dayalı. Bu adalet, hem devletin kurumlarında hem de tanrısal toplulukların eylemlerinde görülebilir. (Tim. 47) devletin ahlaki tarafından çok siyasi yönünü ele alan ve çoğunlukla dış dünyayla ilgili varsayımlar içeren Timeos’ta bile; devlete, doğaya ve insanlara hükmetmek için aynı yasaların gerekli olduğu geçer.
Yine de bu soru hem eski hem çağdaş zamanlarda çok sorulmuştur. Doğadaki ve sanattaki bütün eserlerin tasarım olarak adlandırıldığı bir eleştiri evresi vardır. Eski yazılarda (ya da genel olarak edebiyatta) genelde asıl tasarımın içinde kavranamayan büyük bir unsur kalır. Plan, yazarın elinden çıktığı için yazarken kendisine yeni fikirler geliverir. Başlamadan önce görüşünü yazının sonuna kadar nasıl yazacağını hesaplayamaz. Kitabın tamamının altında bir anlam arayan okuyucu en muğlak ve en genel olanı kapmalıdır. Bu yüzden, devlet fikrinin sıradan şekilde açıklanmasından memnuniyetsizlik duyan Stallbaum, kendine göre doğru açıklamayı “tamamen adaletle inşa edilmiş ve doğruya bağlı olarak yönetilen bir devletteki insanların hayatının temsili” olarak yapar. Böyle genel betimlemelerin içinde bazı işe yarar noktalar olabilir ama bunların, yazarın tasarımını yansıttığı pek de söylenemez. Doğrusu şudur ki ne bir taneden bahsettiğimiz gibi birkaç tasarımdan bahsedebiliriz ne de zihnin kendiliğinden vardığı ve genel amaçla çelişmeyen büyük plandaki herhangi bir kısmı çıkarmamız gerekir. Bir binada, plastik sanatlarda, şiirde, düzyazıda ne türde veya ne derecede bir uyum aranması gerektiği, bilim alanına göre belirlenmelidir. Platon’a göre ‘yazarın amacının’ ya da ‘Devlet’in başlıca tezinin ne olduğu’ sorgusu pek de anlaşılamaz ve böylece, ikisi de boş verilmelidir. (Phaidros’a Giriş, vol. I.)
Devlet, Platon’un zihninde devlet şeklinde yansıtılan üç ya da dört büyük gerçeğin bir aracı değil mi? Yahudi elçilerinin bahsettiği Mesih’in saltanatındaki gibi ya da “Hz. İsa’nın Günü”, Tanrı’nın çile çeken kulları ya da “Şifalı kanatlarıyla bize muhteşem dini ülkülerini taşıyan Doğruluk Güneşi” gibi, Platon da kitabında betimlediği Yunan Devleti aracılığıyla aslında bize, -gözle görülen dünyadaki güneş gibi- ilahi mükemmeliyet, insan mükemmeliyeti -yani adalet- küçükken başlayan ve sonraki yıllarda devam eden eğitim, insanlığın şeytani hükümdarları ve düzmece öğretmenleri olan ozanlar, sofistler ve diktatörler, onların vücut bulmuş hâli olan bu dünya ve dünyada var olmayıp cennette varlığını sürdüren ama insan hayatının düzenini belirleyen bir krallık hakkındaki düşüncelerini aktarıyor. Güneş ışınlarının onları delip geçtiği anda cennetteki bulutların olduğu kadar kendi içinde bütünlüğe sahip bir yaratı yoktur. Felsefi kurguda karanlığın ve aydınlığın, doğrunun ve doğruyu örten kurgunun herhangi bir türü kabul edilebilir. Hepsi aynı düzlemde değildir; fikirlerden mit ve kanılara, hakikatlerden mecazlara kolayca geçiş yapılır. Bunun -en azından büyük bir kısmı- düzyazı değil şiirdir ve tarihsel olasılıklara veya mantık kurallarına göre yargılanmamalıdır. Yazar, kendi fikirlerini sanatsal bir bütün şekline sokmaya çalışmaz; fikirleri onu ele geçirir ve artık ona fazla gelmeye başlar. Bu yüzden, Platon’un aklındaki gibi bir devlet yapısının hayata geçirilip geçirilemeyeceğini ya da yazarın aklına ilk olarak Devletin dışsal yapısının mı yoksa içindeki hayatın yapısının mı geldiğini sorgulamak mantıksız kaçar. Fikirlerinin hayata geçirilemeyişiyle doğrulukları arasında bir bağlantı olmadığı ve eriştiği en üst düşüncelerin, gerçekten en üst derecede “tasarım”ı taşıdığı kabul edilir ki bu tasarım, devletin dış çerçevesinden ziyade adalet, adaletten ziyade doğrudur. Muhteşem diyalektik bilimi ve fikirlerinin organizasyonunda aslında gerçek bir içerik yoktur. Onun yerine, bütün zamanların ve varoluşun izleyicisinin, üst bilgiyi kovalaması için gerekli olan bir tür yöntem ya da güç olduğu söylenebilir. Beşinci, altıncı ve yedinci kitaplarda Platon, “kurgunun zirvesi”ne ulaşır ve bunlar; çağdaş bir düşünürün ihtiyaçlarını karşılayamasa da eserin en özgün kısımları oldukları için en önemli kısımları sayılabilirler.
Konuşmanın geçtiği hayalî tarihe -diğerleri gibi kendisi tarafından da ileri sürülen MÖ 411 yılına- dayalı olarak bir kurgu yazarı ve Platon gibi kronolojik sırayı önemsememesi (Devlet. I. 336, Semp. vb.) ile ünlü, sadece genel ihtimalleri hedefleyen Boeckh tarafından yöneltilen küçük bir soruyu uzun uzadıya tartışmaya lüzum yok. Devlet’te adı geçen kişilerle bir gün bir yerde karşılaşması, kırk yıl sonra bu eseri okuyan bir Atinalı ya da kitabı yazdığı sırada Platon için (Oyunlarından birini düşündüğümüzde Shakespeare’in yaşadığından daha büyük değildir.) bir zorluk sayılmaz. Ve bizim de canımızı sıkmaz. Yine de bu cevabı olmayan bir soru olduğu için “hâlâ sorulmaya değer” bir soru olabilir çünkü görünen o ki tarihsel açıdan, Platon zamanlarıyla tartışamayız. Kronolojik sorunları önlemek için onları zoraki bir uzlaşmaya vardırmak zaman kaybı olur. Mesela şunlar da kronolojik sorunlardan sayılabilir, C. F. Hermann’ın varsayımına göre, Glaukon ve Adeimantos, Platon’un kardeşleri değil amcalarıdır, (Apol.) ayrıca Stallbaum’un düşüncesine göre Platon, bazı Diyaloglar’ın yazıldığı tarihlerdeki kronolojik hataları bilerek bırakmıştır.
Devlet’teki başlıca karakterler Kephalos, Polemarkhos, Thrasymachus, Sokrates, Glaukon ve Adeimantos’tur. Kephalos sadece giriş kısmında görünür, Polemarkhos ilk tartışmanın sonunda çıkagelir ve Thrasymachus ilk kitabın sonunda sessizliğe gömülür. Ana tartışma Sokrates, Glaukon ve Adeimantos arasında geçmektedir. Topluluğun içinde Lysias (hatip) ve Euthydemus, Kephalos’un oğulları, Polemarkhos’un kardeşleri, yabancı bir Charmantides de vardır ama bunlar sessiz izleyicilerdir. Ayrıca bir de sadece bir kere Diyalog’da adı geçince söze giren ve Thrasymachus’un arkadaşı gibi duran Kleitophon vardır.
Evin reisi Kephalos, uygun bir şekilde fedakârlık teklif etmekle meşguldür. Neredeyse ölmek üzere olan ve kendi de dâhil bütün insanlıkla barışık yaşlı bir adam gibidir. Artık bir ayağı çukurdadır ve geçmiş hayatıyla ilgili düşünüyordur. Sokrates’in onu ziyarete gelmesine hevesli, önceki neslin şiirlerine meraklı, hayatını iyi geçirdiği için mutlu ve gençliğin verdiği arzuların iktidarından kurtulduğu için hoşnuttur. Lakırdı sevgisi, zenginlere karşı kayıtsızlığı ve ilgisi, hatta gevezeliği çok ilginç özellikleridir. Bütün zihni para kazanmayla meşgul olduğu için söyleyecek hiçbir şeyi olmayanlardan biridir. Ama zenginlerin, insanları para sayesinde sahtekârlık ve yalancılığa cezbetme avantajı olduğunu da kabul eder. Sohbete olan sevgisi, ona verilen ilahi görevden daha az olmayan ve de bütün insanlıkla, gençlerle ve yaşlılarla ilgili soruları soran Sokrates’in ona gösterdiği ilgi de gözden kaçırılmamalıdır. Hayatı bunun capcanlı bir örneği iken adaletle sorusunu gündeme getirmek Kephalos’tan başka kime yakışabilirdi ki zaten? Yalnız Kephalos’un değil, genel olarak Yunanların kafasında yaşlılıkla özdeşleştirdiği ölçülülük, varoluşun kabul edilebilir bir özelliğidir ve Çiçero’nun De Senectute’taki abartısıyla çelişir. Ömrün sonbaharı Platon tarafından olabilecek en manalı ama mümkün olduğunca da duyarlı şekilde açıklanmıştır. Çiçero’nun belirttiği gibi (Ep. ad Attic. iv. 16) yaşlı Kephalos, ne anlayabildiği ne de dramatik edebi bozmadan katılabildiği sonraki tartışmaların dışında kalmış olurdu. (Laches’teki Lysimachus, 89)
“Oğlu ve varisi” Polemarkhos, gençliğin getirdiği dobralık ve aceleciliğe sahiptir; giriş sahnesinde Sokrates’i, kadın ve çocuk konularında alıkoyması ve bırakmaması ile tanınır. Tıpkı Kephalos gibi sınırlı bir bakış açısı vardır ve hayatta prensiplerinden ziyade kuralları olan, herkesçe bilinen bir ahlaki dönemi temsil eder, babasının Pindar’dan yaptığı gibi Dimonides’den (Aristotales, Bulutlar, 1355 ff.) alıntı yapar. Ama bundan sonra da söyleyecek bir şeyi kalmaz, verdiği cevaplar da Sokrates’in diyalektiği ile ortaya çıkardıklarından başkası değildi. Glaukon ve Adeimantos gibi Sofistlerin etkisiyle henüz karşılaşmamıştı. Dolayısıyla onları reddetme ihtiyacı da hissetmiyordu. Sokrates öncesi ya da diyalektik öncesi de denebilecek döneme aittir diyebiliriz. Zaten tartışmayı beceremez durumdadır ve Sokrates de onu ne dediğini bilmez duruma getirip sersemletir. Adaletin bir hırsızlık ve erdemlerin sanatın benzeşimi olduğuna inandırılmıştır. Kardeşi Lysias’tan (Eratosth’un zıttı. s. 121), Otuz Tiran’a kurban gittiğini öğreniyoruz ama burada ne kaderiyle ilgili bir ima ne de Kephalos ile ailesinin Sirakuzalı olduğu ve Thurii’den Atina’ya göçtüğüne dair bir durum var. Phaidros’ta daha önce duyduğumuz “Kadıköylü dev” Thrasymachus, Platon’a göre Sofistlerin en kötü özelliklerinin canlı örneğidir. Kibirlidir ve rüzgâr gibi gürler. Para vermedikçe konu açmaktan kaçan, konuşmayı seven ve böylece de kaçınılmaz Sokrates’ten de kaçabilen biridir. Fakat tartışmada ancak bir çocuk gibi kalır ve onun çenesini kapatacak -Platon gibi konuşmak gerekirse- bir sonraki “hamle”yi öngöremez. Genel fikirleri ifade edebilme evresine ulaşmıştır ve bu hususta Kephalos ve Polemarkhos’tan öndedir. Fakat bir tartışma içinde bunları savunmada yetersizdir ve yaşadığı kafa karışıklığını alayla ve küstahlıkla saklamaya çalışır ama başarılı olamaz. Bunun gibi öğretilerin ona Platon ya da diğer Sofistler tarafından atfedildiği kesin olmasa da felsefenin ilk zamanlarında ahlak konusundaki ciddi yanlışlıklar kolayca büyüyebilir. Bu bilgi kesinlikle insanlara Thucydides tarafından verilmiştir ama günümüzde biz, tarihsel gerçeklerle değil Platon’un Thucydides tanımıyla alakadarız. Münazaranın eşitsizliği, bu sahnenin komikliğine komiklik ekliyor. Şatafatlı ve içi boş Sofist; içindeki bütün gösteriş kaynaklarına ve zayıflıklara dokunmayı bilen bu diyalektik ustasının ellerinde tamamen çaresiz durumdadır. Sokrates’in alayları karşısında bayağı sinirlenmiş ama gösterişli ve ahmakça öfkesi kendisini saldırganının hamlelerine daha açık hâle getirmekten ileri gitmemektedir. Laflarını onlara yedirmeye kararlıdır ya da kendi deyişiyle “ruhlarına yedirmeye” ve Sokrates’ten bir korku işareti beklemektedir. Öfkesinin durumu neredeyse tartışmanın gidişatı kadar dikkate değerdir. Hiçbir şey onun yenildikten sonraki uysallığı kadar güldürücü değildir. İlk başta tartışmayı isteksizce devam ettiriyor gibi görünür ama sonrasında rızası olduğu görülür ve hatta sonraki aşamalar için ilgisi olduğunu birkaç yerde itiraf eder. Glaukon tarafından saldırıya uğradığında (vi. 489 C, D) Sokrates onu, “hiç düşmanı olmamış, hep dostu olmuş biri” gibi esprili bir şekilde korur. Çiçero, Quintilianus ve Aristo’nun Retorik’inden; Platon’un bu kadar gülünç duruma düşürdüğü bu sofistin, sonraki çağlarda yazılarının hâlâ korunduğunu öğreniyoruz. Onunla aynı zamanlarda yaşamış olan Herodicus’un (Aris. Reto. ii. 23, 29) onun adına yaptığı oyun, “savaşta hiç cesur olmamasına rağmen” onun hakkındaki bu tanımın gerçeklikten uzak olduğunu gösteriyor.
Thrasymachus susturulduğunda, iki ana sanık Glaukon ve Adeimantos sahneye girer. Burada, Yunan trajedisindeki gibi (Phaidon’nun girişi), üç oyuncu tanıtılır. İlk bakışta Aristo’nun iki oğlunda, Phaidon’daki Simmias ve Cebes’te olduğu gibi ailesel bir benzerlik görülebilir. Ama daha yakından bakıldığında bu benzerlik yok olur ve ne kadar farklı karakterler oldukları görülür. Glaukon “istediği şeyin peşinde koşmaktan asla vazgeçmeyen” fevri bir gençtir (Ksenofon. Memorabilia. iii. 6); aynı zamanda aşkın sırlarını iyi bilen haz düşkünü bir adam ve bir ‘‘jubenis qui gaudet canibus”, hayvanların soylarını iyileştiren biri ve de gençlik zamanının bütün tecrübelerini edinmiş bir sanat ve müziksever. Thrasymachus’un tatsız sözlerinin kolayca arasına girebilen tez canlı ve tesirli biridir, insan doğasının çirkin tarafını aydınlığa çıkarabilir, adalet ve doğruya olan inancını kaybetmez. Filozofla dünya arasındaki gülünç ilişkiyi benimseyen Glaukon’dur. Ona göre, basit bir devlet anca “domuzlara” ait olabilir. Her zaman kenarda bir esprisi hazırdır. Eline fırsat geçtiğinde Sokrates’in mizahını desteklemeye hazırlıklıdır. Müzik alanında ya da sergilenen tiyatro oyunlarında veya demokrasi vatandaşlarının şahane davranışlarındaki gülünçlükleri takdir eder. Kardeşi Adeimentus’un ona saldırmasına izin vermeyen Sokrates kimi zaman onun zayıflıklarına taş atmaktadır. Adeimentus gibi o da bir askerdir ve Megara Savaşı’nda seçilmiştir. (yıl: 456?) Adeimentus’un kişiliği daha derin ve ağırbaşlıdır, ayrıca daha bilgece itirazlar genelde ondadır. Glaukon hislerini daha çok açığa vurandır ve genelde oyunu o başlatır. Adeimantos tartışmayı ileri götürür. Glaukon daha hayat doludur ve gençlere karşı daha sevecendir; Adeimantos yetişkinlere daha olgun bir gözle bakar. İkinci kitapta Glaukon adalet ve haksızlığın sonuçlarına göre ayırt edilmesi gerektiğini savunduğunda Adeimantos insanoğlunu sadece sonuçların ilgilendirdiğini belirtir. Dördüncü kitabın başında da buna benzer şekilde, Sokrates vatandaşları mutlu etmede başarısız olduğunu ve mutluluğun birinci değil ikinci önemli şey ve asıl amaç değil devletin iyi yönetiminin dolaylı bir sonucu olduğunda ısrar eder. Din ve mitoloji hakkındaki tartışmada Adeimantos savunma yapmaktadır ama Glaukon ufak bir şakayla araya girer ve konuşmanın konusunu o kitabın sonuna kadar müzik ve jimnastiğe çevirir. Sokratik tartışmanın sağduyusu hakkında eleştiri yapmaya gönüllü olan, Sokrates’in kadınlar ve çocuklar meselesine geçmesine karşı çıkan yine Adeimantos’tur. Delille konuşulan bölümlerde Adeimantos’u daha çok görürken Diyalog’un daha hafif ve imgesel bölümlerinde Glaukon karşımıza çıkar. Örneğin; altıncı kitabın büyük bir kısmı boyunca felsefenin ve “iyi” fikrinin yozlaşması konusu Adeimantos ile konuşulur. 506. sayfada, Glaukon tekrar ana muhatap olarak karşımızdadır fakat Sokrates’in almış olduğu yüksek eğitimi idrak edemez ve tartışmada gereksiz yere laf çarpmaya çalışır. Bir sonraki kitapta Adeimantos bir kere daha, tartışma yaratan Devlet’le kıyasladığı kardeşi Glaukon’u taşlamak için geri gelir; yine onun yerine Glaukon geçer ve sonuna kadar konuşmaya devam eder.
Burada Platon’un betimlediği karakterlerin sıralaması, aslında ahlakın birbirini izleyen aşamalarını temsil eder. Eski zamandaki Atinalı beyefendilerden başlayıp hayatını atasözü ve deyişlerle devam ettiren gerçekçi insana, daha sonra da Sofistlerin dağınık genellemesine geçer ve son olarak da sofistike argümanları bilen ama onlarla ikna olmayan, varlıkların doğasında daha derinlere inmeyi arzulayan büyük hocanın öğrencileri gelir. Bunlar da tıpkı Kephalos, Polemarkhos ve Thrasymachus gibi; birbirinden net şekilde ayrılmıştır. Ne Devlet’te ne de Platon’un diğer Diyaloglar’ında bir karakter yinelenmiştir.
Devlet’te çizilen Sokrates karakteri de tamamen tutarlı değildir. Ksenofon’un Memorabilia’sı, Platon’un ilk Diyaloglar’ı ve Sokrates’in Savunması kitabında gördüğümüz gibi ilk kitapta daha gerçek bir Sokrates görüyoruz. Bahsettiğimiz Sokrates alaycı, kışkırtıcı, soran, Sofistlerin eski düşmanı ve gerektiğinde Silenus maskesini takabilmeye veya ciddi bir şekilde tartışmaya hazırdır. Ama altıncı kitapta Sofistlere olan düşmanlığı hafifler ve onların dünyayı mahvetmekten ziyade onu temsil ettiklerini kabullenir. Aynı zamanda, gerçek Sokrates’in siyasi ve spekülatif fikirlerini de aşarak daha dogmacı ve yapıcı birisi olur. Paragrafların birinde Platon’un kendisi, bütün hayatını felsefeyle geçirmiş olan Sokrates için artık diğer insanların fikirlerini tekrarlama zamanının bitip kendi fikirlerini açıklama vaktinin geldiğini çıtlatıverir. Kesinlikle evrensel ve nihai sebeplerin doğası üzerinde durmasına rağmen “iyi” düşüncesinin ya da kusursuz devlet görüşünün, Sokratik öğretilerde anlaşıldığının kesin bir kanıtı yoktur (Ksen. Mem.; Phaedo) ve onun gibi ömrünün otuz-kırk yılını halkı eğitmeye adamış bir düşünürün, bu süre zarfında aile ilişkilerinin doğasına değinmemiş olması neredeyse imkânsızdır ki bunun hakkında Memorabilia’da kesin delil bulunmaktadır. (Mem.) Sokratik yöntem sözde korunmuştur ve her çıkarım ya bir konuşmacının ağzından çıkmış ya da kendisi ve Sokrates’in ortak bir keşfi olarak sunulmuştur. Fakat herkes bunun, çalışma ilerledikçe usandırıcı şekilde yapmacıklığı büyüyen sadece bir görünüş olduğunu görebilir. Sorgulama yöntemi yerini, muhataplarının yardımıyla konuya farklı açılardan bakıldığı bir öğretme yöntemine bırakır. Sürecin doğası, Glaukon kendini araştırmada pek de iyi olmayan bir arkadaş olarak tanımladığında, tamamen tasvir edilmiş olur ama aslında Glaukon sadece kendisine gösterilen kadarını görüyordur ve belki de bir soruya başka herhangi birinden daha hazırcevap karşılık verebilir.
Ne Devlet’te Glaukon’un öğrencileri için bilinmez olarak nitelendirilen ruhun ölümsüzlüğünü öğretenin Sokrates’in ta kendisi olduğundan emin olabiliriz ne de efsaneleri ve diğer taraftan gelen esinleri birer öğretme aracı olarak kullandığını var saymamız için ortada bir sebep vardır. Çünkü eğer öyle olsaydı ya şiiri yasaklardı ya da Yunan mitolojisini alenen suçlardı. Sevdiği yemine el konulmuş ve Sokrates’in kendisine özgü bir olay olarak söylediği daemoniumun[1 - Latince; Şeytan. (ç.n.)] -ya da iç işaret- hiç bahsi geçmezdi. Sokratik öğretimin, Devlet’te diğer Platon Diyaloglar’ından daha belirgin temel unsuru örnek ve misallerin kullanımıdır (τὰ φορτικὰ αὐτῷ προσφέροντες): “Haydi müşterek örnekleri bir sınayalım.” Alaycı bir şekilde “Sen.” der Adeimantos altıncı kitapta “İmgelerle konuşmaya hiç alışmamışsın.” ve örneklerin -veya imgelerin- kullanımı, özünde tamamen Sokratik olsa da bir dâhi olan Platon onun kapsamını, zaten kuramsal olarak tasvir edilmiş -ya da tasvir edilecek- olanın içinde biçimlenen bir alegori ya da kıssa şeklinde genişletmiştir. Böylece VII. kitaptaki mağara tasviri, VI. kitaptaki bilginin parçalarının bir tekrarıdır. IX. kitaptaki karışık hayvan da ruhun farklı parçalarının bir benzetmesidir. VI. kitaptaki asil kaptan, gemi ve esas pilot ise kitapta betimlenen devletteki filozoflarla halk arasındaki ilişkiyi simgeler. Diğer figürler -köpek, yeteneksiz kızın evliliği ya da sekizinci ve dokuzuncu kitaplardaki erkek arılar ya da yaban arıları- de uzun paragraflarda ilişkili konuların arasında bağlantı kurmuştur ya da önceki tartışmaları hatırlatmak için kullanılmıştır.
Platon, onu “bu dünyadan olmayan” olarak tanımladığında ustasının karakterine karşı en dürüst tanımı yapmıştır. Sokrates’in kurguları olarak gösterilemeseler de onun bu tasviriyle ideal devlet ve Devlet’in diğer paradoksları bir uyum içerisindedir. Ona ve diğer büyük felsefe ve din öğreticilerine göre yukarıya bakıldığında bu dünya hataların ve kötülüğün somut hâli olarak görünür. İnsan ırkının sağduyusu bu görüşe karşı başkaldırmıştır ya da bir dereceye kadar kabul etmiştir. Hatta Sokrates’in kendisinde de eğriliğin katı yargısı bazı zamanlar yerini alaycı bir tür acımaya ya da sevgiye bıraktığı görülür. İnsanlar genel olarak felsefe yapma becerisinden yoksundurlar ve bu yüzden filozofla bir düşmanlık içerisindelerdir: Onu kendi olarak hiç görmedikleri ve doğrunun hiçbir parçasını içermeyen tamamen yapay sistemleri bildikleri için -ki bunlar pek çok farklı yerde görülebilmekte- onunla yaşadıkları bu yanlış anlaşılma gayet doğaldır. Liderlerinin ölçülebileceği hiçbir şey yoktur ve bu yüzden kendi kişiliklerinden bile habersizdirler. Ama bu onlarla tartışılmasını değil onlara acınmasını ve gülünmesini gerektirir. Problemle karşılaştıklarında kocakarı ilaçları misali yöntemlerle çözüm bulurlar. Devlet’teki Sokrates’in en belirgin özelliklerinden biri hata yapanlara karşı bu ılımlılıktır. Platon ya da Ksenofon’un Sokrates betimlemelerinde, başlardaki ve sonlardaki Diyaloglar’daki bütün farklı Sokrates betimlemelerinde, Sokrates’i Sokrates yapan özelliği olan usanmadan ve yılmadan hakikatin peşinde koşması hep korunur.
Bu kısımda artık karakterleri bir kenara bırakıp Devlet’in içeriğini analiz ediyoruz, daha sonra da (1) Helen dönemindeki İdeal Devlet’e genel açılardan bakacak ve (2) Platon’un okunabileceği çağdaş yöntemleri inceleyeceğiz.

BİRİNCİ KİTAP
Devlet, tam olarak bir Yunan sahnesiyle başlar; Pire’de Tanrıça Bendis onuruna atlı meşale yarışı yapılan bir festivalle. Bütün eserin, festivalin ertesi günü yapılan ve Timaeus’un ilk sözlerinden anladığımıza göre, Kritias, Timaeus, Hermokrates ve birinin daha bulunduğu küçük bir partide, Sokrates tarafından anlatıldığı farz edilmektedir.
Diyaloğu anlatmanın sözde avantajı elde edildiğinde, dikkat hiç topluluktan birine doğru kaymaz ve okuyucu da anlatının harikulade uzunluğunu da fark etmez. Sayısız katılımcılar arasında yalnızca üç kişi tartışmaya cidden katılır. Gece meşale yarışına gidip gitmedikleri ya da Sempozyum’daki gibi konuşup konuşmadıkları hakkında bilgimiz yoktur. Tartışmanın başladığı şekil şöyle betimlenmiştir -Sokrates ve arkadaşı Glaukon, Glaukon’un oğlu Adeimantos’un da eşlik ettiği Polemarkhos’un çabucak getirdiği bir mesaj onları tuttuğunda ve neşeyle dolu bir sertlikle onları kalmaya zorladığında festivalden çıkmak üzeredirler. Meşale yarışından sonra onlara, Sokrates’e hep cazip gelen, gençlerle yapılacak bir sohbetin memnuniyetini sunarlar. Polemarkhos’un şimdilerde pek yaşlı olan babası Kephalos’un evine dönerler. Kephalos’u köşede rahat bir koltukta, bir fedakârlık için taçlandırılmış şekilde otururken bulurlar. “Ben artık çok yaşlandığım için sen bana daha sık gelmelisin Sokrates. Ve hayatın bu aşamasında, diğer zevkleri kaybetmişken muhabbete daha çok önem veriyorum.” der. Sokrates ona bu çağ hakkında ne düşündüğünü sorar ve yaşlı adam; yaşlılığın acıları ve dargınlıklarının insanın mizacından kaynaklandığını, yaşlılıkta gençliğe has olan tutkuların tahakkümünün artık hissedilmediğini söyler. “Evet.” der Sokrates ve ekler “Fakat Kephalos, dünya diyecek ki sen yaşlılığında mutlusun çünkü zenginsin. Söylediklerinde hakları var ama hayal ettikleri kadar değil. Themistoklis’in Seriphosluya söylediği gibi “Ne sen bir Atinalı olsaydın ne de ben bir Seriphoslu olsaydım bu kadar ünlü olurduk. Şimdi ben bu sözü sana uyarlıyorum; ne iyi ama fakir bir adam yaşlılığında mutlu olabilir ne de kötü ve zengin bir adam.” Sokrates, Kephalos’un zenginleri umursamadığını görür. Servetini sonradan edindiğini değil, ona miras kaldığını söylediğinde bunların temel avantajının ne olduğunu bilmek ister. Kephalos; yaşlandığında dünyanın üstünde olduğu inancının büyüdüğünü, adalet dağıtmış olduğunu, sefalet yoluyla adaletsizlik dağıtmaya mecbur kaldığını, birini aldatmak zorunda kalmamış olmasının tarifsiz nimetler olduğunu söyler. Açıkça bir tartışma başlatmaya çalışan Sokrates sonra şöyle sorar; “Adalet kelimesinin anlamı nedir? Doğru konuşup borçlarını ödemek mi? Bundan fazlası yok mu? Ya da bazı istisnalar olabilir mi? Ben, mesela, şu anda aklını kaçırmış bir arkadaşımın eline, ondan aklı yerindeyken ödünç aldığım kılıcı verebilir miyim, sırf ona borcum olduğu için?”
“Hayır, bazı istisnalar olmalı. Ayrıca verdiğiniz tanım Simonides’e aittir.” diye yanıtlar Polemarkhos. Burada, Kephalos yaptığı fedakârlıkları düşünmek için geri çekilir. Sokrates şakayla, tartışmanın sahibinin Kephalos’un varisi Polemarkhos olduğunu söyler.
Yaşlılığın tasviri biter ve Platon, her zaman yaptığı gibi bütün kitabın esas noktasına, adaletin tanımını sorarak dokunur; ilk önce, Glaukon dış doğruluğa yorduğu soruyu sorar ve Kephalos’un imasındaki aşağıdaki dünyanın son efsanesine hazırlanır. Adil adamın portresi doğal bir kapak resmidir ya da devamındaki uzun söyleve bir giriştir ve belki de adaletin doğası hakkındaki bütün kafa karışıklığımıza rağmen “adil bir adamın kim olduğu”nu anlamakta bir güçlük olmadığını söylemeye çalışır. İlk yorum Simonides’in bir sözüyle desteklenmiştir ve şimdi Sokrates, adaletin çözümünün birbiriyle bağlantısı olmayan iki öğretiye dayandırılmasının, diyalektiğe yetmediğini gösterme niyetine girer.
… Şöyle devam eder: Simonides’in bu sözünde anlatmaya çalıştığı nedir? Aklı yerinde olmayan adama o silahı geri vermem gerektiği mi? “Hayır. Bu durumda değil, taraflar arkadaşsa değil. Yoksa kötü şeyler yaşanır. Simonides’in anlatmak istediği şu, senin yapmayı düşündüğün şey aslında gayet doğru: “Dostlarına iyi, düşmanlarına kötü davranmak.” Her davranışın birine bir etkisi olur ve bu benzetmeye dayanarak Sokrates, “Adaletin yaptığı uygun, doğru şey nedir ve kime yapar?” diye sorar. Adaletin dosta iyilik, düşmana kötülük yaptığını söylerler. Ama neye göre iyilik, neye göre kötülük? “İyi olanla birlik olup diğeriyle de savaşmak.” O zaman barış zamanında adaletin gereği nedir? Cevap, adaletin bütün anlaşmalarda işe yaradığıdır ve anlaşmalar da para ortaklıklarıdır. Evet ama bu ortaklıklarda nasıl oluyor da adil adam diğerinden daha yararlı oluyor? “Paranın güvenilir ellerde korunması ve kullanılmamasını istiyorsan” paranın işe yaramadığı yerde adalet işe yarar. Aslında başka bir zorluk daha var; adalet, savaş sanatı ve diğer sanatlar gibi, zıtlıklardan oluşmalıdır; savunmada ve saldırıda uzmanlık, çalmada ve korumada uzmanlık. Ama o zaman da aslında bir kahraman olmasına karşın adalet, tıpkı Homeros’un “hırsızlık ve yalancı şahitliğin üstü” kahramanı Autolycus gibi bir hırsız oluyor. Hırsızlığın arkadaşların yararına, düşmanların zararına yapıldığını unutmamama rağmen böyle bir konuya bizi sen, Homeros ve Simonides getirdiniz ve şimdi başka bir soru ortaya çıkıyor: Arkadaş dediklerimiz gerçekten mi yoksa sadece görünüşte mi öyledir? Düşmanlarımız gerçekte mi yoksa görünüşte mi öyledir? Ve arkadaşlarımız salt iyi, düşmanlarımız da salt kötü müdür? Cevap, görünüşte ve gerçekte iyi arkadaşlarımıza iyi, görünüşte ve gerçekte gerçekten kötü olan düşmanlarımıza da kötü davranmamız gerektiğidir; iyiye iyi, kötüye kötü. Ama kötüye kötülük için mi zarar veririz? O zaman insanları daha kötü yapmış olmaz mıyız? Adalet, atçılığın kötü atçılar yapması ya da ısının soğutması gibi haksızlık yaratabilir mi? Varılan sonuç şudur: Hiçbir bilge ya da ozan kötülüğe kötülükle karşılık vermenin adalet olduğunu söylememiştir. Bu sadece, Periander, Perdiccas ve Thebaili[2 - Thebai: Antik Yunanistan’da kurulan bir şehir devleti. (ç.n.)] İsmenis gibi birkaç zengin ve güçlü adamın koyduğu kuraldır… (MÖ 398-381 gibi)
Böylece aforistik ya da kasıtsız ahlakın ilk evresinin, çağın isteklerine yetersiz kaldığı görülür. Ozanların otoritesini bir kenara bırakır ve diyalektiğin dönemeçli labirentlerinde Hristiyanlıkta zararların affedilmesi kaidesine yakından bakmaya başlarız. Benzer kelimeler gizemli Acem şair tarafından, içinde sorgulayan bir ruh dolaşmaya başladığında ilahi varlıklar için de kullanılmıştır: “Eğer ben kötülük yaptığım için beni kötülükle cezalandırırsan senin benden ne farkın kalır?” Bu durum, hem Platon’u hem Hayyam’ı çoğu Hristiyan (?) ilahiyatçının seviyesine yükseltir. Adaletin ilk tanımı kolayca ikincisiyle birleşir. Çünkü “doğruyu konuşmak ve borçlarını ödemek” gibi basit kelimeler, daha soyut olan “arkadaşına iyilik, düşmanına kötülük yapmak” kelimelerinin yerine konur. Bu açıklamaların ikisi de insan hayatı için yeterli kuralları koyar ama ikisi de felsefenin duyarlılığı konusunda yetersiz kalır. Vicdan muhasebesinin çöküşünü fark edebiliriz ki bu çöküş, sadece bazı konularda konulmuş olan ilkelerin uyuşmazlığından değil, onlara erişme çabasından da meydana gelir. Buna ek olarak ahlakla ilgili fikirlerimizin hem öncüsü hem devamıdır. Ahlaki fikirlerin “soruşturması”, Homeros’un yetkisinin albenisi, “arkadaşlarına iyilik, düşmanlarına kötülük yapmak” ilkesinin hatalı olması büyük bir adamın lafı olamamasının sonucu, tam olarak Platon’un Sokrates’inin özellikleridir.
… Burada, birkaç kez araya girmeye çalışmış ama şimdiye dek yanındakiler tarafından tutulmuş olan Thrasymakhos, duraksamadan faydalanır ve arenaya vahşi bir hayvan gibi kükreyerek atlar. “Sokrates…” der, “Bu nasıl bir ahmaklıktır? Böyle yapmacık bir tartışmada birinin seni bozguna uğratmasına nasıl izin verirsin?” Sonra, sıradan adalet tanımlarını yasaklar. Sokrates de 2x6, 3x4, 6x2 veya 4x3 demek yasakken on ikinin kaç olduğunu söyleyemeyeceği karşılığını verir. Thrasymakhos başlarda tartışmaya girmeye niyetli olmasa da sonrasında Sokrates’in gruba yapacağı ödemeyi ve övgüyü duymasıyla oyunu açmaya karar vermiştir. “Dinle.” der, “Cevabım, doğruluğun bir güç, adaletin de güçlü birinin menfaati olduğudur: Şimdi bana övgüler yağdır.” Önce bir seni anlamama müsaade et. Yani sen şimdi, bir güreşçi olan Polydamas’ın kendi istediği eti yiyebildiği için o kadar güçlü olmayan bizlerin istediği etleri yiyebildiğini mi söylemek istiyorsun? Thrasymakhos, örneğe içerlenmiştir ve görünen o ki gösterişli laflarıyla tartışmanın haysiyetini geri getirmeyi amaçlamaktadır. Söylemek istediğini şöyle açıklar, yöneticiler yasaları kendi istekleri doğrultusunda yaparlar. Fakat Sokrates “Varsayalım ki yönetici ya da güçlü olan kişi bir hata yaptı. O zaman güçlü olanın isteği aslında istediği şey değildir.” Thrasymakhos’un öğrencisi Kleitophon, konuşmaya “düşünmek” kelimesini sokarak onu bu çöküşten kurtarır. Yöneticinin asıl isteği değil yani. İstediğini düşündüğü ya da istiyor gibi göründüğü şey adalettir. Bu çelişki boş bir kaçışla son bulur: Gerçek ve dışarıdan görünen çıkarları değişse de yöneticinin faydası olduğunu düşündüğü şeyler hep düşüncesinde kalır.
Tabii ki asıl iddia bu değildi. Bu yeni yorumu Thrasymakhos da kabul etmedi. Ama Sokrates, eğer, üstü kapalı şekilde söylediği gibi, karşı taraf fikrini değiştirdiyse laf dalaşına girme taraftarı değildir. Devamında Thrasymakhos yöneticinin hata yapabileceği itirafını geri çeker çünkü bir yönetici, yöneticilik işinde asla şaşmaz. Sokrates bu yeni durumu kabul etmeye hazırdır. Sanatların benzemesinin yardımıyla Thrasymakhos’a onun kadar karşı çıkar. Her sanat ya da bilimin bir faydası vardır. Fakat bu fayda, sanatçının tesadüfi faydasından ayrılmalıdır ve sadece, sanatın yetki alanına giren bir şeylerin veya insanların yararı ile ilgilenmelidir. Adaletin de yöneticiye ya da yargıca değil onun hükmünün altındakilere ait olan bir faydası vardır.
Thrasymakhos, cüretkâr bir yanıltmaca yaptığında kaçınılmaz bir sonucun eşiğindedir. “Söyle bana Sokrates.” der. “Bir bakıcın var mı?” “Bu nasıl bir soru! Neden soruyorsun?” “Çünkü eğer varsa seni ihmal eder ve senin burnunun akmasına izin verir. Sana koyunla çobanı ayırt etmeyi de öğretmez. Sana göre çobanlar ve yöneticiler kendi çıkarlarını değil koyunlarının ya da vatandaşlarının çıkarını gözetir. Oysaki doğrusu şudur, onları kendileri kullanmak için şişmanlatırlar, koyunlar ve vatandaşlar benzerdir. Ve deneyimlere göre söylüyorum ki hayattaki bütün ilişkilerde adil adam kaybeder, adil olmayan kazanır. Özellikle adaletsizliğin büyük ölçüde sürdüğü yerlerde, ki oralarda öyle üçkâğıtçıların ve tapınak hırsızlarının küçük dolandırıcılıklarından fazlası vardır. İnsanların dili bize, ‘merhametli’ ve ‘mübarek’ zalim hükümdarımız ve onun gibilerin hepsi, (1) adaletin güçlü olanın çıkarı olduğunu ve (2) adaletsizliğin adaletten hem daha kârlı hem de daha güçlü olduğunu gösterir.”
Fazla detaylı tartışmada değil söylevde daha iyi olan Thrasymakhos, yanındakileri söz yağmuruna tuttuktan sonra kaçmaya niyetlenir. Ama diğerleri bırakmazlar ve Sokrates, ondan mütevazı ama içten bir istekte bulunur: Kaderlerini böylesine bir krizin içinde bırakmamasını ister. “Senin için daha ne yapabilirim?” diye sorar Thrasymakhos. “Bu sözlerin hepsini ruhlarınızın içine mi yerleştireyim?” “Tanrı korusun!” der. Sokrates; “Senden kullandığın kelimelerde tutarlı olmanı ve ‘tabibi’ öyle kesin, ‘çobanı’ ve ‘yöneticiyi’ de hatalı şekilde kullanmamanı istiyoruz. Kelimeleri tam anlamlarıyla alırsak yönetici ve çoban yalnızca halklarının veya sürülerinin iyiliğini düşünür, kendilerini değil. Oysaki sen yöneticilerin sadece makam sevgisi yüzünden o işi yaptıklarında ısrar ediyorsun.” Thrasymakhos, “Bundan şüphem yok.” diye cevaplar. “Öyleyse neden maaş alıyorlar? Çıkarları kendi sanatlarında değil başka bir sanatta, genelde bütün sanatlarda ortak olan ve hiçbirinde birebir aynı olmayan, para kazanma sanatında olduğu için mi? Ya da bir adam, bir ödül beklentisi ya da ceza korkusu olmazsa hiç yönetici olmayı kabul eder miydi? Burada bahsettiğimiz ödül tabii ki para ya da saygınlık, ceza da kendinden daha kötü biri tarafından yönetilmek. Ayrıca, bir devlet (ya da Kilise) sadece iyi adamlardan oluşsaydı yalnızca nihai amacın etkisiyle çalışırlardı ve günümüzdeki zıttındaki kadar ‘nolo episcopari’[3 - Latince anlamı “Piskopos olmak istemiyorum.” olmakla beraber, genelde bir duruma karşı çıkmak için kullanılan söz. (ç.n.)] olurdu…”
Var olan hükûmetlere yapılan eleştiri, basit ve görünüşe göre alenen meydana gelen tutumun son yorumu sunmasıyla yükseltilir. İnsan ırkının amirlerinin makamda olmayı sevmeyip ödeme talep etmeleri de benzer bir ironiye sahiptir.
…“Bu kadarı yeter.” diyen Thrasymakhos’un diğer iddiası çok daha önemlidir: “Adaletsiz yaşam adaletli olandan daha kazançlıdır. Şimdi, Glaukon, sen ve ben ikna olmadığımıza göre ona bir cevap vermeliyiz. Ama eğer her birinin kazançlarını tek tek kıyaslamaya kalkarsak bir hakemin bizim yerimize karar vermesi gerekir. Bu yüzden her bir doğruyu karşılıklı kabul ederek ilerlesek daha iyi olur.”
Thrasymakhos kusursuz adaletsizliğin kusursuz adaletten daha kazançlı olduğunu öne sürer ve kısa bir duraklamadan sonra Sokrates onu, adaletsizliğin erdem, adaletin ise bir kusur olduğu paradoksunu kabul etmeye ikna eder. Onun dürüstlüğünü över ve bunun, tek amacı karşıtlarını anlamak olan birinin davranışı olduğunu farz eder. Aynı zamanda Thrasymakhos’un düşeceği bir ağ atıyordur. Adaletsiz adamın amacı ikisinden birinden daha fazla çıkar sağlamak iken adil adamın tek amacının hem adilden hem adaletsizden daha çok çıkar sağlamak olduğu itirafını ondan alır. Bu sözü sınamak için Sokrates bir kere daha sanatları karşılaştırmaktan yararlanır. Müzisyen, doktor gibi herhangi bir türün yetenekli sanatçısı, diğer yeteneklilerden daha çok kazanmaya bakmaz. Yeteneksizlerden daha çok kazanmaya bakar. (Bu demek oluyor ki bir kurala, standarda, usule uyarak çalışıyor ve onu aşmıyor.) Öte yandan yeteneksiz olan, abartılı şekilde rastgele bir çaba sarf eder. Bu yüzden yetenekli olan iyinin tarafındadır, yeteneksiz de kötünün ve adaletsiz kişi de yeteneksizdir.
Thrasymakhos’u konuya getirmek zor olmuştu. O gün hararetliydi ve terler boşanıyordu. Hayatında ilk kez bu kadar kızardığı görülmüştü. Ama adaletsizliğin adaletten güçlü olduğu tezi hâlâ reddedilmemişti ve Sokrates şimdi onu, Thrasymakhos’un yardımıyla çözeceğini umuyordu. İkinci tez ilk bakışta biraz terbiyesizcedir ama Sokrates’in makul ellerinde yeniden hoş bir mizaca döner: Hırsızlarda onur yok mudur? Adaletsizliğin gücü sadece adaletten geriye kalanlar mıdır? Salt adaletsizlik aynı zamanda salt güçsüzlük müdür? Kendi arasında anlaşmazlık olan ev halkı ayakta kalamaz. Münakaşa eden iki adam birbirinin gücünü azaltır ve kendiyle savaşta olan biri, hem kendisiyle hem tanrılarla düşmandır. Bu durumda devletlerde büyüyen şey tam olarak kötülük değil yarı kötülüktür. Birliğin devamı için biraz iyilik kalıntısı gereklidir. Dünya üzerinde salt kötülükten oluşan bir krallık yoktur.
Bir başka soru yanıtsız kalmıştır: Adil olan mı adaletsiz olan mı daha mutludur? Buna şöyle cevap verebiliriz; her sanatın bir gayesi ve o gayeye ulaşmayı sağlayan bir seçkinlik veya bir meziyet vardır. Ruhun gayesi mutluluk ve ruhun mutluluğa erişmesini sağlayan seçkinlik de adalet değil midir? Burada, adalet ve mutluluğun ayrılmaz olduğu görülür. Adaletlinin mi adaletsizin mi daha mutlu olduğu sorusu ortadan kaybolur.
Thrasymakhos şöyle karşılık verir: “Bendis festivalinde eğlen bakalım, Sokrates.” Evet ve senin nezaketinle dolu bir eğlence. Artık azarlamayı bıraktın. Ama güzel bir eğlence değil. Tabii bu benim suçum çünkü çok sayıda şeyin tadına baktım. İlk olarak, adaletin doğası bizim incelememizin konusuydu. Daha sonra ise adaletin bir erdem ve bilgelik mi, yoksa kötü ve ahmakça bir şey mi olduğuydu. Ve en son, adalet ve adaletsizliğin faydalarını kıyasladık. Bütün bunların özeti ise şudur; adaletin ne olduğunu bilmeden adaletlinin mutlu olup olmadığını nereden bilebilirim?..
Böylece sofistike yapı, en çok maharetlerin ortak yönleri dolayısıyla yıkılmış oldu. “Adalet de maharetler gibidir: (1) Görünen bir çıkarı yoktur, (2) aşırılığa yönelmez ve (3) çalışanlar, mutluluğa ulaşmak için işlerine adalet eklerler.” Modern okuyucunun, Platon’un bunları yazdığı dönemde becerilerin ve erdemlerin (tıpkı ahlaki ve düşünsel beceriler gibi) birbirinden ayrılmamış olduğunu unutması, onu tökezlemeye meyilli kılar. İnsan eylemlerinin ilk araştırmalarında, yorumların boşluğunu doldurmaya bilimler yardımcı olmuştur ve beceriler ile erdemler arasındaki farklar onlara mantıksız gelmemiştir. Sadece aralarında uyuşan noktaları görmüşlerdir, farklılıkları değil. Erdem, tıpkı beceri gibi, bir sonuca varmalıdır. Edep hem bir beceri hem bir erdemdir. Huy genelde bir heykelin tasviriyle tanımlanır ve daha birçok bilimden ahlaka kolayca aktarılabilen mecazlar vardır. Bir sonraki nesil bu bulanıklıkları açıklığa kavuşturdu ya da en azından yıllar yıllar sonra daha ileri analizlerinin yapılmasını sağladı. Platon ile aynı dönemlerdeki kişiler bir geçiş sürecindeydi ve henüz Aristo’nun, “Erdem davranışlara bağlıdır, beceri ise üretmeye.” ya da “Beceri sadece bilgi gerektirirken erdem hem niyet hem de amaca sebata işaret eder.” ayrımının tamamen farkına varamamışlardı. Ve karşılaştırmanın bazı kullanımlarını takip eden bazı abesliklerde, erdemin beceriden fazlası olduğunu gösteren bir ima olduğu görülür. Bu, “Adalet bir hırsızdır.” (reductio ad absurdum)[4 - Latince: “Saçma olana indirgeme.” anlamına gelir ve bir iddiayı doğru kabul ederek saçma bir sonuca varıp iddianın yanlış olduğu sonucuna ulaşıldığı bir mantık yöntemidir. (ç.n.)] ve en son sonuçta Sokrates’in ifade ettiği hoşnutsuzlukta anlaşıldığı gibidir.
Bütün bilimlerde “ortak” olduğu ifade edilen “para kazandıran bir bilim” ifadesi, dilin normal kullanımına uygun değildir. Platon ya da bir başka Yunan yazar tarafından da hiçbir yerde kullanılmamıştır. Tartışma sırasında ortaya atılmıştır ve bilimin kapsamını sadece bir eylemi gerçekleştiriyor olmaktan, ortaya bir ürün çıkarmaya kadar genişletir. Kullanılan dilin bir başka kusuru ya da hatası da şu sözcüklerden anlaşılabilir; “Zarar görmüş insanlar daha da vicdansızlaşırlar.” Zarar görmüş kişiler illaki daha kötü birisi olmazlar, sadece birinden kötülük görmüş veya suistimale uğramışlardır.
Bahsi geçen üç görüşten ikincisi, “adaletin aşırılıkta gözünün olmaması”, anlaşılmaz bir şekilde sunulsa da gerçekten bir anlam taşımaktadır. İyiliğin sonlu bir doğası olması alışılmışın dışında Eski Yunan’a ait bir düşüncedir. Erdemden afiyette olmak, özgürlükten de yasalara itaat olarak bahseden bazı çağdaş yazarların dilleriyle karşılaştırılabilir. Sınırın matematiksel ya da mantıksal bir kavram olduğu fikri, kolayca ahlaki bir kavrama dönüşür ve kıskanma fikrinde mitolojik bir ifade bulur. Ölçü, eşitlik, düzen, birlik, orantı fikirleri hâlâ ahlakçıların yazılarında oyalanmaktadır ve güzel sanatların gerçek ruhu, üstünlük kelimelerinden ziyade bu terimlerle ifade edilmelidir.
“Zanaatkârlar iyinin de iyisini yapmaya çalıştıklarında Sanatlarını mahvederler açgözlülükle.” (Kral John’un Yaşamı ve Ölümü)
Ruhun ve bedenin uyumu ve de ruhun parçalarının birbirleriyle uyumu, “Müzik notalarından daha hoştur.” İnsan doğasının kusursuzluğu işte bu satırlarda gerçek Yunan üslubuyla ifade edilmiştir.
Thrasymakhos ile olan konuşmanın kapanışı olarak değerlendirilebilecek olan kısmında Platon, sadece modern zamanda teolojistler ve filozofların ele aldığı, kötülüğün olumsuz tarafı bahsine değinerek kötülüğün, gücün değil uyumsuzluğun ve dağılmanın bir esası olduğunu savunur. Son tartışmada, sonlara doğru, Aristo’nun amaç ve erdem ilkesinin izini görebiliriz ki o da yine bilimlerle belirtilmiştir. Adalet, mutluluk, bireyin ve devletin benzerliği konularındaki son uzlaşım da açıklanmıştır. Sokrates, “hiçbir şey bilmeyen” rolünü tekrar üstüne alır. Aynı zamanda tartışmanın kapanma şeklinden tam olarak memnun değildir. Hiçbir sonuca varılmamıştır ama diyalektik sürecin tercih edilmesi, her zamanki gibi burada da fikirleri kavrayışımızı ve insan hayatında uygulama alanlarını genişletmek içindir.

İKNCİ KİTAP
Thrasymakhos yatışmıştır ama gözü pek Glaukon tartışmaya devam etmek için ısrar eder. Önceki kitabın sonunda Sokrates’in “adaletlinin mi adaletsizin mi daha mutlu olduğu” sorusundan kurtulma biçimiyle tatmin olmamıştır. Doğruluğu üç sınıfa ayırmakla başlar: Birinci, kendiliğinden istenilen doğruluk; ikincisi, hem kendiliğinden hem de sonuçlardan dolayı istenilen doğruluk; üçüncüsü, yalnızca getirdiği sonuçlar sebebiyle istenilen doğruluk. Daha sonra Sokrates’e adaleti bu gruplardan hangisine sokabileceğini sorar. Sokrates ikinciye olabileceğini söyler; hem kendi özlerinden hem faydalarından dolayı olan doğruluklara. “Öyleyse genel olarak dünyadaki herkes seninle aynı fikirde değil. Çünkü adaletin, sadece sonuçları için istenen doğruluk sınıfına ait olduğunu söylerler.” Sokrates bunun Thrasymakhos’un bir prensibi olduğunu ve kendisinin bunu reddettiğini söyler. Glaukon Thrasymakhos’un, sihirbazın sesini dinlemeye çok hazır olduğunu düşünür ve adaleti ile haksızlığın doğalarını, bütün dünyanın kulağına tekrarlayıp durduğu sonuçları ve getirilerinden ayrı olarak incelemeyi teklif eder. İlk olarak adaletin doğası ve aslından, ikinci olarak insanların onu bir doğruluktan ziyade bir ihtiyaç olarak görmesi durumundan bahsedecektir ve üçüncü olarak görüşünün makullüğünü kanıtlayacaktır.
Haksızlık yapmanın doğru olduğu söylendi, haksızlıktan dolayı acı çekmenin de kötü. Kötülük; daha iyi olma arzusundan dolayı ortaya çıktığı için aynı zamanda fail olamayan mağdurlar[5 - Yani daha iyisine sahip olmak isteyen kötü insanlar. (ç.n.)], her ikisine de sahip olamayacaklarının taahhüdünü verirler ve bu taahhüde veya orta yola adalet denir ama aslında tam olarak haksızlık yapmanın imkânsızlığıdır. Hiç kimse zorunda olmasa böyle bir taahhüt vermez. Diyelim ki adaletli kişi ve adaletsizin, herkesin bildiği hikâyedeki Gyges gibi, onları görünmez yapabilen yüzükleri var. O zaman bu ikisinin arasında bir fark kalmaz çünkü ikisinin de koşullar uygun olduğu zaman kötülük yapma ihtimali vardır. Ayrıca bundan kaçınan kişi, dünyadaki herkes tarafından bu çabası yüzünden bir ahmak olarak değerlendirilir. İnsanlar onu, kendileri için korktuklarından dolayı herkesin içinde övebilir ama içlerinden hep ona güleceklerdir. (Gorgias.)
Ve şimdi de adaletli ve adaletsizin örneklerini tasarlayalım. Adaletsiz adam zanaatının ustası olsun, çok nadiren hatası çıkan ve bunları kolayca düzeltebilen biri. Para, hitabet ve güç gibi Tanrı vergilerine sahip; en büyük kötü adamdan en üst huylar fışkırıyor yani. Yanına da bütün asaleti ve sadeliğiyle adil kişiyi koyalım. Sadece görünüşle kalmayıp özünde de -yani bir şöhret ve ödül olmadan- saf adaletiyle giyinmiş, en kötüsü olduğu düşünülse de aslında bütün insanların en iyisi. Ve yaşadığı gibi de ölsün. Gerisini haksızlığı övenlerin ağzına bırakmayı tercih etsem de adil adamın kamçılanacağını, acılar içinde kıvranacağını, esir tutulacağını, gözlerinin oyulacağını ve sonunda işkence edileceğini (hatta tam olarak kazığa oturtulacağını) ekleyebilirim. Hem de bütün bunların hepsi, özünde iyi olmayı, dıştan iyi görünmeye tercih ettiği için oluyor. Görünüşte asıl gerçek oymuş gibi sadık kalan adaletsiz adamın durumu ne kadar da farklı! Yüce şahsiyeti onu bir efendi yapıyor, istediği yerde evlenebiliyor, ticaret yapabiliyor, arkadaşlarına yardımcı olup düşmanlara zarar veriyor. Sahtekârlıkla elde ettiği servetinin sayesinde tanrılara daha çok dua edebiliyor ve böylece adil adamdan daha çok seviliyor.
Adeimantos, haksız dövüşe dâhil olduğunda ben ne cevap vereceğimi düşünüyordum. Bütün bunların en önemli noktasının çıkarıldığını düşündü: İnsanlara sadece mükâfat için adaletli olmak öğretiliyor. Anne-babalar ve vasiler erdemlere teşvik eden kişiler olarak itibar kazanıyorlar. Ayrıca, varlıklı bir evlilik ve yüksek sınıflar gibi daha esaslı başka faydaların da sözleri veriliyor. Homeros ve Hesiodos’ta bu hayatta adil bir adam için besili bir koyun ve ağır postun, bereketli mısır tarlalarının ve meyvelerinden dolayı devrilecek gibi duran ağaçlar tasvir edilir. Orfeus tarzındaki ozanlar buna benzer bir tasvir daha eklerler. Musaeus ve Eumolpos’un, başlarında çelenklerle erdemlerin ödüllerinin tadını çıkararak bir festivalde, ölümsüz bir sarhoşluğun cennetinde koltuklarda uzanırlar. Bazıları daha ileri gider ve üçüncü, hatta dördüncü nesillerde de dürüst bir soydan bahseder. Fakat kötü huylu olanı bir bataklığa gömerler ve ona bir elekle su taşıtırlar. Bu hayatta onlar, Glaukon’un adaletsiz görünüp adil olanların yaşayacağını öngördüğü rezilliği, onlara atfederler.
Hem şiirde hem düzyazıda geçen bir başka görüşü ele alalım: Hesiodos’un dediği gibi “Erdem, yücedir ama zorludur. Ahlaksızlık kolaydır ve kazançlıdır.” Çoğu zaman kötü huylu olanı büyük bir refah içinde, düzgün olanın da Tanrı’nın isteği doğrultusunda dert çektiğini görürüz. Dilenen kâhinler, kendilerinin ya da babalarının günahlarını kolay bir şekilde kurbanlarla, şenlik oyunlarıyla, tılsım ve muskalarla telafi etme vaadiyle zengin kimselerin kapısını çalar ve ilahi bir yardımla iyi veya kötü bütün düşmanlardan kurtaracaklarını vadederler, hem de küçük bir masrafla. Musaeus ve Orfeus’un yazdığını iddia ettikleri kitaplara başvururlar. Bütün şehirleri peşlerinden sürüklerler ve “ruhlarını araftan kurtaracaklarını” garanti ederler. Onları dinlemeyi reddedersek başımıza kim bilir ne gelir.
Keskin zekâlı temiz kalpli bir genç bütün bunları duyduğunda varacağı sonuç ne olabilir? Pindar’ın deyimiyle “Adaleti yükseltecek mi yoksa kendini eğri düzenbazlığı ile güçlendirecek mi?” Adalet, dışarıdan adalet şeklinde gözükmüyorsa sefalet ve mahvoluştur, diye dile getiriyor. Adaletsizlik, harikulade bir yaşam vadeder. Görünüş, gerçeğin efendisi ve mutluluğun sahibidir. Görünüşe döneceğim: Erdem oyununu sahneleyeceğim ve arkamdan da Arhilohos’un tilkisini sürükleyeceğim. Bazılarının şöyle dediğini duyabiliyorum, “Kötülük kolay kolay gizlenemez.” Onlara şöyle cevap veriyorum: Büyük şeyler kolay değildir. Birlik, kuvvet ve hitabetin çok faydası olacak. İnsanlar tanrıları yenemediklerini söylerlerse tanrıların varlığını nereden bilebiliriz? Yalnızca ozanlardan öğrenebiliriz çünkü onlar kurban kesilmesiyle tanrıların bastırılabildiklerini kabul ederler. Öyleyse neden önce günah işleyip sonra affedilmek için ödeme yapmayalım ki? Yani, doğrucular sadece cezasız kalıyorlar, bundan öte bir ödül olmuyor ama kötülük yapanlar hem cezasız kalabiliyor hem de günah işlemenin zevkine varabiliyorlar. Peki ya aşağıdaki dünya? Hayır, der bu argüman. Tanrıların evlatları olan ozanların söylediği gibi bu olayı düzeltip telafi edecek güçler vardır ve bu da devlet yönetimi tarafından onaylanmıştır.
Adaletsizliği savunan bu görüşlere karşı nasıl direnebiliriz? Adabı elden bırakmayız ve bilgenin söylediği gibi iki dünya için de elimizden geleni yapmaya çalışmalıyız. Acınası bir alçak olmayan kim adalet hakkında söylenen iyi şeylere gülmeyi bırakacak! Bir kişi, ileride kazanacağı şeyleri bilse de diğerlerine kızmaz. Çünkü insani erdemlerin, bir insanı kurtarmaya yetmeyeceğini bilir ve sadece adaletsizliği hiç yapmamış olan adaleti metheder.
Kötülüğün kökeni; zamanın başlangıcından beri bütün insanların, kahramanların, ozanların, gençliği eğiten kişilerin hep “geçici muafiyeti”, saygınlığı ve adaletin getirdiği kazançları öne sürmesidir. Eğer bize adalet ve adaletsizliğin insanın ruhunda bulunduğu ve ne bir insan gözünün ne de ilahi bir gözün göremeyeceğini küçük yaşlarda öğretselerdi başka insanların bize bekçilik yapmasına gerek kalmazdı ve herkes kendi hareketlerini gözetirdi. Sana göstermek istediğim bu, Sokrates: Diğer insanlar, Thrasymakhos’un savunduğu “güçlü olan haklıdır”ı desteklemeye meyillidir. Fakat ben senden, daha iyi bir şeyler bekliyorum. Ve lütfen, Glaukon’un söylediği gibi itibarı bunun dışında tutmak için adaletli insanın adaletsiz, adaletsizin de adaletli olduğunu düşün, o zaman bize hâlâ adaletin üstünlüğünü mü savunursun?..
Glaukon’un, tartışmanın yararına sürdürdüğü bu iddia, Thrasymakhos’un iddiası olan üçlü olanın çıkarı değil zayıf olanın ihtiyacı olmasının aksidir. Aynı önermeden başlayarak toplumun çözümlemesini yapar bir adım geriden: Güçlü olan hâlâ doğrudur ama güç, azınlığın gücüne karşı toplanan çoğunluğun güçsüzlüğüdür.
Glaukon’un yorumlarına aile benzerliği olan bazı teoriler hem modern zamanda hem de eski zamanlarda ortaya çıkmıştır. Örneğin; doğrunun dayanağı güçtür, bir hükümdarın iyi ya da kötü yönetmek için kutsal bir hakkı vardır, erdem kendini ya da gücü sevmektir, insan sürekli bir savaş hâlindedir, kişinin kusurları halkın faydalarıdır. Bunun gibi teoriler deneyimle kısmi de olsa uyuştuğu için bir inandırıcılığa sahiptir. Çünkü insan doğası iyi ve kötü arasında sarkaç gibi gidip gelir ve davranışların sebepleri ile geleneklerin kökenleri belirli bir dereceye kadar, belirli bir kişinin bakış açısına ya da kişiliğine göre açıklanabilir. Bütün koşullar altında ve bazen de sorgulanabilir araçlarla hâkimiyet sağlanması ihtiyacı fazlasıyla hissedilmektedir ve medenileşmiş insanda neredeyse bir tür içgüdü hâline gelmiştir. Kralların ilahi doğruları ya da daha genel olarak hükûmetlerin doğruları, bu doğal hissin ifade edilme biçimlerinden biridir. İçinde bir miktar iyilik ya da keyif olmayan bir kötülük yoktur, biraz kötülük alaşımı olmayan bir iyilik de. Asil ve cömert düşüncelerin karanlık taraflarında kişisel çıkar ya da kendini beğenme yer alır. Bütün insan davranışlarının kusurlu olduğunu biliyoruz fakat onlara daha kötü dürtüleri veya ilkeleri değil iyi olanları atfediyoruz. Böyle bir felsefe, akıllı bir dolandırıcının herkesi kendi gibi sanmasına benzer şekilde hem ahmakça hem de yanlıştır. Bu tür teoriler, kanunlar tarafından (her ne kadar çarpıklığa da meyilli olsa) sürekli düzeltilen ve genişletilen “doğru” tanımına bağlı Devletin, gerçek doğasını temsil etmez. İnsanların kötülük teorisiyle basitçe açıklanamayan ortalama karakterini de yansıtmaz çünkü yanında onu önlemeye çalışan iyilik parçaları vardır. İnsanın iyiliği ilerledikçe bu tür teoriler ona daha da uydurma gelir çünkü kendisinin aldırışsız olduğunun farkına varır. Az tecrübe insanın herkesi çıkarcı sanmasına, fazla olunca kendisi ve diğer insanlara daha gerçekçi bakmasına yol açabilir.
İki kardeş Sokrates’ten, adil kişiden mutluluğun normalde bağlı olduğu şeyler alındığında mutlu olduğunu kanıtlamasını istediler. (1) Bir fikri koşullardan ayrı şekilde şekillendirmenin saçma olduğunu değil. Çünkü sıradan insan hayatıyla kıyaslandığında ideal olan her zaman bir çelişki içerisinde olacaktır. Stoisizmin ve Hristiyanlığın idealleri tam olarak bir gerçek sayılamaz ama eğitim için bir temel oluşturabilir ve onu yükseltmede etkili olabilir. Hiçbir idealin gerçekleşmeyeceği “keşfi”, idealleri kötüleştirmez. Diğerlerinden daha yüksek seviyede yetiştirilmiş birkaç istisnai kişi için mutluluk ideali ölüm ve sefaletle gerçekleşebilir. Bu, aklın bilinçli bir şekilde onayladığı ve faydacılarla birlikte diğer ahlak kuramcılarının belirli hâllerde tercih etmek zorunda kaldıkları durumdur. Ve yine, (2) kardeşlerin kastettiği bakış açısına genel olarak katılsa da Platon’un kendi nihai sonucunu ifade etmek yerine ahlaki doğrunun bir kısmını dramatize etmenin yolunu aradığını unutmamalıyız. Fikrini bir dizi görüş veya durum hâlinde aşama aşama geliştirmekte. İlk kez Sokrates’in Sokratik bir sorgulamaya maruz kaldığını gösterir. Son olarak, (3) “mutluluk” kelimesi bir miktar kafa karışıklığı içermektedir çünkü çağdaş felsefe dilinde, ikisi de insan zihninde eşit şekilde var olmayan bilinçli haz ve tatmin ile ilişkilendirilmiştir.
Glaukon, IX. kitapta geçen zalimin çektiği sefalete paralel ve bir cevap niteliğinde olduğu bir resim çizer: Bu resimde adil adamın sefaleti ve adaletsizin mutluluğu görülür. Adaletsizin hâlâ adil görünmesi gerekir ki bu, “ahlaksızlığın erdeme göstermesi gereken saygı”dır. Fakat şimdi Adeimantos, Glaukon’un zaten ortaya atmış olduğu fikri alarak insanlara göre adaletin sadece ödül için takdir edildiğini göstermeye çalışır, Thrasymakhos ve Glaukon’un fikirlerine, insanlığın geleneksel ahlakı tarafından sunulan avantaja dikkat çeker. “Tanrı’nın yöntemlerini insanlara savunma”nın zorluğunu hissediyor gibidir. İki kardeş de davranışların ahlaklılığının sonuçlara bağlı olup olmadığı sorusuna değinir ve ikisi de adaletin yalnızca kendiliğinden değil hem kendi hem sonuçlarından dolayı istendiği görüşünde Sokrates’ten daha ileri giderler. Adaletin içsel bir ilke olduğunu gösterme çabalarında ve ozanları kınamalarında ondan önce davranırlar. Yunanistan’ın ortak yaşamı onlar için yeterli değildir; her şeyin doğasını daha derinden kavramalıdırlar.
Glaukon ve Adeimantos tarafından adaletin dürüstlük olduğuna itiraz edildi fakat Sokrates tarafından ise tamamen bir erdem olduğu çıkarımı yapıldı. Öyleyse eskiden kalma adalet fikrinin Sokrates tarafından genişletildiğini, ilk olarak Devlet için ve daha sonra birey için, evrensel düzene ya da refaha eşdeğer olduğunu hakikaten söyleyebilir miyiz? Eski sorusuna (Proag.) yeni bir cevap bulmuştur; “Erdemler tek midir birden çok mudur?” Yani bu soru diğer üçünü düzenleyen kaynaktır. Adaletin salt içsel doğasını kanıtlama çabasında insanın sosyal bir varlık olduğu gerçeğiyle karşılaşır ve mümkün olduğu kadar diğer karşıt tezleri bağdaştırmaya çalışır. Şu an bu konudaki tutarsızlık, onun çağında ve ülkesinde kaçınılmaz olduğundan daha fazla değildir. Bu yüzden modern felsefenin bir başka bakış açısıyla eşit şekilde tutarsız görünen spot ışıklarını ona çevirmenin bir yararı yoktur.
Devlet’in kalan kısmı, Aristo’nun oğullarının sorusundan ortaya çıkmaktadır. Şu üç konuya dikkat çekmek gerekiyor: İlk olarak, Sokrates’in verdiği yanıtın baştan sona dolaylı oluşu. Mutluluğun adalet fikrinin düşünülmesiyle oluştuğunu söylemiyor ve dahası, adil kimsenin sıkıntı içindeyken mutlu olabileceği paradoksunu onaylamaya yanaşacak gibi. Fakat ilk olarak problemin zorluğunun üstünde durur ve soruyu cevaplamadan önce, insanı doğal hâline geri getirmekte ısrar eder. O da bir ideal tasarlar fakat onun ideali sadece soyut adaleti değil insanla bütün ilişkisini de kapsar. Büyük harflerin hayalî resminin altında, adaleti sadece toplumda arayabileceğini ve devletten bireye geçeceğini ima eder. Özet olarak cevabı şu anlama gelir; uygun koşullar altında, mesela mükemmel devlette, adalet ve mutluluk birbirine denk düşer, adalet bir kez bulunduğunda mutluluk kendi başının çaresine bakabilir. Mükemmel devlette var olanları bıraktığı için, onuncu kitapta adaletin saygınlığından ve ödüllerinden kurtulduğunu iddia ettiğinde birazcık tutarsızlığa düşer. Ve ona göre, “bir duvara sığınarak emekli olan” bir filozofa hemen hemen hiç saygı duyulmaz, en azından bu dünyada. Ahlaki eylemlerin gerçek hâllerini hâlâ sürdürür. Eğer bir kişi, sonunda mutlu olup olmayacağına bakmadan ilk olarak ona verilen görevi yaparsa sonucunda mutluluk mutlaka onu bulacaktır. “Siz öncelikle onun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin, o zaman size bütün bunlar da verilecektir.”[6 - Matta 6/33. (ç.n.)]
İkinci olarak, Platon’un başlangıçta Devlette ve sonra da bireyde özgün Yunan niteliklerini muhafaza ettiği fark edilebilir. Önce ahlak kuralları, sonra siyaset bilimi; bu bize göre fikirlerin sıralamasıdır. Tam tersi de tarihin sırasıdır. Sadece birkaç düşünce mücadelesinden sonra birey ahlaki bir varlık olduğundan emin olur. İlk çağlarda insan bir birey değil, kendinden önce var olmuş devletin vatandaşlarından yalnızca biridir ve ülkesinin kanunlarıyla kilisenin öğretileri dışında iyi ya da kötü fikri yoktur. Ve adetlerin etkisi, bir partiye bağlılık veya geçmiş hatıralar çok güçlü geldiğinde bu duruma devamlı olarak geri dönmeye çalışır.
Üçüncü olarak, Yunanların ilk fikirlerini kaplayan ve modern zamanlarda da hatrı sayılır derecede etkisi devam eden bir devlet-birey tanımı ya da karışıklığı gözlemleyebiliriz. İlk düşünürler insanlığın kolektif ve bireysel davranışları arasındaki belirsiz farkı terk etmiş görünüyor ve biz de siyaseti ahlaka yükselttiğimizde veya ahlakı siyasetin seviyesine indirdiğimizde kimi zaman insanların toplu hâldeki davranışlarının koşullarını unutma tehlikesi yaşıyoruz. İyi insan ve iyi vatandaş yalnızca kusursuz devlette birbirine denk düşer ve bu kusursuzluğa, onları dıştan yasalara uygun hareket ettirmekle değil içlerinden eğiterek erişilebilir.
Sokrates, Aristo’nun oğullarını över; melankolik şairin dediği gibi, “şanlı kahramanın yaratıcı oğlu”. Fakat kişiliklerine bakıldığında kendi görüşlerinden etkilenmedikleri görülmesine rağmen nasıl adaletsizliği bu kadar ikna edici şekilde savunabildiklerini anlayamaz. Zor zamanda adaleti bırakmaktan korksa da onlara nasıl cevap vereceğini bilemez. Bu yüzden bir durum sunar: Güçsüz gözleri olduğu için önce büyük harfler, sonra küçük yazılmış harfleri okumasına izin verilmelidir. Bu, devletin adaletinde olması gereken ilk şeydir. Daha sonrasında bireye geçer. Bu doğrultuda devleti resmetmeye başlar.
Toplum, insanın eksiklerinden doğar. İlk eksik yiyecektir, ikincisi bir ev, üçüncüsü ise bir giysi. Bu ihtiyaçların mantığı ve bunları takasla çözme ihtiyacı, bireyleri aynı noktada bir araya getirir ve bu, her ne kadar mucidi insanların eksikleri olsa da bizim icat etmeye cüret ettiğimiz devletin başlangıcıdır. Önce bir çiftçi olmalıdır, ikinci olarak bir yapı ustası, üçüncü de bir dokumacı. Belki listeye bir de dikişçi eklenebilir. Bir şehir oluşturmak için en az dört ya da beş kişi gereklidir. Şimdi, insanların farklı tabiatları vardır ve bir adam bir işi diğerlerinden daha iyi yapabilir. Ayrıca, iş kimseyi beklemez. Bu yüzden iş gruplarının birbirinden ayrılması gerekir; toptan ve perakende ticaret, işçiler ve onların aletlerini yapanlar, çobanlar ve çiftçiler. Bütün bu iş gruplarını içeren bir şehir çoktan dört-beş kişi sınırını geçmiş demektir ama çok da büyük değildir. Fakat sonra yine ithalat gerekecektir, ithalat da ihracatı beraberinde getirecektir. İhracatta alıcıları, yani tüccarları ve gemileri, çekmek için ürün çeşitliliği olması gerekmektedir. Şehirde bir satış yeri, para ve perakendecilik de olmalıdır yoksa alıcılar ile satıcılar yüz yüze gelemezler ve üreticilerin kıymetli vakitleri takasla boşa geçer. Hizmetlileri de eklediğimizde devlet tamam olur ve vatandaşların birbirleriyle olan ilişkilerinde bir yerlerde adalet ve adaletsizlik baş gösterir.
Burada, hoyrat bir hayat bizi karşılar. Günlerini, kendileri için inşa ettikleri evlerinde geçirirler, kendi kıyafetlerini kendileri yaparlar ve kendi ekinleri ile kendi şaraplarını üretirler. Ana besinleri un ile ettir ve ölçülü içerler. Birbirleriyle oldukça iyi geçinirler ve fazla çocuk yapmamaya özen gösterirler. “Ama…” dedi Glaukon. “Farklı tatlar da almaları gerekmez mi?” diye itiraz etti. “Kesinlikle; tuzları, zeytinleri ve peynirleri de var. Ayrıca sebze-meyveleri ve ateşte pişirmek için kestaneleri var. Bu bir domuz şehri, Sokrates.” Neden, diye yanıtladım, daha ne istiyorsun? Hayatın yalnızca rahatlıkları var; koltuklar, masalar, soslar ve tatlılar. Görüyorum, senin istediğin sıradan bir devlet değil, şaşaalı bir devlet. Daha karışık bir yapıda adaleti ve adaletsizliği bulmamız yakındır. Sonrasında güzel sanatlar işin içine girecek; akla gelebilecek bütün enstrümanlar ve lüks hayatın süsleri istenecek. Dansçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzisyenler, aşçılar, berberler, kostümcüler, hemşireler, sanatçılar, hayvanlar için domuz ve sığır çobanları, lüks hayatın getirdiği hastalıkları tedavi etmek için hekimler olacak. Bütün bu gereksiz ağızları doyurmak için komşumuzun toprağından bir parça, aynı şekilde komşumuza da bizim toprağımızdan bir parça gerekecek. Diğer siyasi kötülükler gibi bu da bir savaş sebebidir. Şehrimizin böylece bir ordugâha ihtiyacı olacak ve vatandaşlar da askere döndürülecekler. Fakat deminki “işlerin bölümü” kuramımız unutulmamalıdır. Savaş sanatı bir günde öğrenilemez ve askerî görevler için doğuştan yetenek olması gerekir. Bu yeteneğe sahip olanlar için savaşı andıran tabiatlar olacak; kokuya düşkün, hızlı koşan ve bacakları kuvvetli köpekler. Cesaretin temeli ruh olduğu için insan ya da hayvan olmak üzere bu türler, ruh dolu olacaklar. Fakat bu ruh dolu yaratıklar ısırmaya ve birbirlerini parçalayıp yutmaya meyillidir. Yani, arkadaşlara nezaket ve düşmanlara sertlik biraz imkânsız görünüyor. Bu yüzden devletin yöneticisi olacak kişide bunların ikisinin de olması gerekir. Peki kim olabilir bu yönetici? Köpek misali buna bir cevap taşıyor. Köpekler dostlarına yumuşak ve nazik, yabancılara karşı acımasız oldukları için. Sizin köpeğiniz de bilmek ve bilmemek prensibine göre yargılayan bir filozoftur ve felsefe bir insanda da canavarda da olsa kibarlığın atasıdır. İnsan bekçi köpekleri de onları nazik yapabilmek için filozof ya da öğrenme tutkunları olmalıdır. Eğitim olmazsa bunlar nasıl öğrenilir?
Peki ya eğitimleri nasıl olmalıdır? Müzik ve jimnastik denen eski yöntemden daha iyisi bulunabilir mi? Müzik edebiyatı kapsar ve edebiyat iki çeşittir: Doğru ve yanlış. “Ne demek istiyorsun?” dedi. Demek istediğim, çocuklar jimnastik öğrenmeden önce hikâyeler dinlerler ve bu hikâyeler ya gerçek dışıdır ya da bir yığın yanlışlığın içinde ufak bir gerçeklik payı vardır. Yaşamın ilk dönemleri pek hassastır ve çocukların büyüdüklerinde unutmaları gerekecek şeyleri öğrenmemeleri gerekir. Bu yüzden çocuk hikâyelerine bir denetim getirmeliyiz; bazılarını yasaklamalı, bazılarına izin verebiliriz. Bazıları gerçekten açık seçiktir ki bunların örnekleri; basit yalanlar değil gerçekten kötü yalanlar söyleyen Homer ve Hesiodos’ta, edepsiz olduğu kadar yanlış da olan Uranüs ve Satürn hakkındaki hikâyelerde görülür, bunlardan küçük çocuklara gerçekten hiç bahsedilmemelidir. Yapılacaksa da bir kurbandan sonra, bir Elefsis domuzundan değil, kolay bulunmaz bir hayvandan üstü kapalı olarak bahsedilebilir. Gençlerimiz Zeus’u örnek alıp babalarına karşı mı gelsinler ya da vatandaşlarımız tanrılar arasındaki mücadeleleri duyup kavgaya mı teşvik edilsinler? Annesini bağlayıp alıkoyan Hephaistos’un ve onu bitkin annesine yardıma gönderen Zeus öyküsünü mü dinlesinler? Böyle masalların muhtemelen gizemli bir açıklamaları vardır fakat gençler bu kinayeyi anlayacak kabiliyete sahip değildirler. Hangi masallara izin verileceğini soran olursa bizim kitapçı değil kanun yapıcı olduğumuz cevabını veririz. Biz sadece hangi kitapların yazılacağıyla ilgili ilkeleri ortaya koyarız, onları yazmak başkalarının görevidir.
İlk ilkemiz de Tanrı’nın olduğu gibi gösterilmesidir. Yani, her şeyi değil, sadece iyiyi yazan kişi. Onun iyiyi ve kötüyü idare ettiğini söylemeleri için şairlere katlanmak durumunda değiliz, elinde kaderlerle dolu iki varil olduğunu, Athena ve Zeus’un Pandaros’u anlaşmayı bozması için dürttüğünü, Niobe ve Pelops’un ızdıraplarına ve Truva Savaşı’na neden olduğunu, onlara zarar vermek istediğinde insanlara günah işlettiğini. Ya bunların birine bile tanrılar neden olmamıştı ya da Tanrı adaletliydi ve insanların cezalandırılması onların hayrınaydı. Ama eylem kötüydü ve onun yazarı olan Tanrı ne gençlerin ne yaşlıların söylemesine izin verdiğimiz, intihara yol açan bir kurgudur. Bu, bizim birinci ve en önemli ilkemizdir: Tanrı yalnızca iyi olan şeyleri yazmıştır.
İkinci ilke de buna benzerdir: Tanrı’da değişkenlik veya şekil değişikliği yoktur. Akıl bize bunu öğretir; eğer Tanrı’da bir değişim olduğunu varsayarsak onu başka birinin ya da kendisinin değiştirmiş olması gerekir. Başka birisi? -Ama doğanın ve sanatın en iyi eserleri, zihnin en asil nitelikleri, dıştan bir güçle değişmeye en az derecede meyillidirler. Peki ya kendisi?– Ama kendini iyileştiremez ancak kendini kötüleştirebilir. Kendi fikrine göre sonsuza kadar en iyisi ve en doğrusu kalır. Bu yüzden bize buradan, geceleri değişik kılıklarla sessizce dolaşan bir rahibenin ya da başka bir tanrısal varlığın tasviriyle ve çocukların içlerindeki yiğitliği bastırmak için annelerin kullandığı dine küfreden saçmalıkları yakaran ozanları dinlemeyi reddediyoruz. Fakat bazıları, değişmez olan Tanrı’nın, bizimle ilişkili bir şekil alabileceğini söyler. Neden bunu yapsın ki? Çünkü tanrılar da insanlar gibi ruhun yalanlarından ve sahtelik köklerinden nefret eder. Ayrıca diğer yalan türleri bir amaç için kullanıldığı ve bazı istisnai durumlarda masum sayılması da bir neden olabilir. Tanrıların buna neden ihtiyacı vardır? Çünkü onlar ne ozanlar gibi eski zamanlar hakkında bilgisizdir ve ne düşmanlarından ne de deli arkadaşlarından korkuları vardır. Öyleyse Tanrı dürüsttür, mutlak surette dürüsttür. Ne gece ne gündüz, ne sözde ne davranışta değişir veya kandırır. Bu, bizim ikinci büyük ilkemizdir: Tanrı dürüsttür. Homeros’taki Agamemnon’un yalan söyleyen rüyasından ve Thetis’in Eshilos’ta Apollon’a ettiği ithamdan uzaktır…
Devlet tasvirini netleştirmek için Platon, dört beş kişiyle kurduğu hayalî topluluktaki ortak ihtiyaçları ve iş bölümünü anlatmaya geçer. Aşamalı olarak bu topluluk büyür, iş bölümü ülkelere yayılır, ithalat ihracatı gerektirir, değiştirilen malın değerini ölçmek için bir araç gerekir ve üreticilere zaman kazandırmak için satıcılar satış yerlerinde bulunur. Bunlar, Platon’un ilk ve ilkel devleti kurma aşamalarıdır. Siyasal ekonomiyi bu şekilde gösterir. İkinci olarak daha uygar bir devleti tasvir edeceği için önce basit olandan başlamıştır. Rousseau gibi ilkel bir yaşam tasvirinden keyif alır ki bu tasvirin, insanlığın hayal gücü üzerinde hep gerçekten güçlü bir etkisi olmuştur. Fakat o, birinin diğerinden daha iyi olduğunu dile getirmez (Devlet Adamı). Ya da Aristo’nun siyasette yaptığı gibi ilk devlet tanımının ikinciden alındığı çıkarımına varılmaz. Platon’un diyaloğunu bir şiirden ya da bir kıssadan daha kelimesi kelimesine veya gerçekçi bir şekilde yorumlamamalıyız. Öte yandan, Platon’un hayat dolu düşüncesini felsefedeki çağdaş tezlerin kurumuş soyutlamalarıyla kıyasladığımızda, Protagoras’la şunu söylemeye mecbur oluruz: “Mythus daha ilgi çekicidir.” (Protag.)
Modern zamanların Siyasi Ekonomi üzerine tezlerinin yer aldığı bazı ilgi çekici görüşler, Platon’un yazılarının içlerine serpiştirilmiştir: Özellikle Yasalar, Nüfus, Serbest Ticaret, Kandırma, Vasiyet ve Bağış, (Platon’un olmasa da) Eryxias, Değer ve Talep, İşlerin Bölünümü. Son konu, aynı zamanda perakendeciliğin de kökeni, Devlet’in ikinci kitabında takdire şayan bir açıklıkla ele alınmaktadır. Fakat Platon ekonomiyle ilgili fikirlerini hiç düzenli bir sistem olarak bir araya getirmedi ve ticaretin devletteki ve bütün dünyadaki en büyük tahrik güçlerinden biri olduğunu hiçbir zaman fark etmedi. “Sadece her yerden en iyi adamlarla en iyi kadınların bir süre tavernaları ya da perakende ticareti devam ettirme zorunluluğu olsaydı, bütün o şeylerin ne kadar hoş ve makul olduğunu bilirdik.” “Yasalar” şeklinde yeterince acayip bir şekilde belirtmesine rağmen, Perakendecileri sadece alt sınıf vatandaşlar olarak gösterirdi. (Devlet, Yasalar)
Glaukon’un, “domuzlar şehri”ne olan hayal kırıklığı, daha safi devletteki lüks bakanlarının gülünç tasvirleri, sonradan eklenen doktor ihtiyacı, köpekten alınan koruyucu yapısının örneklemesi, kirli gizemler kutlandığında neredeyse bulunamayan kurbanın sunulmasının albenisi, Zeus’un babasına ve Hephaistos’un annesine olan davranışı; ciddi anlamı da olan birer mizah dokunuşlarıdır. Eğitimden bahsederken Platon bizi, bir çocuğun önce yalanlarla ve sonra gerçeklerle eğitilmesi gerektiğini söyleyerek biraz ürkütür. Bu, çocukların hem hayal gücü hem mantıkla eğitilmesi gerektiğini, zihinlerinin zamanla gelişeceğini, anlamadan öğrenmeleri gereken şeyler olduğunu söylemekten çok da farklı değildir. Çağdaş ahlak yazarlarından, doğru ve yanlış konularında farklı bir çizgi çizdiğinin kabul edilmesi gerekse de bu aynı zamanda Platon’un görüşünün özüdür. Bize göre ekonomiler veya düzenler, insan duyuları için gerekli ya da bilginin basit, cahil insanlara iletimine gerekli olmadıkça hoş görülmez. Şunun üzerinde durmalıyız ki söz, niyetten ayrılamaz ve mesela doğru olanın aleyhine yanlış şekilde hareket etmek veya söz söylemekteki gibi “sahte doğru” olmamalıyız. Fakat Platon kurguların kullanımını yalnızca iyi bir ahlaki etkisi olması gereğine ve yalancılık gibi böyle tehlikeli bir silahın sadece yöneticiler tarafından büyük amaçlar için kullanılmasıyla kısıtlardı.
Platon zamanında bir Yunan, dininin sadece tarihi bir olgu olup olmadığı sorusuna hiç önem vermezdi. Geçmişin bir tarihi olduğunu yeni yeni fark etmeye başlamıştı fakat Homeros ve Hesiodos’un ötesinde hiçbir şeyi göremezdi. Anlatılarının doğru ya da yanlış olması, Yunanistan’ın siyasi, sosyal yaşamını ciddi ölçüde etkilemezdi. Ahlaka aykırı olduklarını fark ettiklerinde insanlar, onların kurgu olduklarından şüphe etmeye başladılar. Ve dinlerde de böyledir: Önce ahlaka uygunlukları değerlendirilir, sonra kaydedildikleri belgelerin doğrulukları veya onlarla anlatılan doğal ve doğaüstü olaylar. Ama modern zamanlarda ve Protestan ülkelerde, belki Katoliklerde olduğundan daha fazla, tarihsel olayları ahlakla açıklamaya fazla yatkındık ve bazıları, belgelerin her tarafında insanüstü bir kesinlik görmedikçe dine inanmayı reddettiler. Eski veya dinî bir geçmişin olayları, bütün olayların en önemlilerindendir ama genelde şüphelilerdir ve onlardan çıkarılabilecek doğru dersi yalnızca kendimizi onların üstünde gördüğümüzde ediniriz. Bu fikirler, önemsiz olmasa da Platon’la bizim aramızdaki farkın ilk bakıştaki kadar önemli olmadığını gösterir. Çünkü ahlaki doğruyu dinî olandan önde tutmakta ve genellikle, bütün dinlerin ilk zamanlarında ortaya çıkan bu hataları ya da yanlış ifadelere aldırmamakta onunla aynı fikirde olmalıyız. Aynı zamanda, bir ülkedeki geleneklerdeki değişimlerin bir günde gerçekleşmediğini, bu yüzden bilim ve eleştirinin kınayacağı çoğu şeye hoşgörülü olduğunu biliyoruz.
Laf arasında, Hristiyanlıktan önce Reggio Calabrialı Thea-genes tarafından altıncı yüzyıl gibi ortaya atıldığı söylenen, mitolojinin kinayeli izahının aslında Platon döneminde kurulmuş olduğunu ve burada, farklı bir nedenden dolayı olsa da tıpkı Phaidros’taki gibi Platon tarafından reddedildiğini de ekliyoruz. Bu dinî veya hukuki kronolojik hatalar, insanlar medeniyetin bir başka aşamasına eriştiğinde evrensel tecrübeye uygun şekilde kurgular tarafından ortadan kaldırılmalıdır. Anlamlandırma sanatı harikadır ve bir kez keşfedildiğinde daima devam eden doğal sürece göre değiştirilemeyen şey açıklanarak önemi azaltılmıştır. Elle tutulur bir tutarsızlık olmaksızın iki tür din yan yana var olmuştur. Bir yanda tapınağın geleneksel ibadetinden gelen ve ozanların uydurduğu veya onlara miras kalmış bir gelenek. Diğer yanda, fikirler cennetinde yaşayan ama Asklepios’a bir horoz vermeyi ya da güneşin doğuşunda onun dualarını söylerken görünmeyi reddetmeyen filozofların dinleri vardı. Nihayetinde popüler din ile felsefi din arasındaki düşmanlık, -Yunanlar arasında bizim zamanımızdaki kadar yaygın olmasa da- ortadan kayboldu. Sadece aramızdaki okumuş ve okumamış insanların dinî olarak farkları hissedilmeye devam etti. Homeros ve Hesiodos’un Zeus’u kolayca Platon’un “asil zihni”ne girmiş oldu; dev Herakles insanlığın gezgin şövalyesi ve hayırseverine dönüştü. Bu ve bunun gibi muhteşem dönüşümler, Hristiyanlıktan iki üç yüzyıl öncesi ve sonrasında Stoacılar ve neo-Platoncuların maharetlerinden kolaylıkla etkilenmiştir. Yunan ve Roma dinlerinin içine, eski anlamlarını kaybederek yavaş yavaş felsefe ruhu işliyordu. Şiire ve ahlaka ayrılıyordu, dünyadaki etkileri azalırken muhtemelen hiçbir zaman çürüme zamanlarından daha saf değillerdi.
Kitabın sonlarına doğru ortaya çıkan ayrı bir fikir de ruhun içindeki yalandır. Bu, Platon ve Sokrates’in, istemsiz cahilliğin istemliden daha kötü olduğu öğretileriyle bağlantılıdır. Ruhtaki yanlış gerçek bir yanlıştır, en yüksek doğrunun çürümesidir; ruhun, kandırılmış kişinin artık kendini açıklayamayacağı en üst seviyesinin aldanmasıdır. Örneğin, Tanrı’yı sahte ya da ahlak dışı, Platon’a göre insanların görünüşleri gibi aldatıcı, kötülüğün yazarı gibi göstermek, Protagoras’la “bilginin bir algı olduğunu”, “varoluşun dönüşmek olduğunu” veya Thrasymakhos’la “gücün gerçek olduğunu” onaylamak için, Platon tarafından bu nefret dolu türün bir yalanı olarak kabul edilirdi. En büyük asılsızlığın en büyük şuursuzluğu -mesela Hakikatlerin (John) dilinde “kör olduğu söylenen” adamın “Görüyorum.” demesi-, Platon’un tanımladığı ruh hâlinin başka bir yönüdür. Ruhun içindeki yanlış ayrıca Kutsal Ruh’a (Luke) karşı günahla da Yunan ve Hristiyan sözleri arasındaki fark da hesaba katılarak kıyaslanabilir. Bir oyunda, şiirde, alegoride, söz sanatında ya da herhangi bir tür düzende yer alan sözcüklerdeki yanlışlar bunun aksidir. Ki bunlar, insanlara belirli durumlarda faydalı olsa da tanrılar için yararsızdır. Sokrates burada, deli kimseyle ilgili yönelttiği soruyu kendi yanıtlamaktadır, aynı zamanda Tanrı ve insanın doğalarını karşılaştırmaktadır. Çünkü Tanrı doğrudur ama insan ırkı yalnızca kimi zaman yanlı görünerek doğru olabilir ya da yanlış olur. Din ve eğitimle ilgili daha büyük sorulara yer ayırırsak şunları not etmemiz gerekir: (1) Yunanistan’ın eski ve geleneksel eğitiminin kabulü, (2) Platon’un Homeros’a ve ozanlara yapmaya hazırlandığı saldırı, (3) Devlette ekonomilerin kullanımına yaptığı saldırı, (4) burada ve devamında tanrıların “Kronik Skandal”ını ima ettiği aşağılayıcı ve örtmeceli tavır.

ÜÇÜNCÜ KİTAP
Dini sadeleştirmenin başka bir sebebi daha var: Ozanların aşağıdaki dünyayla ilgili masallarına inananlar veya ölümden korkanlar cesur olamayacakları için korkuyu yasaklamak. Cehennemi kötüye kullanmamaları kibarca rica edilmeli ve hikâyelerinin hem gerçek dışı hem iç karartıcı olduğu hatırlatılmalı. Akhilleus’un kasvetli sözleri; “Ölülere hükmetmektense bir hizmetçi olmayı yeğlerim.” ya da sefil köşkler, donuk gölgeler, kaybedilen güce ve gençliğe yas tutarak oradan oraya uçan ruh, yeryüzünün altında duman gibi alay eden biriyle olan bir ruh, yarasalar gibi uçuşan âşıkların ruhları gibi tiksindirici paragrafları sildiğimizde öfkelenmemeliler. Cocytus[7 - Cocytus: Yunan mitolojisinde yer altı dünyasında inilti nehri. (ç.n.)] ve Styx’teki[8 - Styx: Yunan mitolojisinde yeryüzüyle yer altı dünyasını ayıran nehir. (ç.n.)] dehşet ve korkular, hayaletler ve cansız gölgeler, Cehennemsel terminolojinin kalanı yok olmalı. Bunun gibi masalların bir amacı olmalı ama askerler için uygun bir besin değiller. Homeros’un kahramanlarının acılarını ve anlayışlarını çok az gibi kabul edebiliyoruz: Thetis’in oğlu Akhilleus gözyaşları içinde başına kül atarken deniz kenarında kafası dağınık volta atıyor veya tanrıların kuzeni Priamos çamur içinde yüksek sesle ağlıyor. İyi bir adam çocuklarını veya servetini kaybettiğinde yıkılmaz. Ölüm ona dehşet vermez. Bu yüzden, ölülere yakılan ağıtlar, önemli kişilere yapılmamalıdır. Onlar yalnızca, kadın veya erkek, aşağı derecedekilerin kaygısı olmalıdır. Bu tür bir zayıflığın tanrıların özelliği gibi görünmesi daha da kötüdür. Mesela tanrıçaların “Ah benim sancılarım!” demesi ve hatta en kötüsü, cennetin kralının, Hektor’u kurtaramayacağı için ağlayıp sızlaması ya da sevgili Sarpedon’unun yaklaşan kör talihine üzülmesi gibi. Gençler tarafından gülünmezse böyle bir Tanrı sıfatının, onlar tarafından örnek alınması muhtemeldir. Vatandaşlarımıza gülme izni verilmemelidir: “Bu tür şiddetli hazlar” şiddet içerikli bir tepkiye yol açar. İlyada’da geçen tanrıların, Hephaistos’un beceriksizliğine yanlarını sallamalarını biz kabul etmeyeceğiz. “Kesinlikle hayır!”
Erdemler arasında doğrunun önemli bir yeri olmalıdır çünkü söylediğimiz gibi yalanın tanrılara bir faydası olmaz ve sadece insanlara bir ilaç olarak yarar. Fakat yalana verilen bu görev, devletin bir ayrıcalığı olarak kalmalıdır. Sokaktaki adam, yöneticiye, bir hastanın doktoruna veya bir denizcinin kaptanına söyleyeceğinden fazla yalan söylememelidir.
Daha sonra, gençlerimiz ölçülü olmalıdır ve ölçülülük özkontrol ve otoriteye itaatten oluşur. Bu dersi Homeros birkaç yerde öğretir: “Achaealılar nefes alan yiğitliklerine, liderlerinin sessiz korkularıyla ilerlediler.” Ama diğer yerlerde pek farklı bir ders vardır: “Ey bir köpeğin gözlerine ama bir erkek geyiğin yüreğine sahip şarapla dolu kimse!” İkincisinin dili gençlerin zihinlerindeki öz-kontrolü etkilemeyecektir. Aynısı yeme-içmeye ve açlık korkusuna olan övgüleri, Zeus ile Hera’nın coşkulu aşkları, Hephaistos’un benzer şekilde Ares ve Afrodit’i bir ağda nasıl alıkoyduğuyla ilgili de söylenebilir. Sözlerinde daha asil bir zorlama duyulmaktadır: “Dayan, daha kötülere dayanmış olan ruhum.” Vatandaşlarımızın rüşvet almalarına veya “Hediyeler tanrıları kandırır, hediyeler saygıdeğer krallara.” demelerine izin vermemeliyiz. Akhilleus’a Yunanlara yardım etmeden önce onlardan para almasını öğütleyen Phoenix’i ya da Akhilleus’un kendisi Agamemnon’dan hediye alırkenki alçaklığını, Hektor’un bedenine karşılık fidye istemesini, Apollo’yu lanetlemesini, nehir-tanrı Skamandros’a olan küstahlığını, zaten diğer nehir tanrısı Spercheios’a atfedilmiş kendi saçından olan ölü Patroklos’a bağlanımını, Hektor’un bedenini duvarların etrafında sürüklemesini ve odun yığınındaki esirleri katletmesini takdir etmelerine müsaade etmemeliyiz. Kheiron’un öğrencisi için bu kadar fazla alçaklık ve gaddarlık hayal bile edilemez. Peirithoos ve Theseus’un aşk dolu maceraları da aynı ölçüde değersizdir. Ya bu tanrıların çocukları olduğu söylenen kişiler gerçekten tanrıların çocukları değildi ya da ozanların hayal ettiği gibi tanrıların kendileri kötülüğün mimarlarıdırlar. Damarlarında cennet kanının dolaştığı kişilerin böyle şeyler yaptığına inanan gençler, bu örnekleri taklit etmeye dünden hazır olacaklardır.
Bu kadar tanrı ve kahraman yeter. İnsanlar hakkında ne demeliyiz? Ozanlar ve hikâye anlatıcılar ne der: Kötünün işlerinin rast gittiğini ve erdemlilerin dert çektiğini mi yoksa adaletin bir başkasının kazancı olduğunu mu? Böyle yanlış betimlemeler bizim tarafımızdan onaylanamazlar. Fakat bunda, adaletin tanımını önceden görüyoruz ve böylece soruşturmaya daha iyi uyarız.
Şiirin konuları yeteri kadar işlendi, sonra biçim gelir. Bütün şiirler geçmiş, günümüz ve gelecekteki olayları anlatır ve bu anlatıların üç türü vardır; basit, taklit ve ikisinin birleşimi. Bir örnekle daha iyi açıklanabilir. Homeros’un ilk sahnesi karışık türe bir örnektir çünkü hem betimlemeler hem diyaloglar vardır. Ama eğer diyaloğu “oratio obliqua”ya[9 - Latince: “Dolaylı konuşma” anlamına gelen modern felsefe terimi. (ç.n.)] dönüştürürseniz paragraf şöyle ilerler: Papaz geldi ve Apollon’a Akaların Truva’yı alması, Agamemnon ona kızını ve anlaşılan Yunanları verirse güvenli şekilde geri dönmesi için dua etti fakat Agamemnon hiddetliydi. Tamamı betimlemeye dönüşür ve ozan da konuşan tek kişidir. Eğer anlatımı çıkarırsanız tamamı diyaloğa dönüşür. Bu üç biçimin hangisi bizim devletimizde kabul edilmiştir? “Trajedinin veya komedinin mi kabul edildiğini soruyorsun?” Evet ama bir şey daha; yöneticilerimizin taklitçiler olması şüphe uyandırmıyor mu? Ya da bir insanın hayatta birçok rol, trajedya ve komedyadan daha fazlasını ya da aynı anda anlatıcı ve oyuncu, oynayamadığına karar verdiğimiz için soru zaten cevaplanmadı mı? İnsan doğası çok küçük parçaları uydurmuştur ve yöneticilerimizin zaten özgürlüğü korumak gibi kendi işleri olduğundan, taklit olmadan yeteri kadar yapacak işleri olur. Eğer taklit edecekse de yapsın, bu bir eziklik veya rezillik değildir, iyilik içindir. Çünkü oyuncunun taktığı maske onun yüzüyle bütünleşmeye meyillidir. İnsanların münakaşa eden, ağlayan, azarlayan ya da tanrılara karşı atıp tutan kadın rolü oynamasına izin veremeyiz, en azından sevişirken ya da doğum sancısı çekerken. Köleleri, zorbaları, korkakları, ayyaşları, demircileri, kişneyen atları, bağıran boğaları, çınlayan nehirleri ve öfkeli denizleri temsil etmemelidir. İyi ve bilge bir adam iyi ve bilge davranışlar sergilemeye heveslidir ama daha önce hiç denemediği alt derecede bir rolü oynamaktan utanır. Betimleyici biçimi olabildiğince az taklitle kullanmayı tercih eder. Öz saygısı olmayan adam ise öte yandan, herkesi ve her şeyi taklit edecektir; doğanın sesleri, hayvanların bağırışları gibi. Bütün gösterisi hareket ve seslerin taklidi olacaktır. Şimdi, betimleyici biçimde bazı değişiklikler vardır fakat dramatik olanda çok daha fazlası söz konusudur. Ozanlar ve müzisyenler ikisini de kullanabilir ya da ikisinin birleşimini. Bu birleşim gençlere, öğretmenlerine ve görgüsüzlere çok çekici gelir. Fakat bizim devletimizde bir kişinin bir rolü oynaması yalnızca karışıklık için tercih edilmemiştir. Bu polifonik pandomim beyefendileri kendini ve yaptığı işi göstermeyi teklif ederse ona her türlü saygıyı gösteririz. Fakat aynı zamanda, ona devletimizde onun gibi birine değil; yontulmamış, dürüst bir ozana yer olduğunu ve asıl kalıplarımızdan uzaklaşmayacağımızı söyleriz. (Yasalar)
Sonra müziğe gelirsek bir şarkı ya da övgünün üç kısmı vardır: Konu, ahenk ve ritim. Son ikisi, ilkine bağlıdır. Ağıtları yasakladığımız için ağıt türünün ahengi olan karışık Lidya ahengini de yasaklarız. Vatandaşlarımız ölçülü olduğu için İyonya ve saf Lidya gibi neşeli ahenkleri de yasaklarız. Geriye iki tane kalır: Dor ve Frigyen. İlki savaş, ikincisi barış için. Biri cesareti anlatmak, diğeri itaat, talimat ve dinî duygular için. Ve ahengin çeşitlerini reddettiğimiz için onlara ses veren çok telli ve çeşitli şekillerdeki enstrümanları da reddederiz. Özellikle de diğerlerinden daha karmaşık olan flütü. Lir ve arpa şehirlerde, Pan flütüne de çayırlarda izin verilebilir. Böylece müziği arındırmış olduk, şimdi de ölçüsünü arındıracağız. Bunlar da ahenkler gibi basit ve duruma uygun olmalıdır. Dört tellilerde dört nota ve üç ölçü oranı vardır, 3/2, 2/2, 2/1. Bunların hepsinin kendi özellikleri vardır. Fitin de ritimler gibi kendi özellikleri vardır. Fakat bunu, doğru hatırlıyorsam daktilik, bir uzun bir kısa ölçülü ve beşli ritimlerle heceleri birbirine dengeleyip her birine uygun miktarı verip savaşsal ölçüden bahseden büyük müzisyen Damon’a sormalıyız. Biz yalnızca biçimin konuya ve ölçünün de biçime uyum sağladığı; ruhun sadeliği ve ahengininin hepsinde yansıtıldığı genel ilkesini kabul etmeyi göze alırız. Bu sadelik ilkesini herkesin gençlik yıllarında öğrenmesi gerekir, yaratıcı ve yapıcı sanatlardan hayvanların, bitkilerin şekillerine kadar bir yerde toplanmalıdır.
Ozanlar gibi başka sanatçılar da alçaklık ve uygunsuzluğa karşı uyarılmalıdır. Heykelcilik ve ressamlık müzikle aynı derecede sadelik yasasına itaat etmelidir. Yasayı ihlal eden kişinin şehrimizde çalışmasına ve vatandaşlarımızın zevkini mahvetmesine izin verilmemeli. Çünkü yöneticilerimizin ruhlarını çürütecek ve zehirleyecek birer bozukluk şeklinde değil, tatlı olan her şeyden içebilecekleri sıhhat ve güzellik dolu bir diyarda, ahenkli etkilerle büyümeleri gerekmektedir. Bütün etkiler içinde en büyüğü müzikle verilen eğitimdir. Bu eğitim, güzellik ve bozukluk açısından en derindeki ruha ulaşmanın bir yolunu bulur. İlk başta etki bilinçsizdir fakat sonra mantık devreye girdiğinde eğitim görmüş kişi onu uzun süredir tanıdığı bir arkadaş gibi buyur eder. Okumayı öğrenirken olduğu gibi ilk başta parçaları ya da harfleri ayrı ayrı öğreniriz. Daha sonra onları birleştiririz. Harflerin kendilerini öğrenmeden yansımalarını ayırt edemeyiz. Bir anlamda, erdemlerin önce parçalarını veya esas biçimlerini öğrenmek, sonrasında hayatta ve deneyimlerimizde bunların birleşimlerinin izini sürmek gibidir. Ruhta dünyanın ahengine karşılık veren bir müzik vardır ve müzikal bir ruhun en zarif amacı, zarif bir zihin ve zarif bir vücuttur. İkincisindeki bazı kusurlar görmezden gelinebilir ama ilkinde olmaz. Gerçek sevgi ölçülülüğün kızıdır ve ölçülülük bedensel hazların budalalığına tamamen karşıdır. Aşkla adil bir son getiren müzik hakkında yeterince konuştuk.
Sırada jimnastik var. İlk olarak şunu söylemeliyim ki bedenle ruh arasında bir neden-sonuç ilişkisi vardır. Böylece, zihni eğitirsek takip edilmesi gereken genel hatları belirterek bedenin eğitilmesini de zihne bırakabiliriz. Öncelikle yöneticilerin güçlü içkilerden uzak durmaları gerekmektedir çünkü zekâ kıvraklığını kaybedecek son kişilerdir. Palaestra’da[10 - Eski Yunan’da spor okulu. (ç.n.)] edindikleri huyların onlara uygun olduğu şüphelidir çünkü sıradan jimnastik uyuşuk bir şeydir ve aniden bitirilirse sağlığı tehdit etmeye meyillidir. Fakat bizim savaşçı atletlerimiz uyanık köpekler olmak durumundadır ve besin ve iklimdeki bütün değişiklikleri kanıksamalıdır. Bundan dolayı onlara basit müziklerine yakın basit bir tür jimnastik gerekir ve diyetleri için bir kural, kahramanlara deniz kenarında yaşamalarına rağmen balık değil sadece kavrulmuş et (Haşlanmış da değil çünkü çanak ve tava gerektirir.) veren Homeros’ta bulunabilir. Ve hatta yanlış hatırlamıyorsam orada hiç tatlı sos da geçmiyordu. Müzik için Lidya ve İyonya neyse jimnastik için o olan Sicilya mutfağı, Atina şekerlemeleri ve Korint fahişeleri de yasaklanmalıdır. Açgözlülük ve ölçüsüzlüğün hüküm sürdüğü yerde şehir çabukça doktorlar ve avukatlarla dolar. Hukuk ve tıbbın işine, Devletin özgür adamları onlara ilgi duyduğunda son verilir. Eğitim adına, yurdunda hiç bulunmadığı için adaleti yurt dışında aramaktan daha utanç verici bir durum olabilir mi? Gerçi aynı hastalık için daha kötü bir aşama da söz konusu: İnsanlar hazzı ve gururu hukukun bütün ayrıntıları olarak aldığında ve adalete başını sallamaya ihtiyacı olmadan hayatlarının ne kadar iyi olabileceğini hesaba katmadığında. Bir hekimi çalıştırmakta bir tür ayıp vardır. Yaraların ve bulaşıcı hastalıkların tedavisinden dolayı değil, bir adamın tembel olması ve Asklepios’un zamanında bilinmeyen ve lükse bağlı hastalıklardan dolayı. Homeros’un tıbbi uygulamaları ne kadar basit. Eurypylos yaralandığı zaman Lesbos şarabıyla kestirilmiş baharatlı çok sıcak bir süt içer ve Asklepios’un oğulları ne ona içeceği veren genç kızı ne de ona eşlik eden Patroklos’u suçlar. Doğrusu şu ki hastalıkları iyileştirmenin çağdaş sistemi, sağlıklı olmayan bir kuruluştan olup eğitim ve tıbbın birleşimiyle önce kendine sonra başka insanlara işkence etmiş ve hak ettiğinden çok daha uzun süre yaşamış eğitimci Herodicus tarafından öne sunulmuştur. Fakat Asklepios bu sanatı icra etmezdi. Çünkü düzenli bir devletin vatandaşlarının hasta olma lüksü olmadığını biliyordu, bu yüzden esnaf ve işçilerin çoğunlukla uyguladığı “öldür ya da iyileştir” yöntemini benimsedi. “Bunlar onların işleri olmalı.” derler, “Ve üstüne düşmeye zamanları yok: Eğer iyileşirlerse iyi. Ama iyileşmezlerse bu onların sonu olur.” Oysaki zengin kimse, hasta olmaya parası yeten bir beyefendi olmalıdır. Phocylides’in şu özdeyişini biliyor musunuz: “Bir adam zengin olmaya başladığında” (ya da belki biraz daha önce) mı “erdemleri uygulamalıdır?” Fakat ölçüsüz bir sağlık hizmeti nasıl olur da hem sıradan bir meslekle uyumsuz olup hem de Phocylides’in öğrettiği fazilet uygulamasıyla tutarlı olur? Bir öğrenci felsefenin onun başını ağrıttığını düşündüğünde hiçbir şey yapmaz, hep rahatsızdır. Bu, Asklepios’un oğullarının hiç böyle bir sanatla ilgilenmemesinin sebebidir. Halkın yararına çalışıyor ve faydasız yaşamları korumayı ya da acınası babalara cılız bir evlat uzatmak istemiyorlardı. Gerçek hastalıkları gerçekten tedavi ettiler. Bir adam yaralandığında ona doğru tedaviyi uyguladılar ve sonra istediği şeyi yiyip içmesine izin verdiler. Onlardan büyük servet kazanabileceklerine rağmen ayyaş ve değersiz kişileri tedavi etmeyi reddettiler. Pindar’ın, Asklepios’un zengin bir adamı hayata döndürmek için bir yıldırımla katledildiği hikâyesine gelirsek bu bir yalandır. Eski kuralımıza uyarak ya rüşvet almadığını ya da Tanrı’nın bir oğlu olmadığını söylememiz gerekir.
Glaukon Sokrates’e büyük hekimlerin ve hâkimlerin birkaç büyük hastalık ya da suç görmüş kişiler olup olmadığını sorar. Sokrates bu iki meslek arasına bir çizgi çeker. Hekim kendi vücudunda o hastalığı deneyimlemiş olmalıdır çünkü bedeniyle değil zihniyle iyileştirir hastalıkları. Fakat hâkim, zihni zihinle kontrol eder ve bu yüzden zihni suçlarla kirlenmemelidir. Öyleyse nasıl tecrübe kazanacak? Nasıl hem bilge hem masum olacak? Genç ve iyi bir adam içinde hiç kötülük örneği olmadığı için günahkârlar tarafından kandırılmaya meyillidir, bu yüzden hâkim belli bir yaşa gelmiş olmalıdır. Gençliği masum olmalı ve kötülüğe karşı bir bakış açısını onu deneyimleyerek değil diğer insanları gözlemleyerek geliştirmiş olmalıdır. Hâkimliğin ideal hâli budur. Suçludan dönme bir dedektif mükemmelce şüphelidir ama deneyimi olan iyi bir adamla beraberken hatalıdır çünkü herkesin kendi kadar kötü olduğu yanılgısına kapılır. Ahlak bozukluğu erdem olarak bilinebilir ama erdemi bilemez. İşte bu, devletimizde hüküm sürecek tıp ve hukuktur. Sanatları daha üst yapılara iyileştirecekler ama kötü bedenler ikisinden biri tarafından ölüme terkedilecek ve kötü ruh diğeri tarafından infaz edilecek. İkisine de olan ihtiyaç, müziğin ruha verdiği ağız tadı ve jimnastiğin bedene verdiği sağlıkla geniş ölçüde azalacak. Müzik ve jimnastik arasındaki ayrımın ruh ve bedene denk gelmeleri ikisinin de biri tarafından uysallaştırılıp diğeri tarafından ayakta tutulan ruhla eşit ölçüde ilgilenmelerinden dolayı değildir. İkisi birlikte iki parçalı doğalarıyla yöneticilerimizin ihtiyacını karşılarlar. Çok fazla jimnastik olduğundaki tutkulu eğilim kuvvetlenir ve vahşileştirilir. Fazla müzik içeren nazik ve felsefi huy zayıflar. Bir kişi müziğin kulaklarındaki borulardan su gibi akmasına izin verdiğinde ruhunun keskinliği yavaş yavaş aşınır ve içindeki tutku, şevk dolu parça eriyip içinden çıkar. Aşırı az ruh kolayca bitkin düşer, aşırı fazlası kolayca gergin asabiyete döner. Bu yüzden, yine, beslenen ve idman yapan atletin öz güveni iki katına çıkar fakat kısa süre içinde aptallaşır. Vahşi bir hayvan gibidir; yumruklarla her şeyi yapar ama fikir veya planla hiçbir şey yapmaz. İnsanın içinde iki kaynak vardır: Mantık ve tutku. Ruha ve bedene değil, bu ikisine müzik ve jimnastik sanatları karşılık gelir. Bu ikisini uyumlu bir ahenkle harmanlayan kişi gerçek müzisyendir. Devletimizin baş dâhisi olacaktır.
Bir sonraki soru ise, “Yöneticilerimiz kimler olmalıdır?” ilk önce kıdemli, daha genç olanı yönetmelidir ve kıdemlilerin en iyileri de en iyi yöneticiler olacaktır. Vatandaşlarını en çok seven, işini en iyi yapan olacaktır ve devletin refahı için onlarla ortak faydaları vardır. Bunları biz seçmeliyiz fakat hayatın her döneminde aynı fikirleri mi sürdürüyor ve şiddet ile keyfe karşı direniyorlar mı direnmiyorlar mı diye takibini yapmalıyız. Çünkü zaman, ikna etme ve keyfe düşkünlük, bir insanın amacında değişiklik yapacak kadar aklını başından alabilir ve keder ile ızdırabın gücü onu mecbur bırakabilir. Ve bu yüzden yöneticilerimiz, altınlara arıtıcılar tarafından ateşle yapıldığı gibi birçok denemeden geçmiş kişiler olmalıdır. Önce tehlike, sonra haz testlerinden geçmeli ve her yaşta bu sınamalardan zaferle, lekesiz ve kendisi ile özünün tam kontrolüyle çıkmış olması gerekmektedir. Bütün becerilerini ülkenin refahı için uyumlu bir şekilde kullanmalıdır. Böyleleri hem bu yaşamda hem ölümde en yüksek onurları alacaktır. (Yönetici terimini belki de bu seçkin sınıfla sınırlandırmalıyız: Daha genç adamlara yardımcılar da denebilir.)
Ve şimdi bir büyük yalan var: Yöneticilerimizi yetiştirebileceğimiz yalanı. Ve hatta dünyanın kalanını da. Anlatacağım şey sadece Kadmos efsanesinin başka bir versiyonu ama bizim şüpheci neslimiz böyle bir hikâyeyi kabul etmede tereddüt edecek. Hikâye önce yöneticilere, sonra askerlere, en son da halka açıklanmalı. Onlara gençliklerinin bir rüya olduğunu ve eğitim alıyor gibi göründükleri süre boyunca hazır oldukları zaman onları yukarı gönderen dünya için şekillendirildiklerini anlatacağız. Ve çocuğu oldukları kişileri korumayı ve onlara iyi bakmayı, birbirlerini kardeş olarak görmelerini öğreteceğiz. “Böyle bir kurgu ileri sürdüğün için utanç duyduğundan şüphem yok.” Ardında daha çok var. Bu kardeşler farklı yaratılışlara sahip ve bazıları Tanrı yönetimi için yaratılmış. Onları altın ile yapmış, diğerlerini de yardımcılar olsun diye gümüş ile. Diğerleri yine çiftçi ve esnaf olmak için, onları ise pirinç ve demirle şekillendirmiş. Fakat hepsi ortak bir elden çıktığı için, altın bir anne babanın gümüş bir çocuğu olabilir ya da gümüş anne babanın altın bir çocuğu. Öyleyse bir sınıf farkı olmalıdır. Zenginin çocuğu sosyal statü olarak alçalmak, sanatçının çocuğu yükselmek durumundadır. Çünkü bir kehanet, “Devlet, pirinç ve demirden yapılmış bir adam tarafından yönetildiğinde sonu gelecektir.” der. Vatandaşlarımız bütün bunlara inanacak mı? “Şimdiki nesil değil ama bir sonraki belki, evet.”
Şimdi fâni insanlar yöneticilerinin buyruğundan çıksın ve etrafına bakınsın. Karargâhını yüksek bir yere kursun ki dışarıdaki düşmanlara ve içerdeki isyanlara karşı emniyette olsun. Fedakârlık yapıp çadırlarını kursunlar çünkü onların asker olmaları gerekir; çarşı esnafı, koyunların bekçi köpeği ve yöneticileri değil. Lüks ve para hırsı onları kurtlara ve zorbalara dönüştürecek. Alışkanlıkları ve konutları eğitimlerine denk olmalı. Hiç mal varlıkları olmamalı. Aldıkları ücret yalnızca geçinmeye yetmeli ve sıradan yemekler yemeliler. Altın olana da gümüşe de bize Tanrı tarafından verildiklerini ve ruhlarındaki bu ilahi hediyeyi adına altın da denen dünyevi artıkla karıştırmalarını söyleyeceğiz. Onlar, ona dokunabilen, onunla aynı çatı altında olabilen veya ondan içebilen tek vatandaşlardır. O, lanetli bir şeydir. Eğer para, toprak ya da ev edinirlerse artık yönetici değil ev sahibi ve tüccar olurlar. Yani zorbaların düşmanı değil dostu. Hem kendileri hem de devlet için zarar eli kulağında olur.
Platon’un eğitiminin dinî ve ahlaki boyutu ayrı bir başlık altında değerlendirilecektir. Bazı nispeten daha küçük konular burada daha rahat görülebilir.
1. Platon’un zamanının tarzından sonra büyük ironiyle hem ahlak ve psikoloji hem de beslenme ve tıp tanığı olarak çağırdığı Homeros’un otoritesine olan daimi çekim. Platon, Homeros’tan yanlış biçimde alıntı yapmış veya ona gönderme yapmıştır. İyi dersle kötüyü ayırma girişiminde bulunmuş, bazen metnin tasarımında değişiklikler yaparken bir kereden fazla, ilk logografların tutumları gibi İlyada’yı bir düzyazıya çevirip onun kelimelerinden upuzak anlamlar çıkarmış veya onlardan gülünç uygulamalar yapmıştır. Herakleitos gibi Homeros ve Arhilohos’a karşı celallenmez (Herakl) fakat onların sözlerini yüce doğrunun birer aracı olarak kullanır. Reggio Calabrialı Theagenes veya Metrodorus’un ya da sonraki zamanlarda Stoacıların sistemlerine dayalı değildir ama onlar kadar dikte eder. Her ne kadar öncülleri hayalî olsa da bunlardan çıkarılan sonuçlar güvenilirdir. Homeros’a yapılan bu hayalî çağrılar Platon’un tarzına bir çekicilik katar ve aynı zamanda Homerik yorumlamanın akılsızlığı üstünde bir yergi etkisi bırakır. Bize göre -hatta belki kendisine göre de- tartışma şeklini almalarına rağmen hepsi birer söz sanatıdır. Kelimenin gerçek anlamı tamamen gözden kaybolduğunda bile muhteşem bir retorik güce sahip olan Kutsal Kitap’tan modern alıntılarla kıyaslanabilirler. Gerçek olan, Platon’un Sokrates’i gibi, Ksenofon’un Memoribilia’sından çıkardığımıza göre, benzer uyarlamalar yapmayı sever. Bütün devirler ve ülkelerde muhteşem olan, dinde de hukuk ve edebiyatta olduğu gibi, yorumlama sanatı olmuştur.
2. “Biçim, konuyu ve ölçüyü biçime uygulamaktır.” “Klasik” kelimesinin bizde yarattığı büyülenmeye karşın, bu kuralın, bize bağlı olan Yunan şiirinde görüldüğünü güçlükle savunabiliriz. Düşüncenin genellikle Eshilos ve Pindar’daki anlaşılır ifadenin gücünü aştığını ve retoriğin Sofist şair Euripides’te düşünceden daha iyi duruma geldiğini reddedemeyiz. Belki sadece Sofokles’te bu ikisinin kusursuz bir uyumu vardır. Sadece onda bir Yunan heykelinin güzelliğinde bir zarafete sahip bir dil görürüz; azaltılması ya da eklenmesi gereken bir şey yoktur. En azından bu, tekli oyunlarda ya da büyük bir kısmında geçerlidir. Trajik Korolarla Yunan lirik ozanlarının arasındaki bağlantı sıklıkla, mantıktan evvelki bir dönemde şairin çözemeyeceği düğümlenmiş bir iptir. Zihninde bir sürü düşünce ve his birbirine karışmıştır, onları ayırma ya da düzenleme gücüne sahip değildir. Çünkü düzyazıdan şiire geçirilmesi gereken mantığın belirsiz bir etkisi vardır, tıpkı düzyazıdaki şiirselliğin dildeki müzik ve kusursuzluğa olan etkisi gibi. Bütün çağlarda şair kendi anlamının kötü bir hakemi olmuştur (Apol) çünkü dünyanın zihniyle ortak noktaları bulunduğunu, zor ve birbiriyle anlamsız olduğunu görmez. Ya da kendisine net gelen gidişatın diğerleri için kafa karıştırıcı olduğunu. En büyük modern şairlerimizin eserlerinde fazla üstü kapalı, konuyla biçim arasında bir oran olmayan; her tür yarım ifade edilmiş figür, sert anlam, biçimsiz kelime öbekleri, fikirler arasındaki kopukluğun kabul edildiği; “usulca doğadan gelen” bir sesin veya düşünceye duygu anlatımını ekleyen bir müziğin bulunmadığı bazı kısımlar bulunmaktadır. İçinde güzellik olmayan şiir, rahatlık ve berraklık olmayan bir güzellik olabilirmiş gibi. İlk Yunan şairler, o zamanlar var olan dil ve mantık koşullarından ister istemez bağımsız olarak yetişmişlerdir. Bizim takip edeceğimiz örnekler değillerdir çünkü her nesilde kullanılan dil gitgide daha da netleşmiştir. Shakespeare gibi ifadelerindeki kusurlara rağmen müthişler. Fakat edebiyatın başlangıcında devam etmiş olan anlaşılmazlığa dönüş yapmaya gerek yok. Geçtiğimiz yüzyılın İngiliz şairleri kesinlikle anlaşılmaz değillerdi ve onlardan önceki geçiş dönemlerine geri giderek bu kazandığımız anlam berraklığını kaybetmek için bir mazeretimiz olamaz. Bizim zamanımızın düşüncesi dili geride bırakmadı. Platon’un “ölçme sanatı”na duyulan ihtiyaç, ikisi arasındaki oransızlığın baş sebebidir.
3. Devlet’in üçüncü kitabında Platon’un herhangi bir yerde yaptığından daha yakın bir sanat yaklaşımı ele alınıyor. Görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz: Asıl sanat hayal ürünü ve taklit değildir, sade ve kusursuzdur; en ulu ahlaki kuvvetin bir ifadesidir, hareket hâlinde veya hareketsiz. Bu sade ve asil özelliğe sahip olan plastik sanat eserleri arasında yaşamak veya bu yapıları dinlemek, gençlerin yetiştirilmesi gereken hakiki Yunan ortamında en iyi etkiyi yaratır. Onlarda her varlığın içindeki güzelliği ve doğruluk hissini gösteren doğal iyi tadı yaratmak bu şekilde mümkün olur. Çünkü şairler kovulsa bile sanat hâlâ mantığın bir yönüdür. Tıpkı Sempozyum’da aynı alana yayılan ama ön eğitimle sınırlandırılmış ve alışkanlıktan gelen aşk gibi. Ve bu sanat anlayışı, sadece müzik yapıtları ve plastik sanat biçimleri ile sınırlı değil, bütün doğayı kapsayan ve dünyada geniş bir akrabalığı olan bir olgudur. Platon’un Devlet’i, Perikles’in Atina’sı gibi siyasi yönün yanı sıra sanatsal yöne de sahiptir.
Platon’da yaratıcı sanatların bahsi nadiren geçer; yalnızca iki üç yerde onları kasteder (Devlet; Sofist). Fidias’ın eserlerinin, Partenon’un, Propylon’un ve Zeus ile Athena heykellerinin karşısında kendinden geçmez. Muhtemelen herhangi soyut bir sayıyı veya şekli, en büyüklerinden daha ulu sayardı. Yine de gençlerde bırakmayı hedeflediği gibi bir etkinin etrafında gördüğü çalışmalardan onun aklına geçmediğini düşünmek zordur. Sonuçta gördüğümüz şeylerin parçalarıyla yaşıyoruz ve birkaç kırık taş parçasında bile gerçeğin ve güzelliğin bir modelini buluyoruz. Fakat Platon’da bu hissin ifadesi bulunmaz; hiçbir yerde güzelliğin sanatın konusu olduğunu söylemez. Bilgeliğin görülür bir şekle bürünebileceğini reddediyor gibi görünür. (Phaidros) Güzel sanatlarla mekanik olanı ayırmaz. Olsa da olmasa da diğer yazarlar gibi gösterdiğinden fazlasını hissetti. Güzel sanatların muhteşem kusursuzluğunun onlar hakkındaki sessizlikle uyuşması yine de dikkate değer. Çok çarpıcı bir paragrafta, bir sanat eserinin, tıpkı devlet gibi bir bütün olduğunu ve bu bütün algısı ile yeni doğmuş matematik bilimlerine olan sevginin, Yunan sanatının ilham verici olmasa da her nasılsa düzenleyici prensipleri olarak görülebilir. (Kse. Memorabilia ve Sofist)
4. Platon gerçek ve belirsiz bir yorum getirir; hekimin güçlü sağlıkta olmaması ve hastalığın ne olduğunu önce kendisi bilmesi gerekir. Fakat hâkimin buna benzer şekilde kötüyle bir tecrübesi olmamalıdır. O, gençlik yıllarını masumca geçirmiş ve hayatının sonraki dönemlerinde diğer insanların kusurlarına aşina olmalıdır. Ve böylece, Platon’a göre bir hâkim genç olmamalı. Tıpkı Aristo’ya göre genç bir adamın ahlak felsefesinin uygun bir dinleyicisi olmaması gerektiği gibi. Kötü olanın ise kötülükle ilgili bilgisi vardır. Yine de bu düşünce treninin sağlam temelli olduğu da şüphelidir. Yasalar’ın önemli bir bölümünde, kötülüğün iyiliğin doğru bir tahminini yapabileceği kabul edilir. İkinci kitapta nezaketle cesaretin birliği ilk başta bir çelişki olarak görünür ama sonrasında doğru olduğu onaylanmıştır. Ve Platon aynı zamanda kötünün önsezisinin ona olan tiksintisiyle tutarlı olduğunu bulmuş olabilir. Bozukluğa ilişkin bilgi veren erdemde bir açıklık anlamı vardır. Ve huyla ilgili bilgi, bir dereceye kadar kötü ya da iyi deneyimden bağımsız doğal bir histir.
5. Yunan olmadıkları ve o zamanlarda dünyada var olmuşlardan farklı oldukları için Platon’un en dikkate değer fikirlerinden biri sınıfların değişimidir. Sparta devletinde belirli durumlarda kölelerin vatandaşlığa yükselmesi ve vatandaşların alçalması söz konusuydu. Ve eski Yunan aristokrasilerinde, liyakat kesinlikle hükûmette yerleşik olan unsurlardan biri olarak görülürdü. Devletlerin kurucuları onların iyilikseverleri olmalıydı. Yani insanlığın ortalama seviyesinin üstünde iyi davranışlarla yükselmiş ve daha sonraki zamanlarda, savaşçıların ve yasamacıların hizmetleri onlara, daha alt sıralamada olanlara vatandaşlık ayrıcalıkları ve devlette birinci sınıfı vermiştir. İdeal bir aristokrasinin varlığı ilk Yunan tarihinin kalıntılarıyla yetersiz bir şekilde kanıtlanmış olmasına ve bu tür bir özelliği, fikir tanımlanmış olsa da herhangi bir gerçek Yunan devletine atfetmek ya da dünyada var olmuş herhangi bir devlete atfetmekte güçlük çekmemize rağmen en iyi kuralı kesinlikle, ilkel tarih fikirlerini kendi iyi hükûmet fikirleriyle bağdaştıran filozofların arzusuydu. Platon, sonrasında, devletinin yöneticilerine birtakım testler uygulamada ısrarcı olur. Bu testlerle, belirlenmiş standartlara uymayanlar ya hükûmet görevinden alınır ya da hükûmete girmesine izin verilmez. Ve bu “akademik” disiplin bir noktaya kadar Yunan devletlerinde, özellikle Sparta’da başarılı oldu. Aynı zamanda, eski zamanların büyük bir kısmında varlığını sürdüren ama hiçbir şekilde Avrupa dünyasında var olmamış kast sisteminin, liyakat hatrına zaman zaman kenara kaldırılması gerektiğini belirtir. İnsan ırkının büyük kısmının toplum düzenine yapılan müdahalelere ne kadar derinlemesine alındığının farkındadır ve bu yüzden alışılmışın dışındaki yeni fikrini, kendisinin “korkunç kurgu” dediği bir biçimde sunar. (Beşinci kitaptaki “iki büyük dalga” için yapılan hazırlık töreniyle kıyaslayınız.) İki prensip gösterilir; ilki, bireyden önceki durumlara bağlı olan bir sınıf farkı olduğu ve ikincisi, bu farkın kişisel özellikler sayesinde kırıldığı veya kırılmak durumunda olduğudur. “Fenike hikâyesi”ni kendi fikirleri için bir araç yaparak Homeros’un şiirleri gibi mitolojiyi kendi devletinin ihtiyaçlarına uyarlar. Her Yunan devletinde kendi kökenine ilişkin bir efsane vardı. Platon’un devletinin de fanî insanoğluna ait bir hikâyesi olabilir. Hikâyenin ve Yunan geleneğinin paralelliğinin anlatımındaki ciddiyet ve doğruluk payı, “korkunç yalanın” yeterli bir doğrulamasıdır. Eski şiir, birbirini takip eden altın, gümüş, pirinç ve demir çağlarından söz eder ama Platon, bu birbirinden farklı insan doğalarının hep birlikte tek bir devlette mevcut bulunduğunu varsayar. Mitoloji, bir dersin öğretilmesi için bir figür görevi görür (Protagoras’ın dediği gibi, “Efsaneler daha ilgi çekicidir.”) ve Platon’un detaylara inmeden yeni prensiplere de değinmesine olanak sağlar. Bu bölümde genel doğruyu belli eder ama hangi adımlarla sınıf değişikliğinin gerçekleştiğini anlatmaz. Cidden, Devlet’in her yerinde düşük sınıfların gözden kaybolmasına izin verir. Bu insanların silah taşımak için mi var olduğunu veya beşinci kitapta mülke ve evliliğe ilişkin komünist düzenlemelerde yer alıp almadığını bilmiyoruz. Birkaç tesadüfi kelimeden, Platon’un sessizliğinden yola çıkarak veya onun görüşünün ötesinde sonuçlar çıkararak tam olarak bir şey öne sürmek gereksizdir. Aristo, düşük sınıfların durumları hakkındaki eleştirisinde, şiirsel yaratılışın “hava gibi, dayanıklı” olduğunu ve mantığının oklarıyla delinmeyeceğinin farkına varamaz. (Pol.)
6. Günümüz okurunu en üst derecede fantastik ve kusursuz gibi vuran, ona birçok derin düşünce getiren iki çelişki, Devlet’in üçüncü kitabında bulunabilir. İlki, müziğin müthiş gücü. Bu güç, sanat ve bilimin bu kadar ilerlediği, melodi ile ahengin sırrını bulduğu bu çağdaş devirde bizim deneyimlediğimiz etkiden çok daha fazladır. İkincisi, ruhun beden üzerinde kurması gereken belirsiz ve neredeyse mutlak kontroldür.
İlkinde bir nebze abartıdan şüpheleniyoruz, günümüzde bilinmeyen belirli sanat dallarının uzmanlığında gözlemlediğimiz gibi. Yalnızca bir grup insan tarafından hissedilen bu doğal şevk ile Platon’a, Aristo’nun yabancı olduğu, sayılara ve sayısal orana duyulan bir tür Pisagorsal hürmetin karıştığı görülür. Ses aralıkları ve sayıları ona göre, duyu değişimlerine bağlı olmayan ve kendi yasaları olan kutsal şeylerdir. Duyunun da üstünde yükselir ve idealar dünyasıyla bir bağlantı işlevi görür. Fakat Platon’un kendisine gerçek durum gibi görünen şeyi anlattığı barizdir. Sade ve karakteristik bir melodinin Yunanların duyarlı zihinleri üzerindeki gücü, bizim kolayca takdir edebileceğimizden fazlasıdır. Ulusun kulağının etkisi onunla bir kıyas ortaya çıkarabilir. Ve bütün bunların yanında, müzikal notaların ahengi ve ruhla bedenin uyumu arasında bir kafa karışıklığı vardır. Ki bu da muhtemelen onlardan dolayıdır.
İkinci çelişki bazı merak uyandırıcı ve ilginç sorulara yol açar: Zihin vücudu nereye kadar kontrol edebilir? Bu ikisinin arasındaki ilişki ortak düşmanlık mı ortak uyum mudur? İkisi bir midir ayrı mıdır ve biri diğerinin nedeni midir? Bazı zamanlar ikisi arasındaki zıtlaşmayı ve bize pek tanıdık olmayan ama yine de güçlükle kesin bir anlam taşıyan onları tanımlama yöntemimizi bırakabilir ve kompozit bir varlık olan insanı daha basit bir şekilde inceleyebilir miyiz? İnsanlarda kesin çizgilerle ayrılmamış, kimi zaman çatlayan ve birbiriyle kavgaya hazırlanan daha ileri ve daha alçak prensipler olduğunu bir nebze kabul edebilir miyiz? Ya da yine, ya bilinçsiz şekilde sıradan iş yaşamında ya da soylu bir amaç ve bilinçli şekilde çaba olmadan elde edilmek için düşünce ve sinirleri gerildiği için uzlaşıp birlikte hareket ederler. Ve sonra vücut, zihnin iyi bir arkadaşı, dostu ya da kölesi, bir vasıtası oluverir. Ve zihin çoğu zaman, müthiş ve neredeyse insanüstü olan hastalık ile güçsüzlüğü geçirme ve gizli bir gücü ortaya çıkarma gücüne sahiptir. Mantık ve arzular, zihin ve duyular, uyum ve itaat ile bir araya gelip tek bir insanı oluştururlar. Asla ayrılmaz ve bir araya gelmezler. Eğilimlerinin özdeşlikleri veya çeşitlilikleri ile yaptıkları işlemler büyük çoğunlukla bizim tarafımızdan fark edilmez. Zihin, arzular yoluyla bedene değdiğinde birbirlerine olan sorumluluklarını kabul ederiz. İçimizden bir ses “İç.” derken başka bir ses “İçme; sana iyi gelmeyecek.” der. Hepimiz biliriz ki haklı olan üstün gelir. Bu alana kontrolümüz dışında olan bazı ihtiyaç unsurları girmesine rağmen sağlığımızdan sorumluyuz. Kendimize çok yüklenmezsek ve bütün insan özgürlüğünün doğanın, zihnin yasaları ile kısıtlandığını idrak edersek yıllarca devam eden sağlığın, bakımın ve düşüncenin yönetiminde bile bizi neredeyse kendi işlerimizde yetkili kılabilir.
Platon’un kendi döneminde yaygın olan tıp uygulamalarında devam ettirdiği genel kınamada diyetin etkilerini küçümsediğini görmekten hayal kırıklığı duyarız. Kesin tedavisi olan ve belirli özelliklere sahip hastalıklar almayı isterdi. Hayat uğraşı ile çatışan sakatlıktan korkar. Zamanın hem zihinsel hem bedensel hastalıkları iyileştirdiğinin, aşamalı ve ufak ufak ilerleyen tedavilerin ani sonuçlar verenlerden daha güvenli olduğunun farkına varmaz. Zihnin vücudu yeme içmenin yaptığından veya irade özgürlüğünün daha doğru, basitçe ileri sürüleceği herhangi bir diğer davranış ya da durumun daha fazla etkileyebileceğini de görmez.
7. Daha az önemli biçim konuları şöyle gösterilebilir.
(1) Platon’un şakaya vurduğunu ifade etme biçimi olan müziğin taklitçi cahilliği.
(2) Burada da ikinci kitaptaki gibi devletin yapısıyla devam ettirdiği belli belirsiz tavır.
(3) Devletin bazen gerçeklik olarak, sonra yine yalnızca hayalî bir çalışma olarak betimlenmesi; bunlar okuyucunun ilgisini sürdürmeye yönelik sanatlardır.
(4) Bağlantılar veya onuncu kitapta ozanların tamamen gözden çıkarılmasına hazırlık.
(5) Davaseverin rehber resimleri, Phocylides’in özdeyişiyle ilgili satirik espri, altın ve gümüş vatandaşların görüntüsünün konuya dâhil oluş biçimleri ve Asklepios’un uygulamasından çıkan tartışma gözden kaçmamalıdır.

DÖRDÜNCÜ KİTAP
Adeimantos, “Bir insanın, senin vatandaşlarını sefil ettiğini ve kendi özgür iradeleriyle bunu yaptırdığını söylediğini düşün. Onlar şehrin efendileri ama yine de diğer insanlar gibi toprak, ev veya para sahibi olmak yerine paralı askerler olarak yaşadıklarını ve her zaman artmakta olan yönetici olduklarını düşün.” dedi. Şunu da ekleyebilirsin, dedim; ücret değil sadece yiyecek aldıklarını ve bir seyahat veya bir eşe harcayacak paraları olmadığını. “Öyleyse ne cevap veriyorsun?” Cevabım, yöneticilerimizin en mutlu insanlar olmak durumunda kalmamalarıdır. Uzun vadede öyle olduklarını bulmak beni şaşırtmamalı. Ama bu bizim, sadece bir bölümün değil bütünün iyiliğini düşünen yapımızın amacı değildir. Eğer bir heykeltıraşa gidip yüzün en asil parçası olan gözü neden mor değil siyah yaptı diye onu suçlarsam bana “Göz göz olarak kalmalı ve heykele bir bütün olarak bakmalısın.” der. Şimdi, içinde herkesin yiyip içtiği, ince mor keten giysiler giydiği, çömlekçilerin ellerinde çarklarıyla koltuklarda uzandığı ve arzu ettiği zaman çalıştığı ve acemi çaylaklar ile devletin diğer sınıflarının kendilerine has özelliklerini kaybettikleri, hayaller âleminde kurulmuş bir mutluluğu anlayabiliyorum. Çaylaklar olmadan da devlet kendine yetebilir ama yöneticiler yakın arkadaşlara doğru bozulursa çöküş tamamlanır. Unutmayınız ki biz tatiline devam eden köylülerden değil her insanın kendi işini yapmayı kabul ettiği bir devletten söz ediyoruz. Mutluluk yalnızca o ya da bu sınıfta değil bir bütün olarak devletin her kısmında bulunmalıdır. Yapacağım bir değerlendirme daha var: Orta hâlli bir yaşam, esnaf için en iyisidir. Araç gereç alacak kadar paraları bulunmalı ama işinden de bağımsız olmamalıdır. Aynı durum vatandaşlarımız için de en iyisi değil midir? Eğer fakir olurlarsa sefil olurlar. Zengin olurlarsa gösterişli ve tembel olurlar. Ve bu durumları ikisinin de yaşamasını istemeyiz. “O zaman zavallı şehrimiz parası olan bir düşmana karşı nasıl savaşacak?” Tek düşmana karşı savaşmak zor olabilir ama iki olursa hiç düşman kalmaz. İlk olarak mücadele eğitilmiş savaşçılara karşı varlıklı vatandaşlarla gerçekleşecek ve sıradan bir atlet, en az iki iri yarı rakip için kolay bir eşleşme değil midir? Şunu da düşün; karşılaşmadan önce iki şehirden birine elçiler gönderiyoruz ve “Bizde altın veya gümüş yok, ganimetimizin birazı karşılığında bize el uzatır mısınız?” diyoruz. Yağsız ve dayanıklı köpeklere katılıp yağlı koyunu yağmalamak varken kim onlara karşı savaşır ki? “İyi ama birkaç devlet onların kuvvetine katılırsa tehlikede olmaz mıyız?” devlet kelimesini bizimmiş gibi kullanman beni memnun etti. Onlar tek bir devlet değil, “devletler”, çoğu bir arada. Çünkü her devlette birbirine düşürebileceğin iki hasım millet vardır; zengin ve fakir. Fakat bizim devletimiz, ilkelerine sadık kalırken Yunan devletlerinin gerçekten en muazzamı olacaktır.
Devletin büyüklüğüne gelecek olursak bir sınır değil birlik gereklidir. Ne çok geniş ne çok küçük olmalıdır. Bu ikincil derecede önemli bir husustur, fanî insanın ibretlik hikâyesinde anlatılan sınıf değişimi ilkesi gibi. Burada anlatılmak istenen anlam, her insanın fıtratındaki şeyi yapması, kendisiyle anlaşmasıdır ve sonra bütün şehir birlik olmuş olur. Fakat bu şeylerin hepsi ikincildir, eğer daha önemli bir mesele olan eğitim layıkıyla göz önüne alınırsa. Çark bir kere dönmeye başlarsa hızı sürekli artacaktır; her nesil hem fiziksel hem ahlaki özelliklerde kendinden öncekinden daha fazla gelişecektir. Valilerin dikkati müzik ve jimnastiği yenileşmeden ülkenin şarkılarını değişmekten korumaya verilmelidir. Yoksa sonra yasaları da değişir. Değişim ilk başta masum görünür ve oyununa başlar ama sonra şeytan ciddileşir ve insanların huyları, sonra ticari ilişkiler ve en son devletin birimleri üzerinde çalışır, her yerde yıkım ve karışıklık olur. Ama eğer eğitim olduğu gibi kalırsa hiçbir tehlike olmaz. Güçlendirici bir süreç sürekli devam edecektir. Yasa ve düzen ruhu, düşeni kaldıracaktır. Hayattaki daha küçük meseleler için hiçbir düzenleme gerekmeyecektir; davranış kuralları ve giyinme biçimleri. Benzeri bizi iyiye ya da kötüye çeker. Eğitim eksiklikleri düzeltir ve özerklik için gereken gücü sağlar. Yasaların hususlarına girmek için bizden uzak olsun. Bırakalım da yöneticiler eğitimle ilgilensinler ve eğitim de kalan her şeyle ilgilensin.
Fakat eğitim olmadan istedikleri gibi dikip yama yapabilirler. İlerleme kaydetmezler, sevdiği bir tedaviyle kendini iyileştirmeyi düşünen ve şatafatlı yaşam tarzından vazgeçmeyen bir hasta gibi. Eğer bu insanlara alışkanlıklarını değiştirmeleri gerektiğini söylerseniz öfkelenirler, büyüleyici insanlardır. “Büyüleyici mi? I ıh, tam tersi.” Bu adamlar apaçık ne senin gibi nezaketli ne de devlet onlar gibi olan devlet. Ve böyle, önce idam cezasını kanunlaştıran, sonra anayasayı değiştiren, sonra da kendileriyle bir şeylerde gurur duyan devletler vardır. Onları şımartan ve onlara yılışan kimse o başa geçer. “Evet, insanlar da devletler kadar kötüdür.” Fakat parlak zekâlarına hayran kalmadın mı? “I ıh, bazıları insanlar ona ne söylese inanacak kadar salak.” İyi de bir adama bütün dünya 1.82 boyunda olduğunu söylüyorsa ve adamda bir ölçü aleti yoksa adam inanmayıp ne yapsın? Ama meraklanma; devlet adamlarını kendi kocakarı ilaçlarını deneyen ve insan ırkının Hidramsı serseriliklerini bitireceklerini düşleyen biri olarak görmek oyun kadar iyidir. Minik mizansenler iyi devletlerde lüzumsuz, kötülerde de işe yaramazdır.
Öyleyse şimdi kanunların işleyişinden geriye ne kalıyor? Bizim için hiçbir şey ama Delf’in tanrısı Apollon’a var olan bütün şeylerin en önemlisini düzenlemeyi bırakıyoruz; yani dini. Eğer bu önemdeki bir meselede bir anlamı varsa yalnızca, merkezde ve orta yerde oturan, atalarımızdan kalmış olan tanrımıza güven olabilir. Yabancı bir tanrı bizim dünyamızda yüce olamaz…
Burada, Sokrates’in de söyleyeceği gibi neyin daha önce olduğuna “kafa yoralım” (Yunan): Buraya kadar vatandaşların mutluluğunu değil, yalnızca devletin refahını konuştuk. Onlar en mutlu insanlar olabilirler ama devleti kurmaktaki asıl amacımız onları mutlu etmek değildi. Onlar koruyucular olmalıydı, tatilci değil. Bu hoş tarzda bize hem eski hem modern felsefenin, görev ve mutluluğun ilişkisiyle ilgili olan ünlü bir sorusu yönelir; kamu hizmetlerinden yararlanma.
Önce görev, sonra mutluluk; ahlaki amaçlarımızda doğal sıra böyledir. Faydacı prensip, hatayı düzeltmede değerlidir ve bize ahlakın ihmal edilecek bir tarafını gösterir. Hak ve faydanın eş zamanlı olduğu, insanların mutluluğunu kendine amaç edinen birinin en soylu amaca sahip olduğu ilerde kabul edilebilir. Fakat faydacılık, ahlakın tarihsel temeli değildir. Ahlaki ve dinî fikirlerin genelde akla geliş durumu da değildir. En büyük mutluluk, inancımıza göre, evrenin ilahi iktidarının uzak sonucudur. Bir birey için en büyük mutluluk ise erdemlilik ve iyilik dolu bir hayatta bulunmasıdır. Fakat ilahi bir amaçtan çok hak yasasından emin gibi görünürüz; “bütün insanlık kurtarılmalıdır” ve birini diğerinden anlarız. Ve bireyin en büyük mutluluğu belki de kelimenin tam anlamının tersidir ve belki acı içinde bir yaşamla ya da gönüllü bir ölümle gerçekleşir. Dahası, “mutluluk” kelimesinin biraz anlam kargaşası olabilir; zevk ya da ideal bir yaşam anlamına gelebilir. Öznel ya da nesnel olabilir. Bu dünyada ya da diğerinde olabilir. Sadece kendimizin ya da komşularımız ve diğer bütün insanlar için olabilir. Faydacılığın modern kurucusuna göre, bize göre zıt iyilik ve özsevgi olarak zıt görülseler de özsaygı ve umursamaz tavırlar aynı anlama gelir. Mutluluk kelimesinin bir sınırı “doğru” ya da “yanlış” kutsallığı yoktur. Yüksek doğamıza aynı derecede hitap etmez ve insan ırkının bilincine işlenmemiştir. Hayatın konforları ve kolaylıklarıyla fazla derecede, ruhun kendimiz için istediğimiz faydalarıyla ise çok az derecede ilişkilidir. Büyük bir duruşmada, tehlike anında, baştan çıkarılma ya da herhangi bir kahramanlık faaliyetinde hemen hemen hiç düşünülmez. Bu sebeplerden dolayı, “en büyük mutluluk” ilkesi ahlakın asıl temeli değildir. Ama ilk ilkesi olmasa da ona doğru ve daha kolay uygulanabilen ikincisi sayılabilir. İnsan davranışlarının büyük bir kısmında doğru ya da yanlış yoktur, insan ırkının mutluluğuyla meşgul oldukları için bugüne kadarki zaman hariç. (Gorgias ve Philebus, Giriş)
Faydalı ya da avantajlı olanın büyük yer kapladığı ve büyük yetkisi olduğu görülen siyasette de aynı soru yine karşımıza çıkar. Siyasi ölçüleri ilgilendirdiği için başlıca şunu sorarız: İnsanlığın mutluluğunu nasıl etkileyecekler? Yine de burada da amaca uygunluk olarak nitelendirdiğimiz şeyin yalnızca insan toplumunun koşullarıyla sınırlandırılmış hak yasası olduğunu görebiliriz. Hak ve doğru, hem bireylerin hem hükûmetin büyük amaçlarıdır. Onları gözden kaybetmemeliyiz çünkü onları doğrudan uygulayamayız. Milletlerin daha iyi zihinlerine hitap ederler ve bazen yalnızca geçici heveslerin karşı koyabilmesi için çok fazladır. İnsanların hem kamu düzeni için hem de özel işlerinde kullandığı paroladır. Avrupa’nın mutluluğu buna bağlıdır denebilir. En kârlı ve faydacı devletlerde fikirlerin güçleri kalır. Bütün üst sınıf devlet adamlarının içinde, Perikles’in Anaxagoras’ın öğretisinden topladığı söylenen idealizmden bir parça vardır. Gerçek liderin hırslı amaçların üstünde olması gerektiğini ve ulusal karakterin materyalist rahatlık ve refahtan daha fazla öneme sahip olduğunu bilirler. Bu, Platon’a göre düşüncenin düzenidir; önce, vatandaşlarının görevlerini yapmasını bekler, sonra uygun durumlarda, yani düzenli bir devlette, mutlulukları garanti altındadır. Diğer paragraflarında, modern faydacılık prensibini siyasetten çıkarmaktan uzak olduğu gayet açıktır. Şöyle der; “En yararlı olan en saygın olandır ve en kutsaldır.”
Şunlardan söz edebiliriz:
(1) Adeimantos’un burada itiraz ederken üslubu Sokrates’in savını yerleştirmek ve derinleştirmek için planlanmıştır.
(2) Bütününün yalan söylemesinin hem siyasetin hem sanatın temelinde yatması fikri, ikincide çeşitli adlarla (harmoni, simetri, ölçü, bütünlük) anılan tek eleştiri prensibini destekler ve Yunanlar bunu sanat eserlerine uygulamış görünürler.
(3) Geleneksel Yunan devlet modelinden sonra devletin boyutunun küçük olması gereği, Aristo’nun Politika’sında olduğu gibi Yunanistan devletlerinin küçük olduğu gerçeği bir ilkeye dönüştürülmüştür.
(4) Cılız köpekler ve şişman koyunların, en az iki iri yarı adamı deviren az zinde boksçunun, sürekli durumlarını kötüleştiren “sevimli” hastaların, kendimizinki dışında bir devlet olmamasına dair aldatıcı tahminin ya da bir devlet adamının kendisine öyle söylendiği için boyunun 1.82 olduğunu zannetmesi ve ölçecek bir aleti olmadığı için buna inanması (Ona gerçekten kızamayacağımız kadar komik.) cahilliğinin hoş görülmesi ironisinin güldürücü tasvirleri…
(5) Şu iki büyük ilke için hazırlıklar yapıldığında dinin es geçildiği önemsiz ve yüzeysel tutum devam ettirilmelidir: Din, tanrıların en yüce kavramına dayanmalıdır ve gerçek milli yani Yunan tarzı devam ettirilmelidir.
Sokrates devam eder: Ama bütün bunların içinde adalet nerede? Aristo’nun oğlu, söyle nerede? Bir mum yak ve şehri ara. Kardeşini ve arkadaşlarının kalanını da aramaya yardım etmeleri için yanına al. Glaukon “Böyle olmaz.” diye cevap verdi. “Sen kendin şehri aramaya söz verdin ve adaleti terketmenin saygısızlığından bahsettin.” Peki, dedim. Ben yolu göstereceğim ama sen de peşimden geleceksin. Fikrim, devletimizin kusursuz olması için şu dört özelliğe sahip olması gerektiğidir: Bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalet. İlk üçünü silersek geriye kalan adsız adalet olur.
Öyleyse ilk olarak bilgelik: Olmasını planladığımız devlet bilge olacak çünkü aynı zamanda politik. Ve idare, marangozda, metal işçisinde ya da çiftçide değil bütün devletin yararı için fikirde bulunan kimsede bulunan bir beceridir. Sayısı demircilerden hayli az olan yöneticilerin bu becerisi devletin bilgeliğini yoğunlaştırdı. Eğer devleti yöneten bu küçük sınıf bilge ise devletin tamamı bilge olur.
İkinci özelliğimiz cesaret. Bunu başka bir sınıfta da görmekte zorluk çekmeyiz: Askerler. Cesaret bir tür kurtuluş olarak tanımlanabilir: Eğitim ve hukukun, tehlikelerle ilgili öngördüğü fikirlerin asla yanılmayan kurtuluşu. Boyacıların önce beyaz bir zemin hazırlayıp sonra üzerine mor ya da başka herhangi bir rengi serdiğini biliyorsunuz. Bu şekilde yapılan boyalar sabitlenir ve hiçbir sabun ya da kül suyu onu çıkaramaz. Bu zemin eğitimdir ve yasalar da renklerdir. Eğer zemin uygun şekilde kurulursa ne sabun, ne acı veya korku ne de kül suyu kanunları zeminden çıkarır. Tehlike hakkındaki doğru fikri koruyan bu güce “cesaret” demenizi isteyeceğim. Buna, “politik” ya da “uygar” sıfatları ekleyerek onu katıksız hayvan cesaretinden ve daha sonra bahsedilecek olan yüce bir cesaretten ayırmanızı isteyeceğim.
İki özellik kalır; ölçülülük ve adalet. Ölçülülük, uyum fikrini, bahsettiğimiz diğer özelliklerden daha çok akla getirir. “Kendisinin efendisi” olarak tanımlanan bir insanın betimiyle bu özelliğin doğasına ışık tutulur. Bu ifade kulağa saçma gelir çünkü efendi aynı zamanda bir hizmetkârdır. Bu ifadenin esas anlamı; bir insandaki iyi prensibin kötüye efendilik yapıyor olmasıdır. Bazı şehirlerde bütün sınıflar (kadınlar, köleler vb.) daha kötüye ve yalnızca birkaçı iyiye uyumludur. Bizim devletimizde kötüye uyumlu olanlar iyiye olanların kontrolü altında tutulmaktadır. Şimdi, ölçülülük bu sınıfların hangisine aittir? “İkisine de.” Ve bizim devletimize, eğer herhangi biri ölçülü bir mesken olacaksa ve bu özelliği, bütüne yayılmış, şehrin sakinlerini tek bir zihin yapan ve üst, orta, alt sınıfları (bilginin, güç ve servet olarak farklı olduklarını düşünerek) bir enstrümanın telleri gibi birbirine uyduran bir uyum olarak tanımlamakta doğru yaptıysak.
Şu an hedefe yakınlaştık: Adalet kayıp gider ve kaçar diye kenara yanaşalım, kapıyı çevreleyelim ve dört gözle izleyelim. Çalılığın kıpırdadığını ilk sen görürsen söyle. “I ıh. Yolu sen göster.” Öyleyse bir dua oku ve takip et. Yol karanlık ve zorlu ama ilerlemeliyiz. Bir iz görmeye başlıyorum. “İyi haber.” Neden? Glaukon, izlerimizin belirgin olmaması epey gülünç! Biz gözlerimizi uzağı görmeye zorlarken adalet ayaklarımızın dibinde yuvarlanıyor. Ellerinde tutabilecekleri bir şey arayan insanlar kadar kötüyüz. devletin temelini konuşurkenki iş bölümü prensibimizi unuttun mu ya da herkesin kendi işini yapmasını? Bu adalet değildir de nedir? Politik erdemler arasında bilgelik, ölçülülük ve cesaretle yarışabilecek başka bir erdem kaldı mı? “Herkesin kendisinin” olması, hükûmetin büyük hedefidir ve adaletin büyük hedefi de herkesin kendi işi olmasıdır. Bir marangozun ayakkabı tamircisi olmaya veya bir ayakkabı tamircisinin bir marangoz olmaya çalışmasında çok zarar yoktur ama asıl zarar, ayakkabı tamircisinin ayakkabı kalıbını bırakıp bir yöneticiye, bir parlamentere dönüşmesinden ya da bir bireyin aynı anda hem eğitimci, hem savaşçı hem de bir parlamenter olmasından ileri gelir. Ve bu zarar haksızlıktır, yani herkes birbirinin işini yapmaktadır. Henüz kesin bir sonuca varacak durumda olmadığımız için bunu söylemiyorum. Çünkü devletlerde geçerli olacağına inandığımız tanımın hâlâ birey tarafından sınanması gerekmektedir. Büyük harfleri okuyup şimdi küçüğüne geri geliyoruz. Bu ikisinden birlikte parlak bir ışık çıkarılabilir…
Sokrates, bir kalıntılar yöntemiyle adaletin doğasını keşfetmeye başlar. Üç erdemin her biri ruhun üç parçasından birine ve devletteki üç sınıftan birine karşılık gelir. Fakat üçüncü, ölçülülük, daha ilk ikisinin uyumuna bağlıdır. Eğer dördüncü bir erdem varsa, ruhtaki üç parçanın ya da devletteki üç sınıfın birbiriyle olan ilişkilerinde aranması gerekir. Bu çok bariz ve basittir, tam da bu sebepten dolayı henüz bulunamamıştır. Modern mantıkçı, fikirlerin kimyasal maddeler gibi parçalanamayacağını değil ama birbirine denk geleceklerini, aynı şeyin sadece adları veya hâlleri farklı olacağını reddeder ve bu örnekte durum bu gibi görünüyor. Çünkü burada verilen adalet tanımı, Sokrates tarafından Charmides’de verilen, yalnızca geçici olan ve sonradan reddedilen ölçülülük tanımlarından biriyle kelimesi kelimesine aynıdır. Ve diğer erdemler atıldığında artakalan adaletten çok uzaktır. Devlet’in adalet ve ölçülülüğü zorlukla birbirinden ayırt edilebilir. Ölçülülük, bir kısmın erdemi gibi görünür, üç kısımdan biri. Oysaki adalet bütün ruhun evrensel bir özelliğidir. Yine de öte yandan, ölçülülük aynı zamanda bir tür uyum olarak tanımlanır ve bu bakımdan adalet ile karşılaştırılabilir. Adalet, ölçülülük ile tür olarak değil ama derece olarak farklı görünür. Oysaki ölçülülük uyumsuz unsurların uyumu, adalet ise bütün yapıların ve sınıfların kendi işlerini yaptıkları kusursuz düzendir, doğru yerde doğru insan, bütün vatandaşların bölünmesi ve iş birliği. Adalet, yine diğer erdemlerden daha soyut bir fikirdir ve bu yüzden, Platon’un bakış açısına göre, onların atıfta bulunulan ve fikrin içinde onlardan önce gelen temellerinden de daha soyuttur. Ölçülülüğü ortadan kaldırma teklifi, sadece tekdüzelikten kaçınmaya yönelik bir biçim hilesidir.
Platon’un önceki Diyaloglar’ında tartışılmış önemli bir soru vardır (Protagoras; Arist. Nikomakhos’a Etik): Beceriler bir tane midir birden fazla mıdır? Bu, (şimdi ilk kez ahlak felsefesinde bir araya gelen) dört ana erdem olduğu anlamına gelen bir cevap bulur. Aynı zamanda erdemlerden biri diğerlerinden üstündür. Bu cevap, Aristo’nun, diğerlerine değil erdemlerin bütününün parçalara bağlı olduğu evrensel adalet fikri gibi değildir. Evrensel adalet fikri ya da ilk eğitim ve insanın ahlaki yapısında düzen sağlamak için, ikinci eğitimde hâlâ daha evrensel olan iyi kavramına ve spekülatif bilgi alanına erişildiği görülmektedir. İkisi de “yasa”, “düzen” ve “uyum” kelimeleriyle tanımlanabilir ama iyi kanısı “bütün zamanları ve bütün varlıkları” kucaklarken adalet fikri insandan öteye gitmez.
… Sokrates şimdi bireyi ve devleti tanımlar. Fakat önce bireyin ruhunun üç parçası olduğunu kanıtlamalıdır. Argümanı şöyledir: Nicelik nitelikte fark yaratmaz. “Adil” kelimesi, bireye de devlete de uygulandığında, aynı anlama gelir. Ve “adalet” kelimesi, devletteki ve bireydeki aynı üç prensibin kendi işini yaptığını gösterir. Peki gerçekten üç taneler mi yoksa tek mi? Soru zordur, şu an kullandığımız yöntemlerle çözülmesi de zordur ama doğru ve uzun yol çok zamanımızı alırdı. “Kısa olan bana yeter.” Öyleyse devletlerin özelliklerinin onları oluşturan insanların da özellikleri olduğunu kabul ediyorsun? İskitler ve Traklar hırslıdır, bizim ırkımız entelektüeldir ve Mısırlılar ile Fenikeliler açgözlüdür çünkü her birindeki bireylerin filanca karakterleri vardır. Zor olan şey; birkaç prensibin bir mi üç mü olduğuna karar vermek; yani, yapımızın bir kısmıyla mantık yürütüp bir kısmıyla arzu duyup diğer kısmıyla da öfkelenip öfkelenmediğimizi ya da bütün davranışlarda ruhun bütününün etkili olup olmadığını. Bu soruşturma, kelimelerin çok kesin tanımlarını gerektirir. Aynı bağıntıda aynı şey iki zıt yönden etkilenemez. Yani bir insanın hem sabit durup hem kollarını kıpırdatmasının ya da eksende yuvarlanan bir noktanın üstünde olmasının mümkünatı yoktur. Bütün mümkün istisnalardan bahsetmenin gereği yoktur. Zıt kutupların aynı bağıntıda var olamayacağını geçici olarak kabul edelim. Zıtlar sınıfına; alçalan ve yükselen, arzu ve kaçınma girer. Arzunun bir türü olan susuzluk ve açlıktır. Burada yeni bir anlam çıkar; susuzluk, suya duyulan susuzluktur, açlık da yiyeceğe duyulan açlıktır. Sıcak bir içeceğe veya belirli bir yemeğe duyulmaz yani. Tabii bunun tek istisnası, arzuladığımız her şeyin iyi olduğu gerçeğidir. Bağlantılı terimlerin ayırt edici özellikleri olmadığında bağlantılı olduklarının da olmaz. Olduğunda da bağlantılı olduklarının da olur. Örneğin, “büyük” kelimesi basitçe “az” ile bağlantılıdır ve bilgi, bir bilgi alanından bahseder. Öte yandan, belirli bir bilgi, belirli bir konuya aittir. Her bilimin, bir amaçla tanımlanan bir ayırt edici özelliği vardır. Tıp, mesela, sağlıkla şaşkına dönmemesine rağmen sağlık bilimidir. Buraya kadarki fikirlerimizi netleştirdiğimize göre, kesin bir amacı olan asıl susuzluk örneğimize geri dönelim: İçmek. Susamış ruh iki farklı dürtü hissedebilir: Hayvani olanı “İç.” derken mantıklı olanı “İçme.” der. Bu iki dürtü karşıttır ve böylece onların, ruhtaki farklı prensiplerden kaynaklandığını düşünebiliriz. Fakat tutku üçüncü bir prensip midir ya da arzu ile bağlantılı mıdır? Leontius’un bu soruya ışık tutan belirli bir hikâyesi vardır. Kuzey duvarının dışından, Pire’den geliyordur ve cellat tarafından öldürülmüş cesetlerin olduğu bir yerden geçer. Onları görmeye büyük bir arzu duyarken aynı zamanda bir tiksinti de hisseder. İlk önce arkasını dönüp gözlerini kapatır ama onları hızla açar ve “Doyun güzel manzaraya, sizi sefiller.” der. Şimdi burada, arzuya karşı mantığa yardıma gelen ama asla mantığa karşı arzuya yardım etmeyen üçüncü bir prensip yok mudur? Bu, şunu varsayarak kendimizi ikna ettiğimiz ayrı bir tutku ya da ruhtur. Bir insan adil şekilde acı çekerse ve cömert özelliği varsa katlandığı güçlüklere dargın olmaz. Ama adaletsizce acı çekerse dargınlığı en büyük yardımcısıdır. Açlık ve susuzluk onu uysallaştıramaz. İçindeki ruh ya uysallaşmalı ya da ölmelidir, çobanın köpeğine havlamamasını emrettiği mantığa ait sesini içinde duyana kadar. Bu, tutkunun mantığın dostu olduğunu gösterir. Öyleyse tutku mantıkla aynı şey midir? Hayır, tutku çocuklar ile zalimlerde bulunur ve Homeros, “Göğsüne vurdu ve böylece ruhunu azarladı.” dediğinde aralarındaki farka bir kanıt göstermiş olur.
Ve şimdi nihayet, sağlam bir zemine vardık ve devletin erdemleriyle birey erdemlerinin aynı olduğu çıkarımını yapabiliyoruz. Çünkü devlette bilgelik, cesaret ve adalet ancak devleti oluşturan bireylerdeki bilgelik, cesaret ve adaletle sağlanabilir. Üç sınıfın her biri devlette kendi sınıfının işini yapacaktır ve bireyin ruhunun her bir parçası; mantık, üstün olan tutku, alt olan da müzik ve jimnastiğin etkisiyle birbirine uyum sağlayacaktır. Diplomat ve savaşçı, baş ve kol Mansoul’da birlikte hareket edecektir ve arzulara boyun eğdirecektir. Savaşçının cesareti, zevkler ve acılar yerine tehlikelerle ilgili doğru bir fikri koruma özelliğidir. Diplomatın bilgeliği, ruhun yetkisi ve mantığı olan küçük bir parçasıdır. Ölçülülük prensibi, hem bireyde hem devlette yönetimin ve yönetilenin dostluğudur. Adaletten zaten bahsettik ve onun hakkında söylenen fikir, sıradan örneklerle doğrulanabilir. Adil devlet ya da adil birey hırsızlık yapar mı? Yalan söyler mi? Eşini aldatır mı? Ya da insanlara ve tanrılara saygısızlık yapar mı? “Hayır.” Bunun sebebi, devlette veya bireyde olan birkaç özelliğin kendi işini yapması değil midir? Ve adalet, insanları ve devletleri adil yapan özelliktir. Dahası, bir iş için bir adam olması gerektiğini savunan önceki iş bölümümüz, devamında gelecek olan için bir hayal ya da beklentiydi ve bu hayal şimdi, ruhun üç akorunu birleştirip hayatın her alanında uyumlu hareket ettiren adaletle gerçekleştirildi. Ve ruhun içindeki unsurların itaatsizlik ve başkaldırısı olan adaletsizlik, adaletin zıddıdır ve ruhun hastalığıdır çünkü ruhta da bedendeki gibi iyi ve kötü davranışlar iyi ve kötü alışkanlıklar yapar, ayrıca adaletsizlik uyumsuz ve yapaydır. Erdem; ruhun sağlığı, güzelliği ve refahıdır. Ahlak bozukluğu; ruhun hastalığı, güçsüzlüğü ve sakatlığıdır.
Yine eski sorumuz bize geri döner: Adalet mi adaletsizlik mi daha kazançlıdır? Soru gülünç bir hâl almıştır. Çünkü adaletsizlik, amansız hastalıklar gibi, hayatı yaşanmaya değer kılmaz. Benimle şehrin tepesindeki zirveye gel ve erdemin tek bir türüne, ahlaksızlıkların, aralarında hem devlette hem bireyde olan özel dört tanesi olan sonsuz türlerine bak. Bir tür erdeme karşılık gelen devlet, işte bizim tanımladığımızdır. Orada mantık iki addan biriyle hükmeder: Monarşi ve aristokrasi. Böylece hem devletlerde hem ruhlarda beş tür bulunur…
Ruhun üç tane becerisi olduğunu kanıtlama çabası ile Platon, bu üç beceriyi farklı kılanı anlatma çabasına girer. Sunduğu fark, becerilerin çalışmasındadır. Aynı beceri zıt etkiler yaratamaz. Fakat ilk mantıklı düşünen kimselerin yolu zorlu karışıklıklarla kuşatılmıştır ve zemini temizlemeden bir adım bile ilerleyemez. Bu onu, çelişkinin doğasını açıklamaya niyetlenen yorucu bir ara söze iter. Önce, çelişki aynı zamanda ve aynı bağıntıda olmalı. İkinci olarak, çelişkili cümlenin ifade edildiği sözlerin hiçbirinde konu dışı sözcükler kullanılmamalıdır. Örneğin; susuzluk içecekle ilgilidir, sıcak bir içecekle değil. Söylemediği ama ima ettiği şudur; eğer mantığın tavsiyesiyle ya da öfkenin dürtüsüyle bir adam içmekten geri tutulursa bu, susuzluk ya da onu içeren arzunun öfke ve mantıktan farklı olduğu anlamına gelir. Fakat varsayalım ki “susuzluk” veya “arzu” kelimelerinin değiştirilmesine izin veriyoruz ve bir “öfkeli susuzluk”tan ya da “intikamcı bir arzu”dan bahsediyoruz. O zaman, arzu ve öfkenin iki tabakası üst üste biner ve kafa karıştırır. Öyleyse bu durum hariç bırakılmalıdır. Ve arzunun amacında işaret edilen “iyi” kelimesinin kullanımında bir istisna kalır. Bunlar mantık çağından önce çıkan tartışmalardır ve onlar tarafından çok yorulmuş birisi şunu unutmamalıdır ki bunlar, ilk insan becerilerinin gelişimindeki fikirleri düzene koymak için gereklidirler.
Platon’un psikolojisi, ruhun -ilk onun ortaya attığını ve Aristo ile sonrasındaki ahlak yazarlarının devam ettirdiğini düşündüğümüz- mantıklı, çabuk öfkelenen ve şehvet düşkünü unsurlarından öteye gitmez. Zihnin bu ilk analizindeki başlıca zorluk, çabuk öfkelenen kısmının (Yunan) tam yerini tanımlamaktadır ki orası, doğrucu öfke, ruh ve tutku kelimeleriyle çeşitli şekillerde betimlenmiştir. O, Platon’da dürüst cesarette geçen cesaretin dayanağıdır; acıya katlanma, düşünsel zorlukları aşma ve savaşta tehlikeyle yüzleşme cesareti. Mantıksız olsa da mantıklı olanı destekleme eğilimi gösterir. Adil şekilde doğduğunda ceza ile meydana çıkmaz. Kimi zaman da insanlara büyük faaliyetlerde güç veren bir heves şeklini alır. Mantığın antlaşma yaptığı “aslan yürek”tir. Öte yandan olumludan ziyade olumsuzdur. Yanlışta ve yalancılığa içerlemiştir fakat Sempozyum ve Phaidros’taki aşk gibi, hakikat ya da iyi görüntüsünü amaçlamaz. Onur hükûmetinde hüküm süren askerî inatçı ruhtur. Öfkeden (Yunan) farklıdır çünkü öfkede hiçbir ilave doğrucu kızgınlık fikri yoktur. Aristo sözcüğü sürdürse de “tutku”nun (Yunan) mantıklıya olan yakınlığını kaybettiğini ve “öfke”den (Yunan) ayırt edilmesi olanaksız hâle geldiğini gözlemleyebiliriz. Ve bu yerel dille yazılan kullanıma Platon’un kendisi Yasalar’da sürekli olmasa da yeniden değinir. Modern felsefede de sıradan konuşmalarımızda olduğu gibi öfke ve tutku kelimeleri neredeyse sadece olumsuz anlamda kullanılır. Onların, adil veya makul bir sebepten çıktığını gösteren neredeyse hiçbir ima yoktur. “Doğrucu öfke” hissi, onu ayrı bir erdem ya da alışkanlık olarak görmemiz için çok eksik ve rastlantısaldır. Platon’un, bir kabahatlinin ne kadar adilce mahkûm edilse de cezasının adil olduğunu fark edeceğini sanarak ne kadar haklı olduğundan şüphe duymaya da meyilliyiz. Çünkü bu, bir suçlunun değil bir filozofun ya da bir şehidin maneviyatıdır.
Platon’un, Aristo’nun “İyi davranışlar iyi alışkanlıklar getirir.” tezine ne kadar yaklaştığını görebiliriz. “Sağlıklı davranışların (Yunan) sağlık getirdiği gibi adil davranışların adalet getirmesi” sözleri kulağa ne kadar da Nikomakhos’a Etik gibi geliyor. Fakat Platon’daki tesadüfi bir yorum, Aristo’da geniş kapsamlı bir prensibe ve büyük ahlak sisteminin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür.
Platon’un “uzun olan yol” diyerek ne demek istediğini anlamak güçtür. Çelişki ilkesiyle tartışmaktan memnun olmayacak bir geleceğin metafiziğini ima ediyor gibi görünür. Altıncı ve yedinci kitaplarda (Sofist ve Parmenides’i kıyaslayın), bize öyle bir metafiziğin taslağını vermiştir ama Glaukon iyi tasarımının nihai bir keşfini istediğinde onu, ilkel bilimleri henüz çalışmadığını söyleyerek ertelemiştir. Taslağı nasıl dolduracağını ya da böyle soruları nasıl yüksek bir bakış açısıyla tartışacağını yalnızca tahmin edebiliriz. Belki de bütünün parçalarını geliştirmenin önsel bir yolunu bulmayı ummuştur ya da hangi fikirlerin diğerlerini de içerdiğini sormuştur ve muhtemelen “ego”nun ve “evrensel”in Hegelci kimliğine denk gelmiştir. Ya da belki fikirlerin, matematikteki şekiller ve sayıların yapımı gibi analojik bir yöntemle kurulduğunu hayal etmiştir. Platon’a göre en kesin ve gerekli doğru evrensel olandı ve bu, günümüzde onları tümevarım ve deneyime koyduğumuz gibi, hep bilgi ve fikri işaret ediyordu. Metafizikçilerin büyük amaçları hep insan düşüncesinin ve dilinin sınırlarının ötesine geçmeye meyilli olmuştur. “Anlaşılmamış dünyalarda dolaştıkları” bir yüksekliğe erişmiş görünürler ve kendi zihinlerini derinlemesine etkilese de anlayışları, diğer insanlara görünmez ya da anlaşılmaz gelir. Bu yüzden Platon’un kendi fikirlerinin öğretilerini hiçbir yerde net şekilde açıklamadığını, akranları Glaukon ve Adeimantos gibi sonraki bir ekolünün onu bu yorum kısmında izleyemediğini görünce şaşırmayız. Tahmin diye bir şeyin olmadığını veya her şeyin her şeye dayandırılabileceğini savunan kuşkuculuğu reddettiği Sofist’te, bazı fikirlerin hepsiyle değil ama bazılarıyla birleştiği sonucuna varır. Fakat bu yolda yalnızca bir iki adım ileri gider. Hiçbir bağlantılı fikir sistemine ve hatta bilimlerin birbirleriyle olan basit ilişkilerinin bilgisine varmaz.

BEŞİNCİ KİTAP
Bana Adeimantos’tan biraz daha uzakta oturan Polemarkhos onu kabuğunun içine alacak gibi ona doğru eğilerek alçak sesle bir şeyler söylerken ben de tam devletlerdeki ahlaksızlık ve gerilemenin dört biçimini sayacaktım. Polemarkhos’un şunu söylediğini yakaladım: “Onu rahat bırakalım mı?” “Kesinlikle olmaz.” dedi Adeimantos sesini yükselterek. Kimi, dedim, rahat bırakmıyorsunuz? “Seni.” dedi. Neden? “Çünkü dostların her şeylerinin ortak olduğu genel formülünün altına sinsice yerleştirdiğin kadın ve çocukları hariç bırakmakta bizimle düzgün şekilde baş etmediğini düşünüyoruz.” Ve haklı değil miydim? Adeimantos “Evet ama komünizmin ve kamunun daha birçok çeşidi var, biz bunların hangisinin doğru olduğunu bilmek istiyoruz. Az önce duyduğun gibi dostluk daha başka bir açıklama almak için ayrıldı.” dedi. Thrasymakhos, “Buraya kazı yapıp altın bulmak için ya da seni konuşurken dinlemek için geldiğimizi mi düşünüyorsun?” dedi. Evet, dedim ama konuşma makul bir uzunlukta olmalıdır. Glaukon “Evet, Sokrates. Bütün hayatı dua ederek değil bu tartışmalarla geçirmenin bir sebebi vardır. Şimdi bize gürültü patırtı yapmadan söyle; bu halk nasıl hayata geçirilir ve doğum ile eğitim arasındaki mesafe nasıl doldurulur?” diye ekledi. Peki, dedim, bu konunun birkaç pürüzü vardır: İlk soru nelerin mümkün olduğudur. İkinci soru ise nelerin istendiğidir. “Korkarım ki öyle değil çünkü dostlar arasında konuşuyoruz.” diye yanıtladı. Bu, dedim, kepaze bir savunmadır. Kendimi de dostlarımı da mahvederim. Birazcık masum bir gülüşü dert etmem ama doğruyu öldüren bir katildir. “Öyleyse…” dedi Glaukon gülerek, “Bizi öldürme ihtimaline karşı seni önceden beraat ettireceğiz ve sen bizi kandırma suçundan serbest bırakılacaksın.”
Sokrates devam eder: Devletimizin yöneticileri bekçi köpeği olmalıdırlar, daha önce de söylediğimiz gibi. Şimdi bu köpekler erkekler ve kadınlar olarak ayrılmıyor. Eril cinsiyeti avlanmaya gönderip dişil cinsiyete de evde yavru köpeklere baktırmıyoruz. İkisinin de aynı vazifeleri var. Aralarındaki tek fark, bir cinsiyetin daha güçlü, diğerinin daha zayıf olması. Ama eğer kadınlar da erkeklerle aynı görevlere sahip olsaydı, onların da aynı eğitimi alması gerekirdi: Müzik, jimnastik ve savaş sanatlarının öğretilmesi gerekirdi. At binmeleri ve silah taşımaları ile büyük dalga geçilecek biliyorum. Çıplak ve kırış kırış yaşlı bir kadının palaestrada[11 - Eski Yunan’da spor salonu. (ç.n.)] çevikliğini göstermesi kesinlikle bir güzellik görüntüsü olmaz ve yaygın bir alay olabilir. Ama biz nükteleri bir kenara bırakmalıyız. Onların bizim mevcut jimnastiğimize gülmüş olabilecekleri bir zaman vardı. Hepsi alışkanlık. İnsanlar artık teşhirin insanın örtünmesinden daha iyi olduğunu fark etti ve gülmeyi bıraktı. Kötülük, yalnızca bir şakanın konusu olabilir.
İlk soru, kadınların tamamen mi kısmen mi erkeklerin işlerini paylaşacağı. Ve burada, bu öneriyi sunmaktaki tutarsızlığımızla suçlanabiliriz. Çünkü ilk olarak iş bölümü ile başladık ve işlerin çeşitliliği de özelliklerinin farklarından kaynaklanmaktadır. Fakat kadın ile erkek arasında bir fark yok mudur? Hem de tamamen farklı değiller midir? Beni aile ilişkilerinden bahsetmeye gönülsüz yapan bir zorluk vardı, Glaukon. Yine de bir insan bir havuzda ya da okyanusta boyunu aşan yere geldiğinde yalnızca hayatını kurtarmak için yüzebilir. Kaçmanın bir yolunu bulmalıyız, tabii becerebilirsek.
İddia şu; farklı özelliklerin farklı kullanımları olur ve erkekler ile kadınların farklı oldukları söylendi. Fakat bu sadece sözlü bir karşıtlıktır. Farkın tamamen önemsiz ve tesadüfi olduğunu düşünmüyoruz. Mesela, bir bakış açısına göre kel adam ile saçı olan birbirine zıttır ama kel adam bir ayakkabı tamircisi diye saçlı olanın bu işi yapmaması gerektiğini çıkaramayız. Neden böyle bir çıkarım hatalıdır? Çünkü aralarındaki zıtlık sadece kısmidir, tıpkı bir erkek ve kadın doktor arasındaki gibi bütün özelliklerde söz konusu değildir ya da bir hekimle marangoz arasındaki gibi. Ve eğer cinsiyetlerin farkları yalnızca birinin peyda edip diğerinin çocuğu taşımasıysa bu onların farklı eğitimler almasını gerektirmez. Kadının kapasitesinin erkekten farklı olduğunu sayarsak insanlar birbirinden hep aynı miktarda mı farklıdır? Doğa, vatandaşlarımızın iki cinsiyet fark etmeksizin gerek duyduğu bütün özellikleri oraya buraya dağıtmış mı? Ve hatta kendi meşguliyetlerinde kadınlar genelde, bazı durumlarda erkeklerden üstün olsalar da yeterince saçma şekilde onlar tarafından bastırılmamışlar mıdır? Kadınlar erkeklerle aynı türdendir ve onlarla aynı tıp, jimnastik veya savaş kabiliyetine ya da kabiliyet isteğine sahiptir fakat daha az miktarda. Yani bir kadından iyi bir yönetici olurken diğerinden olmayabilir. Ve iyi olan, diğer yöneticilerin meslektaşı olarak seçilmelidir. Eğer özellikleri gerçekten de aynıysa ve varılan sonuç eğitimlerinin de aynı olması gerektiğiyse kadınların da müzik ve jimnastik öğrenmesinde doğaya aykırı ya da imkânsız bir şey yoktur. Ve onlara vereceğimiz eğitim en iyisi olacaktır, ayakkabı tamircilerinden çok daha iyi. Ve en iyinin de iyisi kadınları eğittiğimizde Devlet için bundan daha yararlı bir şey olmayacaktır. Bu yüzden bırakalım da giysilerini çıkarıp iffetlerini, savaş meşakkatindeki ve ülkenin savunmasındaki paylarını giysinler. Onlara gülenler, acılarına meraklıdır.
İlk dalga geçti ve tartışma, erkeklerle kadınların ortak görevleri ve ilgi alanları olabileceğini kabul etmeye zorlandı. İkinci ve daha büyük bir dalga yaklaşmaktadır: Kadın ve çocuk halkı, uygun ve mümkün müdür? Uygunluk için şüphe duymam ama mümkünatından emin değilim. “Yok, bence ikisinde de biraz şüphe söz konusu.” İlkini ispatlama işinden kaçmaya çalıştım ama sen bu küçük manevramı yakaladığına göre boyun eğmeliyim. Hayalimi sadece yürüyüşlerimdeki yalnızlık içerisinde, neyin gerçekleşme ihtimali olduğunun düşüyle destekleyeyim ve sonra, neyin gerçekleşme imkânı olduğuna döneceğim.
İlk olarak, yöneticilerimiz yasaları uygulayacaklar ve gerektiğinde yenilerini yapacaklar. Müttefikleri ve bakanları da onaylayacak. Siz, parlamenterler olarak zaten erkekleri seçtiniz ve şimdi sıra kadınlarda. Seçim yapıldıktan sonra, ortak evlerde kalacak, ortak yemekler yiyecek ve matematikten daha kesin bir ihtiyaçtan dolayı bir araya getirilecekler. Ama ahlaksızlık içinde yaşamalarına izin verilemez. Bu, yöneticilerin uzak durması gereken fena bir şeydir. Bundan kaçınmak için kutsal evlilik merasimleri yapılacak ve kutsallıkları, faydalılıklarıyla orantılı olacak. Burada, Glaukon, bir kuş ve hayvan yetiştiricisi olduğunu bildiğim için, şunu sormak istiyorum: Çiftleştirmede büyük önem göstermiyor musun? “Kesinlikle.” Öyleyse insan evliliklerine daha az önem gerektiğini düşünmemiz için bir sebep yok. Fakat daha sonra yöneticilerimiz, devletin becerikli hekimleri olmalıdır çünkü vatandaşları arasında istendik birleşmeler gerçekleştirmek için yeterli dozda sahteliğe ihtiyaç duyacaklardır. İyi olan iyiyle, kötü olan kötüyle eşleştirilmelidir ve birinin yavrularına bakılmalı iken diğerininki öldürülmelidir. Bu şekilde grubun en iyi durumu korunur. Evlilik törenleri, topluma göre sabit zamanlarda kutlanır ve gelinler ile damatlar orada tanışır. Grubun becerikli sistemi sayesinde yöneticiler cesur ve adil olanın bir araya gelmesini planlar ve alt derecedeki soydan olanlar yine alt derecedeki ile eşleştirilir. İkinci saydığımız, yöneticinin gerçek amacına bağlanır. Çocuklar doğduğunda cesur ile adilin yavrusu şehrin belirli bir kısmında etrafı çevrili bir yere götürülür ve burada uygun bakıcılar tarafından bakılır. Gerisi de bilinmez yerlere hızla uzaklaştırılır. Anneler yuvaya getirilir ve çocukları emzirir. Şuna dikkat edilmelidir ki kimse kendi yavrusunu tanımaz ve eğer gerekirse başka bakıcılar da işe alınır. Gece uyanıp çocuğu bekleme işi başka görevlilere verilir. “Öyleyse yöneticilerimizin eşlerinin, çocukları varken çok zamanı olacak.” Evet, oldukça doğru, dedim, öyle olmalı.
Anne babalar hayatın, bir erkek için, “hayatın hızının muhteşem olduğu yeri geçtiği” yirmi beş yaş ile elli yaş arasındaki otuz yıl olarak görülen, en güzel döneminde olmalı. Kadınlar için ise yirmi ile kırk yaş arasındaki yirmi yıllık dönemdir. Bu yaşların altında ya da üstünde olup evlilik törenlerine katılanlar saygısızlıklarından ötürü suçluluk duymalı. Ayrıca yöneticilerin izni olmadan evlilik bağı kuranlar da suçluluk duymalıdır. Bu ikinci kural, belirlenmiş yaşlar içindekiler için geçerlidir. Sonrasında, ebeveynler, çocuklar ve kardeşler yasaklanmış şeylerden kaçındıkları sürece isteğe göre evlenebilirler. İzin elde edildiğinde sonuncusu tam olarak yasaklanmış değildir. “Her şey ortakken nasıl akrabalık derecesini bilebiliriz?” Cevap, kardeşlerin nikâhlardan dokuz ay sonra doğmuş olmaları ve anne babaları da o zaman evlenmiş olanlardır. Böylece herkesin bir sürü çocuğu ve her çocuğun bir sürü anne babası olacaktır.
Sokrates devam eder: Şimdi, bu şemanın, bütün politikamızla uyumlu ve faydalı olduğunu kanıtlamalıyım. Devletin en büyük menfaati birliktir, en büyük kötülüğü de uyuşmazlık ve dikkat dağınıklığıdır. Ve özel zevklerin, acıların, çıkarların olmadığı; bir üyenin canı yandığında diğerlerinin de yandığı; bir vatandaşa dokunulduğunda herkesin hemen duyarlı olduğu ve son olarak devletin serçe parmağına bir şey olduğunda bütün vücuda yayılıp ruhu titrettiği bir yerde elbette birlik olur. Çünkü hakiki devletin, bireydeki gibi bir parçası zarar gördüğünde tamamı zarar görmüş olur. Her devletin halkı ve demokrasi ile diğer devlet uzmanlıklarına göre hükümdar denilen yöneticileri vardır ama bizim devletimizde onlara kurtarıcı ve dost denir. Diğer devletlerdeki vatandaşlara kul denirken bizde besleyici ve veznedar denir. Diğer yerlerde dost ve meslektaş denirken bizde babalar ve kardeşler denir. Ve diğer devletlerde aynı hükûmetin üyeleri bir meslektaşını arkadaşı sayıp diğerini düşman sayarken bizim devletimizde bir insan diğerine yabancı değildir çünkü her vatandaş diğerlerine kan bağıyla bağlıdır ve bu adlar ile konuşma tarzı uyumlu bir gerçekliğe sahip olacaktır. Çocukların kulaklarında bebeklikten itibaren kardeş, baba, anne sözcükleri tekrar edilecektir, önemsiz kelimeler olmayacaktır. Ve yine, vatandaşların her şeyi ortak olacaktır. Ortak mülklerinde ortak zevkleri ve acıları olacaktır.
İnsanların sahip oldukları tek şey bedenleriyken tek zihinde olanların arasında bozuşma, münakaşa, mal mülk davaları ya da herkes kendini korumak zorundayken şiddet davaları olabilir mi? Hakarete uğradığı zaman vurma izni, bıçağın “panzehir”i olacaktır ve devletteki kargaşaları engelleyecektir. Fakat kimse kendinden büyüğe vurmayacaktır. Hürmet, ellerini akrabasına sürmesine engel olacaktır ve ailenin kalanının misilleme yapmasından korkacaktır. Dahası, bizim vatandaşlarımız hayattaki küçük kötülüklerden kurtulmuş olacaktır. Zenginlere yağcılık, paragöz ev gözetimi, ödünç alma ve ödünç verme olmayacak. Diğer devletlerle kıyaslandığında bizimki olimpik galip olacak, en büyük nimetlerle ve dinginlikle taçlanacak. Onlar ve çocukları hayatta güzel geçinecek ve ölümlerinden sonra onurlu cenaze törenleri olacak. Devletin mutluluğu için bireylerin mutluluğu feda edilmez ve olimpik galibimiz bir ayakkabı tamircisine dönüşmez ama bütün ayakkabı tamircilerinden daha fazla mutluluğa sahiptir. Aynı zamanda, eğer herhangi bir kibirli genç devleti kendine özelleştirme hayali kurmaya başlarsa “yarımın bütünden daha iyi olduğu” ona hatırlatılmalıdır. “Önünde böyle cesur bir hayat vaadi varken ona kesinlikle yerinde kalmasını önermeliyim.”
Fakat böyle bir toplum mümkün müdür? Hayvanlar ve insanlar arasında, eğer mümkünse ne şekilde mümkündür? Savaşta zorluk yoktur, komünizm prensibi askerliğe uyarlanmıştır. Anne babalar çocuklarını savaşa tepeden bakmaya götürür. Tıpkı çömlekçilerin çocuklarının da çarka bakmaları için eğitilmesi gibi. Ve anne babaların kendileri için diğer hayvanlara göre, çocuklarının görünüşü yiğitliğe büyük bir teşviktir. Sonucu iyiyse bir miktar riske girmek iyi olsa da genç savaşçılar tehlikeyi öğrenmeli ama onunla karşılaşmamalıdır. Genç varlıklar tecrübeli emekli savaşçıların himayesine verilmeli ve kanatları -yani üstünde uçup kaçabilecekleri süratli ve uysal atları- olmalı. Yapılması gereken ilk şeylerden biri gençlere at binmeyi öğretmektir.
Korkaklar ve kaçaklar çiftçi sınıfına düşürülmelidir. Esir olarak düşmeyi kabul eden beyefendiler düşmana sunulmalı. Ama kahramana ne yapılmalı? Öncelikle, ordudaki bütün gençler tarafından taçlandırılmalı; sonra, grubun sağ kolu yapılmalı; üçüncü olarak öpülmekte bir zarar olduğunu düşünüyor musunuz? Diğerlerinden daha çok karısı olacağına daha önceden karar vermiştik. Böylece, olabildiğince çok çocuğu olur. Ve de bir ziyafet çünkü çok yemeli. Homeros’tan, cesur adamları, uygun bir övgü olan “uzun sırt eti” ile onurlandırma yetkimiz vardır çünkü et çok kuvvet veren bir şeydir. Kaseyi doldurun o zaman ve cesurlara en iyi yerler ile en iyi etleri verin ki onları daha iyi yapsınlar! Ve savaşta ölenlerin de altın ırktan olduğu ilan edilecek ve inandığımıza göre Hesiodos’un koruyucu melekleri olacaklardır. Ölümden sonra ona, kâhinin tembih ettiği şekilde ibadet edilmelidir ve yalnızca ona değil, bir şekilde devletin diğer hayır sahiplerine de aynı onur temin edilmelidir.
Bir sonraki soru, düşmanlarımıza nasıl davranacağımızdır. Helenler köle edilmeli midir? Hayır çünkü bütün halkın barbarların boyunduruğu altında geçmeleri riski vardır. Ölüler yağmalanmalı mıdır? Kesinlikle hayır çünkü bu tür bir şey korkaklık için bir bahanedir ve birçok ordunun yıkımı olmuştur. Bedenin sahibi olan ruh, saldırganlarına erişemeyen ve kendisine fırlatılan taşlarla uğraşan bir köpek gibi çıkıp gittiğinde; ölü bir bedeni düşman olarak görmekte alçaklık ve kadına özgü bir şer vardır. Yunanların silahları da Tanrıların tapınaklarına sunulmamalıdır, onları kirletirler. Çünkü onlar din kardeşlerinden alınmıştır. Benzer gerekçelerle Yunan topraklarının tahribatında bir sınır olmalı: Evler yakılmamalı, yıllık üretimden fazlası alınmamalıdır. Çünkü savaş iki türlüdür; iç ve dış. İlkine “uyumsuzluk”, ikincisine “savaş” demek daha uygun olur. Yunanlar arasındaki savaş gerçekte bir iç savaştır. Hiçbir zaman vatansever olmayan ve yapmacık görülmeyen bir aile içi münakaşa. Gerçek bir Yunansever ruhta -ki o ruha sahip olanlar tamamen esir almaktansa ceza uygularlar- bir uzlaşma görüntüsü ile devam edilmelidir. Savaş, dost canlısı adamlar, kadınlar ve çocuklarla dolu bir millete karşı değil, birkaç suçlu kişiye karşıdır. Onlar cezalandırıldığında da barış geri gelir. Bu, Yunanların birbiriyle ve barbarlarla savaşması gereken yöntemdir, artık birbiriyle de savaşmaya başladıkları için.
“Ama değerli Sokrates, ana soruyu unutuyorsun. Böyle bir devlet mümkün müdür? Tek bir aile olmanın, yani savaşa babalar, ağabeyler, anneler, kızlar hep beraber gidilmesi, kutsallığına senin söylediklerinden daha çok inanıyorum ama bu ideal devletin asıl olasılığını öğrenmek istiyorum.” Çok acımasızsın. İlk ve ikinci dalgadan zar zor kaçtım ve şimdi beni üçüncüyle batırmak istiyorsun. Dalganın yüksek zirvesini gördüğünde, biraz acımanı bekliyorum. “Hiç de bile.”
Peki öyleyse adalet arayışındaki ideal politikamızı şekillendirmek durumundaydık ve adil adam, adil devlete hesap vermekteydi. Bu ideal, uygulanamaz olmaktan daha mı kötüdür? Kusursuzca güzel bir adamın resmi hiç öyle bir adam yaşamadığı için daha kötü olur mu? Hiçbir gerçeklik ideaya ulaşabilir mi? Doğa, tamamıyla gerçekleştirilecek sözcükleri bilmez ama ideal devleti bir ölçüde deneyip gerçekleştirecek olsam birer ikişer hayal ettiğim kusursuzluğa biraz yaklaşılabilir. Belli belirsiz demiyorum ama devletin bünyesinde mevcut mümkün değişiklikler. Onları bir taneye indirgerdim; büyük dalga derdim. O zamana kadar krallar filozof ya da filozoflar kral olur ve şehirler hastalıktan, insan ırkından asla vazgeçmez. İdeal politikamız asla gerçekleşmez. Bunu söylemenin zor olduğunu ve az kişinin anlayacağını biliyorum. “Sokrates, bütün dünya ceketini çıkaracak, sana sopa ve taşlarla saldıracak ve bu yüzden bir cevap hazırlamanı öneririm.” “Beni sıkıntıya soktun.” dedim. “Ve haklıydım da.” diye yanıtladı. “Yine de senin yanında hiçbir şey yapmayan iyi niyetli bir dost gibi duracağım.” Böyle bir şampiyonun yardımını almak, konumunu korumak için elimden geleni yapacağım. Ve önce, kimden bahsettiğimi ve filozoflarla yöneticilerin ne gibi özellikleri olması gerektiğini açıklamalıyım. Sen keyfine düşkün bir adam olduğun için âşıkların bağlılıklarında ne kadar gelişigüzel olduklarını unutmazsın. Herkesi severler, kusurları güzelliğe dönüştürürler. Küçük ve kalkık burunlu bir gencin tatlı bir zarafeti olduğu söylenir. Bir diğerinin büyük burnu asil görünür. Özelliği olmayanlar hatasızdır. Koyu ten rengi olanlar erkek gibi, beyaz tenliler melek gibidir. Hastalıklı duranlara verilen yeni bir tatlı söz vardır; “bal rengi”. Şarap ve hırs sevenler aynı zamanda onlara çekici gelen her türlü şeyi isterler. Şimdi şuraya geliyoruz: Filozof da her tür bilgiyi sever, doyumsuz bir merakı vardır. “Merak onu bir filozof mu yapar? Görüntü ve sesleri sevenler, Dionysus festivallerindeki her bir notaya kulaklarını salıverenler de mi filozof olur?” Onlar gerçek filozof değillerdir, sadece bir taklit. “Öyleyse gerçeğini nasıl tanımlarız?”
Soyut kavramların varlıklarını kabul edersin; adalet, güzellik, iyi, kötü gibi tekken ayrı, sayısız kombinasyonlarında çok görünen kavramlar. Bu gerçekleri fark edenler filozoflardır. Öte yandan diğer kısım sesleri duyar, renkleri görür ve onların sanattaki kullanımlarını anlar ama mutlak adalet, güzellik ya da doğrunun gerçek veya uyanık görüntüsüne varamaz. Onlarda bilginin ışığı değil fikri vardır ve gördükleri şey hayalden başka bir şey değildir. Peki bize son kızacağını düşündüğümüz kişiyi zihnindeki bozukluğu ortaya çıkarmadan sakinleştirebilir miyiz? Bunu söylediğimizi düşün; bilgisi varsa bunu duymaya seviniriz ama bilginin bir şey olması gerekir, cahilliğin bir şey olmadığı gibi. Ve hem olan hem olmayan üçüncü bir şey daha vardır ve sadece bir fikir meselesidir. Fikir ve bilgi, öyleyse farklı amaçları olduğuna göre farklı becerilere sahip olmalıdır. Becerilerden kastettiğim şey yalnızca amaçlar yoluyla ayırt edilebilen, görülmeyen ve ayırt edilemeyen güçlerdir. Çünkü biri hataya eğilimli ama diğeri şaşmaz ve bütün becerilerimiz içinde en büyüğüdür. Eğer olmak, bilginin ve olmamak da cahilliğin amacı ise bunlar iki uçtur ve fikir de bunların arasında bir yerdedir; birinden daha koyu, diğerinden daha açık olduğu söylenebilir. Bu nötr ya da tesadüfi mesele aynı zamanda hem öyledir hem değildir ve hem var olmakta hem olmamakta payı vardır. Şimdi, soyut güzelliği ve adaleti reddedip birçok güzel ve adili kabul eden iyi dostuma, gördüğü her şeyin bir açıdan farklı olup olmadığını sormak isterim; güzel çirkin, dindar kâfir, insaflı adaletsiz? Çift olan aynı zamanda yarım da değil midir ve ağır ile hafif, birbirine geçen göreceli kelimeler değil midir? Bir şey hem öyledir hem değildir, eski bilmecedeki gibi. “Bir adam ve bir adam olmayan, bir kuşu ve kuş olmayanı bir taşla ve taş olmayanla vurdu ve vurmadı.” Zihin iki seçeneğin birine sabitlenemez ve bu iki anlamlı, orta derece, hatalı, yarı aydınlık ve olmak ile olmamak arasındaki bölgede nizamsız bir hareketi olan şeyler, asıl fikir meselesidir çünkü değişmez şeyler asıl bilgi meselesidir. Ve yalnızca hisler dünyasında kendini alçaltan ve yalnızca bu belirsiz algıya sahip olan kimse bir filozof değil yalnızca düşünceyi seven biridir.
Beşinci kitap, Devlet’in yeni bir başlangıcıdır çünkü mal mülk ve aile ortaklığı ilk olarak sürdürülüyordu ve filozofların krallığına geçiş yapılıyordu. Bunların ikisinden dolayı Platon, tavrından sonra, dördüncü kitaptan önce Glaukon ve Adeimantos’un kulağına düşmesi beklendiği için okuyucunun zihninde anlaşılmamış kalan bazı şans kelimeleri hazırlıyordu. Devlet’in bu kitabının, Morgenstern’in tanımladığı kelimeyle “paradoks”ları başka bir yer için saklanacak. Biçim üzerine bazı görüşler ve güçlüklerin açıklamaları kısaca eklenebilir.
Önce, kitap için bir tür şema veya plan işlevi gören dalgaların görüntüsü vardır. İlk dalga, ikinci dalga, üçüncü ve büyük bir şiddetle gelen dalga, onların kükremelerini duyuyoruz. Platon’un tekliflerinin aşırılıkları hakkında söylenebilecek her şey zaten kendisi tarafından önceden tahmin edilmiştir. Hiçbir şey şu muhteşem metni sunarkenki duraklamasından daha hayranlık uyandırıcı değildir: “Krallar filozof olana kadar” vb. ya da Glaukon yeni doğrunun insan ırkı tarafından ne biçimde anlaşılacağını tarif ederken haşmetliden gülünç olana tepki.
Komünist planda bazı kusurlar ve güçlükler fark edilebilir. Komünizmin alt sınıflara uygulanması hakkında hiçbir şey söylenmediği gibi yasaklanmış dereceler tablosu da yapılmadı. Evlilik festivalinde doğmuş çocuklardan birinin bir başka festivalde kendi kardeşlerinden biriyle, hatta kendi anne babasıyla bile evlenmesi muhtemeldir. Platon ensest birleşmelerden korkar ama aynı zamanda da şehrin her evlilik festivalinden sekiz dokuz ay sonra doğanların ailelerine bölünmesini de istemez. Eğer böyle hayaller cidden tartışmaya değer olsaydı, eski akrabalıklar bitirilirken yorumumuzu yapardık. Yeni kurulan akrabalık hiçbir doğal ya da mantıklı prensibe değil, yalnızca çocukların aynı yıl ve ayda doğması rastlantısına dayanıyor. Ayrıca grupların en adil ile en iyiyi bir araya getirmek için meclis tarafından nasıl çalıştırıldığını açıklamıyor. Beş ve yirmi yaşı betimlemek için kullanılan tek ifade de belki başka bir şairden alınmıştır.
Filozofun tarifinde, felsefenin doğasının betimleri aşktan türetilmiş ve Glaukon’un endişelerine, yani Yunan zevk adamı, modern damak tadı ve hislerinden daha uygundur. Kısmen alaycıdırlar ama aynı zamanda bir parça doğru da vardır. Bu bilim bir bütündür, ilkesi hem tümevarımcı hem de metafizik felsefesinin ana prensibi olarak kalır ve bilgiye duyulan sevgi, eski zamanlarda olduğu gibi günümüzde de filozofun özelliğidir.
Beşinci kitabın sonunda Platon, günümüz dünyasında ahlak ve teolojide büyük etkisi olmuş ve felsefe tarihinde ilk kez burada vuku bulan, rastlantısal meselenin hayal mahsulünü tanıtır. Bir konuda bilginin derecelerinin amaçla hiçbir şekilde örtüşen bir parçası olmadığını belirtmedi. Ona göre bir kelime bir ideaya karşılık gelmeliydi ve hiçbir şey hakkında olmayan fikri düşünemezdi. Karşılaştırmanın etkisi onu “paraleller” ve “eşlenikler” üretmeye, olaylara tepeden bakmaya itmiştir. İlk düşünürlerin zihinlerine göre “olmama” fikri karanlık ve gizemliydi. Bütün bilgiyi yıkmakla tehdit eden bu hayaletin aslında sadece mantıksal bir karar olduğunu görmüyorlardı. Dilin rastlantısal kullanımında iki tamamen farklı fikrin bir araya geldiği yaygın kelime de bir başka karışıklık kaynağıydı. Böylece Platon’un (Yunan) anlam belirsizliği ile ilk insan düşüncesine düzen getirme denemesi, algı ile fikri birbirine karıştırmış ve grup olmayı akraba olmaktan ayırmada başarısız olmuş görünmektedir. Thaetetus’ta bu güçlüklerin ilki çözülmeye başlar; Sofist’te ikincisi ve başka sebeplere ek olarak bu yüzden, o iki diyaloğun da Devlet’ten sonra geldiği kabul edilmektedir.

ALTINCI KİTAP
Birçoğunun gerçek olanla ilgili bilgisi olmadığına, zihinlerinde net bir adalet, güzellik ve doğru modeli olmadığına ve bu modellerin filozoflarda olduğuna karar verdikten sonra artık devletimizi onların mı yoksa birçoğunun mu yönetmesi gerektiğini sormalıyız. İyi de bir yöneticide olması gereken diğer özellikler de bulunuyorsa filozofların seçilmesi gerektiğinden kim şüphe duyabilir ki? Çünkü onlar ebedî olan ve bütün gerçeklerin bilgisine âşıklardır. Yalancılıktan nefret ederler. En adi arzuları bile bilginin çıkarlarına odaklanmıştır. Onlar bütün zaman ve varoluşun seyircileridir, onların izlemeye dalmalarının ihtişamında insan yaşamı hiçbir şey ifade etmez, ölüm de korku vermez. Ayrıca sosyal ve zarif bir yaradılıştandırlar, korkaklık ve kibirden eşit miktarda uzaktırlar. Kolayca öğrenir ve hatırlarlar. Uyum içinde ve iyi ayarlanmış bir zihinleri vardır. Hakikat, onlara doğal olarak akar. Tanrı’nın kendi kıskançlığı bu kadar iyi özelliğin birleşiminde bir kusur bulabilir mi?
Burada Adeimantos araya girer: “Hiç kimse sana cevap veremez, Sokrates. Ama herkes bilir ki bu, onların tartışmada noksanlıkları olmasından kaynaklanır. Söyleyecek bir şeyi kalmayana dek bir taraftan diğerine sürüklenir, tıpkı güçlü bir rakibin karşısında son hamleye kadar dara düşen yeteneksiz bir oyuncu gibi. Yine de her zaman haklı olabilir. Bu örnekte, felsefeyi hayat uğraşı yapan birinin kötü biriyse bir hilekâr, iyi biriyse bir budala olacağını bilebilir. Sen ne diyorsun?” Oldukça haklı olduğunu söylemeliyim. “Öyleyse filozofların krallar olması gerektiği ilkesiyle böyle bir kabul nasıl uzlaşabilir?”
Sana alegori uydurmada ne kadar hünersiz olduğumu da gösterecek kısa bir hikâyeyle cevap vereceğim. İyi insanla hükûmeti arasındaki bağ o kadar hususidir ki onları savunmak için kurgu dünyasından bir görüntü almalıyım. Bir gemi kaptanı hayal et; mürettebatın kalanından başı ve omuzları ile daha uzun fakat biraz sağır, kör ve denizcilik sanatından da biraz habersiz. Denizcilik hakkında bir şey bilmeseler ve bunun öğrenilemeyeceğini düşünseler de denizciler dümen tutmak istiyor. Eğer yönetim bunu reddederse kaptanın sıcak sütüne ilaç atar, elini ve ayağını bağlayıp geminin malını mülkünü alırlar. Başkaldırıya katılana iyi öncü denir. İyi öncünün rüzgârları ve yıldızları gözlemlemesi, hoşuna gitse de gitmese de onlarda ustalaşması gerektiğini bilmezler. Böyle birine onlar, ahmak, geveze veya amatör gök bilimci diyebilirler. Bu, niçin filozofun böyle kötü adlandırıldığını soran beyefendilere anlatmanı ve onun değil, onu kullanmayacak kimselerin bu faydasızlık için suçlu olduklarını açıklamanı isteyeceğim kısa hikâyem. Filozof, insanlardan onların yöneticisi olmayı istememelidir. Atasözünün dediği gibi bilge adam zenginin peşinden gitmemelidir ama zengin veya fakir herhangi biri ihtiyaç duyduğunda doktorun kapısını çalmalıdır. Burada öncü, filozoftur. Hikâyede amatör gök bilimci diyorlardı. İsyankâr denizciler de siyasetçilerin filozofu işe yaramaz gösteren ayaktakımıdır. Bunlar elbette felsefenin en büyük düşmanları değildir. Kendi açıklama yapan oğulları dünyada bozulduğu zaman daha çok kepaze olmuştur. Filozofun asıl görüntüsünü hatırlatmama gerek var mı? Gerçeği sevdiğini, yalandan nefret ettiğini, fenomen çokluğunda rahat edemeyeceğini ama kendi doğasında mutlak olanı tasarlamaya sempati ile sürüklendiğini biraz önce söylemedik mi? Liderleri olan gerçek gibi bütün erdemler onun ruhunda ikamet yeri edinmişlerdir. Fakat gözlemlediğiniz üzere, rotamızı gerçekliğe döndürdüğümüzde bu şekilde tanımlanmış kimselerin, küçük ve işe yaramaz kısmı hariç, tam anlamıyla hilekâr olduğunu görürüz.
Göz önünde tutulması gereken nokta, doğadaki bu bozulmanın kökenidir. Herkes filozofun, bizim tanımımızda, nadir bir varlık olduğunu kabul edecektir. Fakat bu nadir varlıkları mahvetmek için ne kadar sayısız neden vardır! Kötü bir şeye sebep olmayacak iyi bir şey yoktur; sağlık, servet, güç, rütbe ve erdemlerin kendileri, olumsuz durumlara sokulduğunda aynı sonu yaşayabilir. Çünkü hayvanlar ve bitkiler dünyasında en güçlü tohumlar iyi hava ve toprağın eşliğine ihtiyaç duyar. Bu yüzden insanların en iyi özellikleri, uygunsuz bir toprakta en kötüye dönüşür. Oysaki zayıf özellikler kayda değer bir zarar ya da iyilik yapmazlar. Onlar büyük kahramanlar ya da suçluların ana maddesi değillerdir. Filozof da aynı kıyasa uyar; insanlığın ya en iyisidir ya en kötüsüdür. Bazı kimseler Sofistlerin gençleri yoldan çıkardıklarını söylerler fakat bu, her yerdeki yani bu insanların arasındaki, meclisteki, mahkemelerdeki, ordugâhtaki, etraftaki dağlardan yankılanan tiyatro alkışlarındaki Sofistler için genel görüş müdür? Genç bir adamın kalbi bu uyumsuz seslerin arasına atlamaz mı? Hiçbir eğitim onu, sağanağın sürükleyip götürmesinden kurtarmaz mı? Bunların hiçbiri olmaz. Çünkü fikre uymazsa tatlı bir sürgün ya da ölüm baskısı gelir. Bu eşitsiz çekişmeden rakip Sofistlerin ya da diğerlerinin hangi prensibi galip çıkabilir? İnsandan daha fazla karakter çıkabilir ki bunlar da istisnalardır. Tanrı bir insanı kurtarabilir ama kendi gücünü kurtaramaz. Dahası, bu parayla tutulmuş Sofistin yalnızca dünyaya onun kendi görüşlerini geri verdiğini göz önüne almanızı isterim. O, ona nasıl yalakalık yapacağını veya öfkelendireceğini bildiği canavarın bekçisidir ve onun anlaşılmaz hırıltılarının anlamlarını gözlemler. İyi olan onu mutlu edendir, kötü de sevmediği şeylerdir. Gerçek ve güzellik yalnızca canavarın tadına bakmasıyla belirlenir. Sanatta da ahlakta da Sofistin bilgeliği ve gerçeği sınayan görüşleriyle halkın koşulları işte böyledir. Onaylanan şeyleri yaparken ve olurken onların üstüne bir lanet çöker ve ilk prensiplere giriştiklerinde başarısızlık gülünç olur. Bütün bunları düşünün ve kendinize dünyanın tek bir fikrin birliğine mi fenomenlerin çokluğuna mı inanacağını sorun. Bir fikre inanmayan bir dünyada filozof olamaz ve bu yüzden filozoflara eziyet çektiren birileri olur. Başka bir kötülük de vardır: Dünya, ona doğuştan verilen özellikleri kaybetmek istemez ve bu yüzden gençleri (Alkibiadis) kapasiteleriyle ilgili muhteşem fikirlerle göklere çıkarırlar. Uzun boylu, terbiyeli gençler kabarmaya başlar ve krallıklar ile imparatorlukların hayalini kurarlar. Eğer bu durumda birisi ona “Tanrı yardımcın olsun! Çok büyük bir ahmaksın.”[12 - W. Shakespeare’in IV. Henry Bölüm 2 oyunundan bir alıntı. (ç.n.)] cümlesini ve eğitilmesi gerektiğini fısıldarsa sence dinler mi? Ya da felsefeye bağlı daha iyi türden bir adamı ele alalım, onu mahvetmek için üstün çaba göstermez mi? Zenginlere olan sevgiden az olmayan bilgi sevgisinin onu başka yöne çekebileceğini söylemekte haklı değil miyiz? Bu sınıfın insanları (Critias) genelde siyasetçi olurlar. Devletlerdeki büyük hasarın sahibidirler ve bazen büyük faydanın. Bu yüzden felsefe doğal koruyucuları tarafından yalnız bırakılmıştır ve diğerleri içeri girip onu kepaze eder. Küçük adi zihinler o yerin açık olduğunu görürler ve sanatların hapishanesinden felsefenin tapınağına akın ederler. Vücudu gibi kaba bir ruha sahip olan akıllı bir tamirci, felsefenin talibi olursa kademe atlayacağını sanar. Çünkü felsefe, yenik durumdayken bile, kendine has bir itibara sahiptir ve o adam, küçük kel bir demirci çırağı gibi, biraz para kazandığında ve mahpusluktan çıktığında yıkanır, damat gibi giyinir ve efendisinin kızıyla evlenir. Bu evliliklerdeki sorun nedir? Onlar değersiz, alçak, hakikat ve nitelikten yoksun olmazlar mı? “Olurlar.” Öyleyse küçük bir kısım gerçek filozofların kalıntısıdır. Küçük devletlerin vatandaşları olup siyasetçilerin düşünmeye değer bulmadığı veya Theages’in hastalıklı dizginiyle alıkonan; benim harikulade durumumda, belirti neredeyse bahsetmeye değmeyecek kadar eşsiz ve nadirdir. Ve bu birkaçı, felsefenin zevklerinin tadını alınca ve aslında insan hayatı olan vahşi hayvanların yerleri ile hırsızların mağaralarına bakınca bir duvarın altına sığınıp fırtınadan saklanacak ve kendi masumiyetlerini korumaya çalışıp barış içinde öleceklerdir. “Büyük bir iş de başarmış olacaklardır.” Büyük, evet ama en büyüğü değil çünkü insan sosyal bir varlıktır ve yalnızca ona en iyi uyan toplulukta, en yüksek derecede gelişebilir.
Felsefenin bu kadar kötü adlandırılmasının nedenlerinden yeterince bahsettik. Diğer bir soru, var olan devletlerin hangisinin ona uygun olduğudur. Hiçbiri. Günümüzde değişik bir toprakta yetişen egzotik bir tohum gibi yalnızca ona uygun olan devlette eşsiz büyümesi görülebilir. “Peki bu uygun devlet bizimki midir yoksa başka mıdır?” Bizimkisi biri hariç tüm noktalardan biridir ama bu belirsizdir. Devlette, yaşayan bir zihin veya parlamentere tanık olacak birine gerek olduğunu söylediğimizi hatırlayabilirsin. O kadar zor bir konuya girmeye korkmuştuk ve şimdi o soru yinelendi ve basitleşmedi: Felsefe nasıl güvenli şekilde çalışılabilir? Bu soruyu gün ışığına çıkaralım ve bu soruşturmayı bitirelim.
İlk olarak, hiçbir şeyin günümüz çalışma yönteminden daha kötü olamayacağını cesaretle söyleyebilirim. Kişiler genelde gençliklerinin başında ve işteki molalarda bir miktar felsefeyi ele alırlar ama asla gerçek güçlükte, diyalektikte, uzman olamazlar. Sonrasında nadiren de olsa felsefe derslerine giderler. Yıllar geçer, felsefenin Heraklitos’unki gibi olmayan güneşi, bir daha asla doğup yükselmez. Eğitimdeki bu sıra ters çevrilmelidir. Gençlikte jimnastikle başlamalı ve insan güçlendikçe jimnastiği ruhuna taşımalıdır. Faal yaşam bittiğinde felsefeye geri dönmelidir. “Sen ağırbaşlısın, Sokrates. Ama dünya sana karşı koyarken Thrasymakhos’un yaptığından fazla, seninle aynı şekilde ağırbaşlı olmayacak.” Thrasymakhos ile benim aramda tartışma çıkarma çünkü biz hiç düşman olmadık ve şimdi de yeterince iyi birer arkadaşız. Ona ve insanlığa sözlerimin doğruluğunu kanıtlamak veya hiç olmazsa öbür yaşamda benzer tartışmalar yapabileceğimiz bir geleceğe hazırlanmak için elimden geleni yapmalıyım. “Öyleyse uzun bir zaman olacak.” Sonsuzlukla kıyaslandığında uzun sayılmaz. Birçoğu muhtemelen kuşkucu kalacak çünkü hep fikirlerin doğal birliğini değil sadece yapay yan yana duruşlarını, özgür ve cömert düşünceleri değil anlaşmazlık numaraları ile yasaların nüktelerini gördüler. Kusursuz bir devleti yöneten kusursuz bir adam, hatta tanımadıkları biri. Ve şunu görüyoruz ki filozofa gereken önem verilmedikçe ne devlette ne bireyde kusursuzluk ihtimali oluyor. Tabii burada kastettiğimiz filozoflar, hilekârlar değil bir görev yapmaya yaramayan kesimdir. Ya da kralların oğullarına gerçek felsefe sevgisi aşılanana kadar filozoflara iyi bakılmalıdır. Ne geçmişteki sonsuz zamanın içinde ne uzak bir diyarda tanımlanan gibi bir ideal var olmuştur ne de sonrasında olacaktır. Biz azimle, böyle bir devletin var olmuş olduğunu, şu an var olduğunu ve ileride de olacağını, felsefenin ilham perisi hüküm sürdükçe savunacağız. Dünyanın farklı bir fikri olduğunu mu söyleyeceksin? Ah, arkadaşım, dünyaya hakaret etme! Nazikçe rica edildiğinde ve filozofun gerçek özellikleri öğretildiğinde yakında fikirlerini değiştirirler. Kendisini seven birinden kim nefret edebilir? Ya da içinde kıskançlık olmayan birini kim kıskanabilir? Yine düşün ki birçoğu gerçekten değil sahte filozoftan nefret ediyor, yani davet edilmeden içeri girmek isteyen ve zorlayan kimselerden. Ve yine bu çoğunluk, sürekli prensiplerden değil kişilerden bahsediyorlar ki bu da felsefenin ruhuna uygun değildir. Çünkü gerçek filozof dünyevi mücadeleleri küçük görür. Gözleri kendini (ve diğer insanları) ilahi görüntü biçimine soktuğu ebedî düzene sabitlenmiştir ve hem özel hem ortak erdemlerin yaratıcısıdır. İnsan ırkı devletin mutluluğunun yalnızca bu resimde bulunabileceğini gördüğünde onu çizdiğimiz için bize kızar mı? “Kesinlikle hayır. Ama çizme süreci nasıl olacak?” Ressam bir tabula rasa bulana kadar hiçbir şey yapmayacak. Sonra, doğanın ilahi gerçeğine ve bundan türeyen insanlar arasındaki Tanrı benzerlerine sık sık bakış atarak onun üzerine devletin anayasasını kazıyacak. Bu iki unsuru birbirine katıp karıştırarak silip boyayacak ve sonunda insan ve ilahi olanın kusursuz bir uyumu ya da birleşimi ortaya çıkacak. Ama belki de dünya böyle bir sanatçının varlığından şüphe duyacaktır. Neyden şüphe edecekler? Filozofun bilgi sevgisi olup en iyiye benzer özellikleri olmasından mı? Ve eğer bunu kabul ederlerse bizimle hâlâ filozofları krallarımız yapma konusunda tartışacaklar mı? “Tartışmaya niyetleri azalacaktır.” Öyleyse yakıştıklarını varsayalım. Yine de bir insan kralın oğlunun filozof olması ihtimaline tereddütle bakabilir. Ve onların bozulmaya eğilimli olduklarını reddetmiyoruz ama yine de bu çağlar süren süreçte bir istisna olabilir ve bir tanesi yeterlidir. Eğer bir kralın oğullarından biri filozof olsaydı ve itaatkâr vatandaşları olsaydı, ideal politikayı hayata geçirebilirdi. Böylece yasalarımızın en iyi olmadığını ama zor olsa da mümkün olabileceği sonucunu çıkarıyoruz.
Kadınlar ve çocuklarla ilgili sıkıntılı soruları yanıtlamaktan kaçarak hiçbir şey elde etmedim. Şimdi daha bilge davranacağım ve bir başka sorunun köküne inmemiz gerektiğini kabul edeceğim: Yöneticilerimizin eğitimi nasıl olacak? Ülkelerini sevdiklerine ve zevk ile acı ateşinde sınanmaları gerektiğine zaten karar vermiştik. Lekesiz şekilde çıkanlar ve ilkelerinde sağlam duranlar hem bu hayatta hem ölümden sonra onur ve ödülleri alacaklardı. Fakat şu noktada, tartışma bir peçe taktı ve başka bir yola saptı. Şu an riske girdiğim, yöneticilerimizin filozoflar olması gerektiği iddiasını yapmaya tereddüt etmiştim. Filozofta bir araya gelen bütün çelişkili unsurları hatırlıyorsunuz, bunların hepsini tek insanda bulmak ne zor! Zekâ ve azim genelde metanetle bir arada olmuyor, duygusuz ve korkusuz tabiat zihinsel çabanın karşıtıdır. Yine de bu karşıt unsurların hepsi gereklidir ve bu yüzden, önceden söylediğimiz gibi aday tehlikeler ve hazlarda sınanmalıdır, aynı zamanda bilginin en yüksek dallarında da sınanmalıdır. Hatırlayacaksınız, erdemlerden bahsederken gün yüzüne çıkarılmaması tercih edilen uzun bir yoldan bahsedilmişti. “Yeterli miktarda söz söylenmişti.” Yeterliydi arkadaşım ama bir şey eksik kalıyorsa yeten nedir? Bütün insanlar arasında yönetici, doğruyu arayışında bitkin düşmemelidir. Uzun yolu seçmeye hazır olmalıdır yoksa dört erdemin de yukarısında olan yüksek bölgeye asla ulaşamaz ve erdemlerin sadece ana hatlarını değil net ve belirgin bir görüşünü de almalıdır. (Ne gariptir ki ıvır zıvır hakkında bu kadar kesin konuşurken en yüksek gerçekler hakkında bu kadar umursamazız!) “En yukarıdakiler nelerdir?” Hakkında çok az bilgimiz olan ve bir insan elde edince hiç kârının olmadığı iyi düşüncesi hakkında benim konuştuğumu sık sık duymuşken bilinçsizlik rolü yapıyorsun! Bazıları iyinin bilgelik olduğunu düşünüyor ama bir daire içeriyor; iyi olan, derler, bilgeliktir. Bilgeliğin de iyiyle bir ilgisi vardır. Diğerlerine göre iyi olan hazdır ama sonra iyinin kötü olduğu saçmalığı ortaya çıkıyor çünkü iyi hazlar olduğu gibi kötüleri de vardır. Yine, iyinin gerçekliği olmalı: Bir insan erdemli görünmeyi arzulayabilir ama iyi görünmeyi arzulamaz. Öyleyse yöneticilerimiz bu, her insanın içine doğan ve onsuz hiç kimsenin hiçbir şey hakkında gerçek bilgiye ulaşamayacağı ulu prensibimizden bihaber mi olmalılar? “Ama Sokrates, bu ulu prensip nedir; bilgi mi, haz mı, ne? Can sıkıcı olduğumu düşünebilirsin ama diyorum ki kendi ilkelerini söylemek yerine hep başkalarınınkini tekrarlamaya hakkın yok.” Neyi bilmediğimi söyleyebilir miyim? “Bir fikir sunabilirsin.” O zaman fikirdeki düşüncesizlik ve çarpıklık, bilimin ışığı ve kesinliğini almak varken seni memnun edecek mi? “Ölçülülük ve adaletin tanımını zaten verdiğin için sadece iyinin bir tanımını vermeni isteyeceğim.” Keşke yapabilseydim ama şu anki ruh hâlimle iyinin bilgisinin olduğu yere erişemiyorum. Anne babaya ya da yöneticiye seni tanıtamam ama ana para faizi ile kıyaslayabileceğim, onların suretinde doğmuş bir çocuğa tanıtabilirim. (Hesabı kontrol et ve sana yanlış bir borç beyanı vermeme izin verme.) Birçok güzel ile bir güzel arasındaki, özel ve evrensel arasındaki, görüş nesnesi ile düşünce nesnesi arasındaki eski ayrımımızı hatırlıyor musun? Hiç görüş nesnelerinin bir görüş becerisi ima ettiğini, ki duyularımız arasında en karışık ve en değerli olandır -ve yalnızca duyusal nesneleri değil bir de bir araca ihtiyaç duyduğunu- ki o araç da ışıktır ve onsuz görüş renkleri ayırt edemez ve her şey bir boşluk olur. Çünkü ışık, algılama becerisi ile algılanan şey arasındaki asil bağdır ve bize gün gözü veren güneş ışığını veren Tanrı, insan gözüyle karıştırılmamalıdır. Bu gün gözü ya da güneş, iyinin çocuğu dediğim şeylerdir ve görünen dünya için, fikir adamına göre iyi neyse o anlama gelmektedir. Güneş parladığında göz görür ve gerçeğin olduğu düşün dünyasında görüş ve ışık vardır. Akıllı yaradılışların güneşi, iyi ideasıdır, bilgi ve doğrunun sebebidir fakat onlardan farklı ve makuldür, aynı zamanda ışık için güneş ne ise onlarla aynı bağı vardır. Ey güzelliğin, bilginin ve doğrunun üstündeki akılalmaz zirvesi! (“Kesinlikle zevki kastedemezsin.” dedi. “Huzur.” diye yanıtladım.) Bu iyi düşüncesi, güneş gibi, büyüme sebebidir ve yazar sadece bilginin değil varlığın da itibar ve gücünden daha uzaktır. Bu insandan çok düşüncenin ulaşabileceği yerdir ama dua et ve görüntüye devam et çünkü bunun arkasında daha fazlasının olduğundan şüpheleniyorum. Evet var, dedim ve iki güneşimizi veya prensibimizi aklında tutarak onların yerini tutan dünyalarını düşün; biri görülebilir, diğeri anlaşılır. Bir çizgi resminin altında iki eşit parçaya bölünmüş ayrılığı tasvir ederek merakınıza yardım edebilirsiniz ve her parçayı, her bölümdeki bilgiyi temsil eden iki küçük parçaya daha bölebilirsiniz. Alttakinin alt ya da görünen kısmı gölgeler ve yansımalardan oluşur, üst ve daha küçük kısmı doğa veya sanat dünyasındaki gerçek nesnelerden oluşur. Anlaşılır olanın katmanında da iki bölünme söz konusudur: Biri matematiğin, içinde hiç yükselen olmayıp sadece alçalan olan, öncüllere sorma değil yalnızca çıkarımda bulunmanın olduğu bölünme. Bu bölünmede, zihin, onların gerçeğinin yalnızca zihinle görülmesi ve analiz edilmeden hipotez olarak kullanılmalarına rağmen gölgelerden değil nesnelerden alınmış görüntüler olan şekiller ve sayılarla çalışır. Oysaki diğer bölünmede mantık, hipotezleri bağladığı iyi düşüncesine yükselmedeki basamaklar ya da adımlar olarak kullanır. Ve sonra yine alçalır, yükselmesinde de alçalmasında da düşünceler bölgesinde emin adımlarla yürür ve sonunda onlarda dinlenir. “Kısmen anladım.” diye yanıtladı. “Demek istediğin, bilimsel fikirlerin varsayımsal olanlara, geometrinin ve adı her ne ise diğer sanatlar ve bilimlerin mecazi anlayışlarına üstün olduğunu demek istiyorsun. İkinci anlayışları saf zekânın konusu yapmayı reddediyorsun çünkü onların ilk prensipleri yok. İlk prensipte dururken bir üst katmana gerçerler.” Beni çok iyi anlıyorsun, dedim. Ve şimdi bilginin dört parçasına denk gelen dört beceri belirleyebilirsin: Saf zekâ ilkine, etkin zekâ ikinciye, üçüncüye inanç, dördüncüye de gölge algısı ve bazı becerilerin netlikleri, alakalı oldukları nesnelerin gerçeklikleriyle aynı ölçüde olacaktır.
Sokrates gibi biz de filozofun becerilerini yeniden özetleyebiliriz. O zamanın ve ülkenin ufkundan öteye ulaştığı görülen dilde filozof, “bütün zamanın ve varlığın izleyicisi” olarak tanımlanır. Doğanın en asil hediyelerine sahiptir ve onları en iyi şekilde kullanır. Bütün arzuları, gerçeklik sevgisi olan bilgelik sevgisinde gömülüdür. Güzel bir ruhun hiçbir inceliği onda eksik değildir. Ölümden korkmaz ve insan hayatı hakkında çok düşünmez. Modern zamanların örneği, eskinin basitliğini neredeyse hiç elinde tutmaz. Yunanların simgesi olmuş gerçek ve hatada aynı orijinallik yoktur. Filozof artık görülmeyende yaşamaz, insan ırkını cahilliğe ikna etmek için bir kâhin tarafından gönderilmemiştir, bilgiyi iyi düşüncesine doğru tırmanarak giden basamaklar olarak görmez. Arayış hırsı hafiflemiştir. Artık daha fazla iş bölümü, insan ve doğa üzerine bir bütün olarak daha az kapsamlı düşünce vardır. Daha fazla kesin gözlem, daha az sezgi ve ilham vardır. Hâlâ bilginin değişikliğe uğramış koşullarında, paralellik tamamen kaybedilmemiştir ve Platon’un fikrini kendi zamanımızın dilimize çevirmede bir fayda olabilir. Modern zamanlarda filozof zihnini doğanın kanunlarının sırasıyla ve bağlantısıyla düzelten kişidir, doğanın ufak parçaları ya da görüntüleri ile değil. Münakaşa ile değil tarih ile. Herkes tarafından değil birkaçı tarafından kabul edilen doğrularla. “Doğaya göre tasnif etme”nin önemini kavramıştır ve “Bilimin dallarını onları kırmadan ayıracaktır.” (Phaedr.) Doğrunun, küçük ya da büyük olsa leke sürecek bir parçası yoktur ve farkına varacağı şeyler en azından en büyüktür. (Parmen.) Eski filozof gibi o da dünyayı mukayese ile kaplanmış görür fakat başka durumlarda binlerce örnek hiçbir anlam ifade etmezken “niçin bazı durumlarda anlam çıkarmak için tek bir örneğin yeterli olduğunu” (Mill’in Mantığı) söyleyebilir. Bilginin yalnızca bir kısmıyla ilgilenir çünkü hayattaki tek bir zihin için bilginin bütünü çok geniştir. Bilimin bölünmesi ve insan zihniyle bağlantıları ile ilgili, geçmiştekilerden daha net bir fikri vardır. Platon gibi o da felsefeye girişin basit matematik çalışarak değil, birçok çağda birçok zihnin çalışma sonucu nihayet elde ettiği bilginin bütünlüğü fikrine sahiptir. Matematiksel çalışmaların neredeyse diğer hepsinin başlangıcı olduğunun farkındadır; aynı zamanda bütün bilgi çeşitliliğini matematiğin çeşitlerine indirgemezdi. Onsuz, muhteşemliğinin yarısını kaybetmediği soylu bir karakteri olmalı. Dünyayı sınırsızlık içinde bir nokta ve her bireyi sonsuz bir varlık zincirinde bir bağlantı olarak sayarak kendi hayatı hakkında ne çok düşünecek ne de ölümden korkacaktı.
Adeimantos, Sokratik soruşturmanın ilk olarak şekline karşı çıkar ve Platon’un kendi yöntemindeki eksikliğin farkında olduğunu gösterir. Ona modern bir mantıkçı tarafından yöneltilebilecek bir suçlamayı kendisi kendisine çevirir: Yanıtı söyletebiliyor çünkü nasıl sorulacağını biliyor. Uzun bir tartışmada sözcükler anlamlarını hafifçe değiştirmeye meyillidirler ya da öncüller önceden tahmin edilebilir, sonuçlara aşırı kesinlikle veya genellikle varılabilir. Her aşamadaki değişim gözlenemeyebilir ama sonunda ayrılma oldukça çok olur. Böylece aritmetik ve cebirsel formülleri mantığa uygulama denemeleri başarısız olur. Eksiklik ya da dilin daha üst ve esnek yapısı, kelimelerin, sayıların ve sembollerin hassasiyetini bulundurmasına izin vermez. Ve dildeki bu özellik birçok adıma sahip bir tartışmanın gücünü zayıflatır.
Karşı çıkış, Sokrates bu örnekte uygun bir şekilde karşılamış olsa da Sokratik soruşturmaya derin bir düşünce anlamı taşıyabilir. Ve burada, diğer her yerde olduğu gibi Platon, Sokrates’in olumsuz ve sorgulayıcı yönteminin, sonraki diyaloglarda örnekleri verilen, olumlu ve yapıcı bir taneyle değişme zamanının geldiğini ima ediyor görünür. Adeimantos daha sonra, ideal olanın tamamen gerçeklerle uyumsuz olduğunu iddia eder çünkü tecrübe, filozofların ya faydasız ya dolandırıcı olduğunu ispatlar. Bütün beklentinin tersine Sokrates bunun doğruluğunu kabul etmede tereddüt etmez ve alegorideki garipliği açıklar; ilk başta tipik olarak kendi özgün güçlerini küçümsemesi. Bu alegoride halk profesyonel siyasetçilerden ayrılmıştır ve onlara, başka bir yerde olduğu gibi, “fark etmede pek çabuk olamayan onurlu kaptan” görüntüsü altındaki kınamadan ziyade bir acıma tınısıyla konuşulur.
Filozofların faydasızlığı, insan ırkının onları kullanmayacağı durumuyla açıklanır. Dünya bütün devirlerde aşağılama ve fikirden başka silah bilmeyip onu kullananların korkusu arasında bölünmüştür. Sahte filozofla ilgili olarak Sokrates, en iyisinin bozulma ihtimali olduğunu ve ince ruhlu olanların oranın yabancısıymış gibi davranılacağını savunur. Bizler de bir kuruluşun zayıflığından kaynaklanan bazı üstünlükler olduğunu gözlemliyoruz, şiirsel ve yaratıcı huyla ilgili açıkça doğru olduğu ve bu yüzden yalnızca belirli atmosferlerde nefes alıp yaşayabildiği için. Dâhi adamın daha büyük acıları ve daha büyük zevkleri, daha büyük güçleri, daha büyük zayıflıkları olur ve sıklıkla sıradan insandan daha eğlenceli bir karakter olur. Özelliğin kılık değiştirmesi veya onlar olmadanki aldırışsızlığı, kişisel düşmanlığın felsefe ve vatanseverlik dilindeki maskesini tahmin edebilir. Herkesin düşündüğü kelimeyi söyleyebilir, akılsızlıklara ve ahbaplarının zayıflıklarına berbat bir sezgisi vardır. Bir Alkibiadis, bir Mirabeau veya bir Birinci Napolyon, hem devletlerdeki büyük kötülüklerin hem de “o yola çekilirlerse büyük iyiliklerin” yazarları olmak için doğmuşlardır.
Yine de “corruptio optimi pessima”[13 - Latince: En kötü şey en iyinin bozulmasıdır. (ç.n.)] tezi genel olarak ya da bozulmuş üstünlüğe dikkat çekmeden devam ettirilemez. Bir özelliğe doğru bozulan yabancı koşulları bir başka kültürün ögeleri olabilir. Genel olarak bir insan en yüksek gelişime ona uygun bir devlette, ailede, arkadaşlarla ve çalışma arkadaşlarıyla ulaşır. Fakat aynı zamanda bazen olumsuz koşullardan etkilenir, bu koşullar o kadar etkilidir ki insan onlara karşı ayaklanır ve onları düzeltir. Ve diyelim ki yoldan çıkmış bir kilise ya da halk devletinde daha güçsüz ya da kaba saba karakterler kötünün içindeki iyiyi çıkarırken kötünün devam etmesine izin vererek mutlu mesut yaşıyor ve zayıf veya güçlü özellikler çevreleyen etkiler tarafından bozuluyor. Kendilerindeki ve devirlerindeki tuhaflıklardan dolayı sırasıyla insanlardan kaçan biri ve hayırsever biri olabilir, birkaç örnekte manastırsal düzenlerin kurucuları ya da Reformcular gibi olabilir, dünyadan ve kiliseden tamamen kopup bazen iyiye, bazen kötüye, bazen ikisine de kaçabilirler. Ve aynı durum daha küçük katmanlarda da geçerlidir; manastır, okul, aile.
Platon bize en iyi yaradılışlara toplum fikriyle ne kadar kolayca boyun eğdirildiğini ve insan ırkının kalanının onlara hâkim olmak için nasıl bir çaba göstereceğini gösterir. Dünya, kilise, kendi meslekleri, siyasi ya da partisel kuruluşlar onları her zaman zorla götürüp üstün, kutsal adları kendi yargılarına ve çıkarlarına uygulamalarını öğretir. Ait oldukları “canavar” kurumu doğruyu ve gerçeği, halkın eğlencesi olsun diye yargılar. Birey, kendi sırasıyla onlardan biri olur ya da eğer onlara karşı koyarsa dünya ona çok gelir ve eninde sonunda ondan intikam alırlar. Bu, belki de bir tarafıdır, eski ve modern zamanlarda deyişler ile insan ırkının uygulamalarının birlikte bir mecliste oturan tamamen asılsız bir resmi değildir.
Daha yüksek yaradılışlar siyasetçiler tarafından bozulurken daha düşük olanlar felsefenin yerine kalan boşluğu ele geçirirler. Bu argümanın, Platon’un deyişiyle “kendini peçe ile örttüğü” ve ara ara düşüp yeniden takıldığı devamlı görüntülerden biriyle tarif edilebilir. Soru sorulur: Neden devletin vatandaşları felsefeye bu kadar düşmandır? Cevap, onu tanımamalarıdır. Çoğunluğun her zaman daha iyi bir aklı vardır. Eğer öğretilseydi öğrenirlerdi. Fakat şimdiye kadar felsefenin yalnızca geleneksel taklidini bildiler; içinde düşünceler olmayan sözler, içinde hiç yaşam olmayan sistemler. Güzellik, özgürlük sözleri söyleyen ilahi bir insanı, ebedî olanla arkadaşlıkta bulunan insanın bir dostunu ve devleti bu çerçeveye sokmaya çalışmayı hiçbir zaman bilmediler. İnsan ırkı yığınıyla ilgili aynı çifte duygular insanlar arasında hep var oldu. İlk düşünce insanların gerçek ve doğruyla düşman olmasıdır. İkincisi bunun sadece tesadüfi bir hatayla, kafa karışıklığıyla ortaya çıkması ve aslında onları öğrenmek için eğitim almışlarsa onları sevenlerden nefret etmedikleridir.
Altıncı kitabın son kısmında üç soru üzerinde durulmuştur: İlki, dördüncü kitaptaki kusurlu ve kısa yöntemle karşılaştırılan uzun ve dolambaçlı yolun özellikleri; ikincisi, devletin kutsal düzeni ya da fikri; üçüncü, bilginin bölümlerinin birbiriyle ve ruhun denk düşen becerileriyle ilişkisi:
1. Platon’un daha ileri bilgi yöntemine yalnızca kısa bir bakış atmış bulunduk. Ne burada ne Phaidros’ta veya Sempozyum’da ne de Philebus ya da Sofist’te ne demek istediğiyle ilgili net bir açıklama yapar. Muhtemelen yöntemini, bütünden parçalara varan ve düzenli adımlarla evrensel bilgi sistemine ilerlediği şeklinde açıklardı. Bu ideal mantığı kendisi, adalet arayışında veya ruhun parçalarını incelerken kullanmamıştır. Burada, Aristo’nun Nikomakhos’a Etik’te yaptığı gibi, deneyim ve dilin genel kullanımı üzerine tartışır. Fakat altıncı kitabın sonunda, bütün fikirlerin yalnızca fikirlerin adımları, aşamaları veya kritik anlar, kendine yeten ve bağlantılı bir bütün yapan ve gerçeği tutarlılıkla sınayan başka ve daha kusursuz bir yöntemden bahseder. Süreci bize detaylarıyla anlatmaz. Hem eski hem modern zamanlardaki diğer bazı düşünürler gibi onun zihni de varlığını fark etmediği bir boşlukla doludur. Varlıklarından bile anca söz edilebilirken bir devirdeki bilimlerin doğal bir düzeni ve bir irtibatı olduğunu varsaymaktadır. Ona başlamadan bile “düşünsel dünyanın sonu”na doğru acele etmektedir.
Modern zamanlarda bilgi edinme sürecinin mutlak bilgi tasarısıyla karıştırıldığının hatırlatılmasına gerek duymayız. Bütün bilimlerde önsel ve sonsal gerçekler çeşitli oranlarda birbirine karışmaktadır. Önsel kısım, insanların evrensel deneyimlerinin büyük kısmından ya da onlar tarafından evrensel olarak kabul edilenden türemiştir. Sonsal olan ise daha genel prensipler etrafında gelişir ve onlarla birlikte algılanamaz olur. Ama Platon, sentezin analizden ayrılabileceğini ve bilim yönteminin bilimi öngörebileceğini düşünerek hata yapar. Önsel bilginin böyle bir görüntüsünü eğlendirmede yeteri kadar makuldür ya da en azından söylemek istediği şey Descartes, Kant, Hegel ve hatta Bacon’ın kendisinin benzer girişimleriyle modern felsefede yeterince açıklanmıştır. İnsanı ve doğayı ilgilendiren öngörüleri, kehanetleri ya da gerçeklerin kehanet gibi işaretleri, eski felsefeye, hipotezlerin modern tümevarımsal bilimde kaldığı aynı bağlantıda bulunuyor gibi görünür. Bu “gerçek tahminleri” rastgele yapılmamıştır. Benzerliklerin yüzeysel etkilerinden ve dünya ile cennetin yayılmasını inceleyen Yunan dâhilerinin uzaktan fark ediyor göründükleri doğanın ilk prensiplerinden çıkmıştır. Eğer felsefe tecrübelerin sonucuna kesin suretle hapsolmuş olsaydı, ne eski zamanlarda bilginin hareketsiz durması gerektiğini ne de insan zihninin düşünce araçlarından mahrum olduğunu savunabilirdik.
2. Platon, tabletin üstü boşaltıldığında sanatçının ideal devletle dolduracağını sanıyor. Bu, cennette var olan bir düzen mi ya da mükemmel gözle bakış atılması gereken bir boşluk mu? Cevap şudur: Bu şekildeki idealler kısmen belirli özelliklerin ihmaliyle kısmen deneyimin sağladığı biçimi kusursuzlaştıran hayal gücü ile şekillendirilir. (Phaedo) Platon bu idealleri başka bir dünyaya aitmiş gibi yansıtır ve modern zamanlarda bu fikir devam ediyor gibi diğer zamanlarda sanatçının eli ile iş birliği yapıyor gibi görünür. Bilimde ve yaratıcı sanatta olduğu gibi yanaşık ve analitik yöntem vardır. Bir insan bir işe başlamadan önce bütün aklına gelecektir; başka birinde de zihnin ve elin süreçleri eş zamanlı olacaktır.
3. Platon’un bilgi bölümlerininin başlangıçta, bütün Sokrates öncesi felsefeyi kaplayan mantığa uygun ve düşünsel olanın temel antitezine dayalı olduğunu görmek zor değildir. Bu antitez aynı zamanda kalıcı ve geçici olanın, evrensel ile özelin zıtlığını da içerir. Fakat onun yaşadığı felsefe dönemi daha ileri bir ayrım gerektiriyor gibi görünüyordu. Sayılar ve şekiller fikirlerden ayrılmaya başlıyordu. Dünya artık adaleti bir küp olarak görmüyor ve kusursuz olmasa da duyuların soyut terimlerinin zihninkilerden ayrı olduğunu görmeyi öğreniyordu. Eleacı varlık veya öz ile fenomenlerin gölgeleri arasında, Pisagorcu sayı prensibi kendine bir yer buldu ve Aristo’nun belirttiğine göre, birinden diğerine iletimde bulunan bir araçtı. Böylece Platon, felsefe şemasına girmemiş üçüncü bir terim sunmak durumunda kaldı. Eğitimde matematik kullanımını gözlemlemişti; imgeseller için en iyi hazırlıktı. (Metaph) Çünkü metafizik ve ahlak felsefesinin matematik ile hiç akrabalığı yoktu. Sayı ve şekil, zaman ve mekânın soyut kavramlarıdır, saf düşünsel düşüncelerin ifadeleri değil. Metafordan çıkarıldığında, düz bir çizgi veya bir karenin adalet ve gerçek ile eğri büğrü bir çizgiden daha fazla işi kalmaz. Sembolik birlik gerçeğiyle karıştırılmıştır ve bu yüzden daha sonra üç tane daha Platonsal oran bölümü ortaya atılmıştır.
Serilerin, başka bir yerde sözü geçmeyen ve sistemin başka hiçbir parçasına atıfı bulunmayan ilk terimlerine nasıl vardığını anlamakta biraz daha güçlük vardır. Gölgelerin nesnelerle ilişkisi de sayıların fikirlere olan bağlantısına denk düşmez. Muhtemelen, alt katmanın iki bölümünde de algılanan terimleri, eşit şekilde duyuların terimleri olmalarına rağmen, üç nesne yerine dört yapmak için benzetim sevgisi (Timaeus) Platon’a yol göstermiştir. Aynı zamanda, huyu olduğu için, yedinci kitabın başında görüntülerin gölgelerine, onuncu kitaptaki taklidin taklidine hazırlık yapıyordur. Çizgi birlikten sonsuzluğa erişiyor ve önce iki eşit olmayan parçaya, sonrasında iki parçaya daha bölünmüş kabul edilebilir. Her alt katman devamındakinin çoğalmasıdır. Dört özelliğimizde ise, alt bölümdeki inanç, gölgeler (Yunan) düşüncesinin belirsizliği ile anlayışın (Yunan) ve mantığın (Yunan) yüksek kesinliğine eşit miktarda zıt, orta bir konuma sahiptir. (cp. inanç veya iman kelimesinin kullanımı için (Yunan), Timaeus)
Anlayış ile zihin veya mantık (Yunan) arasındaki fark, bilgiyi parçalar hâlinde ve bütün hâlinde edinme arasındaki farka paraleldir. Gerçek bilgi bir bütündür ve hareketsiz hâldedir. Tutarlılık ve evrensellik de gerçeğin deneyidir. Bütünün bu kendini belli eden bilgisi ile zihin becerileri uyumlu olmak durumundadır. Fakat tam olmayan ve sürekli hareket hâlinde olan bir anlayış bilgisi vardır çünkü küçük fikirlerde duramaz. Bu fikirlere hem görüntüler hem hipotezler denmiştir. Görüntü denmiştir çünkü duyu ile giyinmişlerdir. Hipotez denmiştir çünkü iyi düşüncesi ile ilgisi olana kadar yalnızca tahmindirler.
Paragrafın genel anlamı; “Öyleyse asil, görüşü birleştiren bağdır… Ve bu türden anlaşılır olarak bahsedeceğim…” bir dereceye kadar içinde bulunan düşüncenin modern felsefe terimlerine çevrilmesini kabul ettiğidir. Şu şekilde tanımlanabilir ya da açıklanabilir: Bir gerçek vardır, tektir ve kendi kendine vardır. Ona bir merdiven yardımıyla insan zekâsı erişebilir. Bu birlik cennetteki güneş gibidir, her şeyi gösteren ışık, her şeyin yaratıldığı ve sürdürüldüğü varlık. İşte bu, iyi “idea”sıdır. Ve merdivenin en yükseğe ya da evrensel varlığa çıkan basamakları matematiksel bilimlerdir ki onlar aynı zamanda evrensel olandan da bir parça bulundururlar. Bunları da iyi ideasıyla birleştirdiğimiz bir şekilde görürüz. Daha sonra hipotez ve görüntü olmayı bırakırlar ve bir zamanlar onların ilk ilkesi ve son nedeni olan yüksek gerçeğin bir parçası oluverirler.
Bu dikkate değer paragrafa daha kesin bir anlam yükleyemeyiz fakat onda düşüncenin bazı bizimle ve Platon’la ortak olan ön bilgileri veya işaretlerini görebiliriz. Mesela; (1) Platon’un zamanında ayrılmamış oldukları için bilimlerin ya da bilimin, birlikleri ve ilintileri; (2) ilahi gücün, veya yaşamın, mantığın, henüz düşünülmemiş veya artık Timaeus’ta veya başka yerde insan formunda olmayan varlığı; (3) matematiksel bilimlerin hipotetik ve koşullu karakterinin her bilimde, diğerlerinden ayrıldığında belirli bir ölçüde tanınması; (4) görünen dünyadan ziyade ancak düşünsel olana yayılan doğanın kanunu olmasına rağmen, bir gerçeğin görünmez ve bir yasaya dayanan kanısı.
Sokrates’in yöntemi duraksamalı ve deneyseldir. İyi ideasının ve diyalektiğin doğasının daha içi dolu bir açıklaması bizi yedinci kitapta bekler. Glaukon’un kusursuz olmayan zekâsı ve Sokrates’in başlangıç yapmaya gönülsüzlüğü, konunun zorluğunu belirtmektedir. Theages’in dizginine ve iç kâhine veya Sokrates’in şeytani işaretine, Platon’da hep olduğu gibi yapılan dokundurma yalnızca engelleyicidir. Var olan kötü dünya devletindeki iyi kalıntılarının kurtuluşunun yalnızca Tanrı’ya bağlı olduğu görüşü, varlığın onuncu kitapta (Ve orada Sokrates’in tartışmaları ve öğrencileri devam eder.) Glaukon’un bilmediği gelecekteki bir durumuna atıf, cevaplardaki şaşkınlık, Sokrates’in bir filozofun durumunu yalnızca bir mecazda betimleyebileceği numarası yaptığı tuhaf alay, Sofistlerin her şeye rağmen tek temsilciler olduğu ve halkın fikrinin liderleri olmadığının orijinal gözlemi, bir duvarın altında sağanaktan saklanan filozof görüntüsü, onu tanısalardı filozofu reddetmeyecek sıradan insanlara olan iyi niyetin ifadesiyle devam eden “büyük canavar” resmi, en üst gerçeklerin en üst kusursuzluğu gerektirdiğinin “asil ve doğru düşüncesi”, herkesçe bilinen iyi ideası konusuna dönerken Sokrates’in duraksaması, Glaukon’un gülünç içtenliği, felsefe ile altındaki biriyle evlenen terk edilmiş bir bakirenin kıyaslanması… Bütün bunlar altıncı kitabın en ilgi çekici kısımlarıdır.
Yine de Sokratik halkada sık sık tartışılan, Glaukon ve Adeimantos’un hevesle, mümkünse daha net bir fikrinin olacağı eski temaya başka sözler de eklenebilir. Onlar gibi biz de iyi düşüncesinin yalnızca bir matematik öğrencisine ifşa edilebileceğini öğrendiğimize memnun olmadık. Ne bizim ne onların herhangi bir tatmin edici amaca yönlendirildiğini düşünmeye karşı istekliydik. Çünkü nicelik farkının nitelik farkına karışamayacağını ve her ne kadar bazı zamanlar onların sembollerini ve ifadelerini sağlasalar, zihni soyut kavram ve kendi kendine konsantre alışkanlıklarına eğitseler de matematiksel bilimlerin bizim üst düşüncelerimize ulaşacak kadar yükselemeyeceklerini öğrendik. Eski bir filozofa doğal gelen bir ilüzyon bize de bir ilüzyon olmadı. Ama bizi iyi ideasına ulaştırması beklenen süreç gerçekten hayaliyse ideanın kendisi de yalnızca soyut bir fikir olmaz mı? Öncelikle şunu belirtiyoruz ki bütün çağlarda, özellikle ilkel felsefede olmak, öz, birlik, iyi gibi kelimeler insanların zihinlerinde olağanüstü etkiler bırakırdı. İçeriklerinin zayıflığı veya olumsuzluğu güçleriyle ters orantılıydı. Bütün varlıkların anlaşıldığı formlar oldular. İnsan ruhunda onların tatmin ettiği bir ihtiyaç veya içgüdü vardı. İdea değil tanrılardı ve bu yeni mitolojiye sonraki nesillerdeki insanlar eski tanrıların güçlerini ve ilişkilerini atadılar.
İyi ideası, eski mitolojinin yerini almaya başlayan kutsal sözcük veya düşünce biçimlerinden biridir. Bütün zamanın ve varlığın birleştiği birlik anlamına geliyordu. Bütün varlıkların gerçeğiydi ve içinde parladıkları ışıktı. Zihinlere insan ve ilahi açık gelmeye başladı. Bütün varlıkların sebebiydi. Onların var olduğu güçtü. İnsan kişiliğinden alınan evrensel mantıktı. Hem yaşam hem de dünyanın ışığıydı, bütün bilgi ve güç onun içindeydi. Ona giden yol matematiksel bilimler aracılığıylaydı ve bunlar da ona bağımlıydı. Onu yapanın Tanrı olduğunu ya da Tanrı tarafından yapılıp yapılmadığını sormak, Tanrı’nın Tanrıça’dan ayrı ya da Tanrıça’nın Tanrı’dan ayrı olup olmadığını sormak gibi olurdu. Timaeus’un tanrısı iyi ideasından çok farklı değildi. Aynı şeyin yalnızca kişisel ve kişisel olmayan, eril ve nötr, biri mitoloji diliyle ve diğeri felsefe diliyle ifade edilen iki farklı yönüydüler.
Bu veya buna benzer şeyler iyi ideasının Platon tarafından algılanan anlamıdır. Sayıların, düzenin, uyumun, gelişimin idealarının da buna dâhil olduğu söylenebilir. Biraz önceki yorum Platon’un kendi sözlerinden öteye gider. Belki de felsefenin ne yaptığından çok amacının ne olduğunu anlamamıza yarayan bir aşamasına geldik. Karanlıkta ve uzakta gördüğümüz şeyi idrak etmeye başlıyoruz. Ama eğer bu ya da aynı tür ama daha ileri bir şeyin onun hedeflediği gerçek, gidermeye çalıştığı ihtiyaç olduğu ona söylenebilseydi, düşüncelerinde fark ettiğinden fazlasının gizli olduğunu sevinçle anlardı. Sözleri az ve de üslubu da az konuşan biri gibi belirsiz olduğu için onu yorumlayan kişininki de öyle olmalıdır. Onun kastettiği şeylere onları daha fazla tanımlamaya uğraşmamalıyız. Onun, modern düşünceye çevirisini yaparken eski felsefenin ruhunu bilinçsizce kaybedebiliriz. Platon’un iyi ideasından gerçeğin ve varoluşun ilk prensibi olarak bahsetmesine rağmen bu kısım hariç yazılarının hiçbir yerinde bahsedilmemiş olması tuhaftır. Sonraki nesillerde öğrencilerinin zihinlerinde de hiç yer edinmemiş olması ve bunun onlara anlaşılmaz gelmesi de aynı şekildedir. Ve de onlarda Aristo’dan bahsedilirken hiç buraya ya da hâlâ var olan diğer yazılarına atıfta bulunulmamış olması da aynı şekildedir.

YEDİNCİ KİTAP
Ve şimdi bir şekil ile tabiatımızın aydınlanmasını ya da cahilliğini anlatacağım: İnsanların ağzı ışığa bakan bir yer altı mağarasında yaşadığını hayal edin. Çocukluklarından beri göğüsleri ve bacakları zincirli şekilde oradaydılar ve yalnızca mağaranın içini görebilmekteydiler. Uzakta bir ateş var, ateş ile mahkûmlar arasında yükseltilmiş bir yol ve yol boyunca düşük bir duvar bulunmakta, kuklacıların kukla oynattıkları bir ekran gibi. Duvarın arkasında, ellerinde çeşitli sanat eserleri tutan ve içlerinde insan ve hayvan figürleri, ahşap ve taş olan hareket eden şekiller görünüyor ve geçenlerin bazıları konuşurken bazıları sessiz kalıyor. “İlginç bir hikâye ve ilginç tutsaklar.” dedi. Onlar biziz ve yalnızca mağaranın duvarına vuran gölgeleri görebiliyorlar. Onlara isimler veriyorlar ve duvardan gelen yankıyı da eklersek oradan geçenlerin sesleri sanki gölgelerden geliyormuş gibi hissettiriyor. Aniden onları tersine döndürüp kendilerine görüntülerde acı ve kederle bakmalarını sağlarsanız bunun gerçek olduğuna inanırlar mı? Gözleri kamaşır ve gözlerini kırpmadan seyredebildikleri bir şeye vuran ışıktan uzaklaşmaya çalışmazlar mı? Ve dahası, aşırı ve zorlu bir rampa ile güneşin olduğu yere çıkarılsalar, gözleri ışığın fazla gelmesiyle görüşleri kapkaranlık olmaz mı? Algılamaya başlamaları için biraz zaman geçmesi gerekir ve ilk başta yalnızca gölgeleri ve sudaki yansımaları, sonra ay ile yıldızları ve bulundukları yeri tamamen ve olduğu gibi algılayabileceklerdir. Hepsi şu sonuca varır: Bu bize yılı ve mevsimleri veren kişidir ve gördüğümüz her şeyin yaratıcısıdır. Karanlıktan aydınlığa geçince nasıl da sevindiler! Mağaradaki saygınlık ve şan onlara ne kadar değersiz görünür! Şimdi bir de şunu düşünün, eski alışkanlıklarına geri gidiyorlar. Artık o yer altı mağarasında arkadaşları ile aynı şeyleri görmezler ve duvardaki gölgelerin büyüklüğü hakkında onlarla baş edemezler. Güneşe çıkıp gözlerini kaybeden insanlarla ilgili bir sürü şaka yapılır ve özgürleşip birilerini de aydınlatmaya çalışan birini yakalarlarsa onu idam ederler. Şimdi mağara görüntüler dünyası, ateş güneş, yukarı çıkan yol da bilginin yolu. Bilginin dünyasında iyi ideası en son ve güçlükle görülen şeydir ama görülen şey iyinin ve gerçeğin yaratıcısı, bu dünyadaki ışığın sahibi ve gerçek ile anlayışı da diğeri olduğu anlamına gelirse şad eden görüntüye erişen kişi her zaman yukarı ilerliyordur. Yasaların mahkemelerinin ve siyasal birliklerin seviyesine inmez çünkü gözleri gölgeler ve görüntülerin içindeki gerçek anlamı görmeye alışmıştır. Hayatında hiç gölge ile özün ilişkisini anlamamış kimselerin düşüncelerine giremez. Fakat körlüğün iki türü vardır ve karanlıktan ışığa çıkınca veya ışıktan karanlığa geçince olabilir. Algılaması kuvvetli biri bunların ayrımını yapabilir ve ikisine de eşit şekilde gülmez fakat ışık fazlalığından kaynaklanan körlüğü kutsal sayar, diğerine acır. Ya da güneşe bakan kafası karışık ruha gülerse yukarıdan gelenlere gülen mağara halkından daha fazla gülecek şeyi olur. Kısa hikâyemizden çıkarılabilecek başka bir ders daha vardır. Bazı kimseler eğitimin kör birine gözler vermek gibi olduğunu sanar ama biz görme becerisinin hep orada olduğunu ve yalnızca ruhun ışığa döndürülmesi gerektiğini söylüyoruz. Bu dönüşümdür, diğer beceriler neredeyse bedensel alışkanlıklar gibidir ve aynı şekilde edinilebilir ama zekânın daha ilahi bir yaşamı vardır ve ona gösterilene göre iyiye ya da kötüye döndüğü için dayanıklıdır. Akıllı bir hilekârın gözlerinin arasından dışarı baktığını ve daha fazla şey gördükçe daha fazla kötülük yaptığını görmediniz mi? Şimdi, eğer böyle birini alır ve dünyadaki ruhuna ağırlık yapan zevk ve arzuların ağırlıklarını kesip çıkarırsanız zekâsını çevirmiş olacaksınız ve gerçeği, şu an fark ettiği aşağılık hedefleri kadar dikkatle gözlemleyecektir. Yöneticilerimizin sabit kuralları olmasın diye eğitimsiz mi yoksa dünyevi işler için kendi yeryüzü cennetlerini bırakmasınlar diye fazla eğitimli mi olmaları gerektiğine henüz karar vermedik. Bu şekilde, ışığa ve iyinin bilgisine yükselmeye en meyilli yapıları seçmeliyiz fakat ışığın bölgesinde kalmalarına izin vermemeliyiz. Görevlerini onurlarının mahiyetinde olmaları için mağaradaki tutsakların arasına inmeye zorlanmalılardır. “Bunun bir meşakkat olduğunu düşünmeyecekler mi?” Devleti kurma amacımızın vatandaşların istediklerini yapmaları değil herkesin iyiliği için devlete hizmet etmeleri olduğunu unutmamalısın. Filozofa dürüstçe “Arkadaş, biz sana hiç hata yapmayız çünkü diğer devletlerde felsefe yabanıl büyür ve yaban bir bitki bahçıvana hiçbir şey borçlu değildir. Ama sizi kovanımızın hükümdarı ve kralı olun diye biz eğittik, bu yüzden sizin mağaraya inmenizde ısrarcıyız. Her biriniz sırayla gözlerinizi karanlıkta kullanmayı öğrenmelisiniz ve biraz alıştırma ile gölgeler hakkında tartışanlardan daha ileriyi göreceksiniz. Onların bilgileri yalnızca bir hayalken sizinkisi uyumayan bir gerçektir.” diyemeyebiliriz. Bu işe en iyi uyan aziz veya filozof, yönetime karşı hiç istekli olmayabilir fakat bu ihtiyaç ona yüklenmiştir ve artık ideaların cennetinde yaşayamaz. Ve bu, devletin kurtuluşu olacaktır. Çünkü yöneten kişiler yönetmeye talip kişiler olmamalıdır. Vatandaşlarımıza genel olarak diğer yöneticilerden daha iyi bir yaşam vadediyorsan yalnızca dünyevi mallarda değil beceriler ve bilgi konusunda zengin biri de yasa yapabilir. Ve siyasi amaçlardan daha iyi olan tek yaşam, aynı zamanda devlet yönetimine en iyi hazırlık da olan felsefi bir yaşamdır.
Öyleyse şimdi şu soru geliyor: Yöneticilerimizi nasıl yaratmalıyız? Karanlıktan aydınlığa çıkan yol nedir? Bu değişim felsefe ile gerçekleşir. Bir istiridye kabuğunun ters dönmesi değil bir ruhun geceden gündüze, dönüşmekten olmaya olan dönüşümüdür. Nasıl bir eğitim ruhu yukarıya taşır? Önceki eğitimimizde iki branş vardı; vücutla ilgilenen jimnastik ve zihin ile edebiyata doğal bir ahenk aşılayan kardeş sanat, müzik. Fakat bu bilimlerin ikisi de bize istediğimiz şeyi vadetmez. Bize bu, sanatların ve bilimlerin katıldıkları evrensel ve ilkel bilimden başka bir şey kalmaz, sayılar ve hesaplamalardan bahsediyorum. “Çok doğru.” Savaş sanatı da dâhil midir? “Evet, kesinlikle.” Öyleyse tragedyada gelip sayıyı icat ettiğini söyleyen, sıraları sayan ve onları sıraya koyan Palamedes ile ilgili gülünç bir şey vardır. Çünkü eğer Agamemnon adımlarını sayamasaydı (Sayılar olmadan zaten nasıl yapardı?) oldukça bayağı bir komutan olurdu. Sayı sayamayan hiç kimse asker olmamalı ve ona güç bela adam denir. Son ifademde ne demek istediğimi açıklayayım: Mantığa uygun şeyler iki türdür; biri aklı davet eder ve uyarırken diğerinde zihin zorlanmadan kendi kabul etmektedir. Şimdi, uyaran türde karşıtlık ve ilişki ortaya atan şeyler vardır. Örneğin, üç parmağımı yukarı kaldırdığımı düşünün; işaret parmağı, orta parmak ve serçe parmak. Görüş otomatik olarak bu üç parmağı fark eder ama sayılar olmadan onları daha fazla ayırt edemez. Ya da yine, biri büyük biri küçük olan iki şey olduğunu varsayın. Bunların büyüklük ve küçüklükleri duyu ile değil akıl yoluyla sağlanır. Ve bunların zıtlıklarının veya ilişkilerinin algısı, duyunun karmaşık imasıyla kafası karışan zihni harekete geçirir ve gösterilen şeylerin birden fazla olup olmadığını bulmak için bir numara kaynağı mevcuttur. Sayı, onların bir değil iki tane olduğu ve birbirinden ayırt edilmesi gerektiği yanıtını verir. Yine, görüş büyük ve küçüğü seyreder fakat yalnızca karışık bir kaos ile ve onlar ayırt edilene kadar onların ayrı ayrı özellikleri sorusu doğar. Bu durumda, görünen ile anlaşılabilenin ayrımını yapmaya itiliriz. Uyarıcıların akıllı kimseler için olduğunu söylediğimde bunu kastetmiştim. Algıda çıkan çelişkileri düşünüyordum. Birlik düşüncesi, örneğin, parmaklarda olduğu gibi, bir çokluk içermediği sürece düşünceyi uyandırmaz ama biri aynı zamanda diğerinin zıddı olduğunda, bu zıtlık derin düşünceye neden olur. Bunun bir örneği görüşün herhangi bir nesnesinden kaynaklanabilir. Sayının tüm sahip olduğunun aynı zamanda bir yükseltme etkisi de vardır. Zihni köpükten ve akıştan alıp daha küçük ordusu ve ticari kullanımı olan varlığın derin düşüncesine doğru kaldırır. Ticaret bizim için şart değildir ama yöneticimizin bir filozof olduğu kadar bir asker de olması gerektiği için askerî olan sürdürülebilir. Ve en üst amacımıza hiçbir bilim uyum sağlayamaz fakat bir esnafın değil bir filozofun ruhunda sürdürülmelidir. Görünen nesnelerle değil soyut gerçek ile ilgilidir çünkü sayılar, saf soyut düşüncelerdir. Gerçek aritmetikçi, biriminin bölme yapamamasını öfkeyle reddeder. Siz bölme yaptığınızda, o çarpma yaptığınızı iddia eder. “Onunki” kesirlerin malzemesi değildir ve onlarla değil ama değişmeyen ve kesin bir eşitlikle çözülebilir. Bu, onun çalışmasına tamamen düşünsel bir özellik katar… Şunu da unutmayalım ki aritmetiğin büyük, ince zekâyı sivriltme gücüne sahip hiçbir disiplin, ona denk ya da aptal bir insanı aynı derecede geliştiren bir genel beceri testine erişemez.
İkinci eğitim branşımız olan geometriye geçelim. Glaukon “Geometri bilgisi ile genel becerinin ikiye katlanabileceğini görüyorum.” dedi. Bu küçük bir meseledir, geometrinin kullanımı. Onu, zihni sadece bir nesle değil bütün varlığa bakmasına mecbur eder ve iyi ideasının derin düşüncesinde verilen yardım olarak görüyorum. Yine de bu çalışmaları devam ettirmenin güncel yöntemi, en kötü bir matematikçinin bile farkında olduğu gibi aşağılık ve gülünçtür. Yukarı doğru, genel varlığa değil aşağı doğru, sanatlara bakmak için yaratılmışlardır. Geometrici her zaman, sanki görüş eylemi varmış gibi karelere ayırmak, iki ucu birleştirmek ve yan yana koymaktan bahseder. Oysaki çalışmanın asıl amacı bilgidir. Ruhu yükseltmeli ve felsefe zihni yaratmalıdır. Düşmüş olanı kaldırmalı, savaş ve ordu taktiklerinin küçük kullanımlarından ve becerilerin geliştirilmesinden bahsetmemelidir.
Eğitime üçüncü bir branş daha ekleyelim mi; astronomi? Glaukon “Çok iyi. Cennetin bilgisi çiftçilik, denizcilik ve askeriye için bir kere de olsa gereklidir.” diye yanıtladı. Dünya ile arkadaşlık kurması için her şeye yararlı sebepler bulmanı beğendim. İnsan ırkına eğitimin yalnızca bilgi için değil, bedensel gözden daha iyi olan ruh gözünü arındırmak için de faydalı olduğunu ispatlamak zordur. Çünkü onunla yalnızca hakikat görünür. Şimdi, insan ırkına genel olarak mı yoksa sadece filozofa mı başvuracaksın? Yoksa yalnızca kendine mi güvenmeyi tercih edersin? “Her insan kendisinin en iyi arkadaşıdır.” Öyleyse bir adım geri git çünkü biz arızalıyız. Ve ikinci olan düzlemden sonra katı maddeler olan üçüncü bir boyut ekle ve sonra hareket hâlinde katı hâle geçebilirsin. Fakat katı cisim geometrisi yaygın değildir ve devlette himayesi yoktur, onun kullanımı da tamamen tanınmaz. Güçlüğü büyüktür ve kendini çalışmaya adamış kişiler burnu havada ve sabırsızdırlar. Yine de kovalamanın albenisi insanları kazanır. Eğer hükûmet biraz yardım ederse büyük bir ilerleme kaydedilebilir. Glaukon “Çok doğru. Ama şimdi düzlem geometrisiyle başlayıp sonra katı cisim geometrisine geçtiğini, sonra da astronomiye, yani katı cisimlerin hareketine geçtiğini mi anlamalıyım?” Evet, dedim, telaşım bizi yalnızca aksattı.
“Çok iyi. Ve şimdi, senin kibirli gerginliğinde konuşmaya gönüllü olduğum astronomiye geçelim. Cennetin düşüncesinin ruhu yukarı taşıyacağını görmede kimse başarısız olamaz.” Öyleyse ben bir istisnayım. Günümüzde çalışıldığı şekliyle astronomi ruhu yukarı değil aşağı taşıyor gibi görünüyor. Yıldız gözlemi yalnızca tavana bakmaktan öte değil. Bir insan sırtüstü yere veya suya uzanıp yukarı ya da aşağı bakabilir. Bunda bir bilim yoktur. Benim bahsettiğim bilginin görüntüsü gözle değil zihinle görülür. Cennetin bütün ihtişamı değil ilahi gerçeğin bir kopyası yeterli olmaz ve varlıkların mutlak uyumları, hareketleri hakkında hiçbir şey öğretmez. Onların güzelliği Deadalus’un veya başka bir büyük sanatçının eliyle çizilmiş gibidir ve çizim için kullanılabilir ama hiçbir matematikçi onlardan gerçek eşitlik ve sayısal bağıntı elde etmeyi bekleyemez. Öyleyse maddenin kusurluluğunun her yerde rahatsız eden bir unsur olarak karşımıza çıktığı, gece ve gündüzün, aylar ve yılların, yörüngesindeki güneş ve yıldızların simetrisini bozan bu cennet haritalarına bakmak ne kadar gülünçtür. Astronomiyi yalnızca problemlerle bir bilimsel temele dayandırabiliriz. Cenneti yalnız bırakalım ve akıllı kimseyi ortaya koyalım.
Yine de Pitagorasçıların dediği gibi matematik diğer uygulamaları kabul eder ve biz de aynı fikirdeyiz. Ahenkli hareketin kardeşi olan bir bilim daha vardır. Astronomi göze, o da kulağa uyumludur ve başka uygulamaları da olabilir. Bilimlerin iyi ideasıyla olan ilişkileri gibi onlardan daha büyük bir amacımız olduğunu unutmadan Pitagorasçıları soruşturalım. Astronomiyi saran hata aynı zamanda harmonikleri de kaplar. Müzisyenler zihinlerinin yerine kulaklarını koyarlar. “Evet, onların kulaklarını komşularının yüzünün yanına koyduklarını görmek isterim. Bazıları ‘Bu yeni bir nota.’ derken diğerleri iki notanın aynı olduğunu bildiriyor.” “Evet.” dedim ama sen lir dizelerini büken ve onlara eziyet eden, dizelerin düzenleri hakkında tartışan şarlatanları kastediyorsun; ben ise neredeyse aynı miktarda hatalı olan Pitagorasçı harmonistleri kastediyorum. Çünkü onlar yalnızca duyulan sayıların uyumunu inceler ve duyulmayan, yalnızca problemlerde bulunan ve fikirlerinin bile olmadığı gerçek sayısal uyuma doğru yukarı çıkmazlar. “Bu sonuncusu, harikulade bir şey olmalı.” dedi. “Yalnızca iyi bir bakış açısıyla izlendiğinde faydalı olan bir şey.” diye yanıtladım.
Bütün bu bilimler zorlamanın başlangıcıdır ve birbirleriyle olan doğal ilişkileri ölçüsünde hesaba katıldıklarında kârlıdırlar. “Sanırım, Sokrates ama böyle bir çalışma sonsuz bir iş olur.” dedi Glaukon. Ne çalışmasından bahsediyorsun, başlangıç mı, ne? Çünkü bütün bu şeyler yalnızca başlangıçtır ve sen kesinlikle safi matematikçinin aynı zamanda bir diyalektikçi olduğunu zannetmiyor musun? “Kesinlikle hayır. Mantığı çalışan bir matematikçiyi bile zor gördüm.” Ve yine de Glaukon, gerçek mantık, düşünsel dünyanın müziği olan diyalektiğin ve bizim, duvardaki gölgeleri seyretmekten gölgeleri oluşturan resimlere vardığımızda görüş çabasıyla kıyasladığımız millî marşı değil midir? Öyle olsa bile duyudan uzaklaşan diyalektik beceri, iyi ideasının derin düşüncesindeki saf zekâya varır ve düşünsel dünyanın sonuna kadar asla dinlenmez. Mağaradan ışığa çıkan soylu yol ve güneşte gözlerin kırpışması, sadece bir resmin değil, gerçekliğin gölgelerini düşünmeye dönmesi süreci ve yeni görme becerisini matematiksel bilimler yardımıyla aşamalı olarak edinme, ruhun ideal varlık düşüncesine yükselmesidir.
“Buraya kadar seninle aynı fikirdeyim. Ama şimdi, girişi bırakıp millî marşa geçelim. Öyleyse diyalektiğin doğası ve oraya ulaştıran yollar nelerdir?” Sevgili Glaukon, beni burada takip edemezsin. Önceki bilimlerde disipline sokulmamış birine mutlak doğrunun sunulması mümkün değildir. Ama mutlak doğrunun bir bilimi olduğu ve uygulananlardan çok farklı olduğuna inanıyorum. Çünkü diğer bütün sanatlar ve bilimler insan ihtiyaçları, fikirleri ile ilgilidir. Matematiksel bilimler gerçek varlığın bir hayal veya hipotezidir ve asla kendi ilkelerini analiz etmezler. Yalnızca diyalektik, ruhun gözünü cehaletin barbar bataklığından yukarıdaki dünyanın ışığına, betimlediğimiz bilimlerin yardımıyla dönüştürerek ve ona yönlendirerek hipotezlerin üstündeki ilkelere yükselir. Bilimler, bir fikirden daha büyük ama bilimden daha az bir netlik gösteren ve bir önceki betimimizde anlayış dediğimiz başka bir ada gerek olsa da genelde böyle söyleniyor. Böylece dört tane adımız oluyor; iki tanesi akıllı insana, iki tanesi fikre: Mantık veya zihin, anlayış, inanç, gölgelerin uyum yaratan algısı -olmak; dönüşmek, akıllı kimse; fikir- ve bilim; inanç, anlayış; gölgelerin algısı. Diyalektik belki her yaradılışın varlığını veya özünü açıklayan, tanımlayan, iyiyi ayıran ve soyutlayan, iyi uğruna bütün rakipleriyle savaşmaya hazır bir bilim olarak tanımlanabilir. Diyalektikçi olmayan birine göre hayat uyuşuk bir rüyadır ve o uyanmadan önce bir sürü insan onun mezarındadır. İdeal devletinin gelecek yöneticilerinin zeki varlıklar olmasını mı yoksa direkler kadar salak olmasını mı tercih edersin? “Kesinlikle ikincisi değil.” Öyleyse onlara soru sormayı, cevaplamayı öğretecek ve bilimlerin saçak taşı olan diyalektikle eğitmelisin.
Diyebilirim ki yöneticilerimizin nasıl seçildiğini ve seçim aşamasının bir adım ileriye götürülmesi gerektiğini unutmuşsun. Önceki gibi daimi ve yürekli, hoş görünümlü ve asil davranışlı olmalılar ama şimdi eğitimin iyileştireceği doğal bir yetenekleri de olmalı. Bu demek oluyor ki çabuk öğrenen, zihinsel zahmete dayanıklı, kuvvetli hafızalı, sağlam, çalışkan, zihinsel becerilerle ahlaki becerileri birleştirebilen, kusurlu ve taraflı olmayan, bedensel egzersizlerde sapasağlam, zihinsel olanlarda uyuşuk ya da tam tersi olmayan; sahtelikten nefret eden ama bilinçsizce sürekli cahilliğin bataklığında debelenen yaralı bir ruh değil; alçak ya da çürük biri değil ama kolları bacakları güçlü ve zihnin büyük jimnastik denemelerine hazır durumda olmalı. Adalet bu tür kişilerde kolayca bulunabilir ve bu kişiler devletimizin kurtarıcısı olur. Başka türden öğrenciler felsefeyi yalnızca şu an olduğundan daha gülünç duruma sokarlar. Coşkum için bağışlayın, heyecanlanıyorum fakat onu ayaklar altına alınıp ezilmiş hâlde görünce onu bu rezil duruma sokanlara öfkeleniyorum. “Olman gerekenden daha heyecanlı olduğunu fark etmemiştim.” Ama öyle hissettim. Şimdi, öğrencilerimizin seçiminde başka bir hususu unutmayalım: Genç olmalılar, yaşlı değil. Çünkü Solon’un, yaşlı bir adamın sürekli öğrenebileceği sözü yanlış anlaşılmıştır. Gençlik öğrenme ve çalışma zamanıdır, zihnin, özgür ve narin olduğunu ve vücudun öyle olmadığını, ayrıca, kabul edilmeyecek kadar zor şartlarda çalışmaması gerektiğini unutmayalım. Öğrenme, ilk etapta doğal eğilimin keşfedildiği bir tür oyun olmalıdır. Savaşa hazırlanırken genç köpekler önce yalnızca kan tadı almalıdırlar fakat iki üç yıl boyunca yaşamı yalnızca uyku ve bedensel egzersize bölen gerekli beden eğitimi bittiğinde ruhun eğitimi ciddi bir mesele olur. Yirmili yaşlara gelindiğinde eğitimlerinde yeni bir dönem başlayacak olan, gelecek vadeden öğrenciler seçilmelidir. Şimdiye dek parçalar hâlinde öğrendikleri bilimler birbirleriyle ve gerçek varlık ile ilişkilendirilecektir çünkü bunları birleştirme kuvveti, kuramsal ve diyalektik becerinin sınavıdır. Ve sonrasında otuzlara gelinince duyular dünyasından çıkıp ideaların soyut dünyasına geçebileceklerini belirlemek için bir seçim daha yapılır. Fakat bu noktada, mevcut tecrübeyle değerlendirildiğinde, diyalektiğin birçok kötülüğün kaynağı olma tehlikesi vardır. Tehlike, benzer bir durumda gösterilebilir: Servet ve lüks içindeki bir toplulukta yetişmiş bir insan düşünün. Bir anda öz çocuk olmadığı bilgisini alıyor. O güne kadar tanınmış anne babasını hep onurlandırdı, diğerlerini, yağcıları umursamadı. Şimdi ise tersini yapıyor. İşte bir insanın prensiplerine bu olur. Evde öğrendiği ve üstünde anne baba hâkimiyeti kuran belirli öğretiler vardır. Şimdi onlara suç atıldığını öğrenir. Sıkıntılı bir kişi ona gelir ve “Adil ve iyi nedir?” diye sorar ya da erdemlerin kötü, kötülerin erdem olduğunu ispatlar ve zihni tedirgin olur. Bugüne kadar yaptığı gibi sevmeyi, onurlandırmayı ve onlara itaat etmeyi bırakır. Hazlarla dolu bir hayata ayartılır, kuralsız bir insan ve bir serseri olur. Böyle aferistlerin durumu çok acınasıdır ve otuz yaşındaki öğrencilerimizin bu acımaya ihtiyacı olmaması için genç insanların henüz çok erken felsefe ile uğraşmaması için elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü genç bir adam yalnızca bir görüşle oynayan bir tür köpektir ve her gün fikirlerini çözümleyip durur. Yakında hiçbir şeye inanmamaya başlar, kendinin ve felsefenin itibarını sarsar. Otuz yaşında bir adam bu yolda ilerlemez. Tartışır ve yalnızca karşı çıkmaz. Tutumunun ciddiyeti ile felsefeyi onurlandırır. Ruhun bu ikinci jimnastik eğitimine ne zaman izin vermeliyiz? Diyelim ki beden eğitimi için iki katı süre gereklidir. Otuzda, beş altı yıl ile başlanır ve on beş yıl boyunca öğrencinin mağaraya inmesine ve hayat tecrübesi kazanmasına izin verin. Ellide, nesnelerin sonuna dönsünler ve gözlerini iyi ideasına diksinler, bu düzenden sonra hayatlarını düzenlesinler. Gerekirse devletin dümenine geçsinler ve diğerlerini peşinden gelmeleri için eğitsinler. Zamanı geldiğinde kutsanmış adalara huzur içinde gidecektir. Kurbanlarla onurlandırılacaktır ve Pythia kâhininin onayladığı şekilde bir ibadeti kabul edecektir.
“Sen bir heykeltıraşsın Sokrates ve yöneticilerimiz için kusursuz bir resim çizdin.” Evet ve dadılarımız için çünkü kadınlar erkeklerle her şeyi paylaşacaklar. Ve sen de devletimizin sadece bir heves değil, dünyevi beyhudelikleri küçümseyip yalnızca adalete hizmet eden filozof-krallar yetiştiğinde gerçekleşebileceğini anlayacaksın. “Peki çalışmalarına nasıl başlayacaklar?” İlk adımları on yaşından büyükleri köylere gönderip kalanlarla devam etmek olacak…
Altıncı kitabın başında, Platon filozof ile dünyanın ilişkisine yaptığı açıklamayı önceden yaptı ve bunda, diğer bölümlerde olduğu gibi eğitimde öngördüğü düzeni izledi ve somuttan soyuta doğru ilerledi. Yedinci kitabın sonunda, mağaranın gerçek ışığa ve ateşe açılması ile bilginin bölünmesi görüşüne geri döner. Aynı anda karanlıktan aydınlığa çıkaran bir yol olarak gösterilen diyalektik sürece şöyle bir bakarak önceki konuşmada büyük bir düşünce çabasıyla ancak kazanılmış sonucu samimiyetle bir resimde sergiler. Gölgeler, görüntüler, güneş ve yıldızların sudaki yansımaları, yıldızlar ve güneşin kendisi ayrı ayrı önce, hayal gücü ve şiire; ikinci olarak duyular dünyasına; üçüncü olarak matematiksel bilimlerin donattığı duyuların soyut düşünceleri veya genel olgularına; dördüncü ve son olarak da yeni bir anlam ve güç türeyen birlik ideasında görüldüğündeki aynı soyut düşüncelere karşılık gelir. Gerçek diyalektik süreç, gerçek yıldızların derin düşünceleriyle başlar, önemsiz yansımalarıyla değil ve güneşin ya da iyi ideasının yalnızca ışığın değil sıcaklık ve büyümenin de kaynağı olarak fark edilmesiyle biter. Bilginin bölümlerine eğitimin aşamaları kısmen cevap verir: İlk olarak, şairlerin düşüncesinde ve devletin yasaları ile geleneklerinde çocukluk ve gençlik çağında başlayan bir ilk eğitim vardır. Daha sonra, savaşçı bir sporcu ve zihne hizmet eden biri olmak için verilen beden eğitimi; üçüncü olarak da bir müddetten sonra hayatın sonraki döneminde, matematikle başlayıp genellikle felsefe ile devam eden bir eğitim bunu takip eder.
Platon için felsefenin iki büyük amacı olduğu görünür: Öncelikle, soyut düşünceleri gerçekleştirmek; ikinci olarak onları birleştirmek. Ona göre, gerçek eğitim insanı “dönüşmek”ten “olma”ya ve bütün varlığın kapsamlı bir araştırması olmaya götüren şeydir. Duyular azalana ve yalnızca genel olgu kalana kadar insan, zihninde her şeyin içinde evrensel olanı görme becerisini geliştirmeyi arzular. Daha sonra ise, duyudan bağlantısı kesilen ve onların aralarındaki ilişkilerin dilin ortak kullanımından başka temeli olmadığını algılayamayan evrensel olguları birleştirmeye çalışır. Soyut düşüncelerin, Hegel’in dediğine göre, “sadece soyut düşünceler” olduğunu asla anlamaz. Bilgilerin düzenlenmesinde kullanıldığında faydalı olduklarını ama ondan ayrı veya herhangi bir hayalî iyi ideası ile ilgili olarak sürdürüldüğünde bilginin özetine hiçbir şey eklemediğini anlamaz. Yine de soyut düşünceler becerisinin uygulanması, gerçeklerden ayrı olarak zihni genişletmiş ve insan ırkının eğitiminde önemli bir rol oynamıştır. Platon, bu becerinin önemini takdir etmiş, sayı ve bağıntı çalışmalarıyla ona ivme kazandırılabileceğini görmüştür. İçinde karşıtlık veya oran olan her şey yansıma ile akıl çeler. Sadece duyuların etkisi hiçbir düşünce ya da zihin gücüne yol açmaz fakat fark edilir nesneler kıyaslanmayı ve ayırt edilmeyi hak ettiğinde felsefe başlar. Aritmetik bilimi ilk olarak bu ayrımları ortaya atar. Sıralamada sonra gelenler düz geometri ve katı cisimler geometrisinin bilimleridir, daha sonra ise bir branşı da astronomi ya da katmanların uyumu olan hareket eden katı cisimler gelir ki buna, seslerin uyumu olan kardeş bilim de eklenir. Platon aynı zamanda, kimyada ve doğa felsefesinde de kullandığımız, Pisagorcular, hatta Aristo’nun da ahlak ve siyasette kullandığı, aritmetik ve geometrik oranın ahlaktaki ayrımı, (V. Kitap) sayısal ve oransal eşitliğin siyasetteki ayrımı gibi aritmetik ve matematiksel oranların farklı uygulamalarını da üstü kapalı söyler.
Günümüz matematikçisi Platon’un saf matematiğin niteliklerine duyduğu sevinci kolaylıkla anlayabilir. Şunları onunla birlikte söylemeye gönülsüz değildir: Cenneti rahat bırakın ve sayılar ile şekillerin içindeki güzellikleri çalışın. Onların uygulamalarını sanata da düşürmeye meyilli olacaktır. Platon’un, içinde şekillerden vazgeçildiği bir geometri algısı olduğunu; böylece uzak ve karanlık bir şekilde genel bir analiz tarzıyla çalışan geometrik problemlerin ihtimalini öngörüyor gibi göründüğünü gözlemleyecektir. Hay Allah! Platon döneminde devletin yardımıyla teşvik edilmeyen katı cisimler geometrisinin tersten durumunu ilgiyle belirtecektir ve Platon’un zihninin kavrayışını, onun dünya ve gök kubbe de dâhil bir katı cisimlerin hareket bilimini anlama becerisinden fark edecektir, kinayenin zaten yapıldığı üstü kapalı anlamı, astronomiye ve harmoniğe ek olarak katı cisimlerin hareketi biliminin başka uygulamaları da olabileceğini de unutmadan. Yine de Platon’u, bilimlerin zar zor var olduğu o zamanlarda birbirleriyle, iyi ideasıyla veya gerçek ve var oluşun yaygın prensibi ile ilişki içinde incelenmeleri gerektiğini söylemeye iten kapsamlılıkta takılı kalacaktır. Fakat aynı zamanda, (belki de şaşkınlık duymadan) fiziksel ve matematiksel bilginin o aşamasında Platon’un gök kubbeyi matematiksel problemlerle önsel olarak inşa edebileceğini ve seslerin insan kulağına uyumuna bakmaksızın ahenk prensiplerini belirleyebileceğini düşünme hatasına düştüğünü görecektir. Aldanma, o dönemde ve ülkede doğal bir şeydi. Astronomi ve harmoniğin basitliği, kesinliği, duyular dünyasının çeşitliliği ve karışıklığına karşıt gibi göründü. Böylece Platon, orta seviye gerçek temeli olduğu durumu, bazı sonunda test edilmesi gereken uzaklık, zaman veya titreşim ölçülerini gözünden kaçırmıştı. Newton’ın çağdaş eskileri de aynı büyüklükte hatalara düşmüşlerdir ve günümüz astronomisinin büyük bir kısmının yardımıyla astronomik keşiflerin yapıldığı soyut dinamikten oluştuğunu göz önünde bulundurduğumuzda, Platon’un çok fazla yanıldığı ve konuya kâhince bir tür bakış açısı getirdiği neredeyse hiç söylenemez.
Metafizik filozofu bu açıdan bakıldığında matematiği; dikkat gücünü arttıran, düzen hissi ve yapım becerisi geliştiren, zihnin basit bir formül altında fiziksel fenomenlerin nitel farklarını kavramasını sağlayan bir eğitim aracı olarak görür. Fakat onların eğitimdeki değerini kabullenirken aynı zamanda onların bizim yüksek ahlaki ve düşünsel fikirlerimizle bir yakınlığı olmadığını görür. Platon’un onları bağlamak için yaptığı girişimde, eski Pisagorsal fikirlerin etkilerini kolayca görebiliyoruz. İdeal sayılardan bahsettiğini varsaymanın bir nedeni yoktur. Gerçek ve ayrı bir varlığı bağladığı, “bu sanatın hocaları”nın (büyük ihtimalle Pisagorculardan bahsediyor) da onaylayacağı gibi daha alt bölünme girişimlerinin hepsini geri püskürten ve birlik ile tüm diğer sayıların mutlak olarak algılandığı, salt soyut düşünce olan sayıları tarif etmektedir. Sayıların gerçeği ve kesinliği, fenomenlerden bağlantısız tutulduğunda, onlara eski bir filozofun gözlerinde bir tür kutsallık vermiştir. Düzen ve sabitlik idealarının, Timaeus’a göre “hatalı yaşamlarını onlara göre düzenlemeyi öğrenebilecek” insanların zihinlerinde ne kadar fazla ahlaki ve yücelten bir etkisi olduğunu söylemek de kolay değildir. Eski Pisagorcu ahlak sembollerinin bugün bizde mecazlar olarak hâlâ var olduğu gerçeği dikkate değer. Ve modern zamanlarda dünyanın evrensel yasalarla kaplı olduğunu görenler aynı zamanda çağdaş felsefenin Platon’un, her şeyin kaynağı ve ölçüsü, aynı zamanda sadece soyut bir fikir (Philebus) olan iyi ideasındaki bu son sözünün öngörüsünü de görebilirler.
İki paragrafın daha özel açıklamalar gerektirdiği görülür. İlk olarak, görüş analizi ile ilgisi olan. Bu kısımdaki güçlük diğer birçoğu gibi eski ve modern düşünürlerin arasında yaygın olan düşünce biçimleri arasındaki farklarla açıklanabilir. Bize göre duyu algıları, onlara eşlik eden zihin eylemlerinden ayrılamaz. Şekil, renk, mesafe bilinci, onlara aracı olan basit algılamadan ayırt edilemez. Oysaki Platon’a göre algı, Heraklitosçu algı akışıdır; nesnelerin görüntüsü kendilerini deneyimlenen görüşe sundukları düzende değil, bir yenidoğanın yarı uyanık gözüne karışık ve bulanık görünmeleridir. Zihnin ilk hareketi bu kaosu düzene sokma denemesinden çıkar ve algının etkilerinin düzenlenebileceği farklı fikirleri şekillendirmek için mantık gereklidir. Böylece şu soru ortaya çıkar: “Büyük olan nedir? Küçük olan nedir?” ve görünen ile anlaşılır olanın ayrımı başlar.
İkinci zorluk Platon’un harmonik ile ilgili düşüncesiyle alakalıdır. Harmonistlerin üç sınıfı onun tarafından şöyle ayrılır: İlk önce, bir önceki müzik tartışmasında Damon’a yaptığı gibi danışmayı teklif ettiği Pisagorcular. Sanatın uzmanları olarak kabul edilirler fakat hep birlikte onun daha ileri öneminin ve iyiyle ilişkisinin bilgisinde eksiktirler. İkinci olarak, Glaukon’un kafası karışmış görünen ve hem onun hem Sokrates’in sesler arasındaki boşluklarla sadece oskültasyonla deney yaptıklarını söylediği salt empirikler. Bu iki grup da Platon’un, tamamen soyut bir şekilde çalışılması gereken ahenk ideasını açıklamakta, önce problemler yöntemiyle, ikinci olarak da evrensel bilginin iyi ideasıyla ilişkisinin bir parçası olarak açıklayarak çeşitli derecelerde yetersiz kalırlar.
Alegorinin felsefi olduğu kadar siyasi bir anlamı da vardır. Mağara, siyaset veya hukukun dar bir kısmını temsil eder (Theaitetos’taki filozof ve avukat tanımıyla kıyaslayın.) ve sonsuz fikirlerin ışığının, alt dünyaya dönenlerin zihinlerinde rahatsız edici bir etki bırakması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, onların prensipleri pratikte uygulamak için çok geniştir. İşleri bugünleyken geçmişte ve gelecekte çok uzağa bakmaktalardır. İdeal olan, gerçek hayatın koşullarına indirgenemez ve genellikle onlarla uyumsuzdur. Ve ilk olarak geri dönenler, gölgelerin ölçüsünde mağaradakilerle rekabet edemezler ve onlar tarafından alaya alınıp eziyet edilirler. Fakat bir süre sonra mağaradaki şeyleri hiç yukarı çıkmamış olanlardan daha gerçek oranlarda görürler. Filozof olmuş siyasetçi ile siyasetçi olmuş filozof arasındaki fark, iki tür bozuk görüşle sembolize edilir; biri karanlıktan aydınlığa geçmiş bir tutsak iken diğeri mağaraya inen ahbaplarının iyiliği için kendi isteğiyle ilahi elçidir. Parlak ışığın aşağıdaki dünyanın sakinlerine ne şekilde doğduğu veya iyi ideasının siyasetin nasıl yol gösterici ilkesi olduğunu Platon açıklamamıştır. Glaukon’un ısrarla bilgilenmek istediği diyalektiğin özellikleri ve bölümleri gibi, belki açıklamanın önceki bilimlerden bir öğrenci hariç kimseye verilemeyeceğidir. (Sempozyum)
Devlet’in bu kısmındaki pek çok örnek, günlük hayatta ve çağdaş siyasatte de görülebilir. Çünkü bizim aramızda da görüşü iki farklı şekilde bozulmuş iki tür siyasetçi veya devlet adamları olmuştur. İlk olarak, Burke’ün deyişiyle “genel ilkelerin atfedildiği” büyük adamlar olmuştur. Bunlardan bazıları, J. S. Mill veya Burke’ün kendisi, siyasetçi olmadan önce kuramcı veya filozof olmuşlardır. Ya da tarih öğrencileri olup 1688’deki İngiliz Devrimi gibi büyük tarihi benzerliklere yol açmışlardır. Ya da muhtemelen Atina demokrasisi veya Roma Emperyalizmi’nin, modern olaylara baktıkları araç olmasına yol açmışlardır. Ya da belki bazı var olan kurumların uzun, çıkıntılı gölgeleri onların görüşlerini bulandırmıştır. Geleceğin Kilisesi, geleceğin Milletler Topluluğu, geleceğin “Toplum”u onların zihinlerini o kadar aldı ki o günün siyasetinin gerçek büyüklüğünü göremez oldular. Özgürlük, eşitlik, büyük kitlelerin büyük mutluluğu ya da bütün insanlığın kardeşliği gibi büyük fikirlerle kendilerinden geçtiler ve artık fikirlerin uygulamada sınırlandırılması ya da insan hayatının koşullarıyla uyumlu olması gerektiğini düşünmeye önem vermediler. Işıkla doludurlar fakat ışık onlar için yalnızca parlak bir sis veya körlüktür. Neredeyse herkes, her şeyi yanlış mesafede ve yanlış büyüklükte gören yarı eğitimli ve coşkulu bir insan tanımıştır.
Bu göz bozukluğu bir diğeriyle zıt olabilir: Çok uzak mesafeyi göremeyen ama yakını görebilen biri; bütün hayatını bir işe veya mesleğe adamış biri; kendi grupları veya cemaatleriyle sınırlı olan biri. Bu tür insanlar için kendilerinin veya sınıflarının çıkarından başka evrensel bir olgu, kendi gibilerinin fikirleri dışında ilkeleri ya da sokaklarda veya derneklerinde öğrendiklerinden öte bilgi yoktur. Yüksek bir görev üstlenmek için, esnaflıktan generallere ya da siyasetçilere dönüşmek, öğretmenlikten filozofa dönüşecekleri daha büyük bir dünyaya gönderildiklerini varsayalım. Ya da bir anda hayatlarında ilk kez onlara daha üst bir Tanrı fikri ve manevi bir dünyanın varlığını gösteren içsel bir ışık aldıklarını hayal edin, bu ani dönüşüm veya değişim ile onların günlük hayatları bozulmaz ve öte yandan, insani konulara daha kapsamlı bir görüş benimsemelerine rağmen onların pek çok eski ön yargıları ve darlıkları hâlâ onlara yapışık kalır mı? Bunlara benzeyen örneklerden Platon’un iki tür bozukluğa maruz kalan görüş ile neyi kastettiğini öğrenebiliriz.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/platon/devlet-69428089/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Latince; Şeytan. (ç.n.)

2
Thebai: Antik Yunanistan’da kurulan bir şehir devleti. (ç.n.)

3
Latince anlamı “Piskopos olmak istemiyorum.” olmakla beraber, genelde bir duruma karşı çıkmak için kullanılan söz. (ç.n.)

4
Latince: “Saçma olana indirgeme.” anlamına gelir ve bir iddiayı doğru kabul ederek saçma bir sonuca varıp iddianın yanlış olduğu sonucuna ulaşıldığı bir mantık yöntemidir. (ç.n.)

5
Yani daha iyisine sahip olmak isteyen kötü insanlar. (ç.n.)

6
Matta 6/33. (ç.n.)

7
Cocytus: Yunan mitolojisinde yer altı dünyasında inilti nehri. (ç.n.)

8
Styx: Yunan mitolojisinde yeryüzüyle yer altı dünyasını ayıran nehir. (ç.n.)

9
Latince: “Dolaylı konuşma” anlamına gelen modern felsefe terimi. (ç.n.)

10
Eski Yunan’da spor okulu. (ç.n.)

11
Eski Yunan’da spor salonu. (ç.n.)

12
W. Shakespeare’in IV. Henry Bölüm 2 oyunundan bir alıntı. (ç.n.)

13
Latince: En kötü şey en iyinin bozulmasıdır. (ç.n.)
Devlet Платон

Платон

Тип: электронная книга

Жанр: Книги по философии

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Adil insan kimdir? Adil yönetici nasıl olmalı, nasıl yetiştirilmelidir? Dünyadaki en adil ve mutluluk veren yönetim şekli hangisidir? MÖ 340′larda yazılan bu eserin temel soruları bunlardır. Atina′da daha önce görülen hükûmetlerle ve mevcut hükûmet biçimlerini karşılaştırır Platon. İdeal kentin, devletin ve birçok toplumsal birimin yönetimine dair potansiyel biçimleri göz önünde bulundurarak teorilerini hem bireye hem de ideal şehir devletine uygular. Devlet, şüphesiz ki Platon′un asırlar boyunca kılavuz olan, en iyi bilinen eseridir. Demokrasi ile tiranlık arasındaki ince çizgiyi, mağara alegorisini, ruhun ölümsüzlüğünü, şiirin yapısı ve toplum için değeri hakkındaki fikirlerini Sokrates ve arkadaşları arasındaki diyaloglar ile aktarıyor. Balliol Koleji Başkanı Benjamin Jowett′in analizlerinin de yer aldığı bu eserde, tartışılan konuların pek çoğu hâlen güncelliğini koruyor. Belki de görüşlerin asırlar öncesinden şimdiye taşınmasının bir sebebi de bu… "…Bir devlet, anladığıma göre insanların ihtiyaçlarından doğar. Hiç kimse kendi kendine yeterli değildir ve hepimizin ihtiyaçları vardır. Devlet için başka bir çıkış noktası düşünülebilir mi? Öyleyse pek çok ihtiyacımız olduğu için, bir kişi bir amaç için birini, başka amaç için başka birini tutar. Ve bu yardımcılar bir araya getirilip bir yapı oluşturulduğunda buna devlet denir."

  • Добавить отзыв