Gora

Gora
Rabindranath Tagore
Hindistan’da kastlar arasındaki keskin farklar toplumsal yapının içine öyle bir işlemiştir ki bu fark semtlerdeki evlerin durumlarından rengine, soy ağacı oluşturmadan eş seçimine kadar kural koyucu bir sistem hâline gelmiştir. Böyle bir sistemin getirdiği ayrışmalar, toplumsal birliği bozmanın yanı sıra halkı ortak unsurlardan uzaklaştırmış, birbirinden bağımsız alt kültürler meydana getirmiştir. Hindistan’ın değişen yüzünü temsilen felsefi didaktik öğretileri ile kitaba adını veren Gora, işgal altındaki ülkesine gönülden bağlıdır. Hindistan’ın kurtuluşunun önünde engel teşkil eden İngilizlere şiddetle başkaldırır. İngilizlere olan hayranlığın karşısında sıkı sıkıya geleneklerine sahip çıkar. “Doğup büyüdüğünüz yurdunuza karşı sevgi duymadıkça ve o yurtta yaşayan halkın yanında bulunmadıkça, sizin o yurdu küçük gören tek kelimenize bile katlanacağımı sanmayın!” Ancak insan doğduğu vatanı ve inanacağı dini seçemez, hazır bir yapının içine dâhil oluverir bir anda. Bu dayatmanın içinden çıkış kapısının anahtarı da yine kişinin kendi elindedir. Kapıdan bir kez çıktıktan sonra kişi, kendini bulmanın ve tanımanın özgür iradesine sahip olacaktır. “Kutsal kitabın emirlerinden biri de insanın kendisini tanımasıdır. Kendini tanımak denilen şey, özgürlüğe ulaşmaktır.”

Rabindranath Tagore
Gora

1
Kalküta’da yağmur mevsimi başlamıştı. Sabah bulutları dağılmış, güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyordu.
Binoy Bhusan evinin üst kattaki terasında yalnızdı. Avare avare bir o tarafa, bir bu tarafa gidip gelen insan seline bakıyordu. Bir süre önce fakülteyi bitirmişti ama hâlâ düzenli bir işi yoktu. Gazeteler için birkaç yazı yazmış, toplantılar düzenlemişti ama bunlar onu tatmin etmiyordu. O sabah içinden bir şeyler yapmak geliyordu ve bu duygu onu huzursuz ediyordu.
Bir Baul[1 - Bengal’de bir mezhebin üyesi.] dilencisi, karşı dükkânın önünde, halk ozanlarının giydiği rengârenk giysisinin içinde şarkı söylüyordu:
Bilinmeyen bir kuş uçarak kafesin içine giriyor,
Bilinmeyen bir yerden geliyor.
Zihnim onu zincire vuramayacak kadar güçsüz,
Yine uçarak bilinmeyen bir yere gidiyor.
Binoy bir anda, içinde, dilenciyi yukarı çağırıp bilinmeyen kuşla ilgili şarkının sözlerini kâğıda dökme isteği duydu. Ama tıpkı, gece yarısında hava birdenbire soğuyunca, kalkıp üzerine ikinci bir battaniye almaya üşenen biri gibi, dilenciyi çağırmaktan vazgeçti. Böylece adam yukarı çıkmadı ve bilinmeyen kuşla ilgili şarkının sözleri hiçbir zaman yazılmadı; geride yalnızca Binoy’un kulaklarında çınlayan ezgi kaldı.
O anda evin önünde bir kaza oldu. Büyük bir özel araba iki atlı bir kiralık arabaya çarptı, sürücü devirdiği arabaya bakmadan onu arkasında bıraktı ve dörtnala oradan uzaklaştı.
Koşarak sokağa fırlayan Binoy, arabanın yanında duran bir genç kız ile arabadan inmeye çalışan yaşlıca bir adam gördü. Hemen onların yardımına koştu ve yaşlı adamın ne kadar solgun olduğunu görünce ona: “Yaralı mısınız efendim?” diye sordu.
Adam gülümsemeye çalışarak: “Hayır.” dedi “Önemli bir şeyim yok.” Ama gülümsemesi anında yüzünden silindi. Bayılmak üzere olduğu açıkça görülüyordu.
Binoy onu kolundan tuttu ve endişeli gözlerle bakan kıza dönerek: “Evim hemen burada, içeri gelin.” dedi.
Birlikte yaşlı adamı yatağa yatırdılar, sonra kız su bulmak için çevreyi kolaçan etti. Bulduğu testiden yüzüne biraz su serpti ve onu yelpazelerken Binoy’a: “Bir doktor çağırabilir miyiz?” diye sordu.
Binoy hiç vakit kaybetmeden, biraz ileride yaşayan doktoru getirmesi için uşağını gönderdi.
Odada bir ayna vardı, kızın arkasında duran Binoy aynadan onun yansımasına baktı. Çocukluğundan beri Kalküta’daki evinde çalışmalarıyla meşguldü ve kitaplar ona dünya hakkında yeterli bilgi vermemişti. Aile üyelerinin dışında hiç kadın tanımamıştı, şimdi aynada gördüğü yüz onu büyülüyordu. Kadınları, onların güzelliklerini değerlendirecek kadar iyi tanımıyordu ama genç kızın sevgi ve endişeyle öne eğilmiş yüzünü gören Binoy, önünde ona kucak açan sevgi dolu, aydınlık bir dünyanın varlığını hissetti.
Yaşlı adam gözlerini açıp içini çekince kız ona doğru eğildi ve titrek bir sesle fısıldayarak: “Babacığım, yaralı mısınız?” diye sordu.
“Ben neredeyim?” dedi yaşlı adam, oturmaya çalışarak.
“Lütfen doktor gelene kadar kımıldamayın.” dedi telaşla onun yanına gelen Binoy.
O konuşurken doktorun ayak sesi duyuldu. İçeri giren doktor hastayı muayene etti. Durumu ciddi değildi, ona ılık sütle brendi içirmelerini önerdikten sonra gitti.
O gittikten sonra kızın babası huzursuzlanmaya başladı. Bunun nedenini tahmin eden kız, eve döner dönmez viziteyi doktora göndereceğini söyleyerek onu sakinleştirdi. Sonra Binoy’a döndü.
Ne kadar güzel gözleri vardı! Büyük ya da küçük, siyah ya da kahverengi olabilirlerdi, Binoy buna dikkat edecek hâlde değildi. Kızın içtenliği ilk bakışta gözlerinden belli oluyordu. Bu gözlerde en ufak bir utanç ya da çekingenlik belirtisi yoktu, dingin bakışları onun gücünü yansıtıyordu.
Binoy cesaretini topladı ve utangaçça: “Hayır” dedi. “Vizite önemli değil. Bunun için endişelenmeyin. Ben… Ben…”
Kızın üzerine diktiği gözleri, yalnızca sözünü bitirmesine engel olmakla kalmadı, doktorun parasını ödemesine izin vermeyeceklerini de açıkça belirtti.
Yaşlı adam brendi alınmasına karşı çıktı ama kız: “Babacığım, bu doktor tavsiyesi!” diye diretti.
“Doktorlar insana içki içirmek için bahane ararlar.” dedi adam. “Bir bardak süt gücümü toplamam için yeterli olur.” Sütünü içtikten sonra Binoy’a dönerek: “Artık gitmek zorundayız.” dedi. “Korkarım size çok zahmet verdik.”
Kız kiralık araba çağırtmak istedi ama babası çekinerek söze karıştı: “Onu daha fazla rahatsız etmeyelim. Evimiz çok yakın, yürüyerek gidebiliriz.”
Ama kız buna razı olmadı, baba da ısrarcı davranmadı, bunun üzerine Binoy araba çağırmaya gitti.
Yaşlı adam gitmeden önce ev sahibinin adını öğrenmek istedi. Ondan, Binoy Bhusan Çatterci yanıtını aldıktan sonra: “Benim adım Pareş Çandra Bhattaçarya.” dedi ve aynı sokakta 78 numaralı evde oturduğunu söyledi. Sonra: “Fırsat bulduğunuzda bize gelirseniz çok seviniriz.” diye sözünü sürdürdü. Kız bakışlarıyla bunu sessizce onayladı.
Binoy eve kadar onlara eşlik etmesi gerektiğini düşündü ama bunun kibar bir davranış olup olmadığından emin değildi, onun için duraksadı. Araba hareket etmek üzereyken kız onu başıyla selamladı, Binoy o kadar şaşkın bir hâldeydi ki, bu selama karşılık veremedi.
Odasına döndükten sonra onlarla gerektiği gibi ilgilenmediği için kendine çok kızdı. Karşılaştıkları andan ayrılana kadar olup biten her şeyi ayrıntılarıyla aklından geçirdi ve başından sonuna kadar düşüncesizce davrandığına karar verdi. Olan olmuştu bir kere ama o hâlâ “Ne yapmam gerekirdi, ne yapmamam gerekirdi, ne söylemem gerekirdi, ne söylememem gerekirdi?” diye kendini yiyip bitiriyordu. O sırada gözü kızın yatağın üzerinde unuttuğu mendile takıldı. Telaşla onu alırken dilencinin söylediği şarkının sözleri aklına geldi:
Bilinmeyen bir kuş kafesin içine giriyor,
Bilinmeyen bir yerden geliyor.
Saatler geçti ve güneş ortalığı kavurmaya başladı. İnsanlar arabalarla iş yerlerine gitmeye başlamıştı ama Binoy o gün kendini işine veremiyordu. Küçük evi ve onu saran çirkin kent bir anda ona bir hayal âlemi gibi görünmeye başlamıştı. Sıcak temmuz güneşi vücudunun her hücresini yakıyor ve damarlarında dolaşıyordu; göz kamaştırıcı bir ışık perdesi gibi onu günlük yaşamın önemsiz işlerinden koparıyordu.
O sırada dışarıda evlerin kapı numaralarına bakan yedi sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu gördü. Bunu nasıl sezdiğini bilmiyordu ama oğlanın kendi evini aradığından hiç kuşkusu yoktu. “Aradığın ev bu!” diye ona seslendikten sonra koşarak aşağıya indi ve küçük çocuğu sürüklercesine içeri aldı. Oğlan, üzerinde bir kadının el yazısıyla Binoy’un adının İngilizcesinin yazılı olduğu zarfı uzatırken, merakla onun yüzünü inceledi. “Bunu ablam gönderdi.” dedi çocuk. Zarfın içinde mektup yoktu, yalnızca para vardı.
Oğlan gitmeye yeltendi ama Binoy ısrarla onu odasına çıkardı. Ablasına çok benzemekle birlikte, ondan daha esmerdi. Onu görmekten derin bir mutluluk duyan Binoy, bir anda ona sevgiyle bağlandığını hissetti.
Girişken bir çocuk olduğu bir bakışta anlaşılıyordu. Odaya girer girmez duvarda asılı portreyi göstererek: “Bu kimin resmi?” diye sordu.
“Bir arkadaşımın resmi.” diye yanıt verdi Binoy.
“Demek bir arkadaş!” dedi çocuk hayretle. “ Peki o kim?”
Binoy gülerek: “Onu tanımazsın.” dedi. “Adı Gourmohan ama ben ona Gora derim. Çocukluğumuzdan beri birlikte okuyoruz.”
“Siz hâlâ okula mı gidiyorsunuz?”
“Hayır, ben okulu bitirdim.”
“Sahi mi? Bitirdiniz mi?”
Bu küçük habercinin hayranlığını kazanma isteğini yenemeyen Binoy: “Evet.” dedi. “Bitirmem gereken her şeyi bitirdim.”
Oğlan gözlerini açarak ona baktı ve iç çekti. Hiç kuşkusuz, o anda aklından bir gün kendisinin de eğitimini tamamlayıp onun gibi iyi bir aydın olacağını geçirmişti.
Binoy ona adını sorunca: “Adım Satiş Çandra Mukerci efendim.” dedi.
“Mukerci mi?” diye yineledi Binoy boş bakışlarla.
Bir anda arkadaş oldular ve Binoy oğlandan Pareş Babu’nun[2 - Hintli ya da Bengalli efendi; İngilizce bilen yerli yazman; İngiliz kültürünü iyi kötü bilen yerli.] çocukluklarından beri onları yetiştirdiğini ama öz babaları olmadığını öğrendi. Ablasının asıl adı Radharani imiş ama Pareş Babu’nun karısı ona dinî bir anlamı olmayan Suçarita adını vermiş.
Satiş gitmek üzereyken Binoy ona yalnız gidip gidemeyeceğini sordu. Gururu incinen küçük oğlan: “Ben her zaman yalnız giderim!” dedi. Binoy: “Ben seni evine götürürüm.” diye üsteleyince onun güvensizliğine içerledi. “Gelmenize gerek yok.” dedi. “Ben tek başıma gidebilirim.” Sonra Binoy’u eve yalnız dönmenin onun için alışılagelmiş bir şey olduğuna inandırmak için geçmişten örnekler vermeye başladı.
Oğlan, Binoy’un onu ısrarla evinin kapısına kadar götürmek istemesinin asıl nedenini bilemezdi.
Eve vardıklarında Satiş onu içeri davet etti ama Binoy kararlılıkla: “Hayır, şimdi olmaz. Başka bir gün gelirim.” diyerek daveti geri çevirdi.
Binoy eve dönünce zarfı aldı ve zarfın üzerindeki adresi her kalem darbesini ezberleyene kadar tekrar tekrar dikkatle okudu. Sonra büyük bir özenle onu içindekilerle birlikte bir kutuya koydu, bu paraya en acil durumlarda bile asla dokunmayacağı belliydi.

2
Yağmur mevsiminin karanlık akşamlarından birinde, gökyüzü nem yüklü bulutlarla alçalmıştı. Kalküta kenti, sessizce kayıp giden donuk ve kasvetli bulutların altında, başını kuyruğunun üzerine koyarak kıvrılıp yatmış yorgun dev bir köpek gibi hareketsizdi. Bir önceki gece başlayan yağmur, her şeyi alıp götürecek kadar şiddetlenmeden, hiç durmaksızın çiselemiş ve yolları çamur içinde bırakmıştı. Yağmur, o gün öğleden sonra saat dörtte dinmişti ama bulutların hâlâ tehditkâr bir görünümü vardı. Böyle kasvetli bir havada evde oturmak insana hüzün veriyordu, ancak dışarı çıkmak da güvenli değildi. İki delikanlı, üç katlı bir binanın üstündeki ıslak terasta hasır taburelerde oturuyordu.
İki arkadaş, çocukluk yıllarında okul dönüşü bu terasta oyun oynamıştı; sınavlardan önce deliler gibi bir aşağı bir yukarı yürüyerek derslerini bu terasta ezberlemişlerdi. Sıcak günlerde fakülte dönüşü akşam yemeklerini orada yemişler, birçok kez sabahın ikisine kadar tartışmışlar ve doğan güneşle birlikte şaşkınlık içinde uyanıp kendilerini yerde serili hasırın üzerinde bulmuşlardı. Fakülteyi bitirdikten sonra, Hindu Vatanseverler Birliğinin başkanı ve sekreteri olarak aylık toplantılarını yine bu terasta yapmışlardı.
Başkanın adı Gourmohan idi ama ailesi ve arkadaşları ona Gora derdi. Çevresindeki herkesten daha uzun boyluydu. Teninde pigmentten eser yoktu, aşırı beyaz olduğu için fakültedeki profesörlerden biri ona “Karlı Dağ” adını takmıştı. Boyu bir doksana yakındı, iri kemikliydi ve kaplan pençesini andıran elleri vardı. Sesi o kadar boğuk ve sertti ki, beklenmedik bir anda, “Kim var orada?” diye bağırdığında herkesi yerinden sıçratırdı. Çok geniş ve güçlü bir yüzü vardı, çene kemikleri bir kalenin ağır kol demirlerine benziyordu. Kaşları yok denecek kadar seyrekti, düz alnı kulaklarına kadar iniyordu. Kısık ve ince dudaklarının üzerindeki burnu keskin bir kılıcı andırıyordu. Gözleri küçüktü ama bakışları keskindi, uzakta görünmeyen bir hedefe doğrultulmuş ama bir anda yakındaki bir şeyin üzerinde odaklanmaya hazır ok uçları gibiydiler. Gourmohan yakışıklı bir erkek değildi fakat nereye giderse gitsin, hemen dikkat çekerdi, onun varlığının farkına varmamak olanaksız bir şeydi.
Arkadaşı Binoy, bütün iyi eğitilmiş Bengalliler gibi zeki ama alçak gönüllü bir insandı. İnce yapısıyla kıvrak zekâsı, yüzüne farklı bir anlam kazandırırdı. Fakültede her zaman yüksek notlar almış ve burslar kazanmıştı. Okumayı onun kadar çok sevmeyen Gora okulda onunla boy ölçüşemezdi. Belleği Binoy’unki kadar güçlü olmadığı için dersleri çabuk kavrayamazdı. Binoy bütün fakülte sınavlarında sadık dostu Gora’ya destek olmuştu.
O rutubetli ağustos akşamında iki arkadaş derin bir sohbete dalmıştı.
“Sana bir şey söyleyeceğim.” dedi Gora. “Abinaş’ın geçen gün Brahmoları[3 - Brahmo Samaj ya da Brahmoizm denilen mezhebin üyeleri.] aşağılaması, onun ahlak anlayışının ne kadar sağlam olduğunu gösterir. Neden ona öyle kötü bir tepki verdin?”
“Söyledikleri çok saçmaydı!” diye yanıtladı Binoy. “O, doğru bildiği şeylerin dışında hiçbir fikri kabul etmiyor!”
“Eğer böyle düşünüyorsan, bu, şeytanın senin aklını çeldiğini gösterir. Hainler kendi bildiklerini okuyup düzeni bozmaya çalışırlarken, toplumun bunu hoşgörüyle karşılamasını ve başlarına buyruk davranmalarına izin vermesini bekleyemezsin. İnsanların doğasında böyle hainleri yanlış anlama eğilimi vardır, gerçekleri çarpıtır ve kendilerini onların iyi niyetli olduğuna inandırırlar. Toplum, kendi ‘iyiliği’ için yanlış yolu seçerse, ceza olarak bunun bütün sonuçlarına katlanmak zorunda kalır.”
“Bu çok normal.” dedi Binoy. “Ama normal olan her şeyin iyi olmadığını kabul ediyorum.”
“İyiyi bir tarafa bırak!” diye haykırdı Gora. “Dünya zaten barındırdığı birkaç iyi insanı sevgiyle kucaklıyor. Ben diğerlerinin yalnızca dürüst olmasını istiyorum! Yoksa, ne bir iş yapabiliriz ne de yaşamın değeri kalır. Eğer insanlar dindarlık taslayıp kendilerini Brahmolar ile aynı kefeye koyarlarsa, Brahmo olmayanlar tarafından yanlış anlaşılmayı ve aşağılanmayı göze almaları gerekir. Sen tavus kuşu gibi kasıla kasıla ortada dolaşırken karşıtlarının seni alkışlamasını bekleyemezsin. Bunu yaparlarsa dünya acınacak bir hâle gelir.”
“Bir mezhep ya da partinin hor görülmesine karşı değilim.” dedi Binoy. “Ama bu kişisel bir saldırı olursa…”
“Bir mezhebi hor görmenin kime ne yararı var? Bu bizi onların görüşlerini eleştirmekten öteye götürmez. Ben bireylerin kendilerini geliştirmelerini istiyorum. Sana gelince sevgili dostum, sen hiç karşı olduğumuz insanların etkisi altında kalmadın mı?”
“Aslına bakarsan kaldım.” diye doğruladı Binoy. “Ne yazık ki sıklıkla etki altında kalıyorum ve bunun için kendimden utanıyorum.”
“Hayır Binoy!” diye bağırdı Gora büyük bir heyecanla. “Bu böyle olmaz. Asla olmaz!”
Binoy kısa bir suskunluktan sonra: “Neden?” diye sordu. “Senin neyin var? Seni korkutan ne?”
“Sen zayıflık belirtileri göstermeye başladın, bu açıkça belli oluyor.”
“Zayıflık mı dedin?” diye öfkeyle haykırdı Binoy. “İsteseydim şu anda evlerine gidebileceğimi çok iyi biliyorsun, beni davet bile ettiler ama gördüğün gibi gitmiyorum.”
“Evet, biliyorum. Ama sen onları hiç aklından çıkarmıyorsun.
Gece gündüz, sürekli aynı şeyi düşünüyorsun: ‘Oraya gitmiyorum.
Oraya gitmiyorum!’ Artık onlara gidip bu defteri kapatsan iyi olur!”
“Gerçekten oraya gitmemi mi öğütlüyorsun?” diye sordu Binoy.
Gora dizini yumruklayarak yanıt verdi: “Hayır, ben sana oraya gitmeni öğütlemiyorum. Bir kez oraya gidersen neler olacağını adım gibi biliyorum, o gün onların tarafına geçeceksin ve ertesi gün yemeğini onlarla birlikte yemeye başlayacaksın. Sonra da Brahmo Samaj’ın militan vaizlerinden biri olacaksın!”
“Öyle mi?” diye sordu Binoy gülümseyerek. “Peki sonra ne olacak?”
“Sonra mı?” dedi Gora sert bir sesle. “Ölüp bu dünyadan giden biri için hiçbir şeyin sonrası olmaz. Sen soylu bir Brahman’ın[4 - Brahman: Hint kastlarında ilk kast ve bu kasttan olan kimse.] oğlusun, doğru bildiğin her şeye karşı gelip saflığını yitirirsen, sonunda seni bir hayvan leşi gibi çöplüğe atarlar. Tıpkı pusulası bozulmuş bir kaptan gibi akıntıda sürüklenir ve geçmişle bağlarını koparırsın. Gemini limana döndürmek için boş inançları olan, bağnaz insanların rehberliğine gereksinim duyarsın ve sonunda tek çözüm yolunun gemiyi akıntıya bırakmak olduğuna karar verirsin. Seninle daha fazla tartışacak sabrım kalmadı. Sana son bir şey söyleyeceğim, bunu yapman gerektiğine inanıyorsan oraya git ve bu işi bitir. Ama cehennemin kapısına kadar gelmiş bir insanın kararsızlığıyla sinirlerimi daha fazla bozma.”
Bir kahkaha atan Binoy: “Doktorun ümidini kestiği hasta her zaman ölmez.” dedi. “Ben sonumun o kadar yakın olduğuna inanmıyorum.”
“Öyle mi?” dedi Gora dudak bükerek.
“Evet.”
“Nabzının yavaşladığını hissetmiyor musun?”
“Tabii ki hissetmiyorum. Ben hâlâ yeterince güçlüyüm.”
“Senin kastından olmayan güzel bir kadın, eliyle sana yemek verdiğinde bunun tanrılar için kusursuz bir şölen olacağını da mı göremiyorsun?”
“Yeter artık Gora!” dedi sinirlenen Binoy. “Kes sesini!”
“Neden?” diye çıkıştı Gora. “Amacım seni aşağılamak değildi. Sözünü ettiğim güzel kadın, ‘kendini güneşe bile göstermeyen’ kadınlardan[5 - Çat kapı purdahı olan Sanskrit kadınlar için kullanılan bir deyimdir.] değil. Ama sen her erkeğin özgürce sıktığı bu narin ele yapılan en ufak bir dokunmanın bile kutsallığı bozduğunu düşünüyorsan, bu senin iyi olduğun kadar, bilinçsiz olduğunu da gösterir!”
“Bana bak Gora, ben kadına saygı duyarım, zaten bizim kutsal metinlerimiz…”
“Kendini savunmak için kutsal metinleri kullanma. Buna saygı denmez. Ne dendiğini söylersem bana daha da çok kızarsın.”
“Dogmatik olmak hoşuna gidiyor.” dedi Binoy omuz silkerek.
“Kutsal metinler bize, bir kadının yuvasına ışık verdiği için sayılması gerektiğini öğretir.” dedi Gora ısrarla. “İngilizlerin yaptığı gibi sırf erkeği aşk ateşiyle yaktığı için kadına hayranlık duyarsak, buna saygı denmez.”
“Zaman zaman kötüye kullanıldığı için böyle soylu bir duyguyu küçümsemen ve yadsıman doğru mu?” diye sordu Binoy.
“Binoy!” dedi Gora öfkeyle. “Sen doğru düşünüp karar verme yeteneğini yitirmişsin, onun için benim rehberliğime gereksinimin var. İnan bana, İngilizce kitaplarda kadınlar hakkında yazılan abartılı övgülerin temelinde yalnızca arzu yatar. Bir kadın ancak anne olarak erkeklerde saygı uyandırabilir; o, evinin iyi ahlaklı ve namuslu hanımefendisidir. Övgülerle kadını evinden uzaklaştırmaya çalışanlar, aslında sezdirmeden onu aşağılıyorlar. Düşüncelerinin, tıpkı mum alevinin çevresinde dönüp duran bir pervane gibi, Pareş Babu’nun evinin üzerinde yoğunlaşmasının bir tek nedeni olabilir: Sen İngilizlerin deyimiyle ‘âşık olmuşsun.’ Tanrı aşkına, İngilizlere özenerek bu aşkı her şeyden daha üstün tutma ve yaşamının odak noktası hâline getirme.”
Binoy kamçılanan bir tay gibi yerinden fırladı. “Yeter artık, yeter!” diye bağırdı. “Çok ileri gidiyorsun Gora!”
“İleri mi?” diye karşılık verdi Gora. “Ben daha yeni başlıyorum. Kadınla erkek arasındaki temiz ilişki tutkuyla kirletildiğine göre, bu konuda destanlar yazmamız gerekir.”
“Eğer kadınla erkek arasındaki temiz ilişkiyi bozan tutkuysa, bunun için yalnızca yabancıları suçlamak haksızlık olmaz mı? Ahlakçılarımızı şiddetle, kadının uzak durulması gereken bir bela olduğunu savunmaya iten yine bu tutku değil mi? Bunların ikisi de aynı güçlü duygunun birbirine zıt, farklı biçimlerde dışa vurumudur. Eğer bunlardan birini eleştirirsen, diğerini de eleştirmen gerekir.”
“Görüyor musun, seni yanlış anlamışım?” diye gülümsedi Gora. “Durum korktuğum kadar ümitsiz değilmiş. Kafan felsefe yapacak kadar çalışıyorsa, hiç çekinmeden âşık olabilirsin. Ama çok geç olmadan kendini bundan kurtarmaya bak! Senin iyiliğini isteyen herkes bunun için dua ediyor.”
“Sen aklını kaçırmışsın sevgili dostum!” diye sitem etti Binoy. “Benim aşkla ne işim olabilir? Seni rahatlatmak için bir itirafta bulunacağım: Ben Pareş Babu ve ailesi hakkında duyduklarım ve gördüklerimden sonra onlara bu kadar büyük bir saygı duymaya başladım. Belki de evleri, yalnızca aile yaşamlarını görmek istediğim için bana böyle çekici geliyordur.”
“Buna çekicilik demek istiyorsan diyebilirsin ama bu çekiciliğe dikkat etmelisin. Yoksa zooloji araştırmaların yarım kalabilir. Çünkü kesin olan bir şey var, onlar yırtıcı hayvanlar gibidir; eğer çalışmaların seni onların çok yakınına götürürse, kuyruğunun ucuna varana kadar her şeyini yitirirsin.”
“Büyük bir hata yapıyorsun Gora.” diye onu tersledi Binoy. “Tanrı’nın bütün gücünü sana bağışladığına ve senden başka herkesin zayıf olduğuna inanıyorsun.”
Bu söz Gora’yı derinden etkilemiş gibiydi. Bütün gücüyle Binoy’un sırtına vurarak: “Doğru!” diye bağırdı. “Çok doğru! Bu benim en büyük hatamdır.”
“Tanrım!” diye inledi Binoy. “Senin daha büyük bir hatan var Gora, sıradan bir omurganın dayanabileceği sarsıntının gücünü tahmin etmekten âcizsin.”
O sırada Gora’nın şişman üvey ağabeyi Mohim soluk soluğa yukarı çıktı ve: “Gora!” diye seslendi.
Gora hemen ayağa kalktı ve saygıyla: “Efendim.” dedi.
“Yağmur bulutlarının çatımızın üzerinde toplanıp toplanmadığına bakmak için geldim.” dedi Mohim. “Bugün neyin heyecanını yaşıyorsunuz? Eminim ki bu saate kadar bütün İngilizleri Hint Okyanusu’na dökmüşsünüzdür! Ben onların yokluğunu hissetmiyorum ama baş ağrısı yengeni yatağa düşürdü ve senin kükremene dayanamıyor.”
Mohim bunu söyledikten sonra aşağıya indi ve onları yalnız bıraktı.

3
Gora ile Binoy aşağıya inmek üzereyken, Gora’nın annesi terasa çıktı ve Binoy ayaklarının tozunu silerek onu saygıyla selamladı.
Anandamoyi’yi gören, onun Gora’nın annesi olduğuna inanmazdı. İnce ve zarif bir kadındı; saçları yer yer beyazlaşmıştı ama fazla dikkat çekmiyordu. İlk bakışta kırkından genç görünüyordu. Yüzündeki ince çizgiler bir sanatçı tarafından büyük bir özenle yontulmuş gibiydi. Hatlarında hiçbir abartı yoktu ve keskin zekâsı, yüzünden okunuyordu. Ten rengi Gora’nınkinden çok daha koyuydu. Onu tanıyan herkesi şaşırtan bir alışkanlığı vardı; sarisi[6 - Sari: Hint kadınlarına özgü giysi ve bu giysinin yapıldığı kumaş.] ile bluz giyerdi. O dönemde bazı çağdaş genç kadınlar bu giyim tarzını benimsemişti ama eski kuşak, Hristiyanlığa özgü bir şey olduğu için bluz giyenlere kuşkuyla bakardı. Kocası Krişnadayal Babu eskiden levazım sınıfında çalışırdı, küçük yaştan beri onun yanından ayrılmayan Anandamoyi uzun zaman Bengal’den uzakta yaşamıştı. Bu nedenle vücudunu gerektiği gibi örtmemenin utanılacak ya da alay konusu olacak bir şey olduğunu kabullenemiyordu. Yerleri silmekten çamaşır yıkamaya, dikiş dikmeye, yama yamamaya ve bütçe yapmaya kadar tüm ev işlerinden o sorumluydu; bütün bunların yanı sıra, aile üyeleri ve komşularıyla da yakından ilgilenirdi ama her zaman kendine ayıracak vakit bulurdu.
Binoy’un selamına karşılık veren Anandamoyi: “Aşağıdan Gora’nın sesini duyduğumuz zaman Binu’nun burada olduğunu anlıyoruz.” dedi. “Son günlerde ev o kadar sessizdi ki, seni merak etmeye başladık. Neden artık bize gelmiyorsun oğlum? Yoksa hasta mıydın?”
“Hayır.” dedi Binoy duraksayarak. “Hayır anneciğim, hasta değildim ama hava çok yağışlıydı!”
“Evet, yağışlıydı!” diye söze karıştı Gora. “Yağmur mevsimi bittikten sonra güneşi bahane edecek! Dış etkenleri bahane olarak kullanmamalısın çünkü onlar kendilerini savunamazlar, gerçek nedeni kendinde aramalısın.”
“Yine saçmalıyorsun Gora!” diye çıkıştı Binoy.
“Haklısın oğlum.” diye onu doğruladı Anandamoyi. “Gora böyle söylememeliydi. İnsanoğlu değişkendir, her zaman aynı olamaz, bazen insan arasına karışmak ister, bazen de yalnızlığı sever. Birini istemediği bir şey yapmaya zorlamak doğru değildir. Gel Binoy, benim odama gel ve bir şeyler ye. Senin için sevdiğin şekerlemelerden ayırdım.”
Öfkeyle başını sallayan Gora söze karıştı: “Hayır anne, lütfen bunu unutun. Binoy’un sizin odanızda bir şey yemesine izin veremem.”
“Gülünç olma Gora.” dedi Anandamoyi. “Ben hiçbir zaman senden odamda yemeni istemedim. Babana gelince, o kendi eliyle pişirmediği yemeği ağzına koymayacak kadar bağnazlaştı. Ama benim sevgili oğlum, Binu senin gibi dar kafalı değil, onun doğru olduğuna inandığı şeyleri yapmasına engel olamazsın.”
“Olurum!” diye karşılık verdi Gora. “Bu konuda kararlıyım. Laçmi gibi Hristiyan bir hizmetçi çalıştırdığınız sürece sizin odanızda yemek yememiz söz konusu olamaz.”
“Ah, Gora, oğlum, böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsin?” diye haykırdı Anandamoyi. Çok üzgün görünüyordu. “Çocukluğundan beri sana bakan ve seni yetiştiren o değil mi, onun elinden hiç mi bir şey yemedin? Kısa bir süre öncesine kadar onun hazırlamadığı acı sos olmadan hiçbir yemeğin tadını alamıyordun. Suçiçeği olduğunda sana bakan ve hayatını kurtaran oydu, bunu hiçbir zaman unutmayacağım.”
“O hâlde onu emekliye ayırın.” dedi Gora öfkeyle. “Ona bir toprak alın ve küçük bir ev yapın; onu bu evde tutmamalısınız anne!”
“Gora, sen gönül borcunun parayla ödenebileceğini mi sanıyorsun? O ne toprak istiyor, ne de para. Tek istediği seni görmek, senden uzaklaşırsa ölür.”
“İstiyorsanız onu tutabilirsiniz.” dedi Gora annesine boyun eğerek. “Ama Binoy odanızda bir şey yemeyecek. Kutsal metinlerdeki kurallara harfi harfine uymalıyız. Anne, siz büyük bir panditin[7 - Hindu din bilgini.] kızısınız, nasıl olur da dinin kurallarına böyle karşı gelirsiniz? Bu çok…”
“Ah, Gora, seni aptal çocuk!” diye gülümsedi Anandamoyi. “Senin annen eskiden dinin bütün kurallarına harfi harfine uyardı ve bunun bedelini döktüğü gözyaşıyla ödedi! O zaman sen neredeydin? Her gün kendi ellerimle yaptığım Şiva sembolüne dua ederdim ama baban öfkeyle gelip onu benden alır ve bir kenara atardı. O yıllarda başka bir Brahman’ın pişirdiği pirinci yemek bile beni huzursuz ederdi. Eskiden fazla demir yolumuz yoktu, kağnı arabasıyla, tahtırevanla ya da deve sırtında yaptığımız yolculuklarda günlerce oruç tuttuğum olurdu. Baban, İngiliz patronlarının beğenisini, gittiği her yere karısını yanında götürecek kadar ileri görüşlü olduğu için kazandı; bu sayede terfi etti ve sürekli bir yerden başka bir yere atanmadan merkezde kaldı. Bütün bunlara karşın, bana inançlarımı unutturmayı başaramadı. Ama yeterince para biriktirip emekliye ayrıldıktan sonra bir anda hoşgörüsüz, bağnaz bir ihtiyar oldu ve ben onun değişimine ayak uyduramadım. Yedi nesillik inançlarımın hepsi birer birer kökünden sökülüp alındı, şimdi senin bir sözünle bunların yeniden yeşerebileceğini mi sanıyorsun?”
“Pekâlâ.” dedi Gora. “Atalarınızı bir tarafa bırakın, onlar bize seslerini duyuramazlar. Ama bize verdiğiniz önemi göstermek için bazı şeyleri kabul etmeniz gerekir. Kutsal metinlere saygı duymasanız bile, sizi sevenlerin kurallarına saygı duymak zorundasınız.”
“Neden ısrarla bana kurallardan söz ediyorsun?” diye sordu Anandamoyi bezginlikle. “Onların ne demek olduğunu bilmediğimi mi düşünüyorsun? Attığım her adımda kocamla ve çocuğumla çatışmanın beni mutlu ettiğini mi sanıyorsun? Biliyor musun, ben seni kollarıma aldığım gün gelenek ve göreneklerden koptum. İnsan küçük bir bebeği emzirirken, bu dünyada hiç kimsenin bir kastın üyesi olarak doğmadığını hissediyor. O günden sonra, insanları aşağı kasttan oldukları ya da Hristiyanlığı seçtikleri için hor görürsem, Tanrı’nın seni benden alacağına inanmaya başladım. Bebeğimi evimin ışığı gibi kollarımın arasında bırakırsan, bu dünyada herkesin elinden su içerim diye Ona dua ettim!”
Anandamoyi’nin söylediklerinden sonra Binoy kendini biraz huzursuz hissetmeye başladı ve bakışlarını ondan Gora’ya kaydırdı. Ama bu sözlerin düşüncelerini bulanıklaştırmasına izin vermeden hemen kendini toparladı.
Gora’nın kafası da karışmıştı. “Anne!” dedi. “Sizin mantığınızı anlayamıyorum. Kutsal metinlerin gereklerini yerine getiren ailelerin çocukları başlarına kötü bir şey gelmeden yaşamlarını sürdürebiliyor. Tanrı’nın gözünde genel kuralların dışına çıkabilecek kadar ayrıcalıklı bir insan olduğunuz fikrini kafanıza kim soktu?”
“Bana seni veren, bu fikri de verdi.” diye soruyu yanıtladı Anandamoyi. “Ne yapabilirdim? Benim elimden bir şey gelmezdi. Ah, benim sevgili deli oğlum, senin aptallığına güleyim mi, ağlayayım mı bilmiyorum. Her neyse, bu konuyu kapatalım. Demek Binoy’un benim odamda yemesine izin vermiyorsun, son kararın bu mu?”
“Elinde olsaydı ok gibi arkanızdan gelirdi.” dedi Gora gülerek. “Onun iştahı her zaman yerindedir! Ama ben buna izin vermeyeceğim anne. O bir Brahman’ın oğlu. Birkaç şekerleme için sorumluluklarını unutmaması gerekir. Doğuştan kazandığı haklara değer biri olmak için önce iradeli olmayı ve bazı şeylerden özveride bulunmayı öğrenmek zorunda. Ayağının tozu olayım, lütfen bana kızma anne.”
“Bunu nereden çıkardın!” dedi Anandamoyi sesini yükselterek. “Ben neden kızayım? Sana yalnızca şu kadarını söyleyebilirim, sen ne yaptığını bilmiyorsun. Seni böyle yetiştirdiğim için derin bir üzüntü duyuyorum. Her neyse, olan oldu artık ama bundan sonra senin inançlarını kabullenmeme olanak yok. Odamda yemek istemiyorsan yemeyebilirsin, sabah akşam seni yanımda görmek bana yeter. Binoy, oğlum, öyle üzgün durma. Sen çok duygusal bir çocuksun; benim sana kırıldığımı sanıyorsun ama kırılmadım. Merak etme oğlum! Başka bir gün, yemeğini bir Brahman’a pişirttireceğim ve seni odama davet edeceğim! Ama şunu bilin ki, benim için değişen bir şey olmayacak, suyumu Laçmi’nin elinden içmeyi sürdüreceğim.” Bunları söyledikten sonra aşağıya indi.
Bir süre sessiz kalan Binoy, Gora’ya döndü ve saygılı bir sesle sordu: “Biraz ileri gitmiyor musun Gora?”
“İleri giden kim?”
“Sensin!”
“Ben ileri gitmiyorum.” dedi Gora sözcüklerin üzerine basarak. “Hepimizi belli sınırlar içinde tutmaya çalışıyorum; iğne başı kadar bir açık verirsek, bunun sonunun nerede biteceğini hiçbirimiz bilemeyiz.”
“Ama o senin annen!” dedi Binoy.
“Onun annem olduğunu ben de biliyorum. Bunu bana anımsatmana gerek yok! Kaç kişinin benimki gibi bir annesi vardır? Eğer geleneklere saygısızlık etmeye başlarsam, bir gün anneme duyduğum saygıyı da yitirebilirim. Dinle beni Binoy, sana söyleyecek bir sözüm var: Sevgi güzel bir şeydir ama her şey demek değildir.”
Binoy kısa bir duraksamadan sonra kararsızca: “Bak Gora.” dedi. “Bugün annenin söylediklerini duyduktan sonra kendimi huzursuz hissetmeye başladım. Bana öyle geliyor ki, annenin ona acı veren ve bize söyleyemediği bir sırrı var.”
“Ah, Binoy!” dedi sabrı tükenen Gora. “Hayal âleminde yaşamaktan vazgeç artık. Bu hiçbir işe yaramıyor, yalnızca sana zaman kaybettiriyor.”
“Çevrende olup bitenleri hiç önemsemiyorsun. Onun için göremediğin şeyleri kafanda canlandırıyorsun. Ben annenin bir sırrı olduğundan eminim, bu onun çevresiyle uyum sağlamasına engel olan ve aile yaşamındaki mutluluğuna gölge düşüren bir sır. Gora, onun söylediklerini daha dikkatli dinlemelisin.”
“Ben kulağımın işittiği her şeye dikkat ediyorum.” dedi Gora. “Ama kendimi kandırmaktan korktuğum için olayların derinine inmiyorum.”

4
Soyut görüşler de somut gerçekler kadar güçlüdür ama insanlara aşılanmak istenildiğinde kesinliklerini yitirirler. Bu, en azından kalbinin sesini dinleyen Binoy için geçerliydi. Bir tartışmada inandığı ilkeleri ne kadar hararetle savunursa savunsun, sıra bunu insanlara kabul ettirmeye geldiğinde onların düşünceleri üstün gelirdi. Bu konuda öyle zayıftı ki, Gora’nın ilkelerinin ne kadarını kendi iyiliği için, ne kadarını yakın arkadaşlıklarının hatırına kabullendiğini kendisi bile bilmezdi.
O yağmurlu günün akşamında, Gora’nın evinden çıktıktan sonra çamurlu sokaklarda yavaş yavaş evine doğru yürürken ilkelerle duyguları arasında bir çatışma yaşıyordu.
Gora, içinde bulundukları dönemde toplumu açık ve gizli saldırılardan korumak için her şeyden önce aile düzeni ve kastlarla ilgili konuların üzerinde durulması gerektiğini söylediğinde, Binoy hiç karşı çıkmadan buna katılmıştı. Bunun da ötesinde, bu konuda onlarla aynı görüşte olmayanlarla ateşli tartışmalara girmişti. Onlara, düşman her yönden kaleye saldırdığı zaman insanın yaşamını tehlikeye atarak bütün sokakları, kapıları, pencereleri, hatta düşmanın kaleye sızmasına olanak verecek küçük çatlakları bile korumak istemesinin liberal düşünceye ters düşmediğini söylemişti.
Ama Gora’nın, annesinin odasında yemek yemesine izin vermemesi onu derinden etkileyen bir darbe olmuştu.
Binoy babasını hiç tanımamıştı, annesini de küçük yaşlarda kaybetmişti. Köyde bir amcası vardı ama genç yaşlarda Kalküta’da okula girmiş ve yalnız yaşamaya başlamıştı. Arkadaşı Gora’nın onu annesiyle tanıştırdığı günden beri Anandamoyi’yi “anne” diye çağırıyordu.
Sık sık Anandamoyi’nin odasına gider ve ona sevdiği şekerlemeleri yaptırana kadar peşinden ayrılmazdı. Anandamoyi sofrada yemek servisi yaparken annesinin oğlunu kayırdığını söyler ve Gora’yı kıskanırmış gibi kapris yapardı. İki üç gün ziyaretine gitmezse, Anandamoyi’nin onu merak edeceğini ve ona leziz yemeklerini tattırmak için gelişini dört gözle bekleyeceğini bilirdi. O Gora ile birlikteyken konuşmalarının bitmesini nasıl sabırsızlıkla beklerdi! Ama o gün, din adına, onunla birlikte yemek yemesi yasaklanmıştı! Acaba Anandamoyi buna dayanabilecek miydi ve kendisi bunu hoş görebilecek miydi?
Kadın gülümseyerek: “Bundan sonra senin yemeğine dokunmayacağım ve her şeyi bir Brahman’a hazırlattıracağım.” demişti. Binoy evine vardığında, “Kim bilir ne kadar çok üzülmüştür.” diye düşündü.
Boş odası karanlık ve dağınıktı, her yer gelişigüzel sağa sola atılmış kitap ve kâğıt doluydu. Bir kibrit çaktı ve uşağın parmak izleriyle kirlenmiş lambayı yaktı. Yazı masasının üzerine örttüğü beyaz örtü yağ ve mürekkep lekesi içindeydi. İçeride kendini boğulur gibi hissetti. Bir hayat arkadaşının yokluğu ve sevgisizlik onu bunaltıyordu. Ülkenin kurtuluşu ve dinin korunması gibi görevler ona anlamsız ve gerçek dışı geliyordu. Güzel bir temmuz sabahı uçarak kafesine giren ve tekrar uçup giden “bilinmeyen kuş” hepsinden daha gerçek görünüyordu. Ama Binoy düşüncelerini bu “bilinmeyen kuş” üzerinde yoğunlaştırmamakta kararlıydı; kendini sakinleştirmek için Gora’nın annesinin ona yasaklanan odasını gözünün önünde canlandırmaya çalıştı.
Cilalı çimento zemin her zaman özenle temizlenirdi; yumuşak yatak, kuğu kanadına benzeyen beyaz bir yatak örtüsü ile örtülüydü; yanındaki küçük taburenin üzerinde her akşam yakılan bir lamba dururdu. Anandamoyi odasında rengârenk ipliklerle diktiği yama işi yorganın üzerine eğilmiş, bozuk Bengal şivesiyle ayaklarının dibinde oturan hizmetçisi Laçmi ile sohbet ediyor olmalıydı. Ne zaman canı bir şeye sıkılsa, her defasında o yorganı eline alırdı. Binoy, işine dalmış olan Anandamoyi’nin sakin yüzünü görür gibi oldu ve kendi kendine mırıldandı; “Bu aydınlık, sevgi dolu yüz beni yanlış bir yola sapmaktan korusun. O benim için ana vatanımın simgesi olsun ve görevimi yaparken bana güç versin.” Sonra sessizce ona, “Anne!” diye seslendi. “Hiçbir kutsal metin bana senin sunduğun yemeğin tanrıların içkisinden farksız olduğunu kanıtlayamaz.”
Odanın sessizliğinde büyük duvar saatinin tik takları duyuluyordu, Binoy orada daha fazla kalamayacağını hissetti. Bir kertenkele duvarda, lambanın ışığının altında böcek yakalıyordu. Bir süre onu izledi, sonra ayağa kalktı ve şemsiyesini alıp dışarı çıktı.
Nereye gideceğine karar veremiyordu. Aslında evden Anandamoyi’ye gitmek için çıkmıştı ama bir anda o günün pazar olduğu aklına geldi ve Brahmo Samaj’da vaaz veren Keşub Babu’yu dinlemeye karar verdi. Vaazın bitmek üzere olduğunu biliyordu ama bu onun fikrini değiştirmedi.
Oraya vardığında cemaat dağılmaya başlamıştı, elinde açık şemsiyesiyle sokağın köşesinde dururken, yüzünden iyilik akan Pareş Babu’nun dışarı çıktığını gördü. Yanında aile üyelerinden dört ya da beşi vardı ama Binoy’un gözü, yalnızca birinin, yanından geçtiği sokak lambasının ışığıyla aydınlanan genç yüzünü görüyordu. Sonra denizin karanlığındaki bir hava kabarcığı gibi yitip giden arabanın tekerleklerinin sesi duyuldu.
Düşüncelerinin içinde kaybolan Binoy, o akşam bir daha Gora’ya gitmedi ve kendi evine döndü. Ertesi gün akşamüzeri her şeye yeniden başladı ve uzun bir yürüyüşten sonra akşamın karanlık bulutları kentin üzerine çökerken, kendini Gora’nın evinde buldu.
Binoy içeri girdiğinde, Gora lambasını yakmış yazı yazıyordu. Kâğıttan başını kaldırıp sordu: “Ee, Binoy, seni buraya hangi rüzgâr attı?”
Bu soruya kulak asmayan Binoy: “Sana bir şey sormak istiyorum Gora.” dedi. “Hindistan sana gerçek görünüyor mu? Gece gündüz düşlerinde yaşattığın bir Hindistan’ın olduğunu biliyorum ve onu nasıl düşündüğünü öğrenmek istiyorum.”
Gora yazmayı bıraktı ve keskin bakışlarını Binoy’a dikti. Sonra kalemini masaya koydu ve sandalyesinin arkasına yaslanarak yanıt verdi: “Nasıl okyanusa açılan bir geminin kaptanı hem çalışırken, hem de dinlenirken sürekli varacağı limanı düşünürse, ben de Hindistan’ı öyle düşünüyorum.”
“Peki senin bu Hindistan’ın nerede?” diye sordu Binoy.
Gora elini kalbinin üzerine koyarak haykırdı: “Benim pusulamın iğnesinin gece gündüz gösterdiği yerde! Burada, Marshman’in Hindistan Tarihi’nde değil.”
“Senin pusulanın gösterdiği belli bir liman var mı?”
“Liman orada!” diye karşılık verdi Gora inançla. “Görevlerimi eksik yapabilirim, batıp boğulabilirim ama büyük kısmet limanı her zaman oradadır. O, benim zengin Hindistan’ımın, bolluk, kültür ve doğruluğun simgesi ülkemin limanıdır. Sen bu Hindistan’ın var olmadığını mı düşünüyorsun? Burada yalanla kirlenmeyen tek bir şey bile kalmamış! Senin Kalküta’n, büroları, yüksek mahkemesi, tuğla ve harçla yapılmış birkaç binasıyla bir yalan kenti!”
Bunları söyledikten sonra sustu ve düşüncelerinin içinde kaybolmuş, sessizce duran Binoy’a baktı.
Sonra sözünü sürdürdü: “Üç yüz elli milyon insanın, yalan ve günah üzerine kurulan bir ülkenin; okuduğumuz, eğitim gördüğümüz, iş aradığımız, emeğimizin karşılığını almadan sabahın onundan akşamın beşine kadar köle gibi çalıştığımız Hindistan’ın aldatıcı görünümüne kanmasına ve bunu gerçek dünya olarak kabul etmesine daha ne kadar göz yumacağız? Böyle bir yanılsamanın kurbanı olursak, insanüstü bir çaba göstersek bile kendimize nasıl bir gelecek kurabiliriz? İnsanlarımızı birer birer beslenme yetersizliğinden öldüren neden bu işte! Burada bolluk içinde yaşayan tok insanları barındıracak gerçek bir Hindistan var. Ama biz üzerimize düşeni yapmazsak, bu topraklara ne zekâmızla, ne de vatanseverliğimizle hayat verebiliriz. Onun için sana her şeyi unut diyorum, kitaplardan bilgilenmeyi, anlamsız unvanları, kölelik özentisini, hepsini unut; kendini bunların çekiciliğinden kurtar ve gemimizi limana sokalım. Bunun uğruna öleceksek ölelim. Bu bizim için o kadar önemli ki, geleceğin Hindistan’ının görünümü bir an bile gözümün önünden gitmiyor!”
“Bu yalnızca bir heyecan dalgası mı, yoksa gerçek mi?”
“Tabii ki gerçek!” diye kükredi Gora.
“Senin gibi düşünmeyenler ne olacak?” diye sordu Binoy tatlı bir sesle.
Gora yumruğunu sıkarak: “Onlara gerçeği göstereceğiz!” dedi. “Bu bizim görevimiz. Gerçeği açık bir biçimde göremeyen insanlar düş peşinde koşarlar. Onlara bölünmemiş bir Hindistan tablosu çiz, göreceksin nasıl benimseyecekler. O zaman kapı kapı dolaşıp bağış toplamana gerek kalmayacak, insanlar canlarını vermek için birbirleriyle yarışacaklar.”
“O hâlde ya bana bu düşü göster ya da beni gerçeği göremeyen insanların arasına gönder!”
“Bunu kendin görmeye çalış.” dedi Gora. “Eğer bu davaya inanırsan, bağlılığının ödülünü alırsın. Bizim ünlü vatanseverlerimiz gerçeğe inanmazlar. Bu yüzden ne kendi haklarını ne de başkalarınınkini savunabilirler. Eğer Bolluk Tanrısı onlara bir bağışta bulunursa, genel valilere verilen yaldızlı nişanlardan daha fazlasını istemeye cesaret edemezler. İnancı olmayan insanların umudu da olmaz.”
“Gora, herkes aynı değildir.” diye karşı çıktı Binoy. “Sen kendine inanıyorsun ve gücüne güveniyorsun, bu yüzden diğer insanların ruh hâlini anlamıyorsun. Sana açıkça söylüyorum, ne yapacağım önemli değil, yeter ki bana bir görev ver. Beni gece gündüz çalıştır. Bunu yapmazsan, somut gerçekleri yalnızca senin yanında olduğum zaman hissedebileceğim ve senden ayrıldıktan sonra tutunacak bir dalım kalmayacak.”
“Sen çalışmak mı istiyorsun?” dedi Gora. “Şu anda bizim bir tek görevimiz var: Ülkemiz hakkındaki kararlı ve sağlam görüşümüzü davamıza inanmayanlara aşılamak. Ülkemizden utanmayı öyle bir alışkanlık hâline getirmişiz ki, kölelik zehri zihinlerimizi bulandırmış. Her birimiz kendi gücümüzü kullanarak bu zehrin etkisini giderirsek, kısa zamanda farklı görevlerde çalışmaya başlayabiliriz. Bugüne kadar tarih kitaplarında bize gösterilen örneklere öykünmekten başka bir şey yapmadık. Böyle bir öykünmeciliğe bütün zekâmızı ve ruhumuzu adayabilir miyiz? Bu bizi yalnızca çöküşe götürür.”
O sırada elinde nargilesiyle ağır ağır yürüyen Mohim içeri girdi. Bu saatlerde bürosundan döner, bir şeyler yiyip içtikten sonra kapının önünde oturup tembul[8 - Tembul: Hindistan’da yetişen, tırmanıcı bir tür biber ağacı.] çiğner ve nargile içerdi. Sonra arkadaşları birer birer gelip ona katılırdı ve hep birlikte kâğıt oynamak için oturma odasına giderlerdi.
O içeri girince Gora ayağa kalktı ve nargilesinden bir nefes çeken Mohim: “Hindistan’ı kurtarmaya çalışan kardeşim, keşke önce ağabeyini kurtarabilsen!” dedi.
Gora meraklı gözlerle ona bakınca sözünü sürdürdü: “Büroya yeni gelen Burra Sahib namussuzun biri. Suratı tıpkı bir buldoğunkine benziyor ve biz babulara ‘babun’ diyor. Biri annesini yitirdiğinde, yalan söylediğini öne sürerek ona izin vermiyor. Ay sonunda maaşının tamamını alan tek bir Bengalli yazman kalmadı; para cezalarıyla, maaşların büyük bir kısmına el koyuyorlar. Birkaç gün önce gazetede onun hakkında atıp tutan imzasız bir mektup yayınlandı. Bunun benim işim olduğunu sanıyor. Hepsi bu kadar değil! Kendi adımla bir tekzip yazmazsam beni kovacağını söylüyor. Siz üniversitenin iki parlak beynisiniz. ‘Adaletin sağ eli’, ‘cömertliğin simgesi’ ve ‘dünyanın en kibar adamı’ gibi kalıplar kullanarak güzel bir yazı yazmam için bana yardım etmelisiniz.”
Gora suskun kaldı ama Binoy gülerek: “Dada!”[9 - Dada: Ağabey.] dedi. “İnsan bir solukta nasıl bu kadar çok yalan söyler?”
“Onunla göze göz, dişe diş savaşmak zorundayım.” diye karşılık verdi Mohim. “Uzun zamandır Avrupalılarla çalışıyorum ve onları iyi tanıyorum. Yalancılıklarını anlata anlata bitiremem. Çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir şey onları durduramaz. İçlerinden biri bir yalan söylerse çakallar gibi koro hâlinde ulumaya başlarlar. Göze girmek için bizim gibi kendi insanlarını ele vermezler. İnanın bana, yakalanmadığınız sürece onları aldatmak günah değildir!”
Bunları söyledikten sonra uzun bir kahkaha attı. Onu gören Binoy gülümsemekten kendini alamadı.
“Siz onları gerçeklerle yüzleştirerek utandırmaya çalışıyorsunuz.” diye sözünü sürdürdü Mohim. “Tanrı size bu üstün zekâyı vermeseydi, ülke bu kadar kötü bir duruma gelmezdi! Kabul etmeniz gereken bir şey var, deniz ötesinden gelen güçlü dostlarımız haneye tecavüz ederken suçüstü yakalansalar bile utançla başlarını öne eğmezler. Tam tersine, suçsuz olduklarından öylesine emindirler ki, ellerindeki levyeyle sizin üzerinize yürürler. Bu doğru değil mi?”
“Bence doğru.” diye yanıt verdi Binoy.
“Pekâlâ.” diye sözünü sürdürdü Mohim. “Eğer onların gururunu okşamak için, ‘Adil efendim, yüce insan, içinde yalnızca toz bile olsa, lütfen o torbadan bize de biraz verir misiniz?’ diye yağ çekersek, o zaman kendimize ait olanın küçük bir parçasını geri alabiliriz. Bu şekilde barışı da korumuş oluruz. Biraz düşünürseniz bunun gerçek vatanseverlik olduğunu anlarsınız. Ama Gora bana kızgın. Kendini davasına adadıktan sonra bana, ağabeyine, saygıda kusur etmedi fakat bugün onun büyüğü olarak söylediğim sözler onu fazla etkilemişe benzemiyor. Ne yapmamı bekliyorsun kardeşim? Yalandan söz etsem bile gerçeği söylemek zorundayım. Ne olursa olsun, o yazıyı yazmalısın Binoy. Biraz beklersen sana hazırladığım taslağı getiririm.” Sonra nargilesinden derin bir nefes çekerek dışarı çıktı.
Binoy’a dönen Gora: “Binoy!” dedi. “Dadanın odasına git ve ben yazımı bitirene kadar onu orada tut.”

5
Anandamoyi kocasının dua odasının kapısını çaldı. “Beni duyuyor musunuz?” diye seslendi. “Merak etmeyin, içeri girmeyeceğim ama işiniz bittiğinde sizinle konuşmak istiyorum. Yeni bir samnyasiniz[10 - Samnyasi: Brahmancılığın dördüncü ve son evresine ulaşan Brahman.] olduğu için sizi uzun süre göremeyeceğimi biliyorum, onun için buraya geldim. Duanızı bitirdikten sonra bir dakikalığına odama gelmeyi unutmayın.” Bunları söyledikten sonra işinin başına döndü.
Krişnadayal Babu’nun ten rengi koyuydu, fazla uzun boylu değildi ve şişmanlamaya eğilimliydi. En belirgin özelliği iri gözleriydi, yüzünün geri kalanı ağarmış gür sakal ve bıyığının altında kaybolmuştu. Her zaman inzivaya çekilen erkeklerin giydiği toprak rengi ipek cüppelerle nalınlar giyer ve yanında pirinç bir kap taşırdı. Başının ön tarafındaki saçlar dökülmüştü ve uzattığı saçını tepesinde toplardı.
İç kesimlerde görevli olduğu yıllarda, alayındaki asker arkadaşlarıyla birlikte gönlünce yasak et yer ve şarap içerdi. O günlerde rahiplere, samnyasilere ve diğer bütün din adamlarına sövmeyi ve onları aşağılamayı büyüklük olarak görürdü. Ama son zamanlarda dine dört elle sarılmıştı. Bir samnyasi görür görmez onun dinî deneyimlerinden bir şeyler öğrenmek umuduyla, hemen ayaklarının dibine oturuyordu. Onu kurtuluşa götürecek kısa bir yol ve mistik güçler kazanmasına yardım edecek gizli bilgiler öğrenmek için can atıyordu. Son günlerde Tantracı öğretiye merak sardığı için bu konuda ders almaya başlamıştı ve son keşfi olan Budist rahip, kafasını iyice karıştırmıştı.
İlk karısı doğum yaparken öldüğünde daha yirmi üç yaşındaydı. Annesinin ölümüne neden olan oğlunu görmeye dayanamayan Krişnadayal, umutsuzluk içinde bebeği kayınpederine vermiş ve her şeyi geride bırakarak batıya gitmişti. Altı ay içinde Benares’in büyük panditlerinden birinin öksüz torunu Anandamoyi ile evlenmişti.
Taşrada levazım sınıfında bir iş bulmuş ve orada kendisine verilen her görevde başarılı olarak amirlerinin gözüne girmişti. Karısının büyük babası ölünce, ona bakacak başka biri olmadığı için onu yanına almak zorunda kalmıştı.
O yıllarda Büyük Hindistan Ayaklanması çıkmıştı. Bu fırsatı değerlendirerek yüksek rütbeli birkaç İngiliz’in hayatını kurtaran Krişnadayal, hem onların saygısını kazanmış, hem de toprakla ödüllendirilmişti. Ayaklanma bastırıldıktan sonra işini bırakmıştı ve kısa bir süre önce doğan Gora ile birlikte Benares’e dönmüşlerdi. Gora beş yaşına gelince, Krişnadayal, Kalküta’ya gitmiş ve büyük oğlu Mohim’i amcasından alarak onu eğitmeye başlamıştı. Daha sonra Mohim, babasının patronlarının yardımıyla Maliye Dairesinde işe girmiş ve demin de gördüğümüz gibi, kendini canla başla çalışmaya vermişti.
Gora çocukluğundan başlayarak hem komşularının oğullarına, hem de okul arkadaşlarına önderlik yapmıştı. En büyük zevki öğretmenlerin yaşamını cehenneme çevirmekti. Biraz büyüdükten sonra öğrenci kulübünde ulusal şarkılar söyleyen koronun şefi olmuş, İngilizce dersler vermiş ve küçük devrimciler tarafından kurulan bir birliğin ünlü lideri olmuştu. Sonunda yumurtasının kabuğunu kırmış ve öğrenci kulübündeki çalışmasını bırakarak yetişkinlerin toplantılarına katılmaya başlamıştı. O zaman Krişnadayal Babu bunu çok komik bulmuştu.
Gora her yerde adını duyurmaya başlamıştı ama aile üyelerinden hiçbiri onu ciddiye almıyordu. Hükûmet için çalışan Mohim, kardeşini durdurmak için elinden geleni yapıyor ve ona “ukala vatansever” ya da “ikinci Hariş Mookerci” gibi adlar takarak kardeşiyle alay ediyordu. Zaman zaman bu alayların sonu neredeyse yumruklaşmaya kadar gidiyordu. Gora’nın İngiliz düşmanlığına, için için üzülen Anandamoyi, onun fikrini değiştirmeye çalışıyordu ama söyledikleri bir işe yaramıyordu. Gora sokakta İngilizlerle kavga etmek için fırsat kolluyordu. O günlerde Keşub Çandra Sen’in yaptığı güzel konuşmaların etkisi altında olduğu için Brahmo Samaj’a ilgi duymaya başlamıştı.
O dönemde Krişnadayal bir anda değişmiş ve kendini dine vermişti. O kadar bağnazlaşmıştı ki, odasına giren yalnızca Gora olsa bile bundan huzursuzluk duyuyordu. Evin “inziva yeri” adını verdiği bölümünü yalnızca kendine ayırmış ve işi kapısına bir tabela asacak kadar ileri götürmüştü. Babasının bu tutumu Gora’yı başkaldırmaya itmişti. “Bu aptallığa daha fazla katlanamayacağım!” diyordu. “Buna dayanamıyorum.” Babasıyla arasındaki bütün bağları koparmak üzereyken Anandamoyi araya girmiş ve onları barıştırmayı başarmıştı.
Gora bulduğu her fırsatta babasının çevresinde toplanan Brahman panditlerle ateşli tartışmalara giriyordu. Aslında bunlara tartışma denemezdi, Gora’nın ağzından çıkan her söz adamların suratında tokat gibi patlıyordu. Bu panditlerin çoğu eğitimsizdi ve paraya çok düşkündü. Gora’nın tehlikeli saldırılarından korkuyor ve onunla başa çıkamıyorlardı.
Ama Gora içlerinden birine büyük bir saygı duymaya başlamıştı. Adı Vidyavagiş idi, Krişnadayal onu
Vedanta felsefesi öğretmeni olarak tutmuştu. Gora başlangıçta onu da diğerleri gibi aşağılayarak kendinden uzaklaştırmak istemiş ama kısa sürede ona yenik düşmüştü. Adam yalnızca bilgili olmakla kalmıyordu, aynı zamanda gerçek bir liberaldi. Yalnızca Sanskritçe okumayı bilen birinin, böylesine kıvrak bir zekâya ve esnek düşünme yeteneğine sahip olması Gora’yı şaşırtmıştı. Pandit öylesine güçlü, sakin, huzurlu ve düşünceliydi ki, Gora onun yanındayken duygularını sürekli baskı altında tutma gereksinimi duyuyordu. Onunla birlikte Vedanta felsefesi çalışmaya başlamış ve bir işi yarım yamalak yapma alışkanlığı olmadığı için kendini tamamen bu felsefenin kuramlarına vermişti.
Felsefe çalıştığı dönemde, bir İngiliz misyoner, gazeteler için yazdığı yazılarla Hindu dini ile toplumuna saldırmaya ve onları tartışmaya çağırmaya başlamıştı. Bu Gora’yı öfkeden deliye döndürmüştü. Kutsal metinlerle gelenekleri kötüleyen karşıtlarının huzurunu kaçırmak için her zaman fırsat kollayan delikanlı, bir yabancının Hindu dinine böyle saygısızca davranmasına asla dayanamazdı. Onun için hiç düşünmeden İngiliz’e savaş açmış ve savunma pozisyonuna geçmişti. Hindulara yapılan suçlamaların en küçüğünü bile kabul edemiyordu. Karşılıklı birçok mektup yazıldıktan sonra yayıncı yazışmaya son vermişti.
Artık Gora için geri dönüş yoktu. Hindu diniyle toplumunun ne kadar kusursuz olduğunu göstermek için kendi bilgisiyle kutsal metinlerden yaptığı alıntıları bir araya getirmiş ve Hinduizm ile ilgili İngilizce bir kitap yazmaya başlamıştı. Ama sonunda kendi tezine yenik düşmüştü. Kitabında şöyle diyordu: “Ülkemizin yabancı bir mahkemenin barosunda temsil edilmesine ve insanlarımızın yabancıların yasalarına göre yargılanmasına şiddetle karşı çıkmalıyız. Utanç ya da zafer hakkında fikir üretirken toplumumuzu yabancılarla kıyaslamamalıyız. Doğduğumuz ülkenin hiçbir şeyini –geleneklerini, inançlarını ve kutsal metinlerini– başkalarına, hatta kendimize bile kötülememeliyiz. Bütün gücümüz ve onurumuzla, ana vatanımızın ve insanlarımızın hor görülmesine neden olabilecek unsurların hepsini ortadan kaldırmalıyız.”
Kafası bu fikirlerle dolu olan Gora, Ganj’da yıkanmaya, sabah akşam ibadet etmeye ve dokunduğu şeylerle yiyecekler konusunda seçici davranmaya başlamıştı; hatta bir tiki[11 - Tiki: Bengal’de Brahmanların dine bağlılıklarını göstermek için başlarının arkasında uzattıkları saç tutamı.] bile bırakmıştı. Her sabah annesiyle babasının ayaklarının tozunu siliyordu. Daha önce hiç çekinmeden “aşağılık” ve “züppe” dediği Mohim’e karşı davranışı da değişmişti; ağabeyi yanına geldiği zaman Gora ayağa kalkıyor ve ona bir büyüğe göstermesi gereken saygıyı gösteriyordu. Mohim bu ani değişiklik için onu alaya alıyordu ama Gora buna aldırış etmiyordu.
Konuşması ve davranışıyla iyi bir örnek olan Gora, kendisi gibi hevesli gençleri çevresinde toplamıştı. Gora’nın öğretisi, onları, zihinlerine yerleşmiş olan çelişkili düşüncelerden kurtarmaya başlamıştı. İç rahatlığıyla, “Bundan daha fazla bilgiye gereksinimimiz yok.” der gibiydiler. “Biz ister iyi olalım, ister kötü; ister uygar, ister barbar, kendimizi bildiğimiz sürece hiçbir şeyin önemi yok.”
Krişnadayal, Gora’daki bu ani değişiklikten pek hoşnut görünmüyordu. Bir gün onu yanına çağırmış ve şöyle söylemişti: “Bana bak oğlum, Hinduizm çok derin bir konudur. Rişis tarafından kurulmuş olan bu dinin derinliklerine inmek herkesin harcı değildir. Temel kuralları anlayamayan birinin dindarlık taslaması doğru olmaz. Sen daha yeterince olgun değilsin, daha da önemlisi İngiliz eğitimi gördün. Kısa bir süre öncesine kadar benimsediğin Brahmo Samaj’ın öğretisi senin düşünce tarzına daha uygundu. Bu eğilimin beni kızdırmamıştı, tam tersine, mutlu etmişti. Ama şimdi izlediğin yol senin yolun değil. Bunun sonu kötü bitebilir.”
“Siz ne diyorsunuz baba?” diye karşı çıkmıştı Gora. “Ben bir Hindu değil miyim? Hinduizm’in derin anlamını bugün kavrayamazsam, yarın kavrayabilirim. Bunu hiçbir zaman başaramasam bile, bu benim hedefime ulaşmak için seçtiğim tek yol olacak. Ben yalnızca bir Hindu olarak doğmakla kalmadım, Brahman bir ailenin çocuğu olmayı da hak ettim. Hindu cemaatinde birkaç kez daha dünyaya gelirsem hedefime ulaşabilirim. Ama bir hata yapar ve yolumdan saparsam, o zaman hedefe varmam daha uzun zaman alır.”
“Hayır.” anlamında başını sallayan Krişnadayal: “Oğlum!” demişti. “Hindu olduğunu söyleyen herkes gerçek bir Hindu olamaz. Müslüman olmak kolaydır, Hristiyan olmak daha da kolaydır; ama Hindu olmak! Ulu Tanrı’m, bu tamamen farklı bir şeydir.”
“Bu doğru.” diye karşılık vermişti Gora. “Ama ben Hindu olarak doğduğum için ilk adımı attım. Eğer doğru yolda ilerlersem, büyük bir ilerleme kaydedebilirim.”
“Öyle görünüyor ki, seni bu tartışmalarla ikna etmem kolay olmayacak. Aslında söylediklerinde haklısın. İnsan karması ile hangi dine bağlıysa, eninde sonunda yine o dine döner, hiç kimse buna engel olamaz. Bu Tanrı’nın buyruğudur! Biz onun kullarından başka bir şey değiliz.”
Krişnadayal hem karma kuramını, hem de Tanrı’nın buyruklarını nasıl hiç sorgulamadan kabul ediyorsa, aynı şekilde kendini Tanrı ile özdeşleştiriyor ve ona tapıyordu. Bu karşıt görüşleri bağdaştırma gereğini hiçbir zaman duymamıştı.

6
Banyo yapıp yemek yedikten sonra karısının isteğini anımsayan Krişnadayal onun odasına gitti. Oraya günlerdir ilk defa gidiyordu. Odada bir şeye dokunmamaya özen göstererek yere kendi hasırını serdi ve üzerinde dimdik oturdu.
Söze Anandamoyi başladı: “Siz kendinizi azizlerle bir tutmaya başladıktan sonra ailenize ilginizi yitirdiniz ama ben Gora için çok endişeleniyorum.”
“Neden? Endişelenecek ne var?” diye sordu Krişnadayal.
“Tam olarak söyleyemeyeceğim. Ama Gora kendini Hinduizm’e böyle kaptırırsa, bunun sonu kötü biter, başına bir felaket gelir. Boynuna kutsal kuşağı takmamanız için sizi uyarmıştım ama o günlerde çevrenize fazla dikkat etmiyordunuz ve bana: ‘Bir ip parçasının kime ne zararı var?’ dediniz. Ama bugün bir kuşaktan çok daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Ona ne zaman dur diyeceksiniz?”
“Çok iyi!” diye homurdandı Krişnadayal. “Demek suçu benim üzerime atıyorsunuz! Bu aslında sizin hatanız değil miydi? Onu yanınızdan ayırmamakta kararlıydınız. O günlerde ben de çok düşüncesizdim, dinin kurallarını umursamıyordum. Günün birinde böyle bir insan olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi!”
“Siz istediğinizi söyleyebilirsiniz.” diye karşılık verdi Anandamoyi. “Ben yanlış bir şey yaptığımı asla kabul etmeyeceğim. Bir çocuk sahibi olmak için neler yaptığımı unutmayın. Bana önerilen her yolu denedim; kaç tane mantra[12 - Mantra: Kutsal sözcük.] öğrendim! Kaç tane muska taktım! Bir gece düşümde Tanrı’ya bir sepet beyaz çiçek verdiğimi gördüm, bir süre sonra çiçekler yok oldu ve onların yerine, onlar kadar beyaz bir bebek geldi. Onu gördüğümde neler hissettiğimi size anlatamam, gözlerim yaşlarla doldu. Tam onu alıp bağrıma basarken uyandım ve ondan on gün sonra Gora geldi. O bana Tanrı’nın armağanıydı. Ben onu nasıl başka birine bırakabilirdim? Daha önceki yaşamlarımdan birinde onu rahmimde taşımış ve bu yüzden çok acı çekmiş olmalıyım, onun için bu yaşamımda bana geldi ve ‘anne’ dedi. Oğlumuzun ne kadar garip koşullar altında doğduğunu anımsayın! O gece yarısında ortalık bir kan gölüne dönmüştü, bir İngiliz hanım bizim evimize sığınmıştı ve hepimiz hayatımızdan endişe ediyorduk. Siz kadını eve almaya korkmuştunuz ama ben sizden gizli onu ahıra götürdüm. O gece oğlunu doğururken öldü. Eğer o yetime bakmasaydım yaşayamazdı ama siz onu umursamıyordunuz ve bir rahibe vermek istiyordunuz. Neden? Ben neden onu bir rahibe verecektim? Rahip onun neyi oluyordu? Bebeğin hayatını kurtarmış mıydı? Gora’yı ben doğurmadığım için ona daha az değer vereceğimi mi sanmıştınız? Siz ne derseniz deyin, oğlumu ancak onu bana veren Tanrı geri alabilir, ondan asla vazgeçmem.”
“Bunu bilmediğimi mi sanıyorsunuz?” dedi Krişnadayal. “Pekâlâ, Gora’nızı istediğiniz gibi eğitin, zaten ben hiçbir zaman aranıza girmeye çalışmadım. Yalnızca boynuna o kuşağı taktım, herkes onu bizim öz oğlumuz sandığı için bunu yapmak zorundaydım. Şimdi çözülmesi gereken iki sorun var. Yasal olarak Mohim benim sahip olduğum her şeyi almayı hak ediyor, onun için…”
“Sizin malınızı paylaşmak isteyen kim?” diye sözünü kesti Anandamoyi. “Her şeyinizi Mohim’e bırakabilirsiniz, Gora onların üzerinde hak iddia etmeyecektir. O iyi eğitim görmüş bir erkektir. Kendini geçindirebilir. Başka birinin malına neden göz diksin? Bana gelince, onun yaşaması bana yeter, başka hiçbir şey istemem.”
“Hayır.” dedi Krişnadayal. “Onu beş parasız bırakmaya niyetim yok. Bana bağışlanan bir toprak var, yılda bin rupi gelir getirir. Asıl sorun onun evliliği. Geçmişte olanları değiştiremeyiz ama bunun için bana kızsanız bile, ona Hindu törelerine uygun bir düğün yapıp bir Brahman ailesinin kızıyla evlendiremem.”
“Sizin gibi, Kutsal Ganj’ın suyunu eve serpmediğim için benim vicdanımın olmadığını mı sanıyorsunuz? Ben neden onu bir Brahman ailesine sokmak isteyeyim ve buna karşı çıktığınız için neden size kızayım?”
“Ne? Siz de bir Brahman’ın kızı değil misiniz?”
“Bu neyi değiştirir?” diye karşılık verdi Anandamoyi. “Ben kastımla aramdaki bağı uzun zaman önce kopardım. Mohim’in düğününde akrabalarınız benim geleneklere kulak asmadığımı görüp ortalığı birbirine kattıklarında, hiçbir şey söylemeden bir kenarda durdum. Hemen hemen herkes bana Hristiyan diyor ya da başka yakıştırmalar yapıyor. Bana söylenenlerin iyi yönlerini düşünerek her şeyi kabul ediyorum ve soruyorum: Hristiyanlar insan değil midir? Eğer Tanrı’nın katında özel bir yeriniz varsa, neden sizi önce Patanların, sonra Moğolların, sonra da Hristiyanların ayaklarına kapandırdı?”
“Ah, bu uzun hikâye.” dedi konuyu kapatmak isteyen Krişnadayal. “Siz kadınsınız ve böyle şeyleri anlayamazsınız. Ama din diye bir şey vardır, hiçbirimiz bunu yadsıyamayız. Hiç olmazsa bu kadarını anlamaya çalışın.”
“Buna kafa yormamayı yeğlerim.” dedi Anandamoyi. “Benim bildiğim bir şey var, Gora’yı öz çocuğum gibi büyüttükten sonra dindarlık taslamaya başlarsam, yalnızca cemaatime karşı suç işlemekle kalmam, kendime de saygısızlık etmiş olurum. Hiç kimseden bir şey gizlemeden, dinin kurallarına karşı olduğumu herkese rahatlıkla gösteriyorsam ve bunun sonucunda bana söylenen bütün kötü sözlere katlanıyorsam, bunu dharma[13 - Dharma: Yaşamın dört kuralından biri.] korkusundan yapıyorum. Benim herkesten gizlediğim tek bir şey var ve bu yüzden Tanrı’nın gazabına uğramaktan çok korkuyorum. Beni dinleyin, ne olursa olsun, gerçeği bütün açıklığıyla Gora’ya söylemek zorundayız.”
“Hayır, hayır!” diye bağırdı Krişnadayal, bu öneri onu çok kaygılandırmıştı. “Ben hayatta olduğum sürece buna izin vermem. Gora’yı tanıyorsunuz. Gerçeği öğrenirse ne yapacağı belli olmaz, çenesini tutamazsa bütün kentin diline düşeriz. Bunun da ötesinde, yetkililerle başımız belaya girer. Gora’nın babası ayaklanmada öldürülmüş, annesi de bizim yanımızda öldü ve biz ayaklanma bastırıldıktan sonra olanları resmî makamlara bildirmedik. Bir kez ortalığı karıştırırsak, benim dinî eğitimim yarım kalır ve ondan sona başıma neler geleceğini hiç kimse bilemez.”
Anandamoyi suskun kaldı ve Krişnadayal kısa bir duraksamadan sonra sözünü sürdürdü: “Gora’nın evliliğiyle ilgili bir fikrim var. Pareş Bhattaçarya benim okul arkadaşımdır. Eğitim müfettişiydi ve kısa bir süre önce emekli oldu, şimdi Kalküta’da yaşıyor. Gerçek bir Brahmo’dur, evlilik çağında kızlarının olduğunu duydum. Gora’yı onun evine göndermenin bir yolunu bulabilirsek, birkaç ziyaretten sonra kızlardan birinden hoşlanmaya başlayabilir. O zaman biz de her şeyi Sevgi Tanrısı’na bırakıp rahat ederiz.”
“Ne! Gora bir Brahmo’nun evine mi gidecek? O günler geride kaldı!” diye haykırdı Anandamoyi.
O konuşurken Gora içeri girdi ve gök gürültüsüne benzeyen sesiyle: “Anne!” diye seslendiğinde babasını içeride otururken görünce şaşkınlıkla olduğu yerde kaldı. Telaşla onun yanına giden Anandamoyi sevgi dolu bir sesle sordu: “Ne oldu oğlum? Benden ne istiyorsun?”
“Önemli değil, sonra konuşuruz.” Gora bunu söyledikten sonra gitmeye yeltendi ama Krişnadayal: “Dur bir dakika Gora.” diyerek onu durdurdu. “Sana söylemem gereken bir şey var. Eski bir Brahmo arkadaşım kısa bir süre önce Kalküta’ya yerleşti. Beadon Sokağı’nın yakınlarında oturuyor.”
“Adı Pareş Babu mu?” diye sordu Gora.
“Sen onu nereden tanıyorsun?” dedi Krişnadayal şaşkınlıkla.
“Adını Binoy’dan duydum, birbirlerine çok yakın oturuyorlar.”
“Pekâlâ.” diye devam etti Krişnadayal. “Onu ziyaret etmeni ve nasıl olduğunu öğrenmeni istiyorum.”
Gora bir an için duraksadı, bu fikirden hoşlanmadığı belliydi. “Tamam.” dedi. “Yarın sabah ilk iş olarak oraya giderim.”
Gora’nın hiç karşı koymadan bunu kabul etmesi Anandamoyi’yi şaşırttı ama delikanlı hemen ardından: “Hayır.” dedi. “Yarın gidemem.”
“Neden?” diye sordu Krişnadayal.
“Yarın Tribeni’ye gitmek zorundayım.”
“Tribeni’den başka gidecek yer bulamadın mı?” diye haykırdı babası.
“Yarınki güneş tutulması için orada bir yıkanma şenliği yapılacak.”
“Seni anlamıyorum Gora.” dedi Anandamoyi. “Ganj, Kalküta’dan da geçiyor, ta Tribeni’ye kadar gitmeden şenliğini burada yapsan olmaz mı? Bu işi biraz fazla ileri götürüyorsun!”
Gora ona karşılık vermeden odadan çıktı.
Ertesi gün Tribeni’ye hacı kafileleri gelecekti, Gora’nın oraya gitmek istemesinin nedeni buydu. Gora çekingenliğini yenmek, ön yargılarından kurtulmak ve ülkesinin sıradan insanlarıyla bütünleşerek onlara: “Ben sizinim, siz de benimsiniz!” demek için eline geçen her fırsattan yararlanırdı.

7
Binoy sabah kalktığında güneşin ilk ışıklarının, yeni doğmuş bir bebeğin gülümsemesi gibi parladığını gördü. Gökyüzünde amaçsızca süzülen birkaç beyaz bulut vardı.
Terasta durmuş, benzeri bir sabahın güzel anısını gözünde canlandırırken, aşağıda ağır adımlarla yürüyen Pareş Babu’yu gördü. Adamın bir elinde bastonu vardı, diğeriyle Satiş’in elini tutuyordu.
Satiş, Binoy’u görür görmez elini çırparak: “Binoy Babu!” diye bağırdı. Pareş Babu onu görmek için yukarıya bakınca, Binoy koşarak aşağıya indi ve evin kapısında onları karşıladı.
Satiş, Binoy’un elini tutarak: “Binoy Babu, neden bizi görmeye gelmediniz?” diye sordu. “O gün geleceğinize söz vermiştiniz.”
Binoy elini sevgiyle oğlanın omzuna koyarken ona gülümsedi. Pareş Babu bastonunu dikkatle masaya dayadıktan sonra oturdu ve söze başladı: “O gün siz olmasaydınız ne yapardık bilmiyorum. Bize çok iyi davrandınız.”
“Ben önemli bir şey yapmadım.” dedi Binoy alçak gönüllülükle. “Bunun sözünü etmeye değmez.”
“Binoy Babu, sizin köpeğiniz yok mu?” diye sordu Satiş.
“Köpek mi?” dedi Binoy gülümseyerek. “Hayır, yok.”
“Neden bir köpek almıyorsunuz?” diye üsteledi oğlan.
“Şey, bu hiç aklıma gelmedi.”
Pareş Babu onun imdadına yetişti: “Kazadan sonra Satiş’in sizin evinize geldiğini söylediler. Umarım sizi fazla rahatsız etmemiştir. O kadar çok konuşuyor ki, ablası onu ‘Bay Geveze’ diye çağırıyor.”
“Bazen ben de çok konuşurum.” dedi Binoy. “Onun için iyi anlaştık, değil mi Satiş Babu?”
Satiş soru yağmurunu sürdürdü ve Binoy bütün sorulara yanıt verdi. Pareş Babu fazla konuşkan değildi, arada bir huzurlu bir gülümsemeyle birkaç söz söylüyordu. Gitme zamanı gelince: “Biz 78 numarada oturuyoruz, evimiz bu sokağın üzerinde sağdadır.” dedi.
“O evimizi biliyor.” diye söze karıştı Satiş. “O gün kapıya kadar benimle geldi.”
Bunda bir kötülük yoktu ama Binoy hiç beklenmedik bir anda suçüstü yakalanmış gibi utandığını hissetti.
“Demek evimizi biliyorsunuz.” dedi yaşlı adam. “Ne zaman isterseniz…”
“Yani önceden haber vermeden, istediğim zaman…” diye kekeledi Binoy çekingence.
Pareş Babu ayağa kalkarken: “Biz yakın komşuyuz.” dedi. “Ama Kalküta gibi bir kentte yaşadığımız için bugüne kadar tanışma fırsatı bulamadık.”
Binoy konuklarını dışarıya kadar geçirdi ve hiç susmadan konuşan Satiş ile bastonuna dayanarak yavaş yavaş yürüyen Pareş Babu’nun arkasından baktı.
“Daha önce hiç Pareş Babu gibi bir adam görmedim.” diye düşündü.
“İçimden onun ayağının tozunu silmek geliyor. Satiş de çok tatlı bir çocuk! Büyüyünce gerçek bir erkek olacak. Hem çok açık sözlü, hem de zeki.”
Yaşlı adamla oğlan ne kadar iyi olursa olsun, Binoy’un onlara böyle bir saygı ve ilgi duymasının asıl nedeni tabii ki bu değildi. Ama o anda kafası bunu düşünemeyecek kadar karışıktı.
“Bu konuşmanın üzerine, Pareş Babu’nun evine gitmezsem kabalık etmiş olurum.” diye düşündü.
Ama Gora, partisinin ve Hindistan’ın adına: “Dikkatli ol! Oraya asla gitmemelisin!” diye onu uyarmıştı.
Binoy o güne kadar bu partizan Hindistan’ın bütün yasaklarına boyun eğmişti. Bazen ona söylenenlerin doğruluğundan kuşku duymuştu ama buyruklara hiç karşı çıkmamıştı. Şimdi Gora’nın Hindistan’ı ona yalnızca bir düş ürünü gibi görünüyordu ve içinde bir isyan dalgası yükseliyordu.
Hizmetçi öğle yemeğinin hazır olduğunu söylemek için yanına geldi ama Binoy daha banyo bile yapmamıştı. Saat on ikiyi geçmişti, kararlı bir biçimde başını hayır anlamında sallayarak: “Bugün yemeği evde yemeyeceğim, sen gidebilirsin.” dedi ve hizmetçiyi gönderdi. Sonra atkısını bile almadan, şemsiyesini kaptığı gibi sokağa fırladı.
Doğru Gora’nın evine gitti, onun her gün saat on ikide Amherst Sokağı’ndaki Hindu Vatanseverler Birliğinin bürosuna gittiğini ve günün geri kalanında Bengal’deki parti üyelerine onları harekete geçmeye çağıran mektuplar yazdığını biliyordu. Söylevlerini dinlemek isteyen hayranları orada toplanırdı ve sadık yardımcıları ona hizmet etme onurunu kazanmak için orada beklerlerdi.
Tahmininde yanılmamıştı. Gora her zamanki gibi bürosuna gitmişti. Binoy koşarcasına içeri daldı ve Anandamoyi’nin odasına gitti. Anandamoyi yemeğe başlamak üzereydi, yanında ayakta duran Laçmi onu yelpazeliyordu.
“Ne oldu Binoy, senin neyin var?” diye bir çığlık attı Anandamoyi şaşkınlıkla.
“Anneciğim, ben açım.” dedi Binoy onun karşısına otururken. “Bana yiyecek bir şey verin.”
“Kötü bir zamanda geldin!” dedi Anandamoyi kaygıyla. “Brahman aşçı az önce gitti ve sen…”
“Buraya bir Brahman’ın yemeğini yemek için geldiğimi mi sanıyorsunuz?” diye haykırdı Binoy. “Benim de bir Brahman aşçımın olduğunu unuttunuz mu? Ben sizin yemeğinizi paylaşmak istiyorum anne. Laçmi, bana bir bardak su verir misin?”
Binoy suyunu bir dikişte içti, onun için bir tabak daha alan Anandamoyi, büyük bir özenle kendi tabağındaki yemeğin yarısını ona koydu. Delikanlı kıtlıktan çıkmış gibi hepsini silip süpürdü.
Büyük bir üzüntü kaynağından kurtulan Anandamoyi’nin yüzü gülüyordu, onu mutlu gören Binoy da rahatladığını hissetti.
Yemekten sonra Anandamoyi işinin başına geçti. Keya çiçeklerinin kokusu odayı dolduruyordu. Onun ayaklarının dibine oturan Binoy başını koluna dayadı ve bütün dünyayı unutarak eski günlerdeki gibi onunla sohbete daldı.

8
Bu son engeli yıktıktan sonra Binoy’un içinde yeni bir isyan dalgası yükseldi. Evden çıkarken mutluluktan havaya uçuyordu, ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Karşısına çıkan herkese, uzun zamandır onun her hareketini kısıtlayan bağlardan kurtulduğunu duyurmak istiyordu.
78 numaranın önünden geçerken, Pareş Babu’nun karşıdan geldiğini gördü.
“İçeri gelin.” dedi Pareş Babu. “Sizi gördüğüme çok sevindim Binoy Babu.” Onu sokağa bakan oturma odasına götürdü. Odadaki küçük masanın bir tarafında arkalıklı ahşap bir bank, öbür tarafında da kamıştan yapılmış iki sandalye vardı. Duvarların birinde İsa’nın renkli bir resmi, diğerinde Keşub Çandra Sen’in fotoğrafı asılıydı. Özenle katlanmış gazeteler, dağılmamaları için kurşun bir ağırlıkla masanın üzerine koyulmuştu. Köşedeki küçük kitaplığın üst rafında Theodore Parker’ın alfabetik sıraya göre dizilen eserleri duruyordu. Kitaplığın üzerinde üstü örtülü bir küre vardı.
Binoy oturdu, arkasındaki kapıdan görmeyi ümit ettiği kişinin girebileceğini düşündükçe kalbi delice çarpıyordu.
Ama Pareş Babu: “Suçarita evde yok.” dedi. “Her pazartesi kızına ders vermek için bir arkadaşımın evine gider. Satiş ile aynı yaşta bir oğulları olduğu için o da ablasıyla birlikte gitti. Onları arkadaşımın evine ben götürdüm, orada oyalansaydım sizinle karşılaşamayacaktık.”
Bu haber Binoy’u hem rahatlattı, hem de hayal kırıklığına uğrattı.
Pareş Babu ile konuşmak insanı sıkmıyordu, Binoy kısa sürede ona bütün yaşam öyküsünü anlattı. Öksüz olduğunu; amcasının, karısıyla birlikte köyde yaşadığını, orada tarımla uğraştığını; iki kuzeniyle birlikte eğitim gördüğünü, sonra büyüğünün bölge mahkemesinin davalarına bakan bir avukat olduğunu, küçüğünün de koleradan öldüğünü söyledi. Amcası Binoy’un yargıç olmasını istemişti ama o yaşam tarzından hoşlanmayan Binoy, günlerini fazla kazanç getirmeyen işler yaparak geçirmeyi yeğlemişti.
Konuşmaları yaklaşık bir saat sürdü. Geçerli bir neden olmadan orada daha fazla kalmasının kabalık olacağını düşünen Binoy ayağa kalkarak: “Küçük dostum Satiş’i göremediğim için üzgünüm.” dedi. “Ona benim geldiğimi söyleyin.”
“Biraz daha beklerseniz onları görebilirsiniz.” diye karşılık verdi Pareş Babu. “Az sonra burada olurlar.”
Öylesine yapılan bu öneriyi kötüye kullanmak Binoy için utanç verici bir şeydi. Pareş Babu biraz üstelese kalabilirdi ama o olgun bir adamdı ve insanlara ısrarla, istemedikleri bir şey yaptırmayı sevmezdi, onun için yaşlı adamla vedalaşmak zorunda kaldı. Ayrılırlarken, Pareş Babu yalnızca: “Tekrar gelirseniz sizi görmekten mutluluk duyacağım.” demekle yetindi.
Binoy’un evde yapacak önemli bir işi yoktu. Gazeteler için yazı yazıyordu ve hepsi onun İngilizcesini çok beğeniyordu. Ama son günlerde kendini işine veremiyordu, masasının başına oturduğunda aklı başka yerlere gidiyordu. Amaçsızca ters yöne doğru yürümeye başladı.
Daha birkaç adım atmıştı ki, “Binoy Babu! Binoy Babu!” diye bağıran bir oğlan çocuğunun tiz sesini duydu ve o yöne baktığında kiralık bir arabadan kendisine el sallayan Satiş’i gördü. Hemen ardından bir sari ile beyaz bir bluzun koluna gözü ilişince arabadaki diğer yolcunun kim olduğunu tahmin etmekte güçlük çekmedi.
Bengal görgü kurallarına göre bir erkeğin arabadan içeri bakması yakışık almazdı. Zaten buna gerek kalmadan Satiş aşağıya atladı ve Binoy’un elini tutarak: “İçeri gelin Binoy Babu.” dedi.
“Şimdi sizden geliyorum.” dedi Binoy.
“Ama ben evde değildim, tekrar gelmelisiniz.” diye üsteledi Satiş.
Binoy onun ısrarına karşı koyamadı, tutsağıyla içeri giren Satiş: “Baba!” diye seslendi, “Binoy Babu’yu geri getirdim!”
Gülümseyerek odasından çıkan yaşlı adam: “Çetin cevize rastladınız Binoy Babu.” dedi. “Bu kez kolay kolay kaçamayacaksınız. Satiş, içeri git ve ablanı çağır.”
Binoy odaya girdi, kalbi delice atıyordu. Bunu gözünden kaçırmayan Pareş Babu: “Bakıyorum soluk soluğa kalmışsınız.” dedi. “Bizim Satiş bir canavardır!”
Satiş ablasıyla birlikte odaya girince Binoy’un algıladığı ilk şey tatlı bir parfüm kokusu oldu. Sonra Pareş Babu’nun: “Radha, Binoy Babu geldi. Onunla tanışmıştın.” dediğini duydu.
Binoy, utangaçça başını kaldırdığında Suçarita’nın onu selamladığını ve karşısındaki sandalyeye oturduğunu gördü, bu kez onun selamına karşılık vermeyi unutmadı.
“Evet.” dedi Suçarita. “Binoy Babu yanımızdan geçiyordu, Satiş onu görür görmez arabadan aşağıya atladı ve onu tutsak aldı. Binoy Babu, belki bir işiniz vardır, umarım sizi işinizden alıkoymuyoruzdur.”
Suçarita’nın kendisiyle konuşmasını beklemeyen Binoy hazırlıksız yakalanmıştı, telaşla ona karşılık verdi: “Hayır, yapacak bir işim yok, beni hiçbir şeyden alıkoymuyorsunuz.”
Satiş ablasının eteğine yapışarak: “Didi.” dedi. “Lütfen bana anahtarı ver. Binoy Babu’ya müzik kutumu göstermek istiyorum.”
Suçarita gülerek: “Ne!” dedi. “Daha şimdiden başladın mı? Bay Geveze’nin arkadaşları asla huzur bulamazlar. Kendi dertlerini söylemeye fırsat bulamadan müzik kutusunu dinlemek zorunda kalırlar. Binoy Babu, sizi uyarıyorum, bu küçük yaramazın istekleri hiç bitmez. Ona dayanabileceğinizden kuşkuluyum.”
Binoy ne kadar çabalarsa çabalasın, kıza aynı doğallıkla karşılık veremeyeceğini biliyordu. Çekingenliğini ona göstermeyeceğine yemin etmişti ama bölük pörçük bir şeyler kekelemekten başka bir şey yapamadı: “Hayır, hayır… Önemli değil… Lütfen huzursuz olmayın… Bu çok hoşuma gider.”
Satiş, ablasından anahtarı aldı ve müzik kutusunu getirdi. Camdan yapılmış olan kutunun içinde ipek dalgaların üzerinde yüzen bir gemi maketi vardı. Kurulduğunda, gemi çalan müziğin ritmine uyarak sallanıyordu. Satiş’in bakışları gemiyle Binoy arasında gidip geliyordu, çocuk heyecanını gizlemekte güçlük çekiyordu.
Satiş’in sıcaklığı, Binoy’un çekingenliğini yenmesine yardımcı oldu ve Suçarita ile konuşurken onun yüzüne bakmaya başladı.
Bir süre sonra Pareş Babu’nun öz kızlarından biri olan Lila içeri girdi ve onları yukarıya çağırdı: “Annem hepinizin terasa gelmesini istiyor.”

9
Sütunlu bir girişi olan terastaki masanın üzerine beyaz bir örtü örtülmüştü ve çevresine sandalyeler dizilmişti. Korkuluğun dışındaki silmenin üzerinde, içine çiçek ekilmiş bir dizi saksı vardı. Aşağıya bakıldığında yol kenarındaki siriş ve krişnaçura ağaçlarının yağmurla yıkanmış yaprakları görülüyordu.
Güneş henüz batmamıştı ve soluk, eğik ışınları terasın bir köşesine vuruyordu.
Pareş Babu ile Binoy yukarı çıktığında terasta hiç kimse yoktu ama onların hemen ardından Satiş geldi, yanında siyah beyaz tüylü bir teriyer vardı. Adı Khude (Minik) idi, Satiş onun bütün numaralarını gösterdi. Bir patisiyle selam vermeyi ve başını yere koyarak bisküvi istemeyi biliyordu. Satiş bu numaraları ona öğrettiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Ama numaralar Khude’nin umurunda değildi, o yalnızca bisküvi peşindeydi.
Arada bir yakınlardaki bir odadan çocukça şeyler söyleyip kahkahalar atan kızların sesi geliyordu, kimi zaman bu seslere bir erkek sesi karışıyordu. Bu neşe dalgası, Binoy’un içinde kıskançlıkla birlikte tatlı bir duygu uyandırdı.
O güne kadar evinde hiç öyle şen şakrak kızların neşeli sesleri yükselmemişti. Kulağına müzik gibi gelen sesler çok yakındaydı ama onun için ulaşılmazdı. Dikkati dağılan zavallı Binoy yanında duran Satiş’in söylediklerini dinleyemiyordu.
Pareş Babu’nun karısı, yanında üç kızı ve uzak akrabaları olan bir delikanlıyla terasa geldi. Adı Baroda idi. Genç değildi ama büyük bir özenle giyinmişti. Gençlik yıllarında çok sade bir yaşamı vardı, sonra bir anda değişmiş ve yüksek sosyeteye ayak uydurmak için elinden geleni yapmaya başlamıştı. Yürürken ipek sarisini hışırdatıyor ve ayakkabılarının yüksek topuklarını takırdatıyordu. Baroda, Brahmolara özgü olan şeylerle olmayanları ayrı tutmaya her zaman özen gösterirdi. Radharani’nin adını Suçarita olarak değiştirmesinin nedeni buydu.
En büyük kızının adı Labonya idi. İri kıyım, neşeli, sosyal yaşamı seven ve dedikodu yapmadan duramayan bir kızdı. Tombul bir yüzü, iri gözleri ve esmer, parlak bir teni vardı. Giyimine önem vermezdi, bu yüzden annesi her an onu kontrol altında tutardı. Topuklu ayakkabıdan nefret ederdi ama giymek zorundaydı. Öğleden sonraları annesiyle birlikte dışarı çıktığında kadın ısrarla yanaklarını ruj ve pudrayla renklendirmesini isterdi. Şişman olduğu için, Baroda ona o kadar dar bluzlar giydirirdi ki, onları üzerinden çıkardığında yeni presten çıkmış bir balyaya benzerdi.
Onun bir küçüğünün adı Lolita idi. Ablasına hiç benzemiyordu. Daha uzun boylu ve inceydi, ten rengi koyuydu, başına buyruk davranmayı severdi. Fazla konuşkan değildi ama konuştuğunda çok kırıcı şeyler söyleyebilirdi. Annesi, için için ondan korkar ve onu sinirlendirmemeye çalışırdı.
En küçükleri Lila daha on yaşındaydı. Tıpkı bir oğlan çocuğu gibi, sürekli Satiş’in zıddına gider ve onunla didişirdi. İkisi de Khude’nin kendi köpeği olduğunu iddia ederdi ve en büyük kavgaları bu yüzden çıkardı. Eğer köpeğe sorulsaydı, büyük bir olasılıkla sahip olarak ikisini de istemezdi; ama bir seçim yapmak zorunda kalsaydı, Lila’nın hiç bitmeyen saldırılarından kurtulmak için biraz fazla disiplinli olmakla birlikte, daha kolay katlanabildiği Satiş’i seçebilirdi.
Bayan Baroda terasa çıkar çıkmaz Binoy ayağa kalktı ve yerlere kadar eğilerek onu selamladı. Pareş Babu onları tanıştırdı: “Bu geçen gün bizi evinde konuk eden…”
“Ya!” diye haykırdı Baroda taşkınca. “Ne kadar iyi bir insansınız! Size çok şey borçluyuz!” Binoy bu minnettarlık gösterisinden o kadar çok utandı ki, söyleyecek söz bulamadı.
Kızlara eşlik eden delikanlıyla da tanıştırıldı. Adı Sudhir idi, Edebiyat Fakültesinde okuyordu. Açık renk teni, gözlüğü ve küçük bıyığıyla hoş bir görünümü vardı. Bir an yerinde duramayan hareketli bir insandı, şakaları ve şaklabanlıklarıyla kızları coşturuyordu. Kızlar sık sık onu azarlıyor ama onsuz da yapamıyorlardı. Sudhir her zaman onlar için alışverişe çıkmaya, onları sirke ya da botanik bahçelerine götürmeye hazırdı. Sudhir ile kızların arasındaki yakın ilişki, Binoy için alışılagelmedik bir şeydi, kendini sersemlemiş hissediyordu. İlk tepkisi onları kınamak oldu ama kısa bir süre sonra bu duygu yerini kıskançlığa bıraktı.
Baroda konuşmayı başlatmak için: “Yanılmıyorsam sizi bir iki kez Brahmo Samaj’ın ayinlerinde gördüm.” dedi.
Binoy işlediği büyük bir suç ortaya çıkmış gibi huzursuz oldu ve özür dilercesine birkaç kez Keşub Babu’yu dinlemeye gittiğini doğruladı.
“Fakülte öğrencisisiniz değil mi?” diye sorularını sürdürdü Baroda.
“Hayır, fakülteyi bitirdim.”
“Ondan sonra eğitiminizi sürdürdünüz mü?”
“Yüksek lisans derecemi aldım.”
Bunu duyduktan sonra Baroda’nın, yaşından çok daha genç gösteren delikanlıya tutumu belirgin bir biçimde değişti. İç çekerek Pareş Babu’ya bakarken: “Bizim Manu’muz yaşasaydı o da yüksek lisansını almış olacaktı.” dedi.
Bayan Baroda’nın ilk çocuğu Manorancan, dokuz yaşında ölmüştü. Ne zaman sınavlarda başarılı olan, iyi bir iş bulan ya da güzel bir kitap yazan bir delikanlıdan söz edildiğini duysa, “Oğlum hayatta olsaydı, o da bunları yapacaktı.” diye düşünürdü.
Oğlunu yitirdikten sonra üç kızının erdemlerini sosyeteye duyurmayı kendine görev edinmişti. Kızlarının ne kadar çalışkan olduğunu Binoy’a söylemek için eline geçen hiçbir fırsatı kaçırmadı. İngiliz mürebbiyenin onların keskin zekâlarıyla üstün özellikleri hakkında söylediklerini sözlerine eklemeyi de unutmadı. Kız okulunda, vali yardımcısı ile karısının da katıldığı ödül gününde, olağanüstü yeteneğiyle diğer öğrencilere ışık tuttuğu için okulun bütün kızlarının arasından Labonya birinci seçilmişti. Binoy bu öyküyle birlikte vali yardımcısının karısının övgü dolu sözlerini duyma onurunu da kazandı.
Baroda sonunda Labonya’ya: “Sana ödül kazandıran işlemeyi getir hayatım.” diyerek konuyu kapattı.
Orada bulunan herkes yünle işlenen ünlü papağan desenini biliyordu. Aylarca süren yorucu bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan bu işleme aslında mürebbiyenin eseriydi. Labonya onun için fazla emek vermemişti ama eve ilk kez gelen her konuğa kızın eseri olarak gösterilirdi. Bu törenden kaçış yoktu.
Pareş Babu başlangıçta buna karşı çıkmış ama söylediklerinin bir işe yaramadığını görünce işi oluruna bırakmıştı.
Binoy bu sanat eserine duyduğu şaşkınlığı ve hayranlığı göstermekle meşgulken, hizmetçi, Pareş Babu’ya bir mektup getirdi. Mektubu okurken duyduğu mutlulukla yüzü aydınlanan Pareş Babu hizmetçiye: “Onu yukarı getir.” dedi.
“Gelen kim?” diye sordu Bayan Baroda.
“Eski dostum Krişnadayal’ın oğlu beni görmeye gelmiş.” diye yanıt verdi Pareş Babu.
Bir anda Binoy’un beti benzi attı ve kalbi duracak gibi oldu. Bir saldırıya hazırlanıyormuşçasına ellerini birbirine kenetledi ve tetikte bekledi. Gora’nın bu ailenin yaşam tarzını onaylamayacağından ve onları yargılayacağından emindi. Bu nedenle hemen savunma pozisyonuna geçti.

10
Suçarita, içeride yiyecekleri bir tepsiye koyduktan sonra, yemek servisi yapması için onu hizmetçiye verdi ve terasa çıkıp sofraya oturdu. Onun ardından hizmetçi, Gora’yı onların yanına getirdi. Uzun boyu ve teninin beyazlığı herkesin dikkatini çekmişti. Alnında Ganj’ın kiliyle yapılan kast sembolü vardı. Kaba bir kumaştan dikilmiş bir dhuti[14 - Dhuti: Hindu erkeklerinin giydiği peştamal.] ile önden bir kurdeleyle bağlanan eski moda kısa bir ceket giymişti. Köy işi ayakkabılarının burunları kalkıktı. Çağdaşlığa başkaldırının canlı örneği gibiydi. Binoy bile onun bu savaşçı yanını daha önce hiç görmemişti.
Gora’nın içinde yükselen isyan dalgası onu böyle giyinmeye itmişti, öfkelenmek için haklı bir nedeni vardı.
Bir önceki gün Tribeni’deki yıkanma festivaline gitmek için bir buharlı vapura binmişti. Yol üzerindeki iskelelerde durmuşlar ve vapura bir ya da iki erkeğin eşliğindeki kadın hacı gruplarını almışlardı. Onlar kendilerine yer bulmaya çalışırlarken, yolcular itişip kakışmaya ve birbirlerine dirsek atmaya başlamışlardı. Çamurlu ayaklarıyla borda iskelesi olarak kullanılan kaygan kalasa basan kadınların bir kısmı kayıp denize düşmüştü, diğerleri de mürettebat tarafından aşağıya itilmişti. Kendilerine yer bulmayı başaranların çoğu o kargaşada arkadaşlarını kaybetmişti. Bütün bunların üzerine hem yolcuları, hem de güverteyi sırılsıklam eden sağanak yağmur başlamış ve yolcuların oturabileceği tek yer olan güvertenin yapışkan bir çamurla kaplanmasına neden olmuştu. Endişeli gözlerle bakan kadınların yüzlerinden usanç ve umutsuzluk okunuyordu. Kendileri gibi zayıf ve önemsiz yaratıkların kaptan ya da mürettebattan yardım göremeyeceğini biliyorlardı. Onun için attıkları her adımda başlarını utançla yere eğiyorlardı. Bu zor yolculukta kadın hacılara yardım etmek için elinden geleni yapan tek erkek Gora idi.
Yukarıdaki birinci sınıf güvertenin korkuluğuna dayanmış bir İngiliz ile çağdaş görünümlü Bengalli bir adam vardı. Eğlenceyi izlerken puro içiyor, konuşuyor ve gülüyorlardı. Şanssız hacılardan biri zor durumda kaldığında önce İngiliz gülmeye başlıyordu, sonra Bengalli ona katılıyordu.
Bu şekilde iki üç iskele geçtikten sonra Gora buna daha fazla dayanamayacağını hissetti. Üst güverteye çıktı ve gök gürültüsüne benzeyen sesiyle: “Yeter artık!” dedi. “Kendinizden utanmıyor musunuz?”
İngiliz hiçbir şey söylemeden öfkeli bakışlarla Gora’yı tepeden süzdü ama Bengalli dudak bükerek ona karşılık verdi: “Utanmak mı? Ben bu hayvanların aptallığından tabii ki utanıyorum!”
Gora’nın yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. “Cahil insanlardan çok daha kötü hayvanlar vardır.” diye haykırdı. “Bunlar kalpsiz insanlardır.”
“Git buradan!” dedi Bengalli sert bir sesle. “Birinci sınıfta senin gibilere yer yoktur.”
“Evet, bu doğru.” diye karşılık verdi Gora. “Benim yerim sizin gibilerin değil, o zavallı hacıların yanıdır. Sizi uyarıyorum, beni bir daha sizin sınıfınıza çıkmaya zorlamayın!” Bunu söyledikten sonra koşar adımlarla alt güverteye indi.
Bu olaydan sonra güvertedeki koltuğuna dönen İngiliz ayaklarını korkuluğa dayadı ve romanına daldı. Bengalli arkadaşı birkaç kez onu konuşturmayı denedi ama başarılı olamadı. Sonra aşağıdaki sürüye ait olmadığını kanıtlamak istercesine khansamayı[15 - Aşçı.] çağırdı ve ona kızarmış tavuk siparişi verdi. Khansama yalnızca ekmek, tereyağı ve çaylarının olduğunu söyleyince bağırıp çağırmaya başladı. Sahibin anlayabilmesi için İngilizce konuşuyordu: “Bu vapurda yolcuların rahatını düşünen hiç kimse yok mu, bu ne rezalet!” Ama yine yol arkadaşının ilgisini çekmeyi başaramamıştı; bundan kısa bir süre sonra İngiliz’in masanın üzerinde duran gazetesi uçtu, Bengalli yerinden fırladı ve onu kapıp yerine koydu ama bunun için bir teşekkür bile almadı.
Çandernagore İskelesi’ne yanaştıklarında sahip, Gora’nın yanına geldi ve şapkasını çıkararak: “Davranışım için özür dilerim.” dedi. “Kendimden utanıyorum…” Sonra hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
Gora’yı çıldırtan şey, eğitimli bir kentlinin üstünlüğünü kanıtlamak için bir yabancıyla iş birliği yapması, kendi insanlarının acınacak hâliyle alay etmesi ve onlara gülmesiydi. Ne yazık ki, böyle aşağılayıcı ve küstahça davranışlara göz yumanlar, ülkesinin insanlarıydı. Çünkü kendilerinden daha şanslı olan yurttaşların onları hayvan yerine koymalarına alışmışlardı, bu davranış tarzını kaçınılmaz ve doğal buluyorlardı. Gora bunun temel nedeninin bütün ülkenin en büyük sorunu olan eğitimsizlik olduğunu biliyordu ve buna çok üzülüyordu. Okumuş insanların bu büyük utanç ve aşağılanma kaynağını kurutmak için hiçbir sorumluluk almayıp kendi dokunulmazlıklarının tadını çıkarmayı yeğlemeleri onu her şeyden daha çok üzüyordu. Alnında Ganj’ın kili ve ayaklarında garip köylü ayakkabılarıyla bir Brahmo’nun evine gelmesinin nedeni, eğitimli insanların her şeyi kitaplardan öğrenme merakını ve kölelik geleneklerini küçümsediğini göstermekti.
“Ah, Tanrı’m!” dedi Binoy kendi kendine. “Gora savaş boyalarını sürmüş.” Gora’nın orada neler söyleyebileceğini ya da yapabileceğini düşündükçe kalbi sıkışan Binoy, bir saldırı karşısında kendini savunmaya hazır, tetikte bekledi.
Bayan Baroda, Binoy ile konuşurken, Satiş terasın bir köşesinde topaç çevirerek oyalanıyordu. Ama Gora’yı görür görmez topacı unuttu, dikkat çekmemeye çalışarak gözlerini yeni gelen konuğa diken Binoy’un yanına geldi ve fısıldayarak: “Bu sizin arkadaşınız mı?” diye sordu.
“Evet.” dedi Binoy.
Gora, Binoy’a göz attıktan sonra onun varlığını unutmuş gibi davranmaya başladı.
Resmî bir tavırla Pareş Babu’yu selamladı ve hiçbir sıkılganlık belirtisi göstermeden masadan biraz uzakta duran sandalyelerden birini alıp oturdu. Kadınları yok saydı çünkü dininin kurallarına göre, onların varlıklarının farkında değilmiş gibi davranması gerekirdi.
Bayan Baroda kızlarını bu kaba saba adamın yanından uzaklaştırmayı düşünürken, kocası, Gora’nın eski bir arkadaşının oğlu olduğunu söyleyerek onları tanıştırdı. Bunun üzerine Gora kadına dönüp selam verdi.
Suçarita, Binoy’un Gora’dan söz ettiğini duymuştu ama babası onu tanıtana kadar konuklarının kim olduğunu bilmiyordu. Delikanlıyı görür görmez ona karşı bir öfke duydu. O okumuş insanların dindarlık taslamalarına dayanamayacak kadar iyi eğitilmiş bir kızdı.
Pareş Babu çocukluk arkadaşı Krişnadayal hakkında sorular sordu ve öğrencilik yıllarıyla ilgili anılarını anlattı. “O günlerde…” dedi. “Biz fakültenin en büyük putkıranlarıydık. Geleneklere en ufak bir saygımız bile yoktu; dinin yasakladığı yiyecekleri yemeyi görev bilirdik. Fakülte Meydanı’nın yakınlarındaki Müslüman lokantasında yasak yemekleri yer ve gece yarılarına kadar Hindu toplumunu çağdaşlaştırmak için neler yapabileceğimizi tartışırdık!”
Onun sözünü kesen Baroda: “Peki arkadaşının bugünkü görüşü ne?” diye sordu.
“Bugün dinin bütün gereklerini yerine getiriyor.” diye karşılık verdi Gora.
“Kendinden utanmıyor mu?” diye sordu Bayan Baroda öfkeyle.
“Utanç bir zayıflık belirtisidir.” diyerek güldü Gora. “Bazı insanlar, öz babalarından bile utanırlar.”
“O eskiden Brahmo değil miydi?” diye sorularını sürdürdü Baroda.
“Eskiden ben de Brahmo idim.” dedi Gora.
“Şimdi belli biçimi olan bir Tanrı’ya mı inanıyorsunuz?”
“Ben yanlışlığı kanıtlanmadan belli biçimlere sokulan şeylere karşı çıkacak kadar batıl inançlı değilim.” yanıtını verdi Gora. “Biçim lanetlenebilir ve kötülenebilir mi? Bugüne kadar onun gizemini çözmeyi başaran olmuş mu?”
“Ama biçim sınırlıdır.” dedi Pareş Babu kibar bir sesle.
“Sınırları olmayan bir şey açıkça görülemez.” diye diretti Gora. “Sonsuzluk, bize kendisini göstermek için biçimlenmek zorundaydı, yoksa onu nasıl görebilirdik? Biçimlenmeyen bir şey kusursuzluğa erişemez. Nasıl düşünce sözcüklerle kusursuzlaşırsa, sonsuzluk da biçimle öyle kusursuzlaşır.”
“Biçimin sonsuzluktan daha kusursuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz?” diye sordu Baroda başını iki yana sallayarak.
“Benim ne söylemeye çalıştığım önemli değil.” dedi Gora. “Dünya benim sözlerimin üzerine dönmüyor. Ama sonsuzluk gerçek bir kusursuzluk örneği olsaydı, o zaman evrende hiçbir şey biçimlenmezdi.”
Birinin bu küstah gencin söylediklerini çürüterek ona haddini bildirmesini isteyen Suçarita, ağzını açmadan sessizce oturan Binoy’a kızmıştı. Gora’nın sesindeki şiddet, kıza ona karşı gelecek gücü veriyordu. O sırada hizmetçi çaydanlıkla sıcak su getirdi, Suçarita çayı demlerken,
Binoy arada bir meraklı bakışlarını o yöne doğrultuyordu.
Din konusunda Gora ile Binoy’un arasında büyük görüş ayrılıkları yoktu ama Gora’nın bir Brahmo’nun evine davetsiz konuk olarak gelmesi, sonra da ona ve ailesine böyle düşmanca davranması Binoy’u çok üzmüştü. Dinginliğini yitirmeden kendini kontrol altında tutabilen Pareş Babu’ya hayran kalmıştı. Sakin ve sevecen tavrı, Gora’nın saldırganlığının karşısında onu yüceltiyordu. Binoy, “Görüşlerin hiçbir önemi yok.” diye düşündü. “Önemli olan gerçek farkındalığın verdiği bilinçli dinginliktir. Bir düşüncenin doğru olup olmadığı, sonucu değiştirmez; bizim için o düşünceden edinilen bilgi önemlidir.”
Tartışma sürerken, Pareş Babu arada bir gözlerini yumup varlığının derinliklerine iniyordu, bunu alışkanlık edinmişti. Binoy, düşünceye daldığı zaman adamın yüzünde beliren huzurlu ifadeye hayranlıkla bakıyordu. Gora’nın bu yüce insana sivri dilini tutamayacak kadar saygısız davranması onu büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı.
Suçarita birkaç bardak çay koyduktan sonra soran gözlerle Pareş Babu’ya baktı. Önce hangi konuğa çay servisi yapacağına karar verememişti.
Gora’ya bakan Bayan Baroda kendini tutamayarak: “Anlaşılan bizim soframızdan bir şey almaya niyetiniz yok!” dedi.
“Evet.” dedi Gora kararlı bir sesle.
“Neden?” diye üsteledi Baroda.”Kastınızdan çıkarılmaktan mı korkuyorsunuz?”
“Evet.” yanıtını verdi Gora.
“Demek kast sistemine inanıyorsunuz?”
“Kast sistemini yaratan ben değilim, ona inanıp inanmamam bir şey değiştirmez. Ama topluma bağlılığımı göstermek için kasta saygı duymam gerekir.”
“Siz her konuda topluma boyun eğer misiniz?” diye sordu Baroda.
“Topluma boyun eğmeyen onu mahveder.”
“Toplum mahvolursa ne olur?”
“Bir insan bindiği dalı keserse ne olur?”
“Anne!” diye söze karıştı Suçarita bezginlikle. “Bu anlamsız tartışmanın kime ne yararı var? Bizimle yemek istemiyor, bu konuyu kapatın artık!”
Gora gözlerini Binoy’a bakan Suçarita’nın üzerine dikti, kız çekingence: “Alır mısınız?” diye sordu.
Binoy ömründe hiç çay içmemişti. Müslümanlar tarafından yapılan ekmek ve bisküvileri yemeyi de uzun zaman önce bırakmıştı ama o gün ona sunulan her şeyi yiyip içmek istiyordu. Kendini zorlayarak Suçarita’ya baktı: “Evet.” dedi. “Tabii ki alırım!” Sonra bakışlarını yüzünde alaycı bir gülümsemeyle oturan Gora’ya kaydırdı.
Çay Binoy’un damak tadına uygun değildi, onu acı bulmuştu ama hiçbir şey söylemeden fincanı bitirdi.
Baroda, Binoy ne kadar tatlı bir genç, dercesine Gora’ya arkasını döndü ve bütün dikkatini ona verdi. Bunu gören Pareş Babu, sessizce sandalyesini Gora’nın yanına çekti ve alçak sesle konuşmaya başladılar.
Hizmetçi bir konuklarının daha olduğunu bildirdi. Konuğun asıl adı Haran Çandra Nag idi ama herkes onu Panu Babu diye karşıladı. Olağanüstü zekâsı ve bilgisiyle çevresinde ün kazanmıştı. Hiç kimse bu konuda bir şey söylememişti ama onun Suçarita ile evlenmek istediği belli oluyordu. Ona duyduğu ilgi açıkça görülüyordu. Suçarita’nın kız arkadaşları da bunu bilir ve bu konuda ona takılırlardı.
Haran bir okulda öğretmenlik yapıyordu ama Bayan Baroda’nın öz kızlarından birini sıradan bir öğretmenle evlendirmesi söz konusu olamazdı. Onlardan uzak durmasını istediğini Haran’a açıkça belirtmişti. Onun düşlerindeki damat adayları, gözlerini bölge yargıçlığı gibi yüksek devlet memuriyetlerine dikmiş, girişken ve cesur gençlerdi.
Suçarita, Haran’a çayını verirken, onlardan uzakta oturan Labonya, ablasına anlamlı bir bakış attı ve gülümsedi.
Bu Binoy’un gözünden kaçmadı, hiçbir zaman iyi bir gözlemci olamamıştı ama o evde geçirdiği kısa süre içinde gözü açılmış ve eskisinden daha dikkatli davranmaya başlamıştı. Haran ile Sudhir’in evin kızları arasında şaka konusu olacak kadar aileye yakın olmasının Tanrı’nın adaletsizliği olduğunu düşündü.
Oysa Suçarita, Haran’ın gelişiyle birlikte bir rahatlama hissetmişti. Eğer kahramanı, kendini beğenmiş savaşçının sırtını yere getirmeyi başarırsa, öcü alınmış olacaktı. Aslında Haran’ın tartışmacı yönünü sevmezdi ama o gün silah olarak sözcükleri kullanan şövalyesini coşkuyla karşıladı ve zırhını güçlendirmek için ona bol bol çay ve kek verdi.
“Panu Babu, bu bizim dostumuz…” diye söze başladı Pareş Babu.
Haran onun sözünü kesti: “Ah, ben onu çok iyi tanıyorum! Bir zamanlar bizim Brahmo Samaj’ımızın etkin üyesiydi.” Bunu söyledikten sonra Gora’nın yanından uzaklaştı ve çayını yudumlamaya başladı. O günlerde memuriyet sınavında başarılı olan çok az Bengalli vardı ve Sudhir bunlardan birkaçının İngiltere’den dönüşünü kutlamak için yapılan karşılama törenini anlatıyordu.
“Bunun ne önemi var?” diye parladı Haran, “Bir Bengalli sınavlarda ne kadar başarılı olursa olsun, hiçbir zaman iyi bir yönetici olamaz.” Sonra Bengallilerin bir bölgenin sorumluluğunu üstlenemeyeceğini göstermek için onların yetersiz ve zayıf yönlerini sayıp döktü.
Konuşma uzadıkça Gora’nın kanı başına çıktı ve aslan kükreme sine benzeyen sesini olabildiğince yumuşatarak ona sordu: “Onlar hakkında gerçekten böyle düşünüyorsanız, bu sofrada oturup tereyağı ve ekmek yemeye utanmıyor musunuz?”
Şaşkınlık içinde tek kaşını kaldıran Haran: “Ne yapmamı bekliyordunuz?” diye sordu.
“Ya Bengallilerin kişiliklerinin olumsuz yönlerini değiştirecek bir şeyler yapın ya da gidin ve kendinizi asın!” diye yanıt verdi Gora. “Ulusunuzun hiçbir şey başaramayacağını söylemek kolay, değil mi? Nasıl oluyor da, bunu söylerken ekmeğiniz boğazınıza dizilmiyor!”
“Gerçekleri söylemek yasak mı?” diye sordu Haran.
“Kusura bakmayın.” dedi Gora öfkeyle. “Ama söylediğinize gerçekten inansaydınız, bu konuda rahatça atıp tutamazdınız. Dudaklarınızdan böyle akıcı bir biçimde dökülen sözcüklerin doğru olmadığını siz de biliyorsunuz. Size bir şey söyleyeyim mi Haran Babu? Yalan söylemek günahtır, birini karalamak daha da günahtır. Bir insanın kendi vatandaşlarını hor görmesi ise en büyük günahlardan biridir!”
Haran öfkeyle titremeye başlamıştı, Gora sözünü sürdürdü: “Bu toplumda tek üstün insanın kendiniz olduğunu mu sanıyorsunuz? Siz herkese ateş püskürürken, bizim atalarımızın hatırına susmamızı ve sessizce sizin suçlamalarınızı dinlememizi mi bekliyorsunuz?” Haran bu sözlerden sonra geri çekilemezdi, eskisinden daha ağır bir dille Bengallileri aşağılamaya başladı. Bengal toplumuna özgü bütün kötü alışkanlıkları sayıp döktü ve bu alışkanlıklar var olduğu sürece toplum için bir umut olmadığını söyleyerek sözünü bitirdi.
“Siz kötü alışkanlık dediğiniz şeyleri İngilizce kitaplardan öğrenmişsiniz.” dedi Gora onu küçümseyerek. “Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsunuz. İngilizlerin bütün kötü alışkanlıklarını dürüstçe sayıp dökmeye hazır olduğunuz güne kadar insanlarınız hakkında konuşma hakkına sahip olamazsınız.”
Pareş Babu konuyu değiştirmeye çalıştı ama öfkeden deliye dönen Haran’ı susturmaya olanak yoktu. Bu arada güneş batmıştı ve bulutların arasından süzülen ışınlar gökyüzüne büyüleyici bir görünüm kazandırmıştı. Ağız dalaşının yarattığı gerginliğe karşın, Binoy’un kalbi tatlı bir ezgiyle çarpmaya başlamıştı.
Meditasyon saati gelen Pareş Babu aşağıdaki bahçeye indi ve bir çampak ağacının altına oturdu.
Baroda, Gora’dan hiç hoşlanmamıştı ama Haran’dan hoşlandığı da söylenemezdi; tartışmalarına daha fazla dayanamayacağını hissetti ve Binoy’a dönerek: “Gelin Binoy Babu.” dedi. “İçeri gidelim.” Bayan Baroda’nın ona gösterdiği özel ilgiden duyduğu mutluluğu nasıl göstereceğini bilmeyen Binoy uysalca onu izledi.
Baroda kızlarını da içeri çağırdı, tartışmanın sonunun gelmeyeceğini düşünen Satiş, köpeği ile dışarı çıkmıştı.
Binoy’a kızlarının hünerlerini gösterme fırsatını elde eden Baroda, Labonya’ya dönerek: “Hayatım, albümünü getirip Binoy Babu’ya gösterir misin?” dedi.
Eve ilk defa gelen her konuğa albümünü göstermeye alışkın olan Labonya, dışarıdaki tartışmanın bu kadar uzamasına içerlemişti ve onu getirmek için hazır bekliyordu.
Albümü açan Binoy, içinde Moore ile Longfellow’un İngilizce şiirlerinin yazılı olduğunu gördü. Şiirlerin başlıklarıyla büyük harfler, süslü karakterlerle yazılmıştı. Bu işin ne kadar büyük bir özenle yapıldığı, el yazısından da belli oluyordu. Binoy kıza sonsuz bir hayranlık duydu, o dönemde İngilizce şiirleri böyle büyük bir başarıyla kopya edebilen kızlara pek sık rastlanmıyordu.
Albümün Binoy’u etkilediğini gören Bayan Baroda ortanca kızına dönerek: “Lolita, hayatım, ezberlediğin şiiri okur musun?” dedi.
Lolita kararlılıkla: “Hayır anne.” diye karşılık verdi. “Bunu yapamam, şiirin tamamını anımsamıyorum.” Sonra arkasını döndü ve pencereden dışarı bakmaya başladı.
Baroda, Lolita’nın şiiri çok iyi anımsadığını ama başkalarının önünde okuyamayacak kadar alçak gönüllü olduğu için çekindiğini söyledi. Onun, çocukluğundan beri böyle olduğunu sözüne ekledi ve kızının yeteneğini kanıtlamak için Binoy’a geçmişteki başarılarından söz etti. Bu arada yaralandığında bile ağlamadığını ve bu özelliğini babasından aldığını söyleyerek onun cesaretini de övdü.
Sıra Lila’ya gelmişti. Şiirini okuması söylendiğinde kıkırdamaya başladı, sonra kurulmuş bebek gibi bütün şiiri bir solukta okudu: “Parla, parla küçük yıldız…” Söylediklerinin bir kelimesini bile anlamadığı belli oluyordu.
Şiirlerden sonra sıranın şarkılara geldiğini bilen Lolita odayı terk etti.
Dışarıdaki tartışma iyice kızışmıştı. Haran mantık sınırlarının dışına çıkmış, hiç düşünmeden ağzına geleni söylüyordu. Onun kendini kaybetmesinden utanç ve öfke duyan Suçarita, Gora’nın tarafını tutmaya başlamıştı. Ama bu bile Haran’ın aklını başına getirmeye yetmemişti.
Gökyüzü yağmur bulutlarıyla kararmıştı. Sokaktan yasemin kolye satıcılarının sesleri yükseliyordu. Yol kenarındaki ağaçların yaprakları ateş böcekleriyle ışıldarken, mahalledeki sarnıcın suyunun üzerine karanlık çökmüştü.
Binoy vedalaşmak için terasa çıktığında Pareş Babu, Gora’ya: “İstediğiniz zaman bizi görmeye gelebilirsiniz.” diyordu. “Krişnadayal benim öz kardeşim gibidir. Son zamanlarda aramızda görüş ayrılıkları var, onun için artık konuşmuyoruz ya da mektuplaşmıyoruz ama insanın çocukluk arkadaşı onun etinden ve kanından bir parça gibi oluyor. Babanızla aramdaki eski dostluk nedeniyle size de kendimi çok yakın hissediyorum.”
Pareş Babu’nun dingin ve sevecen sesi, bir anda Gora’nın ateşini söndüren bir muska etkisi gösterdi. Geldiğinde yaşlı adamı selamlarken ona hiç saygı göstermediğini açıkça belli etmişti ama şimdi önünde büyük bir saygıyla eğiliyordu. Suçarita orada değilmiş gibi davranıyordu çünkü kızın varlığının farkında olduğunu gösterecek bir davranışın kendisini kabalığın doruğuna çıkaracağına inanıyordu. Pareş Babu’nun karşısında yerlere kadar eğilen Binoy, başıyla Suçarita’yı da selamladı ama sonra yaptığından utanmış gibi telaşla Gora’nın peşine takıldı.
Vedalaşma törenine katılmak istemeyen Haran içeri girdi ve masanın üzerinde bulduğu bir Brahmo ilahi kitabını karıştırmaya başladı. Ama konuklar gider gitmez telaşla terasa çıktı ve Pareş Babu’ya: “Saygıdeğer efendim, kızları eve gelen her erkekle tanıştırmak doğru değildir.” dedi.
Bu söz Suçarita’yı o kadar öfkelendirdi ki duygularını daha fazla bastıramadı ve haykırdı: “Eğer babam dediğinizi yapmış olsaydı, sizi hiçbir zaman tanıyamazdık!”
“Yalnızca kendi sınıfınızdaki insanlarla birlikte olursanız, bunun bir sakıncası yoktur.” dedi Haran.
“Toplum içindeki ilişkilerimizi kısıtlayarak kadınlarımızı tekrar hareme kapatmamızı mı istiyorsunuz?” dedi Pareş Babu gülerek. “Ben kızlarımın dar görüşlü olmamaları için farklı görüşleri savunan insanlarla tanışmaları taraftarıyım. Bu konuda fazla seçici davranmayı gereksiz buluyorum.”
“Ben onların farklı görüşlere sahip insanlarla tanışmamaları gerektiğini söylemedim.” diye karşılık verdi Haran. “Ama bu delikanlılar hanımlara nasıl davranacaklarını bile bilmiyorlar.”
“Hayır, hayır!” diye onu uyardı Pareş Babu. “Sizin görgüsüzlük olarak yorumladığınız davranış tarzı utangaçlıktan başka bir şey değil. Hanımların arasına karışmadıkları sürece bundan asla kurtulamazlar.”

11
O akşam Haran, Gora’ya haddini bildirmeyi ve Suçarita’nın karşısında zafer bayrağını dalgalandırmayı çok istemişti. Başlangıçta Suçarita da onu desteklemişti. Ama sonra her şey değişmişti. Suçarita sosyal ve dinî konularda Gora’ya katılmıyordu ama ırkıyla insanlarına duyduğu saygı ve sevgi, onu taraf değiştirmeye itmişti. Daha önce hiç ülkenin durumu ile ilgili tartışmalara girmemişti fakat kendi insanlarının hor görülmesine dayanamayan Gora öfkeyle kükredikçe ona yakınlık duymaya başlamıştı. O güne kadar hiç kimsenin ana vatanını böyle güçlü bir inançla savunduğunu görmemişti.
Binoy ile Gora gittikten sonra Haran arkalarından konuşup onları görgüsüzlükle suçlayınca, Suçarita ona karşı olduğunu göstermek için yine diğer iki gencin tarafını tutmak zorunda kaldı.
Bununla birlikte, Gora’ya duyduğu olumsuz duyguları tamamen bastırabilmiş değildi. Onlara bir köylü gibi giyinerek geldiği için hâlâ ona kızgındı. Küstahlığının aşırı dindarlıktan kaynaklandığının farkındaydı; onda bir şeye bütün benliğiyle inanan bir insanın doğallığı yoktu, inancının ona gerçek anlamda doyum vermediği belliydi; bu doyumsuzluk, çevresindeki insanlara yönelik öfke ve küstahlık şeklinde dışa vuruyordu.
O akşam Suçarita gerek sofrada, gerekse Lila’ya masal anlatırken hiç dinmeksizin içini kemiren bir acı hissetti. Vücudunuza batan bir dikeni çıkarmak için tam olarak nereye battığını bilmeniz gerekir. Suçarita da terasta oturdu ve canını yakan dikenin yerini bulmaya çalıştı. Akşam serinliğinin kalbindeki ateşi söndüreceğini sanıyordu, ne var ki bu bir işe yaramadı. İçinde ona ağlama isteği veren tanımlayamadığı bir sıkıntı vardı ama gözünden bir damla bile yaş gelmedi.
Suçarita’yı yiyip bitiren şey, tanımadığı küstah bir gencin, alnında kastının sembolüyle evlerine gelmesi ya da bir tartışmada onu alt etmenin ve gururunu kırmanın olanaksızlığını kabullenmek zorunda kalması değildi. Bunun mantıklı bir açıklama olmadığını bilen genç kız başka bir neden arıyordu ve gerçek nedeni anladığında utançtan kıpkırmızı kesildi. O delikanlıyla iki üç saat yüz yüze oturmuştu, arada bir onu savunarak tartışmaya katılmıştı ama Gora kızla hiç ilgilenmemişti, giderken ona selam bile vermemişti, başından sonuna kadar onun varlığının farkında değilmiş gibi davranmıştı. Kendisini bu kadar çok üzen şeyin ilgisizlik olduğundan artık emindi. Binoy’un da kaba davranışları olmuştu ama bu doğaldı çünkü kadınlarla birlikte olmaya alışkın değildi, onun için çekingendi ve öz güveni yoktu. Ama Gora’nın kabalığının nedeni tamamen farklıydı.
Gora’nın ilgisizliğine dayanmak ya da onu tamamen silip atmak Suçarita için neden bu kadar zordu? Onun ilgisizliğine karşın, kendini kontrol altında tutamayıp sık sık söze karıştığını düşündükçe utançtan ölmek istiyordu. Gora yalnızca bir kez, öfkeyle Haran’ı haksızlık yapmakla suçladığında ona bakmıştı. Bu bakışta utanç belirtisi yoktu ama ne olduğunu anlamak da olası değildi. Ona akıl danışılmadığı hâlde erkeklerin sözüne karıştığı için kendini kanıtlamaya çalışan şımarık bir kız olduğunu mu düşünmüştü? Onun düşüncesi neyi değiştirirdi? Hiçbir şeyi değiştirmezdi, Suçarita bunu biliyordu ama bu onu avutmaya yetmiyordu. O akşamı unutmak, tamamen belleğinden silmek için çok uğraştı fakat bunu yapamadı. Sonra içinde Gora’ya karşı bir öfke duydu ve bu boş inançlı, küstah gencin adını nefretle anmak istedi. Ama bunu da başaramadı, sesi gök gürültüsünü andıran o dev adamın kararlı bakışları gözünün önünde canlandığında öz güvenini yitiriyor ve onun karşısında kendini küçülmüş hissediyordu.
İçindeki çelişkili duygulara karşı bir savaş veren Suçarita gece geç saatlere kadar oturdu. Herkes odasına çekilmişti ve ışıklar sönmüştü. Ön kapının kapandığını duydu, demek ki hizmetçilerin işi bitmişti ve yatmaya hazırlanıyorlardı.
O sırada üzerinde geceliğiyle Lolita geldi ve hiçbir şey söylemeden korkuluğa dayanıp durdu. Suçarita gülümsedi. O gece Lolita ile yatacağına söz vermiş ve bunu tamamen unutmuştu; doğal olarak şimdi ona kızgındı. Unutkanlığı için Lolita’dan özür dilemesinin işe yaramayacağını biliyordu çünkü unutkanlık başlı başına bir suçtu. Lolita insanlara verdikleri sözleri anımsatacak yapıda bir insan değildi. Üzüldüğünü belli etmeden uzun süre yatakta kalmıştı ama zamanla hayal kırıklığı artmıştı ve daha fazla beklemeye dayanamayan kız yataktan çıkıp hâlâ uyanık olduğunu göstermek için sessizce ablasının yanına gelmişti.
Suçarita yerinden kalktı ve yavaşça Lolita’nın yanına giderek: “Lolita, bir tanem, lütfen bana kızma.” dedi.
Homurdanarak ondan uzaklaşan Lolita: “Kızmak mı?” diye sordu. “Neden kızacakmışım ki? Sen oturmana bak.”
“Haydi, yatağa gidelim.” dedi Suçarita yalvaran bakışlarla, sonra onun elini tuttu.
Lolita karşılık vermeden olduğu yerde kalınca, Suçarita onu yatak odasına kadar sürükledi.
Lolita boğuk bir sesle sordu: “Neden bu kadar geç kaldın? Saatin on bir olduğunu bilmiyor musun? Her saat başı guguklu saatin sesini duydum ve seni bekledim. Ama artık çok geç oldu, uykun geldiği için benimle konuşamayacaksın.”
“Özür dilerim hayatım.” dedi onun yanına giden Suçarita.
Onun hatasını kabul etmesiyle birlikte Lolita’nın öfkesi yatıştı ve bir anda sakinleşti. “Bunca zamandır tek başına oturmuş kimi düşünüyorsun Didi?” diye sordu. “Panu Babu’yu mu?”
“Ah, saçmalama!” diye bağırdı Suçarita onu azarlarcasına.
Lolita, Panu Babu’ya dayanamıyordu. Ama delikanlının Suçarita’ya duyduğu ilgiyi kız kardeşleri gibi alaya almaktan da hoşlanmıyordu. Haran’ın ablasıyla evlenmek istediğini düşündükçe öfkeden deliye dönüyordu.
Kısa bir suskunluktan sonra Lolita, ablasına sordu: “Binoy Babu çok tatlı bir insan, değil mi Didi?” Bunu Suçarita’nın duygularını öğrenmek amacıyla sorduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu.
“Evet canım, Binoy Babu gerçekten iyi bir insana benziyor.”
Lolita’nın beklediği yanıt bu değildi, onun için konuşmayı sürdürdü: “Sen ne dersen de Didi, ben Gourmohan Babu’nun çekilmez biri olduğunu düşünüyorum. Ne kadar garip bir ten rengi var, yüz hatları ne kadar sert! Üstelik çok da ukala! Senin üzerinde nasıl bir izlenim bıraktı?”
“Bana göre aşırı dindar bir insan.” diye yanıt verdi Suçarita.
“Hayır, sorun bu değil!” diye haykırdı Lolita. “Amcamız da çok dindardır ama aralarında fark var. Ben… Ben… Bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.”
“Evet, gerçekten çok farklılar!” diye güldü Suçarita. Bunu söylerken gözünün önünde Gora’nın geniş, beyaz alnındaki kast sembolü canlandı ve öfkesi tekrar kabardı. Gora, giyimi ve davranışıyla onlara açıkça, “Ben sizden farklıyım!” demişti. Onun gururunun kırıldığını görmekten başka hiçbir şey Suçarita’nın öfkesini yatıştıramazdı.
Konuşmalarının hızı yavaş yavaş kesildi ve uykuya daldılar. Suçarita sabahın ikisinde şiddetli yağmurun sesiyle uyandı. Odanın köşesindeki lamba sönmüştü ve gökyüzünde çakan şimşeklerin ışığı cibinlikten süzülüp yataklarını aydınlatıyordu. Gecenin sessiz karanlığında hiç durmaksızın yağan yağmurun sesi genç kızın sinirini bozuyordu. Yatakta bir yandan diğerine dönüp dururken, kıskançlıkla derin bir uykuda olan Lolita’nın yüzüne bakıyordu; o gece bir daha uyuyamadı.
Huzursuzca yataktan çıktı ve balkon kapısına doğru yürüdü. Kapıyı açtı ve arada bir esen rüzgârla birlikte onu ıslatan yağmur damlalarını izlemeye başladı. O akşam olup biten her şeyi bir bir aklından geçirdi. Gora’nın batmakta olan güneşin ışınlarıyla kızıla boyanan heyecanlı yüzü, sofrada dinlediği ama sonradan unuttuğu konuşmalar ve delikanlının kalın ve boğuk sesiyle birlikte yeniden gözünün önünde canlanmıştı.
Sesi kulaklarında çınladı: “Sizin cahil dediğiniz insanlar, benim partimin insanları. Sizin batıl inanç dediğiniz şey, benim dinim! Ülkenizi sevmediğiniz ve kendi insanlarınızın yanındaki yerinizi almadığınız sürece ana vatanımız hakkında bir tek kötü söz bile söylemenize izin veremem.” Haran ona şöyle karşılık vermişti: “Herkes sizin gibi düşünürse ülkede nasıl reform yapılır?” Bunun üzerine Gora, “Reform mu?” diye kükremişti. “Bu biraz daha bekleyebilir, sevgi ve saygı reformdan önce gelir. Biz bir birlik olmayı başarırsak, o zaman ülkede reformlar kendiliğinden yapılır. Size kalsa, ayrılıkçı politikanızla ülkeyi yüzlerce parçaya bölersiniz. Bizim ülkemiz boş inançları olan insanlarla dolu ve siz, boş inançları olmayanlar, kendinizi onlardan üstün görüyor ve onlara tepeden bakıyorsunuz! Ama herkesten daha üstün olsak bile, kendimizi insanlarımızdan ayrı görmememiz gerekir! Biz birleşip bir bütün olacağız, hangi inançlarımızın kalacağına, hangilerinin yaşamımızdan çıkacağına ülkemiz ve ülkemizin Tanrı’sı karar verecek.”
Haran sert bir sesle: “Ülkede bu birleşmeyi olanaksızlaştıran çok fazla gelenek ve görenek var.” deyince Gora ona şöyle karşılık vermişti: “Birleşme için bize zarar veren gelenek ve görenekleri kökünden söküp atmak, okyanusu geçmek için kepçeyle suyunu boşaltmaya benzer. Gururu ve insanları küçümsemeyi bir tarafa bırakın. Alçak gönüllülükle bizden biri olun, o zaman sevginizle her şeyin üstesinden gelebilirsiniz. Her toplumun hataları ve zayıf noktaları vardır ama insanlar sevgi bağıyla birbirlerine bağlanırlarsa, hiçbir zehir onları etkileyemez. Kokuşma tehlikesi her zaman vardır ama siz yaşadığınız sürece buna engel olabilirsiniz; unutmayın, yalnızca ölüler kokuşur. Bilmeniz gereken bir şey var, bu etki ister sizden gelsin, ister yabancı misyonerlerden, biz dış kaynaklı reform girişimlerinden hiçbirini kabul etmeyeceğiz.”
Haran bunun nedenini öğrenmek isteyince Gora ona yanıt vermişti: “İyi bir nedenimiz var. Biz ailelerimiz tarafından cezalandırılmaya karşı değiliz. Ama polis devreye girdiğinde zorbalıkla bizi doğru yoldan tamamen saptırıyor. Eğer onlara boyun eğersek insanlıktan çıkarız. Reformlarınızı yapmadan önce bizi kardeşiniz olarak kabul ederseniz, buna bir diyeceğim yok ama bunu yapamazsanız, bize zarar vereceği için sizden gelecek iyi niyetli önerilere bile karşı çıkarız.”
Suçarita, Gora’nın söylediklerini kelime kelime anımsıyordu ve bunları düşündükçe kalbindeki sızı artıyordu. Sonunda uykusu geldi, yatağa dönüp elleriyle gözlerini kapattı ve bu düşünceleri zihninden uzaklaştırarak uyumaya çalıştı; ama kulaklarıyla yüzü yanıyordu ve kafası birbirlerine karşıt, çelişkili fikirlerle kaynıyordu.

12
Binoy, Pareş Babu’nun evinden çıktıktan sonra sokakta: “Gora!” dedi. “Biraz daha yavaş yürür müsün eski dostum? Bacakların benimkilerden daha uzun, biraz yavaşlamazsan sana yetişeceğim diye soluğum kesilecek.”
“Bu gece yalnız kalmak istiyorum.” dedi Gora sertçe. “Düşünmem gereken çok şey var.” Sonra aynı hızla yürüyerek oradan uzaklaştı.
Binoy’un kalbi kötü kırılmıştı. O gün ilk defa bir kuralı çiğnemiş ve ona karşı gelmişti. Gora bunun için ona bağırıp çağırsaydı içi rahatlayacaktı. Bu fırtına, bir ömür boyu süren dostluklarının üzerine çöken kara bulutları dağıtacak ve tekrar rahat soluk almasını sağlayacaktı.
Öfkeyle onu orada bırakıp gittiği için Gora’yı suçlamıyordu; ama uzun arkadaşlıkları boyunca aralarında hiç böyle ciddi bir anlaşmazlık olmamıştı. O kasvetli gecede, belli aralıklarla gürleyen karanlık yağmur bulutlarının altında yürüyen Binoy kalbinin sıkıştığını hissediyordu. Karanlıkta gözden yiten Gora kendi yolunda ilerlerken, yaşamının akışı bir anda yön değiştirmiş, onu bambaşka bir yola sokmuş gibiydi.
Ertesi sabah uyandığında düşünceleri berraklaşmıştı. Bir önceki gece kendine gereksiz yere işkence ettiğine ve Pareş Babu’ya duyduğu yakınlığın Gora ile arkadaşlığını zedelemeyeceğine karar verdi. Bu olayı büyütüp boşu boşuna kendini üzdüğünü düşününce yüzü gülmeye başladı.
Şalını[16 - Bengalliler evde altlarına dhuti, üstlerine de tunik giyerler; sokağa çıkarlarken bir atkı ya da şal alırlar.] omzuna attı ve ağır ağır Gora’nın evine doğru yürüdü. Gora alt katta oturmuş gazete okuyordu. Pencereden Binoy’un geldiğini görmüştü ama o gün içinden arkadaşıyla selamlaşmak için gözlerini gazeteden ayırmak gelmedi. Binoy hiçbir şey söylemeden gazeteyi onun elinden aldı.
“Sanırım bir hata yaptın.” dedi Gora soğuk bir sesle. “Ben Gourmohan’ım, boş inançları olan bir Hindu’yum.”
“Belki de hata yapan sensindir.” diye karşılık verdi Binoy. “Ben Binoy Bhusan’ım, Gourmohan’ın boş inançları olan arkadaşıyım.”
“Gourmohan o kadar inatçı bir adamdır ki boş inançları için hiç kimseden özür dilemez.”
“Binoy da öyledir. Ama o boş inançlarını başkalarına zorla aşılamaya çalışmaz.”
İki arkadaş çok kısa bir süre içinde ateşli bir tartışmaya daldı ve Binoy’un Gora’yı ziyarete geldiği bütün komşuların kulağına gitti.
“O gün Pareş Babu’nun evine gittiğini benden saklamana ne gerek vardı?” diye sordu Gora sonunda.
“Ben hiç kimseden bir şey saklamadım.” dedi Binoy gülümseyerek. “Daha önce oraya hiç gitmedim. İlk defa dün o evin kapısından içeri girdim.”
“Gördüğüm kadarıyla, oraya giderken yolu bulmuşsun ama çıkarken bunu başarabildiğinden emin değilim!” dedi Gora alaycı bir sesle.
“Belki bulamamışımdır.” diye karşılık verdi Binoy. “Belki ben doğuştan böyleyimdir. Sevdiğim ve saydığım insanları kolay kolay bırakıp gidemiyorum. Sen bu huyumu iyi bilirsin.”
“Demek bundan sonra oraya tekrar gitmeyi düşünüyorsun?”
“Oraya giden tek insan ben olmayabilirim. İstersen sen de gidebilirsin; hiç kimse seni yerine çivilemedi ya!”
“Ben gitsem bile geri dönerim.” dedi Gora. “Ama gördüğüm kadarıyla, sen orada kalıcı olmak istiyordun. Çayını sevdin mi?”
“Biraz acıydı.”
“O hâlde neden içtin?”
“Onu geri çevirmek daha acı olurdu.”
“Dini korumak için kibarlık yeterli midir?”
“Her zaman değildir. Bana bak Gora, dinin kurallarıyla kalbinin sesi birbirine ters düşerse…”
Öfkelenen Gora, Binoy’un sözünü bitirmesini bekleyemedi. “Kalbinin sesi mi?” diye kükredi. “Sen dine o kadar az önem veriyorsun ki attığın her adımda duyguların kurallarla çatışıyor. Dine vurulan her darbenin ona ne kadar büyük bir zarar verdiğini görebilseydin, kalbinden ve duygularından söz etmekten utanırdın. Pareş Babu’nun kızlarının üzüldüğünü görmek senin kalbini kırıyor; oysa benim kalbim, senin sudan nedenlerle hiç düşünmeden bütün toplumu yaraladığını gördüğüm zaman kırılıyor!”
“Öyle mi Gora?” dedi Binoy iğneleyici bir sesle. “Eğer birinin bir fincan çay içmesi topluma vurulan bir darbe oluyorsa, böyle bir darbe toplumun yararına olacaktır. Ülkeyi bu tür şeylerden uzak tutarsak, onu zayıflatır ve güçsüz düşürürüz.”
“Sevgili dostum.” diye karşılık verdi Gora. “Ben bu basmakalıp sözleri iyi bilirim, onun için beni aptal yerine koyma. Bunlar içinde bulunduğumuz duruma çözüm getirmez. Hasta bir çocuk, ilacını içmeyi reddederse, ona her ikisinin de aynı durumda olduğunu göstermek için anne o ilaçtan içer. Böyle bir durumda, sevgi tıbbi tedaviden daha etkilidir. Anne çocuğa sevgiyle yaklaşmazsa, ne kadar mantıklı davranırsa davransın, onunla arasındaki ilişki zedelenir ve istenilen sonuç elde edilemez. Ben seninle bir fincan çay için tartışmıyorum, beni ülkenle arandaki bağlarını koparman üzüyor. Pareş Babu’nun kızlarını gücendirmek pahasına da olsa, o çayı içmemen gerekirdi! Ülkemizi bugünkü durumundan kurtarmak için tek bir vücut olarak birleşmek zorundayız. Bunu başarabilirsek, çay içip içmemek gibi konular sorun olmaktan çıkar.”
“Öyle görünüyor ki, ikinci fincan çayımı içmek için çok beklemem gerekecek.” dedi Binoy.
“Hayır, o kadar beklemene gerek yok.” diye karşılık verdi Gora. “Binoy, neden benim peşimi hiç bırakmıyorsun? Hindu dininde hoşuna gitmeyen diğer şeylerle birlikte beni de yaşamından çıkarmanın zamanı geldi artık. Bunu yapmazsan Pareş Babu’nun kızlarını çok üzersin!”
O sırada Abinaş içeri girdi. Gora’nın öğrencilerinden biriydi. Dar kafalı ve bayağı bir insandı. Gora’nın ağzından çıkan her bilgiyi çevresine çarpıtarak aktarırdı. Gora’yı anlayamayanlar, Abinaş’ı çok iyi anladıklarını düşünür ve onu överlerdi. Binoy’u çok kıskanan Abinaş, her fırsatta saçma sapan bir görüş ortaya atar ve onunla boy ölçüşmeye kalkışırdı. Binoy onun aptallığına dayanamaz ve sözü kısa kesmeye çalışırdı; onlar tartışırlarken, Gora savaş alanına dalar ve tartışmayı istediği doğrultuda yönlendirirdi. Abinaş da onun kendi görüşlerini savunduğunu ileri sürer ve bununla övünürdü.
Abinaş’ın gelmesiyle birlikte, Gora ile uzlaşmaya varma şansını tamamen yitirdiğini bilen Binoy yukarıya çıktı ve kilerin önünde sebze doğrayan Anandamoyi’nin yanına gitti.
“Bir süredir senin sesini duyuyorum.” dedi Anandamoyi. “Neden bu kadar erken geldin? Evden çıkmadan kahvaltı ettin mi?”
Başka zaman olsaydı ona, “Hayır, etmedim.” derdi ve Anandamoyi’nin ona sunduğu güzel yiyeceklerin keyfini çıkarırdı ama o gün kadına: “Teşekkür ederim anne.” dedi. “Ben kahvaltımı yapıp geldim.”
O gün Gora’ya onu daha fazla aşağılaması için fırsat vermek istemiyordu. Henüz tam olarak bağışlanmadığını biliyordu ve arkadaşının soğuk davranışı canını sıkıyordu.
Anandamoyi’nin yanına oturdu ve cebinden çıkardığı çakıyla patates soymaya başladı. Yaklaşık on beş dakika sonra tekrar aşağıya indiğinde Gora ile Abinaş’ın orada olmadığını gördü. Bir süre sessizce Gora’nın odasında oturdu; sonra gazeteyi eline aldı ve ilgisizce ilanlara göz attı. Sonunda sıkıntıyla iç çekti ve dışarı çıktı.
Öğle yemeğini yedikten sonra yine Gora’yı görmek istedi. O güne kadar arkadaşına hep saygılı davranmıştı, şimdi gururunu ayaklar altına alması gerekse bile, dostluklarının hatırına aradaki kırgınlığı gidermek zorundaydı. Pareş Babu’ya gösterdiği yakınlıktan sonra Gora’ya duyduğu bağlılığın sarsıldığını biliyordu. Bunun için azarlanmaya ve hor görülmeye hazırdı ama Gora’nın ceza olarak onu yaşamından çıkaracağı aklının ucundan bile geçmemişti. Evinden çıkan Binoy, biraz yürüdükten sonra geri döndü; Gora’nın aşağılayıcı sözleriyle arkadaşlıklarının bir yara daha almasını istemediği için bir kez daha onun evine gitmeye cesaret edememişti.

13
Böylece birkaç gün geçti, Gora’ya mektup yazmaya karar veren Binoy, bir gün öğle yemeğinden sonra eline kalemini aldı ve masasının başına oturdu. Düşüncelerini kâğıda aktaramamasının nedenini ucu körelen kalemde aradığı için yazmaya ara verdi ve bir bıçakla onu özene bezene yontmaya başladı. Bu işle uğraşırken, aşağıdan birinin ona seslendiğini duydu. Kalemi masanın üzerine fırlattıktan sonra: “Yukarı gelin Mohim dada!” diye bağırdı ve koşarak aşağıya indi.
Mohim yukarıya çıktı ve Binoy’un yatağına rahatça kuruldu. Odadaki eşyaları dikkatle inceledikten sonra: “Bana bak Binoy.” dedi. “Senin adresini biliyorum. Nasıl olduğunu da merak ediyorum ama sen de yaşıtların gibi odanda ne tembul ne de tütün bulunduruyorsun. Yine de bana sunacak özel bir şeyin varsa…” Binoy’un telaşlandığını görünce biraz duraksadı, sonra sözünü sürdürdü: “Kafandan, dışarı çıkıp bir nargile almak geçiyorsa, lütfen benim için bunu yap. Bana tütün ikram etmediğin için seni bağışlayabilirim ama beni acemi bir delikanlının eliyle hazırlanmış yeni bir nargileden yoksun bırakmana dayanamam.” Mohim yanında duran yelpazeyi alıp bir süre yelpazelendikten sonra ziyaretinin nedenini söyledi: “Pazar günü öğle uykumdan fedakârlık yaparak sana gelmemin bir nedeni var. Benim için bir şey yapmanı istiyorum.”
“Ne yapmamı istiyorsunuz?”
“Önce bana bunu yapacağına söz ver.”
“Yapabileceğim bir şeyse, tabii ki yaparım…”
“Bunu yalnızca sen yapabilirsin. Bana evet demelisin.”
“Neden böyle çekingen davranıyorsunuz?” diye sordu Binoy. “Biliyorsunuz, ben artık aileden sayılırım. Yardıma gereksiniminiz varsa, sizin için elimden geleni yaparım.”
Mohim cebinden çıkardığı tembul yapraklarının bir kısmını Binoy’a ikram ettikten sonra kalanını ağzına atıp çiğnemeye başladı ve şöyle söyledi: “Kızım Sasi’yi tanıyorsun. Neyse ki babasına çekmemiş, çirkin bir kız değildir. Yıllar çabuk geçiyor, artık büyüdü ve evlenme çağına geldi. Beş para etmez bir adamın eline düşecek diye o kadar çok korkuyorum ki, geceleri gözüme uyku girmiyor.”
“Gereksiz yere endişeleniyorsunuz.” dedi Binoy onu avutmaya çalışarak. “Onu evlendirmek için önünüzde daha çok zaman var.”
“Eğer bir kızın olsaydı, beni daha iyi anlardın.” diye karşılık verdi Mohim iç çekerek. “Yıllar geçti ve kızım büyüdü ama hâlâ karşısına iyi bir damat adayı çıkmadı. Zamanın böyle hızlı geçmesi beni çok kaygılandırıyor. Ama sen bana umut verirsen, gönül rahatlığıyla bir süre daha bekleyebilirim.”
Binoy’un kafası karışmıştı. “Korkarım ona göre birini tanımıyorum.” diye mırıldandı. “Aslına bakarsanız, Kalküta’da sizin ailenizin üyelerinin dışında neredeyse hiç kimseyi tanımıyorum ama birini bulmaya çalışırım.”
“Sasi’yi iyi tanırsın, onun nasıl bir kız olduğunu bilirsin.” dedi Mo-him.
“Tabii ki bilirim!” diyerek güldü Binoy. “Ben onu bebekliğinden beri tanıyorum, çok iyi bir kızdır.”
“O hâlde damat adayını uzakta aramana gerek yok oğlum. Onu sana veriyorum.” Bunu söyleyen Mohim’in yüzü zaferle aydınlandı.
“Ne!” diye bir çığlık attı Binoy, paniğe kapılmıştı.
“Bir gaf yaptıysam beni bağışla.” dedi Mohim. “Senin ailenin bizimkinden daha üstün olduğunu biliyorum. Ama sen çağdaş eğitim almış bir delikanlısın, böyle şeylere fazla önem vermezsin.”
“Hayır, hayır!” diye haykırdı Binoy. “Bunun ailelerimizle ilgisi yok ama o daha çok küçük…”
“Ne demek istiyorsun?” diye çıkıştı Mohim. “Sasi yeterince büyüktür! Hindu ailelerinin kızları mem-sahip[17 - Mem-sahip: Sahibin karısı ya da güçlü bir kadın.] değildir, hiçbir zaman geleneklere karşı gelmezler.”
Mohim kurbanlarının peşini kolay kolay bırakan tipte bir insan değildi. Onun ağına düşen Binoy ne yapacağını bilmiyordu. Sonunda: “Bunu biraz düşünelim.” diyerek kendini kurtarmaya çalıştı.
“İstediğin kadar düşünebilirsin. Merak etme, senden hemen düğün tarihini saptamanı istemeyeceğim.”
“Bunu aileme danışmak zorundayım…” diye kekeledi Binoy.
“Elbette.” diye onun sözünü kesti Mohim. “Onların onayını alman gerekir. Amcan hayatta olduğu sürece onun isteklerine ters düşecek bir şey yapamayız.” Cebinden biraz daha tembul aldı ve gitti, bu işin sonuca bağlandığını düşündüğü belli oluyordu.
Bir süre önce, Anandamoyi de Binoy’a, isterse Sasi ile evlenebileceğini söylemişti ama birbirlerine uygun olmadıklarını düşünen Binoy bunu kulak ardı etmişti. Hâlâ aynı fikirdeydi ancak şimdi bu öneriyi mantıklı bulmaya başlamıştı. Kızla evlenirse Gora’nın ailesine girecekti ve onlar onu kolay kolay yaşamlarından çıkaramayacaklardı. Binoy İngilizlerin evliliği bir sevgi bağı olarak görmesini eskiden beri yadırgardı, onun için Sasi ile evlenme düşüncesi ona çok aykırı gelmiyordu. Tam tersine, bundan büyük bir mutluluk duymuştu çünkü Mohim’in önerisi, Gora’ya akıl danışması için iyi bir fırsat olacaktı.
Bu öneriyi kabul etmesi için arkadaşının ona baskı yapmasını ümit ediyordu. Gora aracılık yapmak istemese bile, Mohim er geç onu araya sokardı.
Bu düşünce Binoy’un içindeki sıkıntıyı hafifletti ve bir an önce Gora’yı bulmak için evden çıktı. Biraz yürüdükten sonra Satiş’in ona seslendiğini duydu. Birlikte eve dönerlerken, cebinden mendile sarılı bir şey çıkaran oğlan: “Bilin bakalım, bunun içinde ne var?” dedi.
Binoy kuru kafadan köpek yavrusuna kadar olmayacak bir sürü şey saydı ama her defasında oğlandan olumsuz karşılık aldı.
Satiş sonunda mendili açtı, içinde rengi siyaha çalan meyveler vardı. Binoy’a sordu: “Bana bunların ne olduğunu söyleyebilir misiniz?”
Binoy fazla düşünmeden birkaç meyve adı söyledikten sonra yenilgiyi kabul etti. Satiş meyvelerin Rangoon’da yaşayan halasından geldiğini ve annesinin tatması için birkaçını ona gönderdiğini söyledi.
O günlerde, Kalküta’da Birmanya mangustanı fazla bulunmuyordu. Binoy onları eline aldı; önce salladı, sonra sıktı ve en sonunda oğlana sordu: “Haydi, söyle artık Satiş Babu, bu meyve nasıl yenir?”
Onun bilgisizliğine gülen Satiş: “Kabuğunu görüyor musunuz? Bunu ısıramazsınız, meyveyi bıçakla kesmeniz ve içini yemeniz gerekir.”
Kısa bir süre önce, Satiş meyvelerden birini ısırmak için başarısız birkaç girişimde bulunmuş ve ailesini çok güldürmüştü. Şimdi Binoy’a gülerek kendi düştüğü komik durumu unutmaya çalışıyordu.
Aralarındaki yaş farkına karşın iyi arkadaş olmuşlardı, biraz şakalaştıktan sonra Satiş: “Binoy Babu.” dedi. “Başka bir işiniz yoksa annem bize gelmenizi istiyor. Bugün Lila’nın doğum günü.”
“Üzgünüm, bugün gelemem.” dedi Binoy. “Başka bir yere gidiyorum.”
“Nereye gidiyorsunuz?”
“Bir arkadaşımın evine.”
“Benim gördüğüm arkadaşınıza mı?”
“Evet.”
Satiş onun kendi evlerine gelmeyip başka bir arkadaşına, hem de varlığına dayanamadığı birine gitmek istemesini kabullenemedi. Binoy’un, öğretmeninden bile daha ciddi görünen ve herkesin hayranlığını kazanan bir müzik kutusunun değerini bilmeyen bir adamda ne bulduğunu anlamıyordu. Israrla: “Hayır Binoy Babu.” dedi. “Benimle gelmek zorundasınız.”
Binoy’un teslim bayrağını çekmesi fazla uzun sürmedi. Duygularındaki çatışmaya ve mantığının itirazına karşın, tutsak alındı ve oğlanın elini tutarak 78 numaraya doğru yürümeye başladı. Birmanya’dan gelen değerli meyveleri onunla paylaşmaları ve böyle özel bir günde onu aralarında görmek istemeleri onu çok mutlu etmişti.
Pareş Babu’nun evine yaklaştığında, Lila’nın doğum gününü kutlamaya gelen tanımadığı birkaç kişiyle birlikte evden çıkan Haran’ı gördü. Haran Babu onu görmezlikten geldi ve yanından geçip gitti.
Binoy içeri girerken koşuşturan insanların ayak sesleriyle kahkahalar duydu. Sudhir, Labonya’nın albümünü sakladığı çekmecenin anahtarını çalmıştı. Edebiyat dünyasının ünlü adlarından biri olmak isteyen genç kızın albümünde onu herkesin diline düşürecek birkaç şiir vardı ve Sudhir kızı, bu şiirleri konukların önünde okumakla tehdit ediyordu. Binoy savaş alanına geldiğinde iki taraf arasındaki çatışma en ateşli noktasındaydı. Labonya ile yandaşları onu görür görmez bir anda ortadan kayboldular, eğlenceyi kaçırmak istemeyen Satiş de arkalarından koştu. Sonra Suçarita içeri girdi. “Annem biraz beklemenizi istiyor, az sonra burada olacak.” dedi. “Babam, Anat Babu’yu çağırmaya gitti, o da birazdan döner.”
Binoy’u biraz olsun rahatlatmak için Gora’dan söz etmeye başladı. “Herhâlde bir daha bize gelmez!” dedi gülerek.
“Neden böyle düşünüyorsunuz?” diye sordu Binoy.
“Bu evde kızların erkek içine çıktığını görünce dehşete kapıldı.” diye karşılık verdi Suçarita. “Onun, kendilerini evlerine adayan kadınların dışında hiçbir kadına saygı duymadığından eminim.”
Binoy bu görüşe karşı söyleyecek bir şey bulmakta zorlandı. Kızın söylediğini yalanlamak isterdi ama doğru olan bir şeyi nasıl yalanlayabilirdi? Yalnızca şunu söyleyebildi: “Sanırım Gora, kendilerini tamamen ev işlerine vermeyen kızların ailelerine karşı görevlerini eksiksiz bir biçimde yerine getiremediklerini düşünüyor.”
“Öyleyse kadınlarla erkeklerin görevlerinin tamamen birbirinden ayrılması daha doğru olmaz mı?” diye sordu Suçarita. “Erkeğin eve girmesine izin verilirse, dış dünyayla arasındaki bağ zayıflayabilir! Siz de arkadaşınızla aynı görüşte misiniz?”
Binoy o ana kadar kadınların toplum içindeki yerlerini belirleyen kurallar konusunda Gora ile aynı görüşteydi. Gazeteler için bu konuyla ilgili yazılar bile yazmıştı. Ama şimdi bu görüşü savunamazdı. “Görmüyor musunuz?” dedi. “Bu konularda hepimiz geleneklerin tutsağıyız. Her şeyden önce, kadını evinin dışında görmekten büyük bir rahatsızlık duyuyoruz çünkü buna alışkın değiliz. Sonra da kendimizi haklı çıkarmak için bunun ahlak kurallarına aykırı, uygunsuz bir şey olduğunu söylüyoruz. Her şeyin temelinde gelenekler vardır, savunulan düşünceler yalnızca bahanedir.”
Suçarita soruları ve görüşleriyle her fırsatta sözü Gora’ya getirdi ve Binoy, arkadaşının hakkında söyleyebileceği her şeyi içtenlikle ona söyledi. Daha önce hiç bu kadar inandırıcı bir konuşma yapmamıştı. Gora bile kendi ilkelerini böyle açık ve anlaşılır bir biçimde aktaramayabilirdi. Hiç beklenmedik bir anda kendini gösteren kıvrak zekâsıyla anlatım gücünden etkilenen Binoy içinde, yüzüne yansıyan bir mutluluk duydu. “Kutsal metinlerimiz şöyle der.” dedi. “Kendini bil çünkü bilgi özgürlüktür. Size şu kadarını söyleyebilirim, arkadaşım Gora Hindistan’ın bilincinin canlı örneğidir. O hiçbir zaman sıradan bir insan olamaz. Biz, çekiciliğiyle aklımızı çelen değersiz şeylerin ya da yeniliklerin peşinde koşarken, Gora onu yoldan çıkaracak her şeyden uzak durur ve gök gürültüsünü andıran sesiyle mantrasını tekrarlar: “Kendini bil!”
Suçarita onu can kulağıyla dinlediği için konuşma uzuyordu ama beklenmedik bir anda yandaki odadan şiir okuyan Satiş’in tiz sesi geldi:
Acı sözlerle bana bunu söylemeyin,
Yaşam yalnızca boş bir düştür demeyin.
Zavallı Satiş’e hiçbir zaman konukların önünde yeteneklerini sergileme fırsatı verilmezdi. Konuklar hemen hemen her gelişlerinde can sıkıntılarını gizlemeye çalışarak Lila’nın İngilizce şiirlerini dinlemek zorunda kalırlardı. Baroda iki çocuğun arasında her konuda bir rekabet olduğunu bilmesine karşın, Satiş’e hiç şiir okutmazdı. Oğlanın en büyük zevki, bulduğu her fırsatta Lila’nın gururunu kıracak bir şey yapmaktı. Binoy’un bir önceki gelişinde onun karşısına Lila çıkarılmıştı ve Satiş’e yeteneğini kanıtlama şansı verilmemişti. Bu konuda ısrarcı davranırsa azar işiteceğini biliyordu. Bunu kendine yediremeyen oğlan dışarıdaki konuklardan habersizmiş gibi, yandaki odada şiirini okumaya başlayınca Suçarita kendini tutamayıp güldü.
O sırada Lila örgülü saçlarını sallayarak içeri girdi, koşarak Suçarita’nın yanına gitti ve kulağına bir şey fısıldadı.
Onlar konuşurken saat dördü vurdu. Binoy, Pareş Babu’nun evine gelirken oradan erken kalkıp Gora’ya gitmeye karar vermişti ve arkadaşından söz ettikçe onu görme isteği artmıştı. Saat çalınca telaşla yerinden kalktı.
“Hemen gitmek zorunda mısınız?” dedi Suçarita. “Annem size çay yapıyor. Biraz daha kalsanız olmaz mı?”
Bu Binoy için bir soru değil, buyruktu, hiç karşı çıkmadan yerine oturdu. Sonra Labonya, üzerinde güzel bir ipek elbiseyle içeri geldi, çayın hazır olduğunu ve annelerinin onları terasta beklediğini söyledi.
Binoy çayını içerken, Bayan Baroda onu oyalamak için hiçbir ayrıntıyı atlamadan bütün çocuklarının yaşam öyküsünü anlattı. Lolita, Suçarita’yı içeri götürmüştü, geride yalnızca kendini örgüsüne vermiş olan Labonya kalmıştı. Bir gün örgü örerken ustalıkla kullandığı ince parmakları için övgü alan kız, o günden sonra gelen her konuğun karşısında eline örgüsünü almayı alışkanlık hâline getirmişti.
Güneş batarken eve dönen Pareş Babu, Brahmo Samaj’ın pazar ayinine gitmeleri gerektiğini söyledi. Bayan Baroda bir itirazı yoksa Binoy’u aralarında görmekten mutluluk duyacaklarını belirtince, Binoy hiçbir şey söyleyemeden onlarla gitmek zorunda kaldı.
İki arabaya bindiler ve Samaj’a doğru yola çıktılar. Ayinden sonra arabalara binmeye hazırlanırlarken, Suçarita irkilerek bir çığlık attı: “Bakın, Gourmohan Babu burada!”
Hiç kuşkusuz, Gora onları görmüştü ama görmezlikten geldi ve oradan uzaklaştı. Arkadaşının kabalığı Binoy’u utandırıyordu ama onun telaşla kaçıp gitmesinin nedenini hemen anlamıştı. Gora grubun içinde onu görmüştü. O ana kadar bütün dünyasını aydınlatan mutluluk bir anda söndü. Binoy’un düşüncelerini okumakta gecikmeyen Suçarita onu üzen şeyin ne olduğunu hemen anladı. Sırf Brahmolara karşı ön yargılı olduğu için Binoy gibi bir arkadaşa böyle bir haksızlık yapmasına dayanamayan kızın öfkesi tekrar kabardı ve her zamankinden daha büyük bir hırsla, onun bütün yaşamında başarısız olmasını diledi.

14
Gora öğle yemeğine başlarken, bunun kafasını kurcalayan konuyu açmak için iyi bir fırsat olduğunu düşünen Anandamoyi: “Bu sabah Binoy geldi.” diyerek öylesine bir şey söylermiş gibi söze başladı. “Onu görmedin mi?”
Gora gözlerini tabağından ayırmadan kestirip attı: “Gördüm.”
“Ona kalmasını söyledim.” dedi Anandamoyi uzun bir suskunluktan sonra. “Ama aklı başka yerdeydi, beni dinlemeden çekip gitti.”
Gora karşılık vermeyince Anandamoyi sözünü sürdürdü: “Gora, onu huzursuz eden bir şey var, bundan eminim. Binoy’u daha önce hiç böyle görmedim. Bu hâli hoşuma gitmiyor.”
Gora hiçbir şey söylemeden yemeyi sürdürdü. Anandamoyi oğlunu, onu kızdırmaktan korkacak kadar çok seviyordu. Ona kendiliğinden açılmazsa konuşması için fazla baskı yapmazdı. Başka zaman olsaydı, konuyu çoktan kapatmış olurdu ama Binoy için çok endişeleniyordu, bu nedenle konuşmayı sürdürdü: “Dinle beni Gora, seninle açık konuştuğum için bana kızma. Tanrı herkesi birbirinden farklı yaratmıştır ve bütün insanların aynı yolu izlemesini beklemez. Binoy seni canı gibi seviyor, onun için senin her şeyine katlanıyor ama onu kendin gibi düşünmeye zorlarsan, arkadaşlığınızın sonu iyi olmaz.”
“Anne, bana biraz daha süt getirir misiniz?” dedi Gora, bu onun son sözü oldu.
Böylece konuşma sona erdi. Anandamoyi yemeğini yedikten sonra düşünceli bir hâlde yatağında oturdu ve dikiş dikmeye başladı, onu hizmetçilerden birinin işlediği bir günahla ilgili tartışmanın içine çekmeye çalışan Laçmi, sonunda yoruldu ve öğle uykusunu uyumak için yere uzandı.
Mektuplarını yazmak Gora’nın uzun zamanını aldı. O sabah Binoy onun ne kadar öfkeli olduğunu görmüştü, kendini bağışlatmak için geri geleceğinden emindi. Sürekli ayak seslerini dinliyordu. Sonunda gün bitti ama Binoy hâlâ ortada yoktu.
Gora’nın işi bitmek üzereyken Mohim yanına geldi. Bir sandalyeye oturdu ve hemen konuya girdi: “Sasi’nin evliliği için ne düşünüyorsun?”
Gora bu konuyu hiç düşünmediği için suçluluk duydu ve suskun kaldı.
Bunun üzerine Mohim, evliliğe hazır uygun bir damat adayı bulmanın ve ailelerinin, o günün koşullarıyla drahoma ödemesinin zorlukları hakkında uzun bir söylev verdi ve bir amca olarak Gora’yı görevini yapmaya çağırdı. Sonunda köşeye sıkışan Gora, hiçbir çözüm yolu bulamadığını itiraf edince ona en iyi çözümün Binoy olduğunu söyledi. Mohim’in sözü bu kadar uzatmasına gerek yoktu ama Gora’ya belli etmemekle birlikte, ondan biraz korkuyordu.
Ülkelerine daha iyi hizmet etmek için hiç evlenmemeye karar verdikten sonra, Binoy’un damat adayı olarak uygun bulunacağı Gora’nın aklının ucundan bile geçmemişti. “Biz evlenmemeye karar verdik.” diyerek konuyu kapatmak istedi.
“Siz ne biçim Hindusunuz?” diye parladı Mohim. “Bütün kast işaretleriniz ve tikilerinize karşın, aldığınız İngiliz eğitimi kanınıza işlemiş. Kutsal metinlerin bütün Brahman çocuklarına evlenmeyi buyurduğunu bilmen gerekir!”
Mohim, çağdaş erkekler gibi dinin kurallarını hiçe saymazdı ama kutsal metinlerle de fazla ilgilenmezdi.
Otellerde yemek yiyerek gösteriş yapmayı anlamsız bulurdu; Gora gibi basit bir yaşam sürmenin ve sabah akşam kutsal metinlerden söz etmenin de gereksiz olduğuna inanırdı. Onun sloganı “Roma’da Romalılar gibi davranmalısın!” idi. Bu nedenle Gora ile konuşurken kutsal metinlerden söz etmeyi unutmadı.
Bu konu iki gün önce gündeme gelseydi, Gora ağabeyini dinlemek bile istemezdi ama şimdi bunu bir kalemde silinip atılacak bir olasılık olarak görmüyordu. Her şeyden önce bu, Binoy’un evine gitmek için iyi bir bahane olacaktı. “Tamam.” dedi. “Binoy’un bu konuda ne düşündüğünü öğrenirim.”
“Öğrenecek bir şey yok.” diye karşılık verdi Mohim. “Sen onun nasıl düşünmesini istersen öyle düşünecektir. Bunu onayladığını belirtirsen hiçbir sorun çıkmaz ve bu işi olmuş kabul edebiliriz.”
O akşam Gora, Binoy’un evine gitti ve fırtına gibi içeri daldı ama evde kimse yoktu. Uşağı çağırdı ve ondan Binoy’un 78 numaraya gittiğini öğrendi.
Gora’nın kalbi, Pareş Babu, ailesi ve diğer bütün Brahmo Samajlara duyduğu nefretle doldu ve içinde yükselen isyan dalgasını bastırmaya çalışarak, aceleyle Pareş Babu’nun evine gitti. Amacı bütün düşüncelerini açıkça söylemek ve hem o Brahmo’nun ailesine, hem de Binoy’a zor anlar yaşatmaktı. Ama eve vardığında hepsinin akşam ayinine gittiğini öğrendi.
Bir an için Binoy’un onlarla gittiğinden kuşku duydu, belki de o anda Gora’nın evindeydi. İçi içine sığmayan Gora her zamanki tez canlılığıyla koşarak Brahmo Samaj’a gitti. Kapıya vardığında, Binoy’un Bayan Baroda’nın arkasında arabaya doğru yürüdüğünü gördü. Sokakta, herkesin ortasında bir grup yabancı kızla dolaşmaktan utanmıyordu! Budala! Onların tuzağına ne çabuk düşmüştü; bu iş ne kadar kolay olmuştu! Artık arkadaşlıklarının bir anlamı kalmamıştı. Binoy, arabanın karanlığında sessizce oturmuş dışarı bakarken, rüzgâr gibi oradan uzaklaştı.
Vaazın Binoy’u duygulandırdığını düşünen Bayan Baroda, onu derin düşüncelerinden ayırmak istemedi.

15
O gece, Gora eve döner dönmez terasa çıktı ve orada bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı.
Biraz sonra Mohim soluk soluğa kardeşinin yanına geldi. “İnsan kanatsız bir canlıdır.” diye homurdandı. “Neden evleri üç katlı yaparlar ki? Gökyüzündeki tanrılar onların katına tırmanmaya çalışan bu kara hayvanlarını asla hoş görmeyecektir! Binoy ile konuştun mu?”
Gora soruya dolaylı bir yanıt verdi: “Sasi’nin Binoy ile evlenmesine olanak yok!”
“Neden, Binoy hayır mı dedi?”
“Ben hayır diyorum!”
“Ne!” diye haykırdı Mohim, çaresizlik içinde ellerini havaya kaldırmıştı. “Senin kafanın içinde yine ne tilkiler dolaşıyor? Bunu neden onaylamadığını öğrenebilir miyim?”
“Binoy’un dinimize daha fazla bağlı kalacağını sanmıyorum.” dedi Gora “Onu ailemize sokmak doğru olmaz.”
“Buna inanamıyorum!” diye gürledi Mohim. “Bugüne kadar çok bağnaz tanıdım ama senin gibisini görmedim. Bu gidişle Benares ya da Nadia panditlerini bile gölgede bırakacaksın. Onlar insanların dine bağlanmalarını yeterli bulurlar ama sen karşındakilerden sonsuza kadar dinden dönmeyeceklerini garanti etmelerini istiyorsun. Bir gün düşünde birinin Hristiyan olduğunu gördüğün için ondan arınmasını istersen buna hiç şaşırmam!”
Bu konuyu biraz tartıştılar, sonra Mohim şöyle söyledi: “Kızı karşıma çıkan ilk görgüsüz adama veremem. Eğitimli insanlar da arada bir kutsal metinlerdeki kuralları çiğneyebilirler, bunun için onlarla tartışabilirsin, hatta onları herkese rezil edebilirsin; ama evlenmelerini yasaklayarak benim zavallı kızımı cezalandıramazsın! Her şeyin olumsuz yönünü görmeye çalışmaktan vazgeç artık!”
Alt kata inen ve doğru Anandamoyi’nin yanına giden Mohim: “Anne, Gora’ya dur demenin zamanı geldi artık!” dedi.
“Neden, Gora ne yaptı?” diye sordu Anandamoyi.
Mohim, olanları anlattı: “Binoy’u Sasi ile evlenmeye ikna etmek üzereydim, Gora da bunu onaylamıştı; ama bir anda Binoy’un yeterince iyi bir Hindu olmadığını keşfetmiş. Anladığım kadarıyla, eski din adamlarımızın koyduğu kurallara ters düşen görüşleri varmış! Gora çok ters davranmaya başladı, bunun ne demek olduğunu bilirsiniz. Din adamlarımızın dışında ona söz geçirebilen tek insan sizsiniz. Onunla gerektiği gibi konuşursanız, kızımın geleceği sağlama bağlanır. Ona Binoy kadar iyi bir koca bulamayız.”
Mohim bunları söyledikten sonra Gora ile yaptığı konuşmayı ayrıntılarıyla anlattı. Duydukları Anandamoyi’yi çok sarstı. Demek ki Gora ile Binoy’un arasındaki anlaşmazlık her zamankinden daha ciddi boyutlara ulaşmıştı.
Gora’yı bulmak için yukarı çıktı ama Gora terasta dört dönmeyi bırakmış ve kitap okumak için odasına gitmişti. Annesi bir sandalye çekip yanına oturunca karşısındaki sandalyeye uzattığı ayaklarını aşağıya indirdi ve yerinde dimdik oturarak onun yüzüne baktı.
“Gora, sevgili oğlum!” diye söze başladı Anandamoyi. “Lütfen beni dinle ve Binoy ile kavga etme. Bana hâlâ kardeş olduğunuzu söyle. Ben sizin aranızın açılmasına dayanamam.”
“Eğer arkadaşım kendini akıntıya bırakmaya karar verirse, onun peşinden koşarak zamanımı boşa harcayamam.” dedi Gora.
“Oğlum, aranızdaki sorunun ne olduğunu bilmiyorum ama sen kendini Binoy’un aranızdaki bağı koparmak istediğine inandırırsan, bu dostluğunuzun yeterince güçlü olmadığını gösterir.”
“Anne!” diye karşılık verdi Gora. “Biliyorsunuz, ben düz bir yolda ilerlemeyi severim. Eğer biri, bir ayağıyla benim yolumda, diğeriyle bir başkasınınkinde yürümek isterse, ona yolumdan çekilmesini söylerim ve bu işin sonunda ikimizden biri zarar görürse bunu umursamam.”
“Onunla aranda ne geçti?” diye sordu Anandamoyi. “Bir Brahmo’nun evine gittiğini biliyorum, bütün suçu bu mu?”
“Bu uzun bir öykü anne.”
“İstediği kadar uzun olsun, sana söyleyecek bir sözüm var. Sen sadakatinle övünürsün ve sıkıca sarıldığın bir şeyi asla bırakmazsın. Neden Binoy ile arandaki bağ bu kadar gevşek? Abinaş partiden ayrılmak isteseydi, ondan böyle kolayca vazgeçer miydin? Binoy’u gerçek bir arkadaş olduğu için mi hiç düşünmeden hayatından çıkarıyorsun?”
Bir süre suskun kalan Gora düşünceye daldı. Anandamoyi’nin sözleri bazı şeylere berraklık kazandırmıştı. O ana kadar hep görev uğruna arkadaşlığını kurban ettiğini düşünmüştü ama şimdi bunun tam tersinin geçerli olduğunu görüyordu. Arkadaşlığın gereklerini tam olarak yerine getirmediği için onu âşık olmakla suçluyor ve acımasızca cezalandırıyordu. Aralarında böyle güçlü bir bağ varken Binoy’un onun sözünden çıkmaması gerektiğini düşünüyordu ama Binoy ona başkaldırmıştı ve Gora’yı gücendiren buydu.
Sözlerinin etkili olduğunu gören Anandamoyi başka bir şey söylemedi ve gitmek üzere ayağa kalktı. Onunla birlikte yerinden fırlayan Gora askıdan şalını aldı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Anandamoyi.
“Binoy’a.”
“Önce karnını doyursan daha iyi olmaz mı? Yemek hazır.”
“Binoy’u buraya getireceğim, yemeği birlikte yeriz.”
Anandamoyi, aşağıya inmek üzereyken merdivenden gelen ayak seslerini işitti ve durdu. “Bak, Binoy burada!” dedi. Hemen ardından Binoy göründü.
Onu görünce Anandamoyi’nin gözleri yaşardı. “Umarım yemek yememişsindir oğlum.” dedi sevgi dolu bir sesle.
“Yemedim anne.” dedi Binoy.
“O hâlde burada ye.”
Binoy, Gora’ya baktı ve Gora: “Binoy, sen çok yaşayacaksın.” dedi. “Ben de sana geliyordum!”
İki arkadaşı yalnız bırakarak oradan uzaklaşan Anandamoyi’nin üzerinden büyük bir yük kalkmıştı.
Gençlerin ikisi de kendilerinde onları bir araya getiren en önemli konuyu açma cesaretini bulamıyordu. Gora sudan bir konuyla konuşmayı başlattı: “Kulüpte oğlanlara ders veren yeni jimnastik öğretmenini tanıyor musun? Çok iyi bir öğretmen!” Akşam yemeği için aşağıya çağrılana kadar konuşmayı bu şekilde sürdürdüler.
Yemek yerlerken, Anandamoyi onların konuşmalarından aralarındaki duvarın henüz yıkılmadığını anlamıştı. Yemekten sonra: “Binoy!” dedi. “Çok geç oldu, bu gece burada kalmalısın. Ben senin evine haber gönderirim.”
Binoy, önce kafasından geçenleri anlamaya çalışırcasına Gora’ya baktı, sonra şöyle söyledi: “Bir Sanskrit özdeyişi vardır: Akşam yemeği yiyen biri, bir krala yakışır biçimde davranmalıdır. Bu gece tekrar sokağa çıkmayacağım, burada kalacağım.”
İki arkadaş terasa çıktı ve yerdeki hasırın üzerine oturdu. Gökyüzü ay ışığıyla aydınlanmıştı. Sonbaharın tembel, beyaz bulutları ağır ağır ayın önünden geçtikten sonra karanlıkta yitip gidiyordu. Yer yer ağaçların üst dallarıyla bütünleşen farklı yükseklik ve boyutlardaki çatılar, belirsiz ve anlamsız bir ışık ve gölge oyunu gibi dört bir yanda ufka kadar uzanıyordu.
Yakınlardaki bir kilisenin çanı on biri çaldı. Dondurmacıların sesi artık duyulmuyordu. Trafik gürültüsü de hafiflemişti. Çevredeki sokaklarda hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Yalnızca bir köpek havlamasıyla ahırların ahşap kapılarını çifteleyen atların sesi geliyordu.
İkisi de uzun süre konuşmadı. Duygularının sesini dinleyen Binoy sonunda kararsızlığını yendi ve düşüncelerini açıkça söyledi: “Kalbim artık bu yükü kaldırmıyor Gora. Benim düşüncelerimin seni ilgilendirmediğini biliyorum ama bunları sana söylemediğim sürece huzur bulamayacağım. Bunun iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu bilmiyorum ancak emin olduğum bir şey var; bu hafife alınacak bir olay değil. Bu konuda çok şey okudum ve birkaç gün öncesine kadar bilmem gereken her şeyi bildiğimi sanıyordum. Bir göl manzarasına bakarken orada yüzmenin ne kadar güzel olduğunu düşünen biri gibiydim ama şimdi suyun içindeyim ve bunun hiç kolay olmadığını görüyorum.”
Bu başlangıçtan sonra, yaşamını değiştiren olağanüstü deneyimi elinden geldiğince açık bir biçimde Gora’ya anlattı. Son günlerde gecesiyle gündüzünün birbirine karışarak onu sardığını, gökyüzünün sonsuz bir boşluk olmaktan çıktığını, ilkbaharda içi bal dolan bir arı kovanı gibi sevgiyle cisimleştiğini söyledi. Artık her şey ona daha yakın görünüyordu; her şey ona dokunuyor ve yeni bir anlam kazanıyordu. Daha önce dünyayı bu kadar çok sevdiğini bilmiyordu, gökyüzünün görkeminin, ışığın güzelliğinin ve sokaklardaki insan selinin gerçekliğinin farkında değildi. İçinden, karşısına çıkan her canlı için bir şey yapmak geliyordu, tıpkı güneş gibi, gücünü sonsuza kadar dünyanın hizmetine sunmak istiyordu.
Binoy’un konuşma tarzından, onun aklında belli birinin olduğunu anlamak çok zordu. Bir ad vermemeye özen gösteriyordu, hatta verecek bir ad olduğunu bile belli etmiyordu. Bunları söylediği için kendini suçlu hisseder gibiydi. Özgürlüğe kavuşmuştu ama aynı zamanda kendini küçük düşürmüştü. Ne olursa olsun, öyle bir gecede sessiz gökyüzünün altında arkadaşının yanında otururken içindeki duyguları bastıramazdı.
Ne güzel bir yüzü vardı! İçindeki yaşama sevinci bu duyarlı yüze nasıl yansıyordu! Ne kadar zekiydi! Yüz hatlarının ne kadar anlamlı bir derinliği vardı! Gülümsediği zaman en gizli düşünceleri bile gözlerinden nasıl okunuyordu! Gözleri kirpiklerinin gölgesinde nasıl sessizce gizleniyordu! Hele o elleri yok muydu! Düşüncelerini aktarmaya hazır iki güzel nöbetçi gibi her an hazır bekliyorlardı. Binoy bu görüntünün bütün gençliğini, hatta yaşamını mutlulukla dolduracağını hissediyordu ve kalbi, içindeki sevinç dalgasıyla birlikte göğsünden fırlayacakmış gibi atıyordu.
Bu yaşta, birçok insanın bir ömür boyunca tadamadığı bir mutluluğu yaşamaktan daha güzel ne olabilirdi? Yoksa bu bir tür delilik miydi? Yanlış bir şey mi yapıyordu? Acaba o… Artık her şey için çok geçti. Eğer akıntı onu kıyıya götürecekse, bir sorun yoktu ama onu açığa sürükleyecek ve boğacaksa, hiç kimse buna engel olamazdı. Zaten o kurtarılmak istemiyordu. Demek ki alnında bütün gelenek ve göreneklerden kopmak ve akıntıyla birlikte sürüklenmek yazılıydı.
Gora sessizce onu dinledi. Durgun, mehtaplı gecelerde birçok kez terasta oturup edebiyat, insanlar, toplumun refahı ve kendi gelecekleri gibi çeşitli konular üzerinde tartışmışlardı ama hiç böyle özel bir konudan söz etmemişlerdi. O güne kadar hiç kimse Gora’ya böyle içtenlikle açılmamıştı, hiç kimse kalbinin derinliklerinde gizlediği duyguları böyle canlı bir biçimde ifade etmemişti. Bu gibi duygusallıkları aptalca taşkınlıklar olarak görürdü ama o gece duydukları ona öylesine dokunmuştu ki, dinlemekten kendini alamıyordu. Bu duygusal patlama onu da fazlasıyla sarsmıştı, arkadaşının coşkusunun dalga dalga bütün benliğini sardığını hissediyordu. Kalbini örten sis perdesi bir an için dağıldı ve sonbaharın büyülü ay ışığı onun en karanlık köşelerini bile aydınlattı.
Ayın çatıların arkasında kaybolduğunun, yerini doğudan yükselen ve uyuyan bir bebeğin yüzündeki belli belirsiz gülümsemeye benzeyen zayıf bir ışığın aldığının farkında değillerdi. İçini boşaltan ve üzerindeki yükten kurtulan Binoy bundan utanç duymaya başlamıştı. Biraz duraksadıktan sonra sözünü sürdürdü: “Benim yaşadıklarım sana çok önemsiz gelebilir. Bu yüzden beni küçümseyebilirsin ama elimden ne gelir? Bugüne kadar senden hiçbir şey gizlemedim, beni ister anla, ister anlama, sana içimi dökmek zorundaydım.”
Gora yanıt verdi: “Binoy, doğrusunu istersen ben bu işlerden anlamam, daha birkaç gün öncesine kadar sen de anlamazdın. İnsana büyük bir tutku ve coşku verebilir ama yaşamın diğer zenginliklerle birlikte bize sunduğu bu duyguyu anlamsız bulduğumu yadsıyamayacağım. Belki gerçekte böyle değildir, yanılıyorsam bunu kabul ederim. Bu bana sağlam bir temeli olmayan, güçsüz bir duygu olarak görünüyor çünkü bugüne kadar hiç bunun gücünü hissedecek kadar derine inmedim. Ama şimdi senin bütün benliğinle yaşadığın duyguyu sudan bir şeymiş gibi görmezlikten gelemem. Doğanın bir kuralı vardır, insanlar çalışma alanlarının dışında kalan gerçekleri önemsiz olarak kabul etmelidir; yoksa hiç kimse işini yapamaz. Tanrı kafamızı karıştırmamak için bize her şeyi aynı açıklıkta göstermez. Üzerinde yoğunlaşacağımız alanı kendimiz seçmeli ve onun dışında kalan şeyleri yaşamımızdan çıkarmalıyız; gerçeği başka türlü bulamayız. Senin gerçeğin imgesini gördüğün mabette ben ibadet edemem, eğer bunu yaparsam, kendi yaşamımın gerçeğini asla bulamam. Herkesin kendine yalnızca tek bir yol seçmesi gerekir.”
“Anlıyorum!” diye haykırdı Binoy. “Ya Binoy’un yolunu seçeceksin ya da Gora’nınkini. Ben kendimi geliştirme yolundayım, oysa sen teslimiyeti seçiyorsun.”
Gora öfkeyle onun sözünü kesti: “Binoy, bana öyle dokundurmalar yapma! Bugün hafife alınamayacak önemli bir gerçekle yüz yüze olduğunu biliyorum. Gerçeği öğrenmek istiyorsan, kendini tamamen ona vermek zorundasın, bunun başka yolu yoktur. Benim gerçeğimin de bir gün böyle canlı bir biçimde karşıma çıkmasını çok isterim. Bugüne kadar sevgi hakkında kitaplarda okuduklarından daha fazlasını bilmiyordun. Ben de vatan sevgisini kitaplardan öğrendim. Gerçek sevgiyi denedikten sonra okuduklarından ne kadar farklı olduğunu gördün. Senin bütün dünyan bu sevgi oldu artık; nereye gidersen git ondan kaçamazsın. Benim vatan sevgim böyle güçlü ve açık bir biçimde karşıma çıktığında ben de kaçacak yer bulamayacağım. Bütün varlığımı, yaşamımı, kanımı, kemiklerimdeki iliğimi; gökyüzümü, ışığımı, kısacası her şeyimi alacak. Ülkemin gerçek görüntüsü öyle görkemli, öyle güzel, öyle temiz, öyle aydınlık olacak ki; acısı ile sevinci de kontrol altına alınamayan bir su taşkını gibi, yaşamla ölümü beraberinde sürükleyip götürecek kadar coşkulu ve güçlü olacak. Seni dinlerken bunları görür gibi oldum. Senin yaşamını değiştiren deneyim benimkine de yeni bir bakış açısı getirdi. Senin duygularını bir gün anlayıp anlayamayacağımdan emin değilim ama her zaman tatmak istediğim bir zevki senin kanalınla deneme fırsatını buldum.”
Gora konuşurken ayağa kalkmış ve bir aşağı bir yukarı yürümeye başlamıştı. Tan yerinin habercisi olan belli belirsiz aydınlık, onun için sözlü bir mesaj kadar etkiliydi. Yaşlı Hindistan ormanlarının ıssız köşelerinde yankılanan Veda ilahilerini dinlemişçesine duygulandı. Bir an için hareketsiz kaldı, bütün vücudu ürperiyordu, hızla içinde büyüyen bir nilüferin, kafatasını delerek gökyüzüne yükseldiğini ve dev taç yaprakları ile ışık saçan çiçeklerinin her yeri kapladığını hissetti. Bilinci ve gücü, yaşamın olağanüstü güzelliğinin coşkusu içinde yitip gitmiş gibiydi.
Gora bir anda kendini toparladı; “Binoy!” dedi. “Senin aşkın yeterince büyük ama bunun sınırlarını da aşman gerekir, burada duramazsın. Olağanüstü gücüyle beni hizmete çağıran Tanrı’nın büyüklüğünü ve gerçekliğini bir gün sana göstereceğim. Şu anda kalbim, seni ondan başkasının eline teslim etmeyeceğimi bilmenin mutluluğuyla atıyor.”
Binoy da ayağa kalktı ve Gora’nın yanına geldi. Gora alışılmamış bir coşkuyla onu kucaklayarak: “Kardeşim, biz artık tek bir vücut olduk.” dedi. “Birimizin ölümü, diğerinin ölümü olacak; hiç kimse bizi durduramayacak ve birbirimizden ayıramayacak.”
Gora’nın aşırı heyecanı Binoy’un kalp atışlarını hızlandırmıştı. Hiçbir şey söylemeden kendini arkadaşının ellerine bıraktı. Doğuda gökyüzü kızıla boyanırken sessizce terasta yürüdüler.
Gora sözünü sürdürdü: “Kardeşim, benim taptığım Tanrıça, beni güzelliği ile kutsamıyor. Onu yalnızca açlıkla yoksulluğun ve acıyla aşağılamışlığın olduğu yerlerde görüyorum. İbadetimi çiçekler ve ilahilerle değil, yaşamın kurbanlarının kanıyla yapıyorum. Bu davada bizi hiçbir güzelliğin baştan çıkaramayacağını bilmek bana çok büyük bir mutluluk veriyor; hepimiz bütün gücümüzü toplayarak harekete geçmeye ve yaşamımızdaki her şeyi gözden çıkarmaya hazır olmalıyız. Böyle bir eylemin eğlenceli bir tarafı yoktur; bu, dayanılması güç, karşı koyulmaz bir uyanıştır. Acılı ve korkunçtur, varlığın ipleri öyle acımasızca çekilir ki, gam notalarına ayrılırken her notanın çığlığını ayrı ayrı duyarsın. Bunları düşünürken yüreğim yerinden oynuyor, her erkeğin bu coşkuyu duyması gerekir çünkü bu Şiva’nın yaşam dansıdır. İnsanoğlu tüm araştırmaları, yok olan eskinin alev alev yanan tepelerinin üzerinde bütün güzelliğiyle yeniyi görmek için yapar. Ben günün ilk ışıklarında, bu kan kırmızısı gökyüzünde geçmişle bağlarını koparmış aydınlık bir gelecek görüyorum. Dinle, göğsümde delice atan kalbim geleceğin zaferini nasıl müjdeliyor!” Bunu söyledikten sonra Binoy’un elini kalbinin üzerine koydu.
“Gora, kardeşim!” dedi Binoy büyük bir heyecanla! “Sonuna kadar senin yoldaşın olacağım. Hiçbir zaman yolumdan dönmeme izin vermemelisin. Amansız yazgı gibi, elimden tutmalı ve beni acımasızca peşinden sürüklemelisin. İkimiz de aynı yoldayız ama güçlerimiz eşit değil.”
“Aynı yapıda olmadığımız bir gerçek.” diye karşılık verdi Gora. “Ama duyacağımız yüce mutluluk, farklı yapılarımızı aynı noktada birleştirecek. Şu anda bizi birbirimize yaklaştıran sevgiden çok daha büyük bir sevgi, ikimizi tek bir vücut hâline getirecek. Bu sevgiyi bütün benliğimizde hissedemezsek, o zaman atacağımız her adımda aramızda bir anlaşmazlık çıkar ve birbirimizden koparız. Ama öyle bir gün gelecek ki, aramızdaki bütün farklılıkları, hatta arkadaşlığımızı bile unutacağız, gerçek bir özveriyle kendimizi davamıza adayacak ve omuz omuza yürüyeceğiz. Arkadaşlığımız, bu abartısız coşkuyla kusursuzluğun doruğuna ulaşacak.”
Binoy, Gora’nın elini sıkarak: “Bunu başaracağız!” dedi.
“Ama bu arada sana çok acı çektireceğim.” diye sözünü sürdürdü Gora. “Benim zorbalığıma katlanmak zorunda kalacaksın. Unutma, biz bu işi arkadaşlığımızı sürdürmek için yapmıyoruz, onun için aramızdaki bağları korumaya çalışarak kendimizi alçaltmamalıyız. Eğer daha büyük bir sevgi için arkadaşlığımızın ölmesi gerekiyorsa, buna engel olamayız ama onu yaşatmayı başarırsak, kusursuzlaştırmayı da başarırız.”
Arkadan gelen ayak sesleriyle irkildiler ve başlarını çevirip baktıklarında yukarıya çıkan Anandamoyi’yi gördüler. Kadın onları ellerinden tutarak yatak odasına kadar götürdü. “Haydi!” dedi. “Artık yatın!”
İkisi birden haykırdı: “Hayır anne, şimdi uyuyamayız!”
“Tabii ki uyuyabilirsiniz!” dedi iki arkadaşın yatağını hazırlayan Anandamoyi. Sonra kapıyı kapattı ve baş uçlarına oturarak onları yelpazelemeye başladı.
“Bizi yelpazelemeniz bir işe yaramaz anne.” dedi Binoy. “Şu anda uykumuzun gelmesine olanak yok.”
“Gelmez mi?” dedi Anandamoyi. “Bunu göreceğiz! Ben burada kalırsam, birbirinizle konuşamazsınız ve uykunuz gelir.”
Onlar uyuduktan sonra Anandamoyi sessizce odadan çıktı ve aşağıya inerken merdivende Mohim ile karşılaştı. “Şimdi olmaz.” diye uyardı onu. “Bütün gece oturdular, onları daha yeni yatırdım.”
“Tanrı’m, talihin cilvesine bak!” dedi Mohim. “Evlilikten söz edip etmediklerini biliyor musunuz?”
“Hayır, bilmiyorum.” diye yanıt verdi Anandamoyi.
“Bir karara varmış olmalılar.” dedi Mohim kendi kendine. “Ne zaman uyanırlar? Bu evlilik bir an önce gerçekleşmezse bir sürü sorun çıkabilir.”
“Biraz uyumalarına izin verirsen hiçbir sorun çıkmaz.” diye güldü Anandamoyi. “Merak etme, gün içinde uyanırlar.”

16
“Suçarita’yı evlendirmeye niyetiniz yok mu?” diye sordu Bayan Baroda.
Pareş Babu her zamanki sakin tavrıyla sakalını sıvazladı ve sordu: “Damat adayı nerede?”
“Bu nasıl bir soru böyle?” diye karşılık verdi Baroda. “O tabii ki Panu Babu ile evlenecek. En azından biz böyle düşünüyoruz. Suçarita da bunu biliyor.”
“Ben Suçarita’nın Panu Babu’dan hoşlandığından emin değilim.” dedi karısıyla tartışmayı göze alan Pareş Babu.
“Beni dinleyin!” diye haykırdı Baroda. “Ben böyle bir şeye dayanamam. Biz o kıza her zaman öz kızımızmış gibi davrandık, neden şimdi bize kapris yapıyor? Panu Babu gibi aydın ve dindar bir erkek ona ilgi duyuyorsa, bunun karşısında duyarsız kalması doğru mu? Siz ne derseniz deyin, benim Labonya’m ondan çok daha güzel olduğu hâlde, onun için uygun göreceğimiz koca adayına hayır demeyecektir. Suçarita’ya böyle arka çıkmayı sürdürürseniz, ona bir koca bulmak olanaksızlaşacak.”
Pareş Babu, özellikle Suçarita ile ilgili konularda karısıyla tartışmak istemezdi, bu nedenle suskun kaldı.
Suçarita’nın annesi Satiş’i doğururken öldüğünde kız daha yedi yaşındaydı. Babası Ram Şaran Haldar, karısını kaybedince Brahmo Samaj’a katılmış ve komşuların zulmünden kurtulmak için Dakka’ya sığınmıştı. Kent postanesinde çalışırken Pareş Babu ile o kadar yakın arkadaş olmuştu ki, Suçarita adamı öz babası kadar çok sevmeye başlamıştı. Ram Şaran beklenmedik bir anda bütün parasını iki çocuğuna bırakarak ölünce, Pareş Babu onların vasisi olmuştu ve çocuklar Pareş Babu’nun ailesi ile birlikte yaşamaya başlamışlardı.
Daha önceki bölümlerde Haran’ın ne kadar etkin bir Brahmo olduğundan söz etmiştik. Samaj’ın bütün etkinliklerinde onun adı geçiyordu; gece okulunda öğretmenlik ve kız okulunda sekreterlik yapıyordu. Aynı zamanda bir gazetenin başyazarıydı; o yorulmak bilmeyen bir insandı. Herkes onun Brahmo Samaj’da iyi bir konuma geleceğinden emindi. Yetiştirdiği öğrencilerin, kusursuz İngilizcesinin ve felsefe bilgisinin sayesinde Samaj’ın dışında da ün kazanmıştı.
Suçarita’nın Haran’a, diğer saygın Brahmolara gösterdiği ilgiyi göstermesinin nedeni buydu. Dakka’dan Kalküta’ya geldiğinde Haran ile tanışmak için sabırsızlanmıştı.
Sonunda bu ünlü erkekle tanışmıştı ve Haran ona duyduğu ilgiyi açıkça göstermekten kaçınmamıştı. Hiçbir zaman kıza aşkını ilan etmemişti ama onun eksikliklerini gidermek, hatalarını düzeltmek, yeteneklerini geliştirmek, kısaca onu kusursuzlaştırmak için o kadar büyük bir çaba harcamıştı ki, herkes onun genç kızı gelecekte kendine yakışacak iyi bir eş olarak yetiştirdiğinden emindi. Ünlü bir erkeğin kalbini kazandığını gören Suçarita, ona duyduğu saygıyla birlikte kendisiyle de gururlanmaktan kendini alamamıştı.
Haran onu resmen ailesinden istememişti ama herkes onların evliliğine kesin gözüyle bakıyordu. Suçarita da bu fikri benimsemiş ve bütün yaşamını Brahmo Samaj’a adayan bir erkeğe uygun bir eş olmak için kendini çalışmaya vermişti. Ama Haran ile birlikte kuracağı evi, mutlu bir yaşam süreceği sıcak bir yuva değil, ancak insanüstü bir çabayla ayakta tutabileceği, korku ve sorumluluk dolu bir kale olarak görüyordu. Onlar bir aile kurmak için değil, tarihe geçmek için çalışacaklardı.
O dönemde evlenselerdi, kızın başına konan talih kuşu ailesini çok mutlu edecekti. Ama ne yazık ki Haran’ın meslek yaşamında üstlendiği sorumluluklar onun için o kadar önemliydi ki, yalnızca karşılıklı beğeni üzerine kurulacak bir yuva için ideallerinden vazgeçmeyi onursuzluk olarak görüyordu. Bu evliliğin Brahmo Samaj’a bir çıkar sağlayıp sağlamayacağını öğrenmeden bir girişimde bulunmak istememiş ve bu amaçla Suçarita’yı sınamaya başlamıştı.
İnsan başkalarını sınarken kendi de sınanır. Haran ev halkı tarafından “Panu Babu” olarak anılmaya başladığında, yalnızca İngiliz dili uzmanı ve Brahmo Samaj için çalışan bilge atalarının ruhunu taşıyan yenilikçi bir metafizikçi olarak değil, aynı zamanda bir insan olarak da görülmeye başlanmıştı. Böylece saygı duyulan bir varlık olmaktan çıkıp, iyi ve kötü yönleriyle sıradan biri olmuştu.
Bu değişiklik beklenmedik bir şeye yol açmıştı. Aralarında belli bir uzaklık varken Suçarita’da saygı uyandıran özellikleri, birbirlerine yakınlaştıktan sonra kıza itici gelmeye başlamıştı. Brahmo Samaj’ın güzel, iyi ve gerçek olan her şeyinin bekçisi ve koruyucusu rolü oynaması, onu kızın gözünde küçültüyordu. Bir insanın gerçeği bulması için inançlı olması gerekir, ancak bu ruhu taşıyan biri alçak gönüllü olabilir. İnsan kendisiyle övünür ve buyurganlaşırsa bu, onun küçüklüğünü gösterir. Suçarita, Pareş Babu ile Haran’ın arasındaki farkı görmezlikten gelemezdi. Pareş Babu’nun kalbindeki gerçeğin soyluluğunu görmek için onun sakin yüzüne bakmak yeterliydi. Haran’da bunu görmeye olanak yoktu. Saldırganlığı ve kendini beğenmişliğiyle Brahmoculuğun dışında kalan her şeyi küçümsüyor, söyledikleri ve yaptıklarıyla kendi inancını da çirkinleştiriyordu.
Brahmo Samaj ile ilgili saplantılı fikirlerine ters düşen bir şey söylediğinde, karşısındaki Pareş Babu bile olsa, hiç çekinmeden onun düşüncesini çürütmeye çalışıyordu ve bu Suçarita’nın bütün vücudunun yaralı bir yılan gibi kasılmasına neden oluyordu. O dönemde Bengal’de İngiliz eğitimi görenler Bhagavadgita ile ilgilenmezdi. Ama Pareş Babu arada bir Suçarita’ya kitaptan parçalar okurdu. Kıza Mahabbarata’nın neredeyse tamamını okumuştu. Brahmoların evlerinde bu tür kitapların yasaklanmasını isteyen Haran bunu onaylamıyordu. Hinduların evlerinin baş köşesini süsleyen bütün eserlerden uzak durmak istediği için kendi de bunları okumamıştı. Savunduğu tek kutsal kitap İncil idi. Pareş Babu’nun gerek edebiyatta, gerekse diğer konularda Brahmocu olsun, olmasın her şeye ilgi göstermesi Haran’ı çileden çıkarıyordu. Suçarita, bunu sezdirmeden yapsa bile, Pareş Babu’yu eleştirecek kadar küstah birine hoşgörüyle bakamazdı. Haran’ı onun gözünde küçük düşüren, erkeğin açıkça ortaya koyduğu küstahlığıydı.
Suçarita, Haran’ın dar kafalılığı ve bağnazca yaptığı saldırılar yüzünden giderek ondan uzaklaşmıştı. Zaten her iki taraf da evlilik konusunu henüz gündeme getirmemişti. Dindar bir toplumda kendine diğerlerinden daha fazla değer veren bir insan, zamanla o değerde görülmeye başlar. Herkes Haran’ı Samaj’ın temel direklerinden biri olarak gördüğü için Pareş Babu onun söylediklerini hiçbir zaman sorgulamamış ve onu olduğu gibi kabullenmişti. Adamı düşündüren tek bir şey vardı, Suçarita’nın böyle bir kocaya uygun bir eş olup olmadığından emin değildi. Kıza Haran’dan hoşlanıp hoşlanmadığını sormak aklına bile gelmemişti.
Hiç kimse Suçarita’ya bu konudaki düşüncesini sormaya gerek duymadığı için, o da kendi duygularını önemsememeye başlamıştı. Haran evlenmeye hazır olduğunu söylediğinde, Brahmo Samaj’ın diğer üyeleri gibi, erkeğin isteğini bir görev olarak kabul etmek zorunda olduğunu düşünmüştü.
Pareş Babu, Suçarita’nın Gora’yı savunmak için söylediklerini duyana kadar bu böyle devam etmişti ama adam o akşamdan sonra kızının ona yeterince saygı beslediğinden kuşku duymaya başlamıştı. Aralarında bu olayla birlikte su üstüne çıkan büyük görüş ayrılıklarının olduğunu düşünüyordu. Baroda evlilik konusunu açtığında eskisi gibi istekli davranmayışının nedeni buydu.
Aynı gün, Bayan Baroda Suçarita’yı bir kenara çekerek, “Babanı endişelendiriyorsun.” dedi. Suçarita kaygıyla ona baktı, farkında olmada Pareş Babu’yu üzecek bir şey yaptıysa bu onu kahrederdi. Solgun bir yüzle sordu: “Neden, ben ne yaptım?”
“Ben bunu nasıl bilebilirim kızım?” dedi Baroda. “Panu Babu’dan hoşlanmadığını sanıyor. Brahmo Samaj’da herkes onunla yapacağın evliliğe kesin gözüyle bakıyor ama şimdi sen..”
“Siz ne diyorsunuz anne?” diye sözünü kesti Suçarita şaşkınlıkla, “Ben hiç kimseye bir şey söylemedim.”
Kız şaşırmakta haklıydı. Haran’ın davranışı sinirini bozuyordu ama onunla evlenme fikrine karşı çıkmayı bir kez bile olsun aklından geçirmemişti. Çünkü ona kendi mutluluğunun hiçbir önemi olmadığı öğretilmişti.
Sonra, birkaç gün önce Pareş Babu’nun önünde kendini tutamayıp Haran’a karşı çıktığını anımsadı ve babasını üzen şeyin bu olduğunu düşününce büyük bir vicdan azabı duydu. O güne kadar hiç kimseye böyle bir çıkış yapmamıştı, bunu bir daha yapmayacağına yemin etti.
O gün akşamüzeri Haran gelince Bayan Baroda onu odasına çağırdı ve şunları söyledi: “Panu Babu, herkes bizim Suçarita’mız ile evleneceğinizi söylüyor ama ben sizin ağzınızdan böyle bir şey duymadım. Gerçekten böyle bir düşünceniz varsa, neden bize söylemiyorsunuz?”
Haran bu konuşmayı daha fazla erteleyemezdi. İşi sağlama bağlamak için Suçarita’nın tamamen ona ait olduğunu hissettirmesi gerekirdi. Kızın Samaj’daki çalışmalarına ne kadar katkıda bulunacağını ve özel yaşamlarında ona ne kadar bağlılık duyacağını daha sonra öğrenebilirdi. “Bunu sormanıza bile gerek yok.” dedi. “Ben onun on sekizine basmasını bekliyordum.”
“Ne kadar kuralcısınız!” dedi Baroda. “On dördünü geçmesi yeterli.”[18 - Yasal evlilik yaşı.]
O gün Suçarita’nın çay sofrasındaki davranışı Pareş Babu’yu şaşırttı, uzun zamandır ilk defa Haran’ı böyle içten karşılıyordu. Haran gitmek üzereyken ona Labonya’nın yeni nakış işlemesini göstermek istediğini söyledi ve ısrarla onu yerine oturttu.
Pareş Babu’nun içi rahatlamıştı. İki sevgilinin arasında hiç kimseye söylemedikleri bir tartışma geçtiği için dargın olduklarını ama artık barıştıklarını düşünerek gülümsedi.
Haran gitmeden önce Suçarita’yı resmen Pareş Babu’dan istedi ve düğünün daha fazla ertelenmesini istemediğini sözlerine ekledi.
Şaşkınlığını gizleyemeyen Pareş Babu: “Siz on sekiz yaşından küçük bir kızla evlenmenin doğru olmadığını söylerdiniz.” dedi. “Bu fikri yazılarınızda bile savundunuz.”
“Bu Suçarita için geçerli değil.” dedi Haran. “çünkü o yaşına göre çok olgun bir kız.”
“Bu doğru olabilir.” dedi Pareş Babu, yumuşak sesinin altında bir sertlik vardı. “Özel bir nedeniniz yoksa, geleneklere göre davranmanız ve onun evlilik yaşına gelmesini beklemeniz gerekir.”
Zayıf noktasından yakalandığı için utanan Haran, telaşla açığını kapatmaya çalıştı: “Elbette, zaten bana bu yakışır. Ben yalnızca dostlarımızın ve Tanrı’nın huzurunda erken bir nişan töreni yapmak istiyorum.”
“Tamam, bu çok iyi bir fikir.” diye onu onayladı Pareş Babu.

17
İki üç saatlik bir uykudan sonra uyanan Gora, yanında uyuyan Binoy’u görünce kalbi mutlulukla doldu. Düşünde çok değerli bir şeyini kaybettiğini gören ve uyandığında bunun yalnızca bir düş olduğunu anlayıp rahatlayan birinin hafifliğini hissetti. Şimdi Binoy’un değerini daha iyi anlıyordu, arkadaşını kaybetseydi yaşamı anlamını yitirecekti. O kadar mutluydu ki, Binoy’un uyanmasını bekleyemedi, onu sarsarak uyandırdı ve bağırarak: “Kalk artık, yapacak işlerimiz var!” dedi.
Gora’nın her sabah yapmakla yükümlü olduğu bir görevi vardı: Çevredeki yoksulları ziyarete gitmek. Amacı onlara öğüt vermek ya da yardım etmek değildi, bunu yalnızca onların yanında olduğunu göstermek için yapardı. O insanlara kendini çevresindeki aydınlardan çok daha yakın hissederdi. Ona “amca” derler ve zenginlerin kullandığı kaliteli tütünden hazırladıkları nargile ikram ederlerdi. Sırf onlara daha yakın olmak için tütün kullanmaya başlamıştı.
Bir marangozun oğlu olan Nanda, Gora’nın en büyük hayranıydı. Yirmi iki yaşındaydı ve ahşap kutu yapan babasının atölyesinde çalışıyordu. Atletik bir delikanlıydı, yerel kriket takımının en iyi oyuncusu oydu. Gora, marangozlarla nalburların oğullarıyla nispeten daha varlıklı ailelerin çocuklarına eşit hakların tanındığı bir spor ve kriket kulübü kurmuştu. Nanda, bu karma grubun içinde her alanda kendini gösteriyordu. Zengin ailelerin çocukları onu kıskanırlardı ama Gora’nın sıkı disiplininin karşısında onun kaptanlığını kabul etmekten başka şansları yoktu.
Nanda keskiyle ayağını yaraladığı için birkaç gündür kriket antrenmanlarına gelemiyordu ve aklı sürekli Binoy’da olan Gora onu arayıp soramamıştı. O gün delikanlının nasıl olduğunu görmek için marangozların mahallesine gitmeye karar verdiler.
Nanda’nın evinin kapısına geldiklerinde içeride bir kadının ağladığını duydular. Evde ne babası vardı, ne de aileden başka bir erkek. Gora, komşu ayakkabıcıdan Nanda’nın o sabah öldüğünü ve cesedinin, ölülerin yakıldığı meydana götürüldüğünü öğrendi.
Nanda ölmüştü! O sağlıklı, güçlü, yaşam dolu, iyi kalpli oğlan bu genç yaşta ölüp gitmişti! Gora olduğu yerde donup kaldı. Nanda sıradan bir marangozun oğluydu; bu çevrede çok az insan onun yokluğunu hissedecekti, büyük bir olasılıkla bu da fazla uzun sürmeyecekti. Ama Gora, Nanda’nın ölümünün büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyordu. Onun olağanüstü canlılığını görmüştü, böyle bir yaşama sevinci kaç canlıda vardı?
Ölüm nedenini sorduklarında tetanos olduğunu öğrendiler. Babası bir doktor çağırmak istemişti ama annesi oğlunu cin çarptığına inandığı için bir hoca çağırmıştı. Bütün geceyi onun yanında geçiren adam, dualar ederek ve vücudunu kızgın tellerle dağlayarak ona işkence yapmıştı. Nanda yatağa düştüğünde Gora’yı çağırmalarını istemişti ama onun bir doktor getirmesinden korkan annesi buna yanaşmamıştı.
Binoy dönüş yolunda: “Bu ne kadar büyük bir aptallık, ne kadar büyük bir ceza.” diye homurdandı.
“Buna aptallık diyerek kendini bu işin dışında tutmaya çalışma Binoy.” dedi Gora kuru bir sesle. “Eğer bu aptallığın ve cezanın gerçek boyutlarının nereye vardığını bilseydin, onun için üzüldüğünü söyleyerek konuyu kapatmazdın!”
Gora’nın öfkesi kabardıkça adımları hızlandı, Binoy hiçbir şey söylemeden ona ayak uydurmaya çalışıyordu.
Kısa bir sessizlikten sonra Gora konuşmayı sürdürdü: “Binoy, ben bu işin peşini bırakmayacağım. O şarlatanın Nanda’ya yaptıkları beni kahrediyor, onun gibi insanlar bütün ülkeyi kahrediyorlar. Onun başına gelenlerden sonra hiçbir şey olmamış gibi davranamam.”
Binoy’un suskunluğuna dayanamayan Gora kükredi: “Binoy, senin ne düşündüğünü çok iyi biliyorum! Hiçbir çıkar yolun olmadığını, olsa bile o noktaya varana kadar uzun bir yol katetmemiz gerektiğini düşünüyorsun. Ama ben seninle aynı görüşte değilim. Böyle düşünseydim, beni yaşama bağlayan hiçbir şey kalmazdı. Sorun ne kadar ciddi olursa olsun, ülkeme zarar veren her şeye bir çözüm bulabilirim, her şeyin çözümü benim elimde. Çünkü ben inançlıyım ve inançlı olduğum için bizi saran acıya, sıkıntıya ve aşağılanmaya katlanabiliyorum.”
“Ben böylesine yaygın ve korkunç bir sefaletin karşısında inancımı koruyacak kadar cesur değilim.” dedi Binoy.
“Ben kendimi hiçbir zaman bu sefaletin sonsuza kadar süreceğine inandırmayacağım.” diye karşılık verdi Gora. “Dünyadaki bütün iç ve dış güçler bize saldırıyor. Binoy, sana tekrar tekrar söylüyorum, hiçbir zaman ülkemizin bağımsızlığa kavuşmasının olanaksız olduğunu düşünmemelisin. Özgürlüğü kalbimizde hissederek hazır beklememiz gerekir. Sen, zamanı geldiğinde Hindistan’ın özgürlük savaşının başlayacağına kendini inandırmak istiyorsun. Oysa savaş çoktan başladı ve her an bir ilerleme kaydediliyor. Böyle bir dönemde ülkenin sorunlarına kayıtsız kalmaktan daha korkakça bir şey olamaz.”
“Dinle beni Gora.” dedi Binoy. “Seninle ben ve benim gibiler arasında bir fark var. Günlük yaşamımızda karşılaştığımız olaylar, çok uzun süredir yaşadığımız alışılagelmiş şeyler bile, seni her defasında yeni bir şeyle karşılaşıyormuşsun gibi etkiliyor. Ama biz bunları soluduğumuz hava kadar doğal karşılıyoruz. Bize ne umut veriyorlar, ne umutsuzluk, ne mutluluk, ne de keder. Günler öylesine geçip gidiyor ve kendimizin ya da ülkemizin üzerine çöken kara bulutları göremiyoruz.”
Gora’nın suratı birdenbire kıpkırmızı oldu, alnındaki damarlar şişti ve yumruklarını sıkarak iki atlı bir arabanın arkasından koşmaya başladı. Sokaktaki bütün insanları yerinden sıçratan bir sesle bağırdı: “Dur! Dur!” Sokağın köşesini dönmek üzere olan şık giyimli, iri yarı Bengalli sürücü arkasına baktıktan sonra atların böğrünü kamçıladı ve gözden kayboldu.
Olay şöyle olmuştu: Yaşlı bir Müslüman aşçı karşıdan karşıya geçiyordu. Adamın başının üzerinde taşıdığı sepette, Avrupalı efendisine götürdüğü yiyecekler vardı. Arabanın şık sürücüsü yoldan çekilmesi için ona seslenmişti ama kulağı iyi işitmeyen yaşlı adam neredeyse çiğnenecekti. Kendini kurtarmayı başarmıştı fakat ayağı takıldığı için sepettekiler –sebze, meyve, tereyağı ve yumurtayere dökülmüştü. Öfkeli sürücü yaşlı adama dönerek: “Seni lanet olasıca domuz!” diye bağırmış ve onu kan çıkaracak kadar şiddetli kamçılamıştı.
“Allah! Allah!” diye iç çekti yaşlı adam, sonra alçak gönüllülükle eğilip sepetten dökülenleri toplamaya başladı. Adamın yanına giden Gora ona yardım etti. Zavallı aşçı, iyi giyimli bir beyefendinin onun için böyle bir zahmete katlanmasından çok utanmıştı. “Neden zahmet ediyorsunuz babu?” diye sordu. “Bunlar artık bir işe yaramaz.”
Gora ona böyle yardım edemeyeceğini biliyordu, adama yardım ediyormuş gibi görünmek onu utandırmaktan başka bir işe yaramazdı ama yoldan geçenlere, hiç olmazsa bir beyefendinin bir başkasının zorbalığının karşılığını ödemek ve bir yoksulun hakkını savunmak için bir şeyler yapma gereğini duyduğunu göstermek istiyordu.
Sepet dolduktan sonra Gora adama şöyle söyledi: “Bu sizin kaldıramayacağınız kadar büyük bir kayıp olmalı. Bizimle eve kadar gelirseniz, sepetinizi tekrar doldururuz. Ama önce size bir şey söyleyeceğim. Bir tek sözcük bile söylemeden böyle aşağılanmaya katlandığınız için Allah sizi hiçbir zaman bağışlamayacak.”
“Allah bu haksızlığı yapanı cezalandıracaktır.” dedi Müslüman. “Neden beni cezalandırsın ki?”
“Haksızlığa boyun eğen kişi de suçludur.” dedi Gora. “Çünkü bu dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı odur. Beni anlamayabilirsiniz ama unutmayın, yalnızca dindar olmakla dinin gereklerini yerine getiremezsiniz, bu kötülere cesaret vermekten başka bir işe yaramaz. Sizin Muhammed’iniz bunu çok iyi biliyordu. Bu nedenle size uysalca boyun eğmeyi öğütlememiştir.”
Kendi evi uzakta olduğu için Gora yaşlı adamı Binoy’un evine götürdü. Yazı masasının önünde durarak: “Paranı çıkar.” dedi.
“Dur bir dakika.” dedi Binoy. “Anahtarı alayım.”
Ama kilit, sabırsızlanan Gora’nın gücüne dayanacak kadar sağlam değildi, çekmecenin kulpuna asılınca çekmece kendiliğinden açıldı. Gora’nın gördüğü ilk şey Pareş Babu’nun büyük bir aile fotoğrafı oldu. Binoy onu genç arkadaşı Satiş’ten almıştı. Adama biraz para verip gönderen Gora, fotoğraf hakkında tek bir şey bile söylemedi. Kafasından geçenleri söyleseydi, Binoy’un içi rahatlayacaktı ama onun suskun kaldığını görünce konuyu açmak istemedi.
“Ben gidiyorum!” dedi Gora birdenbire.
“Ne kadar kibarsın!” dedi Binoy sesini yükselterek. “Yalnız mı gideceksin? Annenin beni yemeğe çağırdığını bilmiyor musun? Ben de seninle geliyorum!”
Birlikte evden çıktılar. Dönüş yolunda Gora’nın ağzını bıçak açmadı. O fotoğrafı gördükten sonra Binoy’un kalbinin sesinin onu kendi yolundan ayırıp bambaşka bir yere götürdüğünü anlamıştı.
Binoy onun suskunluğunun nedenini çok iyi biliyordu ama kendinde aradaki görünmeyen duvarı yıkacak cesareti bulamıyordu çünkü Gora’nın kafasının arkadaşlıklarına ciddi darbe vuracak bir şeye takıldığını hissediyordu.
Eve vardıklarında Mohim’i kapının önünde durmuş, onları beklerken buldular. İki arkadaşı görür görmez: “Nerede kaldınız?” diye haykırdı. “Gece sabaha kadar oturduktan sonra yolda uyuyup kaldığınızı düşünmeye başlamıştım. Çok geç oldu. Haydi, içeri girip temizlen Binoy.”
Binoy’u gönderdikten sonra Gora’ya dönerek: “Dinle beni Gora.” dedi. “Sana söylediğim şeyi çok iyi düşünmelisin. Binoy senin ölçülerine göre yeterince dindar olmayabilir ama biz ondan iyisini nereden bulacağız? Yalnızca dindarlık yeterli değildir, eğitim de önemlidir. Kutsal metinlerimizin din ile eğitimi bağdaştırmadığını kabul ediyorum ama bir insanın hem dindar, hem de eğitimli olması kötü bir şey değildir. Eğer bir kızın olsaydı, sen de benim gibi düşünürdün.”
“Bu sorun değil dada.” diye karşılık verdi Gora. “Binoy’un buna karşı çıkacağını sanmıyorum.”
“Şuna bakın!” diye haykırdı Mohim. “Binoy’un buna karşı çıkmasından korkuyor. Beni endişelendiren onun değil, senin düşüncen. Binoy ile konuşmadığın sürece içim rahat etmeyecek. Onu ancak sen ikna edebilirsin ama sen de bunu başaramazsan, o zaman elimizden bir şey gelmez.”
“Onunla konuşacağım.” dedi Gora.
Bunun üzerine Mohim düğün hazırlıklarına başlamanın zamanının geldiğini düşündü.
Gora ilk fırsatta Binoy’a: “Dada, Sasi ile evliliğin konusunda bana baskı yapmaya başladı.” dedi. “Sen bu konuda ne düşünüyorsun?”
“Önce bana ne istediğini söyle.”
“Bunun kötü bir fikir olmadığını düşünüyorum.”
“Ama eskiden böyle düşünmezdin. Biz evlenmemeye karar vermemiş miydik? Bu kararın değişmeyeceğini sanıyordum.”
“Benim için değişmedi ama senin için değişti.”
“Neden? Neden kutsal yolculuğumuz için farklı yollar seçmemizi istiyorsun?”
“Ben bu işte yollarımızın ayrı olduğuna inanıyorum. Tanrı bazı insanları omuzlarında ağır yüklerle dünyaya gönderir, bazılarına da var olmanın hafifliğini yaşatır. Bu iki insanı aynı arabaya koşarsan, onu aynı güçle çekmeleri için birini yüklemek zorunda kalırsın. Biz eninde sonunda aynı hızla hedefe doğru ilerleyeceğiz ama önce senin evliliğin yükünü sırtına alıp hızını biraz kesmen gerekiyor.”
“Tamam.” diye gülümsedi Binoy. “Beni istediğin gibi yükleyebilirsin.”
“Bu yükün içeriği konusunda bir itirazın yok mu?”
“Amaç benim hızımı kesmekse, içinde ister taş olsun, ister tuğla, hiç fark etmez.”
Binoy, Gora’nın onu evlendirmek için neden o kadar hevesli davrandığını biliyordu. Onun, arkadaşını Pareş Babu’nun kızlarından birine kaptırmamak için gösterdiği çaba hoşuna gitmişti.
Öğle yemeğinden sonra bir önceki gecenin yorgunluğunu çıkarmak için uzun bir uykuya yattılar. Akşamın gölgeleri kentin üzerine çökene kadar hiç konuşmadılar, sonra terasa çıktılar.
Binoy gökyüzüne bakarak: “Dinle Gora.” dedi. “Sana bir şey söylemek istiyorum. Bana öyle geliyor ki, bizim vatanseverliğimizde eksik kalan bir nokta var. Yalnızca Hindistan’ın yarısını düşünüyoruz.”
“Nasıl?” diye sordu Gora. “Ne demek istiyorsun?”
“Hindistan’ı bir erkek ülkesi olarak görüyoruz; kadınları tamamen boşluyoruz.”
“İngilizlere benziyorsun.” dedi Gora. “Her yerde kadın görmek istiyorsun; evde ve dışarıda; karada, suda ve gökyüzünde; yemekte, eğlencede ve işte. Herkes senin gibi düşünseydi, kadınlar, dünya gibi ay ile güneş arasına girer ve erkekleri gölgede bırakırdı. Böylece senin kuramını da bizimle birlikte gölgede kalırdı.”
“Hayır!” dedi Binoy. “Konuyu böyle kapatmana izin vermeyeceğim. Benim İngilizler gibi düşünüp düşünmemem neden senin için bu kadar önemli? Ben yalnızca ülkemizde erkeklerin kadınlara hak ettikleri değeri vermediklerini söylemeye çalışıyorum. Seni ele alalım, kadın haklarını bir an olsun düşünmediğinden eminim. Sen Hindistan’ı kadınsız bir ülke olarak görüyorsun, bu doğru bir düşünce tarzı değil.”
“Ben annemi tanıyorum, onda ülkemin bütün kadınlarını görüyorum ve yerlerinin neresi olması gerektiğini biliyorum.”
“Sen kendini kandırmaktan başka bir şey yapmıyorsun.” dedi Binoy. “Bir insan, kendi evindeki kadınları görerek onların hakkında bir fikir edinemez. İngiliz toplumuyla bizimki arasında bir kıyaslama yaparsam bana kızacağını biliyorum, onun için bunu yapmak istemiyorum. Bizim kadınlarımızın uygunsuz davranışlarda bulunmadan toplum yaşamına ne dereceye kadar ve nasıl ayak uyduracaklarını da bilmiyorum. Sana yalnızca şunu söyleyeceğim, kadınlarımız kendilerini sarilerinin arkasında gizledikleri sürece ülkemizin gerçek yüzünü göremeyiz ve onu bütün kalbimizle sevemeyiz.”
“Nasıl günler gece ve gündüz olarak ikiye bölünüyorsa, toplum da kadın ve erkek olarak ikiye ayrılır.” dedi Gora. “Normal bir toplumda kadın gece gibi görünmez olur, her işini perde arkasında hiç kimseye görünmeden yapar. Toplum anormalleştikçe, gece gündüzün ilgi alanına el koyar, ikisi birbirine karışır ve yapay ışığın altında ciddiyetlerini yitirip uçarılaşırlar. Bunun sonucunda ne olur? Gecenin gizli eylemi durur, zamanla yorgunluk artar, dinlenme olanaksızlaşır ve erkek ancak keyif verici maddelerle zihnini bulandırarak varlığını sürdürebilir. Aynı şekilde kadını günlük işlerinden koparırsak, her zamanki gibi sessizce görevlerini yapamaz, toplumun mutluluğu ve huzuru bozulur ve onların yerini taşkınlık alır. Bu taşkınlık başlangıçta bir güç belirtisi olarak algılanılabilir, ancak bu yıkıcı bir güçtür. Toplumu oluşturan iki cinsten biri olan erkek, ön plandadır; ama olması gerektiğinden daha fazla öne çıkamaz. Kadının gizli gücünü açığa çıkarırsan, toplum kendi sermayesini tüketmeye başlar ve iflasa doğru sürüklenir. Benim görüşümce, biz erkekler sofraya oturursak ve kadınlar soframızı donatırlarsa, onlar ortada görünmeseler bile, o yemek bir ziyafete dönüşür. Yalnızca zihni bulanık bir insan bütün güçlerin tek bir yerde, aynı yönde ve aynı şekilde kullanılmasını isteyebilir.”
“Gora!” dedi Binoy. “Söylediklerini tartışmak istemiyorum ama benim görüşümü çürütecek bir şey söylemedin. Burada asıl sorun…”
“Bana bak Binoy!” diye sözünü kesti Gora. “Eğer bu tartışmayı daha fazla uzatırsak, sonunda kavga edeceğiz. Kadınların benim üzerimde, son zamanlarda senin üzerinde oldukları gibi etkili olmadıklarını sana söyledim. Onlara karşı senin hissettiğin şeyleri hissetmemi bekleyemezsin. Onun için artık aynı görüşte olmadığımızı kabul edelim.”
Gora böylece konuyu kapattı. Ama yere düşen bir tohum, uygun koşulları bulduğu anda filizlenir. Gora o güne kadar kadınların hiçbir şekilde yaşamına girmesine izin vermemişti ve bu yüzden bir eksiklik duymamıştı. Binoy’un o günkü coşkusu, bir anda onların varlığının ve toplumdaki güçlerinin yadsıyamayacağı bir gerçek olduğunu görmesine yardımcı oldu. Ama kadının yerinin neresi olduğuna ve hangi amaç için yaratıldığına karar veremiyordu. Bu nedenle Binoy ile daha fazla tartışmak istemedi. Konuyu her yönüyle ele alacak kadar bilgi sahibi değildi, bu sorunu önemsemeden kafasından atmasına da olanak yoktu. Onun için hiç konuşmamayı yeğledi.
O gece Binoy giderken, Anandamoyi onu yanına çağırdı ve sordu: “Sasi’yi almaya karar verdin mi?”
Binoy utangaçça gülerek ona yanıt verdi: “Evet anne! Gora bizim çöpçatanımız oldu.”
“Sasi çok iyi bir kızdır,” dedi Anandamoyi. “Ama çocukça bir şey yapma Binoy. Ben seni iyi tanırım oğlum. Kararsız olduğun için işin kolayına kaçıp bu öneriyi fazla düşünmeden kabul etmek istiyorsun. Oysa düşünmek için çok zamanın var. Sen artık kendi kararlarını verecek yaştasın. Böyle ciddi bir konuda gerçek duygularından emin olmadan kesin kararını vermemelisin.”
Konuşurken Binoy’un omzuna hafifçe vurdu ve Binoy karşılık vermeden ağır adımlarla oradan uzaklaştı.

18
Binoy evine dönerken, yol boyunca Anandamoyi’nin söylediklerini düşündü. Onun öğütlerini her zaman önemsemişti. Bütün gece ağır bir yükün altında ezildiğini hissetti.
Ertesi sabah uyandığında, en azından Gora’ya dostluğunun bedelini ödediğini düşündü ve bu düşünceyle üzerindeki yükün kalktığını hissetti. Bir ömür boyu sürecek evlilik bağıyla Sasi’ye bağlanmayı kabul ederse, bunun ona evlilik dışı yaşamında özgürce davranma hakkını vereceğine inanıyordu. Bu evliliğin, Brahmo bir ailenin kızıyla evlenerek kendi dininden kopacağını sanan Gora’nın asılsız kuşkularını gidereceğinden emindi. O günden sonra sık sık Pareş Babu’nun ziyaretine gitmeye başladı, sevdiği insanların yanında kendini evindeymiş gibi hissediyordu. Gora’nın kendisi hakkındaki düşünceleri için endişelenmeyi bırakıp rahatladıktan sonra, Pareş Babu’nun ailesinden biriymiş gibi ağırlanmaya başladı.
Suçarita’nın ondan hoşlandığını sanan Lolita, başlangıçta ona düşmanca davranıyordu. Ama ablasının Binoy’a özel bir ilgi duymadığını anladıktan sonra tutumunu değiştirdi ve Binoy Babu’nun çok iyi bir insan olduğunu kabul etti.
Haran bile ona karşı değildi; tam tersine, Gora ile arasındaki farkı vurgulamak için her fırsatta Binoy’un çok zeki ve ince bir insan olduğunu belirtiyordu. Binoy, Suçarita’dan aldığı uyarıdan sonra Haran ile tartışmaya girmekten kaçındığı için çay sofrasında huzuru bozacak bir olay çıkmıyordu.
Haran orada olmadığı zaman, Suçarita, Binoy’dan toplumsal konular hakkındaki görüşlerinden söz etmesini istiyordu. Gora ve Binoy gibi iki aydın insanın, ülkenin çağdışı kalmış, boş inançlarını nasıl savunduğunu anlayamıyordu. Onları tanımasaydı, ikisini de küçümser ve bu konu üzerinde kafa yormaya gerek duymazdı. Ama Gora’yı ilk gördüğü andan beri onu ne küçümseyebiliyor, ne de aklından çıkarabiliyordu. Onun için, bulduğu her fırsatta konuyu Gora’nın yaşam tarzına ve toplumsal görüşlerine getiriyor, soruları ve tepkileriyle konuyu derinleştirmeye çalışıyordu. Pareş Babu, kızın gördüğü liberal eğitim nedeniyle bütün kültlerin görüşlerini öğrenmek istediğini sandığı için onun kendi yolundan çıkmak üzere olduğundan korkmuyor ve bu tartışmalara son vermeye gerek görmüyordu.
Bir gün Suçarita sordu: “Söyleyin, Gourmohan Babu kast sistemine gerçekten inanıyor mu, yoksa bütün bunları yalnızca ülkesini ne kadar çok sevdiğini herkese göstermek istediği için mi yapıyor?”
“Her merdivenin basamakları vardır, değil mi?” diye karşılık verdi Binoy. “Bunların bazıları diğerlerine göre daha yukarıdadır.”
“Bu konuda sizinle aynı görüşteyim çünkü ben de o basamakları çıkıyorum. Eğer yerde olsaydım böyle bir şeye gerek duymazdım.”
“Doğru.” dedi Binoy. “Toplumumuzu simgeleyen ve bizi en tepeye, asıl hedefimize götüren merdivenin görevi, aşağıda bir yığılmaya engel olmaktır. Bizim hedefimiz belli bir toplum ya da bütün dünya olsaydı, aramızdaki farklılıkların bir önemi kalmazdı, Avrupalıların daha fazla toprak sahibi olmak için verdikleri hiç bitmeyen savaşa biz de katılırdık.”
“Korkarım söylediklerinizi pek iyi anlayamadım.” dedi Suçarita.
“Benim öğrenmek istediğim şey şu.
Siz toplumumuz tarafından geliştirilen kast sisteminin başarılı olduğuna inanıyor musunuz?”
“Bu dünyada başarının gerçek yüzünü görmek kolay değildir.” diye yanıt verdi Binoy. “Hindistan, kast sistemini sosyal bir soruna çözüm getirmek için geliştirdi ve bu sistem bütün dünyanın gözünün önünde hâlâ ayakta duruyor. Avrupa bugüne kadar bundan daha tatminkâr bir çözüm yolu bulamadı. Kıtanın insanları yaşamlarını sürdürmek için büyük bir savaş veriyorlar. İnsanlık hâlâ Hindistan tarafından önerilen çözümün başarıya ulaşmasını bekliyor.”
“Lütfen bana kızmayın.” dedi Suçarita utangaçça. “Söyleyin, siz Gourmohan Babu’nun söylediklerini mi yineliyorsunuz, yoksa bütün bunlara gerçekten inanıyor musunuz?”
“Doğrusunu söylemek gerekirse…” dedi Binoy gülümseyerek. “Ben Gora kadar inançlı değilim. Toplumdaki yozlaşmayı ve kast sisteminin kötüye kullanıldığını gördükçe kuşkuya düşüyorum ama Gora, bu kuşkunun ayrıntılara gereğinden fazla önem verdiğim ve beni aşan büyük olayları göremediğim için doğduğunu söylüyor. Kırık dallarla dökülen yaprakları, ağacın yapısı hakkında fikir veren en kusursuz örnekler olarak kabul edersek, bu bizim konuları derinlemesine ele alamadığımızı gösterir. Gora kuruyan dallarla vakit kaybetmememizi, ağacın tamamına bakıp varoluş amacını anlamamızı istiyor.”
“Kuru dalları bir tarafa bırakalım.” dedi Suçarita. “Meyveleri de göz önünde bulundurmamız gerekir. Kast sistemi bugüne kadar ülkemiz için nasıl bir meyve verdi?”
“Sizin meyve dediğiniz, yalnızca kastın değil, ülke koşullarının ürünüdür. Onu sallanan dişinizle ısırırsanız canınızı acıtır, bunun için bütün dişlerinizi suçlayamazınız çünkü canınızı yakan yalnızca sallanan diştir. Biz çeşitli nedenlerden dolayı hastalandık ve zayıf düştük. Şu ana kadar Hindistan ile ilgili fikirleri çarpıtmaktan başka bir şey yapmadık ve buna bağlı olarak amacımıza ulaşamadık. Bu yüzden Gora bize her zaman şunları öğütler: Sağlıklı olun, güçlü olun!”
“Pekâlâ! Demek ki siz, Brahman rahiplerin kutsal insanlar olduklarına inanıyorsunuz.” diye ısrarla sözünü sürdürdü Suçarita. “Bir Brahman rahibinin ayağının tozunun insanı arındırdığına gerçekten inanıyor musunuz?”
“Yaradılışımızın bedelini saygı ile ödemek size çok mu ağır geliyor? Gerçek Brahman rahipler yetiştirebilseydik, bu toplumumuz için iyi olmaz mıydı? Bizim kutsal insanlara, üstün insanlara gereksinimimiz var, bütün kalbimiz ve ruhumuzla istersek onları yaratabiliriz. Ama bilinçsizce davranırsak, dünyayı her kötülüğü yapabilecek güçte şeytanlarla doldururuz ve onların gözüne girmek için ayaklarının tozunu başımıza sürmek zorunda kalırız.”
“Yeryüzünde sizin üstün insanlarınızdan hiç var mı?” diye sordu Suçarita.
“Onlar buradalar, tıpkı bir tohumun içinde gizlenen bir ağaç gibi, Hindistan’ın varlığının ve hedefinin içinde gizliler. Diğer ülkeler Wellington gibi generaller, Newton gibi bilim adamları ve Rothschild gibi milyonerler istiyor. Ama bizim ülkemizin, korkunun ne olduğunu bilmeyen, açgözlülükten nefret eden, bütün acıları dindirebilen, kaybetmekten korkmayan, Yüce Yaradan ile bir olan Brahman rahiplere gereksinimi var. Hindistan güçlü, soğukkanlı ve hoş görülü din adamları istiyor, ancak onlara sahip olduktan sonra bağımsızlığa kavuşabilir! Biz kralların önünde başımızı eğmeyiz, boynumuzu zorbaların boyunduruğuna koşmayız. Bizim başımızı eğen kendi korkumuzdur; biz kendi hırsımızın ağına takılmış ve kendi akılsızlığımızın kölesi olmuşuz. Onun için gerçek Brahman rahiplerinin katı disiplinleriyle bizi bu korkudan, hırstan ve akılsızlıktan kurtarmalarını bekliyoruz; onlardan bizim için savaşmalarını, ticaret yapmalarını ya da bize dünya nimetlerini getirmelerini istemiyoruz.”
O ana kadar bir dinleyici olarak orada bulunan Pareş Babu söze karıştı ve sakin bir sesle şöyle söyledi: “Ben Hindistan’ı tanıdığımı söyleyemem; doğal olarak Hindistan’ın kendisi için ne istediğini ve bunu elde edip edemediğini de bilmiyorum. Ama geçmişe dönmeyi hangimiz başarabiliriz? Şu anda yapabileceğimiz ne varsa onu yapmalıyız. Bir işe yaramayacağını bile bile geçmişe özlem duymanın kime ne yararı var?”
“Ben de sık sık sizin gibi düşünür ve konuşurum.” dedi Binoy. “Ama Gora’nın da söylediği gibi, geçmişin geride kaldığını söyleyerek onu yok edebilir miyiz? Geçmiş her zaman bizimledir, bir zamanlar gerçek olan bir şey asla yok olmaz.”
“Arkadaşınız sıradan insanlar gibi düşünmüyor.” diye karşı çıktı Suçarita. “Onun düşüncelerini aktararak bütün ülke adına konuşamazsınız.”
“Lütfen arkadaşım Gora’nın katı bir Hindu olmakla övünen sıradan insanlardan olduğunu düşünmeyin.” dedi Binoy. “O Hinduizm’in derinine iner, bunu o kadar ciddiye alır ki, gerçek bir Hindu’nun hafif bir dokunuşla solacağına ve acımasızlıkla öleceğine hiçbir zaman inanmaz.”
“Gördüğüm kadarıyla, o hafif dokunuşlardan da kaçıyor.” dedi Suçarita gülümseyerek.
“Bu onun doğasında var.” dedi Binoy. “Ona bunun nedenini sorarsanız, hiç düşünmeden şöyle söyler: ‘Ben kast sisteminin dış etkilerle yıkılacağına ve temizliğin dinin yasakladığı yiyeceklerle bozulacağına bütün kalbimle inanıyorum.’ Bu kesinlikle doğru. Onun dogmacı bir insan olduğunu biliyorum. Görüşleri ne kadar mantıksız olursa, onları dinleyicilerine aktarırken o kadar kesin bir dil kullanır. Ayrıntılara önem verdiği için akılsız insanların onu yaşamsal konuları gözden kaçırmakla suçlamasından ya da muhalif partinin zafer ilan etmesinden çekinir. Bu nedenle hiçbir ayrım yapmadan, her şeyi dikkatle inceler. Bu konuda bana bile hoşgörülü davranmaz.”
“Brahmoların arasında da böyle insanlar çok var.” dedi Pareş Babu. “Yabancıların Hinduizm’in kötü alışkanlıklarına göz yumduklarını düşünmelerinden korktukları için hiçbir ayrım yapmadan Hinduizm ile bütün bağlarını koparmak istiyorlar. Bu insanlar normal bir yaşam sürmekte zorlanıyorlar. Ya rol yaptıkları ya da olayları abarttıkları için, gerçeğin ancak kurnazlıkla veya kaba kuvvetle korunabilecek kadar zayıf olduğunu düşünüyor ve onu korumayı kendilerine görev ediniyorlar. ‘Gerçek bana bağlıdır. Ben gerçeğe bağlı değilim.’ diyen biri bağnaz bir insandır. Bana gelince, ben ister bir Brahmo tapınağında olayım, ister Hindu mabedinde, beni her zaman gerçeğe inanan basit ve alçak gönüllü bir kul yapması ve hiçbir dış gücün beni yolumdan çevirmesine izin vermemesi için Tanrı’ya dua ederim.”
Pareş Babu bunları söyledikten sonra kendini çevresinden soyutladı ve varlığının derinliklerine dalmış gibi bir süre suskun kaldı. Söylediği birkaç sözcük tartışmanın gerginliğini azaltmıştı, aslında bunun nedeni sözcükler değil, Pareş Babu’nun deneyimlerinin ona kazandırdığı dinginlikti. Lolita ile Suçarita’nın yüzü sevgiyle aydınlandı. Binoy da tartışmayı daha fazla uzatmak istemedi. Gora’nın aşırı buyurgan olduğunu düşünüyordu. Onda gerçeği bulan insanların düşüncelerini, sözlerini ve davranışlarını perdeleyen huzur ve güven yoktu. Pareş Babu’yu dinlerken bunu daha iyi anlamıştı.
O gece, ablası yattıktan sonra Lolita onun yanına geldi ve yatağın kenarına oturdu. Suçarita onun kafasını bir şeyin kurcaladığını ve bunun Binoy ile ilgili olduğunu anlamıştı. Onun için hemen konuyu açtı: “Biliyor musun, ben Binoy Babu’yu çok seviyorum.”
“Sen onu sürekli Gourmohan Babu’dan söz ettiği için seviyorsun.” dedi Lolita.
Suçarita onun sesindeki dokundurmayı sezdi ama buna aldırış etmedi. “Bu doğru.” dedi safça. “Gour Babu’nun görüşlerini onun ağzından dinlemek çok hoşuma gidiyor. Onu dinlerken, adamın kendisi gözümün önüne geliyor.”
“Ben bundan hiç hoşlanmıyorum.” diye parladı Lolita. “Bu beni kızdırıyor.”
“Neden?” diye sordu Suçarita şaşkınlıkla.
“Gece gündüz sürekli aynı şeyi yineliyor; Gora, Gora, Gora. Ağzından başka hiçbir söz çıkmıyor. Arkadaşı Gora büyük bir adam olabilir ama kim olursa olsun, o da bizim gibi bir insan.”
“Bu doğru ama onun arkadaşına duyduğu bağlılığın insanlığıyla ne ilgisi var?” diye sordu Suçarita gülerek.
“Arkadaşı onu öyle bir gölgede bırakmış ki Binoy Babu ne yapsa kendini gösteremiyor. Bir hamam böceğinin yuttuğu tatarcığa benziyor. Ben yakalandığı için tatarcığa kızarım ama hamam böceğine de saygım yoktur.”
Lolita’nın ateşli konuşması Suçarita’nın hoşuna gitmişti. Hiçbir şey söylemeden yalnızca gülmekle yetindi ve Lolita sözünü sürdürdü: “Sen istediğin gibi gülebilirsin Didi ama biri beni kendi gölgesinde yaşatmaya kalkışırsa, ben buna bir gün bile dayanamam. Kendini ele al, herkes ne düşünürse düşünsün, sen beni asla ikinci planda bırakmazsın; bu senin yapına aykırı bir şey, seni bu yüzden çok seviyorum. Sana bunu babamız öğretti, onun kalbinde herkese yer vardır.”
Bu iki genç kız, ailenin Pareş Babu’ya en düşkün üyeleriydi. Her “baba” deyişlerinde kalpleri heyecanla atardı.
“Babamızı hiç kimseyle kıyaslamamalısın.” diye çıkıştı Suçarita. “Sen ne dersen de, Binoy Babu çok güzel konuşuyor.”
“Sevgili ablacığım, bize kendi düşüncelerini söylemediği için onların kulağa böyle hoş geldiğinin farkında değil misin? Eğer kendi düşüncelerinden söz etseydi, basmakalıp laflar değil, basit ve mantıklı şeyler söylerdi ve ben onları duymayı yeğlerdim.”
“Bu seni neden kızdırıyor hayatım?” dedi Suçarita. “Böyle konuşması, onun Gourmohan Babu’nun görüşlerini benimsediğini gösterir.”
“Dediğin doğruysa, bu korkunç bir şey.” dedi Lolita. “Ne kadar güzel konuşursak konuşalım, Tanrı bize ağız ile beyni, başkalarının cümlelerini yineleyerek onların görüşlerini aktarmamız için vermedi. Ben böyle bir güzellik istemiyorum!”
“Binoy Babu’nun Gourmohan Babu’ya duyduğu sevginin onu arkadaşı gibi düşünmeye ittiğini görmüyor musun?”
“Hayır, hayır, hayır!” dedi Lolita öfkeyle. “Bu doğru değil. Binoy Babu onun söylediği her şeyi kabul etmeyi alışkanlık hâline getirmiş. Bu sevgi değil, köleliktir. Arkadaşıyla aynı görüşü paylaştığını söyleyerek kendini kandırıyor, neden? İnsan birinin düşüncelerini kabullenmeden de onu sevebilir, kişiliğini yitirmeden ona kendini verebilir. Neden Gourmohan Babu’nun görüşlerini onu sevdiği için benimsediğini itiraf etmiyor? Onu sevdiği belli değil mi? Doğru söyle Didi, benim haklı olduğuma inanmıyor musun?”
Suçarita bu konuyu fazla düşünmemişti; yalnızca Gora ile ilgilendiği için Binoy’u bir birey olarak ele alma gereğini duymamıştı. Bu nedenle Lolita’nın sorusuna kaçamak bir yanıt verdi: “Tamam, diyelim ki sen haklısın, bu konuda ne yapabiliriz?”
“Ben onun arkadaşıyla arasındaki bağları koparıp özgürlüğüne kavuşturmak istiyorum.” diye yanıtladı Lolita.
“O hâlde neden bunu denemiyorsun hayatım?”
“Benim denemem işe yaramaz ama sen istersen bir şeyler yapabilirsin.”
Suçarita, Binoy’un üzerinde çok etkili olduğunu biliyordu, gülerek konuyu kapatmak isteyince Lolita sözünü sürdürdü: “Onda hoşuma giden bir şey var, senin etkin altına girdikten sonra kendini Gourmohan Babu’nun boyunduruğundan kurtarmak için çaba göstermeye başladı. Onun yerinde başka biri olsaydı, Brahmo kızlarını aşağılamak için yazılar yazardı; ama her şeye rağmen o hâlâ ileri görüşlü bir insan. Seninle babamıza duyduğu saygı bunu kanıtlıyor. Kendi ayaklarının üzerinde durması için Binoy Babu’ya yardım etmeliyiz. Ömrünü Gourmohan Babu’nun görüşlerini başkalarına aşılamaya çalışarak geçirmesi korkunç bir şey.”
O sırada Satiş: “Didi! Didi!” diye bağırarak içeri girdi. Binoy onu sirke götürmüştü, uyku saati geçmişti ama Satiş ömründe ilk defa gördüğü gösterinin heyecanıyla yerinde duramıyordu. Ablalarına orada gördüklerini anlattıktan sonra: “Benimle yatması için Binoy Babu’yu ikna etmeye çalıştım.” dedi. “Ama içeri girdikten sonra yarın tekrar geleceğini söyledi ve gitti. Didi, ona bir gün sizi de sirke götürmesini söyledim.”
“Peki o ne dedi?” diye sordu Lolita.
“Kızların kaplandan korktuğunu söyledi. Ama ben hiç korkmadım!” Satiş bunu söyledikten sonra erkekliğiyle gurur duyduğunu göstermek istermişçesine göğsünü şişirdi.
“Öyle mi?” dedi Lolita. “Ben senin arkadaşın Binoy Babu’nun ne kadar cesur bir erkek olduğunu biliyorum. Dinle Didi, bir gün onu, bizi sirke götürmeye zorlamalıyız.”
“Yarın öğleden sonra bir gösteri var.” dedi Satiş.
“Çok iyi, yarın gideriz.” dedi Lolita kararlı bir sesle. Ertesi gün Binoy geldiğinde onunla konuştu: “Tam zamanında geldiniz Binoy Babu. Haydi, gidelim.”
“Nereye?” diye sordu Binoy şaşırarak.
“Tabii ki sirke.” diye yanıtladı Lolita.
Sirke gideceklerdi! Güpegündüz, herkesin önünde bir grup kızın içinde oturacaktı! Şaşkınlıktan donakalan Binoy’un dili tutuldu.
“Gourmohan Babu buna kızar, değil mi?” dedi Lolita.
Binoy soruyu duymazlıktan geldi ama Lolita: “Gourmohan Babu’nun kızlarla ilgili katı kuralları var, değil mi?” diye üsteleyince sert bir sesle yanıt verdi: “Tabii ki var.”
“Lütfen bize bunlardan söz edin.” dedi Lolita: “Gidip ablamı çağırayım, bunları o da duysun.”
Bu söz Binoy’u incitmişti ama gülmeyi başardı. Lolita sözünü sürdürdü: “Neden gülüyorsunuz Binoy Babu? Dün Satiş’e kızların kaplandan korktuğunu söylemişsiniz. Siz hiç kimseden korkmaz mısınız?”
Bunun üzerine Binoy kızları sirke götürmek zorunda kaldı. Uzun yol boyunca çok sinirliydi. Yalnızca Lolita’nın ve diğer kızların karşısında aptal durumuna düşmekle kalmamıştı; bu yüzden arkadaşıyla ilişkisi de bozulacaktı.
Bir sonraki karşılaşmalarında Lolita safça sordu: “Geçen gün sirke gittiğimizi Gourmohan Babu’ya söylediniz mi?”
Bu kez iğnenin ucu çok derine batmıştı, yüzü kızaran Binoy irkildi ve yanıt verdi: “Hayır, henüz söylemedim.”

19
Bir sabah Gora çalışırken, Binoy geldi ve damdan düşercesine: “Geçen gün Pareş Babu’nun kızlarını sirke götürdüm.” dedi.
Gora yazmaya ara vermeden: “Bunu duydum.” dedi.
“Kimden duydun?” diye sordu Binoy şaşkınlıkla.
“Abinaş’tan. Aynı gün o da sirkteymiş.” yanıtını veren Gora başka bir şey söylemeden yazmayı sürdürdü.
Gora’nın bunu Abinaş’tan duyduğunu öğrenen Binoy utançtan yerin dibine geçtiğini hissetti. Adam gördüklerini kim bilir nasıl allayıp pullayıp anlatmıştı? Bunu düşünürken, aklına bir önceki gece Lolita ile hayalî bir tartışmaya girdiği ve bu yüzden sabaha kadar uyumadığı geldi. “Lolita benim Gora’dan, öğretmeninden korkan bir öğrenci gibi korktuğumu sanıyor. İnsanlar birbirlerini ne kadar acımasızca yargılıyorlar! Ben üstün özellikleri için ona tabii ki saygı duyuyorum ama Lolita’nın düşündüğü gibi değil. O hem bana hem de Gora’ya haksızlık ediyor. Beni çocuk yerine koyuyor, Gora’yı da koruyucum olarak görüyor!” Binoy bütün gece bunları düşünmüştü.
Gora yazmayı sürdürürken Binoy, Lolita’nın iğneli sorularını anımsadı. Bunları aklından çıkarmakta güçlük çekiyordu. Bir anda içinde bir isyan duygusu yükseldi. Öfkeyle “Sirke gittiysem ne olmuş?” diye düşündü. “Abinaş kim oluyor da benim yaptıklarımı Gora’ya anlatıyor? Ve Gora neden o aptalın benim hakkımda konuşmasına izin veriyor? Gora benim efendim mi? Ben kiminle nereye gittiğimi ona söylemek zorunda mıyım? Bu dostluğumuza yapılan bir hakarettir!”
Abinaş bir anda korkaklığının farkına varmasına neden olmasaydı, Gora’ya bu kadar kızmayabilirdi. Uzun zamandır sır saklamanın verdiği suçluluk duygusuyla arkadaşını suçluyordu. Gora ona bağırıp çağırsaydı ikisi de içini dökecekti ve Binoy rahatlayacaktı. Ama Gora’nın suskunluğu, Binoy’u yargıladığını gösteriyordu. Binoy bir kez daha Lolita’nın söylediklerini anımsadı.
Elinde nargilesiyle Mohim içeri girdi, onlara tembul ikram ettikten sonra: “Biz artık hazırız Binoy.” dedi. “Sıra amcanın onayını almaya geldi. Evet derse hepimiz rahatlayacağız. Daha ona yazmadın mı?”
Evlilik konusunda ona baskı yapılması o gün Binoy’u sinirlendirdi. Mohim’in bunda bir suçunun olmadığını biliyordu. Gora, Binoy’un evlenmeyi kabul ettiğini ona söylemişti ama şimdi bunun kendi kararı olmadığını hissediyordu. Anandamoyi onu caydırmaya çalışmıştı, zaten kendisi de gelecekteki eşine özel bir ilgi duymuyordu. Bu karmaşanın içinde böyle bir karar nasıl verilmişti? Gora onu bir an önce karar vermeye zorlamamıştı. Binoy ciddi bir biçimde ona karşı çıkmış olsaydı, asla ona baskı yapmazdı. O zaman bu nasıl olmuştu? Bu soruyla birlikte, Lolita’nın iğneli sözleri aklına geldi. Evlenmeyi kabul etmesinin nedeni, uzun süren arkadaşlıkları boyunca Gora’nın onun üzerinde kurduğu egemenlikten başka bir şey değildi. Hoşgörülü ve yumuşak başlı bir insan olan Binoy, arkadaşına duyduğu sevgi nedeniyle onun üstünlüğünü hiç sorgulamadan kabullenmişti. Böylece arkadaşlık ilişkisinin yerini zamanla bir köle-efendi ilişkisi almıştı. Binoy daha önce bunun farkında değildi ama artık her şeyi açıkça görebiliyordu. Demek son görevi Sasi ile evlenmekti!
“Hayır, henüz amcama yazmadım.” diye yanıtladı Mohim’in sorusunu.
“Bağışla beni!” dedi Mohim. “Mektubu neden sen yazacaksın ki? Bu benim görevim. Onun tam adı ne oğlum?”
“Neden bu işi böyle aceleye getiriyorsunuz?” diye karşılık verdi Binoy. “Aswin ve Kartik aylarında düğün yapılmaz. Aghran ayında… Az daha unutuyordum, o zaman da evlenemeyiz. Aghran benim aileme uğursuzluk getirir, biz bu ayda hayırlı işlere girişmeyiz.”
Mohim elinden bıraktığı nargilesini duvarın köşesine dayadıktan sonra: “Bana bak Binoy!” dedi. “Eğer bu boş inançları hâlâ kafandan atamadıysan, bu senin eğitim yaşamın boyunca kalıplaşmış sözleri ezberlemekten başka bir şey yapmadığını gösterir. Bu zavallı ülkenin takviminde hayırlı bir gün bulmak zaten yeterince zor, bir de aileler kendi inançlarını işin içine karıştırırlarsa biz nasıl çalışıp kalkınırız?”
“O hâlde neden Aswin ile Kartik aylarının uğursuz olduğuna inanıyorsunuz?” diye sordu Binoy.
“Ben mi?” diye haykırdı Mohim. “Ben buna inanmıyorum. Ama ne yapabilirim? Bu ülkede Tanrı’ya ibadet etmeyebilirsin fakat Bhadra, Aswin ve Kartik ayları, perşembe ve cumartesi günleri ya da ayın özel dönemleri ile ilgili kurallara saygı göstermezsen, hiçbir eve kabul edilmezsin! Ben bütün bunlara inanmıyorum ama itiraf etmeliyim ki sabahları takvime bakmadan rahat edemem. Bizim toplumumuzda korku, sıtma kadar bulaşıcıdır, ister istemez beni de etkiliyor.”
“Benim ailem de sizin gibi Aghran korkusunu üzerinden atamıyor!” dedi Binoy. “Özellikle halam buna şiddetle karşı çıkacaktır.”
Binoy bu şekilde biraz zaman kazandı ve yapacak bir şey olmadığını gören Mohim geri çekilmek zorunda kaldı.
Gora, Binoy’un konuşma tarzından arkadaşının kararsız olduğunu anlamıştı. Binoy birkaç gündür onlara gelmiyordu, bu onun Pareş Babu’yu her zamankinden daha sık ziyaret ettiğini gösterirdi. Şimdi de evlilikten söz etmekten kaçınmaya başlamıştı. Ciddi bir biçimde endişelenmeye başlayan Gora kalemini bıraktı ve Binoy’a dönerek: “Binoy, ağabeyime söz verdikten sonra neden gereksiz yere onu böyle zor durumda bırakıyorsun?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rabindranath-tagore/gora-69428080/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bengal’de bir mezhebin üyesi.

2
Hintli ya da Bengalli efendi; İngilizce bilen yerli yazman; İngiliz kültürünü iyi kötü bilen yerli.

3
Brahmo Samaj ya da Brahmoizm denilen mezhebin üyeleri.

4
Brahman: Hint kastlarında ilk kast ve bu kasttan olan kimse.

5
Çat kapı purdahı olan Sanskrit kadınlar için kullanılan bir deyimdir.

6
Sari: Hint kadınlarına özgü giysi ve bu giysinin yapıldığı kumaş.

7
Hindu din bilgini.

8
Tembul: Hindistan’da yetişen, tırmanıcı bir tür biber ağacı.

9
Dada: Ağabey.

10
Samnyasi: Brahmancılığın dördüncü ve son evresine ulaşan Brahman.

11
Tiki: Bengal’de Brahmanların dine bağlılıklarını göstermek için başlarının arkasında uzattıkları saç tutamı.

12
Mantra: Kutsal sözcük.

13
Dharma: Yaşamın dört kuralından biri.

14
Dhuti: Hindu erkeklerinin giydiği peştamal.

15
Aşçı.

16
Bengalliler evde altlarına dhuti, üstlerine de tunik giyerler; sokağa çıkarlarken bir atkı ya da şal alırlar.

17
Mem-sahip: Sahibin karısı ya da güçlü bir kadın.

18
Yasal evlilik yaşı.
Gora Rabindranath Tagore

Rabindranath Tagore

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hindistan’da kastlar arasındaki keskin farklar toplumsal yapının içine öyle bir işlemiştir ki bu fark semtlerdeki evlerin durumlarından rengine, soy ağacı oluşturmadan eş seçimine kadar kural koyucu bir sistem hâline gelmiştir. Böyle bir sistemin getirdiği ayrışmalar, toplumsal birliği bozmanın yanı sıra halkı ortak unsurlardan uzaklaştırmış, birbirinden bağımsız alt kültürler meydana getirmiştir. Hindistan’ın değişen yüzünü temsilen felsefi didaktik öğretileri ile kitaba adını veren Gora, işgal altındaki ülkesine gönülden bağlıdır. Hindistan’ın kurtuluşunun önünde engel teşkil eden İngilizlere şiddetle başkaldırır. İngilizlere olan hayranlığın karşısında sıkı sıkıya geleneklerine sahip çıkar. “Doğup büyüdüğünüz yurdunuza karşı sevgi duymadıkça ve o yurtta yaşayan halkın yanında bulunmadıkça, sizin o yurdu küçük gören tek kelimenize bile katlanacağımı sanmayın!” Ancak insan doğduğu vatanı ve inanacağı dini seçemez, hazır bir yapının içine dâhil oluverir bir anda. Bu dayatmanın içinden çıkış kapısının anahtarı da yine kişinin kendi elindedir. Kapıdan bir kez çıktıktan sonra kişi, kendini bulmanın ve tanımanın özgür iradesine sahip olacaktır. “Kutsal kitabın emirlerinden biri de insanın kendisini tanımasıdır. Kendini tanımak denilen şey, özgürlüğe ulaşmaktır.”

  • Добавить отзыв