Pinokyo

Pinokyo
Carlo Collodi
Okul arkadaşınızın bir kukla olduğunu düşünebiliyor musunuz? Hem de haylaz mı haylaz, söz dinlemez, ama altın gibi bir kalbi olan bir kukla. Konuşuyor, gülüyor, atlıyor, zıplıyor, oyun oynuyor, kavga ediyor. Tüm bunları yaparken de başından türlü türlü maceralar geçiyor. Carlo Collodi’nin, İtalyan edebiyatının klasiklerinden biri hâline gelmiş olan Pinokyo adlı romanı işte bu kuklanın öyküsünü anlatıyor. Collodi, Pinokyo’da bizi âdeta on dokuzuncu yüzyıl İtalya’sında, aslında kendi memleketi olan Toskana’da büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculukta bizlere rehberlik eden Pinokyo bir fakir çocuğu, onu tahtadan yontan Geppetto Usta neredeyse hiçbir şeyi olmayan ama kalbi sevgi dolu, fakir bir marangozu, Pinokyo’nun yol arkadaşları ise kâh iyi kâh kötü karakterleri anlatıyor. Ünlü filozof Benedetto Croce, Pinokyo için “Bu, insani bir kitap ve kalbin yollarını buluyor.” demiş ve Croce eklemişti: “Pinokyo’nun yontulduğu tahta, insanlıktır.” "Artık gerçek bir çocuk olmuştu, tıpkı tüm diğer çocuklar gibi. Etrafına şöyle bir bakındı ve kulübenin her zamanki samandan yapılma duvarları yerine, sade bir zevkle döşenmiş güzel bir oda gördü. Yatağından atlayınca ona bir tablo gibi gelen yeni kıyafetleri, başlığı, deri bir çift çizmeyi hazır buldu…"

Carlo Collodi
PinokyoPinokyo’nun Maceraları: Bir Kuklanın Öyküsü

Carlo Collodi, 1826 yılında Floransa’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Asıl adı Carlo Lorenzini idi. Babası Domenico Lorenzini aşçı, annesi Angela Orzali hizmetçiydi. Her ikisi de Marki Lorenzo Ginori’nin evinde çalışmaktaydı. Yazarın takma adı Collodi, annesinin doğduğu yerin adıdır.
On altı yaşındayken felsefe öğrenimi için Floransa’ya gitti, ardından Floransa’nın en büyük kitapçısı olan ve bir de küçük matbaası bulunan Libera Piatti’de çalıştı. Burada yazar ve entelektüellerden oluşan bir çevre edindi, edebiyata karşı ilgisi arttı.
1848’de II Lampione (Sokak Lambası) adlı mizah dergisini çıkarmaya başladı. Dergi kurulduktan birkaç ay sonra, sansür dairesi tarafından kapatıldı. Ama Collodi, yılmayarak 1853’te La Scaramuccia (Didişme) adlı yeni bir dergi kurdu.
Edebiyat çalışmalarına hiç ara vermemiş olmasına karşın, 1875’e kadar dikkat çekici bir başarı sağlayamadı. 1875’te, Floransa’da bir yayınevi için Perrault’un masallarını İtalyancaya çevirdi. Bu çeviri çalışması, çocuk edebiyatını yakından tanımasını sağladı ve onu derinden etkiledi. Kendisi de çocuk öyküleri yazmaya başladı ve Giannettino adlı bir karakter yarattı.
II Giornale per i bambini adlı çocuk dergisinde Pinokyo’nun Maceralarını tefrika etmeye başladı ve büyük ilgi gördü. Ancak o, kariyerine çocuk kitapları yazarı olarak devam etmek istemiyordu. Bu yüzden dört ay sonra öyküyü Pinokyo’nun ölümü ile bitirse de okuyucuların yoğun talebi üzerine, 16 Şubat 1882’de romana eklediği Mavi Peri’nin sihirli değneği ile onu tekrar hayata döndürdü ve Pinokyo’nun Maceralarını yayımlamayı sürdürdü. Pinokyo’nun Maceraları 1883’te kitap olarak yayımlandı.
Collodi, 26 Ekim 1890’da aniden ölümüne kadar çocuk kitapları yazmaya devam etti. Cenazesi, Floransa’da Porte Sante Anıt Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Pelin Candemir, 1978 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi ve aynı adlı üniversitesinin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Fransa’da siyaset sosyolojisi ve İtalya’da güzel sanatlar eğitimi aldı.

I
Nasıl oldu da Marangoz Kiraz Usta tıpkı bir çocuk gibi ağlayan, gülen bir tahta parçası buldu
Bir zamanlar…
“Bir kral varmış!” diyecekler hemen benim küçük okurlarım.
Hayır çocuklar, yanıldınız. Bir zamanlar bir tahta parçası vardı.
Öyle şatafatlı bir tahta parçası da değil, basit bir odun parçası işte. Hani şu kışları ateşi canlandırmak için sobalara, şöminelere atılanlardan.
Nasıl oldu bilmiyorum ama günün birinde bu tahta parçası kendini Antonio Usta adındaki bir marangozun dükkânında buldu. Gerçi burnunun ucu her zaman, tıpkı olgun bir kiraz gibi parlak mor olduğundan herkes Antonio Usta’ya, Kiraz Usta derdi.
Kiraz Usta tahta parçasını görür görmez neşeye boğulup hoşnutlukla ellerini ovuşturarak mırıldandı:
“Tam zamanında ortaya çıktı bu tahta parçası. İyi bir sehpa bacağı yaparım ben bundan.”
Hemencecik de kabuğunu soyup tahtayı yontmak için bilenmiş keserini kaptı. Ama tam keserini savurmak üzereydi ki kolu havada kaldı. Çünkü yakaran incecik bir ses duydu:
“Bana öyle sert vurma!”
Düşünün bakalım, nasıl da olduğu yerde kalakaldı, o iyi yürekli ihtiyar Kiraz Usta!
Şaşkın gözlerini odanın içinde gezdirerek o incecik sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı ama kimseyi göremedi! Tezgâhın altına baktı, kimse yok; her zaman kapalı duran bir dolabın içine baktı, yine kimse yok; yonga ve talaş sepetinin içine baktı, yine kimse yok; sokağa da bir göz atmak için dükkânın kapısını açtı; yine kimse yok! O hâlde?..
“Anladım.” dedi o zaman gülerek ve peruğunu kaşıyarak. “Görünüşe bakılırsa o ince sesi, ben kendim uydurdum. Çalışmaya koyulalım.” Keseri eline alıp tahta parçasının üzerine tüm gücüyle indirdi.
“Oy! Canımı acıttın!” diye yakararak bağırdı aynı ince ses.
Bu kez Kiraz Usta taş kesildi. Gözleri korkudan yuvalarından fırlamış, ağzı ardına kadar açık, dili tıpkı çeşmelerin heykellerininki gibi çenesine kadar sarkık kaldı. Konuşabilmeye başlayınca titreyerek kekeledi:
“Nereden çıktı acaba bu ‘Oy!’ diyen ince ses? Oysa burada kimsecikler yok. Yoksa bu tahta parçası çocuk gibi ağlamayı, sızlanmayı öğrenmiş olmasın? İşte buna inanamam. Bakalım şu tahtaya… Diğer hepsi gibi şömineye atılacak bir parça. Ateşe atarsan da şöyle iyi bir fasulye yemeğini pişirir… O hâlde? İçinde birisi saklanmış olmasın? Eğer biri saklandıysa vay onun hâline! Şimdi icabına bakarım ben onun!”
Böyle söyleyerek tahta parçasını iki eliyle sıkıca kavradı ve hiç acımadan, odanın duvarlarına savurmaya başladı.
Ardından, sızlanıp duran ince ses ortaya çıkacak mı diye durup dinledi. İki dakika bekledi, tık yok; beş dakika dinledi, yine tık yok; on dakika bekledi, yine hiç ses yok!
“Anladım!” dedi o zaman peruğunu karıştırıp gülmeye çabalayarak. “O ‘Oy!’ diyen ince sesi, ben kendim uydurmuş olacağım! Çalışmaya koyulalım.”
Büyük bir korkuya kapıldığından biraz olsun cesaretlenmek için şarkı mırıldanıyordu.
Bu sırada keseri bırakıp, tahta parçasını rendeleyip temizlemek için eline rendeyi aldı. Ama bir aşağı bir yukarı rendelerken aynı ince ses gülerek:
“Kes şunu! Gıdıklanıyorum!”
Bu kez zavallı Kiraz Usta, yıldırım çarpmış gibi yere yığıldı. Gözlerini açtığında kendini yerde oturur buldu.
Yüzü allak bullak olmuştu. Korkudan, burnu bile her zamanki gibi parlak mordan masmaviye dönüşmüştü.

II
Kiraz Usta tahta parçasını dans etmeyi, kılıç çekmeyi ve kırk takla atmayı bilen harika bir kukla yapmak isteyen arkadaşı Geppetto’ya armağan eder
Tam da bu sırada kapı çalındı.
“Buyurun, geçin.” dedi marangoz, ayağa kalkacak gücü kendinde bulamadan.
O zaman içeri Geppetto adındaki canlı mı canlı, neşeli mi neşeli ihtiyar girdi. Ama mahalledeki çocuklar ona mısır lapasına çok benzeyen sarı peruğundan ötürü Mısır Lapası adını takmışlardı.
Küplere binerdi Geppetto. Ona Mısır Lapası diyenin vay hâline! Bir köpürürdü, kimse tutamazdı onu.
“İyi günler Antonio Usta.” dedi Geppetto. “Yerde ne işiniz var öyle?”
“Karıncalara matematik öğretiyorum.”
“Elinize ağzınıza sağlık!”
“Sizi buraya hangi rüzgâr attı, Geppetto Baba?”
“Bacaklarım. Bilir misiniz Antonio Usta? Buraya sizden bir iyilik istemek için geldim.”
“Bendeniz, size yardıma hazırım.” diye yanıtladı marangoz, dizlerinin üzerinde doğrularak.
“Bu sabah aklıma bir fikir üşüştü.”
“Duyalım bakalım bu fikri.”
“Kendime şöyle güzel bir tahta kukla yapmayı düşündüm. Ama dans etmeyi, kılıç çekmeyi, kırk takla atmayı bilen harikulade bir kukla olacak bu. Onunla ekmek paramın, bir de bir bardak şarabın peşinde dünyayı dolaşmak istiyorum. Ne dersiniz bu fikre?”
“Bravo Mısır Lapası!” diye bağırdı nereden geldiği anlaşılamayan, o aynı ince ses.
Kendisine Mısır Lapası denildiğini duyunca Geppetto Baba, hiddetten tıpkı bir biber gibi kıpkırmızı oldu. Marangoza dönerek kızgın kızgın:
“Niçin bana saygısızlık ediyorsunuz?” dedi.
“Kim size saygısızlık ediyor?”
“Bana Mısır Lapası dediniz.”
“Ben demedim.”
“Ne yani ben mi dedim? Ben diyorum ki siz dediniz.”
“Hayır!”
“Evet!”
“Hayır!”
“Evet!”
Kavga kızıştı. Kelimeler eylemlere döküldü. Birbirlerine girip çizikler, ısırıklar içinde kaldılar.
Kavga dövüş bittiğinde Antonio Usta, bir baktı ki Geppetto’nun sarı peruğu elinde kalmış. Geppetto ise marangozun kır saçlı peruğunu ağzında buldu.
“Peruğumu bana geri ver!” diye bağırdı Antonio Usta.
“Sen de benimkini bana geri ver de barışalım.”
İki küçük ihtiyar, peruklarına kavuşunca el sıkışıp hayat boyu iyi birer dost olarak kalmaya ant içtiler.
“Söyleyin öyleyse…” dedi marangoz barıştıklarının işareti olarak. “Benden istediğiniz iyilik nedir?”
“Kuklamı yapmak için biraz tahta isteyecektim. Verir misiniz?”
Antonio Usta, memnuniyetle gidip kendisine onca korkuyu yaşatmış tahta parçasını tezgâhın üzerinden aldı. Ama tam onu arkadaşına verecekken tahta parçası sarsılıp, hızla ellerinden sıyrıldı ve zavallı Geppetto’nun sıska bacaklarına çarptı.
“Ah! Ne de kibarca veriyorsunuz armağanınızı, Antonio Usta! Az daha sakatlayacaktınız beni!..”
“Yemin ederim ki ben yapmadım!”
“Ne yani? Ben mi yaptım?”
“Aslında tümüyle tahtanın suçu…”
“Tahta olduğunu biliyorum. Ama onu bacaklarıma siz savurdunuz!”
“Ben savurmadım!”
“Yalancı!”
“Geppetto, bana saygısızlık etmeyin. Yoksa size Mısır Lapası derim!..”
“Eşek!”
“Mısır Lapası!”
“Merkep!”
“Mısır Lapası!”
“Çirkin maymun!”
“Mısır Lapası!”
Kendisine üçüncü kez Mısır Lapası denildiğini duyunca Geppetto’nun gözleri karardı, marangozun üstüne atıldı ve yine girdiler birbirlerine.
Kavga bittiğinde Antonio Usta’nın burnunun üzerinde iki çizik fazla, Geppetto’nun ceketinde iki düğme eksik vardı. Hesabı böyle kapatınca el sıkıştılar ve hayat boyu iyi birer dost olarak kalmaya ant içtiler.
Geppetto akıllı tahta parçasını aldı, topallaya topallaya evinin yolunu tuttu.

III
Geppetto, eve dönünce hemen kuklayı yapmaya başlar ve ona Pinokyo adını verir. Kuklanın ilk haylazlıkları
Geppetto’nun evi; ışığını bir merdiven altından alan, zemin katında bir odacıktı. Mobilya daha basit olamazdı: Berbat bir iskemle, kötü durumdaki bir yatak ve tümüyle yıpranmış bir masa. Dipteki duvarda ateşi yanan bir şömine görünüyordu. Ama ateş resimden ibaretti ve yanına bir de sıcak dumanı neşeyle tüten bir tencere çizilmişti.
Eve girer girmez, hemen aletlerini alıp kuklasını yontmaya başladı.
“Ona ne ad versem?” diye söylendi kendi kendine. “Pinokyo demek istiyorum ona. Bu ad ona talih getirecek. Bir Pinokyolar ailesi tanımıştım. Baba Pinokyo, anne Pinokyo ve çocuk Pinokyocuklar. Durumları iyiydi. En zenginleri sadaka dilenirdi.”
Kuklasına verecek bir ad bulunca iyiden iyiye çalışmaya koyuldu. Hemen ona saç, alın ve göz yaptı.
Gözlerini bitirince hareket ettiklerini ve de ona dik dik baktıklarını fark etti. Tahmin edin nasıl da hayretler içinde kaldı.
O tahta gözlerin kendisine bakması Geppetto’nun canını sıktı. İçerleyerek şöyle dedi:
“Kötü tahta gözler, niçin bana bakıyorsunuz?”
Ama kimse yanıt vermedi.
Gözlerden sonra burnunu yaptı. Ama burun hemen uzamaya başladı. Uzadı, uzadı, uzadı, kısa sürede sonsuz bir burun hâline geldi.
Zavallı Geppetto, kuklanın burnunu kesip kısaltmaya çabaladıkça saygısız burun, daha da uzuyordu.
Burundan sonra ağzını yaptı.
Ağız, daha yapımı bile bitmeden gülmeye, Geppetto ile alay etmeye başladı.
“Kes gülmeyi!” dedi alınan Geppetto. Ama sanki duvarla konuşuyor gibiydi.
“Gülmeyi kes diyorum sana!” diye haykırdı tehditle dolu bir sesle.
O zaman ağız gülmeyi kesti ama bu sefer de Geppetto’ya dilini çıkarıvermesin mi?
Geppetto, işini umduğu gibi bitirebilmek için fark etmemiş gibi yaptı ve çalışmaya devam etti.
Ağzından sonra çenesini, sonra boynunu, omuzlarını, kollarını ve ellerini yaptı.
Ellerini yapmayı bitirir bitirmez Geppetto, bir de baktı ki peruğu başından gitmiş. Dönüp bakınca bir de ne görsün? Sarı peruğunu, kuklanın elinde gördü.
“Pinokyo!.. Çabuk peruğumu bana geri ver!”
Ama Pinokyo, peruğu ona geri vermek yerine kendi başına geçirdi, gövdesinin yarısına kadar peruğun içinde kaldı.
Bu küstah ve alaycı davranışlar karşısında Geppetto, hayatında hiç olmadığı kadar hüzünlendi ve Pinokyo’ya dönerek:
“Yaramaz çocuk seni! Daha yapımın bile bitmedi ama şimdiden babana saygıda kusur ediyorsun! Hiç iyi değil, çocuğum, hiç iyi değil!” dedi.
Gözünden akan bir damla yaşı sildi.
Daha bacaklar ve ayaklar yapılacaktı.
Geppetto, ayakları bitirince burnunun ucuna tekmeyi yedi.
“Hak ettim ben bunu!” dedi. O zaman, kendi kendine “Önceden aklım neredeydi? Artık çok geç!”
Kuklayı yürütmek için kollarından kaldırıp yere, odanın döşemesine koydu.
Pinokyo’nun bacakları açılmamıştı, doğru düzgün hareket edip yürüyemiyordu. Geppetto, adım atmayı öğrensin diye elinden tutarak ilerletiyordu onu.
Pinokyo, bacakları açılınca kendi kendine odanın içinde yürümeye, koşmaya başladı. Ta ki sokak kapısından dışarı fırlayıp kaçmaya başlayana dek.
Zavallı Geppetto da arkasından koşmaya başladı tabii. Ama onu yakalamayı başaramadı. Çünkü o Pinokyo denen yaramaz çocuk, tıpkı bir tavşan gibi zıplaya zıplaya gidiyordu. Tahta ayaklarını sokağın taşlarına çarpınca öyle bir gümbürtü çıkarıyordu ki yirmi çift köylünün takunyalarının çıkardığı gürültüye denkti.
“Yakala onu! Yakala onu!” diye haykırıyordu Geppetto. Ama sokaktakiler, yarış atı gibi koşan bu tahta kuklayı gördüklerinde büyülenmiş gibi bakıp öyle bir gülüyorlardı ki hayal bile edemezsiniz.
Sonunda, talihin de yardımıyla, yaygarayı duyan bir polis, sahibinin elinden kaçmış bir tay var zannederek yolun ortasına dikiliverdi. Pinokyo’yu durdurmaya ve başka talihsizliklerin yaşanmasına engel olmaya kararlıydı.
Ama Pinokyo, uzaktan, yolu kapatan polisi görünce bacaklarının arasından geçerek onu atlatmaya çalıştı fakat başarısız oldu.
Polis, yerinden bile kıpırdamadan onu burnundan tertemiz yakaladı -sanki polis yakalasın diye bilerek yapılmış gibi upuzun tuhaf bir burundu bu- ve Geppetto’nun ellerine teslim etti. O da aklı başına gelsin diye, derhâl kulaklarını çekmek istedi. Ama tahmin edin bakalım kulaklarını arayıp da bulamayınca ne hâle geldi! Ve de niçin, biliyor musunuz?..
Çünkü kuklayı aceleyle yontarken kulaklarını yapmayı unutmuştu.
Bu yüzden onu ensesinden tutup geri götürürken başını tehditkâr biçimde salladı:
“Hele bir eve gidelim. Eve vardığımızda seninle hesaplaşacağımızdan sakın şüphe etme!”
Pinokyo, bu sözün üzerine daha fazla yürümek istemedi, attı kendine yerlere. Bu arada, meraklılar ve başıboş aylak dolaşanlar etraflarında toplanmaya başlamıştı. Kimi öyle diyordu, kimi böyle.
“Zavallı kukla!” diyordu kimileri. “Eve dönmeyi istememekte haklı. Bu Geppetto denen adam, kim bilir nasıl döver onu!”
Kimileriyse kurnazca söze karışıyorlardı:
“Bu Geppetto, efendi bir adama benziyor! Ama çocuklara karşı nasıl da zalim! Bir bıraksalar paramparça eder kuklayı!”
Sonunda, öyleydi, böyleydi derken polis Pinokyo’yu serbest bıraktı. Onun yerine zavallı Geppetto’yu hapse atmaya karar verdi. Geppetto, hemen o anda kendisini savunacak söz bulamadı, başladı dana gibi böğürüp ağlamaya. Hapse yollanırken hıçkırarak kekeliyordu:
“Uğursuz oğul! İyi bir kukla yapabilmek için ne kadar da uğraşmıştım! Ama hata bende! Daha önceden aklım neredeydi?”
Daha sonra olanlarsa inanılması güç bir öyküdür. Onu sizlere ilerleyen bölümlerde anlatacağım.

IV
Kötü çocukların kendilerinden daha bilgili kişiler tarafından uyarıldıklarında nasıl da canlarının sıkıldığını gösteren, Pinokyo ile Konuşan Cırcır Böceği’nin öyküsü
Öyleyse çocuklar, sizlere zavallı Geppetto suçsuz yere hapishaneye yollanırken o haylaz Pinokyo’nun polisin pençesinden kurtulunca, eve en kısa yoldan dönebilmek için tarlalara doğru tabana kuvvet kaçtığını anlatayım. Mümkün olduğunca hızlı koşabilmek için yüksek tepeliklerin, mürdüm eriği çitlerinin, içi su dolu çukurlukların üzerinden küçük keçilerle yavru tavşanlar gibi atlayarak gidiyordu.
Eve ulaştığında sokak kapısını yarı aralık buldu. Kapıyı itti, içeri girdi ve sürgüyü birçok kez çektikten sonra hoşnutluğundan kocaman bir oh çekerek attı kendini yere, oturdu.
Ama hoşnutluğu kısa sürdü. Çünkü birdenbire “Cır-cır-cır!” diye bir ses geldi kulağına.
Müthiş bir korkuyla:
“Bana seslenen de kim?” dedi Pinokyo.
“Benim!”
Pinokyo arkasını dönünce duvarda yukarı tırmanan kocaman bir Cırcır Böceği gördü.
“Söyle bana Cırcır Böceği. Sen de kimsin?”
“Ben Konuşan Cırcır Böceği’yim. Yüzyıldan fazla bir süredir bu odada oturuyorum.”
“Ama bu oda artık benim odam.” dedi kukla. “Eğer bana bir iyilikte bulunmak istiyorsan ardına bile bakmadan hemen çek git buradan.”
“Sana büyük gerçeği açıklamadan…” diye yanıtladı Cırcır Böceği. “Buradan gitmeyeceğim.”
“Söyle ve sonra da yaylan.”
“Anne babalarına isyan edip sonra da evden kaçan çocukların vay hâline! Bu dünyada asla rahat yüzü göremeyecekler ve yaptıklarından da er ya da geç pişmanlık duyacaklar.”
“Öt bakalım, cırcır böcekçiğim, canın nasıl isterse öyle öt. Ama ben yarın şafakla birlikte buradan gideceğim: Çünkü burada kalırsam tüm diğer çocukların başına gelen benim de başıma gelecek, yani beni okula gönderecekler. Canım istese de istemese de ders çalışmak zorunda kalacağım. Bense, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki okumayı hiç mi hiç istemiyorum. Ve de kelebeklerin peşinden koşarken, yavru kuşları yuvalarından almak için ağaçlara tırmanırken çok daha fazla eğleniyorum.”
“Zavallı sersem. Bilmiyor musun ki böyle yaparsan büyüyünce güzelcecik bir eşeğe dönüşeceksin ve herkes hâline gülecek?”
“Yavaş ol bakalım. Şom ağızlı, kötü Cırcır Böceği!” diye bağırdı Pinokyo.
Ama sabırlı ve bilge Cırcır Böceği, bu haddini bilmezliğe kızacağına aynı sakin ses tonuyla devam etti:
“Okula gitmek istemiyorsan niçin hiç olmazsa bir meslek öğrenip ekmek paranı onurunla kazanmaya bakmıyorsun?”
“Söylememi ister misin?” diye yanıtladı sabrını yitirmeye başlayan Pinokyo. “Dünyanın tüm meslekleri arasında, tam da bana göre olan bir tane var da ondan.”
“Neymiş bu meslek?”
“Yeme, içme, uyuma, eğlenme ve sabahtan akşama dek aylaklık etme mesleği.”
“Sen bilirsin ama…” dedi Konuşan Cırcır Böceği, her zamanki gibi sakince. “Bu mesleği icra edenlerin sonu ya hastane ya da hapishane olur hep.”
“Bak, şom ağızlı çirkin Cırcır Böceği! Tepemi attırırsan vay hâline!”
“Zavallı Pinokyo! Sana gerçekten de acıyorum.”
“Niçin acıyorsun bana?”
“Çünkü sen bir kuklasın ve işin kötü tarafı, tahtadan yapılma bir kafan var.”
Bu son sözleri üzerine Pinokyo, atlayıp tezgâhın üzerinden tahta bir çekiç aldı ve Konuşan Cırcır Böceği’ne fırlattı.
Belki de hedefi tutturabileceğini düşünmemişti bile. Ama talihsizlik işte! Çekiç, Konuşan Cırcır Böceği’nin tam da kafasına isabet etti. Zavallı Konuşan Cırcır Böceği, son bir cır-cır-cır-cır diyecek nefesi zor buldu ve duvara yapışıp kaldı.

V
Pinokyo’nun karnı acıkır ve kendisine omlet yapmak için bir yumurta arar. Ama omleti pencereden uçup gider
Bu arada gece bastırmaya başladı. Pinokyo hiçbir şey yemediğini hatırlayarak midesinde, açlığa çok benzeyen bir kazınma hissetti.
Ama iştah çocuklarda hızlı artar. Gerçekten de birkaç dakikanın içerisinde iştah açlığa, açlıksa göz açıp kapayıncaya dek, kurt gibi acıkmaya dönüştü. Öyle bir açlık ki bıçakla kesilse yeriydi.
Zavallı Pinokyo, hemen üzerinde bir tencere kaynayan ocağa koştu. İçinde ne olduğuna bakmak için tencerenin kapağını kaldıracak oldu ama tencere, duvara çizilmiş bir resimdi. Tahmin edin nasıl da kalakaldı oracıkta. Zaten uzun olan burnu en az dört parmak daha uzadı.
Odanın içinde koşuşturmaya ve bütün çekmece ve dolaplarda biraz ekmek, belki biraz kuru ekmek, bir kabuk, köpeğin bıraktığı bir kemik, biraz küflenmiş lapa, bir balık kılçığı, bir kiraz çekirdeği, sözün kısası çiğnenecek herhangi bir şey aramaya koyuldu. Ama hiçbir şey bulamadı. Kocaman bir hiç, gerçekten de hiç!
Bu arada açlığı arttıkça artıyordu. Zavallı Pinokyo’nun elindense esnemekten başka yapabileceği hiçbir şey gelmiyordu. Öyle bir esniyordu ki ağzı kulaklarına dek uzanıveriyordu. Esnedikten sonra tükürüyor, sanki midesi yerinden çıkıp gidiyor gibi oluyordu.
Umutsuzca ağlayarak:
“Konuşan Cırcır Böceği haklıymış. Babama isyan edip evden kaçmakla kötü ettim… Babam burada olsaydı esnemekten ölecek hâlde olmazdım. Ah! Ne de kötü hastalıkmış şu açlık!” diyordu.
Tam da bu sırada, birikmiş çöplerin en tepesinde, tavuk yumurtasına benzer yuvarlağımsı bir şey gördü. Bir atlayışta yumurtanın üzerine çullanması an meselesi oldu. Ve gerçekten de bir yumurtaydı bu.
Kuklanın sevincini anlatmam imkânsız. Tahmin etmeniz gerek bunu. Kendini düşte sanarak yumurtayı evirip çeviriyor, dokunup öpüyor, öperken de şöyle diyordu:
“Peki şimdi nasıl pişirsem onu? Omlet mi yapsam? Hayır, sahanda yumurta yapmak daha iyi. Tavada pişirsem daha mı lezzetli olur? Yoksa rafadan yumurta mı yapmalı? Yok, en hızlı sahanda pişer. Öyle çok yemek istiyorum ki onu!”
Der demez, kızgın kor dolu maltızın üzerine bir sahan yerleştirdi. Sahanın içinde de zeytinyağıyla tereyağı yerine, biraz su koydu. Sudan dumanlar çıkmaya başladığında ise… Çat! Yumurtanın kabuğu çatladı ve sanki tavaya akacak oldu.
Ama beyazıyla sarısının yerine, yumurtanın içinden, neşeli mi neşeli bir civciv çıkıverdi. Civciv yerlere kadar eğilerek:
“Çok teşekkürler Bay Pinokyo, beni kabuğumu kendim kırmak zahmetinden kurtardığınız için. Görüşmek üzere, sağlıcakla kalın. Evdekilere de çok selamlar!” dedi.
Böyle söyledikten sonra kanatlarını açtı, açık pencereden çıktı ve uçarak gözden kayboldu.
Zavallı kukla büyülenmiş gibi sabit gözlerle, ağzı açık, elinde yumurta kabuklarıyla oracıkta kaldı. Kendine gelir gelmez, umutsuzluktan ağlamaya, haykırmaya, tepinmeye başladı. Ağlarken bir yandan da:
“Demek haklıydı Konuşan Cırcır Böceği. Evden kaçmasaydım, babam burada olsaydı, şimdi açlıktan ölecek hâlde olmazdım. Ah! Ne kötü hastalıkmış şu açlık!..” diyordu.
Karnının giderek artan guruldamasını nasıl bastıracağını bilemediği için evden çıkıp, sadaka olarak bir parça ekmek verecek birkaç iyiliksever bulma umuduyla komşu köye uğramak geldi aklına.

VI
Pinokyo ayakları maltızın üzerinde uyuyakalır. Ertesi sabah ayakları tümüyle yanmış olarak uyanır
Cehennem gibi berbat bir geceydi. Tüm şiddetiyle gök gürlüyor, gökyüzü alev alır gibi şimşek çakıyor, soğuk ve amansız bir rüzgâr öfkeyle ıslık çalarak kocaman bir toz bulutunu kaldırıyor ve kırlardaki tüm ağaçları çatırdatıp gıcırdatıyordu.
Pinokyo, gök gürültüsünden ve şimşekten müthiş korkardı. Ama açlığı, korkusunu bastırdığı için kapıdan çıkıp koşmaya başladı. Sıçrayarak yüz adımda, tıpkı bir av köpeği gibi dili dışarıda, soluk soluğa köye vardı.
Ama köy kapkaranlık ve ıpıssızdı. Dükkânlar kapanmıştı; evlerin kapıları, pencereleri kapalıydı ve sokaklarda tek bir köpek bile yoktu. Sanki ölüler diyarı gibiydi.
Pinokyo, aç ve umutsuz, bir evin kapısındaki çıngıraklı zile yapıştı ve uzun uzun çalmaya başladı. İçinden:
“Mutlaka biri açmalı.” diyordu.
Gerçekten de başında gece takkesiyle, bir küçük ihtiyar kapıyı açıp huysuz huysuz bağırdı:
“Gecenin bu saatinde ne istiyorsunuz?”
“Bana birazcık ekmek verme iyiliğinde bulunmanızı…”
“Bekle de birazdan döneyim.” diye yanıtladı, karşısında sükûnet içerisinde uyuyan iyi insanları rahatsız etmek için gece gece zilleri çalan o baş belası çocuklardan biri var zanneden küçük ihtiyar.
Yarım dakika sonra pencere açıldı ve küçük ihtiyarın sesi, Pinokyo’ya bağırdı:
“Başını eğ, şapkanı çıkar.”
Pinokyo hemen küçük başlığını çıkardı. Ama çıkarmasıyla koca bir leğen suyun, başından aşağı dökülüp onu sanki bir vazo dolusu solmuş sardunya çiçeğiymiş gibi sulaması bir oldu.
Bir civciv gibi ıslak, yorgunluktan ve açlıktan bitkin, eve döndü. Ayakta duracak hâli kalmadığı için, sırılsıklam, çamurlu ayaklarını kızgın kor dolu maltıza uzatarak çöktü, oturdu.
Oracıkta uyuyakaldı. Uyurken tahtadan ayakları alev aldı; usul usul önce kömür, sonra da kül oldular.
Pinokyo, ayakları sanki kendinin değil de bir başkasınınmış gibi horul horul uyumaya devam ediyordu. Nihayet, gün doğumuyla birlikte uyandı. Çünkü kapı çalınıyordu.
“Kim o?” diye sordu esneyerek ve gözlerini ovalayarak.
“Benim.” diye yanıtladı bir ses.
Bu, Geppetto’nun sesiydi.

VII
Geppetto, eve döner ve kendi kahvaltısını Pinokyo’ya verir
Zavallı Pinokyo’nun gözleri hâlâ uyku mahmuruydu ve tamamen yanmış olan ayaklarının farkına henüz varamamıştı. Bu yüzden, babasının sesini duyar duymaz hemen sandalyeden atlayıp kapının sürgüsünü açmak istedi ama iki üç kez sendeleyip, boylu boyunca yere serildi.
Yere çarparken çıkardığı gürültü, beşinci kattan aşağı düşen bir çuval kepçenin çıkaracağı gürültünün aynısıydı.
“Aç kapıyı!” diye bağırıyordu bu sırada Geppetto sokaktan.
“Babacığım, açamıyorum.” diye yanıtlıyordu kukla ağlayıp yerde debelenerek.
“Niçin açamıyorsun?”
“Çünkü ayaklarımı yemişler.”
“Kim yemiş ayaklarını?”
“Kedi.” dedi, yerde tahta kıymıklarını oynatarak eğlenen kediyi gören Pinokyo.
“Aç diyorum sana.” diye tekrarladı Geppetto. “Yoksa eve girince yediririm o kediyi sana!”
“Ayaklarımın üzerinde doğrulamıyorum. İnanın buna. Ah zavallı ben! Hayatı boyunca dizlerinin üzerinde yürümek zorunda kalacak olan zavallı ben!”
Geppetto, tüm bu sızlamaların başka bir haylazlık olduğunu zannetti ve buna bir son vermeyi aklına koydu. Duvara tırmanarak pencereden eve girdi.
İlkin, ağzını açıp gözünü yummak niyetindeydi. Ama sonra zavallı Pinokyo’sunu ayaksız kalmış, yerde uzanmış yatarken görünce yumuşayıverdi. Onu kucağına alıp öpmelere, okşamalara, tatlı sözlere boğmaya koyuldu ve yanaklarından parlak yaşlar süzülerek:
“Pinokyocuğum benim! Nasıl oldu da yandı ayakların?” dedi.
“Bilmiyorum, babacığım. Ama şuna inanın ki cehennem gibi bir geceydi ve ben yaşadığım sürece hatırlayacağım. Gök gürlüyordu, şimşek çakıyordu ve de ben çok acıkmıştım. Konuşan Cırcır Böceği bana dedi ki ‘İyi oldu, hak ettin sen bunu.’ Ben de ona ‘Bana bak, Cırcır Böceği!..’ dedim. O bana ‘Sen bir kuklasın, kafan tahtadan yapılma.’ dedi. Ben de ona bir çekiç fırlattım. O hemen oracıkta ölüverdi ama kendi hatasıydı. Çünkü ben onu öldürmek istememiştim. Nereden mi belli? Maltızın kızgın korlarına çömleği oturttum. Yumurtadan çıkan civciv ‘Görüşmek üzere… Evdekilere de çok selamlar.’ dedi. Açlığım giderek artıyordu. Gece, takkeli küçük ihtiyar pencereye çıkıp bana ‘Başını eğ, şapkanı çıkar.’ dedi. Sonra kafamdan aşağı bir leğen su boşalttı. Birazcık ekmek istemiştim, bunda utanılacak bir şey yoktur, öyle değil mi? Hemen eve döndüm. Çünkü hâlâ çok ama çok açtım. Kurulanayım diye ayaklarımı maltıza dayamıştım ki siz geri döndünüz. Ben de bir de baktım, yanmışım. Hâlâ da açım ama artık ayaklarım yok. Ühü! Ühü! Ühü! Ühü!”
Zavallı Pinokyo, avazı çıktığı kadar öyle bir ağlamaya başladı ki sesi, beş kilometre uzaktan bile duyuluyordu.
Geppetto, tüm bu karmakarışık sözlerden tek bir şey anlamıştı: Kukla açlıktan ölmek üzereydi. Üç tane armut çıkarıp verdi ona.
“Bu üç armut benim kahvaltılığım olacaktı. Memnuniyetle veriyorum sana onları. Hadi ye onları. Ağzına sağlık.”
“Onları yememi istiyorsanız lütfen kabuklarını soyun.”
“Kabuklarını mı soyayım?” diye şaşkınlıkla yanıtladı Geppetto. “Böylesi zor beğenir ve damak tadına düşkün olmana, çocuğum, asla inanmazdım. Hiç iyi değil! Bu dünyada çocukluğundan alışık olmalıdır insan, ne bulursa yemeye. Çünkü başına ne geleceği hiç belli olmaz. Dünyanın bin türlü hâli var!..”
“Hiç kuşkusuz doğrudur söyledikleriniz.” diye ekledi Pinokyo. “Ama ben kabukları soyulmuş olmadıkça hiçbir meyveyi yiyemem. Tahammül edemiyorum kabuklara.”
İyi yürekli adamdı Geppetto. Bir bıçak çıkarıp ya sabır çekerek, üç tane armudu soyup kabuklarını masanın bir köşesine bıraktı.
Pinokyo, ilk armudu iki lokmada bitirip koçanını atacaktı ki Geppetto kolundan tuttu.
“Atma onu. Bu dünyada her şeyin yaradığı bir iş vardır.”
“Ama koçanı gerçekten de yemem!” diye bağırdı Pinokyo yılan gibi kıvrılarak.
“Kim bilir? Dünyanın bin türlü hâli var!..” diye sakin sakin tekrarladı Geppetto .
Üç koçan, pencereden fırlatılıp atılmak yerine, masanın bir köşesine, kabukların yanına konuldular.
Armutlar bir çırpıda yenilip yutulunca Pinokyo upuzun bir esnedi ve sızlanarak:
“Hâlâ açım ben!” dedi.
“Ama çocuğum, benim sana verecek başka bir şeyim kalmadı.”
“Gerçekten mi? Hiç mi?”
“Bir tek bu kabuklar ve koçanlar var.”
“Ne yapalım!” dedi Pinokyo. “Başka bir şey yoksa ben de bir kabuk yerim.”
Başladı kabuğu çiğnemeye. Önce biraz ağzını buruşturdu ama daha sonra önce kabukları sonra da koçanları birbiri ardına silip süpürdü. Hepsini yiyip bitirdikten sonra da elleriyle göbeğine vurup zevkten dört köşe:
“İşte şimdi kendimi iyi hissediyorum!” dedi.
“Görüyor musun, bak!” dedi Geppetto. “Damak tadına fazla düşkün, fazla seçici olmaya alışmamak gerekir derken ne kadar haklıymışım. Bu dünyada insanın başına ne geleceği hiç belli olmaz. Dünyanın bin türlü hâli var!..”

VIII
Geppetto Pinokyo’ya yeni ayaklar yapar ve ona alfabe satın almak için ceketini satar
Kukla, açlığını giderir gidermez homurdanmaya ve ağlamaya başladı. Çünkü yeni bir çift ayak istiyordu.
Ama Geppetto; onu haylazlığından ötürü cezalandırmak için yarım günlüğüne, ağlasın, dövünsün diye bıraktı. Sonra da:
“Niçin sana yeni ayaklar yapayım? Sonra bir de bakarım, yine evden kaçmışsın.” dedi.
“Size söz veriyorum.” dedi kukla hıçkırarak. “Bugünden itibaren iyi çocuk olacağım.”
“Bütün çocuklar…” diye yanıt verdi Geppetto. “Ne zaman bir şeyler elde etmek isteseler böyle söylerler.”
“Size söz veriyorum, okula gideceğim, okuyup onurlandıracağım kendimi.”
“Bütün çocuklar, ne zaman bir şeyler elde etmek isteseler hep aynı öyküyü anlatırlar.”
“Ama ben diğer çocuklar gibi değilim. Hepsinden çok daha iyi bir çocuğum ve hep doğruyu söylerim. Size söz veriyorum, babacığım, bir sanat öğreneceğim ve ihtiyarlığınızda teselliniz ve can yoldaşınız olacağım.”
Her ne kadar Geppetto, despot tavrı takındıysa da gözleri yaşlarla doldu. Pinokyo’sunu o acınası hâlde görmek, kalbini acıtıyordu. Başka yanıt vermedi. Eline çalışma aletleriyle iki tahta parçası alıp büyük bir özveriyle çalışmaya baladı.
Bir saate kalmadan ayaklar hazırdı bile. Ancak yetenekli bir sanatçının elinden çıkabilecek iki zarif, ince, çevik küçük ayak…
Geppetto kuklaya:
“Kapa gözlerini ve uyu!” dedi.
Pinokyo gözlerini kapayıp uyuyormuş gibi yaptı. O uyuma taklidi yapadursun, Geppetto bir yumurta kabuğunun içinde biraz yapışkanı eritip iki ayağı yerlerine yapıştırdı. Öyle iyi yapıştırdı ki bağlantı yerinin izi bile görünmüyordu.
Kukla ayaklarının farkına varır varmaz yattığı masadan atlayıp, mutluluktan çıldırmış gibi havada bin kez hopladı, bin takla attı.
“Benim için yaptıklarınızın karşılığı olarak…” dedi Pinokyo babasına. “Hemen okula başlamak istiyorum.”
“Aferin oğlum!”
“Ama okula gitmek için bana biraz giysi gerekli.”
O zaman, cebinde tek kuruşu bile olmayan fakir Geppetto, çiçekli kâğıttan minik bir giysi, ağaç kabuğundan bir çift ayakkabı ve ekmek içinden küçük bir başlık yaptı.
Pinokyo, hemen içi su dolu bir kovanın üstüne eğilip kendine baktı ve hâlinden öyle memnun oldu ki şişinerek:
“Tam bir efendi oldum.” dedi.
“Gerçekten de…” diye yanıtladı Geppetto. “Aklından çıkarma ki insanı efendi yapan güzel giysi değil, temiz giysidir.”
“Bu arada…” diye ekledi kukla. “Okula gidebilmek için hâlâ bir şey eksik, hatta en önemli şey.”
“Yani?”
“Alfabem eksik.”
“Hakkın var. Peki alfabe nasıl alınır?”
“Bu çok kolay. Bir kitapçıya gidilir ve alınır.”
“Ya parası?”
“Bende para yok.”
“Bende de yok.” diye ekledi, iyi yürekli ihtiyar hüzünlenerek.
Her ne kadar Pinokyo, aslında çok neşeli bir çocuk olsa da o da hüzünlendi. Çünkü sefalet gerçeğin ta kendisiyse herkes hisseder onu, çocuklar bile.
“Ne yapalım!” diye bağırdı Geppetto, ansızın ayağa kalkarak. Her tarafı yamalı dikişli, eski kadifeden ceketini üstüne geçirip koşa koşa evden çıktı.
Kısa bir süre sonra geri döndü. Ve döndüğünde sevgili oğlu için aldığı alfabe vardı elinde ama ceketi artık yoktu. Zavallı adam, gömleğiyle kalmıştı ve dışarıda kar yağıyordu.
“Peki ya ceketiniz, baba?”
“Sattım onu.”
“Niçin sattınız?”
“Bana fazla sıcak geliyordu.”
Pinokyo bu cevabı hemen anladı, iyi yüreğinin coşkusuna engel olamayıp Geppetto’nun boynuna atladı ve onu öpücüklere boğdu.

IX
Pinokyo kukla tiyatrosu seyretmek için alfabesini satar
Kar yağışı diner dinmez Pinokyo, kolunun altında harika yeni alfabesiyle okulun yolunu tuttu. Yolda giderken ufacık kafasının içinde olur olmaz hayaller kuruyor, çeşit çeşit akıllar yürütüyordu. Şöyle diyordu kendi kendine:
“Bugün okulda hemen okumayı öğrenmek isterim. Yarınsa yazmayı öğrenirim. Ertesi gün, sayı saymayı. Sonra da edindiğim bilgilerle bir sürü para kazanırım. Kazandığım ilk paralarla hemen yeni bir kumaş ceket satın alırım babama. Kumaş mı dedim? Tamamıyla gümüş ve altından olsun. Adamcağız bunu gerçekten de hak ediyor. Ne de olsa bana kitap alıp okutmak için gömleğiyle kalakaldı… Hem de bu soğuklarda! Böylesi fedakârlıkları ancak babalar yapar!..”
Coşkuyla bunları söyleyerek yol alırken, uzaklardan bir davul zurna sesi duyar gibi oldu: Zır, zır, zır, zır, zır, zır; güm, güm, güm, güm!
Durup dinlemeye koyuldu. Bu sesler, deniz kıyısındaki kumsalda kurulmuş köye çıkan yan sokaklardan birinin en sonundan geliyordu.
“Bu müzik de nesi? Okula gitmek zorunda olmam ne yazık. Öyle olmasaydı…”
Ve de oracıkta durakaldı. Her hâlükârda bir karara varması gerekliydi. Ya okula gidecekti ya da zurnaları dinlemeye.
“Bugün zurna dinlemeye giderim, yarınsa okula. Nasıl olsa okula her zaman gidilir.” dedi sonunda omuzlarını silkerek o haylaz.
Der demez de yan sokağa sapıp koşmaya başladı. Koştukça davul zurna sesleri daha iyi duyuluyordu: Zır, zır, zır, zır, zır, zır… Güm, güm, güm, güm!
Kendini, binlerce renkli bir kumaşla kaplı, kocaman ahşap bir çadırın önünde buldu. Bu çadır, bir sürü insanın toplandığı bir meydanın tam orta yerindeydi.
“Bu kocaman çadır da ne?” diye sordu Pinokyo köydeki bir çocuğa dönerek.
“Tabelayı okursan anlarsın. Ne olduğu orada yazılı.”
“Memnuniyetle okurdum ama tam da bugün okumayı bilmiyorum.”
“Aferin sana öküz! O zaman ben okurum sana. Tabelada, ateş gibi kıpkırmızı renkteki harflerle BÜYÜK KUKLA TİYATROSU yazdığını öğren o zaman!”
“Oyun başlayalı çok oldu mu peki?”
“Şimdi başlayacak.”
“Kaç paraya giriliyor?”
“Dört paraya.”
Pinokyo, merakı başına vurunca, çekingenliğini üzerinden attı ve utanmadan sıkılmadan çocuğa:
“Bana yarına dek dört para verir misin?” diye sordu.
“Vermeyi çok isterdim.” diye yanıtladı diğeri alay ederek. “Ama tam da bugün hiç param yok.”
“Sana dört paraya ceketimi satarım.” dedi o zaman kukla.
“Çiçekli kâğıttan yapılmış ceketi ne yapayım ben? Bir yağmur yağsa insan sırtından çıkaramaz onu.”
“Ayakkabılarımı satın alır mısın?”
“Ateş yakmaya yararlar ancak.”
“Başlığıma ne verirsin?”
“Aman ne de güzel alışveriş! Ekmek içinden bir başlık! Sonra da fareler gelip onu başımda yiyiversinler!”
Pinokyo diken üstündeydi. Son teklifini yapmak üzereydi. Kararsızdı, tereddüt ediyor, içi yanıyordu. Sonunda:
“Bu yeni alfabe için dört para verir misin?”
“Ben de bir çocuğum ve çocuklardan hiçbir şey satın almam.” diye yanıtlı Pinokyo’dan çok daha aklı başında olan diğeri.
“Dört paraya, alfabeyi ben satın alırım.” diye bağırdı söze karışan bir eskici.
Kitap hemen oracıkta satıldı. Bir de düşünün ki zavallı Geppetto, tek gömleğiyle kalmıştı oğluna alfabe satın almak için!

X
Kuklalar, kardeşleri Pinokyo’yu tanır ve onun için büyük bir şenlik düzenlerler. Ama en güzel yerinde Kuklacı Ateşyiyen ortaya çıkar. Az kalsın Pinokyo’nun sonu kötü olacaktı
Pinokyo’nun kukla tiyatrosuna girişi yarı devrime bedel bir olay oldu.
Perde çekilmiş, oyun başlamıştı bile.
Sahnede Arlecchino ve Pulcinella her zamanki itiş kakışlarına devam eder, birbirlerine tekme tokatlarla, sopalarla tehditler savururken görünüyordu.
Seyirciler dikkat kesilmiş, bu iki kuklanın didişmelerini sanki aklı başında iki gerçek kişiymişler gibi ciddiye alıyor ve kahkahadan kırılıyorlardı.
Birdenbire Arlecchino rolünü oynamayı kesip seyircilere döndü, son sıralardaki birini işaret ederek duygu yüklü bir ses tonuyla, bağırmaya başladı:
“Gökteki periler aşkına! Rüya mı görüyorum yoksa gerçek mi bu? Pinokyo’dan başkası değil bu!”
“Pinokyo gerçekten de!” diye bağırdı Pulcinella da.
“Ta kendisi!” diye haykırdı sahneye çıkan Bayan Rosaura.
“Pinokyo bu! Pinokyo bu!” diye bağırdı tüm kuklalar, sahnenin arkasından hoplaya zıplaya çıkarak.
“Pinokyo bu! Kardeşimiz Pinokyo bu! Yaşasın Pinokyo!”
“Pinokyo, hadi yanıma gel.” diye bağırdı Arlecchino. “Gel de sarıl tahta kardeşlerine.”
Bu candan davet üzerine Pinokyo bir atlayışta arka sıralardan, en öndeki saygın seyircilerin oturduğu sıralara; sonra bir başka atlayışla oradan önce orkestra şefinin kafasına, sonra da sahneye çıktı.
Bu dram tiyatrosunun kadın erkek tüm oyuncularının nasıl da Pinokyo’ya sarıldıklarını, boynuna atladıklarını, arkadaşça yanağından makas alıp gerçek ve içten kardeşlikle kafalarını hafifçe tosladıklarını hayal etmek imkânsız.
Tüm bu sevgi gösterisi gerçekten de çok duyguluydu, diyecek yok. Ama seyirciler oyunun yarıda kesildiğini görünce sabırsızlanarak bağırmaya başladı:
“Oyunu isteriz! Oyunu isteriz!”
Boşuna nefes tüketiyorlardı. Çünkü kuklalar rollerini oynamaya devam etmek yerine, iki katı gümbürtü çıkararak Pinokyo’yu omuzlarının üzerinde sahne ışıklarının önüne getirdiler.
O zaman kuklacı çıktı ortaya. Bakması bile insanı ürkütecek kadar çirkin, dev gibi bir adamdı bu. Kocaman bir mürekkep lekesi gibi siyah ve çirkin sakalı çenesinden aşağı iniyordu. Yürüdüğü zaman sakalına bastığını söylemekle yetinelim. Ağzı fırın kadar geniş, gözleri iki cam lamba gibiydi. Yılan ve tilki kuyruklarının birbirine sarmalanmasından yapılmış kırbacını şaklatıp duruyordu.
Kuklacının böyle beklenmedik bir zamanda orta çıkmasıyla herkes sessizliğe büründü. Kimse nefes almıyor gibiydi. Öyle ki havada sinek uçsa sesi duyulurdu. Zavallı kuklalar, kadın erkek, hepsi de yaprak gibi titriyorlardı.
“Ne geldin tiyatromda kargaşa çıkarmaya?” diye sordu canavar sesiyle Pinokyo’ya.
“İnanın, saygıdeğer bayım, suç bende değildi!..”
“Bu kadarı yeter! Akşam olunca görürüz hesabımızı.”
Gerçekten de oyunun gösterimi bitince kuklacı, şişe geçirilen bir koyunun akşam yemeğine hazır olması için ateşte yavaş yavaş çevrildiği mutfağa gitti. Koyunu pişirip kızartmaya yetecek kadar odun olmadığı için de Arlecchino ve Pulcinella’yı çağırıp:
“Çiviye asılı bekleyen o kuklayı getirin bana. Bana iyice kuru bir tahtadan yapılmış gibi geldi. Eminim ki kızartmanın ateşini güzelce canlandırır.”
Arlecchino ve Pulcinella ilkin tereddüt ettiler. Ama patronları öyle kötü bir bakış fırlattı ki korkuyla emre itaat ettiler. Az sonra, sudan çıkmış yılan balığı gibi çırpınıp duran Pinokyo’yu kollarının üzerinde mutfağa taşırlarken o da bağırıp duruyordu:
“Babacığım, kurtarın beni! Ölmek istemiyorum! Ölmek istemiyorum!..”

XI
Ateşyiyen hapşırır ve Pinokyo’yu bağışlar. Pinokyo da arkadaşı Arlecchino’yu ölümden kurtarır
Kuklacı Ateşyiyen -buydu adı- özellikle de tıpkı bir önlük gibi göğsünü ve bacaklarını örten siyah, çirkin sakalıyla ürküntü veren bir görünüme sahipti, kabul etmeliyim bunu ama aslında hiç de kötü bir adam değildi. Bunun kanıtı da “Ölmek istemiyorum! Ölmek istemiyorum!” diye çırpınan Pinokyo’yu taşırlarken, hislenip acıması ve bayağı uzun bir direnişten sonra da dayanamayıp gürültüyle hapşırmasıydı.
Bu hapşırık üzerine, o ana kadar üzüntüden salkım söğüt gibi eğilmiş duran Arlecchino, birden neşeyle doldu ve Pinokyo’ya eğilerek fısıldadı:
“Haberler iyi, kardeşim. Kuklacı hapşırdı. Sana acıdığının işaretidir bu. Bundan böyle kurtulmuş say kendini.”
Çünkü bilmelisiniz ki tüm insanlar acıma hissettiklerinde, ya ağlarlar ya da en azından gözlerini kuruluyormuş gibi yaparlar. Ateşyiyen’in ise ne zaman kalbi yumuşasa hapşırma huyu vardı. Bu da kalbinin hissiyatını göstermenin bir yoluydu işte.
Kuklacı, hapşırdıktan sonra, kabadayı gibi davranmaya devam etti. Pinokyo’ya:
“Kes ağlamayı! Sızlanmaların yüzünden mideme ağrı girdi. Hapşu! Hapşu!” diyerek iki kez daha hapşırdı.
“Çok yaşayın!” dedi Pinokyo.
“Teşekkürler! Anan baban hâlâ sağ mı?” diye sordu Ateşyiyen.
“Babam hayatta. Annemi ise hiç tanımadım.”
“Seni şimdi kızgın kömürlere attırsam ihtiyar baban kim bilir ne kadar üzülür! Zavallı ihtiyar! Acırım ona! Hapşu! Hapşu! Hapşu!” diye üç kez daha hapşırdı.
“Çok yaşayın!” dedi Pinokyo.
“Teşekkürler! Aslında acınması gereken benim. Çünkü gördüğün gibi koyun çevirmesini pişirmek için hiç odunum kalmadı. Doğruyu söylemem gerekirse çok işime yarayacaktın! Ama ne yapalım ki insafa geldim. Senin yerine şişin altına kendi kumpanyamdan birkaç kukla koyacağım! Hop! Jandarmalar!”
Bu emir üzerine hemen uzun mu uzun, kuru mu kuru, feneri yanıp sönen şapkaları ve çekilmiş kılıçlarıyla iki tahta jandarma çıktı ortaya.
Kuklacı, hırlayan sesiyle jandarmalara:
“Arlecchino’yu bulun getirin bana. Sonra da iyice bağlayıp ateşe atın, yansın. Koyunumun bir güzel kızarmasını istiyorum!” dedi.
Düşünün bir, zavallı Arlecchino’nun hâlini! Öyle bir korktu ki bacakları o anda kıvrılıp yüzüstü yere düşüverdi.
Pinokyo, bu iç parçalayıcı sahneyi görünce kendini kuklacının ayaklarının dibine attı. Sular seller gibi ağlayarak ve o upuzun sakalın tellerini gözyaşlarıyla ıslatarak:
“Acıyın Bay Ateşyiyen!..” demeye başladı yalvaran sesiyle.
“Baylar yok burada!” diye sertçe yanıtladı kuklacı.
“Acıyın, Bay Şövalye!..”
“Şövalye yok burada!”
“Acıyın, Bay Kumandan!..”
“Kumandan yok burada!”
“Acıyın, Haşmetmeap!..”
Kendisine Haşmetmeap denildiğini duyunca kuklacı hemen sevindi ve bir çırpıda insancıllaştı, konuşulur hâle gelerek Pinokyo’ya:
“Tamam öyleyse, benden ne istiyorsun?” diye sordu.
“Zavallı Arlecchino için af istiyorum.”
“Af maf çıkmaz burada. Sana acıdıysam ateşin altına onun gitmesi gerekir. Çünkü koyunum iyice kızarsın istiyorum.”
“Şu hâlde…” diye gururla doğruldu ve atıldı, ekmek içinden küçük şapkasını atarak Pinokyo. “Şu hâlde, görevimi biliyorum. İleri, Bay Jandarmalar! Bağlayın ve atın beni alevlerin arasına. Arlecchino, benim için gerçek bir dosttur. Ben varken onun ölmesi doğru olmaz!..”
Kahramanca haykırılmış bu sözler, olanları izleyen tüm kuklaları ağlatmaya yetti. Her ne kadar tahtadan yapılmış olsalar da jandarmalar bile iki süt kuzusu gibi ağlıyordu.
Ateşyiyen ilkin buz gibi kaskatı, hareketsiz durdu. Ama sonunda o da usul usul hislenip hapşırmaya başladı. Dört beş kez hapşırdıktan sonra kollarını sevgiyle açıp Pinokyo’ya:
“Sen çok akıllı bir çocuksun! Gel de bana bir öpücük ver.” dedi.
Pinokyo hemen koştu, kuklacının sakalına sincap gibi tırmanıp burnunun ucuna güzelce bir öpücük kondurdu.
“Yani af çıktı mı?” diye sordu zavallı Arlecchino, zar zor duyulan incecik bir sesle.
“Af çıktı.” diye yanıt verdi Ateşyiyen. Sonra da başını bir o yana bir bu yana sallayıp iç çekerek ekledi:
“Ne yapalım! Bu akşam da koyunumu yarı çiğ yerim. Ama bir dahaki sefere karşıma çıkanın vay hâline!..”
Çıkan affın haberi gelince tüm kuklalar sahneye koştu. Oyunların ilk gecelerinde olduğu gibi tüm ışıklar, tüm lambalar yakılarak hoplayıp dans edilmeye başlandı. Şafak söktüğünde dans hâlâ devam ediyordu.

XII
Kuklacı Ateşyiyen, babasına götürmesi için Pinokyo’ya beş altın para armağan eder. Ama Pinokyo, Tilki ve Kedi’ye kanıp onlarla gider
Ertesi gün Ateşyiyen, Pinokyo’yu bir köşeye çekip sordu:
“Babanın adı nedir?”
“Geppetto.”
“Ne iş yapar?”
“Fakirlik.”
“Çok kazanır mı?”
“Cebinde tek kuruşu olmayacak kadar çok kazanır. Düşünün ki bana okul için gereken alfabeyi satın alabilmek için üstündeki tek ceketini sattı: Sökük dikik, yamalar içinde, acınası bir ceketti.”
“Zavallı şeytan! Neredeyse acıyacağım. İşte sana beş altın para. Git, bunları babana götür ve benden selam söyle.”
Tahmin edilebileceği gibi Pinokyo, kuklacıya bin kez teşekkür etti. Kumpanyanın kuklalarına, jandarmalara bile teker teker sarıldı. Hoşnutluğundan kendinden geçmiş hâlde eve dönmek için yola koyuldu.
Ama daha yarım kilometre bile gitmemişti ki birbirlerine yardımcı olarak kör topal ilerleyen tek ayağı topal bir Tilki ve iki gözü kör bir Kedi ile karşılaştı. Topal Tilki, kör Kedi’ye yaslanarak yürüyor ve ona rehberlik ediyordu.
“İyi günler Pinokyo.” diye kibarca selamladı onu Tilki.
“Adımı da nereden biliyorsun?” diye sordu kukla.
“Babanı iyi tanırım.”
“Nerede gördün onu?”
“Dün kapısının önünde gördüm.”
“Peki ne yapıyordu?”
“Sırtında bir gömlekle soğuktan titriyordu.”
“Zavallı babacığım! Ama eğer Tanrı izin verirse bugünden itibaren titremeyecek!”
“Niçin?”
“Çünkü artık ben bir beyefendi oldum.”
“Beyefendi mi? Sen mi?” diye alaylı alaylı gülmeye başladı Tilki. Kedi de gülüyordu ama güldüğünü ele vermemek için ön pençeleriyle bıyıklarını tarar gibi yapıyordu.
“Gülecek pek bir şey yok.” diye bağırdı Pinokyo alınarak. “Ağzınızın suyunu akıtacağım için gerçekten çok üzgünüm ama güzel mi güzel beş altın param var.”
Ateşyiyen’in armağanı olan paraları çıkardı.
Paraların hoş sesini duyunca Tilki, topalmış gibi görünen ayağını uzatıverdi. Kedi ise birer yeşil lamba gibi yanan gözlerini ardına kadar açtı ama ardından kapatıverdi. Böylece Pinokyo, hiçbir şeyin farkına varamadı.
“Ya şimdi?” diye ona sordu Tilki. “Ne yapmak istiyorsun bu paralarla?”
“Öncelikle…” diye yanıtladı kukla. “Babama tamamıyla altından ve gümüşten, pırlanta düğmeli yeni bir ceket almak istiyorum. Kendime ise bir alfabe satın alacağım.”
“Kendine mi?”
“Evet, öyle gerçekten de. Okula gitmek ve kendimi derslerime vermek istiyorum.”
“Bak bana!” dedi Tilki. “Ahmakça okuma tutkusu yüzünden, bir bacağımdan oldum.”
“Bak bana!” dedi Kedi. “Ahmakça okuma tutkusu yüzünden, iki gözüm görmez oldu.”
Bu sırada yolun kenarındaki çitin üzerinde tünemiş duran beyaz bir karatavuk, yine aynı nağmeyi tutturdu:
“Pinokyo, kötü arkadaşlarının sözlerine kulak verme, yoksa pişman olursun!”
Zavallı karatavuk, hiç konuşmasa daha iyiydi! Kedi bir sıçrayışta üstüne atlayarak tüyleriyle birlikte onu yedi. Yediği gibi de ağzını sildi, gözlerini kapatıp yine kör taklidi yapmaya başladı.
“Zavallı karatavuk!” dedi Pinokyo Kedi’ye. “Neden ona böyle kötü davrandın?”
“Ona ders olsun diye yaptım. Böylece bir dahaki sefere başkalarının işine karışmamayı öğrenir.”
Yolun yarısını biraz geçmişlerdi ki Tilki birdenbire durarak kuklaya:
“Altın paralarının sayısını iki katına çıkarmak ister misin?” dedi.
“Yani?”
“Beş sefil parayı yüze, bine, iki bine çıkarmak ister misin?”
“Keşke! Nedir bunun yolu?”
“Yolu çok kolay. Evine dönmek yerine bizimle gelmelisin.”
“Nereye götüreceksiniz beni?”
“Ahmaklar Ülkesi’ne.”
Pinokyo bunun üzerine biraz düşündü. Sonra kararlı bir tavırla:
“Hayır, gelmek istemiyorum. Artık eve yaklaştım, eve gitmek istiyorum. Babam beni bekler. Zavallı ihtiyar, dün eve dönmediğimi görünce kim bilir nasıl ahlayıp vahlamıştır. Ne yazık ki ben kötü bir çocuğum. Konuşan Cırcır Böceği ‘Söz dinlemeyen çocuklar, bu dünyada gün yüzü göremezler.’ derken ne kadar haklıydı! Ben bunu kendim yaşayarak gördüm. Çünkü başıma bir sürü talihsizlik geldi. Dün bile Ateşyiyen’in evinde tehlike atlattım. Brrr! Düşüncesi bile içimi ürpertiyor!” dedi.
“Yani…” dedi Tilki. “Gerçekten de evine mi gitmek istiyorsun? Git, o zaman. Ne yazık sana!”
“Yazık sana.” diye tekrarladı Kedi.
“İyi düşün Pinokyo, şansını tepiyorsun.”
“Tepiyorsun.” diye tekrar etti Kedi.
“Beş paran bugünden yarına iki bin para olacaktı.”
“İki bin.” diye tekrarladı Kedi.
“Bu kadar artmaları nasıl mümkün olabilir?” diye sordu Pinokyo şaşkınlıktan ağzı açık.
“Hemen anlatayım sana.” dedi Tilki. “Ahmaklar Ülkesi’nde kutsanmış bir tarla var. Herkesin Mucizeler Tarlası diye adlandırdığı bir tarla. Sen orada bir çukur açarsın, içine de diyeyim ki bir altın para koyarsın. Ardından çukuru biraz toprakla örtersin. Çeşmeden iki kova su getirip sularsın, üzerine bir tutam tuz atarsın ve akşam gidip rahat rahat yatarsın. Geceleyin para filizlenip yeşerir. Ertesi sabah kalkıp tarlaya dönünce ne bulursun? Haziran ayında bir başak ne kadar tohum verirse o kadar altın parayla yüklü güzel bir ağaç.”
“Yani bu hesaba göre…” dedi Pinokyo şaşkınlığı artarak. “Ben o tarlaya beş paramı ekersem ertesi sabah kaç para bulurum?”
“Çok kolay bir hesap bu.” diye yanıtladı Tilki. “Parmaklarınla yapabileceğin kadar kolay. Tut ki her para, beş yüz paralık bir salkım versin. Beş yüzü beşle çarp, ertesi sabah cebinde parlayıp şakırdayan iki bin beş yüz altın para bulursun.”
“Oh! Ne güzel şey!” diye bağırdı Pinokyo sevincinden oynayarak. “Paraları toplar toplamaz iki binini kendim alırım, beş yüzünü de armağan olarak siz ikinize veririm.”
“Armağan olarak bize mi?” diye bağırdı Tilki alınarak, gücenerek. “Tanrı korusun!”
“Korusun!” diye tekrar etti Kedi.
“Biz…” diye söze yeniden başladı Tilki. “Biz, çıkar gütmeden çalışırız. Biz yalnızca başkaları zengin olsun diye çalışırız.”
“Başkaları.” diye tekrarladı Kedi.
“Ne müthiş kişiler!” diye içinden düşündü Pinokyo. Babasını, yeni ceketi, alfabeyi ve kendi kendine verdiği tüm sözleri, hemen oracıkta unutarak Tilki’yle Kedi’ye:
“Gidelim o hâlde. Ben de sizinle geliyorum.” dedi.

XIII
Kırmızı Karides Hanı
Yürüye, yürüye, yürüye, gün batımıyla birlikte yorgunluktan bitkin hâlde, Kırmızı Karides Hanı’na ulaştılar.
“Burada biraz duralım.” dedi Tilki. “Böylece bir lokma bir şey yer ve birkaç saat de dinleniriz. Gece yarısı olunca da yarın şafakla beraber Mucizeler Tarlası’na ulaşmak üzere yola çıkarız.”
Hana girdiklerinde üçü birlikte sofraya oturdu. Ama hiçbirinin iştahı yoktu.
Zavallı Kedi midesindeki rahatsızlıktan dolayı, sadece domates soslu üç kefal balığı ve dört porsiyon peynirli işkembeden başka bir şey yiyemedi. İşkembeyi de yavan bulup üç defasında da üzerine ek tereyağı ve rendelenmiş peynir istedi.
Tilki de seve seve bir şeyler atıştırırdı. Ama doktor ona sıkı mı sıkı bir perhiz öğütlediği için yanında yağlı piliç ve toy horozlu basit bir tatlı, gürbüz yaban tavşanıyla yetinmek zorunda kaldı. Yaban tavşanının ardından iştahı açılsın diye karışık keklik, sülün, tavşan, kurbağa, kertenkele yemeği ve cennet üzümü getirtti. Daha da bir şey istemedi. Canı hiçbir şey yemek istemiyordu, sözüne bakılacak olursa ağzına bir şey koyacak hâlde değildi.
Aralarında en az yiyen Pinokyo oldu. Bir diş ceviz ve bir köşe ekmek isteyip hepsini de tabakta bıraktı. Zavallıcığın aklı fikri Mucizeler Tarlası’ndaydı, altın paralar daha şimdiden hazımsızlık yaratmıştı onda.
Akşam yemeğini bitirdikleri sırada Tilki, hancıya:
“Bize iki iyi oda verin. Biri Bay Pinokyo için, diğeri de arkadaşım ve benim için. Yeniden yola çıkmadan önce biraz kestireceğiz. Yolculuğumuza devam etmek üzere, gece yarısı uyandırılmak isteğimizi ise lütfen aklınızda bulundurun.” dedi.
“Emredersiniz baylar.” diye yanıtladı hancı, Tilki ve Kedi’ye göz kırparak. “Oyununuzu anladım.” demek ister gibiydi sanki.
Pinokyo, yatağa girer girmez hemen uyuyup rüya görmeye başladı. Rüyasında sanki bir tarlanın orta yerindeydi. Tarla, salkım salkım yüklü ağaçlarla doluydu. Salkımlar rüzgârda sallandıkça “Kim gelip bizi toplayacak?” anlamına gelen ‘çın, çın, çın’ diye çınlayan altın paralarla yüklüydü. Ama rüyanın en güzel yerinde, yani tam elini uzatıp o güzelim paraları avuç avuç toplayıp ceplerine dolduracakken, odasının kapısı üç kere hızla vuruldu ve Pinokyo uyandı.
Saatin gece yarısını çaldığını haber vermeye gelen hancıydı bu.
“Arkadaşlarım hazırlar mı?” diye sordu kukla.
“Ne hazırı? İki saat önce ayrıldı onlar.”
“Niçin bu acele?”
“Çünkü Kedi, ayak donması geçiren en büyük oğlunun hayatının tehlikede olduğu haberini aldı.”
“Peki akşam yemeğinin parasını ödediler mi?”
“Hiç öderler mi sandınız? Sizinle bu konuda rekabete girişmeyecek kadar iyi eğitimlidirler.”
“Ne yazık! Çok da hoşlanırdım böylesi bir rekabetten!” dedi Pinokyo kafasını kaşıyarak. Ardından sordu:
“Peki o iyi arkadaşlarım, beni nerede bekleyeceklerini söylediler?”
“Mucizeler Tarlası’nda, yarın gün doğar doğmaz.”
Pinokyo, arkadaşlarıyla birlikte yediği akşam yemeği için bir para ödeyip yola koyuldu.
Ama denebilir ki güç bela ilerleyebiliyordu. Çünkü dışarıdaki karanlık, o kadar karanlıktı ki göz gözü görmüyordu. Kırlarda ise yaprak kımıldamıyordu. Yalnızca bazen yırtıcı kuşlar, yolu bir çitten diğerine geçerlerken kanatlarını Pinokyo’nun burnuna çarpıyorlar, o da “Kim o geçen?” diye bağırıyor, sesi uzaklardaki tepelerde yankılanıyordu: “Kim o geçen? Kim o geçen? Kim o geçen?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/karlo-kollodi/pinokyo-69428074/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Pinokyo Карло Коллоди

Карло Коллоди

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Okul arkadaşınızın bir kukla olduğunu düşünebiliyor musunuz? Hem de haylaz mı haylaz, söz dinlemez, ama altın gibi bir kalbi olan bir kukla. Konuşuyor, gülüyor, atlıyor, zıplıyor, oyun oynuyor, kavga ediyor. Tüm bunları yaparken de başından türlü türlü maceralar geçiyor. Carlo Collodi’nin, İtalyan edebiyatının klasiklerinden biri hâline gelmiş olan Pinokyo adlı romanı işte bu kuklanın öyküsünü anlatıyor. Collodi, Pinokyo’da bizi âdeta on dokuzuncu yüzyıl İtalya’sında, aslında kendi memleketi olan Toskana’da büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculukta bizlere rehberlik eden Pinokyo bir fakir çocuğu, onu tahtadan yontan Geppetto Usta neredeyse hiçbir şeyi olmayan ama kalbi sevgi dolu, fakir bir marangozu, Pinokyo’nun yol arkadaşları ise kâh iyi kâh kötü karakterleri anlatıyor. Ünlü filozof Benedetto Croce, Pinokyo için “Bu, insani bir kitap ve kalbin yollarını buluyor.” demiş ve Croce eklemişti: “Pinokyo’nun yontulduğu tahta, insanlıktır.” "Artık gerçek bir çocuk olmuştu, tıpkı tüm diğer çocuklar gibi. Etrafına şöyle bir bakındı ve kulübenin her zamanki samandan yapılma duvarları yerine, sade bir zevkle döşenmiş güzel bir oda gördü. Yatağından atlayınca ona bir tablo gibi gelen yeni kıyafetleri, başlığı, deri bir çift çizmeyi hazır buldu…"

  • Добавить отзыв