Foma
Maksim Gorki
Foma, Maksim Gorki’nin ilk ve en önemli romanıdır. Romanda, Volga boylarında deniz taşımacılığını elinde tutan tefeci tüccarlarla, özgürlük yanlısı ve insan sevgisi ile dolu Foma Gordeyev’in çelişkisi anlatılmaktadır. Foma Gordeyev, hem servetinden hem toplumsal çevresinden tiksinen, kötülüklerle dolu dünyaya duyduğu kin ve insanlara beslediği sınırsız sevgi uğruna, düşmeyi göze alabilen bir kişiyi temsil etmektedir. Bozuk bir toplum düzenini şiddetle eleştiren bu eser için, aşk ve adalete susamış cömert, yürekli bir insanın acı çığlığı demek yerinde olur.
Maksim Gorki
Foma
I
İnyat Gordeyev, altmış yıl kadar önce, yani Volga kıyılarında birkaç milyonluk servetin akıl almaz bir hızla kurulduğu çağlarda, zengin tüccarlardan Zayev’in şalupalarından birinde, yedek çekme takımına kumanda ederdi.
Güçlü kuvvetli, yakışıklı ve aklı kendine elverir bir adamdı İnyat Gordeyev. Hani bazı insanlar vardır, her zaman ve her yerde başarı kazanırlar; özellikle yetenekli ya da çalışkan olduklarından değil, müthiş bir enerjiyle dolup taştıklarından ve hedeflerine doğru yürürken, arzularına uygun düşmek şartıyla, her çareye iç huzuruyla başvurduklarından. Ve bunu da gayet iyi bilirler, vicdansızlıklarından enikonu acı duydukları bile olur zaman zaman; ama vicdan dediğiniz şey, sadece zayıf kişilere canavar kesilir; güçlü kişiler çabucak boyunduruk altına alır vicdanı ve amaçlarının gerçekleşmesi için seferber eder. Çektikleri tüm cereme, birkaç geceyi uykusuz geçirmekten ibaret kalır ve sonunda vicdanları tabiatlarına galebe çalarsa, sarsılırlar ama yıkılmazlar katiyen; vicdanlarının hükmü altında da, vicdansız dönemlerindeki kadar huzur içinde yaşarlar… İşte bu cins insanlardan biriydi İnyat Gordeyev.
Nitekim kırkına bastığında, üç buharlı vapur ve bir düzine kadar şalupa sahibiydi. Volga kıyıları boyunca, zenginliği gibi zekâsı da saygı uyandırıyordu. Ama yine de asıl isminden çok takma ismiyle anılıyordu: “Delifişek”… Ve delifişekti evet; çevresindeki öbür insanlarınki gibi düzgün bir şekilde akıp geçmiyordu çünkü hayatı: Sürekli bir kaynama hâlinde olduğu için, birden galeyana gelip yatağından çıkıyor, esas hedefinin para kazanmak olduğunu âdeta unutuyordu. Üç ayrı Gordeyev vardı, sanki İnyat apayrı üç ruh taşıyordu. Bunlardan biri ve en dişlisi tamahtı. Ve tamahın buyruğuna girdiği vakitler, amansız bir çalışma tutkusuna kapılmış bir adam kesilirdi İnyat. Bu tutkuyla gece gündüz yanar tutuşur, tüm varlığıyla kendini paraya adar ve düştüğü yerden avuç dolusu rubleyle kalkardı; doymak bilmezdi sanki kâğıt paraların hışırtısına, akçelerin çınlamasına. Ama nasıl çalışır çırpınırdı. Volga boyunca ırmağı defalarca iner çıkar ve her adım başına altın avlamaya yarayan bir ağ atardı. Buğday alırdı köylerden. Ribinsk’e indirir, şalupalarına yüklerdi; çalar çırpardı tabii, bazen farkına varmadan, bazen de bile bile; kazıkladığı insanlarla açıktan açığa alay etmekten geri kalmazdı katiyen ve o anlamsız para hırsı, İnyat’ta şiir mertebesine erişirdi bazen. Ama bu ruble avına bunca çaba verdiği hâlde, kelimenin dar anlamında bir tamahkâr değildi. Hatta malına karşı samimi bir kayıtsızlık bile gösterdiği olurdu.
Bir gün, Volga’yı buzların kapladığı sırada, ırmağın kıyısında durmuş ve buzların, otuz kulaçlık yeni şalupasını sarp kıyıya çarpa çarpa ezip parçalayışını seyrederken, dişleri arasından şöyle mırıldanmıştı:
“Muhakkak haklayacaksın onu belli!.. Ha gayret, vur biraz daha, biraz daha ez!.. Ha gayret aslanım, az kaldı!..”
“Hayrola İnyat?” diye sormuştu sağdıcı Mayakin. “Kesenden on bin rubleyi çekip götürüyor bu buz ve sen onu neredeyse alkışlayacaksın!”
“Yüz bin daha kazanırız, aldırma!..” demişti İnyat. “Şu Volga’nın hamaratlığını seyret hele şimdi. Şu kudrete, sıhhat fışkıran şu güzelliğe bak!Bütün yeryüzünü çökertip atabilir aslanım, benim şalopam da neymiş!.. Zavallı ‘Boyarin’ bak ne hâle geldi bir anda! Topu topu da bir tek sefer yapmıştı henüz yavrucak… Ne olmuş yani, ölecek değiliz ya! Hadi gel, cenazenin şerefine bir kadeh atalım…”
Şalopa paramparça olmuştu. İnyat’la Mayakin, rıhtımdaki meyhaneye kurulmuş; bir yandan votka içiyor, bir yandan da “Boyarin”in, buz yığınları arasında akıntıyla gittikçe sürüklenip uzaklaşan kalıntılarını seyrediyorlardı pencereden.
“İyice tasalandın gemiye İnyat!”
“Niye tasalanacakmışım? Volga değil mi bunu bana veren, geri almak hakkıdır elbet… Kolum kırılsa daha mı iyi olurdu dersin!”
“Ama ne de olsa…”
“Aması falan yok bu işin! Kendi gözlerimle gördüm olup biteni, diyecek hiçbir şeyim yok, ilerisi için ders alırız o kadar!… Ama ‘Volgar’ım yandığı vakit tasalanmıştım doğrusu, görmemiştim çünkü yanışını. Oysa öyle bir parçanın o karanlık gecede suların üzerinde alev alev tutuşması, tadına doyulmaz bir seyir olurdu, ha? Koskoca bir vapurdu ne de olsa…”
“Ona da pek yanar gibi görünmüyorsun aslında?”
“Vapura mı? Yoo, ona yazık olduğuna şüphe yok!.. Ama yanmak, acımak, tasalanmak, aslında aptallıktan başka bir şey değildir azizim. Ağla ağlayabildiğin kadar; gözyaşların mı söndürecek yani yangını! Sen burada yaş dökersin, gemiler orada yanmaya devam eder. Aslında her şey yanıp kül olsun isterse, hiçbir önemi yok. İnsanın içinde tutuşan çalışma ateşi küllenmesin yeter ki, yanılıyor muyum?”
“Katiyen!..” demişti Mayakin gülümseyerek. “Aslan gibi konuştun… Ve bu türlü konuşan bir adamın ayağından donunu al koyuver, çok geçmez yine zengin olacaktır…”
Binlerce rublenin kaybını bir feylesof rızasıyla karşılardı ama her kapiğin değerini de bilirdi İnyat. Dilencilere bile nadiren mangır kaptırır, verdiği zaman da gerçekten çalışamayacak durumda olanlara verirdi. Eli kolu azcık tutan birisi çıkıp da karşısına sadaka istemeye görsün, terslerdi hemen:
“Yaylan buradan! Gücün kuvvetin yerinde henüz, çalışabilecekken dilenmek de nesiymiş… Dur hele! Git şurada benim kapıcının gübreyi taşımasına yardım et, bir metelik vereyim sana…”
Coşkun çalışma dönemlerinde, insanlara amansızca davranırdı hep; ama kendine de acımazdı ruble avında, dinlenmek nedir bilmezdi. Ve sonra birdenbire, malının efendisi değil kölesi olduğunu hissederdi. Tüm yeryüzünün, o insanın aklını başından alan büyülü güzelliğe büründüğü ve okşayıcı bir esintinin berrak gökyüzünden bir serzeniş gibi salınıp indiği bahar çağlarında düşerdi bu hâle. Dalgınlaştıkça dalgınlaşırdı artık, kalın çatık kaşlarının altından çevresine derin derin bakar dururdu; suratsız ve kırıcı olurdu günler boyunca, yüksek sesle sorup açıklamaktan ürktüğü birtakım şeyleri sessizce kendi kendine sorarmış gibi… Ve işte o zaman, ikinci bir ruh uyanırdı içinde. Açlıktan gözü kararmış vahşi bir hayvanın sabırsız ve öfkeli ruhuydu bu… Ayrı gayrı gütmeksizin, herkese karşı küstah ve alaycı kesilir; içtikçe azar, yetinmeyip yanındakileri de azdırır; içinde bir pislik yanardağı kabarırmışçasına çılgınlaşırdı. Kendi eseri olan ve severek sırtlandığı zincirlere kudurgan bir öfkeyle saldırırdı, ama kırmaya gücü yoktu onları. Perişan, pis, sarhoşluk ve uykusuzluktan yüzü gözü şişmiş bir hâlde ve çatlak bir sesle her önüne çıkana kükreyip çatarak, şehrin bütün meyhane ve batakhanelerini bir bir tavaf eder; saymadan avuç dolusu savurur cebindeki parayı; kederli şarkılar dinleyip ağlar; sonra kalkıp dans eder, tepinir, fırlayıp vurur kırar; ama nerede ne yapsa, yatışıp huzura kavuşamazdı bir türlü.
Şehirde efsane hâline gelmişti sefahat âlemleri; herkes İnyat’ı kınar ayıplardı bu yüzden; kınamasına kınarlardı da, beraber vur patlasın çal oynasın davetini reddetmek hiç kimsenin haddine düşmemişti… Haftalar boyunca böyle yaşardı. Sonra birden, hâlâ meyhane kokusu dolu ama artık bitkin ve yatışmış, çıkagelirdi eve. Ve şimdi utanç taşan gözleri âcizane önüne eğik, karısının serzenişlerini süt dökmüş kedi gibi sessizce dinler, sonra odasına kapanırdı. Başı göğsüne düşmüş, takatsiz kolları iki yana sarkmış, omuzu çökmüş bir hâlde; dizlerinin üstünde, dua etmeye cesareti yokmuşçasına susup kalırdı saatlerce ikonların önünde. Karısı ayaklarının ucuna basarak kapıya yaklaşır ve dinlerdi. Yorgun ve hasta bir beygirinkine benzer derin iç çekişler yükselirdi içeriden.
Avuçlarını geniş göğsüne olanca gücüyle bastırarak inlerdi İnyat:
“Tanrı’m! Gören sensin, sen bağışlarsın!..” Nedamet günlerinde sadece arı su içer, çavdar ekmeği yerdi. Daha sabahtan, odasının kapısına kocaman bir sürahi suyla biraz tuz ve bir çavdar ekmeği bırakırdı karısı. İnyat kapıyı açar, tayınını sessizce alır, yeniden kapanırdı. Ev halkı böyle zamanlarda onu katiyen rahatsız etmez, hatta gözüne çarpmamak için kaçacak delik arardı… Ve birkaç gün sonra İnyat, yeniden borsada arzıendam ederdi. Şakalaşır, güler; tecrübeli bir ticaret erbabı, ağzının tadını bilen bir av köpeği gözüyle alivre buğday alırdı.
Ama üç ayrı Gordeyev’in de bir tek arzusu vardı; hangi ruha bürünürse bürünsün, İnyat’ı asla terk etmeyen köklü bir arzuydu bu: Bir oğul sahibi olmak… Ve yaşlandıkça daha bir hırsla arzu ediyordu bunu. Durup durup bu konuyu açardı karısına. Sabah çayını yudumlarken ya da öğle yemeklerinde, mahmur gözlü al yanak tombul karısına endişeli bir bakış attıktan sonra sorardı hep:
“Ne var ne yok, bir şeyler hissediyor musun?” İnyat’ın neyi kastettiğini bilirdi karısı ama daima aynı cevabı verirdi:
“Hissetmez olur muyum hiç! Gürz gibi ellerin var, hâlâ canım yanıyor bilsen…”
“Onu sormuyorum aptal, karnını soruyorum…”
“Bütün gece yumruk yiyen kadın tohum mu tutar hiç!…”
“Yediğin yumruklardan değil, abur cuburdan ötürü böyle oluyor. Eline ne geçerse tıkınıp indiriyorsun midene, çocuğa barınacak yer kalmıyor ki!”
“Ayıp ayıp! Hiç mi çocuk vermedim ben sana?..”
Serzenişli bir sesle mırıldanırdı İnyat:
“Hep kız verdin… Oysa bana bir oğul lazım! Bir oğul anlıyor musun, bir mirasçı!… Ölürken kime bırakacağım ben sermayemi? Günahlarım için kim dua edecek ardımdan? Her şeyi manastıra mı bırakacağım yani? Yeterince bağışta bulundum oraya! Sana mı bırakacağım? Kilisede dua ederken bile, eve dönünce atıştıracağın dolmaların hayalini kurarsın sen! Ve ben ölür ölmez evleneceksin biliyorum, ilk karşılaştığın ahmağın eline düşecek paralarım, bunun için mi çalışıyorum ben?..”
Ve amansız bir keder bürürdü içini. Kendi neslini sürdürecek bir erkek çocuk sahibi olmadıkça, hayatının amaçsız kalacağını hissederdi.
On yıllık evlilikleri boyunca dört kız doğurmuştu karısı, dördü de ölmüştü. Doğuşlarını içi titreyerek bekleyen İnyat, ölüşlerine üzülmemişti pek; nasıl olsa işine yaramıyorlardı, yaşamasalar da olurdu… Evliliklerinin ikinci yılından itibaren dövmüştü karısını. Başlangıçta sadece sarhoş olduğu zamanlar ve en ufak bir kötülük gütmeksizin, “Karını sev ama bir ağaç silkeler gibi silkelemeyi de unutma,” diyen atasözüne uymuş olmak için dövüyordu, ama doğumlar art arda sıralandıkça durum değişti: Umutlarında aldatılmış saymaya koyuldu kendini, bir kin uyandı içinde yavaş yavaş ve karısını erkek çocuk vermiyor diye dövmeye başladı.
Nihayet bir gün, iş dolayısıyla Şamara eyaletinde bulunduğu sırada bir telgraf aldı evinden: Karısı ölmüştü. İstavroz çıkardı hemen, iyice bir düşünüp sağdıcı Mayakin’e şu telgrafı gönderdi:
“Cenazeyi bensiz kaldırın, mülke göz kulak ol…”
Sonra kiliseye gidip ölüler ayini yaptırdı ve Akilina’nın ruhunun huzuru için dua ettikten sonra, bir an önce yeniden evlenme kararını verdi.
Kırk üç yaşındaydı o sıralarda. İri yarı, geniş omuzluydu; bir başdiyakosgibi kalın sesliydi. Siyah kirpikli iri gözlerinde cüretli ve zeki bir bakış parıldardı daima; sık siyah sakallı esmer yüzü ve kudretli vücudu, o sıhhatli kaba Rus güzelliğiyle insanı etkiler; rahat hareketlerinden ve oturaklı acelesiz yürüyüşünden, bir güven ve kuvvet duygusu taşardı. Bayılırdı kadınlar, o da onlara karşı ilgisiz değildi.
Karısının ölümü üzerinden henüz altı ay bile geçmemişti ki, öteden beri ticaret yaptığı Urallı ihtiyar bir dindar Kazak’ın kızını istedi. İnyat’ın “delifişek” şöhreti Urallara kadar yayılmış olduğu hâlde, adam verdi kızını. İsmi Natalya’ydı kızın. Uzun boylu, kusursuz vücutluydu kız; iri mavi gözleri ve koyu kahverengi örgülü saçları vardı. Yakışıklı İnyat’a layık bir eşti, sözün kısası.
İnyat gurur duyuyordu karısından ve sağlam bir erkek sevgisiyle seviyordu onu, ama çok geçmeden endişeli bakışlarla gözlemeye koyulacaktı.
Natalya’nın muntazam oval yüzünde bir gülümseyiş görmek için bazen günlerce beklemek gerekiyordu. Gizli bir düşünceyi izler gibiydi hep ve her daim soğuk ve sakin kalan masmavi gözlerinde, zaman zaman karanlık ve vahşi bir ışık parıldıyordu. Ev işlerinden boş kaldığı zamanlar, büyük odanın penceresinin önüne oturur ve hiç kımıldayıp konuşmaksızın iki üç saat öylece kaldığı olurdu. Gerçi yüzü sokağa dönük olurdu ama gözleri, pencerenin ötesinde yaşayan ve kımıldayan her şeye karşı tam bir kayıtsızlıkla doluydu. Ama aynı zamanda bu gözlerde, derinlemesine dikkatli, yoğun bir bakış sezilirdi: Kendi içinde bir yere bakıyordu sanki Natalya.
Yürüyüşü de garipti ayrıca. Evin geniş odalarında, görünmeyen bir şeyler hareket serbestîsine engel oluyormuş gibi, ağır ağır ve ihtiyatla gider gelirdi hep.
Kaba ve zevksizce gösterişli bir debdebeyle döşenmişti ev. Her şey pırıl pırıl idi: İrili ufaklı bütün eşyalar, cırlak renkleri ve göze çarpsın diye verilmiş şekilleriyle, ev sahibinin zenginliğini haykırırdı âdeta. Gelgelelim kazak kızı, bütün bu pahalı mobilyaların ve gümüş takımlarıyla dolu vitrinlerin önünden, bunlar sanki kendisini yakalayıp ezmeye hazırmışçasına, yan yan ve korkuyla geçerdi. Büyük ticaret şehrinin o gürültülü hayatı hiç mi hiç ilgilendirmiyordu onu: Araba gezintisine çıktıklarında, gözleri arabacının sırtına dikili kalır; kocası bir dostunu ziyarete götürdüğünde, gitmezlik etmez gider, ama gittiği yerde de tıpkı evde olduğu gibi sessiz ve hareketsiz otururdu daima. Eve misafir geldiğinde ise canıgönülden çırpınır hizmet eder, buna karşılık ne söylediklerine ne de özellikle içlerinden birine en ufak bir ilgi duymazdı. O kadar zeki, nüktedan ve konuşkan olan Mayakin bile binde bir gülümsetebilirse onu, kendini mutlu sayardı. Ama Natalya konusunda yine de iyimserdi.
Mayakin, “Kadın odun değildir azizim!..” derdi. “Kim ne derse desin, hayat, bir kuru odun demetini saran ateş gibi kavrar insanı; göreceksin, bu, senin muhallebi çocuğu karını da kavrayacak! Ve o zaman, bir çiçek tarhı gibi açıldığını seyredeceğiz.”
İnyat şaka yollu takılırdı karısına:
“Ee kutsal rahibe! Yine ne düşünüyorsun? Yoksa köyünü mü özledin? Neşelen biraz, neşelen!”
Hiçbir şey söylemeden, heyecansız ve endişesiz bir şekilde bakardı kocasına. İnyat devam ederdi:
“İkide bir de kiliseye koşuyorsun… Oysa biraz beklemen lazım… Günahların için dua etmeye daha çok vakit var, önce günaha gir biraz! Bilirsin ki günahsız nedamet, nedametsiz de selamet olmaz… Dayan biraz, hazır gençken sıraya diz günahları!… Şöyle bir araba sefasına çıkalım ister misin ha?”
“Hiç hevesim yok…”
Yanına otururdu karısının, kucaklayıp öpmeye başlardı. Soğuk kalırdı Natalya; kocasının okşayışlarına, hiç vermez değilse bile cimrice karşılık verirdi. İnyat, gözlerinin içine bakardı karısının, “Natalya!..” derdi. “Niye böyle üzgünsün hep? Yoksa sıkılıyor musun benimle?”
“Hayır!..” derdi sadece Natalya.
“Belki de gidip ananı babanı görmek istiyorsun öyleyse?”
“Olsa da olur, olmasa da…”
“Ne düşünüyorsun peki?”
“Düşünmüyorum ki.”
“Bir şey var ama sende, ne var?
“Hiç.”
Sadece bir keresinde, biraz daha az kısa bir cevap çekebilmişti ondan:
“Bulanık bir şeyler var yüreğimde… Gözlerimde de… Bütün bunlar, gerçek değilmiş gibi geliyor bana.”
Elini uzatmış, çevresindeki duvarları, mobilyaları göstermişti. İnyat bu sözlere aldırış etmemişti:
“Yanılıyorsun!.. Buradaki her şey kesinlikle gerçektir… Bütün bu eşyalar sağlam ve pahalı şeyler, bak… Ama sen isteyecek olursan hepsini yakar, satar, dağıtır, baştan başa yeni şeylerle donatırım burayı! İster misin?”
“Ne işime yarar ki?” demişti Natalya sakin bir sesle.
Bu kadar genç ve sağlam yapılı olan karısının, hiçbir şey istemeksizin, dünyanın dışında, uyur gibi yaşamasını aklı almıyordu bir türlü. Kendince onu avutmaya çalışıyordu:
“Bekle biraz… Bekle hele görürsün: Bir oğlan vereceksin bana ve tamamıyla değişik bir hayatın olacak. Seni üzen, tasasızlık, anlıyor musun; erkek evlat sana bir alay tasa getirecektir… Bana nur topu gibi bir erkek doğuracaksın, öyle değil mi?”
Natalya başını eğerek cevap vermişti:
“Tanrı ne isterse o olur.”
Bir gün geldi, karısının bu mizacına sinirlenmeye başladı İnyat:
“Hey, muhallebi çocuğu!.. Ne var ki yine burnunu diktin yere? Şuna bak sırça üzerindeymiş de kırmaktan korkuyormuş gibi yürüyor, adam öldürmüş gibi bir hâli var ya Rabbi! Sencileyin aslan yapılı bir kadın, hiçbir şeyden zevk almasın olur mu be! Aptal mısın nesin!..”
Bir keresinde, içkili bir gece dönüşünde hırsla okşamaya girişti karısını; ama Natalya’nın sakındığını fark edince birden öfkelenip haykırdı.
“Sersemliği bırak Natalya, ayağını denk al!” Natalya, gözlerinin içine bakarak sordu sakin bir sesle:
“Yoksa ne olur?”
Bu sözler ve o gözü pek bakış, İnyat’ı kudurtmaya yetmişti.
“Ne!..” diye kükreyerek üzerine yürüdü karısının.
Ama Natalya, gerilemek şöyle dursun, gözünü bile kırpmadan bekleyip, “Dövmeye mi niyetlendin beni yoksa?..” dedi o çıldırtıcı sakin sesiyle.
İnsanları daima titretmeye alışık olan İnyat, bu sükûn karşısında önce afalladı, sonra da hakarete uğramış saydı kendini ve elini havalandırıp bağırdı:
“Gör de bak bakalım neye niyetlenmişim!..” Natalya en ufak bir telaşa kapılmadan, ama tam zamanında bir çekilmeyle tokadı savuşturdu, sonra elini yakalayıp itti kocasını ve sesini yükseltmeden konuştu:
“Bana bir daha el kaldır, yanıma yaklaşamazsın! Müsaade etmem buna!”
Bıçak kesilen iri mavi gözlerinde sert, amansız bir parıltı uyanmıştı. Sarhoşluktan eser kalmamıştı İnyat’ta: Natalya’nın da kendisi gibi vahşi bir hayvan olduğunu ve aklına koyduğu takdirde, ölünceye dek dayak yese de, onu yanına yaklaştırmayacağını bir bakışta anlamıştı.
“Vay kutsal rahibe vay!..” diye kükreyip çıktı odadan.
Ama bir tek kere gerilemişti önünde, ikinci bir kere gerilemek söz konusu değildi: Bir kadının, üstelik de karısının, önünde eğilmemesine katlanamazdı İnyat; kendi gözünde küçük düşerdi! Öte yandan da, karısının hiçbir alanda gerilemeyeceğini ve aralarında inatçı bir mücadelenin başlamış bulunduğunu hissediyordu. Nitekim ertesi gün endişeli bir merakla Natalya’yı gözlerken, “Çaresiz artık!..” demişti kendi kendine. “Ok yaydan çıktı, kimin kazanacağını yakında anlarız.”
Zaferi bir an önce tatmak için, hemen mücadeleye atılma arzusu kabarıyordu içinde.
Ama dört gün sonra, Natalya Fominişna kocasına gebe olduğunu bildirdi. Sevinçten ürperdi İnyat, sımsıkı sarıldı ona ve boğuk bir sesle, “Nataşa…” dedi. “Eğer bir oğlansa bu… eğer bir oğlan dünyaya getirirsen, ağırlığınca altın saçarım üzerine! Ama bu bir şey değil! İşte açıkça söylüyorum: Kulun kölen olurum senin! Kulun kölen, anladın mı! Uzanırım ayaklarının altına, istediğin kadar çiğnersin beni…”
Alçak sesle ama kelimeleri teker teker söyleyerek cevap verdi Natalya:
“Bu bize bağlı değil ki, Tanrı’ya kalmış bir iş…”
Acı bir sesle, “Evet Tanrı’ya kalmış!..” diye haykırdı İnyat ve hüzünle başını önüne eğdi.
O andan itibaren de karısına, küçük bir çocuğa bakar gibi özenle bakmaya başladı. Sertliğe bürünmüş bir şefkatle ikide bir çıkışıyordu artık:
“Niye öyle pencerenin yanına oturdun bakayım sen? Dikkat etmelisin kendine, cereyan var, yine hastalanacaksın… Dörder dörder inme merdivenleri, sarsacaksın… Öyle iki lokmayla insan doyar mı hiç, biraz daha ye, zorla ye, bir kişi değilsin sen, iki kişisin artık!”
Bir kat daha içine kapanık ve sessiz kılmıştı gebelik Natalya’yı; taşıdığı yeni hayatın nabzını dinler gibiydi. Buna karşılık dudaklarındaki gülümseyiş daha bir berraklaşmış ve bazen gözlerinde, şafağın ilk ışıkları gibi ürkek ve zayıf, yeni bir parıltı uyanır olmuştu.
Doğum anı gelip çattığında, bir sonbahar sabahının ilk saatleriydi; karısının ilk ızdırap çığlığıyla sapsarı kesildi İnyat, bir şeyler söylemek istedi Natalya’ya, ama sadece bir el işareti yapabildi ve onu kıvranır bırakıp aşağıya, annesinin sağlığında ibadet yeri olarak kullandığı küçük odaya indi. Votka getirtti kendine, masaya kurulup suratını astı ve içmeye koyuldu, ama kulağı dışarıdaydı hep. Odanın bir köşesinde, ufak bir lambanın ışığında, ikonların kayıtsız ve karanlık yüzleri seçilmekteydi. Yukarıda, tepesindeyse, sürekli bir hareket vardı; ağır bir şeyleri sürüyorlardı tabanda; kap kacak şıngırtısı geliyor, telaş içinde inip çıkanların adımlarıyla gıcırdıyordu merdiven… Her şey hızla, aceleyle yapılıyordu ama yine de geçmek bilmiyordu zaman… Boğuk sesler takılıyordu İnyat’ın kulağına:
“Bu şekilde kurtulamaz, imkânsız… Birisini kiliseye koşturalım da Çar kapılarını açsınlar…”
İnyat’ın bulunduğu odanın yanındaki odaya, ailenin gediklilerinden Vasuşka girmişti bu sırada ve çın çın öten bir mırıltıyla duaya koyulmuştu:
“Bakire Meryem Ana’mızdan doğan ve göklerden bütün iyiliğiyle aramıza inip gelen Tanrı’mız Efendi’miz. İnsan tabiatının hiçliğini en iyi bilen sensin… Bağışla hizmetkârını…”
Ve birden bütün gürültüleri bastıran, insan dışı iç paralayıcı bir çığlık kopuyor ya da evin bütün odalarını dolanarak, gölgelerin oynaştığı köşelerde sönen uzun bir inilti işitiliyordu… İkonlara hırs dolu bakışlar atıyordu İnyat, ağır ağır içini çekiyor ve düşünüyordu:
“Bunun da bir kız olması mümkün müdür acaba?”
Zaman zaman ayağa kalkıyor ve tek kelime söylemeksizin, ikonların önünde uzun uzun eğilerek istavroz çıkarıp yeniden çöküyordu masaya, votkaya dayanıyordu ama sarhoş olmuyordu bir türlü, uyukluyordu. Bütün o geceyi ve öğle vaktine kadar da ertesi günü böyle geçirdi.
Nihayet öğleye doğru ebe, merdivenleri yuvarlanırcasına inerek, sevinç taşan ince bir sesle haykırdı ona:
“Erkek, İnyat… Bir erkek evladın oldu!”
“Doğru mu gerçekten?”
“Adam insanın müjdesine böyle mi cevap verir hiç!”
Göğsünün olanca gücüyle bir iç çekip diz üstü düştü İnyat ve ellerini şiddetle göğsüne bastırıp, titreyen bir sesle kekeleyerek mırıldandı:
“Sana şükürler olsun Tanrı’m! Soyumun kuruyup gitmesine göz yummadın demek! Bütün günahlarımı bağışlattıracağım sana, nasıl bir kul olduğumu şimdi göreceksin!..”
Ve hemen doğrulup, ortalığı inleten bir sesle emirler yağdırmaya başladı:
“Hey! Aya Nikola’ya koşup rahibi çağırın hemen! İnyat Matveyiç’in acele kendisini beklediğini söyleyin! Lohusa için dualar okunsun…”
Tam bu sırada, Natalya’nın oda hizmetçisi içeri girdi ve telaşlı bir sesle, “İnyat Matveyiç!.. dedi. “Natalya Fominişna çağırıyor sizi, kendini hiç iyi hissetmiyor…”
“Nesi varmış, geçer!.. diye kükredi İnyat, gözleri sevinç kıvılcımları saçarak. “Söyle geliyorum hemen! Ve bana layık yiğit mi yiğit bir kadın olduğunu söyle ona! Bir hediye bulup geliyorum! Dur bekle! Rahibe yiyecek hazırlayın, yeğenim Mayakin’e haber gönderin…”
Zaten iri olan yapısı büsbütün irileşmişti sanki. Sevinçten sarhoş, deli gibi oradan oraya koşuyordu odada; ellerini ovuşturuyor, sonra da ikonlara sevgi dolu bakışlar atarak geniş kol hareketleriyle istavroz çıkarıyordu…
Karısını görmeye gitti nihayet. İlk gözüne çarpan şey, ebenin bir ağaç tekne içinde yıkamakta olduğu ufacık ve kıpkırmızı bir vücut oldu. Çizmelerinin ucuna basarak yükseldi İnyat; elleri arkasında, dudakları gülünç bir şekilde büzülmüş, ihtiyatla yaklaştı. Keskin çığlıklar atıyordu çocuk, çırpınıyordu suyun içinde; o çırılçıplak güçsüzlüğüyle nasıl da duygulandırıcı, acındırıcıydı…
Ebe kadına dönmüş, kısık bir sesle yalvarıyordu İnyat:
“Aman gözünü seveyim! Usul tut yavruyu… Kemiği bile yok daha…”
Dişsiz ağzını ardına kadar açıp gülmeye koyulmuştu ebe, çocuğu ustalıkla bir elinden öteki eline atıp yakalayarak, “Sen git karını gör…” dedi.
Uslu bir çocuk gibi yatağa yöneldi İnyat, yürürken sordu:
“Ne varmış sanki Natalya?”
Yatağın perdesini aralamıştı, gölgesi düşüyordu lohusanın üzerine. Hırıldayan cılız bir ses, “Ben yaşamam…” dedi.
Bir zaman konuşamadı İnyat; karısının, yastığın beyazlığı içinde boğulup kalmış yüzüne baktı uzun uzun. Yastığın üzerine ölü yılanlar gibi kıvrılıp dağılmıştı Natalya’nın saçları. Sonuna kadar açık iri gözleri siyah halkalarla çevrili bu sapsarı cansız çehre, tamamıyla yabancıydı İnyat’a. Duvarın ötesinde bir yerlere doğru uzanan bu ürkünç bakışları da görmemişti hiç. Sevinçle kanat çırpan yüreği, karanlık bir önsezinin kıskacında titredi.
“Merak etme geçer, hep böyledir bu…” diyebildi tatlı bir sesle. Öpmek için karısının yüzüne doğru eğildi.
“Ben yaşamam…” diye tekrarladı Natalya. Dudakları renksiz ve soğuktu. Ve bu soğukluğu kendi dudaklarında duyar duymaz, ölümün çoktan gelip karısına yerleşmiş olduğunu anladı İnyat. Dehşetle boğulan bir fısıltı hâlinde, “Tanrı’m!..” diye inledi.
Soluk almasına meydan vermeyecek şekilde, gırtlağını sıkan bir korku hissediyordu.
“Nataşa! Olur mu hiç! Gayet iyi bilirsin ki çocuğu emzirecek bir göğüs gerek… Ne diyorsun sen Nataşa, olmaz öyle şey, katiyen olmaz!”
Neredeyse bağırıp çağırmaya koyulacak, hatta azarlayacaktı karısını. Ebe, ağlayan çocuğu bir elinden bir eline havada sallayarak yaklaştı yanına, sert bir sesle bir şeyler söyledi ama hiçbir şey işitmiyordu İnyat, karısının insana dehşet veren yüzünden ayıramıyordu gözlerini. Nataşa’nın dudakları kımıldıyordu durmadan. Boğuk boğuk kelimeler çarpıyordu kulağına İnyat’ın, ama hiçbirini anlamıyordu. Yatağın kıyısına oturmuş, ürkek ve kesik bir sesle konuşuyordu sadece:
“Ama düşün… Gayet iyi biliyorsun ki sensiz yaşayamaz. Bir bebektir nihayet! Toparla kendini ne olur, at o pis düşünceyi kafandan! Def et, kov!..”
Konuşuyordu ve anlıyordu boşuna konuştuğunu. Yaşlar doluyordu gözlerine; taş gibi ağır, buz gibi soğuk bir şeyler doğuyordu göğsünde. Natalya gitgide kısılan bir sesle kekeliyordu:
“Bağışla beni… Elveda! Çocuğa bak, dikkatli ol… içme sakın…”
Rahip geldi ve Nataşa’nın yüzünü örttükten sonra, derin iç çekişlerle, duaya koyuldu:
“Kâinatın efendisi, tüm dertleri iyi eden yücelerden yüce Tanrı… Bugün doğurmuş olan hizmetkârın Natalya’yı da iyi et, uzanıp kaldığı lohusa yatağından sağlıkla kaldır onu; zira, Davud Peygamber’in de söylediği gibi: ‘Adaletsizlik içinde doğduk ve senin karşında haşarattan ibaretiz’…”
Sesi titriyordu ihtiyarın, sert bir ifadeye bürünmüştü zayıf çehresi, giysilerinden bir buhur kokusu yayılmaktaydı.
“…Doğurduğu yavruyu her türlü kötülükten, fesattan, habislikten, gündüz gece çevremizde kol gezen kötü ruhlardan koru ve esirge…”
Sessizce ağlıyordu İnyat. İri ve sıcak gözyaşları, karısının çıplak eline düşüyordu. Ama hareketsizdi artık bu el, ürpermiyordu bile, üzerine dökülen yaşları hissetmiyordu.
Dua biter bitmez komaya girdi Natalya. Ertesi gün de hiç kimseye tek kelime daha söyleyemeksizin, yaşamış olduğu gibi sessizce öldü. İnyat, karısını muhteşem bir cenaze alayıyla toprağa verdikten sonra oğlunu vaftiz ettirdi. Foma koymuştu adını ve çocuğu istemeye istemeye yeğeni Mayakin’e emanet etmişti; bir süre önce bir kız doğurmuş olan Mayakin’in karısı bakacaktı oğluna… İnyat’ın sık siyah sakalı, karısının ölümüyle bir hayli ağarmıştı; buna karşılık gözlerinin parıltısında yeni, yumuşak ve okşayıcı bir ışık vardı şimdi.
II
Tek katlı muazzam bir evde oturuyordu Mayakin. Ev, yaşlı kocaman ıhlamur ağaçlarının süslediği büyük bir bahçeyle çevriliydi. Kalın gür dallar, sık bir dantel hâlinde gizliyordu pencereleri ve güneş ışınları, dağınık mobilyayla koca sandıkların yığılı durduğu küçük odalara güçlükle sığabiliyordu. Nitekim bütün evin içinde daima bir yarı karanlık hüküm sürerdi. Aile alabildiğine sofuydu: İç içe geçmiş şamdan, günlük ve ikonların önüne yerleştirilmiş lambalardan taşan zeytinyağı kokusu doldururdu evi; nedamet iç çekişleriyle, dua sözleri dalgalanırdı havada. Dinî ayinler eksiksiz olarak ve şevkle yerine getirilir, ev sakinlerinin bütün enerjisi bu alanda etkinliğe geçerdi. Evin loş, boğucu ve ağır atmosferinde, ayakları daima pantuflalı, sırtlarında hep koyu renk giysiler ve yüzlerinde sürekli bir keder ifadesiyle kadın silüetleri, hemen hemen en küçük bir gürültü bile çıkarmaksızın, oradan oraya gider gelirdi.
Mayakin ailesi; Yakob, karısı, kızı ve en genci otuz dört yaşında olan beş yeğeninden kuruluydu. Beş yeğenin beşi de, sofu ve uysal tabiatlı Antonina İvanovna’ya karşı silik kadınlardı. Uzun boylu, zayıf, karanlık yüzlü, otoriter ve zeki bir ışıltıyla parıldayan amansız gri gözlü bir kadındı Antonina İvanovna. Bir de Taraş isimli bir oğlu vardı Mayakin’in, ama bu oğlun adı evde katiyen ağza alınmazdı: Şehirde söylenen, Taraş’ın on dokuz yaşındayken Moskova’ya öğrenime gittiği, üç yıl sonra da babasının muhalefetine rağmen, orada evlendiğiydi. O gün bugündür oğluyla ilişkisini kesmişti Yakob; sonradan da Taraş, hiçbir iz bırakmadan kaybolmuştu ortadan. Bilinmeyen bir sebepten ötürü Sibirya’ya sürgün edildiği söylenmekteydi…
Kısa boylu, atik bir adamdı Yakob Mayakin; ortadan ikiye ayrılmış alev kızılı bir sakalı vardı ve yeşile çalan gözlerini karşısındakine diktiği vakit, “Önemi yok aslanım, tasalanma hiç! Anlamasına anlıyorum seni, ama bana dokunmaya kalkacak olursan pişman ederim…” der gibiydi.
Acayip şekilde uzun kafası tıpkı bir yumurtaya benziyordu. Kabaktı. Kırışık dolu, açık bir alnı vardı. İki ayrı çehreye sahipti sanki bu adam: Herkesin gördüğü, o ördek gagasını andıran uzun burunlu, etkileyici ve zeki çehrenin yanı sıra, ardında hem gözleri hem de dudakları saklamışa benzeyen kırışıklardan ibaret bir ikinci çehre. Bu ikinci çehre yüzeye vurduğunda, Mayakin dünyaya başka gözlerle bakar, başka bir gülümseyişle gülümserdi.
Bir kablo fabrikasının sahibiydi Mayakin. Şehirde bir de mağazası vardı. Kabloların, iplerin, kınnap ve kıtığın tavana kadar yığılı durduğu bu dükkânda, gıcırdayan camlı bir kapıyla girilen ufacık bir odası vardı Mayakin’in. İçeride eski, biçimsiz büyük bir masayla, bu masanın önünde geniş ve rahat bir koltuk göze çarpardı. İşte bu koltukta geçerdi Mayakin’in günleri; küçük yudumlarla çay içer, “Moskova Postası”nı okurdu. Tüccarsınıfının saygısını kazanmıştı; “kafalı adam” şöhretiyle güçlüydü ayrıca. Bunun yanı sıra, ziyaretçilerine soy sopunu hatırlatmaya bayılır, ıslık gibi bir sesle, “Biz Mayakinler, taa Katerina anamızın saltanat sürdüğü çağlardan beri ticaret yapmaktayızdır…” derdi. “Ve dolayısıyla ben, safkan bir insanım…”
İnyat Gordeyev’in oğlu, bu ailenin içinde altı yıl geçirdi. Altı yaşındayken geniş göğüslü, kocaman kafalı bir çocuk olan Foma, hem boyu hem de koyu badem gözlerinin ciddi bakışıyla, olduğundan daha büyük göstermekteydi. Sessiz ve arzularında inatçı bir çocuktu. Mayakin’in kızı Luba’nın eşliğinde günler geçirirdi oyuncaklarıyla. Yeğenlerden birinin sessiz gözetimi altındaydılar daima. Evde, hemen hiç konuşmadığından mı nedir, Buzya, yani “Patırtı” adı takılmıştı bu yeğene; her şeyden ürken, yüzü çiçek bozuğu, şişman bir ihtiyar kızdı; çocuklarla bile kesik kesik ve hep alçak sesle konuşurdu. Bir sürü dua bildiğinden olacak, hiç masal anlatmazdı Foma’ya.
Foma küçük kızla iyi bir ahenk içinde yaşıyordu; yalnız Luba öfkelendiği ya da onunla eğlenmeye koyulduğu zamanlar sapsarı kesilirdi oğlan; burun delikleri kabarır, gözlerini gülünç bir şekilde belertir ve deli gibi dövmeye başlardı kızı. Ağlardı Luba, annesinin yanına şikâyete koşardı ama Foma’yı sever ve kayırırdı Antonina ve kızının gözyaşlarına kulak aşmazdı pek; bu da iki çocuk arasındaki dostluğu daha bir güçlendirirdi.
Foma’nın günleri, uzun ve sıkıcı denecek kadar yeknesak günlerdi. Uyanıp yıkanır yıkanmaz, ikonun karşısında bulurdu kendini ve Buzya’nın fısıltıları eşliğinde, bitmek tükenmek bilmeyen dualar okurdu. Sonra çaya otururlardı; bir alay yağlı çörek, peksimet ve hamur işi yenirdi çayla. Bunu, tabii yazları, bahçe sefası izlerdi; dibi daima karanlık bir dereye doğru eğimli, sık ağaçlı büyük bir bahçeydi çocukların gittiği. Dereye yaklaşmaları yasaklanmıştı ve bu yasaktan gelirdi korkuları. Kışın, çaydan öğle yemeğine kadar, hava çok soğuksa odalarda oynar, hava elverişliyse dışarı çıkar ve buz tutmuş bir yokuştan kızakla kayarlardı.
Tam öğle vakti, Mayakin’in deyimiyle “Rus usulü” yemeğe oturulurdu. Çavdar galetalı ama etsiz koca bir tencere lahana çorbasıyla başlardı daima yemek. Sonra yine lahana ama küçük kuşbaşı etli lahana yerlerdi. Bunu, ya süt domuzu, kaz, dana cinsinden bir et kızartması ya da yoğurtlu bulgur haşlaması izlerdi. Daima şekerli ve tereyağlı bir şeylerle son bulurdu yemek. Sofrada, yaban mersiniyle veya ardıç üzümüyle ya da buğday taneleriyle mayalanmış kvas içilirdi hep: Antonina İvanovna, evde her çeşit kvas bulundururdu. Konuşmadan yemek yenirdi, arada bir bıkkınlıkla iç geçirmek bile başlı başına bir cüretti yemekte. İki çocuk için ayrı bir tabak hazırlanır, bütün büyükler aynı kaptan yerlerdi. Yemekten sonra iyice gevşeyen ahali derhâl yatmaya gider ve Mayakin’in evinde iki-üç saat boyunca artık horultu ve uykulu iç çekişlerden gayrı bir şey işitilmez olurdu.
Uykudan kalkar kalkmaz çaya oturulurdu yine ve şehir olaylarının yorumu başlardı: Kilise hanendelerinden, diyakoslardan, düğünlerden söz edilir; fırsat düştükçe, tanıdık tüccar dostların yakışıksız davranışları eleştirilirdi… Çay bitince Mayakin karısına döner, “Hadi bakalım anacığım” derdi, “biraz daKitab-ı Mukaddes’i ver bana…”
Çoğu zaman Job bölümünü okurdu Yakob Tarasoviç. Kalın gümüş çerçeveli gözlüklerini kocaman burnunun üzerine yerleştirir ve herkesin hazır bulunup bulunmadığını anlamak üzere, şöyle bir etrafına bakardı.
Bütün dinleyiciler, Mayakin’in kendilerini görmeye alışmış olduğu yerde oturmuş olurlardı. Ve her birinin yüzünde, Maya-kin’in gayet iyi tanıdığı o ahmakça ve korkak sofuluk ifadesi dalgalanırdı hep.
“Uts diyarında bir adam varmış…” diye başlardı ıslık çalan sesiyle.
Ve odanın köşesindeki bir divanın üzerinde Luba’nın yanına oturmuş olan Foma, vaftiz babasının burada susup eliyle dazlağını okşamaya başlayacağını adı gibi bilirdi. Uts diyarındaki adamı canlandırırdı gözünde. Uzun boylu ve çırılçıplaktı bu adam; gözleri Hazreti İsa’nınkiler gibi alabildiğine iriydi ve askerlerin ordugâhlarda çaldığı borazanlara benzerdi sesi. Dakikadan dakikaya biraz daha büyürdü adam; nihayet başı gökyüzüne değdiğinde, tozlu ellerini daldırıp bulutları aralar ve dehşet verici bir sesle bağırırdı:
“Işık niçin nasip edildi insanoğluna? O insanoğlu ki yolu Tanrı tarafından zifirî karanlıklara gömülmüş ve tıkanmış bulunmaktadır…”
Yavaş yavaş korkar ve titremeye başlardı Foma. Mahmurluk birden üstünden gider ve vaftiz babasının sesini işitirdi açık seçik biçimde:
“Ne kadar küstah olduğunu görüyorsunuz değil mi!..”
Sakalıyla oynayarak ve ince bir alayla söylerdi bunu Mayakin. Çocuk, vaftiz babasının Uts diyarındaki adamı kastettiğini bilir ve onun yüzündeki alaycı gülümseyişle güven bulurdu. Anlardı ki dehşet verici elleriyle o adam, gökyüzünü hiçbir zaman yırtıp delemeyecektir… Ve yeniden canlanırdı gözlerinde adam: Yere oturmuş olurdu bu sefer. “Bütün vücudu iğrenç böcekler, pis sinekler ve baştan başa çamurla kaplıydı; cılk yaraydı derisi. Ama ufalmış ve acınacak hâle gelmişti, kilise kapısında bir dilenciydi artık…” Ve şimdi şunları diyordu:
“İnsanoğlu nedir ki temiz olsun ve kadından doğan bir varlık nasıl adil olurmuş?”
“Tanrı’ya hitap ediyor…” diye açıklıyordu Mayakin çokbilmiş bir edayla. “‘Etten yapılmış olduğuma göre nasıl adil olabilirim?’ diyor. Tanrı’ya soruyor bunu…”
Ve zafer kazanmış kumandan bakışlarını, sorguya çekercesine, kadın dinleyicilerine çevirirdi burada. Kadınlar, içlerini çekerek cevap verirdi:
“Doğru yola dönmüş işte… Artık bağışlanmıştır…”
“Budalalar!.. Gidin çocukları yatırın hadi…” İnyat her gün gelirdi Mayakinlere. Oğluna oyuncaklar getirirdi. Çoğu zaman kucaklayıp severdi Foma’yı ama bazen de gizlemeyi beceremediği bir endişeyle, “Niye çehren solup gidiyor böyle senin?” derdi. “Niçin bu kadar az gülüyorsun?”
Ve dönüp yeğenine dert yanardı sonra:
“Oğlanın anasına benzemesinden korkuyorum, ne yalan söyleyim… Kederli kederli bakıyor hep insana.”
“Endişe duymak için vakit henüz çok erken…” diye cevap verirdi Mayakin gülümseyerek.
Vaftiz oğlunu o da gerçekten severdi; nitekim günün birinde İnyat çıkagelip de Foma’yı kendi evine alacağını bildirince, Maya-kin hakikaten üzüldü.
“ Bırak oğlanı burada işte..” dedi. “Görüyorsun ki alıştı bize, alırsan ağlayacaktır…”
“Boşuna ısrar etme hiç! Senin için doğurtmadım ben oğlanı. Sizin burada ağır, sıkıcı bir hava var. Manastır gibi mübarek. Çocuğu bozar bu hava… Sonra, ben onsuz mutlu olamıyorum. Giriyorum eve, bakıyorum, bomboş geliyor. Hiçbir şeyden zevk almaz oldum. Onun kara gözleri için gelip de sizin eve yerleşecek değilim ya. Benim ona değil, onun bana uyması lazım. Haksız mıyım? Kız kardeşim Anfisa’yı getirttim, oğlana o bakar.”
Ve çocuk, baba evine böylece döndü. İri delikli, kocaman burunlu ve dişsiz kocaman ağızlı acayip bir ihtiyar kadın karşıladı onu evde. Uzun boyluydu, kamburu çıkmıştı, gri bir elbise vardı üzerinde, ağarmış saçları siyah ipekli bir baş örtüsüyle örtülüydü; ilk bakışta ürkütmedi çocuğu, ama hoşuna da gitmedi. Fakat kendisine sevgiyle gülümseyen o güven dolu kırışmış yüzdeki siyah gözlere biraz daha dikkatli bakınca, bu ilk izleniminden eser kalmadı Foma’da başını ihtiyarın kucağına yaslayıverdi.
“Vah benim zavallı, öksüz yavrucuğum!” Titreyerek tınlayan, kadife gibi bir sesle söylemişti bunu Anfisa. Tatlı tatlı çocuğun yüzünü okşayarak devam etti:
“Nasıl da gelip insana sokuluyor ya Rabbi… Uslu güzel çocuğum benim!”
Kadının okşayışlarında özellikle tatlı, özellikle yeni bir yan vardı Foma için; merak ve umutla dolu bakıyordu ihtiyarın gözlerine. Nitekim o güne kadar hiç bilmediği, yepyeni bir dünyaya halası sayesinde girdi. Daha ilk gece, Foma’yı yatağına yatırınca, karyolanın kenarına oturmuş ve üzerine doğru eğilerek sormuştu:
“Şimdi küçücük bir masal anlatayım mı sana?” Ve o günden beridir Foma, ihtiyarın, kendisine bir peri hayatını anlatan kadife sesiyle uyumaktaydı. Halk yaratımının güzellikleriyle besleniyordu ruhu. Bitmez tükenmez hazineler gizliydi bu ihtiyar kadının belleğinde ve hayal gücünde. Kimi zaman, efsanedeki o iyi yürekli ve tatlı Baba Yaga’nın, kimi zaman da, bilgeler bilgesi Dilber Vasilisa’nın çehresine bürünüp çocuğun uykularına girer olmuştu. O zaman Foma, uyanıp gözlerini dört açar ve soluğunu tutarak, odayı dolduran gece gölgelerini sorguya çekerdi, ikonlarla süslü lambanın hafif ışığında yavaş yavaş ürperdiklerini görürdü gölgelerin… Ve masal dünyasından çekip çıkardığı erişilmez sahnelerle doldururdu odayı. Sessiz ama canlı gölgeler, duvarlar boyunca kayıp yerde kımıldamaya koyulurdu artık. Ürkerdi çocuk ama yine de bırakmazdı gölgelerin hayatını izlemeyi: Onlara şekiller, renkler icat eder ve onları, koca bir hayatın vazgeçilmez unsurları hâline getirdikten sonra da, bir göz kırpmasıyla silip yok etmeye bayılırdı. Yeni bir şey belirmişti karanlık gözlerinde; daha çocuksu, daha uçarı, daha az ciddi bir şey. Yalnızlık ve karanlık, onda bir şeylerin geleceği duygusunu uyandırırdı hep, ürker ama meraklanırdı; en karanlık köşeye gidip karanlığın örtüleri altında neyin gizlendiğini görmek isterdi. Giderdi de hiçbir şey bulamazdı tabii, ama bir gün bulmak umudunu hiçbir zaman yitirmezdi.
Korkardı ama severdi de babasını: İnyat’ın muazzam boyu, borazan sesi, sakallı yüzü, ağarmış sık saçların altında kaybolan kafası, uzun güçlü kolları ve ışıldayan gözleri, masallardaki haydutları andırırdı ona. Sekiz yaşına henüz bastığı sıralarda bir gün Foma, uzun bir yolculuktan dönen babasına sordu:
“Neredeydin?”
“Volga üzerinde…”
Dünyanın en tatlı sesiyle sordu Foma:
“Haydutluk mu yaptın?”
“Ne!” diye haykırdı İnyat kaşları titreyerek.
“Sen haydut değil misin sanki baba?”
Ve babasının, kendisinden ısrarla gizlenen hayatını bu kadar kolayca bulup ortaya çıkarmaktan memnun, kurnaz bir edayla göz kırparak ekledi:
“Ben her şeyi biliyorum.”
“Ben bir tüccarım!” dedi sert bir sesle İnyat. Ama bir anlık bir dalıştan sonra babacan bir gülümseyişle, “Sen de küçük bir budalasın…” diye ekledi. “Buğday ticareti yaparım ben, gemilerde çalışırım.” ‘Yermak’ı biliyorsun, değil mi? Güzel! İşte o gemi benim. Ve tabii senin aynı zamanda…”
Foma içini çekerek, “Ama çok büyük o…” dedi.
“Öyleyse senin boyuna göre bir tane daha alırım. Daha küçük bir gemi… Oldu mu şimdi?”
Foma lütfetti:
“Oldu…”
Ama bir süre sessizce düşündükten sonra, üzgün bir edayla, “Ben de seni bir haydut sanıyordum…” dedi. İnyat ciddi bir sesle tekrarladı:
“Sana bir tüccarım dedim!”
Ve oğlunun üzgün yüzüne diktiği gözlerinde, neredeyse korkulu bir memnuniyetsizlik okunmaktaydı.
Foma düşünüp sordu yine:
“Hani şu çörek satan Teodor Baba gibi mi tıpkı?”
“Tamam, onun gibi. Yalnız ben daha zenginim. Benim Teodor’dan çok daha fazla param var.”
“Demek çok paran var? Nah bu kadar var mı?”
“Daha da çok…”
“Kaç fıçı var peki?”
“Ne fıçısı?”
“Ne fıçısı olacak, para fıçısı tabii!”
“Küçük aptal! Para fıçılarla mı ölçülür?”
“Ya neyle ölçülür!”
Gururu kırılmış gibi bağırmıştı. Sonra babasına iyice dönerek hızla anlatmaya koyuldu:
“Günün birinde bir şehre haydut Maksimka gelmiş ve o şehirdeki zengin bir tüccarın evinde tam on iki fıçıyı parayla doldurmuş, gümüş takımları da koymuş fıçılara, kiliseleri de yağmalamış; sonra hançeriyle şöyle bir vurmuş, bir adam öldürmüş ve çan kulesinin tepesinden sallandırmış adamı ve bir de bakmışlar ki adamcağız felaket çanı çalmaya başlamaz mı…”
Oğlunun kavrayış gücü karşısında hayranlık duyan İnyat, sözünü kesip sordu:
“Halan anlattı değil mi bunları sana?”
“O anlatmışsa ne olmuş?”
“Hiç!” dedi İnyat gülerek. “Demek, babanı da haydutluğa terfi ettirdin?..”
“Ama belki çok eskiden haydutluk yapmışsındır sen de?..” dedi Foma.
Yine ilk takıntısına dönmüştü ve yüzüne bakınca, olumlu bir cevap almaktan nasıl haz duyacağı hemen anlaşılıyordu.
“Yapmadım hayır, bırak bunu da başka şey düşün!”
“Sahi yapmadın mı hiç?”
“Söyledim ya, yapmadım diye! Amma da garip çocuksun… Haydutluk iyi bir şey mi sanıyorsun yoksa? Büyük birer günahkârdır haydutlar. Tanrı’ya inanmazlar, kiliseleri yağma ederler hep. Ve kiliselerde lanet okunur onlara. İşte böyle, anladın mı?.. Şimdi şart olan, yavrum, seni biraz eğitmek gerektiğidir! Vakit gelmiş de geçiyor bile… Öğrenim görmenin sırası artık. Bu kış okumaya başlarsın; bahara da seni Volga’ya balık avına götürürüm, olmaz mı?
“Okula mı gideceğim yoksa?” diye sormuştu Foma ürkek bir sesle.
“Önce halanla birlikte evde okuyacaksın.” Ve Foma ertesi sabahtan itibaren halasıyla birlikte masanın başına geçip, eski Slavon alfabesini ezberlemeye koyuldu:
“A… B… C…”
“Bre, ere, dre”ye geldiklerinde, bu heceleri okurken uzun süre gülmekten kendini alamadı gerçi ama çok çabuk kavradı işi. Nitekim birkaç gün sonra, Zebur’un ilk bölümündeki ilk mezamiri sökmeye başlamıştı bile:
“Rezillerin öğüdüne uymayana ne mutlu!” Yeğeninin başarısı karşısında hayranlık duyan hala, durmadan tekrarlıyordu artık:
“Tamam yavrum, öyle olacak! Çok güzel Foma, çok güzel!”
Oğlunun hünerlerini günü gününe öğrenen İnyat’sa, “Sen bir harikasın Foma!…” diyordu. “Baharda Astrahan’a götüreceğim seni bak, sonbaharda da okula gideceksin.”
Çocuğun hayatı, tıpkı bir topun bir yamaçtan yuvarlanması gibi, kolayca devam ediyordu ileri doğru akmaya. Şimdi öğretmen rolünü de yüklenmiş olan halası, aynı zamanda oyun arkadaşıydı Foma’nın. Ve hele Luba Mayakin eve geldiğinde, ihtiyar kadın tamamıyla kimlik değiştiriyor ve çocukların yanında en az onlar kadar çocuk oluyordu. Saklambaç ve körebe oynuyorlardı üçü. Anfisa, gözleri bağlı, kolları öne doğru uzanmış bir hâlde, ihtiyatla ilerliyordu odada ama yine de tosluyordu sandalyelerle masalara veya “Ah maskaralar! Nereye gitti bunlar, hangi deliğe girdi bu haydutlar!..” diye söylenerek bütün gizli köşeleri bir bir arıyordu.
Keyiflerine diyecek yoktu çocukların. Olanca gücü ve bilgisiyle çocukların yolunu aydınlatan o yaşlı hayatın güneşi, bu aşınmış, yıpranmış ama ruhu genç kalmış vücudu sevince boğuyor, sevgiyle ışıldatıyor ve güzelleştiriyordu.
Erkenden borsaya giderdi İnyat, bazen bütün gün görünmezdi; geceleri çoğunlukla belediye meclisine veya dostlarını ziyarete ya da kim bilir nereye yollanırdı. Bazen sarhoş dönerdi eve. Böyle zamanlarda Foma kaçardı ilkin babasından ve gizlenirdi. Ama sonra alıştı, hatta babasının bu hâlini ayık hâlinden daha sevimli bulmaya başladı; daha sade, daha iyi oluyordu babası böyle zamanlarda, üstelik biraz gülünç de oluyordu… Vakit geceyse, borazan sesin gürültüsüne daima uyanırdı çocuk:
“Anfisaaa! Sevgili hemşirem benim! Bırak da oğlumun yanına bir gideyim, mirasçımın yanına… Bırak beni!”
Ama hala, kınayan ve ağlamaklı bir sesle onu bu kararından vazgeçirmeye çalışırdı:
“Defol buradan, defol Allah aşkına! Git de yatağında sız, pis şeytan, cehennem zebanisi! Şunun hâline bakın Allah aşkına, nasıl da içmiş! Leş gibi kokuyor vallahi! Ağarmış saçlarından da utanmıyor üstelik…”
“Anfisa! Oğlumu göremeyecek miyim ben şimdi? Şöyle hemen bir kaçamak bakışla olsun?..”
Foma, halanın, babasını bırakmayacağını bilirdi ve onlar tartışırken uyur kalırdı.
İnyat, öğleden sonraları eve sarhoş geldiğinde ise kocaman elleriyle oğlunu kapar, havalandırırdı derhâl; odanın bir ucundan öbür ucuna koşturup neşeli ve çarpık bir sesle sorardı:
“Foma! Söyle ne istersin? Konuş! Şeker mi? Oyuncak mı? Dile benden! Şu yeryüzünde sana alamayacağım hiçbir şey yoktur, anlıyor musun?… Milyonlarım var benim! Daha da olacak. Olacak anlıyor musun? Ve hepsi ama hepsi senindir…”
Ve bütün şevki birden, şiddetli bir rüzgârın çarpıp da bir mumu söndürmesi gibi sönerdi. Ürpermeye başlardı yüzü, gözleri yaş dolar ve kıpkırmızı kesilir, dudakları korkulu bir gülümseyişle gerilirdi. Sorardı ürke ürke:
“Anfisa! Bu oğlan ölecek olursa ne yaparım ben?”
Ve kudurgan bir öfkeye kapılırdı bu sözler üzerine. Gözleri odanın karanlık bir köşesine vahşice dikili, “Her şeyi yakar kavururum!” diye kükrerdi. “Taş üstünde taş komam! Harabeye döndürürüm her yeri!”
Hemen azarlamaya koyulurdu Anfisa:
“Yeter, pis canavar, yeter! Korkudan dilini mi yutturmak istiyorsun çocuğa? Hasta mı etmek istiyorsun yoksa oğlanı?”
İnyat’ın hemen oradan uzaklaşması için bu kadarı yeterdi. Kekelerdi aceleyle giderken:
“Anladık, tamam!… Gidiyorum işte, gidiyorum ben… Ama sen de bağırma öyle!.. Korkutacaksın çocuğu… Bu sefer sen ürküteceksin…”
Ama Foma bir hastalanmaya görsün, babası bütün işlerini yüzüstü bırakıp artık evden çıkmaz oluyor ve hem kız kardeşini hem oğlunu saçma sapan bir soru ve öğüt yağmuruna tutarak, gözlerinde korkulu bir karanlık, sabahtan akşama kadar inleyerek odayı arşınlıyordu.
“Ah Anfisa ah!..” diye içini çekiyordu. “Beni anlamanı isterim. Bu çocuğa bir şey olursa, bütün hayatım yıkıldı gitti demektir! Boşu boşuna yaşamış olacağım, anlıyor musun, boşu boşuna!..”
Bu türlü sahneler ve babasındaki ani mizaç değişiklikleri başlangıçta çocuğu ürkütüyordu. Ama çabucak alıştı Foma bütün bunlara ve pencereden bakınca, babasının kızaktan sallanarak indiğini görür görmez, en ufak bir heyecana kapılmadan, “Hala!” diye sesleniyordu artık içeriye. “Bak yine babam sarhoş geliyor!”
Bahar nihayet geldi. Ve İnyat sözünde durarak, oğlunu da aldı gemisine. Böylece, Foma’nın önünde yepyeni bir hayatın ufku açılıyordu.
Tüccar Gordeyev’in hızlı, sağlam ve güzel römorkörü “Yermak” akıntıya iniyor işte. Her iki bordadan da Volga kıyıları seğirtiyor onunla buluşmaya. Baştan başa güneşle yıkanmış olan sol kıyı, yemyeşil muhteşem bir halı hâlinde gökyüzünün başladığı yere kadar uzanıyor; sağ kıyı ise, ormanlarla kaplı sarp yamaçlarını göğe tırmanmak ister gibi uzatıp, sakin ve mağrur bir şekilde kayboluyor.
İki kıyının arasında ki geniş bağırlı ırmak, olanca ihtişamıyla yayılıyor. Gürültüsüz, acelesiz, güvenle akıyor suları. Sağ kıyıdaki yamaçlar siyah gölgeler hâlinde yansıyor; sol kıyı boyunca kum yığınları altın şeritleriyle, geniş çayırlar yeşil kadifeleriyle süslüyor ırmağı. Yer yer, tepelerin üzerinde ya da ovada köyler beliriyor; pencere camlarında ve saman damların ipeği üzerinde ışıldıyor güneş; kiliselerin haçları parlıyor ağaçların yeşili arasında; yel değirmenlerinin gri kanatları tembel tembel dönüyor; bir fabrikanın bacasından yükselen duman, gökyüzüne doğru kıvrılıyor yavaş yavaş. Mavi, kırmızı, beyaz gömlekli bir alay yumurcak kıyıda toplanmış, ırmağın sessizliğini yırtan gemiyi çığlık çığlığa uğurluyorlar ve ayaklarını yalıyor pervanenin kanatlarından fışkıran neşeli dalgalar. İçlerinden bazıları bir kayığa doldular işte, dalgaların üzerinde bir oraya bir buraya sallanabilmek için akıntının ortasına doğru kürek çekiyorlar. Ağaç tepeleri çıkıyor sudan, kabaran sularla sürüklenmiş kocaman ağaç demetleri bunlar; dalgaların arasında birer ada gibi duruyorlar. Derin bir iç çekişi andıran hüzünlü bir türkü yükseliyor kıyıdan:
“Ooooh, ooooh, biraz dahaaa!..”
Dalgasıyla köpüğe boğarak aşıyor gemi kayığı. Birden çoğalan dalgaların sarsıntısıyla titriyor yumurcaklar; bacaklarını ayırıp denge sağlamaya çabalayarak gemiye bakıyor, gülüyor ve anlaşılmaz bir şeyler haykırıyorlar. Güzel besili bir inek yürüyor ırmak boyunca; sırtındaki sarı kalaslar altın gibi pırıldıyor, yansıyor bulanık sularında baharın. Bir yolcu vapuru geliyor karşı taraftan düdüğünü öttürerek; düdüğün boğuk yankısı, ormanı aşıp sarp kıyının geçitlerine doğru uzaklaşarak ölüyor, iki geminin dümen suyu çatışıyor ırmağın ortasında, dönüp gemilere çarpıyor sular, gemiler yalpalanıyor.
Ufak vadilerle yarılmış kıyının tatlı yamaçlarında, güz buğdayının yeşil halısı, dinlendirilen toprakların kahverengi ve ilkbahar buğdayı için sürülmüş toprakların siyah şeritleri yayılmış uzanmakta. Tarlaların üzerinde kuşlar, gökyüzünün masmavi perdesine dağılmış ufak noktalar hâlinde uçuşuyor; bir sürü otluyor ileride, uzaktan bakınca bir oyuncak diyeceği geliyor insanın; kancasına yaslanmış olan çoban, küçücük bir silüet hâlinde, ayakta ırmağa bakıyor.
Göz alıcı bir ışık, sınırsız bir uzay ve sonsuz bir hürriyetten ibaret her şey; ortalığa yemyeşil otlakların sevinci, masmavi gökyüzünün berraklığı hâkim. Suyun sakin sakin akışında, zapt edilmiş bir kuvvetin varlığı hissediliyor; gökte cömert mayıs güneşi, har vurup harman savururcasına saçıyor ışınlarını; çamların muhteşem kokusuyla ve yaprakların tazeliğiyle doluyor hava. Kıyılar, güzelliklerini bir okşayış gibi sundukları gözlere ve ruha durmaksızın yepyeni tablolar taşıyarak, gemiye doğru hızla ilerliyor.
Her şeyde yavaşlığın damgası okunuyor: Her şey, tabiat ve insanlar, acemice ve tembelce yaşıyor; ama bu gevşekliğin ardında henüz kendi bilincine ermemiş, arzu ve amaçlarını henüz açıkça belirlememiş yenilmez bir kuvvet var sanki… Ve bu mahmur hayattaki bilinç yokluğu, kaçınılmaz bir keder gölgesi düşürüyor bütün o güzelim sınırsızlığa. Sabırlı bir boyun eğiş, daha canlı bir şeyi sessizce bir bekleyiş var evrende; guguk kuşlarının rüzgârla kıyıdan gelen ve ırmağın üzerinde bir süre asılı kalan çığlıklarında bile hissediliyor bu bekleyiş… Hüzünlü türküler, yardım yakarıyor gibi… Zaman zaman umutsuzluğun amansız ahengine bürünüyor türküler… Irmak bu umutsuzluğu derin iç çekişlerle cevaplandırıyor… Ve düşünceli düşünceli salınıyor uçları ağaçların… Uçsuz bucaksız bir sessizlik dalgalanıyor…
Foma, kumanda köprüsünün üzerinde, babasının yanında geçiriyordu bütün gününü. Sessizce, gözlerini iri iri açarak, kıyının tükenmek bilmez manzarasını seyrediyordu hep. Ve masallardaki büyücülerle yiğit kahramanların yaşadığı harikalar diyarındaki o geniş gümüş yolda ilerliyormuş gibi geliyordu ona.
Gördüğü şeyler hakkında sorular soruyordu zaman zaman babasına. İnyat severek ve kesinlikle cevap veriyordu oğluna ama cevapları Foma’nın katiyen hoşuna gitmiyordu: Onu temelden ilgilendiren ya da derhâl kavrayabileceği hiçbir şey yoktu bu cevaplarda; asıl işitmek istediği şeylerden hiçbirini bulamıyordu. Bir defasında, göğüs geçirerek babasına dönmüş ve “Anfisa halam senden çok daha iyisini biliyor!..” demişti.
İnyat gülümseyerek sormuştu:
“Söyle bakalım ne biliyor Anfisa?” Yürekten bir imanla cevap vermişti Foma:
“Her şeyi.”
Çünkü o harikalar diyarından eser yoktu önünde. Buna karşılık ırmağın kıyılarında sık sık şehirler beliriyordu, hepsi de Foma’nın yaşadığı şehre benzeyen şehirler. Kimisi daha büyük, kimisi biraz daha küçüktü ama hepsindeki insanlar, evler ve kiliseler, tıpatıp kendi şehirlerindeki gibiydi. Babasıyla birlikte çıkıp dolaşıyordu bunları bir bir, ama hiçbir vakit tam doymuyor, yorgun ve suratı asılmış olarak dönüyordu gemiye.
“Yarın Astrahan’a geliyoruz…” dedi nihayet bir gün İnyat.
“O şehir de bütün öteki şehirler gibi mi?”
“Gayet tabii!.. Nasıl olsun isterdin ki?”
“Peki sonra, daha ileride? Hiçbir şey yok mu daha ileride?”
“Deniz var… İsmi Hazar Denizi.”
“Denizin içinde ne var peki?”
“Balık var koca aptal, başka ne olur!”
“Kitece kenti suyun üzerinde dururdu ama…”
“Bak o mesele başka! Kitece kenti… Unutma ki sadece adiller yaşardı orada.”
“Denizin üstünde o adil şehirlerden yok mu hiç?”
“Hayır yok…” dedi İnyat.
Kısa bir sessizlikten sonra, açıklama ihtiyacıyla ekledi:
“Deniz suyu tuzludur çünkü, içmeye gelmez.”
“Peki ya denizin öbür kıyısında? Orada da yine toprak mı var hep?”
“Elbette! Deniz dediğin, kocaman bir tas gibidir. Etrafının hep kara olması şart…”
“Öbür kıyıda da yine hep şehirler mi var?”
“Hep şehirler var tabii… Yalnız orası bizim toprağımız değil artık, İranlıların toprağı… ‘Şeftali, kayısı, Şam fıstığı!..’ diye çağrışan Acem kadınlarını gördün değil mi çarşıda, hatırlıyorsun değil mi?
“Gördüm evet…” demişti Foma ve düşünceye dalmıştı.
Bir defasında da, “Yine bir alay toprak mı var hep?” diye sordu babasına.
“Toprak, çocuğum, alabildiğine çoktur, bitip tükenmeyecek kadar çok!
“Bütün bu toprakta her şey böyle birbirinin aynı mı?”
“Her şeyden kastın ne bakalım?”
Şehirler ve her şey işte…
“Gayet tabii.. Her şey birbirinin aynıdır daima.” Bu tür birkaç konuşmadan sonra çocuk, siyah gözlerinin soran bakışlarını daha seyrek olarak ve daha az dikkatle dikmeye başlamıştı uzaklara....
Gemideki tayfalar Foma’yı seviyordu; o da bayılıyordu güneş ve rüzgârdan yanmış, kendisiyle durmadan şakalaşan bu levent yapılı delikanlılara. Av aletleri hazırlıyorlardı ona, ağaç kabuklarından küçük kayıklar yontuyorlardı; onunla birlikte çocuk olup oynuyor ve gemi demir atıp da İnyat iş için şehre indiği zamanlar onu kıyıda gezdiriyorlardı. Çoğu zaman babası hakkında homurdandıklarını işitirdi Foma, ama buna kulak kabartmaz, kabartsa bile hiçbir vakit yetiştirmezdi babasına söylenenleri. Ama gemiye Astrahan’da odun yüklendiği gün, makinist Petroviç’in şöyle dediğini işitti Foma:
“Yine bir alay kereste yığdı gemiye, ne ahmaklık ya Rabbi! Güverte neredeyse su alıncaya değin yüklüyor, sonra basar küfrü ama. ‘Makineyi perişan ediyorsun,’ der. ‘Durup dururken yağ yakıyorsun!..’ İşin yoksa dinle artık…”
Ak saçlı sert bir adam olan kılavuz, “O deva bulmaz cimriliği tuttu yine…” diye atılmıştı. “Odun burada ucuz ya, sineğin yağını çıkartacak neredeyse mübarek!.. Cimriliğine payan yoktur, bilmez değilsin…”
“Cimri…”
Art arda tekrarlanan bu söz, Foma’nın belleğinde iyice yer etti ve akşam babasıyla yemek yerken sordu birden:
“Baba?”
“Ne var?”
“Sen cimri misin?”
Ve sorulunca, kılavuzla makinistin konuştuklarını olduğu gibi aktardı babasına; İnyat’ın çehresi kararmış, gözlerinde bir öfke parlar gibi olmuştu. “Yaaa, demek böyle!…” demişti başını sallayarak. “Seni ilgilendirmez bu, anladın mı… Onları dinlemeyeceksin! Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerin… Bunu iyice yerleştir kafana! Sen ve ben istemeye görelim bir, baştan sona hepsini fırlatır atarız kıyıya. Aslında metelik etmez hiçbiri; şöyle bir el çırpınca binlercesini bulursun, köpek gibidirler. Anlıyor musun ha? Benim hakkımda bir alay kötülük yumurtlarlar hep; sebebi, mutlak efendileri oluşumdur… Benim mutlu ve zengin oluşumdan geliyor bütün bunlar; bütün dünya kıskanır zengin adamı. Mutlu kişi, herkesin gözünde bir düşman gibidir…”
İki gün sonra yeni bir makinistle, bir yeni kılavuz biniyordu gemiye. Foma sordu:
“Yakob nerede baba?”
“Hesabını gördüm onun… Kovdum.”
“Neden?”
“Nedeni gün gibi belli…”
“Peki ya Petroviç?”
“Onu da defettim.”
Babasının bu kadar hızla tayfa değiştirebildiğini görmek pek hoşuna gitmişti Foma’nın. Babasına gülümsedi ve hemen güverteye koştu; yere oturmuş, saplı paçavra yapmak için bir halatın düğümlerini çözmeye uğraşan bir tayfaya yaklaşarak, “Yeni bir kılavuzumuz var artık, biliyor musun?” dedi.
“Biliyorum tabii… Günaydın Foma İnyatiç! İyice uyuyup güzelce dinlendin mi bakalım?”
“Makinist de yeni ama…”
“Makinist de evet… Arıyor musun Petroviç’i?”
“Hayır.”
Bir an durduktan sonra ekledi:
“Hakaret ediyordu babama.”
“Ooo! Babana hakaret mi ediyordu? Yok canım!”
“Ama ben kendi kulaklarımla işittim hakaret ettiğini…”
“Yaa… Öyleyse baban da işitmiştir şüphesiz?”
“Babam işitmedi hayır, ona ben söyledim…”
“Demek sen söyledin…” diye mırıldandı tayfa ağır ağır.
Ve susup işine döndü.
“Babam da bana dedi ki: ‘Burada efendi sensin, istersen hepsini kovabilirsin bunların.’”
Elle tutulur bir kendini beğenmişliğe kapılmış olan çocuğa, karanlık bir bakış attı tayfa:
“Doğrudur…” dedi.
O günden sonra Foma, tayfaların kendisine karşı olan tavrında bir değişiklik sezer gibiydi: Kimisi eskisine göre çok daha yumuşak ve çok daha iltifatlı davranıyordu ona; ötekilerse onunla sanki hiç konuşmak istemiyor, konuşmak zorunda kaldıkları zaman da eskisi gibi neşeyle ve şakalaşarak değil, kırgın ve neredeyse öfkeli bir edayla konuşuyorlardı. Güvertenin yıkanmasını seyretmeye bayılırdı örneğin Foma: Dizlerine kadar sıvanmış pantolonlarıyla tayfalar, ellerinde ip süpürgeler ve saplı paçavralarla oradan oraya hızla koşar, kocaman kovalarla güverteyi sular, birbirlerinin üzerine su atar, güler, haykırır, düşerdi; şelale hâlinde sular kaplardı her bir yeri ve insanların hayat dolu şamatası suların neşeli şırıltısı içinde erirdi. Ve eskiden Foma, bu kolay ve neşeli işte tayfaları rahatsız etmezdi hiç; rahatsızlık vermek bir yana, onlarla birlikte işe koşar, üzerlerine su atar ve kendisine su atmasınlar diye gülerek kaçardı. Ama Petroviçle Yakob’un kovulduğu günden beri, artık insanlara rahatsızlık verdiğini hissediyordu çocuk; kimse onunla oynamak istemiyordu şimdi ve hepsi de ona sevgisiz gözlerle bakıyordu. Şaşkın ve üzgün bir hâlde güverteyi terk edip dümen yekesinin yanına çıktı, sıkıntı içinde oturdu oraya ve mavi kıyı boyunca uzanan bir orman parçasını seyretmeye koyuldu. Aşağıda, güvertede, sevinçle şırıldıyordu su ve tayfalar gülüyor, bağırıyordu… Yanlarına gitmek için müthiş bir arzu duyuyordu içinde ama tuhaf bir şey ona engel oluyordu.
“Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerindir…”
Babasının bu sözleri geliyordu durmadan aklına.
Ve birdenbire tayfalara bir şeyler bağırmak, bir efendiye yaraşır cinsten tehdit dolu sözler savurmak, babasının yaptığı gibi küfretmek istedi. Uzun bir süre arandı. Nasıl bir söz fırlatabilirdi suratlarına? Hiçbir şey bulamadı… İki-üç gün daha geçti böyle ve Foma açıkça anladı ki, tayfalar artık onu sevmemekteydi. Sıkılmaya başlamıştı yavaş yavaş. Ve gittikçe daha sık bir şekilde, peri masalları, gülümseyişleri ve o kadife sesiyle Anfisa halanın okşayıcı hayali, yeni izlenimlerinin binbir renkli sisinden en umulmadık anda sıyrılıp gözlerinin önünde canlanır olmuştu. Bu hayalden yayılan ılık bir mutluluk ısıtıyordu çocuğun şimdi ruhunu. Peri masallarının dünyasında yaşıyordu daha o; ama gerçeğin amansız ve kıskanç eli, Foma’nın çevresindeki her şeye ardından baktığı, bir örümcek ağı kadar ince olan o güzel dantelayı şimdiden yırtmaya başlıyordu işte. Kılavuzla makinist olayı, çocuğun dikkatini etrafına çevirmesine yol açtı; daha bir keskinleşti gözleri, bakışlarında bilinçli bir merak belirdi: Babasına yönelttiği sorularda, insanların eylem ve fikirlerine kaynaklık eden nedenleri kavrama iradesi seziliyordu şimdi.
Günlerden bir gün, şöyle bir sahne geçti gözlerinin önünden: Odun taşıyordu tayfalar ve içlerinden biri, hem de kıvırcık saçlı o genç ve şen şatır Yefim, sırtında yüküyle güverteyi geçerken, öfkeli yüksek bir sesle söylenmeye başladı:
“Hadi canım, bu işi yapmak için insanın hepten şuursuz olması lazım! Odun taşımak için gelmedim ben buraya. Tayfayım ben! Ve tayfanın ne demek olduğu da açık! Üstelik bir de odun taşımaya ben yokum! Satılığa çıkarmadığım hâlde zorla alıp derimi mi yüzecekler yani… Ayıp denen bir şey var! İnsanları limon sıkar gibi sıkıp emmeyi gayet iyi biliyor, evet!”
Babasının söz konusu olduğundan adı gibi emindi Foma. Ve Yefim’in, bütün bu atıp tutmalarına rağmen, ötekilerden daha fazla odun yüklendiğini ve daha hızlı gittiğini de görüyordu. Tayfalardan hiçbiri katılmıyordu Yefim’in söylenmesine, hatta onunla çalışan tayfa bile susuyordu. Ama aynı tayfa, Yefim sırtına birazcık fazla odun yüklediğinde basıyordu itirazı.
“Yeter yahu!” diyordu suratını ekşiterek. “Beygir değil bu yüklediğin, bir adam!”
“Kapat çeneni!..” diye çıkışıyordu Yefim adama. “Beygirden beter olduğunu öğren artık, itiraz etmeden taşı işte… Kanını bile emseler susacaksın, anladın mı! Elinden başka ne gelir?”
Tam bu sırada İnyat peyda oluverdi önlerinde, Yefim’e yaklaşarak sert bir sesle sordu:
“Ne konuşuyorsun sen öyle bakayım?”
Kekeleyerek cevap verdi Yefim:
“Konuşuyorum işte, canım ne isterse konuşuyorum.. Mukavelemizde, ‘susacaksın’ diye bir madde yok ki…”
Sakalını sıvazlayarak yeniden sordu İnyat:
“Kanınızı emecek olan kimmiş peki?”
İşinin burada bittiğini ve kovulmaktan kurtulamayacağını anlayan tayfa, elindeki odun parçasını yere fırlatarak, avuçlarını pantolonunda temizledi ve bakışlarını İnyat’ın gözlerine dikerek cesur bir sesle, “Ne olmuş yani?” dedi. “Yalan mı söylüyorum yoksa? Yoksa kanımızı emmiyor musun?”
“Ben mi?”
“Sen evet, sen.”
Babasının kolunu kaldırdığını gördü Foma, o kadar. Sonra, ezilen bir şeyin gürültüsü duyuldu ve odunların üzerine yuvarlandı tayfa. Ama doğruldu hemen, tek kelime söylemeksizin işe koyuldu. Ezilmiş yüzünün kanı damlıyordu kayın kütüklerinin ak kabuğuna; gömleğinin yeniyle siliyordu kanını ve içini çekerek susuyordu. Sırtında yüküyle çocuğun önünden geçtiği zaman, iki iri yaş damlası vardı burun kökünde ve bunları gördü Foma…
Akşam yemeğinde düşünceliydi, ürkek gözlerle süzüyordu babasını. İnyat tatlı bir sesle sordu:
“Niye böyle suratın asık senin?”
“Hiiiç…”
“Hasta olmayasın sakın?”
“Hasta değilim, hayır…”
“Bir şey varsa söyle hadi, susma…”
Yine düşünceli bir edayla, birden konuştu çocuk:
“Nasıl da kuvvetlisin!..”
“Ben mi?.. Kuvvetliyimdir doğru… Tanrı o alanda da cömertlik etti bana.”
Başını önüne eğmişti Foma; alçak sesle ama haykırır gibi konuştu:
“Demin öyle bir vurdun ki ona!..”
Üzerine havyar sürülmüş bir dilimi ağzına atmak üzereydi İnyat ama oğlunun güç zapt edilmiş çığlığıyla yarı yolda durup kaldı eli; gözlerini, Foma’nın hâlâ eğik başına çevirerek sordu:
“Yefimka’yı kastediyorsun herhâlde?”
“Evet…”
Sesini büsbütün kısarak ekledi:
“Kanatıncaya kadar vurdun!.. Yürürken ağlıyordu…”
“Şuna bak hele…” dedi İnyat. “Şuna bakın bir!” Sustu bir süre, bardağına votka doldurdu, dikti ve ciddi bir sesle, “Ona acımanın yeri yok…” dedi. “Hiç için küfrediyordu, dersini aldı işte… Tanırı’m onu ben… Yiğit çocuktur, cesur ve güçlüdür, sonra akıllıdır da. Ama olup biteni yargılamak, şu bu hakkında hüküm vermek ona düşmez, benim işimdir o çünkü ben patronum. Ve patron olmak kolay değildir! Bir dişi kırıldı diye ölmez, merak etme; olsa olsa biraz daha akıllanır, dilini tutmayı öğrenir, anlıyor musun?.. Böyledir bu… Yaa Foma! Sen daha çocuksun, pek bir şey anlayamazsın olup bitenden. Hayatı öğretmek lazım sana, hayatı! Çünkü bu dünyada geçirecek fazla günüm kalmadı sanıyorum artık…”
Sustu İnyat. Bir bardak daha votka dikip, inandırıcı bir edayla devam etti:
“İnsanlara acımak gerekir, evet… Haklısın acımakta! Yalnız, ne yaptığını iyi bilerek acıman gerekir insanlara; önce karşındakine bakacaksın, kimdir… Ne çıkarabilirsin ondan, ne işe yarar, göreceksin! Baktın ki gücü kuvveti yerinde, eli ayağı tutuyor ve çalışabilir; ona acıyacaksın, yardımına koşacaksın hemen! Ama zayıf olana, işe gelmeyene tükür geç, anladın mı! Şunu iyice koy aklına: Her şeyden şikâyet eden, durmadan inleyip yakınan adam kalp akçeyle bile metelik etmez, merhamete layık değildir o adam, yardımına koşsan bile hiçbir faydan dokunmaz ona… Böyleleri, kendilerine acıdığın vakit büsbütün ekşir, kararır ve eskisinden bir kat daha fazla budalalık yapar… Vaftiz babanın evindeyken bol bol görmüşsündür bunları: Bütün o hacılar, o asalaklar, o bedbahtlar… Her cins ve her şekilden o pis böcek takımı… Unut onları anladın mı, unut! İnsan değil onlar, tortu… Kazıntı. Hiçbir işe yaramazlar çünkü bit gibi, pire gibi, tahtakurusu gibi şeylerdir… Tanrı için de yaşamaz onlar, yoktur tanrıları. Yalancıktan anarlar adını Tanrı’nın, göstermelik olarak; yufka yürekli ahmakları hâllerine acındırmak ve onların merhametinden çekecekleri şeylerle işkembelerini doldurmak için! İşkembeleri için yaşarlar çünkü. Ve yiyip içmenin, uyuyup inlemenin dışında hiçbir şey gelmez ellerinden… Onlarla ülfet etmek, ruh perişanlığına düşmek demektir; ayağını tökezletmeye yararlar ancak adamın. Onların arasına düşmüş namuslu bir adam, çürük elmaların arasında kalmış taze bir elmaya benzer; yani çürümeye mahkûmdur o da.. Ama daha küçüksün yavrum, tam anlayıp değerlendiremezsin dediklerimi… Felakete uğradığı vakit dimdik ayakta kalan kişiye yardım et, anlıyor musun! O senden belki yardım bile istemez; sezinleyip, yalvarılmadan yardımına koşmak sana düşer… Ama felaketin altında ezilmeyen adam, üstelik bir de mağrurdur ve senin yardımın bakarsın gücüne gider; böylesine gizlice yardım edeceksin… Sağduyuya uyarsan, işte böyle davranman gerekir oğlum!.. Bak sana bir örnek daha vereyim: Yolda, çamura düşmüş iki tahtaya rastladın diyelim ve diyelim ki tahtaların biri çürük, kurt yemiş, öbürüyse sapasağlam. Ne yaparsın bu durumda? Çürük bir tahta ne işine yarar ki? Olduğu yerde bırak gitsin onu, kalsın çamurun içinde; insanlar ayaklarını kirletmemek için üzerine basar da geçer hiç olmazsa… Ama sağlam tahtayı kaldır ve kurusun diye güneşe koy; sana değilse bile bir başkasına yarar… İşte böyle arkadaşım! Dediklerimi iyi dinle ve kafana kazı… Yefimka’ya gelince, ona acıman boşunadır çünkü kendi değerini bilen ciddi ve ağırbaşlı bir çocuktur o. Ve bir tokatla ölecek kadar da çürük değildir.
Aradan bir hafta geçsin, dümene koyacağım onu ben… Böylece kılavuz olacak… Kaptan da yapsan, becerikli bir kaptan olur eminim. İşte böyle büyür insanlar yavrucuğum! Ben de aynı yolları teptim, benim de çıraklık çağım oldu. Bugünküne benzemez ne hakaretleri yalayıp yuttum ben onun yaşındayken… Hayata müşfik bir anne derler, yalandır arkadaşım! Anne falan değildir hayat; amansız bir patrondur hepimiz için, o kadar…”
İki saat boyunca gençliğinden, çektiği eziyetlerden, insanlardan ve insanlardaki zaafların korkunç gücünden söz etti oğluna İnyat. İnsanların felaketten nasıl hoşlandıklarını ve başkalarının zararına yaşayabilmek için kendilerini felakete uğramış göstermeye nasıl bayıldıklarını anlattı ona. Sonra kendi hikâyesine döndü yine; basit bir işçiyken nasıl koskoca bir işin patronu olduğunu anlattı.
Dinliyordu çocuk. Babasına bakıyordu ve baktıkça, babasının kendisine doğru ilerlediği, her an biraz daha kendisine yaklaştığı duygusuna kapılıyordu. İnyat’ın anlattıklarında, Anfisa halanın masallarındaki zenginlikten eser bulunmadığı hâlde, yeni bir şey vardı; masallardan daha berrak ve daha kolay kavranabilir bir şey. Ve bu da ilgisini çekiyordu çocuğun. Küçük yüreğinde, onu babasına doğru çeken güçlü ve ateş gibi yakıcı bir şey çarpıyordu şimdi. Ve oğlunun duygularını gözlerinden anlayan İnyat aniden kalktı yerinden, Foma’yı kollarına alıp sımsıkı göğsüne bastırdı. Boynuna sarıldı Foma babasının, yanağını yanağına dayayarak hiçbir şey söylemeden öylece kaldı. Hiçbir zaman çarpmadığı gibi çarpıyordu yüreği.
“Küçük arkadaşım benim…” diye fısıldıyordu boğuk bir sesle. “İçimin sevinci, biricik yavrum!.. Ben henüz ölmeden öğren bunları.Yaşamak kolay değildir…”
Bu fısıltıyı dinlerken için için ürperdi çocuk, dişlerini sıktı ufalarcasına ve birdenbire sıcak yaşlar fışkırdı gözlerinden…
***
Dönüyordu gemi artık, yukarı doğru çıkıyordu Volga’yı. Boğucu bir temmuz gecesiydi, kalın simsiyah bulutlarla kaplıydı gökyüzü ve tekinsiz bir sakinlik dalgalanıyordu ırmağın üzerinde. Kazan’a yaklaşıyorlardı; Uslon dolaylarında, muazzam bir tren vapurunun kuyruğunda durmuşlardı. Atılan demirlerin gıcırtısıyla, tayfaların çığlıkları uyandırdı Foma’yı. Pencereden baktığında, uzakta, karanlığın bağrında, ufacık ışıkların parıldadığını gördü. Su siyahtı ve zeytinyağı gibi koyuydu, başka hiçbir şey seçilmiyordu. Birden, ezilir gibi ürperdi çocuğun içi ve kulak kabarttı. Güçlükle işitilebilen, nereden kopup geldiği belirsiz, hüzünlü bir şarkıydı bu. Bir ölüm duası gibi kahır dolu bir şarkı… Nöbetçiler haykırarak birbirlerini çağırıyordu katar boyunca, bir gemi öfkeyle düdüğünü öttürerek buhar salıyordu… Irmağın siyah suları gemilere yavaşça çarpıp çalkanarak kederle şıpırdıyordu. Karanlığa gözleri ağrıyıncaya kadar bakışlarını diken çocuk, siyah kitleler ve onların üzerinde zor zor seçilen ışıklar gördü. Salapurya olduğunu biliyordu bunların, ama bilmek yatıştırmıyordu onu, eşitsiz vuruşlarla atıyordu yüreği ve hayalinde karanlık ve korkunç sahneler canlanıyordu.
“Oooooh… Oh!”
Uzaklardan sanki sürünerek gelen çığlık, bir ağlayış gibi sona erdi. Ve aynı anda birisi, güverteyi koşarak geçip küpeşteye yaklaştı.
“Oooooo… Oh!..”
Bu sefer daha da yakından gelmişti ses. Güvertede birisi alçak sesle, “Yefim…” diye çıkıştı. “Kalksana be mübarek! Doğrul da bir kanca kap gel hemen…”
“Ooo… Oh!..”
Hemen burnunun dibinde inliyordu ses. Sıçradı Foma, uzaklaştı pencereden.
Acayip inilti, suyun üzerinde kayarak gittikçe yaklaşıyor, genişliyor, ağlayışa dönüyor ve gecenin karanlığında eriyordu. Güverteden, endişeli konuşmalar geliyordu:
“Yefimka! Fırla hadi, boğulmuş bir adam var suda…”
“Nerede?”
Telaşla söylenmişti bu soru. Çıplak ayaklar tökezledi güvertede, hızlı bir gidip gelme oldu, iki kanca Foma’nın hizasında sallanarak aşağıya indi ve gürültüsüz suyun karanlığına daldı…
“Boğulmuş bir adam vaaaaar!”
Garip bir şıpırtı yükseliyordu sulardan ve bu kederli çığlık korkuyla titretti çocuğu; ama ne ellerini pencereden ne de gözlerini sudan ayıramıyordu.
“Bir fener yakın hemen… Göz gözü görmüyor!” Soluk bir ışık lekesi düştü ırmağa… Suyun hafifçe dalgalandığını, canı yanıyormuş da ürperiyormuşçasına kırıştığını görüyordu şimdi Foma. Dehşet taşan bir ses güvertede fısıldıyordu:
“Şurada bak… Şurada işte!..
Aynı anda, beyaz dişlerini gösteren kocaman ve korkunç bir insan yüzü belirmişti ışık lekesinin ortasında. Suyla birlikte çalkalanıyordu bu yüz, dişleriyle bakıyordu sanki Foma’ya ve gülümseyerek, “Eee küçük oğlan, burası böyle soğuk işte!..” der gibiydi.
Çırpınıp havalandı kancalar bir an, sonra yeniden daldı suya: “İt de ileri doğru açılsın yazık!.. Dikkat et çarka kaktıracak…”
Suya dalıp çıkan kancalar, diş gıcırtısını andırır bir gürültüyle sıyırıyordu tekneyi. Güvertedeki ayak sürçmeler pupaya doğru uzaklaşıyordu… Ve o inleyerek eriyen haykırış bir kere daha koptu:
“Boğulmuş bir adam vaaaaar!”
“Baba!..” diye seslendi Foma. “Baba!” İnyat bir sıçrayışta kalkıp ona doğru seğirtti.
Foma bağırıyordu:
“Ne bu baba? Ne yapıyor bunlar?”
İnyat vahşi bir kükreyişle fırladı kamaradan. Bacakları üzerinde yalpalayıp etrafına bakınarak ilerleyen Foma, babasının kuşetine ulaşmadan İnyat geri dönmüştü. Oğlunu kollarına alıp sıkarak, “Seni korkuttular ama hiçbir şey yok!” dedi. “Gel benim yanımda yat.”
“Neydi o baba?” diye sordu Foma kısık bir sesle.
“Önemli değil yavrum, hiçbir şey değil… Bir adam… Boğulmuş bir adam, garip… Akıntıya kapılmış gidiyor… Korkma sakın, çoktan uzaklaştı zavallı…”
Korkusundan gözlerini yumup, babasına sımsıkı sarılmış olan çocuk yeniden sordu:
“Neden itiyorlardı onu?”
“İtmeleri lazımdı da ondan… Çarklardan birine kapılırdı yoksa, mesela bizimkine; yarın polis gördü mü de sorgu sual derken saatlerce alıkoyarlardı bizi. İşte bunun için itip uzaklaştırdılar… Onun bakımından ne önemi var artık itilmenin?.. Nasıl olsa ölmüş bir kere, canı yanmaz artık onun… Ama itmemiş olsalar, yaşayanlar eziyet çekerdi onun yüzünden.. Hadi uyu yavrum.”
“Suyun üzerinde hep böyle salınıp gidecek mi şimdi o adam?”
“Hep öyle gidecek, evet… Tabii bir yerlerde çıkartacaklar sudan… Ve gömecekler…”
“Balıklar yemez mi peki onu?”
“Balıklar insan yemez evladım, yengeçler yer…”
Foma’nın korkusu dağılmıştı; ama dişlerini gösteren o dehşet verici yüz, suyun üzerinde salınmaya devam ediyordu yine hayalinde…
“Kimdi o adam peki?”
“Allah bilir kimdi! Dua et onun için… ‘Tanrı’m onun ruhunu huzura kavuştur…’ de.”
Fısıltı hâlinde tekrarladı Foma:
“Tanrı’m onun ruhunu huzura kavuştur…”
“Tamam… Şimdi uyu ve hiç korkma!.. Uzaklaşıp gitmiştir çoktan! Uslu uslu salınmaktadır suda… Küpeşteye ihtiyatsızca yaklaşmaman gerekir, görüyorsun değil mi, yoksa Allah esirgesin sen de onun gibi düşersin suya…”
“Düşmüş mü yani o?”
“Gayet tabii düşmüş… Belki sarhoştu zavallı… Belki de kendiliğinden atladı suya. Böyleleri de vardır, kendilerinden atlayıverirler… Birden bir sıkıntı basar, dertlenir, anlıyor musun, atar kendini suya ve boğulur… Hayat böyledir işte yavrum. Yeri gelir, ölüm, ölen için bir şenlik olur; kimi zaman da arda kalanlar için bir şenlik!
“Baba…”
“Uyu yavrum…”
III
Çocuk oyunlarının ve haylazca muzipliklerin canlı ve amansız uğultusuyla okul hayatının daha ilk gününde şaşkına dönen Foma, sınıf arkadaşları arasında kendisine ötekilerden daha ilginç gelen iki öğrenci fark etti. Biri tam önünde oturuyordu. Şöyle göz ucuyla baktığında, oğlanın geniş sırtını, kızıl çillerle süslü kalın boynunu, kocaman kulaklarını ve parlak kızıl saç diplerinin serpili durduğu, özenle tıraş edilmiş ensesini görüyordu Foma.
Dazlak kafalı ve alt dudağı sarkık bir adam olan öğretmen “Smolin Afrikan!..” diye seslenmişti.
Ve kızıl saçlı çocuk hiç telaşa kapılmaksızın kalkmış, yaklaşıp gözlerini öğretmenin yüzüne dikerek problemin verilerini sonuna kadar dinledikten sonra, tahtaya kocaman yuvarlak rakamlar çizmeye koyulmuştu özenle.
“Güzel…” dedi öğretmen. “Yeter.. Yejov Nikola, sen devam et bakalım…”
Foma’nın sıra arkadaşlarından biri, kıpır kıpır, ufacık, fare gözlerine benzer simsiyah gözlü bir çocuk fırladı yerinden; sıraların arasından, üstü başı dört bir yana takılarak ve başını oradan oraya çevirip bakarak geçti. Tahtaya gelince tebeşire yapıştı ve ayaklarının ucunda yükselerek, küçük darbelerle ezdiği tebeşiri iyice gıcırdatmak ve üstünü başını kirletmek şartıyla, küçücük okunmaz işaretler sıralamaya koyuldu tahtaya.
Bıkkın bakışlı öğretmen soluk yüzünü azapla buruşturarak, “Yavaaaaş yavaş…” diyordu hep.
Ama Yejov, çın çın öten aceleci bir sesle devam ediyordu:
“Şimdi ilk işportacının on yedi kapik kâr ettiğini biliyoruz ve…”
“Yeter, dur!.. Gordeyev! İkinci işportacının kârını bulmak için ne yapmak lazım?”
Biribirinden öylesine farklı bu iki çocuğun tutumuna dalmış olan Foma gafil avlandı; sustu ister istemez.
“Bilmiyor musun?.. Smolin, anlat ona!” Tebeşire bulanmış parmaklarını tahta beziyle özene bezene silmiş olan Smolin, Foma’ya bir tek kere olsun dönüp bakmadan bitirdi problemi ve yeniden ellerini temizlemeye koyuldu. Yejov’sa yürümekten çok, sıçramayı andıran bir yürüyüşle yerine dönmüştü gülümseyerek. Foma’nın yanına otururken omuzuna vurup fısıldadı:
“Nasıl olur da bulamazsın bunu! Toplam kâr ne kadar? Otuz kapik. Ve topu topu iki tane işportacı var önümüzde. Bunların biri on yedi kapik alırsa, ötekine ne kalır?”
“Biliyorum…” dedi Foma kısık bir sesle. Mat olmuş hissediyordu kendini. Yavaş yavaş dönüp yerine oturmuş olan Smolin’in yüzünü incelemeye koyuldu. Tombul yanaklar arasında kaybolmuş mavi gözleriyle, çil serpili bu yuvarlak yüz hoşuna gitmiyordu, hayır… Bu arada Yejov, zalimce bacağını çimdiklemiş ve sormuştu:
“Kimin oğlusun sen? Delifişeğin mi?”
“Evet…”
“Hımm. Sana hep sufle edeyim ister misin?”
“İsterim.”
“Ne vereceksin buna karşılık bana?” Bir an düşündü Foma ve sordu:
“Peki ama sen biliyor musun bakalım bütün dersleri?”
“Ben mi? Sınıfın birincisiyim ben…” Bu sırada öğretmen bağırdı:
“Ne oluyor orada? Yejov, kes şu gevezeliği!”
Bir sıçrayışta ayağa fırladı Yejov ve utanmaz bir edayla, “Ben konuşmadım ki İvan Andreyiç,” dedi, “Gordeyev’di konuşan!”
Smolin’in sakin sesi girdi araya:
“İkisi de konuşuyorlardı.”
Yalancıktan ve gülünç bir şekilde suratını asan öğretmen, kalın dudağını acayip bir sesle şaplatarak hepsini azarladı. Ama bu, Yejov’un yeniden fısıltıya başlamasına engel olmadı:
“Görürsün sen Smolin! Gammazlığını ödetirim elbet sana…”
Başını çevirmeden cevap verdi Smolin:
“Ya sen niye yükleniyorsun yeni gelmiş acemiye?”
“Öyle olsun bakalım, ama sen görürsün!..” dedi Yejov yine ıslık çalan bir sesle.
Foma hep susuyor, fıkırdak sıra arkadaşına göz ucuyla bakmakla yetiniyordu: Hem hoşuna gidiyordu bu çocuk hem de biraz uzaklaşmak arzusu uyandırıyordu onda… Teneffüse çıktıklarında, Smolin’inin de zengin olduğunu öğrendi Yejov’dan. Bir deri sanayicinin oğluydu Smolin. Yejov’sa bir hazine muhafızının oğluydu, yani fakirdi. Gri kutnudan biçme, dizleri ve dirsekleri yamalı elbisesinden, açlıkla çökkün soluk yüzünden hemen anlaşılıyordu zaten yoksul olduğu. Küçücük, sert hatlı, kemikli bir yüzdü bu… Sözlerini daima mimik ve jestlerle pekiştirerek, madenî bir alto sesiyle konuşuyordu Yejov; sık sık da, sadece ona özgü ve anlamı sadece onun tarafından bilinen kelimeler kullanıyordu.
“Artık arkadaş oluruz ikimiz…” demişti Foma’ya. Ve Gordeyev, şüpheci gözlerle ona yan yan bakarak sormuştu:
“Madem öyle niye gammazladın beni biraz önce öğretmene?”
“Tuhafsın doğrusu! Hem yenisin hem de zenginsin sen. Öğretmen zenginlere hırlamaz… Bana gelince, muzipliğimden ötürü sevmez beni; üstelik yoksulluğumdan ötürü de sevmez, kendisine hediye getirmiyorum diye… Buradan çıkınca liseye gideceğim, biliyor musun?.. İkinci sınıfı bitirip hemen gideceğim… Bir üniversiteli var beni hazırlayan… Orada o kadar çok şey öğreneceğim ki şaşırıp kalacaklar burada! Kaç tane atınız var sizin?”
“Üç… Peki ama niye bu kadar çok şey öğrenmen lazımmış?”
“Çünkü fakirim… Fakirlerin çok ama çok okuması gerekir, ancak okuyarak zengin olabilir fakirler. Doktor çıkarlar, memur çıkarlar, subay çıkarlar… Ben de subay olacağım görürsün, pırıl pırıl bir subay… Belimde kılıç, topuğumda çın çın öten mahmuzlar!.. Ya sen ne olacaksın peki?”
Foma düşünceli bir edayla arkadaşını süzerek, “Bilmem ki…” dedi.
“Herhangi bir şey olmaya ihtiyacın yok senin, zengin olman yeter de artar bile… Güvercin sever misin?”
“Severim…”
“Amma nazeninsin yahu! Oooooo… oh!” Foma’nın kesik kesik ve ağır ağır konuşmasını taklide koyulmuştu şimdi Yejov. Sordu:
“Söyle bakalım kaç güvercinin var?”
“Hiç yok…”
“Amma da yaptın! Hem zenginim diyor hem de güvercin beslemiyor… Oysa benim bile üç güvercinim var: Biri hareli, biri tahtalı, biri de akman güvercin… Benim babam zengin olmuş olsa, tam yüz tane güvercin alır, her gün sabahtan akşama kadar uçururdum onları… Smolin de güvercin besliyor, hem de öyle güzel güvercinler ki! Tam on dört tane güvercini var onun, hareliyi bana o verdi zaten. Vermesine verdi ama, yine de tamahkârdır… Bütün zenginler öyledir zaten! Peki ya sen, sen de tamahkâr mısın?”
Kararsız bir sesle cevap verdi Foma:
“Bilmem, bilmem ki…”
“Smolinlere gel, üçümüz bir arada güvercin uçururuz, olur mu?”
“Olur ama izin verirlerse gelirim ancak…”
“Yoksa baban sevmiyor mu seni?”
“Niye? Çok sever.”
“Öyleyse izin verir gelmene… Ama sakın yanılıp benim de orada olacağımı söyleme, bakarsın sırf bunun için göndermez seni… ‘İzin verirsen, Smolinlere gideceğim, dersin, olur biter anladın mı?.. Hey Smolin!”
İri yarı çocuk ağır ağır yaklaşmıştı onlara.
Yejov kınayan bir baş işaretiyle, “Gel bakalım gammaz kızıl!..” dedi. “İnsan seninle arkadaş olacağına köpeklerle arkadaş olsun daha iyi!”
Smolin, hareketsiz gözleriyle Foma’yı sakin sakin inceleyerek sordu Yejov’a:
“Ne mırın kırın edip duruyorsun yine sen?” Yerinde zıp zıp zıplayarak karşılık verdi Yejov:
“Mırın kırın ettiğim falan yok, gerçeği söylüyorum… Koca porsuğun birisin ama neyse, dinle şimdi! Pazar günü ayinden sonra sana geleceğiz bununla.”
“Gelin tabii” dedi Smolin başını sallayarak.
“Tamam geleceğiz… Zil neredeyse çalar, vakit varken ben kanarya satmaya gidiyorum…”
Pantolonunun cebinden, içinde canlı bir şeyin çırpındığı bir küçük kâğıt paket çıkarmış ve parmakların arasından kayıp giden cıva gibi fırlamıştı okulun avlusundan…
Yejov’un canlılığı karşısında şaşkınlığa kapılan Foma, bakışlarıyla Smolin’i sorguya çekerek, “Ne tuhaf çocuk!..” diye mırıldandı.
“Anasının gözüdür…” dedi kızıl. “Hinoğluhindir tam…”
Foma ekledi:
“Ama eğlendirici de…”
“Eğlendiricidir evet…” dedi Smolin.
Sonra bir süre susup karşılıklı birbirlerini süzdüler. Nihayet kızıl saçlı sordu:
“Bize geleceksin değil mi onunla?”
“Geleceğim…”
“Gel tabii… İyi eğleniriz bizde…”
Foma cevap vermedi. Bunun üzerine yeniden sordu Smolin:
“Arkadaşın var mı çok?”
“Hiç yok.”
“Okula gelmeden önce benim de hiç yoktu… İki yeğenim vardı sadece… Ama şimdi bak, bir anda iki arkadaş birden kazandın, görüyor musun…”
“Evet!..” dedi Foma.
“İnsanın arkadaşı çok olursa, daha iyi eğlenir. Dersleri öğrenmesi de daha kolaydır sonra. Sufle verirler…”
“Sen iyi bir öğrenci misin?” Smolin sakin bir sesle cevap verdi:
“Ben her zaman ve her yerde iyiyimdir.” Zil, bir şeylerden ürkmüş de kaçıyormuş gibi hızla çalmaya koyuldu bu sırada…
Sınıfa girip oturduğunda daha bir rahatlamıştı Foma. İki arkadaşını öteki çocuklarla karşılaştırmaya girişti. Ve uzun süre düşünmek zahmetine katlanmadan anladı ki, her ikisi de sınıfın en iyileriydi. Hemen belli oluyordu bu; kara tahtada henüz silinmemiş duran 5 ve 7 rakamları kadar açıktı. Ve arkadaşlarının bütün öteki öğrencilerden daha çalışkan olduğunu görmek, müthiş bir zevk veriyordu Foma’ya.
Okuldan çıkınca üçü birlikte yürüdüler, ama Yejov çok geçmeden ayrılıp dar bir sokağa daldı. Foma’yı evine kadar götürdü Smolin ve ayrılırken, “Gördün mü,” dedi, “yolu birlikte gidip geleceğiz hep!”
Krallar gibi karşılandı evde Foma. Babası, üzerinde karmaşık bir rakam kazılı som gümüşten bir kaşık armağan etti ona; halası da kendi elceğiziyle ördüğü bir boyun atkısı… Yemeğe beklemişlerdi onu, en sevdiği yemekleri hazırlamışlardı. Soyunur soyunmaz sofraya oturduğunda, soru yağmuruna tuttular.
Önce İnyat girişti:
“Söyle bakalım, hoşuna gitti mi okul?” Oğlunun heyecandan kızarmış yüzüne sevgiyle bakıyordu.
“Sevdim…” dedi Foma. “Müthiş!”
Hemen duygulanmış ve içini çekmişti halası:
“Bir taneciğim!..” dedi. “Aman dikkat et de ezilme arkadaşlarına… İçlerinden birisi sana kötülük edecek olursa, hemen git öğretmene bildir… Hemen…”
“Hele şunun söylediğine bak!..” diye atıldı İnyat. “Sakın öyle bir şey yapayım deme haa! Kendi işini kendin gör. Kendi elinle cezalandır sana sataşanları!.. Arkadaşların nasıl peki, yaman şeyler mi?”
Yejov’u düşünerek gülümsemişti Foma. “Evet…” dedi. “Hele bir tanesi var, öyle gözü pek ki!.. Tam bir açıkgöz…”
“Kimin oğlu bakayım?”
“Bir muhafızın…”
“Açıkgöz, öyle mi?”
“Müthiş!”
“Tamam, onu bir yana bırak şimdi! Başka?”
“Başka… Bir de baştan başa kıpkızıl bir arkadaşım var, ismi Smolin…”
“Oldu! Mitri Ivaniç’in oğlu, anladım… Onu sıkı tut işte, arkadaşlığı ilerlet, zarar gelmez, faydası çoktur. Mitri aklı başında bir adamdır benim bildiğim, eğer oğlu da kendisine çekmişse tamam demektir! Ötekine, muhafızınkine gelince… Bak Foma, ne yapacaksın biliyor musun? Her ikisini de pazar günü buraya çağıracaksın. Ben size bir alay çerez alırım, mükellef bir ziyafet çekersin onlara… Nasıl kimselerdir, böylece görmüş oluruz…”
Foma, soran bakışlarını babasının yüzüne dikerek, “Bu pazar, Smolinlere davetliyim ben…” dedi.
“Hele şuna!.. Hadi öyle olsun bakalım… İnsanın insana alışması gerek, birbirini görüp tanıması… Tek başına yaşayamaz insan… Bak, örneğin ben, yirmi yıldan fazla zamandır vaftiz babanın dostuyum, çok yararlandım onun zekâsından. Sen de benim gibi yap! Senden daha zeki olanlarla dostluk kurmaya çalış… İyiye baka baka, sürtüne sürtüne sen de iyi olur çıkarsın, sana da bulaşır…”
Kendi söylediğine kendi gülerek ekledi sonra:
“Şaka ediyorum aldırma, ciddiye alma sakın. Kimseyi taklit edeyim deme haa, kendin bir kişilik ol!..” Az olsun varsın aklın, ama senin aklın olsun… Çok ders verdiler mi bakalım yarına?”
“Çok verdiler!..” diyerek içini çekti çocuk. Halasından, bunun yankısı hâlinde daha derin bir iç çekiş yükseldi…
“Verirler tabii! Hepsini öğreneceksin! Ötekilerden daha geride kalmak yok… İşin ucunda benim fikrimi sorarsan şudur: Okulda beş değil, yirmi beş sınıf da olsa sana sadece okumayı, yazmayı ve saymayı öğretebilirler. Yanı sıra da bir alay pislik öğretirler, Allah korusun! Bana bak, seni öldürünceye kadar kırbaçlarım… Eğer bir sigara içtiğini görüp işiteyim Foma, o dudaklarını parçalar yem diye köpeklerin önüne atarım bilmiş ol!”
“Tanrı’yı hiç hatırdan çıkarma Foma…” dedi halası. “Tanrı’mızı unutacak olursan, vay hâline!”
“Doğru! Tanrı’ya da büyüklerine olduğu gibi bağlanacak ve saygı göstereceksin! Bu arada sırası düşmüşken sana bir şey daha söyleyeyim: Ders kitapları insan için pek az şey ifade eder… Bir marangozun keseriyle rendesine ne kadar ihtiyacı varsa, senin de ders kitaplarına o kadar ihtiyacın vardır. Yani kitaplar da alettir ama nasıl kullanacağını söylemez onlar insana. Anlıyorsun, değil mi? Al sana bir örnek: Tut ki bir marangozuneline bir keser koydun ve yont bakalım şu kalası dedin… El ve keserle bitmez ki her şey, yontmasını dabilmek gerekir; bilmedin mi tahta diye parmaklarını yontarsın… Sonuç: Tek başına kitaplar büyük bir şey ifade etmez, onlardan faydalanmasını da bilmek gerekir… Ve işte bu bilgi, bütün kitaplardan üstündür, bu bilgi hakkında da kitaplarda tek satır bulamazsın yazılı… O bilgiyi hayatın kendisinden öğreneceksin Foma. Ölü bir şeydir bir kitap, istersen alır yırtarsın, paramparça edersin, gık demez, çünkü canlı değildir oğlum… Oysa hayat, sen yanlış bir adım atmaya gör, doldurman gereken yeri doldurmaya gör hele, binlerce ağızdan fışkıran haykırışlarla yüklenir üstüne, bununla da yetinmez indirir şamarını, seni amansızca yere devirir.”
Foma,masaya yaslanmış bir hâlde, babasını dikkatle dinliyor ve bu sert sesin büründüğü ifadeye göre, kimi zaman bir kalası yontmaya çabalayan bir marangoz hayal ediyor, kimi zaman da bizzat kendisini, bilmediği bir engebeli zeminde elleri ihtiyatla ileri doğru uzanmış, muazzam bir canlı cisme yaklaşır ve bu korkunç cismi kıskıvrak yakalamak için çırpınırken canlandırıyordu gözlerinde…
“İnsanın, yaratacağı şeyleri hesaba katarak kendini esirgemesi ve bu yaratışın yolunu yöntemini gayet iyi bilmesi gerekir, anlıyor musun?.. Gemilerdeki kılavuza benzer insanoğlu evladım… Gençken, açık denizde gibisindir, burnunun dikine git gidebildiğin kadar! Çünkü dört bir yanın, serapa yoldur… Ama dümeni nerede kıracağını da gayet iyi bilmek gerekir… Su birden alçalır bakarsın. Vay hâline kayalıklara çatanın, sığ yere düşüp kıyıya bindirenin!.. Limana sağ salim ulaşabilmek için işte bütün bunları hesaba katıp sakınmak gerekir…”
Mağrur ve güven dolu bakışlarını babasının yüzüne dikerek, “Limana ulaşacağım!..” dedi.
“Söz mü? Yiğitçe konuşmak diye buna derler işte!..”
Gülmüştü İnyat. Halası da gülmüştü hafifçe.
Birlikte çıktıkları Volga gezisinden beri babasının yanında daha cesur ve daha konuşkan olmuştu Foma; halasıyla ve Maya-kin’le de öyleydi. Ama sokakta ya da ilk defa girdiği bir yerde, hele yabancılar varsa, derhâl suratını asıyor ve çevresinde üzerine saldırmaya hazır bir düşmanlık hissetmiş gibi, şüpheci ve meydan okuyan bakışlar atmaya başlıyordu her yana.
Bazen geceleri birdenbire uyanıyor, uzun süre sessizliğe kulak kabartıyor ve sonuna kadar açık gözlerini karanlığa dikiyordu. Babasının anlattıkları, hayaller ve sahneler hâlinde canlanmaya başlıyordu önünde. Farkına varmadan, halasının masallarına katıştırıyordu bunları ve böylece, masal dünyasına özgü parlak çizgilerin gerçeğin katı renkleriyle iç içe geçtiği bir maceralar kaosu kuruyordu. Muazzam ve mantık dışı bir şey çıkıyordu bu kaostan; gözlerini yumuyordu çocuk, o iğrenç şekli kovalamaya ve hayalinin dehşet verici işleyişini durdurmaya çabalıyordu. Ama başaramıyor, uyuyamıyordu bir türlü; ve oda, gittikçe biraz daha hızla artan canavarlarla doluyordu. Alçak sesle, halasını uyandırıyordu çaresiz:
“Halacığım… Halacığım…”
“Ne var yavrum? Hazreti İsa korusun seni…”
Foma fısıldayarak soruyordu:
“Yanına gelebilir miyim hala?”
“Neden? Hadi uyu evladım, uyu benim küçücük aslanım…”
O zaman gerçeği söylüyordu Foma:
“Korkuyorum ama ben!”
“Hemen, ‘Tanrı dirildi’ duasını oku yavrum, korkudan eser kalmaz içinde…”
Yatağında yeniden uzanıp gözlerini yumarak, söylenen duayı okuyor Foma. Gecenin sessizliği, karanlık ve sınırsız bir su hâlinde şekilleniyor şimdi; hiç kımıldamayan, alabildiğine hareketsiz ama yine de her yere akan… akan… ve hiç kırışmadan, en ufak bir hareketin gölgesi düşmeden üzerine, dört bir yana yayılıp genişleyen ve dipsiz derinliğinden başka hiçbir şeyi belli olmayan bir su kitlesi… Bu ölü suya, karanlığın içinde tek başına gizlenip böyle yukarıdan bakmak pek korkunç oluyor… Ama Allah’tan gece bekçisinin çıngırağının sesi çınlıyor tam o sırada ve suyun yüzünde ufak bir ürperiş görüyor çocuk; yusyuvarlak ve ışıklı küçücük küreler suyu kırıştırarak sıçrıyor şimdi. Kilisenin kulesinden yükselen çan sesi ise bütün suyu, tek bir kudretli hareket içinde çalkanmaya zorluyor ve darbenin etkisi altında uzun bir süre sarsılıyor su, geniş dalgalar hâlinde sarsılıyor. Ve muazzam bir ışık lekesi aydınlatıyor şimdi suyun yüzünü; tam merkezde başlayıp belirsiz ve siyah bir uzaklığa doğru dağılıyor bu ışık, gittikçe solarak eriyor. Ve bu karanlıklar çölündeki boğucu, öldürücü sessizlik başlıyor yeniden.
“Halacığım…” diyor Foma, yalvaran bir sesle.
“Ne var yine?”
“Senin yanma geleceğim ben…”
“Gel peki yavrum, gel benim nazlı küçüğüm.”
Hemen öteki yatağa tırmanıyor Foma, sımsıkı sarılıyor halasına:
“Bana bir masal anlat…” diyor. Gözlerinden uyku akan hala, itirazı basıyor hemen:
“Şimdi, gecenin bu vaktinde haa?”
“Ne olur…”
Çok yalvartmaz insanı hala. Gözlerini yumar ve uykudan ağırlaşan sesiyle, zaman zaman esneyerek başlar:
“Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, kocaman bir imparatorluğun koca devleti içinde, benim güzel yavrum, bir adamla bir kadın varmış; korkunç bir sefalet içinde yaşarmış bunlar. Öylesine yoksul, öylesine yoksulmuşlar ki, yiyecek bir lokma ekmekleri bile yokmuş zavallıların. Kapı kapı dolaşır, önlerine atılan bayat ekmek kabuklarıyla günlerini gün etmeye çalışırlarımış. Derken, efendim, bir çocukları olmuş bu zavallıların… Şimdi bu çocuğu vaftiz ettirmek gerek ama yoksul olduklarından dostlarına, ahbaplarına ziyafet çekecek beş paraları yok; yani hiç kimse gelmiyor evlerine vaftiz töreni için! Çırpınıyor, parçalanıyorlar ama boşuna, kimsecikler çalmıyor kapılarını! O zaman çaresiz, Tanrı’ya dua etmeye koyuluyorlar ikisi birden: ‘Ulu Tanrı!..’ diyorlar… ‘Hâlimizi sen anla ulu Tanrı…’”
Foma ezbere biliyor bu korkunç masalı; Tanrı’nın vaftiz oğlunun masalı bu… Kim bilir kaç kere dinledi. Ve halası daha bitirmeden canlandırıyor hayalinde vaftiz çocuğunu: Beyaz bir ata atlamış, sürüyor atı çocuk, bir vaftiz babasıyla vaftiz annesi arıyor kendine; çölde karanlıklar içinde sürüyor atını ve orada, günahkârların maruz kaldığı dayanılmaz işkencelere tanıklık ediyor… İniltisini işitiyor günahkârların, mırıldanarak dua edişlerini işitiyor:
“Oh insanoğlu! Var git Tanrı’ya sor, bize daha uzun süre işkence edecek mi?”
Ve çocuğa öyle geliyor ki şimdi, beyaz atın sırtında gecenin ortasında yol alan kendisidir ve kendisine yönelmiştir bütün bu şikâyet ve yalvarışlar. Bir eziklik duyuyor küçücük yüreğinde, gözlerinden yaşlar fışkırıyor; sımsıkı yumuyor gözlerini, açmaya korkuyor; adlandıramadığı bir tasayla, yatakta bir o yana bir bu yana dönüyor…
“Uyu yavrum, Hazreti İsa korusun seni!..” diyor ihtiyar kadın, insanların ızdırabını anlatan masalı yarıda keserek.
Böyle gecelerin sabahında Foma hemen fırlardı yataktan, alelacele yıkanır, hızla kahvaltı eder ve çantası çöreklerle, hamur işi tatlılarla dolu olarak okula koşardı. Okulda Yejov, açlıktan kararmış gözlerle beklerdi onu. Zengin arkadaşının cömertliğiyle besleniyordu Yejov. Sivri burnuyla havayı koklayarak, “Yiyecek getirdin mi?..” diye karşılardı Foma’yı hep. “Hemen ver bana çünkü evden hiçbir şey almadan çıktım… Aceleden yani… Saati geçirmişim yine, sabahın ikisine kadar çalıştım dün gece…”
Yaptın mı problemlerini?
“Hayır.”
“Ne uyuşuk çocuksun yahu! Ama korkma boş ver, şimdi yaparım ben sana hepsini!”
Küçük sivri dişlerini çöreğe daldırırken, kedi gibi mırlayıp sol ayağıyla tempo tutarak, Foma’ya kısa cümleler atar ve çözerdi problemi:
“Tamam mı? Bir saatte sekiz kova su akmış… Altı saatte kaç kova su akar? Çok güzel şeyler yapıyorlar sizin evde, pes!.. Altı, demek ki altıyı sekizle çarpacağız.... Soğanlı çörek sever misin? Ben bayılırım!.. Tamam, şimdi ilk musluktan, altı saatte kırk sekiz kova akmış; oysa tam doksan kova su koymuşlardı fıçıya… Çıkarıyorsun değil mi meseleyi?”
Yejov, Smolin’den daha çok hoşuna gidiyordu Foma’nın; buna karşılık, Smolin’le daha iyi arkadaştı. Yejov’un yeteneklerine ve canlılığına şaşkınlık duyuyor, onun kendisinden daha zeki olduğunu görüyor ve ağırına gidiyordu bu durum, kıskançlığa kapıldığı bile oluyordu. Aynı zamanda da ufak tefek arkadaşına karşı, tok insanların açlara duyduğu bir merhamet duyuyordu. Yejov’a beslediği hayranlığı o sıkıcı kızıl Smolin’in yanında açıkça belirtmesini engelleyen, belki de bu merhametti aslında. Besili arkadaşlarıyla daima alay ederdi Yejov, isim takmıştı onlara:
“Börek çuvalları siz de!..” derdi sık sık.
Foma müthiş içerlerdi buna; nitekim bir gün, Yejov fazla ileri gidince tiksinti dolu bir gaddarlıkla haykırdı:
“Pis dilenci, ne olacak!..”
Kıpkırmızı kesilmişti Yejov’un soluk yüzü, kelimeleri ağır ağır telaffuz ederek cevap verdi:
“Öyle olsun bakalım!.. Bundan böyle bir tek sufle alamazsın benden ve kereste gibi kalırsın ortada!”
Üç gün hiç konuşmadılar. Buna en çok öğretmen üzüldü: Saygıdeğer İnyat Gordeyev’in oğluna, üç gün boyunca hep sıfır atmak zorunda kalmıştı…
Şehirde olup biten her şeyden haberliydi Yejov: Hizmetçisi durup dururken bir çocuk doğurunca, savcının karısının kaynar bir tas kahveyi kocasının üzerine nasıl fırlattığını bildiği gibi, sazan balığı avlamak için en iyi yer ve en uygun saatleri de bilirdi; tuzak kurmasını becerir, kuş kafesi yapar ve bunları yaparken falanca askerin kışlanın ambarında kendini niçin ve nasıl asmış olduğunu bütün ayrıntılarıyla hikâye ederdi. Hele öğretmenin o gün hangi öğrenci velisinden hediye aldığını ve bu hediyenin ne menem bir şey olduğunu ilan etmeye gelince üstüne yoktu…
Smolin’in ilgi ve bilgi alanıysa, tüccar hayatının sınırları içinde kalıyordu: Evleri, gemileri, atları hesaba katıp değerlendirerek, kimin daha zengin olduğunu kesinlikle ortaya çıkarmaya bayılırdı kızıl oğlan. Derin bilgi sahibiydi bu konuda ve büyük bir şevkle konuşurdu.
Tıpkı Foma gibi, o da Yejov’a karşı merhametli bir tavır takınırdı; ama dostluk yanı fazla, kibir yanı az bir merhametti bu. Gordeyev’le Yejov’un her ağız dalaşmasında derhâl araya girer, barıştırırdı onları. Bir keresinde de okuldan eve dönerken sordu Foma’ya:
“Yejov’a niye o kadar sert çıkıyorsun kuzum?”
Foma öfkeyle cevap verdi:
“Peki o niye kendini bir şey sanıyor?”
“Kendini bir şey sanıyorsa, bunun asıl sebebi senin çalışmaman ve onun sana daima yardım etmesi. Aslında müthiş zeki bir çocuk… Yoksulluğa gelince, kendi kusuru değil ki bu… Üstelik, her istediğini öğreniyor ve görürsün o da zengin olacaktır…”
“Sivrisinek…” dedi Foma tiksinti dolu bir sesle. “Tam bir sivrisinek, anlıyor musun? Vızıldar, vızıldar ve bakarsın birden ısırmış!”
Ama hepsini birleştiren bir şey vardı hayatında çocukların; zaman oluyor, karakter ve durum ayrılıklarının bilincini tamamıyla kaybediyorlardı. Her pazar Smolinlerde toplanıyor ve evin, geniş bir güvercinlik bulunan kanadının damına tırmanarak güvercin uçuruyorlardı.
Besili güzel kuşlar, kar beyazı kanatlarını çırparak birbiri ardından havalanır ve çatıya konarlardı sıra hâlinde. Güneş ışığının parlaklığında hemen dem çekmeye koyulur, çocukların önünde türlü pozlar alırlardı.
Sabırsızlıkla sesi titreyerek haykırırdı Yejov: “Korkut biraz onları, ürküt hadi!” Nihayet Smolin, büyük bir el hareketiyle havayı döver ve ıslık çalardı.
Ürken güvercinler, koyuverirlerdi kendilerini boşluğa; çırpışan kanatların gürültüsüyle dolardı ortalık. Ve sonra müthiş bir açılışla geniş daireler çizerek yükselirlerdi gökyüzünün mavi derinliğinde; gümüş ve kar rengi tüyleri, gittikçe daha yücede pırıldardı. İşte aralarından biri, şahinlere yaraşır bir sükûnetle kanatlarını ardına kadar açıp hareketsiz bırakarak, gök kubbeye ulaşmak istercesine atılıyor. Ötekiler fır dönüyor boşlukta, karlı kesekler gibi düşüyor ve yeniden ok gibi yukarı fırlıyorlar. Tüm güvercinler bir an bomboş gökte hiç kımıldamadan durur gibi geliyor çocuklara, sonra bu yığın gittikçe dağılıp eriyor. Başlarını arkaya atmış, yorgun gözlerini bir an bile kuşlardan ayırmaksızın, sessiz bir hayranlıkla izliyorlar uçuşlarını. Dingin bir sevinç parlıyor bakışlarında; güneşin hüküm sürdüğü arı yücelere doğru rahatça uçan bu kanatlı yaratıklara karşı gıpta duygusuyla karışık bir sevinç… Mavi gökyüzüne kakılmış beyaz bir leke gibi duran kuşlar, gittikçe ufalarak uçarken çocukların hayal gücünü de sürüklüyor ardından. Ve Yejov, boğuk ve dalgın bir sesle, ortak duygularını dile getiriyor:
“İşte böyle havalanıp uçmalıymış be çocuklar!”
Kuşların gökyüzünün diplerinden dönmesini sessizce ve dikkatle beklerken, aynı şevkle birleşip birbirlerine iyice sokuluyor çocuklar; tıpkı güvercinler gibi, dünyadan uzaklara, gerçeğin soluğunun erişmediği yerlere kopup gitmişti onlar da. Ve şu anda sadece birer çocukturlar artık, ne kıskançlık duyarlar ne öfke; her şeye yabancı, yalnız birbirlerine yakındırlar; tek kelime söylemelerine hacet kalmadan, karşılıklı gözlerinin ışıltısından sezerler duygularını. Ve gökteki kuşlar gibi mutludurlar…
Uçmaktan yorgun, sanki düşercesine çatıya konan güvercinleri, güvercinliğe almışlardı. Bütün oyunların ve bütün maceraların ilhamcısı olan Yejov, “Hey çocuklar!..” diye haykırıyor. “Elma avına gidelim hadi…”
Bu çağrı, güvercinlerin üflediği barışı bir anda alıp götürüyor çocukların ruhundan. Ve işte şimdi alabildiğine ihtiyatlı, tam bir yağmacı yürüyüşüyle, en ufak gürültüleri, en basit çıtırtıları bir plaçkacı gibi dikkatle dinleyip değerlendirerek arka taraftan komşunun bahçesine süzülmekteler. Yakalanma ihtimalinin verdiği dehşet, içlerinde, cezasız kalacak bir hırsızlığın umuduyla örtülü. Hırsızlık da bir emektir, tehlikeli bir emek ve her emeğin meyvesi tatlıdır! Çok çaba istediği nispette daha da tatlı… İhtiyatla aşıyorlar bahçenin çitini ve bütün çevreye keskin ve ürkek bakışlar atarak elma ağaçlarına doğru kayıyorlar. Her yaprak hışırtısında yürekleri ağızlarına geliyor, yakalanmaktan korktukları kadar tanınmaktan da ürküyorlar; buna karşılık bahçe sahibi onları şöyle uzaktan görür de bağırıp kaçırmakla yetinirse, müthiş memnun olacaklar. Dört bir yana dağılıp yitecekler hemen; sonra da bir araya geldiklerinde, gözleri şevk ve cüretle alev alev, kovalanırken duyduklarını ve ayaklarının altında yer tutuşmuşçasına nasıl koşup tüydüklerini anlatacaklar birbirlerine gülerek.
Foma, bu yağmacılık seferlerine, bütün öteki macera ve oyunlardan çok daha fazla kaptırıyordu kendini; üstelik o kadar atak davranıyordu ki şaşırıp irkiliyordu arkadaşları. Bile isteye tedbirsizlik yapıyordu bahçelerde: Yüksek sesle konuşuyor, dalları çatırdatarak kırıyor, kurtlu elmaları koparıp bahçe sahibinin evine doğru inadına fırlatıyordu. Suçüstü yakalanmak tehlikesi ürkütmüyordu onu. Tehlike sezince şaşalamıyordu bile. Bakışları karanlıklaşıyor, dişlerini sıkıyordu; mağrur ve öfkeli bir ifade geliyordu yüzüne. Smolin, her seferinde, kocaman ağzını büzerek, “Çok gözü kara gidiyorsun,” diyordu.
“Ben ödlek değilim,” diye cevap veriyordu Foma.
“Biliyorum ödlek olmadığını. Ama senin gibi tehlikenin üstüne üstüne gitmek için de aptal olmak gerekir… Bu işleri daha sessiz de yapabiliriz pekâlâ…”
Yejov’sa başka bir açıdan suçluyordu onu:
“Gidip de heriflere kendi ayağınla yakalanacaksan, cehenneme kadar yolun var,” diyordu. “Tek başına elma hırsızlığı yaptığını söylersin yakalandığında… Çünkü seni elinden tutup babana teslim ederler, o da bağışlar sonunda. Ama beni kemiklerimi kırıncaya kadar döverler arkadaşım…”
Foma inatla tekrar ediyordu:
“Ödlek!”
Ve nihayet bir gün Kaptan Çumakov tarafından suçüstü yakalandı Foma. Zayıf, çelimsiz bir ihtiyardı Kaptan Çumakov. Kopardığı elmaları önlüğüne sarmakta olan çocuğa sessizce yaklaşmış ve onu iki eliyle omuzundan kavrayarak tehdit dolu bir sesle haykırmaya koyulmuştu:
“Hırsız! Hırsızı yakaladım işte!”
Foma o sıralarda on bir yaşlarındaydı. Bir silkinişte kurtuldu ihtiyarın elinden. Ama kaçmadı; kaşlarını çatıp yumruklarını sıkarak karşısına dikildi adamın ve güven dolu bir edayla konuştu:
“Sıkıysa, bana bir dokun bakalım!”
“Dokunmam ki,” dedi adam. “Polise götürüp teslim edeceğim o kadar! Adın ne senin?”
Polise teslim edilmek diye bir ihtimali aklından bile geçirmemişti Foma. Bütün yiğitliği ve saldırganlığı uçuverdi bir anda. Polisin eline düşmesini, babası katiyen bağışlamazdı işte! Titremeye başladı ve kekeler gibi cevap verdi adama:
“Gordeyev.”
“İn… İnyat Matveyiç’in oğlu mu?”
“Evet.”
Şimdi de kaptan şaşırmıştı, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Doğruldu, göğsünü şişirdi önce, ciddi bir edayla öksürdü; sonra omuzları çöktü yeniden ve babalara özgü anlayışlı bir sesle, “Ayıp!” dedi. “O kadar büyük, o kadar saygıdeğer bir insanın evladı!.. Yakışmaz size… Gidebilirsiniz… Ama bu hırsızlık, yani ufak tefek aşırma olayları demek istiyorum, tekrar edecek olursa babanıza haber vermek zorunda kalırım. Ve bu arada, kendisine saygılarımı sunmakla müşerrefim!”
İhtiyarın yüzündeki değişikliği dikkatle izleyen Foma, adamın, babasından korktuğunu anlamıştı. Bir kurt yavrusu gibi, göz altından bakarak inceliyordu kaptanı. Çumakov’sa gülünç bir ciddiyetle, beyaz bıyıklarını sıvazlayarak, izin verdiği hâlde bir türlü gitmeyen çocuğun karşısında, bir ayağından öteki ayağına yaslanarak bekliyordu. Nihayet kendi evinin yolunu göstererek tekrarladı:
“Gidebilirsiniz…”
“Karakola gitmeyecek miyiz?” diye sordu Foma, önemsemez bir sesle.
Sorar sormaz da, ters bir cevap ihtimalini düşünüp dehşete kapıldı. İhtiyar gülümsemişti:
“Şaka yaptım!…” dedi. “Korkutmak istedim sizi…” Birden dikildi Foma:
“Asıl korkan sizsiniz…” dedi. “Babamdan korkuyorsunuz!”
Ve kaptana sırtını çevirip, geldiği yere, bahçenin dip tarafına doğru yollandı. Çumakov, arkasından haykırmaktaydı:
“Korkuyor muyum?.. Yaa! Demek korkuyorum, öyle mi!..”
Sesinden, adamın gururuyla oynadığını anlamıştı Foma; hem utandı hem üzüldü birden. Akşama kadar tek başına dolaşarak geçirdi vaktini ve eve döndüğünde, babasının şu sert sorusuyla karşılandı:
“Foma! Çumakov’un bahçesine girip elma aşıran sen misin?”
Çocuk, babasının gözlerinin içine bakarak, sakin bir sesle cevap verdi:
“Benim!”
Böyle bir cevabı hiç beklemiyordu İnyat, birkaç saniye sakalını sıvazlayarak sustu. Sonra yavaş yavaş, “Budala!” dedi. “Niye yaptın sanki o işi? Kendi bahçendeki elmalar sana yetmiyor mu?”
Gözlerini yere eğmişti Foma; babasının karşısında, ayakta, hiçbir şey söylemeden beklemekteydi.
“Utanıyorsun işte, bak! Dur hele anladım, seni bu işe kışkırtan mutlaka o sapı silik Yejov’dur…”
“Gelince temiz bir dayak çekeyim ona da görsün gününü… Zaten onunla arkadaşlığınıza da son verme zamanı geldi!”
Foma kesin bir edayla konuştu:
“Ben o işi tek başıma yaptım.”
“Her saat biraz daha güç bir çocuk oluyor!..” diye haykırdı babası. “Peki ama niçin?”
“Hiiiç…”
“Hiiiçmiş!..” diye alay etti babası. “Yaptığın bir şeyi niçin yaptığını hiç değilse kendi kendine ve başkalarına karşı doğru dürüst açıklayabilmelisin… Gel buraya!”
Foma, bir iskemleye oturmuş olan babasına yaklaştı ve dizlerinin arasına sokuldu. Oğlunun omuzlarına koydu ellerini İnyat ve gülümseyerek gözlerinin içine baktı:
“Utanıyor musun?”
“Utanıyorum!” dedi Foma içini çekerek.
“Şu aptala bakın ya Rabbi! Kendini küçülttüğü yetmezmiş gibi benim de adımı kara çıkarıyor…”
Ve oğlunun başını alıp göğsüne yaslayarak saçlarını okşadı bir süre, sonra sordu:
“Başkalarının malını çalmak neye yarar?”
Şaşırmıştı Foma.
“Ne bileyim ben…” diye kekeledi. “Oynuyorsun.. oynuyorsun… hep aynı oyunlar, canı sıkılıyor insanın! O zaman da…”
“Birden mi bastırıyor bu sıkıntı?” diye sordu gülümseyerek İnyat.
“Birden…”
“Hımm… Öyle olduğunu kabul edelim. Ama bir daha bu türlü işlere katiyen burnunu sokmayacaksın Foma! Yoksa sana karşı başka şekilde davranırım ben de..”.
Foma, güven dolu bir sesle, “Bir daha hiçbir yere gitmem…” dedi.
“Kendi kendine hükmetmen güzel bir şey. İleride ne olacağını Allah bilir ama şimdilik pek kötü gidiyor sayılmazsın doğrusu! Bir adamın, kendi yaptığı işin sorumluluğunu yüklenmesi ve sonuçlarına razı olması çok iyi bir şey… Senin yerinde bir başkası olsa, arkadaşlarını ortaya sürerdi şimdi; oysa sen, ben o işi tek başıma yaptım, diyorsun. Ve daima böyle davranmak gerekir oğlum… Hünerine olduğu gibi, kusuruna da sahip çıkacaksın…”
Bir an sustuktan sonra, oğlunu göz ucuyla süzerek sordu:
“Peki… Çumakov seni dövmedi mi?”
Foma sakin bir sesle, “Yanına komazdım!..” dedi.
“Hımm…” diye homurdandı İnyat.
“Senden korktuğunu söyledim kendisine… Bunun için beni şikâyet etmiştir… Yoksa gelip de sana söylemezdi.”
“Nasıl, nasıl?”
“Elbette! Bu arada, babanıza saygılarımı söyleyin diyordu titreyerek…”
“Demek öyle diyordu? Emin misin?”
“Tabii.”
“Ah köpek! Gör bak işte insanların nasıl olduğunu. Soyar soğana çevirirsin, önünde iki büklüm eğilip saygılarını sunarlar sana!.. Diyelim ki bir kap iğini çaldın adamın; aslında benim için bir ruble kadar değerlidir onun gözünde o kapik… Ama burada önemli olan kapik değil, o kapiğin benim olması ve ben kendim onu gönlümden koparak vermeden hiç kimseye el sürdürmememdir… Oysa onlar, tam tersine!.. Konuş bakalım şimdi. Neredeydin, ne yaptın, anlat?”
Çocuk babasının yanına oturup o günkü izlenimlerini ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu. Oğlunun anlattıkça canlanan yüzünü dikkatle inceleyerek dinliyordu İnyat; ve bir an geldi, düşünceli bir edayla kaldırdı kaşlarını.
Çocuk anlatıyordu:
“Derede bir puhu kuşu ürküttük. Görsen ne eğlenceliydi! Bizden kaçmak için şöyle bir havalandı aptal, ama gidip pat diye bir ağaca çarpmaz mı! Nasıl ağlıyor, nasıl bağırıyordu görsen… Biz durur muyuz, bir daha kışkışladık ürküttük, yine havalandı aptal. Ve artık hep böyle oluyordu: Uçuyor, uçuyor, sonra pat diye çarpıyordu bir şeylere; üstelik o kadar şiddetli vuruyordu ki, tüyleri dökülüyordu! Oradan oraya çırpındı durdu dere yatağının içinde, nihayet bir köşeye saklandı… Biz artık aramadık bile, acıdık zavallıya. Oraya buraya çarpa çarpa pestili çıkmıştı çünkü… Puhular gündüzleri tamamıyla kör müdür baba?”
“Kördür evet…” dedi İnyat. “Hayatta da bazı insanlar vardır, gündüz puhu kuşları gibi, oradan oraya atılır dururlar… Yerlerini ararlar hep, önlerine çıkana toslayıp çarpar ve hiçbir sonuca ulaşamadan tüylerini dökerler! Durmadan acı verirler kendilerine, neleri varsa yitirir ve o çaresizlikleri içinde bir an dinlenebilmek için önlerine çıkan ilk deliğe girerler. Vay hâline bunların oğlum, vay hâline!”
“Peki ama niçin böyledir bunlar?”
“Niçin mi?.. Niçinini söylemek güçtür işte…”
Kimisi vardır, kibrinden körleşir; çok şey isterler hayattan ama beceriksizdirler… Kimisi de vardır, aptallıktan körleşir… Sebep çok, sözün kısası!”
Böylece, yavaş yavaş akıp geçiyordu Foma’nın hayatı. Günler günleri kovalıyordu. Heyecan bakımından yoksul bir hayattı bu aslında, tasasız ve sakin bir hayat… Bu yeknesak yaşama zemini üzerinde, bazen çocuğun duyarlığını bir saatliğine ayakta tutan güçlü heyecanlar beliriyordu ama sürmüyordu bunlar, ufalanıp kayboluyordu çabucak. Hayatın fırtınalı esintilerine karşı korunaklı, sakin bir göldü çocuğun ruhu henüz ve gölün yüzeyine değen ne varsa, ya uyuyan suyu bir an için kırıştırıp dibe gömülüyor ya da suyun dümdüz yüzeyinde bir zaman kaydıktan sonra geniş daireler hâlinde açılıp siliniyordu ortadan.
İlkokulda geçen beş yıl içinde, dört sınıflık ilk devreyi iyi kötü tamamlamıştı Foma. Sağlam yapılı bir delikanlıydı şimdi; siyah saçları, esmer bir yüzü, kalın kaşları vardı ve üst dudağı koyu bir tüy perdesiyle gölgelenmişti. Koyu renk iri gözleri, çocukça bir düşünce doluydu; tıpkı çocuklarınki gibi hep aralık dururdu dudakları. Ama arzularında bir engelle karşılaştığı veya herhangi bir şeye sinirlendiği zamanlar, göz bebekleri derhâl genişler, dudakları kasılır ve yüzü alabildiğine inatçı bir ifadeye bürünürdü. Vaftiz babası alaycı bir gülümseyişle, “Kadınlar için baldan da tatlı olacaksın oğlum Foma…” derdi hep. “Ama o güne biraz da kafanı işlettiğini görsek, bayağı iyi olurdu…”
İnyat, bu sözleri her işitişinde içini çekerdi.
“İşe sar bu oğlanın başını, yolla çalışsın.”
“Bekle biraz!”
“Neyi bekleyecekmişiz? Bir iki yaz Volga üzerinde hovardalık etsin, açılsın biraz gözü, hemen evlendiririz… İşte kızım Lubov, hazır bekliyor…”
Lubov Mayakin, o çağda, bir yatılı okulda beşinci sınıf derslerini izlemekteydi. Foma sık sık sokakta karşılaşırdı onunla ve her seferinde Lubov, küçücük zarif bir şapkanın süslediği kumral saçlı başıyla, Foma’ya zoraki bir selam verirdi. Aslında hoşuna gitmiyor değildi Foma’nın; ama pembe yanakları, sevinç taşan kahverengi gözleri ve gelincik kırmızısı dudakları, o zoraki selamların tatsız izlenimini silmekten uzak kalıyordu. Birtakım liseli delikanlılarla arkadaştı kız; bunlar arasında eski sınıf arkadaşı Yejov da bulunduğu hâlde, Foma pek yaklaşmıyordu yanlarına, sıkılıyordu. Bilgi gösterisine girişip onun cehaletiyle alay ediyorlardı sanki. Lubovların evinde toplanıp kitap okurlardı hep ve heyecanlı bir tartışmaya kapıldıkları sırada Foma içeri girecek olursa, hemen susarlardı. Bütün buna benzer olaylar, Foma’yı biraz daha uzaklaştırıyordu Lubov’dan…
Yine Mayakinlerde olduğu bir gün, Lubov, bahçede gezinmeye çağırdı onu ve yan yana yürürlerken sahte bir gülümseyişle sordu:
“Niye bu kadar yabanisin sen? Hiçbir zaman hiçbir şeyin yok mudur söyleyecek?”
Sadelikle cevap verdi Foma:
“Hiçbir şey bilmeyince ne söyleyeyim yani?”
“Öğren o zaman, kitap oku!”
“Hevesim yok…”
“Ama şu liseli çocuklara bak biraz. Her şeyi biliyor, her şey hakkında rahatça konuşuyorlar… Örneğin Yejov…”
“Yejov’u senden daha iyi tanırım ben; bırak, papağanın biridir o!”
“Kıskanıyorsun onu anladığım kadarıyla… Çok zeki bir çocuk… Evet, evet! Liseyi bitirecek görürsün ve Moskova’ya üniversiteye gidecek.”
“Peki sonra ne olacak?”
“Sen de burada bir cahil kalacaksın…”
“Kalayım varayım, ne çıkar!” Alaycı bir sesle haykırdı Lubov:
“Aferin!”
Foma’nın sesi de alaycıydı cevap verirken:
“Bilgiç de olsam, cahil de kalsam, benim yerim hazır bu dünyada…” dedi. “Ve bütün bilginleri, önümde el pençe divan durdurabilirim, anlıyor musun?.. Baldırı çıplaklar gitsin okusun, benim okumaya ihtiyacım yok!”
“Ne kadar aptal, zalim ve iğrençsin, bilsen!..” Aşağılayıcı bir tonla söyledi bunu genç kız, sonra da onu bahçede tek başına bırakıp uzaklaştı. Bir süre baktı ardından, iyice canı sıkılmıştı Foma’nın; suratını astı sonra, kaşlarını kaldırdı ve başını eğip bahçenin öbür kıyısına doğru yürüdü.
O da artık yalnızlıktan hoşlanmaya ve hayale dalışların zehirli tadına varmaya başlamıştı. Yaz akşamları, o ateşten gurup renklerine büründüğü saatlerde, çoğu zaman bulanık ve belirsiz bir melankoli kaplıyordu içini. Bahçenin en kuytu köşesine oturup ya da yatağına uzanıp, efsane prenseslerini hayal ediyordu. Luba ya da tanıdığı öteki genç kızlar şeklinde beliriyordu prensesler; yarı karanlıkta sessizce dalgalanıyorlardı önünde ve muammalı bir bakışla gözlerinin içine bakıyorlardı. Bazen bu hayaller müthiş bir enerji gücü uyandırıyordu onda ve bir çeşit sarhoşluk hâli yaratıyordu; ama zaman oluyor, aynı hayaller dayanılmaz bir kedere boğuyordu onu. Ağlamak istiyor, gözyaşlarından utanıp zapt ediyor kendini, sonra yine dayanamayıp sessizce ağlıyordu.
Babası, sabır ve ihtiyatla iş âlemine alıştırmaktaydı Foma’yı; sık sık borsaya götürüyor, siparişlerden, teslimattan, ortaklarından söz ediyordu; kendilerine nasıl “güneşte bir yer” edindiklerini anlatıyor, şimdiki servetlerini ve piyasadaki tutumlarını açıklıyordu. Foma hızla alışmıştı işlere, el attığı her şeyi düşüne taşına ve büyük bir ciddiyetle yürütmekteydi.
İnyat’a göz kırparak, “Bizim küçük şalgam, harika bir çiçek verdi!” diyordu Mayakin hafiften alaycı bir sesle.
Ama yine de Foma’da, artık on dokuz yaşını aştığı hâlde, çocuksu ve alabildiğine saf bir yan vardı: Buydu onu arkadaşlarından ayıran. Ve bu yüzden, arkadaşlarının gözünde, alay edilmeyi hak eden bir aptaldı; onların bu tavrından dolayı da yanlarına sokulmuyordu. Oğullarını bir an bile gözden kaçırmayan İnyat’la Mayakin’e gelince, Foma’daki bu karakter belirsizliği karşısında ciddi olarak endişeye kapılıyorlardı.
“Katiyen anlamıyorum bu çocuğu!” diyordu İnyat üzgün bir sesle. “İçkisi yok, hovardalığı yok. Seninle, benimle son derece saygılı; her şeyi büyük bir dikkatle dinliyor. Bir delikanlıdan çok, bakire bir kız havası var. Oysa hiç de aptala benzemiyor, öyle değil mi ?”
“Yaşıtlarından daha aptal bir havası yok evet…” diyordu Maya-kin yavaşça.
“Beni asıl tedirgin eden nedir biliyor musun? Bir şeyler bekler gibi hep bu çocuk, gözlerinde bir perde varmış gibi bir hâli var. Rahmetli annesi de hep böyle el yordamıyla yürürdü bu dünyada… Oysa şu bizim Afrikan Smolin’e bak bir de; Foma’dan topu topu iki yaş daha büyük o kadar, ama cin gibi çocuk! O kadar ki, insan, babası mı oğluna, oğlu mu babasına çekmiş diye düşünüyor vallahi! Eğitim görmek üzere büyük bir fabrikaya gitmek istiyormuş şimdi, katiyen soluk aldırmıyormuş babasına: ‘Beni tam yetiştirmediniz, yarım yamalak kaldım…’ diyormuş… Vallahi! Oysa benimkinin içinden kopup da böyle bir laf ettiği yok… Hey Allah’ım, sen bilirsin!”
Aynı öğüdü veriyordu Mayakin her seferinde:
“Bak ne yapacaksın… Boğazına kadar herhangi bir işin içine gömeceksin oğlanı! En iyisi budur, gel beni dinle! Demir tavında gerek demişler. Sür işe ve serbest bırak ki, eğilimlerini anlayabilelim… Tek başına ‘Kama’ üzerinde bir sefere gönder oğlanı!”
“Yani sonucu göze alıp şöyle bir sınayalım mı diyorsun?”
“Elbette! Ama peşin pazarlık: Mutlaka bir şeyleri berbat edecektir… Birkaç kuruş zararı göze alacaksın tabii… Yalnız buna karşılık, oğlanın ne edip ne etmediğini öğrenmiş olacağız… Değmez mi?
Nihayet kararını vermişti İnyat:
“Haklısın…” dedi. “Yollamaktan başka çare yok.”
Ve bahar gelir gelmez, iki buğday şalupasıyla “Kama” üzerinde bir sefere gönderdi oğlunu. “Hamarat” isimli römorkör çekiyordu şalupaları. Ve gemiye kumanda eden de, Foma’nın eski dostu, bir zamanların dikkafalı tayfası Yefim’di. Yefim İliç olmuştu artık ismi, otuz yaşında iri yarı bir adamdı; ölçülü, sağduyusu sağlam, gözünden hiçbir şey kaçmayan ve gayet sert bir kaptandı.
Hızla ve neşeyle geçiyordu sefer çünkü herkes memnundu. Foma ilk olarak sırtına yüklenen büyük sorumluluktan dolayı gurur duyuyordu; Yefim’se en küçük tersliği fırsat bilip, kendisine küfürle karışık ukalalık etmeyen genç patrondan memnundu. Ve gemideki iki şefin keyfi, doğrudan doğruya tayfanın üzerinde ışıldıyordu. Nisan sonunda buğday yüklemeleri gereken yerden ayrılmış, mayısın ilk günlerinde asıl konak yerlerine varmış bulunuyorlardı. Gemi, halatla kıyıya bağlıydı şimdi; kıyı boyunca demir atmış olan şalupalarsa, geminin yanı sıra sıralanmaktaydı. Foma buğdayı çabucak buraya boşaltıp parasını aldıktan sonra Perm’e yönelmek zorundaydı. İnyat’ın panayıra yetiştirmek üzere anlaşma yaptığı bir demir yükü bekliyordu Perm’de onları.
Şalupalar, bir çam ormanı boyunca kurulu büyük bir köyün karşısında bulunuyordu. Geldiklerinin ertesi sabahı, erken saatlerden itibaren kadınlı erkekli, atlı yaya, gürültücü bir köylü kalabalığı kaplamıştı rıhtımı. Ve yerine göre bağırıp çağırıp, yerine göre türküler söyleyerek güverteye yayılmış, göz açıp kapayıncaya kadar müthiş bir hızla çalışmaya koyulmuşlardı. Ambara inmiş olan kadınlar buğdayı çuvallara dolduruyor, erkeklerse bu çuvalları sırtlanıp rıhtıma taşıyorlardı. Ve rıhtımda uzun süredir beklenen buğdayla yüklü sıra sıra arabalar, köye doğru yol almaktaydı. Kadınlar türkü söylüyor, erkeklerse neşe ve umursamazlık içinde şakalaşıp küfürleşiyordu. Bu durumda, kendilerini nizamı korumakla görevli sayan tayfalar dört bir yana bağırarak emir yağdırıyor, şalupaları rıhtıma bağlayan kalaslar, köylülerin ağır ayakları altında yaylanıp gıcırdıyor, rıhtımda atlar kişniyor, arabalarla tekerlekleri altında ezilen kumlar aynı zamanda gıcırdıyordu.
Güneşin doğuşuyla birlikte, çam kokusuyla dolu olan hava, insana hayat veren yeni bir tazeliğe bürünmüş gibiydi. Irmağın sakin suyu nazlı nazlı şırıldıyordu; suda yansıyan gökyüzü, şalupaların gövdesine ve demirlere çarpıp kırılan dalgalarla parçalanıp yeniden yayılıyordu. Sevinçle çınlayan çalışma uğultusu, bahara bürünmüş tabiatın güneş ışınlarıyla süslü çocuk güzelliği, sözün kısası her şey Foma’ya mutlu ve hoş bir eziklik veren, onda yepyeni ve kışkırtıcı arzular uyandıran sadelik ve neşe dolu bir kuvvetle dolup taşıyordu. Römorkörün tentesi altındaki masaya kurulmuş, Yefim’le ve tesellüm memuruyla birlikte çay içiyordu Foma… Tesellüm memuru, il meclisine bağlı, kızıl saçlı, gözlüklü bir adamdı. Sinirli sinirli omuzlarını oynatarak, cırtlak bir sesle, köylülerin uğradığı açlığı anlatıyordu şimdi. Pek dinlemiyordu Foma; kimi zaman aşağıda çalışanlara bakıyor, kimi zaman da üzerinde çamların yükseldiği, sapsarı ve kumluk, sarp bir yamaç hâlinde duran karşı kıyıyı seyrediyordu. Sakin bir çöl uzanmaktaydı orada.
“Ta oralara kadar gitmemiz gerekecek…” diyordu kendi kendine.
Bir yandan da memurun keskin ve telaşlı sesi, uzaklardan kopup gelen bir çığlık gibi belli belirsiz kulağına takılmaktaydı:
“Bana inanmazsınız ama sonunda gerçekten dehşet verici bir hâl almıştı durum. İşte size bir olay, dinleyin ve değerlendirin artık: Os köylülerinden biri, yanında on altı yaşındaki kızıyla gelip bir entelektüelin karşısına dikilmiş… ‘Söyle ne istiyorsun?’ demiş adam. ‘Size kızımı getirdim efendim…’ demiş köylü. ‘Niçin?’ ‘Hani belki alırsınız diye… Bekârsınız da…’ ‘Ne biçim iş bu? Ne demek yani?..’ O zaman köylü, kısık ama kesin bir sesle şunları söylemiş: ‘Efendim, önce şehre götürdüm kızı, hizmetçi olarak bir eve yerleştiririm elbette diyordum ama dönüp de bakan bile olmadı; siz bari alın da isterseniz metres diye kullanın!..’ Anlıyorsunuz değil mi? Kendi kızını kendi elleriyle getirip ikram ediyor! Metres diye, kendi öz kızını!.. Dehşetin derecesini ölçebiliyorsunuz değil mi şimdi?.. Entelektüel, tokatlamaya başlamış tabii köylüyü, ama adamcağız caymamış bir türlü dediğinden ve şunları söylemiş: ‘Efendim,’ demiş, ‘benim ne işime yarar şimdi bu kız? Hiçbir işime yaramaz ki! Buna karşılık üç tane küçük erkek evladım var; onlar büyür işçi olur, asıl onları esirgemem gerekli… Kız için bana on ruble verin yeter, hiç olmazsa oğlanların hayatını kurtarmış olurum…’ Ne dersiniz bu işe Allah aşkına? Tek kelimeyle korkunç değil mi ha?..”
Yefim, içini çekerek, “Kötü…” dedi. “Çok kötü! İşte bunun için demişler ya, açlık adamı öldürmez süründürür diye. Midenin de kendi kanunları var işte, amansız ve gaddar kanunlar…”
Bu hikâye allak bullak etmişti Foma’yı; genç kızın kaderini öğrenmek istedi birden, memura dönüp aceleyle sordu:
“Peki o bey ne yapmış? Satın almış mı sonunda kızı?”
Serzeniş dolu bir bakışla haykırdı memur:
“Alır mı canım! O ahlaksızlığı yapar mı hiç!..”
“Peki nereye sokmuşlar kızı?”
“İyi insanlar girmiş işin içine ve düzelmiş durum…”
“Tamaaam!..” dedi Foma. Sonra birden öfkeli bir sesle ekledi: “Ben olsam, bir güzel pataklardım o köylüyü! Ağzını burnunu birbirine karıştırırdım.”
Sımsıkı yumduğu kocaman yumruğunu gösteriyordu memura. Memursa, gözlerini çıkardı ve acılı bir sesle sordu:
“Niçin ama?”
“Bir insan varlığı satılır mı hiç?”
“Vahşiliktir gerçi, kabul ederim ama…”
“Üstelik de bir kız çocuğu! Ben olsam, gösterirdim ona on ruble ne demektir!..”
Hoş olmayan bir jest yaparak susmuştu memur. Bu hareket Foma’yı isyana sürükledi. Masadan kalkarak parmaklığa doğru yöneldi ve neşe içinde çalışan insanlarla dolu olan şalupanın güvertesini seyretmeye koyuldu. Sarhoş gibi oluyordu uğultudan ve varlığında oradan oraya dolanan o bulanık duygu, birden, müthiş bir kendi elleriyle çalışma arzusu hâlinde belirdi; baş edilmez bir kuvvete sahip olduğunu göstermek ve bütün bu insanları büyülemek için yüz buğday çuvalını muazzam omuzlarına tek seferde yüklemek isteğiyle kavruldu bir an.
“Davranın!..” diye haykırdı aşağıya, olanca sesiyle. “Elinizi çabuk tutun biraz!”
Birkaç kişi başını kaldırıp baktı ona; birtakım çehreler gördü ve bu çehreler arasında siyah gözlü bir kadın yüzü, okşayıcı ve kışkırtıcı bir şekilde gülümsedi Foma’ya. Göğsünde bir alev parladı birden bu gülümseyişle ve yakıcı bir alev dolaştı bütün damarlarını. Yanaklarının kıpkırmızı kesildiğini hissetti ve parmaklıktan aniden ayrılıp döndü masaya.
“Dinleyin…” dedi memur. “Babanıza bir telgraf çekin de lütfen, hasarı dengelemek üzere bir miktar buğdayı hesaptan düşsün! Akıp telef olan şu buğdaya bakın ve bilirsiniz ki bu insanlar için her avuç değerlidir! Anlamanız lazım bunu!..”
İğneleyici bir edayla yüzünü buruşturarak devam etti memur:
“Siz bari anlayın… Çünkü babanız, öyle bir babanız var ki, siz de bilirsiniz ya…”
Foma, güven dolu, aşağılayan bir sesle sordu:
“Ne kadar düşmek lazım hesaptan? Bin beş yüz kilo yeter mi? Üç bin kilo?”
“Yani… yani çok teşekkür ederim!” diye haykırdı memur, sevinç taşan bir sesle. “Eğer yetkiniz varsa…”
Foma kesin bir sesle “Patron benim!..” dedi. “İşin babamla ilgili yanına gelince, onun hakkında böyle alaycı bir şekilde konuşamazsınız!..”
“Özür dilerim! Ve tam yetkili olduğunuzdan katiyen şüphe etmiyorum artık. Samimi olarak teşekkür ediyorum size, bütün bu insanlar adına teşekkür ediyorum; tabii yalnız size değil, babanıza da…”
Foma, elini yakalamış kuvvetle sıkmakta olan memurun sözlerini yüzünde bir gurur ifadesiyle dinlerken, Yefim, ileri uzattığı dudaklarını şaklatarak, korkuyla bakmaktaydı genç patrona.
“Üç bin kilo! Rus cömertliği diye buna derler işte delikanlı! Durun, hediyenizi bu zavallı insanlara hemen müjdeleyeceğim… Ve gözlerinizle göreceksiniz nasıl size minnettar olacaklarını…” Çın çın öten bir sesle bağırdı aşağıya: “Hey çocuklar! Patron üç bin kiloyu hesaptan düşüyor.”
Foma’nın sesi yükseldi yeniden:
“Dört bin beş yüz!”
“Dört bin beş yüz kilo! Teş… çok teşekkürler!.. Dört bin beş yüz oldu, çocuklar!”
Ama bunun köylüler arasında yarattığı etki zayıftı: Köylüler başlarını kaldırmış ve tek kelime söylemeksizin işlerine dönmüşlerdi yine. Aralarından sadece birkaçı, tereddüt ederek ve âdeta istemeye istemeye, “Sağol…” diye mırıldandı. “Ulu Tanrı sana fazlasıyla geri verir inşallah!..”
Birisi neşeli bir sesle bağırdı bu sırada:
“Buğday da neymiş! İyilik etmek isteyen, şimdi her birimize küçük birer kadeh rakı dağıtsın! Asıl cömertlik budur! Buğday bizim değil ki, il meclisinin!..”
İyice canı sıkılmıştı memurun. “Ah!..” diye içini çekti. “Anlamıyorlar, anlamıyorlar bir türlü!.. Gidip de anlatayım onlara..”
Ve aşağıya yöneldi. Ama Foma’yı asıl ilgilendiren, köylülerin, hediyesine karşı takındıkları tavır değildi. O pembe tenli kadının siyah gözlerini görüyordu sadece Foma; tuhaf bir şekilde bakıyordu bu gözler; teşekkür ediyor, okşuyor, çağırıyordu… Şehir modasına göre giyinmişti bu kadın: Ayağında kısa çizmeler vardı, üzerinde bir bluz, siyah saçlarını ise orijinal bir fularla toplayıp sarmıştı. Uzun boylu ama son derece yumuşak hareketliydi; bir odun yığınının üzerine oturmuş, çuvalları tamir ediyordu orada. Dirseklerine kadar çıplak olan kolları ustalıkla işliyordu ve durmadan gülümsüyordu Foma’ya.
“Foma İnyatiç!..” Yefim’in kınayan sesiydi bu…
“Cömertliğin de bir sınırı vardır…” diyordu. “Yedi yüz elli kilo bağışlamış olsaydın, neyse ne! Ama biraz fazla hızlı gidiyorsun arkadaşım! Ve bu hızla ikimizin de yaya kalmamızdan korkarım…”
“Yeter!” dedi Foma kesin bir sesle.
“Beni ilgilendirmez aslında, susmasını bilirim ben… Ama henüz genç olduğundan, bana, ‘Oğlanı gözet!’ dediler. Fazla boşlayacak olursam, bilirsin ki bana yüklenir işin sorumluluğu…”
“Merak etme, babama söylerim.”
“Canın ne isterse yap, burada patron sensin.”
“Git başımdan Yefim, beni rahat bırak!” Göğüs geçirerek susmuştu Yefim. Foma ise kadına bakıyor ve düşünüyordu kendi kendine:
“Gelip de bana, ‘Böyle bir kadını satın al,’ deselerdi! Bir deselerdi böyle bir şey…”
Gittikçe biraz daha hızlı çarpıyordu yüreği. Bakirdi henüz, ama tanıklık ettiği konuşmalardan, kadın-erkek arası ilişkilerin sırrını biliyordu. Kaba ve ayıp terimler içinde tanıyordu bu sırrı ve bu kelimeler onda, utanç verici ama kavurucu bir merak uyandırıyordu. İnatla işlemekteydi hayal gücü, ama yine de bütün bu ilişkileri açık sahneler hâlinde canlandıramıyordu gözünde; içinden bir ses, kadın-erkek arası ilişkilerin ona söylendiği kadar basit ve kaba olmayacağını fısıldıyordu. Hatta ona, biraz da dalga geçerek, bu ilişkilerin öyle olduğunu ve başka türlü de olamayacağını tekrarladıklarında, birden şaşırıp aptalca gülümsemişti; ama yine de bu ilişkilerin herkes için bu derece utanç verici bir şekle bürünemeyeceğini ve insanlar açısından daha saf, daha az kaba ve daha az küçültücü bir yanının da bulunması gerektiğini düşünmüştü kendi kendine.
Ve siyah gözlü işçi kadını hayranlıkla seyrettiği şu anda, o inanmadığı kaba arzuyu duyuyordu Foma. Utanç verici bir şeydi bu, korkunç bir şeydi! Yefim de yanına dikilmiş, durmadan kışkırtıyordu onu:
“Tamam, şimdi de bir kıza takıldın işte! Görüyorsun ki susmama imkân yok… Tanımıyorsun bile kızı, ama sana baygın baygın bakıyor ya; sen artık biraz da gençliğin verdiği heyecanla öyle bir cömertliğe kaptırırsın ki kendini, ayağımızdakileri vermeksizin ırmak boyunca yayan dönebilirsek babanın yanına, hâlimize şükredelim…”
Utançtan kıpkırmızıydı Foma, kekeledi:
“Ne istiyorsun sen?”
“Ben mi?.. Hiiiç… Ama sen biraz beni dinlemelisin arkadaşım… Kadın konusunda epeyce şey öğretebilirim sana. Kadınlarla işi en basit yanından alıp yürütmek gerek: Bir şişe votkayla biraz yiyecek alırsın, sonra bir-iki bardak bira sunarsın hararet kesmecesine; bir de yirmi kapik sıkıştırdın mı avucuna, olur biter. O fiyata bütün aşkı senindir artık ve o kadar güzel sevişir ki seninle, daha iyisini dört dönüp arasan bulamazsın azizim!”
“Baştan sona yalan!..” dedi Foma, inanmak isteyen bir sesle. “Maval okuyorsun bana.”
“Maval mı okuyorum?… Bu dediğim işi belki de yüz kere yaptım ben, ne borcum var ki yalan söyleyeyim!.. Zaten uzatmaya lüzum yok, sen bu işi bana bırak, tamam mı? Hop der bir araya getiririm sizi!”
“Pekâlâ…” diyebildi Foma.
Bir şeyler boğazını sıkıyordu sanki, soluk alamayacakmış gibi geliyordu.
“Güzel… Akşama gözünden vur turnayı, getiriyorum.”
Foma akşama kadar, köylülerin saygı dolu bakışlarını fark etmeksizin, bir bulutun içinde gezer gibi dolandı ortalıkta. Ezilmiş hissediyordu kendini, birisine karşı bir suç işlemiş gibiydi ve kendisine hitap eden herkese alçakgönüllü bir sesle cevap veriyordu.
Akşam bastırdığında, işçiler kıyıda yaktıkları büyük bir ateşin çevresinde toplanıp yemeklerini hazırlamaya koyulmuşlardı. Ateşin yansımaları, kırmızı ve sarı lekeler hâlinde ırmağa düşüyor, sanki suyun yüzünde ve Foma’nın köşedeki divanda oturmuş beklediği kıçüstü güvertesinin camlarında titriyordu. Pencerelerin perdesini çekmiş ve lambayı yakmamıştı; ateşin zayıf ışıltısı perdelerden sızarak, masaya, duvarlara uzanıyor ve kimi zaman canlı, kimi zaman sönük ürperişlerle parıldıyordu. Ortalık alabildiğine sakindi; kıyıdan gelen belirsiz bir konuşma uğultusuyla, geminin teknesini yalayan suların belli belirsiz şıpırtısı işitiliyordu sadece. Karanlığın içinde, hemen yanı başında biri saklanmış da onu gözetliyormuş gibi geliyordu Foma’ya… Gelenler var işte nihayet!.. Telaşlı ayaklar, gemiyi kıyıya bağlayan kalasları gıcırdatıyor; sesli, kızgın şamarlarla suyu tokatlıyor kalaslar… Kamaranın kapısında kısa bir gülüş ve boğuk bir ses işitiyor Foma, haykırmak istiyor, “Hayır! Girmeyin, olmasın bu iş!..” diye. Haykırmak için ayağa kalkıyor hızla ama haykıramıyor, kapı açılıyor tam o sırada çünkü ve uzun boylu bir kadın silüeti eşikte beliriyor.
İçeri girip kapıyı sessizce kapadıktan sonra, kısık bir sesle konuştu kadın:
“Bu ne karanlık ya Rabbi… Canlı birisi yok mu burada?”
“Var…” dedi Foma tatlı bir sesle. “Güzel!.. Öyleyse, merhaba!..”
İhtiyatla ilerlemişti kadın. Foma kesik bir sesle, “Lambayı yakayım…” dedi.
Ama yine divanın üzerine bıraktı kendini ve köşeye sığınıp büzüldü.
“Zararı yok…” diye fısıldadı kadın. İnsan dikkatli bakarsa, karanlıkta da görür elbet…”
Foma güçlükle konuştu:
“Otursanıza…”
“Oturalım hayhay…”
Ve divana oturdu, hemen iki adım ötesine. Gözlerinin parıltısını, dudaklarının gülümseyişini görüyordu Foma. Ama gündüzki gibi değil de bir başka şekilde, neşesiz, sanki acılı bir gülümseyişle gülümsüyormuş gibi geldi ona. Ve bu ürkek gülümseyiş biraz cesaret verdi Foma’ya ve kadının gözlerinin kendi gözleriyle karşılaşır karşılaşmaz bütün parıltısını yitirdiğini de görünce daha rahat nefes almaya koyuldu. Ama ne söylemesi gerektiğini kestiremiyordu bir türlü, ikisi de susuyordu; insana yük olan cinsinden, beceriksizce bir susuştu bu… Nihayet kadın konuştu.
“Böyle yapayalnız sıkılmıyor musunuz kuzum burada?”
“Sı… sıkılıyorum…” dedi Foma. Kadın, sesini daha da alçaltıp sordu:
“Bizim buralar hoşunuza gidiyor mu bari?”
“Güzel bir yer evet! Çok. Bir sürü orman var…” Yeniden sustular.
“Sonra… sonra bu ırmak, belki Volga’dan bile güzel…” dedi Foma, büyük bir çaba harcayarak.
“Volga’yı ben de bilirim. Simbirsk bölgesinde bulunmuştum da eskiden…”
“Simbirsk…” diye tekrarladı Foma.
Ve artık, bir tek kelime bile söyleyemeyeceğini hissetti. Ama kadın, karşısındakinin acemiliğini anlamış bulunuyordu; kışkırtıcı bir sesle fısıldadı aniden:
“Peki ama beni böyle aç mı bırakacaksın patron!..”
“Nasıl!..” diye sıçradı Foma yerinden. “Doğru tabii!.. İyice tuhaflaştım vallahi!.. Buyrun, rica ederim buyrun…”
Karanlıkta telaşla oradan oraya seğirtiyor; eline bir şişe alıp bırakıyor, bir başkasına yapışıyor şaşkınlıkla; sonra her iki şişeyi de suçlu bir havayla gülerek yerlerine koyuyordu… Kadın bu arada iyice yaklaşmıştı ona, yanında ayaktaydı; yüzüne ve titreyen ellerine bakıyordu gülümseyerek. Aniden fısıldadı yine:
“Yoksa utanıyor muyuz?”
Kadının soluğunu yanağında duymuştu, fısıldayarak cevap verdi o da:
“Galiba…”
Ve işte o zaman kadın, ellerini omuzlarına koyup kendine doğru çekti onu, göğsüne sımsıkı bastırdı ve güven verici bir sesle fısıldayarak, “Utanma ne olur…” dedi. “Kötü bir şey yok ki bunda. İnsan bunsuz yapamaz ki… Güzel delikanlım benim, aslanım, nasıl da ürperiyorsun!..”
Ve Foma ağlamak istiyordu; garip bir yorgunluk içinde eriyor gibiydi yüreği. Ve başını kadının göğsüne yasladı birden; tutarsız, kesik, kendisinin de ne anlama geldiğini bilmediği birtakım şeyler fısıldayarak sımsıkı sarıldı ona…
İri iri açtığı gözlerini duvara dikerek, boğuk bir sesle konuştu Foma:
“Git artık, git!..”
Yanağını öptükten sonra uslu uslu kalktı kadın ve “Peki öyleyse, hoşça kal…” diyerek kamaradan çıktı.
Kadın yanındayken dayanılmaz bir utanç duyuyordu ama o kapıyı kapar kapamaz bir sıçrayışta doğrulup oturdu divana. Sonra yeniden kalktı. Bacakları titriyordu. Canı kadar değerli bir şeyi heder ettiği duygusuna kapılmıştı birden. Heder ettiği ama heder etmeden önce de katiyen varlığını fark edemeyeceği bir şey… Aynı anda, yepyeni ve erkekçe bir gurur duygusu uyandı Foma’da. Biraz önceki utancı eritti bu gurur ve o utancın yerine içinde, mayıs gecesinin ayazında tek başına kim bilir nereye yollanan kadına karşı bir merhamet büyüdü. Güverteye koştu hemen: Yıldızlı ama aysız bir gece… Serinlik ve karanlık karşıladı Foma’yı… Kıyıda, akşamki ateşten kalma közlerin kırmızı sarı lekesi hâlâ parlamaktaydı. Ortalığı dinledi bir an: Ezici bir sessizlik uzanıyordu havada; hiçbir ayak sesi gelmiyor, demirin zincirine çarparak kırılan suyun şırıltısı işitiliyordu sadece. Seslenip çağırmak istedi kadını ama ismini bilmiyordu. Taze havayı hırsla çekti geniş göğsüne; birkaç saniye öylece, güvertede ayakta bekledi ve birden, kamaranın arka tarafında birisinin hıçkırır gibi göğüs geçirdiğini işitti. Sıçradı önce ve ihtiyatla oraya doğru ilerledi. Kadın olduğunu anlamıştı iç çekenin.
Parmaklığa yaslanıp oturmuştu, bir halat yığınına dayamıştı başını, sessizce ağlıyordu. Çıplak bembeyaz omuzlarının sarsıldığını görüyordu Foma, derin derin göğüs geçirdiğini duyuyordu.
Bir keder boğdu içini, kadına doğru eğilerek ürkek bir sesle sordu:
“Neyin var?”
Başını salladı kadın, cevap vermedi.
“İncittim mi yoksa seni?”
“Git buradan!..” dedi sadece.
Şaşırmış ve telaşlanmıştı Foma, eliyle kadının başını okşayarak, “Peki ama niçin ağlıyorsun?” diyordu. “Öfkelenme ne olur!.. Kızma bana…”
“Kızmadım…” diye mırıldandı kadın, sesini yükselterek. “Sana neden öfke duyayım? Rezil değilsin ki sen, pırıl pırıl saf bir yüreğin var! Öyle değil mi küçük şahinim benim, göçmen kuşum, öyle değil mi! Gel otur şöyle yanıma biraz…”
Ve Foma’yı elinden tutarak, bir çocuk gibi dizlerinin üzerine oturttu; göğsüne doğru çekti başını ve eğilip, ıslak dudaklarıyla uzun uzun öptü.
Bir eliyle kadının yanağını okşayarak, öbürüyle boynuna sarılarak sordu Foma:
“Niçin ağlıyorsun peki?”
“Kendi hâlime ağlıyorum işte… Niçin yolladın beni?”
Şikâyet taşan bir sesle sormuştu bunu. Foma başını önüne eğerek cevap verdi:
“Utanıyordum da ondan.”
“Küçük sevgilim benim. Gel şu işin doğrusunu söyle: Hoşuna gitmedim değil mi?”
Gülerek sormuştu bunu ama Foma’nın açık göğsüne sıcak iri gözyaşları dökülüyordu bir yandan…
“Ne saçmalıyorsun sen öyle!..” diye haykırdı delikanlı.
Çok üzülmüştü birden; kadına güzelliği hakkında ateşli sözler sıralamaya başladı art arda; ne kadar iyi olduğunu, ona ne kadar acıdığını ve önünde nasıl utanç duyduğunu anlattı… Durmadan yanaklarını, boynunu, saçlarını ve açık göğsünü öperek dinliyordu kadın, Foma’yı.
O sustuğunda, bir ölüden söz edermişçesine üzgün ve kalın bir sesle kadın başladı:
“Tamamıyla başka şeyler düşünmüştüm ben. ‘Git artık!’ dediğin vakit, hemen kalktım ve gittim. Ve bir keder boğdu içimi sözlerinden ötürü… ‘Bir zamanlar herkes gözümün içine bakardı, bir kerecik gülümseyeyim diye bıkıp usanmadan yalvarırlar, şımartırlardı beni, ufacık bir okşayışım için istediğim her şeyi yaparlardı,’ diye düşündüm kendi kendime. Bütün o eski günler geçti gözlerimin önünden ve ağlamaya koyuldum. Kaybolan gençliğime yanmamaya… Otuz yaşındayım şahinim, öğren. Bir kadın için son mürüvvet günleri demektir bu! Ah, Foma İnyatiç ah!..”
Şarkı söyler gibi konuşuyordu şimdi ve hafif hafif şırıldayan suyun sesi, sesinin bir yankısı gibiydi:
“Beni iyi dinle: Gençliğini koru! Bu dünyada gençlikten daha güzel, daha değerli hiçbir şey yoktur! Genç misin, tut ki cebinde dolu altının var, canın neyi çekerse yaparsın. İhtiyarladığın vakit, gençlik yıllarından iyi bir şeyler hatırlayacak şekilde yaşa. Bak ben demin ağlamış olduğum hâlde gençlik yıllarımı hatırlar hatırlamaz ısınıverdi içim… Ve bir yudum abıhayat içmiş gibi tazelenip genceldim! Tatlı çocuğum benim! Eğer beni beğendiysen, boşuna vakit geçirmeyelim ne olur, olanca gücümüzle yaşayıp sevişelim!.. Mademki alev aldım bir kere, kül oluncaya kadar yanıp tutuşmak isterim seninle…”
Ve kollarının olanca gücüyle delikanlıya sarılıp, büyük bir açlıkla dudaklarını öpmeye koyuldu.
“Her şey yolundaaaaa!..” diye haykırdı şalupalardaki nöbetçilerden biri.
“Daaaaa”sı uzaklaşırken, bir demir levhayı çekiçle dövmeye başlamıştı. Madenin sert titreşimleriyle parçalandı gecenin törensel sessizliği.
Birkaç gün sonra şalupalar boşalmış bulunuyordu. Harekete hazırdı römorkör. Bir atlı arabanın rıhtıma yaklaştığını gördü Yefim umutsuzluk içinde. Arabada bir denk ve bir alay çıkınla, o siyah gözlü kadın Pelajya vardı.
Başıyla kıyıyı işaret ederek, “Eşyaları almak için bir tayfa gönder!..” diye emretti Foma.
Ayıplayan bir edayla başını salladı Yefim, öfkeyle yerine getirdi emri, sonra da sesini alçaltarak sordu:
“Yani, şimdi o da bizimle mi geliyor?”
“Benimle geliyor.”
“Gayet tabii seninle, hepimizle olacak değil ya. Hey Allah’ım, sen bilirsin!”
“Ne söyleniyorsun öyle?”
“Büyük bir şehre gidiyoruz Foma İnyatiç… Bu cinsten bir sürü kadın buluruz orada diyorum, yoksa yalan mı?”
“Kes!..” dedi Foma, itiraz kabul etmeyen bir sesle.
“Tamam, kesiyorum… Ama bu yaptığın doğru bir iş değil!”
Foma suratını asıp iyice ciddileşmişti. Kelimelerini oldukça sert telaffuz ederek konuştu:
“Yefim, şunu iyi bil ve burada herkese de söyle, bu kadın hakkında bir tek kötü söz işitecek olursam, kütüğü kaptığım gibi ezerim kocaman kafalarınızı!”
“O kadar da değil!..” dedi Yefim.
Alaycı bir sesle söylemişti bunu, söylerken de genç patronun yüzüne baktı. Ve bakar bakmaz bir adım geriledi. İnyat’ın oğlu kurt gibi dikilip dişlerini çıkarmıştı ortaya, göz bebekleri büyümüştü:
“Nasıl, nasıl!..” diye kükredi. “Hele bir tekrarla da göstereyim sana, küstah!”
Bütün korkusuna rağmen renk vermedi Yefim:
“Foma İnyatiç, patron sizsiniz ama bana da bir emir verdiler, ‘Ona göz kulak ol,’ dediler bana ve burada da kaptan benim…”
Sapsarı kesilmişti Foma, tepeden tırnağa titreyerek, “Kaptan mı?..” diye haykırdı. “Ben kimim peki?”
“Niye bağırıyorsunuz kuzum? Basit bir kadın hikâyesi için değer mi?”
Foma’nın soluk yüzünde kırmızı lekeler belirmişti şimdi; kesik hareketlerle sallandı bacaklarının üzerinde, ellerini ceketinin ceplerine soktu ve kesin bir sesle, “Sen!” dedi. “Sen kaptan! Bana karşı tek kelime daha söyleyecek olursan, derhâl kovarım seni! Derhâl! Rıhtıma! Ve limana kılavuzla dönerim. Anlaşıldı mı? Bana hükmedemezsin sen! Oldu mu?”
Afallayıp kalmıştı Yefim. Patronun yüzüne bakıyor ve cevap bulamaksızın aptalca göz kırpıyordu.
“Anlaşıldı mı dedim?”
“Anlaşıldı…” dedi Yefim. “Ama ne lüzum var bir kadın için bu kadar gürültüye…”
“Kes!”
Foma’nın vahşice yanıp sönen gözleri ve altüst olmuş çehresi, mutlu bir fikir ilham etti kaptana: Sessizce uzaklaştı.
Elinden gelse bir kaşık suda boğardı Foma’yı, öylesine kızgındı. Yok yere hakarete uğramış sayıyordu kendini; aynı zamanda da gerçek bir efendinin elini, bütün ağırlığıyla üzerinde hissediyordu. Yıllardan beri baş eğmeye alışmıştı ve kendi üzerinde bir otoritenin ortaya çıktığını görmekten gizli bir haz duyuyordu. Nitekim kamaraya girip de ihtiyar kılavuzun karşısına geçince, sesinden zevk taşarak anlattı sahneyi.
“Görüyor musun?” diye sonuçlandırdı. “Cins bir köpek yavrusu mübarek, daha ilk avda değerini meydana koyuyor… Oysa şöyle bir baksan, bu da adam mı der geçersin. Başında kavak yelleri esen bir delikanlı nihayet! Aslında kadın meselesinin hiçbir önemi yok tabii, olamaz da… Bırakacaksın sevsin, sevilsin doyuncaya dek. Onda bu karakter sağlamlığı varken başına hiçbir şey gelmez. Ama görsen ne küfretti birader! Borazan gibi ötüyordu mazallah! Otoritenin hapı varmış da içmiş gibi, birden şekilleniverdi…”
Ve doğru söylüyordu Yefim. Bütün bugünler boyunca birtakım köklü değişiklikler belirmişti Foma’da. İçinde alev alan tutku, bir kadının hem ruhunun hem de vücudunun mutlak hâkimi hâline getirmişti onu. Ve bu iktidarın tatlı ateşini içiyor, içiyor ama doymuyordu. Ona biraz da safdil, hastalıklı bir çocuk havası veren bütün o beceriksizliğini ortadan yok etmişti bu ateş ve yüreğini taptaze bir gururla, kendi kişiliğinin bilinciyle doldurmuştu. Ve erkeğin kadına duyduğu aşk, daima verimlidir. Bu aşk, ne olursa olsun, hatta yalnız ızdırap getirse bile, daima paha biçilmez bir şeyler katar bize. Hasta ruhlar için şiddetli bir zehir rolü oynayabilir aşk; ama sağlam ruhlar için, çelik olmaya hazırlanan demir bakımından ateş neyse, aşk odur…
Foma’nın, bir delikanlının öpüşlerinde kendi gençliğinin son ve acı şenliğini kutlayan otuzluk kadına duyduğu bu aşırı bağlılık, iş hayatından koparamamıştı yine de onu. Ne okşanmak sarsıyordu onu ne de çalışmak; her iki yana da bütün varlığını koyuyordu. Kadın, ondaki çalışma susuzluğunu da, sevişme susuzluğunu da, iyi bir şarap gibi aynı kudretle kamçılamaktaydı. Ve delikanlının her okşayışında, kadın da biraz daha gençleşiyordu.
Perm’de vaftiz babasının bir mektubu bekliyordu Foma’yı. Mektupta, İnyat’ın oğluna tasalanıp kendini içkiye verdiği ve bu yaşta böyle içmenin sağlığa son derece zararlı olduğu bildiriliyor ve işleri bir an önce halledip hemen dönmesi öğütleniyordu. Foma bir endişe hissetmişti bu öğütte ve içindeki şenlik kararır gibi olmuştu; ama bu karanlık, bir yandan iş hayatının kaygıları, bir yandan Pelajya’nın okşayışlarıyla çabucak dağılacaktı. Irmaktaki dalgaların hızıyla akıyordu delikanlının hayatı; her geçen gün yeni duyumlar getiriyor ve bu yeni duyumlardan da yeni düşünceler doğuyordu. Pelajya, hayat kadehinin son damlalarını yudumlaya yudumlaya içmek azminde olan kadınların bütün o müthiş sevgi gücüyle sarılmıştı Foma’ya. Ama kimi zaman, delikanlıya, bir o kadar güçlü başka bir duyguyla bağlanıyordu. Oğlunu hatalara karşı uyarmak, ona yaşamak sanatını öğretmek isteyen bir ananınkine benzer bir duyguydu bu. Ve geceleri güverteye oturduklarında Foma’ya sımsıkı sarılır, hüzün taşan bir sevgiyle konuşurdu hep:
“Ablan yerine koy ve öyle dinle beni. İnsanları tanırım ben, hayatımda neler neler görmüşüm!.. Arkadaşlarını seçmeden önce iki kere yokla çünkü hastalık gibi bulaşıcı insanlar vardır… Eğer başlangıçta ne biçim bir adam olduğunu anlamayacak olursan karşındakinin, hop! Onun bitleri sana da geçer… Benim cinsimden kadınlarla, Meryem Ana seni şerlerinden korusun, temkinli ol. Daha pek körpesin henüz, yüreğin sınanmamış. Senin gibi delikanlılara doymak bilmez kadınlar: Güçlü kuvvetli, yakışıklı ve zenginsin… Çıtkırıldımlardan kork asıl, sülük gibi yapışırlar adama; içlerinde en şefkatli, en iyi yürekli olanı bile son damlasına kadar emer kanını. Bütün gücünü sömürür alır senden ve kendini en ufak bir tehlikeye atmaz; ceremesini çekmemek şartıyla koparır senin yüreğini… Daha çok gönlünün sesiyle yola çıkanları seç, benim gibi olanları mesela! Keselerini doldurmaya bakmadan yaşar çünkü benim gibi olanlar…”
Gerçekten de çıkar gözetmeyen bir kadındı Pelajya. Perm’de ona birçok ziynet ve öteberi almıştı Foma; müthiş sevinmişti önce, mutlu olmuştu, sonra bir süre düşünmüş ve kaygılı bir sesle, “Avuç dolusu harcıyorsun parayı…” demişti. “Dikkat et baban kızmasın! Ve beni hiç düşünme, ben seni karşılıksız seviyorum…”
Kazan’da evli bir kız kardeşi olduğunu ve onunla birlikte ancak Kazan’a kadar gelebileceğini önceden söylemişti Foma’ya. Ama Pelajya’nın kendisini terk edip gideceğine inanmıyordu Foma ve Kazan’a bir gün kala Pelajya kararını tekrarlayınca, birden karardı, kendisini bırakmaması için ona yalvarmaya başladı.
“Dereyi görmeden paçaları sıvamayalım…” dedi kadın. “Daha önümüzde koskocaman bir gece var. Elveda demek ağır geliyorsa, o zaman düşünürüz!”
Ama Foma dinlemiyor, devam ediyordu; sonunda, onunla evlenmeye hazır olduğunu söyledi. Gülmeye başlamıştı Pelajya:
“Şuna bakın hele, neredeyse baştan çıkaracak beni!.. Seninle evlenmek, öyle mi?.. Peki ya kocam varsa?.. Benim tatlı bebeğim, nasıl da safsın sen!.. Demek evliliğe susadın birdenbire? Ama benim cinsimden kızlar evlenmeye yaramaz pek!.. Benim gibi bir sürü metres tutarsın önce… Bütün zevkleri tadıp kurtlarını iyice döktükten sonra, şöyle bir başını dinlemek isteyince evlen, anlıyor musun! Sıhhatli bir adam rahatını güdüyorsa, genç evlenmemeli derim; tek kadın doyurmaz genç adamı çünkü, gider başkasına dadanır… Sözün kısası sevgilim, kendi mutluluğun adına, ancak bir tek kadının sana yeteceğini fark ettiğin an evlenmelisin…”
Pelajya konuştukça Foma biraz daha ısrar ediyor, ondan ayrılmamak için ayak diretiyordu.
“İnadı bırak da beni dinle…” dedi kadın sakin bir sesle. “Eğer elinde bir fener varsa ve fenersiz de önünü görebiliyorsan, ne yaparsın? Fırlatır atarsın feneri hemen suya. Çünkü böylelikle hem elin yanmaz hem de o pis yanmış yağ kokusunu çekmemiş olursun…”
“Ne demek istediğini anlamıyorum ki!..”
“Daha açık söyleyeyim öyleyse; sen bana kötülük etmedin, dolayısıyla ben de sana kötülük etmek istemem… Bunun için de çekip gidiyorum işte!”
Eğer hiç beklenmedik bir olay zuhur etmeseydi, bu tartışmanın nasıl sona ereceğini söylemek zor olurdu; Kazan’da, Maya-kin’den bir telgraf aldı Foma. Yakob Tarasoviç, vaftiz oğluna şu kısa ve kesin emri veriyordu: “Derhâl bir yolcu gemisine atla ve gel.” İçini bir acı bürüdü. Birkaç saat sonra da, soluk ve suratı asık bir hâlde, yolcu gemisinin güvertesindeydi. Ve gemi hareket ettiğinde, dişleri kenetlenmiş, parmaklığa sımsıkı yapışmış, hareketsiz, gözlerini kırpmadan, sevgilisinin rıhtım ve kıyıyla birlikte uzakta silinmekte olan yüzüne bakıyordu. Mendilini sallıyordu Pelajya ve gülümseyişi devam ediyordu, ama Foma biliyordu ki kadın ağlamaktaydı. Delikanlının gömleğinin ön kısmı, gözyaşlarından ıslanmış durumdaydı şimdi; bu yaşlar, soğuk ve ağır bir kuşkuyla doldurmuştu yüreğini. Kadının silüeti, erir gibi, gittikçe biraz daha küçülüyordu. Foma, gözlerini bir an bile ayırmaksızın bakıyordu ve babası için kaygılı veya bu kadından ötürü üzgün olmak yerine, şiddetli ve kemirici yepyeni bir duygunun doğduğunu hissediyordu içinde. Tam adlandıramıyordu ama isyana yakın bir duyguydu bu.
İskeledeki kalabalık sanki eriyor ve çehresiz, şekilsiz, hareketsiz, siyah ve yekpare bir leke hâlini alıyordu. Foma güvertede bir aşağı bir yukarı yürümeye koyulmuştu.
Yolcu konuşmalarının uğultusu kaplamıştı artık güverteyi. Herkes çay içmek üzere iskemlelere yerleşiyor; küçük garsonlar, büyük bir telaş içinde tek ayaklı yuvarlak masalar taşıyordu. Aşağıda, kıç tarafta bir yerde, üçüncü mevkide yani, bir çocuk gülüyor, bir akordeon inliyordu; aşçıbaşının durmadan çalışan satırının sesi, kap kacak şıngırtısına karışıyordu. Dalgaları yara yara, köpükler saçarak ve sürekli sarsılarak, akıntıya karşı hızla ilerliyordu koca vapur… Pupada, bölünüp parçalanan azgın dalgaların geniş şeritlerine baktı Foma ve birdenbire vahşi bir arzu kapladı içini: Ne olursa olsun kırmak, yırtmak ve akıntıyı göğüsleyip paramparça ederek gitmek istedi…
“Kaderi…” dedi yanından doğru yükselen boğuk ve yorgun bir ses.
Tanıyordu Foma bu sözü. Anfisa hala, sorularına bu kelimeyle cevap verirdi çoğu zaman. Ve bu ufacık söz, Foma’nın gözünde, Tanrı’nın kudretine benzer bir kuvveti temsil ederdi… Konuşanlara bir göz attı: Birisi nur yüzlü, zeki, ufak tefek bir ihtiyardı. Biraz daha gençti öteki, bıkkınlık taşan kocaman gözleri ve iki sivri uç hâlinde biten siyah bir sakalı vardı; iri burnu, çökük ve solgun yanaklarıyla, vaftiz babasını hatırlatıyordu… “Kader, evet!..”
Karşısındakinin sözünü alıp inanmış bir edayla tekrar ederken, bıyık altından gülmüştü ihtiyar. Devam etti:
“Irmakta avlanan balıkçı gibidir kader hayatta: Bir olta atar telaşımıza; acizdir, hemen kaparız ve çeker oltasını sudan; yüreğimiz paramparça kıvranır dururuz artık toprağın üzerinde… Böyledir işte kader, sevgili dostum…”
Güneş ışınları sanki suratına vuruyor gibi, gözlerini yumdu Foma ve başını sallayarak yüksek sesle, “Doğru! Çook doğru!” dedi.
Konuşanlar gözlerini ona dikmişlerdi: Zarif ve zeki bir gülümseyişle bakıyordu ihtiyar; kocaman gözlü adamsa biraz ürkek, biraz kızgın ve göz ucuyla… Utandı Foma, kızararak uzaklaştı onlardan. Kaderi düşünüyordu. Niye iyi davranmıştı sanki ona kader, niye okşayıp şımartmıştı onu birden ve hakaret edercesine çekip geri alacağı bir kadını niye armağan etmişti sanki!.. İçini kemiren o bulanık duygunun, kendisine oyun yapan kadere karşı derin bir hınç olduğunu anlamıştı şimdi. Henüz diktiği kadehteki zehirli bir damlayı itirazsız kabul edemeyecek kadar şımartmıştı onu hayat. Yirmi dört saatlik yolculuğu hiç uyumadan geçirdi; ihtiyarın sözlerini düşünerek hıncını biliyordu. Ama kaderin bu hakareti ne çöküntü yaratıyordu onda, ne de üzüntü; bir öfke ve bir intikam arzusu uyandırıyordu…
İskelede vaftiz babası karşıladı Foma’yı. Endişe dolu soru yağmuruna, arabaya bininceye kadar cevap vermedi Mayakin; nihayet vaftiz oğlunun yanına yerleştiğinde, sarımtırak gözlerini kırpıştırarak, “Baban aklını kaybetti…” dedi telaşlı bir sesle.
“Çok mu içiyor?”
“İçmekten besbeter! Tamamıyla çıldırdı.”
“Ne diyorsunuz! Aman Allah’ım!.. Anlatın…”
“Birdenbire bir kadın peydah oldu yanında, anlıyor musun?”
Kendi Pelajya’sını hatırlayan ve bundan da yeni bir sevinç duyan Foma haykırdı:
“Peki sonra?”
“Sonrası, yapıştı babana, emiyor!”
“Nasıl bir kadın? Çıtkırıldım mı yoksa?”
“Ne çıtkırıldım hem de bilsen!.. Yere bakan yürek yakan cinsinden… Tam yetmiş beş bin rublesini çekip aldı da cebinden, seninki gık bile demedi; üstelik memnun bir şekilde sırıtıyor!”
“Allah Allah! Kim bu peki?”
“Sofya Medinski… Mimarın karısı…”
“Hem de o! İmkânı yok, olamaz… Sakın kadını metres tutmuş olmasın babam?”
Boğuk ve şaşkın bir sesle sormuştu Foma bunu. Vaftiz babası ondan şöyle bir açılıp, gözlerini gülünç bir şekilde devirerek baktı ve sonra tedirgin bir sesle, “Görüyorum ki sen de pusulayı şaşırmışsın evladım!” dedi. “Sen de kaybetmişsin aklını! Evet. Toparla kendini hemen!.. İnsan yetmiş üç yaşında, metres mi tutarmış!.. Üstelik de yetmiş beş bin rubleye!.. Nereden çıkardın bunu, aman ya Rabbi?.. İnyat’a anlatacağım dur hele!..”
Keçi sakalını ufak hoplayışlarla titreten kesik ve ince bir gülüşle gülüyordu Mayakin. Ve Foma, işin aslını anlayıncaya kadar bir hayli çabaladı. Hiç âdeti olmadığı hâlde, tedirgin ve heyecanlıydı ihtiyar; daima dengeli olan konuşması darmadağındı bu sefer ve hikâyesini birden kesip, küfretmeye ve balgam atmaya koyulmaktaydı. Meseleyi zoru zoruna kavradı Foma: Çok zengin bir mimarın karısı olan ve bütün şehir tarafından, her çeşit hayır kurumu için yorulmak nedir bilmeden çalışıp didinmesiyle tanınan Sofya Pavlovna Medinski, bir düşkünler yurdu, okuma salonu ve bir halk kitaplığı kurmak üzere İnyat’ı yetmiş beş bin ruble vermeye razı etmişti. İnyat çoktan toka etmişti parayı; bu yetmezmiş gibi gazetelerin de diline düşmüştü. İki günden beri bütün gazeteler, bu cömertliğin, yani budalalığın övgüsüyle dolup taşıyordu…
Foma o kadını defalarca görmüştü sokakta; ufak tefekti, şehrin en güzel kadınlarından biri sayılıyordu ve biraz kötü bir şöhreti vardı.
Vaftiz babası hikâyesini bitirdiğinde, “Hay Allah!..” diye haykırdı Foma. “Ben de bir şey sanmıştım… Ve düşünüyordum ki…”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/maksim-gorkiy/foma-69428068/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.